Asırlar Boyunca Eminönü - Cilt 3 - 2
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Klasik Osmanlı döneminde İstanbul Belediye Başkanı, aynı zamanda şehrin en büyük hâkimi sayılan İstanbul Kadısı idi. İstanbullular'ca adı
İstanbul Efendisi idi...
1908’den önce yalnız Yıldız Sarayı ve çevresinde elektrik ve otombil vardı. Diğer saraylar bile hâlâ havagazı ile aydınlatılıyordu. Selanik, Beyrut, İzmir çoktan elektrikle aydınlanmaya başladığı halde İstanbul'da 1908'den itibaren elektrik, otomobil ve taksi dönemi açıldı.
Şehrin su ihtiyacı ise, her devirde büyük yatırımlarla sağlanabildi. Fâtih Sultan Mehmed, şehre girdiği zaman, sarnıç suları ile idare edildiğini hayretle görmüş, ilk suları getirmişti. Zira Islâm dininde akan su şarttır, durgun su zaruret olmadıkça kullanılmaz. Sonra Kanûni Sultan Süleyman, yarım miyon nüfusa erişen İstanbul için Sinan'a büyük tesisler yaptırdı. İkinci Osman, OsmanlInın bend dediği barajlar inşa ettirdi. Birinci Mahmud'un annesi, semte adını veren ve su dağıtımını düzenlediği için Taksim denen tesis ve depoları yaptırdı. Sonuncu büyük Osmanlı tesisi, İkinci Abdülhamid'in hayratı olan Hamidiye suyu ve çeşmeleridir ki, bilhassa İstanbul halkının yoksul kesimi için içecek ve kullanacak su olarak büyük işe yaradı. Hâli vakti yerinde olanlar asla Hamidiye suyu içmezler, Hünkâr, Çırçır, karakulaktan aşağı düşmezlerdi. Yüksek tabakanın içtiği su ise Taşdelen'i, lezzetini bozmayacak özel fıçılar içinde Kahire saraylarına kadar gönderilirdi.
1850'lerde İstanbul, telgraf ve demiryolu, sonra telefonla donatıldı. Sirke-
ci’den demiryolu ile Londa ya bağlandı, ünlü Şark Ekspresi seferleri başladı. Anadolu hattı için âbidevî Haydarpaşa garı yapıldı.
İstanbul şehrinin felâketi, yangındır. Osmanlı'nın ahşap meskende oturmak zevki ile merakı, ancak kamu yapılarının kagir olması, bu felâketin başlıca sebebidir. 80.000 küsur ev yakan büyük yangınlar vardır. Şehrin Osmanlı devrinde yaşadığı son felâketler 1894 Büyük Zelzelesi (ki bir örneği ondan 400 yıl önce olmuştu), 1908, 1911, 1918 ve 13 Haziran 1918 yangınlarıdır.
1918 yangınları ile Büyük Şehir son darbeleri yedi. Gururlu İstanbullular’ın açlıktan sokakta düşüp ölerek çöpçülerce kaldırıldığı tarihimizin en uğursuz ayları idi. Mütarekenin eşiği... Şehrin göreceği ilk ve son düşman işgali... O dönemin sosyal çalkantıları, ahlâk düşüklükleri Yakup Kadri, Refik Hâlid, Halide Edib, Sâmiha Ayverdi gibi büyük romancılarımızca kudretle tasvir edilmiştir.
Şehremaneti denen Osmanlı'nın modern dönem belediye teşkilâtı, Cumhuriyet yönetimine intikal etti. 1930'larda şehremîni'ne belediye başkanı dendi, fakat 1950'lere kadar bu görev İstanbul valisine verildi.
Klasik Osmanlı döneminde ise, İstanbul belediye başkanı, aynı zamanda şehrin en büyük hâkimi sayılan İstanbul Kadısı idi. İstanbullular'ca adı İstanbul Efendisi idi. Hâkim görevi ile ilmiye mensubu olması dolayısiyle âmiri Rumeli Kazaskeri idiyse de, belediye başkanı olarak doğrudan sadrâzam denen başbakana bağlı idi. İstediği zaman belli bir konuyu arz etmek üzere Dîvân-ı Hümâyûn (imparatorluk bakanlar kurulu) toplantısına oy hakkı olmaksızın katılabilirdi. İstanbul kadılığından Anadolu kazaskerliğine terfi ederdi.
Osmanlı döneminde
Bir İstanbul sokağı...
Şehrin klasik dönemdeki bayındırlığını kaybetmesinin sebeplerinden biri, hepsi vakıflara bağlı kamu yapı ve ku-rumlarının ve vakıf gelirlerinin önemli kısmını kaybetmesidir. Meselâ Yeni Cami’in bugün Çekoslovakya topraklarında kalan vakıfları olduğunu yazmam, eminim, bir çok sayın okuyucumu sarsacaktır. Ülkeler birer ikişer bizden ayrılınca, büyük kamu kuruluşları, o memleketlerdeki vakıf gelirlerinden mahrum kaldı.
Betonlaşma, trafik ve nüfusun Anadolu'dan İstanbul'a yığılması gibi üç facia ise, 20. asrın son yarısı ile başladı. Bütün korkunçluğuyle devam ediyor. İstanbul da belde hizmetleri, derde deva bulunması imkânsız çizgisine gelip dayandı. Dünyanın en büyük açık hava müzesi olan şehir, yer yer akıl almaz çirkinlikler meşheri hâline geldi. Türk'ün en üstün estetik zevkini oluşturan dehâ yok olmaya başladı. Her 8 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından li İstanbul’da mesken tuttu. Kasırlar, konaklar, köşkler diyarı, gecekondular beldesine dönüştü. Yeşilin yerini beton aldı. Sonra gökdelenler, silueti örterek maviyi de yok etmeye başladı. Halbuki gökdelenlerin şehrin tarihî semtlerinden çok uzak yörelere yapılması gerekiyordu. Tarihî şehirde sanayi kurmak gibi akıl almaz yollara sapıldı. Yalnız toprak değil, gökyüzü ve deniz de kirletildi. Boğaz ve Marmara, kirli su birikintileri hâline dönüştü. Beş yüz yılda kurulan medeniyeti yok olmanın eşiğine getirmek için elli yıldan az bir zaman kâfi geldi...
ESKİ ESNAF
Eskiden evde saat durduğu zamanlar vaktimizi onların sesleriyle ayarlardık. Daima kıtır kıtır susam ve kâğıt helvası satan Arnavut Musa’nın, mahzenden çıkar gibi derin akisler yapan sesi, Nişantaşı'nda öğle üzeri duyulurdu. Onun peşinden gırtlağını kısıp heceleri tizleştiren leblebici Ahmet sökün ederdi. Leblebici Ahmet, para ile alış verişten pek hoşlanmazdı. Eski fes, musluk ve kurşun külçeleri! Trampa etmek işine daha elverişli gelirdi,
İkindiye doğru baloncu Hüseyin kursaklı kamış düdüğü ile bahriye çiftetellisini inlete inlete Şişli tarafından gelir, Fehim Paşanın konağı önündeki Ihlamura inen rüzgârlı çayırda mola verirdi. Hüseyin’in rengârenk balonlar bağlanmış, rüzgârda fırıl fırıl dönen kâğıt fırıldaklarla dolu oyuncak arkalığını seyretmeye, yanık havalar çaldığı kursak zurnasını dinlemeye bayılırdık. Hüseyin'in ayağı bize uğurlu gibi gelirdi. Hastalıklarımızda onun zurnasını nöbetin düştüğü saatlerde işitirdik. Balonlarının sönmemesi, kâğıt fırıldaklarının ıslanmaması için hep güneşli ferah günleri seçtiğinden olacak, hastalığı ağırlaştıran kapalı, yağmurlu günlerde çıkmazdı.
Dondurmacıların meşhur tulumbacılardan olanları vardı. Sol kaş üstüne yıkılmış sıfır kalıp fesleri, yumurta ökçe yemenileri, köşklüler gibi afili bağrışlar ile sallana sallana raconlu geçerlerdi. Pirinçleri pırıl pırıl parlıyan süslü dondurma kutularının köşelerindeki fanuslu fenerler içine o günkü dondurmanın renginde ipek mendiller göbek-lendirmek âdetleriydi. Kaşıkları, bardakları, tepsileri tertemiz, gıcır gıcır olurdu.
Taze simitçilerin meşhurlarını kış gecelerinin geç saatlerinde beklerdik. Kalın çuvallara sarılmış küfenin ağzını aralık ettikleri vakit gevrek simitlerin buğulu kokusu burnumuza çarpardı.
Hakkâklarla tesbihçiler geçici esnaftan tamamen ayrı idiler. Büyüklerimizle Sahaflardaki hakkâklara gittiğimiz vakit söze karışamazdık. Ulûmu diniye hocalarımıza karşı duyduğumuz saygı ile onları dinlerdik. Doğrudan doğruya muhur ısmarlamaya cesaret edemezdik. Kendiliklerinden mühür kullanacak çağa gelişimizi tayin ederler, hazırladıkları mühürü bir gün çıkarır verirlerdi.
Mühürcüler arasında hakikî artistleri vardı. Kazıdıkları mühürler, çektikleri teşbihler pek kusursuz düştüğü zaman vermeye kıyamıyacak kadar sanatlarına düşkün olanlarını gördüm.
Eski esnaf müşterilerini, müşterileri de onları kaybettiler..
Geçen gün mahalle arasındaki bir arsaya sığınmış eski tertip bir oyuncakçıyı gördüm. Malını satmaktan ümidi-m kesmiş bir halde arsada futbol oynayan çocuklara dalmıştı. Afacanlardan biri oyuncakçıya doğru sıkı bir şut çek-' Çocuklara kafa tutamayacak kadar çökmüş olan eski oyuncakçı, üstünde solmuş kâğıt fırıldaklardan, bir iki tah-a arabadan başka bir şey kalmıyan arkalığını sırtladı, çocukların gözünden kaybolacak kadar uzaklaşınca, ibiği sı-ı mış bir horoz sesiyle zamansız ve yersiz bağırmaya başladı; Oyuncak verelim! oyuncak!..
Meşhur kursak zurnasmı da öttüremez olmuş oyuncakçının arkasından baktım da bir daha söylendim:
Osmanh esnafı...
«Yeni İstanbul'da eski esnaf vakitsiz öten horozlar gibi bağırıyor!..». Kahveci, ocağın küllerinde bir hâtıra arar gibi bir tutam kıvılcım, bir iki parça ateş aradı.
Duvarlarda ne tas basması resim, ne gazete ilâvesi. Saatin altında el yazısı bir levha asılı, bu garipler kahvehanesini hatırladıkça durur, durur o levhayı düşünürüm:
««Kimsesizim, hiç kimsem yok, her kimsenin var kimsesi, Kimsesiz kaldım medet kıl ey kimsesizler kimsesi,..»
Bir de kahve deyip geçeriz...
Kimsesizim, hiç kimsem yok, herkezin var bir kimsesi. Kimsesiz kaldım medet kıl, ey kimsesizler kimsesi...
İstanbul Efsâneleri...
SARAYBURNU.
DÜNYANIN EN GÜZEL KADINI İÇİN SARAYBURNU'NDA KURULAN Bİ MASAL SARAYI...
azreti Süleyman (a.s.) bir gün cemi cümle mahlukatı başına toplamış:
-"Gidin, bütün dünyayı dolaşın, yeryüzünün en güzel nokta
sı neresidir? Gelin, bana bildirin" demiş. Bütün cinler, şeytanlar, insanlar, kuşlar, rüzgarlar her bir yana yayılmışlar, dünyayı yedi günde dolaşmışlar ve gelip haber vermişler:
-"Yâ Hazreti Süleyman, dünyanın en güzel yeri Sarayburnu’durl...
-
-" Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği" denilen İstanbul'un Sarayburnu.
Gülhane Parkının en yüksek yerinde, ta İstanbul’un ilk kurulduğu günlerden kalma Akropolün, Gotlar Sütununun yanıbaşında. Buradan; bütün Adalar, Haydarpaşa, Üsküdar, Çengelköy, Beşiktaş, hatta Tophane gözler önünde. Karadeniz'den hızla akıp gelen Boğazın suları bir sağdan Marmara'ya, bir soldan Halice doğru iki yandan geçip gidiyor. O yüzden de, sanki, kocaman bir geminin pruvasındaymış gibi gelir insana.
Hakikaten dünyanın en güzel yeri burası.
Fakat Hazreti Süleyman dünyanın en güzel yerini niçin arıyordu? Efsaneyi başından dinleyelim:
Süleyman Aleyhisselam, Kaf dağlarına kadar yeryüzünün tek sultanı olduğu halde, Okyanus denizinin ortasındaki Ferendüz adasının hükümdarı Saydun'u, bir türlü hükmü altına alamamıştı. Saydun çok gururluydu; Hazreti Süleyman da olsa kimseye baş eğmiyordu. Hazreti Süleyman'ın buna çok canı sıkıldı ve Ferendüz adasına bir sefer tertip etti.
Hazret, Süleyman bir gazaya gideceği zaman, emir verir, tahtadan bir döşeme yaptmrdt. Önce taht, bu döşe-meye yerleştirir askerleri, hayvanlan, bütün harb aletleri, teçhizat, ve gerekli her şeyi de yüklenir, sonra da Haz-reli Süleyman şiddetle esen rüzgara emrederdi. Rüzgar, hemen tahtan,n atana girer, sabahtan öğleye kadar bir za-man içinde onları bir aylık yola götürürdü.
Bu seferinde de gene öyle oldu. Hazreti Süleyman Ferendüz adasına gitti. İnsan ve cinlerden müteşekkil ordusuyla Kıral Saydunu yendi. Memleketini ve halkını esir etti. Sonra da Saydun'u huzuruna getirtip ateş saçan kılıcıyla onu öldürdü.
Ferendüz Kıralı Saydun’un, dünyada eşi emsali omayan güzellikte genç bir kızı vardı. Adı Alina idi. Süleyman Aleyhisselam Alina'yı savaş hediyesi olarak aldı ve Hak dinine davet ederek onunla evlendi.
Hazreti Süleyman’ın nesepleri saf ve şeref sahibi aileden hanımları ve hizmetçileri vardı. Ama Alina hepsinden başka idi. Hazreti Süleyman ona, kadınlardan hiçbirini sevmediği derecede severek kalbini verdi. Fakat Alina hep keder içinde yaşıyor, hep ağlıyordu.
Hazreti Süleyman bir gün kendisine sordu:
-"Güzel Alina, senden ayrılmayan bu kaygı ve eksilmeyen bu gözyaşları nedir?
Alina cevap verdi:
-" Ya Emînullah, babamı hatırladıkça keder ve hasret içinde kalıyorum, emret de, onlar bana babamın bir heykelini yapsınlar. Sonra da bir saray yaptır, ömrümün geri kalan kısmını o sarayda dua ve ibadetle geçirelim. Babamın heykeline baktıkça da kederlerim gider...
Hazreti Süleyman sevgili hanımının bu ricasını kabul etti ve hemen insanları, cinleri, kuşları, rüzgarları toplayıp emir verdi:
-"Tez olun... Dünyanın en güzel yeri neresidir, bulup bana haber verin.
Hazreti Süleyman Alina’sına yaptıracağı sarayın, dünyanın en güzel yerinde olmasını istiyordu.
Cinler, insanlar, kuşlar ve rüzgarlar yedinci günü haberi getirdiler:
-"Yeryüzünün en güzel yeri İstanbul Boğazının karşısında Sarayburnu'dur!
Süleyman Aleyhiselam hemen bugünkü İstanbul'a geldi. Sarayburnu'nda bir gece geçirdi. Sabahleyin uyanınca havanın ve suyun iyiliğinden, kendisini tam manasıyla genç ve kuvvetli hissetti. Sonra cinlere, emir verip hemen burada bir saray yaptırdı ve kıyamete kadar mamur olsun diye İstanbul için hayır dua etti.
Efsanenin sonu acıklıdır. Meğer güzel Alina bu sarayda gizli gizli babasının heykeline taparmış!... Hak dininin bir peygamberi olan Süleyman Aleyhisselam bunu öğrenince sevgili Alina'sını öldürdü.
- Biz Allahın kularıyız, hep Allahın katına döneceğiz" âyetini okuduktan sonra o putu, yani Alina'nın babasının heykelini kırdı. Ardından temiz elbiseler getirilmesini emretti. Bu elbiselerin iplikleri ancak bakire kızlar tarafından eğirilir ve dokunur, ancak bakire kızlar tarafından yıkanırdı. Hazreti Süleyman bunları giydi. Açık bir yere çıkarak yere kül serpilmesini emretti. Sonra bu külün üzerine oturdu; Hazreti Allah'a dua etti. Dünyanın en güzel yerinde yaptırdığı bu sarayda karısı tarafından işlenilen günahın affını diledi. Ondan sonra Sarayburnu’nu da, yaptırdığı sarayı da olduğu gibi bırakıp Kudüs'e döndü.
Evliya Çelebi böylece efsaneyi kaydettikten sonra Sarayburnu'na, Sarayburnu denilmesinin sebebi budur demeğe getirir. Hatta Milletler ve Hükümdarlar Tarihi" adlı büyük eserinde tarihçi Taberi de yer zikretmeden bu rivayeti anlatır. Biz de bunu böylece alıyoruz. Hatta Evliya Çelebi Hazreti Süleyman'dan sonra oğlunun da Sarayburnu nda bir çok binalar yaptırdığını ve burasını merkez edindiğini, sonradan gelen kıralların İstanbul’a:
- Hazreti Süleyman makamıdır" deyip çok önem verdiklerini, burasını mamur kıldıklarını yazar.
Sarayburnu hakkında, eski Yunan Mitolojisinden gelme ve eski tarihçilerin, coğrafyacıların yazdığı bir başka ve meşhur efsane daha vardır. Eski Yunanistan'da bulunan Megaralılar başlarında kıralları Byzas olduğu halde, bir yeni şehir kurmak üzere yola çıkarlar. Daha önce, Delfi kâhininden kuracakları şehrin nerede olabileceğini sorarlar.
Kahin:
-"Körler memleketinin karşısı" cevabını verir. Megaralılar dolaşa dolaşa, Sa-rayburnu'na bugünkü Topkapı Sarayının bulunduğu tepeye gelirler. Buraya hayran kalırlar. Çevrelerine bakınırlarken, karşı sahilde Kalkedon şehrini görürler.
Sarayburnu dururken Kalkedonyalıların orada şehir kurmuş olduklarına şaşarlar.
Sonra Delfi kahininin dediği körler memleketi Kalkedon olacak, burasını görmemek için kör olmalı deyip, kehanetin tahakkuk ettiğine inanarak, şehirlerini Sa-rayburnu'nda kurarlar. Adını da kırallarının adı olan Byzas koyarlar.
İlk İstanbul budur. Hem her iki efsane de İstanbul'un ilk olarak Sarayburnu’nda kurulduğunu hikaye eder.
Tarihler bu hadisenin Hazreti İsa'nın doğumundan 658 sene evvel vuku bulduğunu yazar. Kalkedon şehri de bugünkü Harem-Salacak kıyılarının üstündeki yükseklikte, daha çok Doğancılar semtinde idi. Üsküdar o zamanlar derin bir koy ve Kalkedon’un limanı idi. Kalkedon soluna doğru yayıldı ve çok sonra Kadıköy adını aldı.
Efsane böyle diyor ama, Byzas'i ilk kuranlar, buralara, her halde çok sisli bir günde geldiler ve Kadıköy'ün güzeliğini göremediler.
İSTANBUL BOĞAZI NASIL AÇILDI ?
DÜNYA GÜZELİNİ BEKLEYEN YÜZ GÖZLÜ EJDERHA
İstanbul Boğazını Büyük İskender açtırdı. Karadeniz o zamanlar kapalı bir
göldü. Nuh Tufanından arta kalan derin bir derya idi. Boğazı kazdırıp Karadeniz’i Akdeniz'e akıtan Büyük İskender'dir.
Bunu Evliya Çelebi yazıyor. Yazar ya, İskender, Boğazı kazdırmaya neden lüzum hissetti? Bu tatlı efsaneyi birlikte dinleyelim:
Büyük İskender, Hazreti Adem'den 5089 sene sonra dünyaya geldi. Genç yaşında "Kırallar Kıral” oldu. O zamanlar İstanbul Boğazının, Marmara’nın, Trakya'nın bulunduğu yerlere Makedonya ülkesi denirdi. İskender, işte bu Makedonya'nın Kıralı Kidafe’ye hükmünü geçirememişti. Bir gün tebdil-i kıyafet edip Makedonya ülkesine girmeye, Kidafe'nin kudretini anlamaya ve o ülkelerde kendisi hakkında neler dendiğini kendi kulakları ile işitmeye karar verdi ve gitti. Ne var ki, Kidafe akıllı bir kıraldı. Daha önce İskender’in resimlerini yaptırmış, bütün memleketine dağıtmıştı. O yüzden daha sınırdan adımını atarken Kidafe nin askerleri İskender'i tanıdılar, yakalayıp kırallarına götürdüler. İskender uzun bir süre orada esir kaldı. Sonunda Kıral Kidafe kumandanlarını, hakimlerini topladı, İskender'i huzura aldı ve ona kendisine karşı asla kılıç çekmeyeceğine sözverdirip yemin ettirdi. Bunun üzerine Kidafe İskender’i serbest bıraktı. İskender, yurduna, burnundan duman çıkan boğazlar gibi azgın bir halde ve intikam hırsıyla döndü. Ama ne çare ki kılıç çekmeyeceğine söz vermiş, yemin etmişti. Derhal vezirlerini, hakemlerini, bilginlerini topladı:
Boğaz manzarası gravürü...
-"Tez bana bir çare bulun. Kidafe'ye kılıç çekmeyeceğime yemin verdim, ondan intikamımı nasıl alayım, onu nasıl yok edeyim?
Bütün ulema ve akıllı insanlar baş başa verdiler, çareyi buldular:
-"Cenk ve cidal, harb ve kıtal olmayarak hemen Karadeniz’i yarıp Akdeniz'e birleştiresüz ve Kidafe'nin cemi diyarı gark ola, intikam alasuz...
Öyle de oldu.
İskender'in mühendisleri Karadeniz'i de Akdeniz'i de ölçtüler. Karadeniz’in seviyesini Akdeniz'den yüksek buldular. İşe Karadeniz'den başladılar.
İskender emir verdi; tam yedi yüz bin güçlü kuvvetli asker üç yıl durmadan çalıştı. Sonunda İstanbul Boğazının kazılması bitti. Bitti de Karadeniz'in sularını sa-liverdiler. O zaman, o sular, köpüre taşa aşağılara aktı. "Eski İstanbul'dan maada" Kidafe'nin cemi cümle ülkesini ve tam bin yedi yüz pare şehrini su bastı. Bütün askerleri yok oldu. Karadeniz ta Akdeniz'e varıp dayandı.
İşte o gün bugündür Karadeniz'in suları İstanbul Boğazını kendine yol bilip aşağılara doğru ha bire akar.
Bu efsanenin temelinin, tarih ilmi, coğrafya ilmi ile uğraşmış bazı eski yazarların, Strabonların, Diyodorların eserlerine dayandığını göreceksiniz. Onlar, İstanbul Boğazının, Karadeniz’in sularının Çanakkale boğazına doğru "tuğyan ve feyezanı sonunda meydana geliğini yazarlar. Karadeniz vaktiyle kapalı bir göl imiş. Sathı bugünkü seviyesinden yüz metre daha yüksekte imiş. Bir zelzele olmuş, arz şiddetle yarılmış. O yarıktan hücum eden Karadeniz'in suları, Boğaz'ı, Marmara Denizini meydana getirip, bugünkü Çanakkale'den de kendine yol açarak Adalar Denizi ne ulaşmış. Birçok kitaplar bu hadiseyi; o zamanlar Eski Yunanda yaşamakta olduğu için Kıral Öjijes’in adını anıp; "Öjijes Tufanı" diye yazmaktadır.
İstanbul Boğazı...
İstanbul Boğazı Karadeniz'den Marmaraya kadar beş defa yön değiştirir. Her iki yakaya bir bakın; dağ karşısında dağ, vadi karşısında vadi, dere karşısında dere, beri yakada bir dirsek yaptı mı, öte yakada tam karşısına gelen yerde bir girinti. Tıpkı bir plan üzerine kazılmış gibi.
Bizde, "İstanbul Boğazı", "Karadeniz Boğazı" denir ama, onun asıl adı, milletlerarası adı, Bosfor'dur. Evliya Çelebi bile "Trakya Bosforu" diye anar.
"Bosfor", buzağı geçidi, inek geçidi, hatta öküz geçidi anlamındadır. Bu isim Yunan Mitolojisinde büyükçe bir yeri olan bir efsaneden gelir. Eski Yunanda Ze-us dedikleri birisi vardı. Ama, kim olursa olsun her gördüğü güzele vuruluverir. Boğa olur, kuğu olur, bulut olur, altın tozu olur, kartal olur, ne eder eder, kendi sureti dışında bir şekle girer ve muradına erer.
Bir gün Eski Yunanda Argolitt Kıral Inaküs un kızı İo'yu görür ve ona aşık olur. Hemen bir bulut olup onu sarar, sarmalar. Karısı, kıskanç Hera bu işin farkına varır. Bunu anlayan Zeus İo'yu hemen bir inek kılığına sokar. Efsane çok uzun ve acıklıdır. Bu sefer de İo olduğunu bildiği ineğe Hera musallat olur. Tekrar kendi kılığına dönmesin diye İo'yu yüz tane gözlü dev Argus'a bekletir. Argus un iki gözü uyurken doksan sekiz gözü uyumazmış. Yani doksansekiz göz açık!... Fakat Zeus. Hermes'e İo'yu Argus'tan kurtarmasını emreder. Hermes yeryüzüne iner, bir çoban kıyafetinde Argus'a yanaşır. Flüt ile ona sihirli havalar çalar, her biri ayrı efsane olan hikayeler anlatır. Argus'un yüz gözü ilk defa hep birden uykuya dalar. Hermes hemen Argus'un başını keser ve İo'yu kurtarır. Ama bu olanları Hera seyretmekdedir.
Mitolojinin kahramanları "kadere" karşı gelemezler. O yüzden Hera nın elinden bir şey gelmez. Dev Argus(Argos)'un yüz gözünü çıkarır ve sevgili kuşu tavus kuşunun kuyruğuna serper. İşte erkek tavus kuşunun kuyruğundaki yeşilin ve mavinin her türlüsünün iç içe girmişliğiyle, göz göz olup dağılmış parlak benekler bu dev Argus'un gözleridir.
İo'ya gelince, zavallı gene kurtulamaz. Hera bu sefer ona bir at sineği musallat eder. O sinekten kurtulmak için bir an bile rahat yüzü görmeden böğüre böğüre o yana bu yana koşmaya başlar. Bu dolaşmaları pek uzundur. Ayrı ayrı efsanelere konu olmuştur. Yolu İstanbul’un bulunduğu yere de düşer. Efsaneye göre önce, Halic’in ucundaki. Alibeyköy ve Kağıthane derelerinin arasında ve Haliç'e yakın Sivriepe'de bir kız dünyaya getirir. Kızın adı Ke-raessa’dır. Bir zamanlar Haliç'e isim bile olmuştur.
YABANCI SEYYAHLARA GÖRE ETMEYDANI
Edmondo De Amicis, 19. yy. sonları İstanbul'unu anlattığı kitabında Etmeydanını anlatırken, adın kökenini de açıklamış olur:
"Aksaray semtinde bulunan ve Yeni odalar diye bilinen yeniçeri kışlasına getirilen et tayınlarının kışlaya sokulduğu kapının karşısındaki meydan. Ayaklanmalarda kaldırılan meşhur kazan Et meydanına konulurdu."
Theophile Gautier'nin bu meydan hakkındaki sözleri ise şöyle:
"Atmeydan’nın ucunda Et meydanı var. (Etlerin satıldığı pazar) Burası korkunç.
ET MEYDANI
Et Meydanı ise İstanbul'da Aksaray semtindeki meydanlardan birinin adıdır. Eskiden askerin et istihkakı burada dağıtıldığı için meydana bu isim verilmiştir. Vaktiyle yençerilerin kışlası burada idi. irtica ve ihtilâl erbabı, ayaktakımı Vak'â-i Hayriye'ye kadar burada kazan kaldırırlardı.
Et, aynı zamanda eski toplarla havan ve obüslerin boşluğu saran kısmına verilen addır. Namlunun veya merminin kalınlığı için de kullanılır.
Yeniçeri odaları yeniçeri kışlaları mânâsında kullanılan bir tâbirdir. Eskilerine eski odalar sonradan yapılanlara yeni odalar denilirdi. İstanbul'un fethini müteakip ilk defa hâlen Şehzade Câmiinin bulunduğu yere ve onun karşısına yeniçeriler için kışlalar yapılmıştır.
Yeni odalardan büyük bir grup Sofular mahallesinde Et Meydanı’nın ortasında idi. İkinci gurup Direklerarası'na yerleşmişti. Üçüncü grup Veznecilerle Çukurçeşme arasında idi, acemi eğitimi yapanlara mahsustu. Buna acemi oğlanlar kışlası denirdi. Bunlardan bugün ayakta kalabilen yalnız bir hamamdır: Acemi oğlanlar hamamı.
Tarihte meşhur olan Ortacâmi Et Meydanı ndadır ve Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Yeniçeriler fesat ve ihtilâl çıkardıkları zaman ağalarıyla cümle ulemayı buraya getirirler, istediklerini zorla kabul ettirirlerdi. Cami Birinci Mahmud zamanında birçok odalarla beraber yanmış ve İkinci Mahmud zamanında yeniçeri ocakları lağvedildiği zaman şakâvet yerleri olarak kökünden yıktırılmıştı, sonra yeniden ihya olundu. Camiin ihya olu-nuşuna dâir şâir Nisârî şu mısraları söylemiştir:
Ey Nisârî! Şükredib Hakk'a dedim tarihin
El-hamdü lillâh Ortacâmi oldu pek âlâ bina!
Yeniçerilerin kışlaları orta (bölük) adedince olup 99 daire idi. Her dairede mutfak, kiler, zâbitân ve er koğuşları vardı. Askerlik daimî olduğu için ocak efradı evlenemezlerdi. Bu sebeple onlara mahsus kışlalar yani odalar yapılmıştır. Her yeniçeri ortasının bir odası vardı. İlk yeniçeri odaları Edirne'de kurulmuştu. İstanbul, hükümet merkezi oluncaya kadar orada kalmıştır.
Bir de Nuruosmaniye Câmiinin hemen yanında sipahilere mahsus sipahi odaları vardı. Yakın zamana kadar orada kılıççılar bulunurdu. Orduya lâzım olan kılıçlar burada satılırdı.
ÇATLADIKAPI 1532DE ÇATLADI!.. Çatladı kapı
Tam 485 yıldır Çatladıkapı diye anılıyor. Yapımı daha da eskilere gidiyor el- Sahl1 gır'51'"
bette. Bizans dönemine. Marmara kıyısındaki surların, batıdan doğuya doğru gidildiğinde, altıncı kapısının önceki adı demir anlamına Sidera idi. 1532'de bir zelzele oldu, kapı yanındaki burç çatladı ve o gün bugündür kapı Çatladıkapı diye anılıyor. Elbette semt de...
Eski adı "Sidera" yani "Demir" olan Çatladıkapı semti, çevresinde oluştuğu surların bir burcunun 1509 depreminde çatlamış olmasından dolayı bu adla anılır. Çarşıkapı ile Divanyolu arasında bulunan, yangın ve depremlerde zarar görmesi üzerine yıkılmaması için etrafına geçirilen çemberlerden dolayı Çemberlitaş olarak anılan Constantinus Sütunu'nün bulunduğu semt, adını bu anıttan almıştır.
ÇATLADI KAPI
»İstanbul surlarının Marmara kıyısındaki kaplılarından olan Çatladıkapı, Kadir ga Limanı civarındadır, kendi adı da semt adı olmuşdur; bu kapu 1532 senesin de bir zelzelede çatlamış olduğu için o zamandan bu yana bu isim ile anıla geldi ği söylenir; bu kapunun yanında, kale bedeni üstünde Jüstinyen Sarayı nın hara beleri durmaktadır. Yine bu kapunun yanında bir mecra ağzında iki mermer sü tun görülür ki üzerlerindeki yazılar, bu taşların Ayasofya Meydanında İmparator Jüstinyen’in heykeli kaidesine âid oldukları fikrini vermektedir.»
Çatladı Kapı civarında Bizanslılar devrinde dört köşe tunç bir dev sureti bu lunduğunu, Akdeniz'den düşman gemileri göründüğü zaman, bu dev suretinden
Eminönü...
ateş çıktığını ve düşman gemilerini yaktığını Evliya Çelebi Seyahatnamesinden öğreniyoruz. Çatladı Kapıya yakın bir yerde her tarafı gül fidanlariyle çevrilmiş bir merkad vardır ki, civar halkının rivayetine inanmak lâzım gelirse, bu merka-din sahibi İstanbul fethinde bulunan mücahitlerden "Peri" yahut "Piri Baba" adında bir zattır.
ÇATLADIKAPI MESCİDİ
Küçük Aysofya civarında, Marmara surlarında aynı adı taşıyan kale kapusu-nun dışında deniz kenarında bir mescid idi; banisi Fâtih Sultan Mehmed devri adamlarından Kasabbaşı Pîri Ağadır, kabrinin nerede olduğu bilinmiyor. Bu mescid zamanımızda mevcud değildir, ne zaman yıkıldığı, hattâ kesin olarak yeri bile bilinmiyor. Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından neşredilen 1883 tarihli bir İstanbul haritasında da gösterilmemiştir.
SARAYBURNU
İstanbul'un muhteşem yerlerinden biri olan Sarayburnu'na, Bizans devrinde imparatorluk Sarayı nın bahçelerinden bir kısmı burada olduğu için "Bahçeler Burnu derlermiş. Şehrin fethinde Fâtih, şimdiki Üniversite merkez binasının bulunduğu mevkide bir saray yaptırarak bir müddet orada oturmuş, sonra "Bahçe-
ler Burnu'nda inşa ettirdiği yeni saraya nakletmiştir. Yeni Saray'ın yapılması üzerine eski "Bahçeler Burnu'na, "Saray Burnu", İkinci Mehmet'in Üniversite Merkez Binasının bulunduğu yerdeki ilk sarayına da "Eski Saray" adı verilmiştir. Fatih'ten Abdülmecit'e kadar bütün Osmanlı Hakanları Sarayburnu’ndaki yeni sarayı ikamet yeri olarak kullanmışlardır. Bu sarayı önce bırakan Abdülmecit ve halefi Abdülaziz ile Beşinci Mehmet Reşat ve Altıncı Mehmet Vahdettin Dolmabahçe Sarayında, İkinci Ab-dülhamit ise Yıldız Sarayında oturmuşlardır. Bununla beraber Abdülme-cit'ten sonra dahi her Osmanlı Padişahı nın saltanata geçme törenine Fâtih'in yeni sarayı sahne olmuş ve bunlardan ölenlerin cenazeleri de gene burada hazırlanmıştır.
Sarayburnu’ndaki eski Osmanlı sarayı, bir kale duvarıyla çevrilmiş münferit daire ve köşklerden mürekkeptir. Kale duvarının kara cihetinde başlıca üç kapısı vardır ki, bunlardan en mühimmi Ayasofya Meydanına açılan "Bâb-ı Hümâyun"dur. Deniz tarafında daha çok kapı mevcut olup bunlardan biri, toplarla teçhiz edilmiş olduğu için "Topkapı" denilen kapı idi. Bu kapının arkasına rastlıyan kıyıda Üçüncü Ahmet devrinde yazlık bir saray yaptırılmış ve bu saraya, kapıya nispetle "Topkapı Sarayı" adı verilmişti. Bu saray 1863 senesinde yanmış, fakat taşıdığı isim unu-tulmıyarak Sarayburnu’daki yeni saraya o zamandan beri "Topkapı Sarayı" denilmiştir.
Babı Hümayun, kara tarafında sarayın ilk ve dış kapısıdır. Eskiden bütün alaylar buradan girip çıkarmış. Babı Hümayun'dan geçilince girilen geniş meydan, sarayın birinci avlusudur. Bu avluda hemen göze çarpan binalar, Askeri Müze ile Darphane’dir. Birinci avludan sonra Orta Kapıya gelinmiş olur ki, bu kapının bir adı da "Babüsselâm"dır. Orta Kapı, yahut Bâbüsselâm, sarayın asıl kapısı sayılır. Bu kapıdan sarayın ikinci Avlusuna geçilir. Silah Müzesi, Kubbealtı, mutfaklar, kızlar ağası dairesi İkin
ci Avlu'dadır. Sarayın Harem Dairesine de İkinci Avludan girilir. İkinci Avlunun
sonundaki kapı "Akağalar Kapısı "dır ki, buna "Bâbüssaade” de derler. Bâbısaadet Üçüncü Avluya açılır. Bu avluda buunan binalar, Ağalar Camii (Şimdi Kütüphane haline getirilmiştir), Üçüncü Ahmet Kütüphanesi, Arz Odası, Enderun Mektebi, Porselen Müzesi, İkinci Selim Hamamı ve Hazine Dairesiyle, saray memur ve müstahdemlerine ait daireler ve koğuşlardır. Üçüncü Avlu'dn girilen Dördüncü Avlu’daki binalar, Hırka-i Şerif Dairesi, Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, Mustafa Paşa Köşkü, Hekimbaşı Odası, Mecidiye Kasrı' dır. Bu avluda Bağdat Köşkü ile Hır-ka-i Şerif Dairesi arasındaki Mermer sahada büyük bir havuz, aynı sahanın Haliç cihetinde, "iftariye" denilen Sultan İbrahim kameriyesi vardır. Bunlardan Bağdat ve Revan Köşkleri, Bağdat ve Revan kalelerinin fethi hatırası olmak üzere Dördüncü Murat tarafından yaptırılmıştır. Sarayın Harem Dairesi, Üçüncü ve Dördüncü avlularla kısmen İkinci Avlunun Haliç tarafını işgal eder. Çinili Köşk , yahut "Sırça Saray" denilen bugünkü İslâm Eserleri Müzesi ile Babıâli nin Soğukçeş-me Kapısı karşısındaki Alay Köşkü de Topkapı Sarayı na, daha doğrusu Yeni Saray a bağlı eserlerdir. İkinci Abdülhamid devrinin sonuna kadar, padişahtan müsaade alınmaksızın herhangi bir kimsenin saraya girmesi yasaktı. Meşrutiyet devrinde bazı kayıtlar ve şartlar altında görülebilen saray, şimdi müze haline getirilmiş ve herkes için her zaman girilmesi mümkün bir müessese olmuştur. Dolma-
Nuruosmaniye Külliyesi
İstanbul şehir siluetinin en barok yapısı olan camii ile hem şehir alanlarının kullanıiışmdaki tarihi sürekliliğinin, hem de
Osmanlı İmparatorluk kültüründe, yeni bir dönemin en güçlü simgesidir...
bahçe Sarayı yapıldıktan v'e Abdülmecit Sarayburnunu bırakarak Dol mabahçe'de yerleştikten sonra Topkapı Sarayına, İstanbul Sarayı denilmiştir.
Sarayburnu, Tarihi Osmanlı Sarayından başka, parkı ile de şöhret kazanmıştır. Kara ve deniz cihetlerinden sarayı çevirmiş olan Sarayburnu Parkı" bakımsız bir korudan ibaret iken Operatör Cemil Topuzlunun ilk şehreminliği zamanında (1912-1914) umumi bir bahçe halinde tanzim edilerek halka açılmış ve o tarihten itibaren İstanbul hemşerileri için güzel ve temiz bir dinlenme yeri olmuştur. Bahçenin Marmara kıyısına tesadüf eden kısmında eskiden büyük bir gazino vardı. Şimdi bu kısım boş ve biraz da haraptır.
SARAYBURNU'NDA HATIRALAR
Bernard Lewis, şimdi de Sarayburnunu anlatıyor:
"Konstantinopolis'in düşmesinden üç hafta sonra. Fatih Sultan Mehmed, yeni başkentinden ayrılarak Edirne'ye gidip orada yaptırdığı yeni sarayda birkaç ay kaldı. Bir yıl sonra İstanbul'a döndü ve üçüncü tepenin üzerinde, kentin tam orta yerinde, sonradan Osmanlı Harbiye Nezareti-'nin (Savaş Bakanlığının), şimdi de İstanbul Üniversitesinin bulunduğu yerdeki bir saraya yerleşti. Fetihten oniki yıl kadar sonra; Padişah, daha kuytu bir yerde ve giderek artan, çeşitlenen saray halkını alabilecek kadar bol yeri olan, yeni bir saray yaptırmaya karar verdi. Haliç (Altın Boynuz) ile Marmara arasında, denize doğru uzanan bir burunu seçti, burası Bizans akropolis’inin bulunduğu yerdi; o dönemden beri de Sarayburnu olarak anılır."
Anlaşıldığı gibi, ilk İstanbul (Byzas) Sarayburnu'nda kurulmuştur. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde İstanbul'un kuruluşuna ilişkin bir söylence anlatır:
Bütün dünya yaratıklarına hükmeden Hazret-i Süleyman'a sadece Okyanus'taki Frenduz adası hükümdarları karşı gelmiş. Kral Sidon şu cevabı vermiş: "Süleyman da kim oluyor? O hükümdar ise ben de hükümdarım. Onun askeri varsa, benim de var. Buraya gelirse göreceğini hesaplasın."
Bu söze kızan Hazret-i Süleyman yeryüzü cinlerine ve perilerine emrederek Sidon'un ülkesini yakıp yıkmış. Sadece kızı Alına kurtulmuş. Birçok eşi olan Hz. Süleyman, kızı görünce çok beğenmiş. Eşleri arasına aldığı Alina'nın bir arzusu varmış. Ağlayarak kimsesinin kalmadığını bildiren kızı teselli eden Hz. Süleyman, bir şey esirgemeyeceğini söylemiş.
Öyle ise senden bir saray istiyorum. Bu saray yeryüzünün en güzel yerinde kurulsun. Beni de bu sarayın içi-e bırak, demiş. Hazret i Süleyman ın emriyle dünyanın en güzel yerini aramaya çıkan cinler periler bugünkü Sa-rayburnunun yerini bulurlar. Hz.Süleyman kızı alıp buraya gelir. Geceyi Sarayburnu'nda geçirirler. Sabah ışıkları doğarken uyanırlar. Kendisini daha genç ve zinde görünce emrini cinlere ve perilere verir. Renk renk güllerin ve çeşit çeşit kuşların, ağaçlann arasında hemen bir saray yükseliverir. Hz.Süleyman da İstanbul için hayır duasını
"Dünya durdukça bu şehir bakımlı ve şenlikli olsun."
Saraybunıu...
Eskiden yangını gören Bayezid Kulesi gündüz o semti gösteren işareti, gece de feneri çeker çekmez Vaniköy sırtındaki, şimdi rasathane olan, İcadiye'den yedi pare top atılırdı. Bununla uykularından uyanan bütün İstanbul halkı merakla bekçinin geçmesini beklerlerdi. Bekçiler. Bayezid Kulesi köşklülerinden aldıkları yangın haberini, iç yırtıcı sesleriyle, sokaktan sokağa taşırlardı. Bunu duyanlardan gerek o semtte bulunanlar, gerek yangının çıktığı semtte eşi dostu olanlar derhal yardıma koşmak üzere sokağa fırlarlardı. Çünkü bütün evleri ahşap olan eski İstanbul için, hele rüzgâr olursa, yangın, bir facia başlangıcı, seyri ihmal olunmaz bir hâile idi.
İstanbul da ahşap inşaatın kârgire (taş yapıya) tercihinin sebebi zelzele korkusudur. Fakat ahşap da mütemadiyen yangınlar çıkmasına sebep olmuştur.
10 Temmuz 191 l’deki, Çarşıbaşı'nda başlayan ve rüzgârın savurduğu kıvılcımlarla bir kolu Vezneciler, Aksaray ve Samatya'ya giden, bir kolu da Yenikapı sahillerine uzayan Aksaray yangınının, aradan otuz sene geçtiği halde, yaktığı sahanın vüsatini hâlâ gözle görmek kabildir.
Hocapaşa yangını 1865 senesi gazetelerinde şu suretle haber verilmektedir:
"Çarşamba günü saat beşte Hocapaşa mahallesinden zuhur eden ateş gâyet sert gündoğrusu rüzgârından dolayı muhtelif kollara ayrılarak Hocapaşa civarını, Cağaloğlu'nun ekser mahallelerini ve Sedefçilerin bir tarafını yakarak Kadırga Limanı ve Kumkapı ve Nişanca taraflarında ve Sulta
nahmet Meydanında nihayet buldu."
Takvim-i Vakâyi’de bu yangın hakkında epeyce tafsilat vardır. Oradan anlaşıldığına göre yangın başlar başlamaz on kola ayrılmış, hu suretle söndürme ameliyesi âdeta imkânsız bir hale gelmiştir.
Yangının başladığı Hocapaşa bugün de ayni ismi taşır. Ankara Caddesinin solundaki mahalledir. Yangın bu civarı yaktıktan sonra yükselmiş ve Cağaloğlu'nu kasıp kavurmuş-tur. Buradan Sedefçileri yani Divanyolu'ndan Çarşıkapısı'na doğru bir çıkıntı teşkil eden Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi taraflarını, bugünkü ismiyle Tavukpazarı'nı yakarak bir kolu şimdi İtanbul Lisesinin yanında olan Çiftesaray-
lafa uzanmış, bir kolu da Kadırga'dan Sultanahmet e kadar Marmara'ya nazır olan yamacı kâmilen yakmıştır.
Bu yangının bir de efsanesi vardır: Anlatıldığına göre yangından evvel bir meczup bu semtlerde dolaşır ve mütemadiyen "yıkma yak, yıkma yak.." diye bağırırmış, birçok kimse bu hali görmüş. Yangın çıkmadan evvel hüküm süren kolera, yangını müteakip çıkınca bu sözden "insanları yıkma, evlerini yak" mânasını çıkararak meczubun sözleri manevî bir ikaz kabul edilmiş.
Kolerayı da bu yangın yakmış ve yok etmiş.
Bu yangından dört gün sonra Gedikpa-şa'daki Fuat Paşa Konağından da ateş çıktı. Ve koskoca binayı kısa bir müddet zarfında kül etti. Yangına Fuat Paşanın yazı odasındaki, bacasına bir sakatlık arız olan, şömineden sıçrayan bir kıvılcım sebebiyet vermişti. Konağın sakinleri canlarını güç kurtardılar. Bina ile beraber bütün kıymetli eşya kâmilen yandı.
Kendisini "Kıraathane" mucidi olarak tanıtan, evvelce gazete ve kitap bayiliği ve tâbiliği eden, Sarafîmin kıratha-nesi de bu yangında yanmıştır.
EN BÜYÜK İSTANBUL YANGINI
İstanbul'da ahşap inşaatın kârgire tercihinin sebebi zelzele korkusudur. Fakat
ahşap da mütemadiyen yangınlar çıkmasına sebep olmuştur. Tarihe aksetmiş birçok büyük yangınlar vardır. En büyük İstanbul yangını da Avcı Sultan Mehmed diye şöhret bulan Dördüncü Mehmed devrindedir.
Şehrin baştanbaşa yanmasına sebep olan bu meşhur âfet milâdın 1660 yılı 24 temmuz cumartesi günü vukua gelmiştir. İstanbul şehrinin azamet devrimizdeki ihtişamına nihayet veren ve Ayazmakapısı'nda sur haricinden çıkan bu muazzam yangın derhal içeri sirayet ederek muhtelif kollara ayrılıp Bayezid, Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih, Mollagürani, Uzunçarşı, Mahmutpaşa, Hocapaşa, Tahtakale, Sultanahmet ve Unkapanı semtlerini kül haline getirdikten sonra Kadırga Limanı, Kumkapı, Davutpaşa ve Samatya taraflarına dayanıp 49 saat sürdükten sonra 26 temmuz pazartesi günü saat altıya doğru sönmüştür. İstanbul'un üçte birini yakan bu müthiş felâkette 120, yahut 300 köşk ve konak; 360 cami ve mescit,
100’den fazla mahzen, 100 han ve kervansaray, 40 hamam, binlerce ev ve birçok medreseler, tekkeler, dükkânlar vesaire yandığından bahsedilir.
Bundan başka 2700, yahut 4000 insan yandığından da bahsedilir. Bu felâketin tabiî neticeleri olarak İstanbul ahalisi kıtlık ve salgın hastalıkların felâketlerine de uğramıştır.
EMİNÖNÜ YANGINLARI
1569 senesinde, Demirkapı'da çıkan bir yangın, Bahçekapı ve Balıkpa-zarı’ndan Zindankapı'ya kadar yayılarak yahudilerle meskûn olan bu semti kâmilen kül etmiştir(19 Eylül 1569). Bu yangını yazan, şehrin yedi gün gece gündüz yandığını ve bütün şehir halkının dehşet içinde kıvrandığını söyler. Hükümet adamları hepsi de yangını söndürmek için büyük gayret sarf etmişler. Sadrazamın damadı olan Yeniçeri Ağası Cafer, hastalığından dolayı ateşe karşı gidememiş olduğundan, padişah kendisini azletmiş ve yerine geçirdiği büyük mirahor Siyavuş Ağa, diğer büyüklerle beraber derhal yangın mahalline yetişmiştir...
1618’de, Sultan Osman'ın cülusundan 27 gün sonra, 13 mart sabahı zelzele oldu. Aynı gün, gece saat 2'de de, Parmakkapı’da çıkan bir yangın Büyük çarşıyı ve Mahmudpaşa’nın baş tarafında bulunan Kavaflar çarşısını yaktıktan sonra kuzeye doğru Bitpazarı'na ve Ka-
zancılar'a kadar yayılmış ve Eskisaray'ın duvarlarına dayanmıştır. Güney istikametine doğru ilerleyen ateş, Gedikpaşa sınırlarına kadar yayılarak Takyeci odaları ve Kalkancıları kül etmiştir.
Yukarıda anlatılan büyük yangından sonra, İstanbul’da tekrar yangın çıktı. 15 Marttan sonra zelzele oldu. 28 Nisanda ie, Taht el-kale’de (Tahtakale) çıkan bir yangın kuzeye doğru yayılarak Kavaflar'ı, Bıçkıcılar!, Mehterhaneyi, Mumhane’yi ve Zindankapı'da Kebapçılar! yakarak Odunkapısı'na kadar ilerledi.
1628. Halil Paşanın sadareti zamanında, Unkapanı'nda yangın çıkı.
1633. 26 Ağustos çarşamba günü, saat 4’de, Cibali iskelesinde, bir kalafatçının yaktığı ateşten, Cibalikapısı ve Ayakapısı arasında, sur haricinde çıkan yangın iki yandaki konakları ve Aya Nikola Rum kilisesini yaktı. Ateş, poyrazın şid-
Yangın söndürme çabaları...
detinden surları aştı, kıvılcımlar ziftlenmiş gemilerin üzerinden şehrin içine şimşek gibi sıçradılar. Ateş, bütün engelleri aşarak Sultanselim ve Sultanah-med Camileri nin bulunduğu tepelere kadar çıktıktan sonra Yenibahçe ve Yeniçeri yeni odalarının bulunduğu düzlüğe indi; oradaki vadilerden geçerek Molla Güranî semtinden Cerrah câ-mii'nin ve kabartmalı Arkadius sütununun bulunduğu Avradpazan'na, Saraçhane ve Karaman mahallelerine ve At-pazarı’na, Sultanselim, Sultanmehmed ve Zeyrek Camileri’nin civarlarına, Su-kemerleri'ne, dörtyol ağzına ve meşhur çarşısına, oradan da güneye doğru Da-vudpaşa kapısına kadar olan yerleri kâ-milen içine alarak şehrin büyük bir kısmını kül etti. Yanan binaların içinde, sözü geçen odalardan başka, birçok yeniçeri ocak ağalarına ait konaklar, kazaser, kadı, müftü ve müftüzadelerin içindeki bütün kuyudat ve kitaplarla beraber muhteşem konakları vardı. Türk halkına ait yanan evlerin, dükkânların, hamamların, fırınların ve mescitlerin sayısını ancak Allah bilir. Mahv olan eşya ve servetin hesabını yapmak da imkân haricidir.
Üç gün gece gündüz devam etmiş olan bu yangın, halk tarafından ihrak-ı kebiri Cibali olarak anılır. Hıristiyanlar yanan semtlerde ikâmet etmedikleri için yangından büyük bir zarar görmediler. Yalnız Cibali'den Ayakapı'ya kadar sur hârici kısmındaki rum ve yahu-
di halk çok zor duruma düşmüşlerdir. Bütün kahvehanelerde yangına dair zihinleri karıştıran gürültüler çıktığı için kahvehanelerin hepsi de kapatıldı ve tütün içmek bütün memlekette şiddetle menedildi.
1645 Sultan İbrahim zamanında, şimdiye kadar hiç görülmemiş şiddette korkunç bir yangın çıktı. Parmakkapı, Çarşı, Uzunçarşı ve Bedesten semtinde çıkan yangın, rüzgârın tesiriyle Sultan Bayezid, Okçular, Tavşantaşı. Gedikpaşa’dan aşağıya doğru Kadırga Limanı tarafına indi ve sahil surunun cenup tarafında Hristiyan, Süryanî ve bilhassa Rum ve Ermeni Mahallelerini içine alarak batıya doğru Nişancı Mahallesi’ne doğru Ermeni Sırp Nikoğos ve Rum Aya Nikoli Kiliseleri’nin yakınına kadar yayıldı. Sadrazam Civan-Kapıcıbaşı ve Yeniçeri Ağası ile Bostancıbaşı, birçok askerle beraber yetiştiler, ateşin önünü kesmek için çok gayret ettiler, birçok binayı yıktırdılar fakat bu ameliyede bazı kimseler yandılar. Halkın bu yangında dûçar olduğu acıklı vaziyeti dil ve kalemle anlatmak imkân hari-
cindedir. Öyle bir manzara hasıl olmuştu ki herkes İstanbul şehrinin yok olduğuna kanaat getirmişti.
İnsanlar yarı yanmış oldukları halde yere düşüyorlardı. Ateş bütün şiddetiyle devam ederek limandaki taş yığınlarına kadar yayıldı. Anneler kızları, babalar da oğulları ile beraber, kurtarabildikleri eşyalarını sahilde yığmış, kendileri de taşların üzerinde büzülmüş ıztırap çekiyorlardı.
Sultan İbrahim bir gün, yangın yerlerini gezmeğe çıkmıştı ve refakatinde bulunan sadrazam suallerine cevap veriyordu. Kumkapı semtine geldikleri vakit, padişah, yıkılmış duvar üzerinde kısmen yanmış resimleri görerek ne olduklarını sorunca, sadrazam: «Kullarınız rum ve ermenilerin kiliseleri, yani ibadethaneleridir» dedi. Padişahın-
«Niçin henüz yapılmamıştır?» suali üzerine, sadrazam: «Hatt-ı şerif ihsan buyursanız yapabilirler» dedi. Padişah derhal verilmesini söyledi. Saraya dönüldükten sonra, sadrazam, kızlarağası ile beraber, muvafık bir anda, kiliselerin yapılma işini padişaha hatırlatmışlar, padişah da kâğıt ve kalem isteyerek inşasına ait hatt-ı şerifi yazmıştır
Sadrazam, Rum ve Ermeni ileri gelenlerini nezdine çağırdı ve İstanbul efendisi ile mimara, yapılacak kiliseler
Sarayburnu yangını... - _
için keşif yapılmasını emretti. Onlar da yerinde keşif yaparak inşaatın sınır ve ölçülerini tesbit derek hüccet yazdılar ve sadrazama takdim ettiler. Bunun üzerine, rum ve ermenilere, hatt-ı şerifin esaslarına göre emir verildi, onlar da büyük bir sevinç içinde döndüler. Böylelikle, rumlar kendi dört kiliselerini, Ermeniler de Sırp Asduadzadzin Kilisesi’ni inşa etmeğe başladı.
Aynı yıl, 9 Kasımda, Salı yı Çarşambaya bağlayan gece, İstanbul'da iken, Bedesten'in karşısında çıkan bir yangın, şiddetli rüzgârın tesiri ile dört tarafa yayıldı. Ateşin bir kolu, Kürkçülerden Mahmudpaşa'ya, diğer bir kol Di-vanyol'nu takiben İmparator Kir Manuel sütunundan Kadırgalimanı'na inerek Gedikpaşa'dan yukarıya doğru Ok-çular'ın ucuna, üçüncü bir kol da bütün çarşıyı kapladıktan sonra Eskisaray'ın suruna dayandı. Ateşin sardığı ma-hallerdeki hadsiz hesapsız eşyadan bir şey kurtarmak mümkün olmadı, zira bütün binalar ahşabdı ve yangın, rüzgârın tesiriyle süratle yayılmıştı. Yalnız iki Bedesten, açık sahada yükselen abideler, ovada veya denizin içinde adalar gibi ortada kaldılar. Bu yangında sanatkâr ve esnafın dûçar olduğu zararı devlet karşıladı.
1653. 1 Mayıs pazar sabahı, şehir dışında, Zindan kapı'dan Odunkapısı'na, Kerestecilerde ve Ayazmakapısı yakınına kadar yayılan bir ateş, deniz kıyısında ve sura bitişik olup iki sıradaki ev ve dükkânlar ve diğer milletlere ait
meyve ve inşaat malzemesiyle dolu dükkânlar korkunç bir surette yükselen alevlerin içinde yanmağa başladı. Yangın sur dışında olduğundan ve gündüzün zuhur ettiğinden zabıta kuvvetleri, civardaki ev ve dükkânları yıkmak suretiyle ateşin daha çok yayılmasına mani oldular.
Lâleli Çeşmesinde, müteakiben de Çardaklı yakınında çıkan yangınlar, gündüzün ve sakin bir havada zuhur ettiğinden derhal tahdid edilip söndürüldü.
1655. 22 Kasım’da, Kumkapı'ya yakın bulunan Bâlipaşa'da gündüzün çıkan bir yangın, lodosun tesiriyle Gedikpaşa’da yayılarak Kara Mustafa-paşa türbesine dayandı. Zabıta kuvvetleri, çarşı yolundaki dükkân ve evlerin saçaklarını yıkarak ateşin daha çok yayılmasına mâni olabildiler. Yangın sahasında bulunup yanan dükkân ve evlerin çoğu Türklere, az bir kısım da ermenilere aitti.
1658. 11 Şubatta, Kadırgalimanı'nda ‘Peykhâne’ denilen yerde yangın çıktı.
Aynı senenin Haziran ayının 28'inci günü, sabaha karşı, Koska fırını semtinin alt tarafında büyük bir ev yanmağa başladı. Kumandanlariyle beraber yetişen askerler, iki tarafta bulunan evleri yıkarak ateşi güç halle söndürebildiler.
Aynı yılın Temmuz ayının onbirinci günü, gece saat 2 sularında, Süley-maniye Camii'nin yanında bulunan büyük konak iki saat içinde kül oldu. Cami, kârgir ve metin bir bina olduğu için bir zarar görmedi ise de, yangın yerine yetişen hükümet büyükleri, aynı mahalde bulunan bütün ah-şab binaları yıktırdılar, fakat konak, şiddetli rüzgârın tesiriyle içindeki bütün eşyası ile beraber kül oldu.
1658. 14 Ekimde, Köprülü Yanova'dan döndükten ve padişah da Edirne'den gelerek Davudpaşa’da karargâh kurulduktan üç gün sonra. Büyük çarşıda yangın çıktı. Ateş, ufak han ve dükkânları içindeki eşyalarla beraber yaktıktan sonra Sultanbayezid'e ve Kavaflardan ve Yaycılar'dan Parmakkapı'ya kadar yayıldı. Sdrazam şehre girmeyerek Kâğıthane yolu ile Üsküdar'a geçti.
1660. 17 Temmuz cumaertesi günü ise, saat 9'da, İstanbul’da misli gö-
rülmemiş büyük yangın başladı ve şiddetli rüzgârın tesiriyle birçok kollara ayrılarak süratle şehrin her tarafına yayıldı.
Ateş, kuzeyde, Unkapanı Kapısı civarından Ayazma Kapısı, Odunkapısı, Zindankapısı, Balıkpazarıkapısı ve Bahçekapısı'ndan padişah sarayının Demirkapısı'na dayandı. Burada, saray surunun bir burcunun tepesi ateşin şiddetinden yıkılarak devrildi. Şiddetli bir hızla yayılmasına devam eden ateş, doğu tarafta, sarayın karşısına düşen Atmeydanı üzerinden, Peykhâne denilen mahallin civarında Çatladıkapı'ya; güney tarafında ise, Çatladıkapı’dan sahil boyunca Kumkapı, Yenikapı, Davudpaşa kapısı istikâmetini takiben Samatya Kapısı civarında Et yemez denilen yere; batı tarafında da. Et yemez tekkesinden yukarıya doğru Davudpaşa Camii, Haseki Camii, Yeniçeri odalarının bulunduğu Etmeydanı, oradan yukanya doğru Sultan Mehmed (Fatih) de Karaman’ denilen semtine, oradan da Zeyrek Camii Yokuşundan aşağıya doğru Unkapanı'nda Ayazma Kapısı civarına kadar yayıldı.
Yangın sahasının içinde bulunan bütün ev ve konaklar, bahçe ve köşkler, cami ve mescitler, ayazmalar, dükkânlar ve iki Bedestenin bulunduğu büyük çarşı da dahil olmak üzere çarşılar, odalar, Validehanı ndan mâada diğer hanlar içindeki eşya ile beraber tamamiyle kül oldu. îkiyüz kişi yangının içinde kalarak telef oldular, diğer birçokları da yaralandılar. Su yolları tahrib olunduğundan çeşmeler kurudu, fırınların yanması ile de ekmek kıtlığı baş gösterdi.
Halkın bir kısmı kayıkların içinde barındı, büyük bir kısmı da kalabalık halinde iskelede ve dalgaların dövdüğü sahildeki kumların üzerinde yığılmış kalmıştı. Ateş şehir surlarını aşmış olup sahilde barınanların üzerine kıvılcımlar yağdırıyordu.
Cumaertesi günü akşam üzeri başlayan yangın, pazarertesi akşamına kadar yukarıdaki saha içinde gece gündüz aynı şiddetle devam etmiştir.
Debbağ lâkabını taşıyan Mehmed Paşa yangın yüzünden idam edildi.
Yukarıda adı geçen Dabbağ Paşa ve Kaymakam Süleyman Paşa, sekbanbaşı ve bostancıbaşı, askerlerle beraber her tarafa koşarak ve binaları yıkarak yangını söndürmek ve tahdit etmek için büyük gayret sarf etmişlerse de hiç bir şey yapamayıp mahcup oldular. Çünkü, rüzgârın tesiriyle gitgide şiddetlenen ve hakikaten de büyük bir felaket sayılan yangın, kıvılcımların ve kızgın çivilerin sıçraması ile her tarafa yayılıyor ve kıyamet günü manzarasını hasıl ediyordu.
1662 yılında Saray yangınından sekiz gün sonra, sahilde, Odunkapısı'ndan çıkan ve poyrazın tesiriyle büyüyen bir yangın halkın dehşete kapılmasına sebep oldu, çünkü bütün şehri virâneye çeviren büyük yangın böyle poyraz-lı bir günde aynı yerden çıkmıştı. Fakat yangın bu defa Odunkapısı'ndan Zindankapı ve Tahtel-kale'ye kadar olan çarşılara ve Uzunçarşı'ya kadar yayıldıktan sonra yukarıya doğru uzandı ise de, iki bedestenin bulunduğu Büyük Çarşı'nın yakınında Sırthamamı'nın ağzında durdu.
1670 senesinde Ayasofya ve Süleymaniye semtlerinde de yangınlar çıktı.
1680 de, Taht el-kalede çıkan ve odunkapısı'na kadar uzanan bir yangın, kutucu ve bakkal dükkânlarını yaktıktan sonra, Uzunçarşı'nın altına kadar yayıldı. Aynı çarşıda da bazı dükkânlar yandı.
1682 Uzun Çarşı nın ortasında başlayan bir yangın Taht el’kale'ye kadar yayıldı.
1683 Ayazmakapısı ve Odunkapısı'nın iç ve dış kısımları, ani olarak çıkan bir yangınla yandı.
Daha sonra, Tahtelkale nin yukarı tarafında çıkan bir yangın, daha evvel yanmış sahaya kadar yayıldı.
1687 de yılın ilk günlerinde Uzunçarşının içinde bulunan Suluhan yandı, çarşının iki yanındaki dükkânlar da aynı çarşıda satılan mallarla dolu oldukları hâlde hepsi de yandı.
Cok geçmeden. Süleymaniye nin alt tarafında bulunan büyük konak yandı. Konağın önündeki medrese ve arkasındaki binalar kârgir olduğundan ateşe dayandılar, fakat doğu taraftaki Türk evleri kül oldu.
Mart ayı içinde. Balıkpazan kapısında Yahudilere ait odalar ile iki tarafta bulunan Ermenilere ait papuççu, ba-
hkçı ve Rum bakkallara ait 100 dükkân yandı. Deniz kıyısında gittikçe daha çok kızgınlaşan ateş, içine muazzam bir odun yığını bulunan fırına kadar yayıldı. Sur kapısı ve kulluk yandıktan sonra şehrin içine dalan yangın, Valide Camii ve yan taraftaki çarşıya rastlayıp sağa doğru kıvrılarak oradaki ekmek fırınını yaktı. Suru aşan ve baharatla dolu Mısır çarşısı nın üzerine ve Balkapan a kadar olan sahaya kıvılcımlar yağan ateş, güneye doğru çeşmeyi de geçerek Valide han'ın duvarına dayandı ve orada söndürüldü.
Ağustos ayı içinde, Unkapanı ile Zeyrek arasındaki Türk semti, Küçükpazar’a kadar, cami ve hamamlarla beraber yandı. Bu yangın, (yukarıda bahsedilen) Balıkpazarı ndakinden daha büyük olup oranın halkından birçoğu sefalet içine düştü, alevlerin içinde kalan ve kaçırılamayan çocuklar da diri diri yandılar,
-
20 eylül günü, bir çok ev yandı. Yangın esnasına esasen şiddetli bir poyrazın sayesinde ateş Langa bostanında durdu.
-
13 aralık günü, Zindankapı dışında, Şorvacı Çardağı, Âhî Çelebi cami ve mahkemesi ile abacı, mumcu, yemişçi ve tuz, soğan, sarımsak, arpa, yağ ve bal satan bir çok esnafın dükkânları yadı.
-
1689. 31 ocakta, Lâleli Çeşmesinde bir ağanın konağı yandı. Lodos estiği için alevler etrafa yayılıyorsa da o taraf bahçe olduğundan ateş başka binalara sirâyet edemedi. Bundan başka, damlara düşen kızgın tahta parçalan birkaç günden beri yağan karın içine saplanıp sönüyordu.
-
1694. 5 temmuz perşembe günü, saat 7'de Sırthamamı'nda çıkan bir yangında 10 ev ve 30 dükkân yandı. Yangını önlemek için etraftaki ev ve dükkânlar, Babıâli fırını da dahil olmak üzere yıktırıldı ve esasen rüzgâr da esmediği içi ateş sabaha karşı söndü.
Eminönü İlçesinde Yetişen Ünlü Kişiler...
©4^^ (mm - mm)
azar ve şair. Mizân Gazetesi ne yazılar yazdı. Küçük manzum eserlerinden başka Bedriye ve Nâlân adlarında iki piyesi; Reşit Paşa nın Hal Tercümesi, Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye adlı eserleri vardır.
^^ Q^^ (M84 - Wfö)
Kadın romancılarımızdandır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde bir süre İngiliz Edebiyatı profesörü olarak çalıştı. Ünlü eserleri: Sinekli Bakkal, Tatarcık, Zeyno'nun Oğlu, Handan, Ateşten Gömlek, Sonsuz Panayır Döner Ayna, Akile Hanım Sokağı.
Tanzimat Devri yazarlarındandır. Romanları ve gazete yazıları meyânında çeşitli edebiyat türlerinde ve çeşitli bilim dallarında yazılar yazdı. Yazdığı kitapların sayısı 200'ü geçer. Ünlü eserleri: Haşan Mellah, Hüseyin Fellâh, Felâtun Beyle Rakım Efendi, Dürdane Hanım.
^¿ÜXXC^a cd^z^4 (/84M - M/$)
Tanzimat Devri gazete, matbaacı ve yazarlarındandır.
Ünlü eserleri: Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye, Durub-u Emsal-i Osmaniye, Müntehabat-ı Tasvir-i Efkâr, Lügat-ı E-büzziya, Yeni Osmanlı Tarihi.
Anadolu, Ortadoğu ve Avrupa’ya yaptığı gezileri on ciltlik "Seyahatname” adlı eserinde anlatılmıştır. Birçok yabancı dillere çevrilmiş olan bu eser değerli bir tarih kaynağıdır.
çg^tdüMafa ^^^i^a^ (y^OÜ - J
Liselerde edebiyat öğretmenliği yapmış, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde doçent olarak görevde bulunmuştur. Edebiyat tarihi ve Dîvan Şîirî alanında eserler vardır.
Hukuk ve psikoloji öğrenimi yapmıştır, öğretmenlik, müdürlük, müfettişlik gibi görevlerde çalışmış, gazete ve dergilere yazılar yazmıştır. Şiirleri de vardır. Daha çok ansiklopedi ve sözlük biçiminde eserleri ile tanınmıştır.
Divan şairlerimizdendir. Bir süre sadrazamlık yapmıtır. Şiirlerinde öğüt verici bir özellik vardır. Bazı mısraları atasözü biçiminde söylenir. "Şecaat arz ederken merd-i Kıpti sirkatin söyler" mısraı onundur. "Çingene’nin yiğidi kahramanlığını belirtmek için hırsızlığını anlatır" demek istiyor.
^^W ^^e«^ Gp£rçw (^^û^ - ^7â)
Tarihçilerimizdendir. Liselerde öğretmenlik. Üniversite'de tarih asistanlığı yaptı, İstanbul hayatını yansıtan ve İstanbul'u anlatan eserleriyle tanınmıştır. "İstanbul Ansiklopedisi’adlı eseri ünlüdür.
Tanzimat Devri şaîr ve edebiyatçılarımızdandır. Galatasaray ve Mülkiye Okulları öğretmenliğinde. Şurayı Devlet Üyeliğinde, Evkaf ve Maarif nazırlığında bulundu. Ayan üyeliğine seçildi. Ünlü eserleri: Talim-i Edebiyat (Edebiyat öğreten kitap), Zemzeme (Şiirler). Araba Sevdası (Roman), Çok Bilen Çok Yanılır (Pîyes).
Tanzimat Devri romancılarımızdandır. ‘Sergüzeşt’ adlı romanıyla tanınmıştır.
Bilim adamı ve edeblyatçılarımizdandır. Şiirleriyle "Yedi Meşaleciler" Edebiyat topluluğuna katıldı. Fransızca’dan çok başarılı çevirileri vardır. Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Lîyon Edebiyat Fakültesini de bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Psikoloji profesörlüğü yaptı. Gazetelerde fıkralar, makaleler yazdı.
-İSTANBUL'U DİNLİYORUM-
îstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı, Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor, Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yüseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşi;
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan, Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başında eski âlemlerin sarhoşluğu, Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı,
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul'u dinliyorum.
-Orhan Veli Kanık-
Arastalar...
üyük camilerin çevresini oluşturan medrese, hamam dâ-rüşşifâ, sıbyan mektebi gibi tesislerle birlikte, veya karşılıklı iki sıra halinde ahşap ya da kârgir olarak inşa edien dükkan topluluğundan oluşan büyük çarşılara "Arasta" adı verilirdi. "Lûgat-ı Ebüzziya"da arastaların ordu pazarı veya
asker çarşısı olduğu belirtiliyor. Arastalar genellikle medrese, dârüşşifâ, imaret, hamam gibi hayır kuruluşlarına gelir sağlardı. Fâtih'in Türkçe vakfiyesinde:
"İnşâ buyurduktan câmi-i cedid kurbünde ve Medine-i Latifenin vasatında vaki pazar ki sûk-i kebirdir. Dekâkîn ve hucûrâtı müştemil ve Sultanpazan denilmekle mâruf ve medârîs-i şerife etrafını muhitdir 286 bab dükkân ve 32 bab hücûrâ-tı müştemildir."
Denilmektedir ki, bu da çevre halkının arastalardan her türlü ihtiyaçlarını sağlamaları amacıyla yapıldığını ortaya koymaktadır. Bu dükkânlar ve hücreler bir sistem ve bir programla inşâ edilmiş oldukları gibi, bulundukları yeri süslediklerinden dolayı Farsça'da süslemek anlamına gelen "Arasten" mastarından alınarak " Arasta” denilmiştir. Arastaların önünden geçen sokakların genellikle üzeri açıktı. Bazı yerlerde Direklerarası'nda olduğu gibi önlerinde Kemerli bir revak bulundurularak kısmen örtülürdü. Eğer, üzerleri tamamıyla kubbelerle kapatılırsa o türlere "Kapalıçarşı" denilmektedir. Çift sıralı olup da üstleri tamamıyla kapatılmamış tek sıra hâlindeki dükkânların boydan boya uzanan ön cepheleri geniş bir saçakla örtülüdür. Bunların arasında oldukça büyük bir çarşı meydana getirenler bulunurdu. 1918 yılında Fâtih yangınından sonra, bu yörenin yeniden düzenlenmesi sırasında ortadan tümüyle kalkan Fâtih Camii manzumesinin arastası "Haffaflar" ya da "Saraçlar" çarşısı olarak anılırdı (Süeyl Ünver, 140 sene önce îstanbul). Meselâ Mısırçarşısı, İstanbul'un en mükemmel bir arastasıydı.
Yenibahçe'de Mimar Sinan tarafından inşâ edilen Hüsrev Paşa Türbesi yanında yer alan Hüsrev Paşa Çarşısı yine bu tip çarşılardandı. Yine İstanbul’un ünlü Esirpazarı, Kapalıçarşı ile Çemberlitaş arasında yer almaktaydı. Cerrahpaşa'da bulunan eski Avratpazarı da Esirpazarı gibi arasta niteliğini taşımakla beraber, bu tip çarşılardandı. Bu çarşıda satıcı ve alıcılar hep kadındı.
Süleymaniye Medresesinin bitişiğide sıralanan dükkânlardan oluşan arasta gibi çarşı bugün hâlâ ayakta durmaktadır.
Süleymâniye Caddesine yakın olanlar Tiryaki, Haliç tarafında bulunanlar Dökmeciler Çarşısı olarak adlandırılmaktadır. Ayasofya nın Marmara denizine bakan cephesinde de arasta kurulmuştu. Bu çarşının 1948 yılında tamir sırasında büyük bir kısmı yıkılmıştır. Birkaç tanesi bu sebeble Bizans stilinde tadil edildi. Sonradan yine tadil edilerek bugün Millî Eğitim Bakanlığı Basımevi ve deposu olarak kullanılmaktadır. Laleli Cami altındaki mahzen çarşı da bu tipe girmesi gereken önemli bir yerdir. Beyoğlu, İstiklâl Caddesi nde bulunan Anzavur Pasajı bir camii manzumesi olmadığından arasta niteliği yoksa da yapı biçimi bakımından tipik bir arasta benzeri çarşıdır.
Sultanahmet'teki arasta, Mozaik Müzesi'nin yanında ve bugün pek az bölümleri ortaya çıkarılan Bizans Sarayının bulunduğu yerdeydi.
Arasta Kazısı: Bizans Sarayını bulmak için kazıyı 1935 yılında İskoçya St. Andrews Üniversitesi profesörlerinden J.H Baxter tarafından başlamıştır. 1932 yılında İstanbul’a gelerek Bizans sarayları üzerinde araştırmalar ve incelemeler yapan Prof. Baxter, daha sonra David Russel'in yardımlarıyla kazı işlerine girişmiş ve kısa süre içinde eşine rastlanmayan Bizans mozaiklerini ortaya çıkarmıştır. Bugün "Mozaik Müzesi’nde sergilenen bu mozaikler, o güne kadar rastlanan Bizans mozaiklerinden çok değişiktir. Bunlarda, avlar, hayvan mücadeleleri anlatılmakta, mitolojik bazı olaylar, ağaçlar, pastoral sahneler tasvir edilmektedir.
Arkeolog Baxter'in Arasta'da kazılar yaptığı sıralarda İstanbul Gazetelerinde ve dünya basınında oldukça ilginç yazılar yayınlanmaktaydı. Nizamettin Nazif Te-pedelenlioğlu 30.6.1935 tarihli ve "Bizans Sarayının İzleri Arasında" başlıklı yazısında bu kazı hakkında şu satırlara yer vermektedir:
'Mağnora Sarayı, eski Bizans Sarayının binbir gece efsânelerini hatırlatan "teşrifat" debdebelerine sahne olmuş bölümlerinden biridir. Üzerine imparator oturduğu zaman güvercinli Bizans tahtının makaralar ile kubbesine yükseltildiği söylenilen Magora'dan geçen zamana kafa tutarak arta kalan kemerden ve hattâ küçük parçalardan bugün yararlanılabilir... Kızgın güneş altında her gün dokuz saat çalışan İskoçyalı Prof., şimdi Hrisotiriklinos'a yaklaşmış bulunuyor. Bulunan mozaiklerin gösterdiği yön İmparator II. Jüstinyen ile İmparatoriçenin özel dairelerine yaklaşan kazma Hrisotiriklinos’tan bize nasıl bir iz bulabilecektir? Küçük bir geçit yolunu bu kadar değerli bir mozaikle süsleyen savurgan Bizans Sarayı, imparator dairesinin zemin katında bize çok büyük bir sürpriz saklamış olabilir. Prof. Baxter en önemli çalışmasını şimdi yerinde bulunmayan "Pazar Tekkesi'nin içinde yaptı. Bir zamanlar o tekkenin içinde oturanların sularını soğutan, yemeklerini kokmaktan kurtaran bir bodrum, yarın mukaddes Bizans Sarayının bitişik üç kilisesinden biri olduğunu, yani Saint Demeter'e adanmış bir saray kilisesi olduğunu önemle göze vuracak bir özellik kazanabilir..."
Kazıların yapıldığı o günlerde. Avrupalı ilim adamları İstanbul’un tarih bakımından Eski Romadan çok daha önemli olduğunu belirtiyorlardı. Bunlardan biri doktor J.B. Burey’di. Nitekim profesör Baxter ve arkadaşlarının Bizans İmpara-torları’na ait sarayları bulmak için yaptıkları kazılar da bunu ispatlıyordu. Profesör Baxter ’Times" Gazetesine yazdığı iki makalesinde özetle şöyle diyordu:
"Bu yılın mevsiminde yaptığımız iş, uzun ve titiz bir hazırlığın ürünü idi. On
yıl önce Andreıv Üniversitesi Evkafı nın mütevellisi olan ve İstanbul'un tarih ve topografyasına dair çok bilgisi bulunan Mister D.Rusel, Türkiye’de yeni durumun başlamasıyla arkeologların bekledikleri fırsatı ele geçireceklerini söylemiş ve Bizans’ın kutsal sarayını araştırmanın masraflarını üzerine alacağını bildirmişti. Asıl araştırılması gereken yer Sultanahmed Câmii'nin doğusuna düşen düz topraklardı.
Veigand ile Mambourynun 1918'de keşfettikleri Hipodrom alanının girişinden bir açı çizerek Arasta Sokağı na varan noktadan işe başlamayı gerekli gördük ve geçen Temmuzun üçüncü günü kazıya giriştik. O günün ikindi vakti sekiz kadem derinliğinde kazıdan sonra Hipodroma karşı duran bir mermer parçasıyla karşılaştık. Ertesi gün hendek genişledi. Sekiz pusluk bir çimento tabakası da. son derece dikkatle kaldırıldıktan sonra umulan büyük keşif göze çarpar. Çimentosunu santim santim kazdıktan sonra bir ağaç resmi, mızrak tutan bir asker gibi göze çarpan, ağaçtan sarkan bir maymun resmi gördük. Karşımızda işçilik, şekil ve renk bakımından güzel ve ince eser duruyordu ve bu bir mozaikti. Daha sonraları kazdığımız hendeği genişlete genişlete büün Arasta Sokağına kapladık. Mozaiklerin şurada burada kırık olmakla beraber bütün alanı doldurduğunu gördük. Ve sonuçta bu mozaiklerin uzun bir geçidin zemini olduğunu anladık. Şimdiye kadar bu alanın kırk elli yardasını temizlemiş bulunuyoruz. Arasta Sokağının ortasından geçen bir su yolunu takip ederek kazıları sürdürdük ve bir sütun bulduksa da bu sütun devrilerek üç parça oldu. Bu sütun, belki de, bir yer depremi yüzünden yerinden oynamış veya mozaiklerin kenarından ileri gitmişti.
Mozaiklerin desenleri üç çeşittir. Birincisinde bir av manzarası görülüyor ve taşkın dört köpek bir tavşanı izliyor. Daha sonra iki çocuk görünüyor ve bunların biri elini tavşanlara uzatıyor, biri de köpeği tutuyor.
Daha sonra sırtında bir kuş kafesi taşıyan bir maymun, bir hurma ağacından sarkan ipi tutuyor ve bir takım hindileri süren bir çocuk göze çarpıyor, İkincisi bir arslanla bir öküz arasındaki çarpışmayı göstermektedir. Bunlardan başka bir ayı, bir atmaca, bir ceylana saldıran iki panter, çocuğunu emziren bir ana, bir köpek, bir geyiğin üstüne dolanmış bir yılan görünüyor.
Üçüncüsünde bir balıkçı sudan balık çıkarırken görülüyor. Hepsinin en güzeli de budur. Balıkçının suya dalan ayağını, şeffaflık içinde gösteriyor ve bunu yapmak için çok emek sarf edildiği anlaşılıyor. Arasta Sokağının kemerleri altında mozaiklerin devam ettiği anlaşılıyorsa da, kemerleri yıkmadan bunları ortaya çıkarmaya imkân yoktur. Arasta Sokağının kemerleri dışından başka bir yolun kenarından kazıya başladık. Burada mozaiklerin çizgilerine paralel olan bir Bizans duvarı bulduk. Burada Saint Marie Kilisesi olması ihtimâli kuvvetli. Burada da mozaik bulmak çok mümkündür. Ufak tefek keşiflere gelince, bunlar 20 kadar üzeri vazıh tuğlalarla birkaç Bizans çömleğinden oluşmaktadır.
Bulduğumuz mozaiklerin tarihini şimdiden kestirmek, yahut kutsal sarayın nerede bulunduğunu anlamak güçtür. Yalnız mozaiklerin beşinci ve altıncı yüzyıllara ait oldukları tahmin edilebilir. Mermer sütun ise sekizinci veya dokuzuncu yüzyılda ilâve edilmiştir.
Aradığımız sarayın çevresinde "Kırklar Geçidi" içindeyim. Burası altın salonun yanı başlarında idi. İmparator ile imparatoriçenin özel odalarına yakın olduğumuzu anlıyoruz. Mozaikler İstanbul Sanat Tarihi açısından çok önemlidir...
SÜLEYMANİYE’DE BAYRAM SABAHI...
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede, Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniyede. Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan. Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir, Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib âlem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette kanştıkça karanlıkla ışık, Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, İlâhî yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor. Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı. En güzel mâbedi olsun diye en son dînin Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin. Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsî tepeyi; Taşımış harcını gâzîleri. serdâriyle, Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne, Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne, Tâ ki geçsin ezelî rahmete rûh orduları... Bir neferdir bu zafer mâbedinin mîmârı.
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum; Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum; Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi: Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi, Senelerden beri rü'yâda görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı tekbir oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor vecd ile tekrâr alınan tekbiri;
Ne kadar sâf idi sîması bu mümin neferin!
Kimdi? Bânîsi mi, mîmân mı ulvî eserin?
Tâ Malazgird Ovası'ndan yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz. Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde. Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri. Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı. bu sesler, çok uzaklardan mı? Üsküdar’dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklardan mı? Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, tâ Bâyezîd'den, Van'dan, Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hâtıralar rüzgârını.
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını. Gökte top sesleri, bir bir. nerelerden geliyor? Mutlakâ her biri bir başka zaferden geliyor. Kosova’dan. Niğbolu'dan. Varna'dan, İstanbul'dan... Anıyor her biri bir vakayı heybetle bu an: Belgrad'dan mı? Budin. Eğri ve Uyvar'dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıradağlardan mı? Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor! Adalardan mı? Tuns’dan mı. Cezâyir'den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mâbedde kanştım vatanın birliğine, Çok şükür Allah'a, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla berâbar bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Eminönü Parkları ve Mesire Yerleri...
minönü tabiî güzellikler açısından çok zengindir. Uygun iklim f f\ şartları, zengin su varlıkları, ilçeyi tabiî güzellikler yönünden dün-■ / I yânın sayılı yerlerinden biri durumuna getirmiştir.
GÜLHANE PARKI
Topkapı Sarayı ile Sarayburnu arasında yer alır. Burası Osmanlı Devrinde Topkapı Sarayının bahçesi idi ve bu sebeple de tarihi bir önemi vardır. Şehremini (Belediye Başkanı) Operatör Cemil Paşa zamanında park hâline getirilmiştir. 1912'de park biçiminde düzenlenerek halka açıldı. Park yüksek ağaçlarıyla koruyu andırır. Her yanı gölgeli olduğu için yaz aylarında aranan ve sevilen bir dinlenme yeridir. Parkta gazinolar, açık hava konser yeri ve hayvanlar bahçesi vardır. Parkın Sarayburnu yönünden İstanbul Limanı, Boğaziçi, Beyoğlu, Dolmabah-çe, Beşiktaş, Üsküdar Salacak, Kızkulesi, Selimiye, Harem, Haydarpaşa, Marmara, Çamlıca Tepeleri, Kadıköy, Kayışdağı görülüp seyredilebilmektedir.
SULTANAHMET PARKI
Bu parkın ana bölümü eskiden At Meydanı denilen yerdir. Sultan Ahmet Ca-mii'nin önünde uzun bir alanı kaplar. Alman Çeşmesi, Dikilitaş, Burma Sütun, Örme Sütun bu bölüm içindedir. Esas Sultan Ahmet Parkı burasıdır. Bizanslılar zamanında burada savaş arabaları ve atlar yarıştırılır, oyunlar oynanırdı.
Ayasofya Cami ile Sultan Ahmet Cami’nin arasındaki alan Cumhuriyet Devrinde park haline getirildi, bir de yuvarlak büyük bir havuz yapıldı. Ayasofya Hamamı ve Birinci Sultan Ahmet Türbesi bu bölüm içinde kalır.
Ayasofya Camii yanında bulunan eskî adliye binası 1933'te yanmıştı. Burası sonradan düzenlenerek yeşil alan ve park haline getirildi.
Yine Cumhuriyet Devrinde, bugünkü Adliye Sarayı ile Firuz Ağa Camii ve Di-vanyolu Caddesi arasındaki alan açılarak park haline getirildi.
150
Böylece Sultanahmet Parkı dört bölümden oluşmaktadır:
Dikilitaş...
1 - At Meydanı ( Sultanahmet Parkı)
-
2 - Ayasofya Parkı
-
3 - Eski Adliye Parkı
-
4 - Adliye Sarayı Parkı
ŞEHZADEBAŞI PARKI
Cumhuriyet Döneminde. Şehzade Camii’nin yanı açılarak park yapıldı. Yıldan yıla gelişti, güzelleşti, bugünkü görünümünü kazandı. Bu parkın, geçidin öte yanındaki bölümü İle olun karşısında deniz tarafındaki bölümü komşumuz Fatih İlçesi sınırları içindedir ve Saraçhane Parkı’nın yeni bölümleridir.
Şehzadebaşı Parkı’nda bir de çocuk bahçesi vardır.
YENİCAMİ PARKI
Mısırçarşısı ile Yenicami arasındaki alanı kaplar . Burada bir gazino ile bir lokanta vardır. Bir yanını da çiçekçi dükkanları süsler.
CAĞALOĞLU PARKI
Cağaloğlu Meydanında, 1957'de yıktırılan Cağaloğlu Camii’nin arsası bugün küçük bir park olarak kullanılmaktadır.
Kadırga Parkı...
KADIRGA PARKI
Kadırga Meydanı’ndadır, İçinde bir trihi bir çeşme ve çocuk bahçesi de vardır. Son derece güzel ve mamur bir haldedir.
SAHİL YOLU
SARAYBURNU PARKI
Yenikapı ile Kumkapı arasındaki Sahil yolu ilçemizin gezi yerlerindendir, Ye-nikapida gazinolar ve lokantalar vardır. Kumkapı'da demiryolu ile ahil Yolu arasında bir çocuk bahçesi yer almıştır. Sarayburnu ile Yenikapı arasında, yer yer yeşil alanlar ve oturup dinlenecek yerler bulunmaktadır. Özellikle tatil günlerinde Sahil Yolu gezip dolaşanlarla şenlenmektedir.
Eminönü'nün
Büyük Abideleri...
stanbul’un, Antik Çağ’da yapılan ilk surları, günümüzdek Topkapı Sarayının bulunduğu tepe üzerindeydi; bunlaı yıkılmış, izleri dahi kalmamıştır, İmparator Konstantinuı zamanında yapılan surlardan ise, günümüze yalnızca, Cer
rahpaşa'daki Ese (İsa) Kapısı kalmıştır. II. Theodosius 412'de kentin yeni mahallelerini de kapsayacak biçim ve beş kilometre uzunluğunda yeni surlar yaptırdı. Bu surlar, Marmara kıyısından baş layıp Haliç kıyısına dek uzanmaktaydı. Günümüze, Marmara ve kar; yönündeki surların büyük bölümü kalmıştır. 3.20 metre kalınlığında, i metre yüksekliğindeki surlar üzerinde çok sayıda askeri kapı ve giriş bu lunmaktaydı. Bu kapıların en önemlisi Yedikule'deki Yaldızlı Kapıydı çünkü, imparatorların savaş dönüşünde kente girdikleri yerdi. Marmar. Adası mermerinden yapılma, yanları kuleli ve altın süslemeleri vardı.
Fatih Sultan Mehmedl458'de Yedikule surlarını onartmış, eklerle iç kale vücuda getirmiştir. Sur içinde Fatih döneminden günümüze yalnız ca tuğla minaresi kalmış bir cami vardır. Yedikule, Osmanlı dönemind birçok saray ve devlet adamının hapsedildiği zindandı!
Bizans surları, denizin karayla birleştiği çizgi üzerindeydi; bunun ne deni, denizden karaya çıkmayı engellemekti. Kıyılar denize doğru doldı ruldukça, surlar içeride kalmıştır. Surlar üzerinde sekiz adet anıtsal nite likte kapı bulunuyordu. Haghios Romanos (Topkapı) Kapısı Osmanlıla döneminde de önemini korumuştur. 1453’te yıkılan kapıyı Türkler yen den onartmışlardır. Sağında, İstanbul’un alınışıyla ilgili bir yazı vardı Türkler, İstanbul'u ele geçirince, surların önemi azalmıştır. Surların cic di biçimde onarımı 2. Bayzid döneminde gerçekleştirilmiştir. Buna ka şılık önemli noktalara kaleler yaparak kentin savunmasını güçlendirmi; lerdir. 1509'daki depremden sonra onarım gören kent surları; 1653'1 de, 4.Murad'ın kaymakamı Bayram Paşa tarafından elden geçirildi.
BAHÇE KAPISI
Bahçe Kapısı, Eminönü'nde Eminönü ile Sirkeci arasında bulunan semt ve demiryolu yapımı sırasında yıktırılan sur kapısı. Haliç'i kaplayan Bizans zincirinin bir ucu bu kapının kulesine bağlanmış. "Bahçe Kapısı’na eskiden "Tersane Kapısı", yahut "Gü-zelkapı" da denirmiş. Vaktiyle burada bir kayık iskelesi ve şimdi Hidayet Ca-mii'nin bulunduğu yerde kayıkhaneler ve üzerinde bekâr odaları varmış. Türlü uygunsuz hallere ve çirkin hâdiselere sahne olan bu bekar odalarına "Melek Girmez" denildiği gibi yakınında iki tarafında yağcı dükkanları bulunan dar sokağa da "Melek Girmez Sokağı” diyenler çokmuş. Kötü şöhreti dolayı-siyle bekâr odaları ve altındaki kayıkhaneler İkinci Mahmut'un emriyle yıktırılmış ve arsalar üzerine yaptırılan Hidayet Camii 1814 senesinde padişah tarafından açılmıştır.
Hidayet Camii civarında askiden Pirinççiler Çarşısı varmış. Bir sene havaların müsaadesizliği yüzünden İstanbul'a Mısır'dan pirinç getirilememiş. Piyasada pirinç mevcudu azaldığından ihtiyatlı davranılması halka ilanedil-miş. Bu ilân üzerine telaş ve heyecana düşen İstanbullulardan her biri çokça pirinç tedarikine heveslenmiş. Pirinç kıtlığı olacak diye Kasımpaşa'dan takım takım başları hotozlu, elleri maşalı kadınlar kayıklarla İstanbul'a geçmişler, Hidayet Camii civarındaki pirinççi dükkânlarına hücum ettikleri sırada bu kadınlardan biri, bir pirinççiyi yere yatırmış, başka bir kadın da feracesi altında gizlediği bıçağı adamın göğsüne dayamış, öteki kadınlar dükkânlarda ne kadar pirinç varsa yağmaya koyulmuşlar. Vakâ işitilince Yeniçeri Ağası Vefalı Mahmut Paşa, hemen lüzumu kadar kuvvetle Bahçe Kapısına gelmişse de, fitneyi bastırmaya muvaffak olamamış ve bundan dolayı azledilmiş. Bahçe Kapısının 1850 senesinde yıktırılmış olduğuna dair bir rivâyet varsa da, bunun doğruluğu veya yanlışlığı hakkında kesin bir söz söylenemez.
Hidayet Camii
Yenicami’nin yanından Sirkeci garına doğru mizanan Hamidiye caddesi bu bölgeyi ikiye ayırır. Sahil kısmında Sirkeci rıhtımı, Antrepolar, gümrük binaları ve diğer rıhtım tesisleri mevcuttu. Bizaslılar devrinde bu havalide bulunan Theodos sarayı, Koparia kürek imalâthanesi, Mandila, Aya Sotiri, Mihail, Metohiyon ve Sen Jan klişelerinden bugün hiç bir iz kalmamışdır.
Hamidiye caddesinin, güney (kara) tarafındaki yollar Cağaloğlu, Bayezid ve Nuruosaniye semtlerine gider.
Sirkeci Garı: Caddenin bitiminde görülen Sirkeci Garı 1890 yılında yapılmıştır. Şehrin, Avrupa cihetiyle münakalesini temin eden trenyolunun başladığı yerdir.
Bahçekapı, Sirkeci-Eminönü arasında İstanbul'un ünlü iş merkezi idi. ş Bankası, Turhan Sultan Yenicami Sebili, Sümerbank, Yapı Kredi Bankası, Büyük Postahane, İstanbul Polis Müdürlüğü (Eski Sanaryan Han), Dördüncü Vakıf Hanı, I. Abdülhamid Türbesi bu semtin sınırları içindedir. Büyük mağazalar ve ticaret büroları burada tolanmıştır. Günümüzün büyük iş hanlarının inşasından önce de burası İstanbul'un en faal ticaret merkeziydi.
Bahçekapı semtinin çoğunluğunu Bizanslılar devrinde Museviler oluşturmak-daydı. İç taraflarda ise Cenevizliler, Yeni Cami'in bulunduğu yerde de Venedkliler otururlardı. Yeni Camiin yerinde evvelce Sent Antuvan Kilisesi bulunuyordu. Daha sonraki devirlerde Musevilerin havraları istimlâk edildi ve kendileri Hasköy'e naklolunarak devletin yaptırdığı kırk eve yerleştirildiler.
Tanzimat'tan (1839) önce, İtanbul’un diğer iç semt ve çarşılarında da olduğu gibi, Bahçekapı'da da yabancılar dükkan açıp ticaretle uğraşmazlardı.
Dükkân sahiplerinin hepsi Müslüman, ya da Müslüman olmayan yerli halktandı. Üçüncü Selim döneminde (1789-1807) Müslüman olmayan yabancı uyruklular diğer bazı iç çarşılarda olduğu gibi burada da dükkân açmağa başladılar. Bunun üzerine bir fermanla bu yasağa uyulmasının sağlanması İstanbul kadısından istendi. Bu fermanda şöyle denilmekteydi:
"İstanbul şehri derununda dükkâncı Frenk olmayıp onlara Galata tarafı mahsus iken şimdi hekim ve ispençer (eczacı) diyerek Bağçekapusu etrafı bütün Frenk kıyafetinde dükkân olmuş, hattâ Divanyolu'nda dahi var. İktiza edenlere muhkem tenbih olunup daima taharri olunsun, her kim dükkânında bulunursa dükkân kapatılıp gediğinin devlet tarafından zabtolunacağını bildirsin... "
Bizanslılar ve Osmanlılar devrinde Bahçekapısı, her ne kadar bir ticaret merkezi ise de, burada geniş bahçeli konak ve köşkler de vardı. Osmanlılann İstanbul'u fethettiği günden başlayarak, hemen hemen her padişah devrinde buraya han, hamam, cami, mescit ve çeşme gibi pek çok bina yapıldı. 1980 yılında yıktırılan Hacıbekir Şekercisinin bulunduğu sokaktaki Yıldız Hamamı Fatih devri yapısıydı. Yine Bahçekapı'da 1979 yılında kör kazmaya kurban edilen Abbasağa Hamamı tarihî değeri yüksek bir yapıydı. Bu semtteki birçok yapı, 4.Vakıf Hanının inşası sırasında ortadan kalktı. Şimdi Gülhane Parkı karşısına monte edilmiş bulunan I.Abdülhamid Sebili evvelce bu semtin sınırları içindeydi.
Buradaki tarihî ve sanat değeri üstün yapıların kaybolmasında yangınların da önemli rolü oldu. 1569 yılında Demirkapı'da çıkan bir yangın Bahçekapı ya da uzanarak Yahudilerin bulunduğu semti tamamiyle kül etti.
Yine H.1136 - 1724'de çıkan bir yangında Bahçekapı’daki Abdullah Paşa Konağı kısa sürede kül oldu. Bosna Valisi Abdullah Paşanın yaptırdığı bu muhteşem konağın kurtarılması için olay yerine Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa da geldiği halde yangın söndürme çalışmaları hiç bir sonuç vermedi. 1750 yılında Şeyhülislâm Efendinin konağı yandı, 1909’da çıkan yangında ise Abbasağa Mektebi ile birlikte birçok işyeri yanıp yok oldu.
/ ly /) idayet Camii civarında askiden Pirinççiler Çarşısı varmış. Bir sene havaların müsaadesizliği yüzünden İstanbul'a Mısır'dan pirinç getirilememiş. Piyasada pirinç mevcudu azaldığından ihtiyatlı davra-nılması halka ilanedilmiş. Bu ilân üzerine telaş ve heyecana düşen İstanbullulardan her biri çokça pirinç tedarikine heveslenmiş. Pirinç kıtlığı olacak diye Kasımpaşa’dan takım takım başlan hotozlu, elleri maşalı kadınlar kayıklarla İstanbul’a geçmişler. Hidayet Camii civarındaki pirinççi dükkânlarına hücum ettikleri sırada bu kadınlardan biri, bir pirinççiyi yere yatırmış, başka bir kadın da feracesi altında gizlediği bıçağı adamın göğsüne dayamış, öteki kadınlar dükkânlarda ne kadar pirinç varsa yağmaya koyulmuşlar. Vakâ işitilince Yeniçeri Ağası Vefalı Mahmut Paşa, hemen lüzumu kadar kuvvetle Bahçe Kapısı'na gelmişse de, fitneyi bastırmaya muvaffak olamamış ve bundan dolayı azledilmiş.
YENİCÂMİ KAPISI
Bu kapı ile sahil arasındaki şimdiki Eminönü denilen kısım geçit manasına Zeugma diye adlandırılıyordu. Çünkü Galata’ya kayıkla ekseriya buradan geçerlerdi. Bilahare Perama tesmiye edildi.
YENİKAPI
Eminönü ile Fatih ilçeleri arasında, Aksaray'ın güneyinde, Marmara Denizi kıyısında Samatya ile Kumkapı arasında bulunan ve İstanbul'un alınışından sonra Türkler tarfından açılan deniz surlarına ait bir kapıdır. Fetihten sonra açıldığı için "Yenikapı" ismiyle anılmıştır.
BALIKHANE KAPISI
İstanbul surlannın Sarayburnu-Ahırkapı arasındaki üç kapısından biri olup, saray surunun ilk kapısıdır. Balıkçı-başı, beylik bahçsine yani saray bahçesine bu kapıdan girilip çıkılır, hemen yanında askerî dikimevi binası vardır. Bizans döneminde, "Agios Lazaros" kapısı adını taşımaktaydı. Osmanlılar zamanında azledilerek, idama mahkum edilen veya sürgün cezasına çarptırılan vezirler huzurdan çıkarıldıklarında bu kapıya getirilirlerdi. İkinci kapıdan bostancılar işlerdi. Padişah fermanına göre ya idam olunur veya önceden hazırlanıp kıyıda bekletilen gemiye bindirilerek, sürgüne yollanırlardı. İdam, önceden karar altına alınmışsa, Bostancıbaşı yanına cellâtları alarak burada cezasını infaz edeceği veziri beklerdi. Kapıya kısaca, "Balıkhane” de denilirdi. Burayı Kapıcılar Ocağına mensup askerler bekleyip gözetirlerdi. Kapıda ayrıca güçlü kuvvetli bir kaç saray hamalı da hazır bulunurdu.
EMİNÖNÜ CÂMİLERİ LİSTESİ
Abdüsselâm Tekkesi Mescidi,
Acem Ağa Mescidi,
Acem Ağ Mescidi: Ayasofya'da Alemdarda kilise yanında bulunan mescit.
Acemi Oğlanlar Kışlası Mescidi,
Acemi Oğlanlar Mescidi,
Acı Musluk Mescidi,
Ağa Camii: Eminönü'nde Bâb-ı âli’de Vilâyet binası karşısında bulunan küçük cami. ‘Beşir Ağa Camii’ adı ile de tamir.
Ağa Camii: Sultanahmed'de İshak Paşa Mahallesi’nde bulunan ve Babüssaâde Ağası Mahmud Ağanın yaptırdığı küçük cami . ‘Kapı Ağası Camii’ adı ile de tanınır.
Ağa Mescidi,
Ağalar Camii: Eminönü'nde Topkapı Sarayı nda üçüncü bahçede bulunan ve Fatih Mehmed zamanında Enderun iç oğlanları için yaptırılmış olan küçük cami.
Ağalar Mescidi,
Ahırkapı Mescidi,
Ahi Çelebi Camii: Eminönü'nde Zindankapı'da bulunan ve Hekim Ahi Çelebi’nin yaptırdığı küçük cami (XVI. Yüzyıl). ‘Kanlı Fırın Mescidi’ adı ile de tanınır.
Ahi Durmu Baba Mescidi,
Akbıyık Camii: Eminönü'nde Ahır-kapı yakınında sur dışında bulunan ve mutasavvıf şair Akbıyık adına yapılmış küçük cami (XV.Yüzyıl),
Alaca Mescid,
Alembey Camii,
Ali Paşa Camii: Bâyezid’de Fuad Paşa Caddesi’nde, Bâyezid Kulesi karşısında bulunan ve Sadrazam M. Emin Ali Paşanın İtalyan Mimarı Bar-yeroni'ye yaptırdığı cami .
Arabacılar Camii,
Arabacılar Mescidi,
Arpacılar Camii,
Aşçılar Camii,
Aşmalı Mescid,
Atik İbrahim Paşa Camii Bâyezid’de Mercanda Uzunçaşı Caddesi’nde bulunan ve Sadrazam Çandarlı İbrahim Paşanın yaptırdığı küçük cami. ‘İbrahim Paşa Camii' adı ile de tanınır.
Atik Alipaşa Camii: Divanyolunda Çemberlitaş'ın yanında bulunan mi. 'Eskiden Sedefçiler Camii’ adı ile tanınırdı.
ve Sadrazam Hadım Atik Ali Paşanın yaptırd.ğ, ca
Atlamataşı Camii,
Attar Ahmet Ağa Mescidi,
Ayasofya Camii: Sultanahmed'te Sultanahmet Camii ile Topkapı Sara ı
anus'un yaptırdığı çinilerle süslü en büyük kilise Fatih Mehm^Hi'n li- s ^'h 3 UİUnan VS B'ZanS imParatoru I Justini-„ kıhseden çevirttiği caml, Atatürk’ün emri He açta mü2e.
Aydınoğlu Tekkesi Mescidi,
Ayn'ül Hayat Hatun Mescidi,
Azak Camii,
Bâb-ı âli Camii,
Bâb-ı âli Mescidi: Bak-Nallı Mescit.
Babüs-Saade Ağası Hüseyin Ağa Camii,
Balabanağa Mescidi: Şehzâdebaşıda bulunan bir mescit.
Balık Pazarı Tekkesi Mescidi.
Başkadın Emetullah Mescidi: Bak-Simkeşhane Mescidi.
Bâyezid Camii,
Behram Çavuş Camii,
Beşir Ağa Camii: Bak-Ağa Camii.
Bezzâz-ı Cedîd Camii,
Bezzâziye Mescidi,
Bodrum Camii Lâleli'de Lâleli Camii karşısındaki Merdivenli Sokak’ta bulunan ve Sadrazam Ahmed Mesih Paşanın La Mirelon adlı Bizans kilisesi (VII. Yüzyıl)nden çevirttiği cami.
Bodrum Mescidi,
Bodrumhan Mescidi,
Bostan Mescidi,
Bostancıbaşı Ali Ağa Camii,
Bostancılr Karhanesi Mescidi,
Bostanî Ali Camii,
Buhara Tekkesi Mescidi,
Burmah Mescid: Şehzâdebaşında Şehzade Camii yanında bulunan ve Mısır kadısı Emin Nurettin'in Mimar Sinan'a yaptırdığı minaresi burma şekilli olan küçük cami .
Bursa Mescidi,
Camcı Kara Ai Mescidi,
Cankurtaran Mescidi,
Cerrah İshak Camii:
Cevahir Bedesten Camii,
Cezerî Kasım Paşa Camii,
Çadırcı Ahmet Çelebi Camii,
Çadırcı Mescidi,
Çakırağa Camii,
Çakırağa Mescidi,
Çakmakçılar Camii,
Çamaşırcı Camii,
Çandarlı İbrahim Paşa Camii,
Çaşnıgir Mescidi,
Çatal Çeşme Mescidi,
Çatladıkapı Mescidi,
Çelebioğlu Alaaddin Mescidi,
Çıplak Mescidi,
Çifte Gelinler Camii,
Çobançavuş Camii,
Çorlulu Ali Paşa Camii: Bayezı'd’da Çarşıkapı'da Yeniçeriler caddesnde bulunan ve sadrazam Çorlulu Ali Paşanın yaptırdığı cami .
Çuhacılar Hanı Mescidi,
Çukur Çeşme Mescidi,
Daltaban Sinan Bey Camii,
Darphâne Mescidi,
Dârüssaâde Camii: Bak-Mercanağa Camii.
Darüşşifa Mescidi,
Dâye Hatun Mescidi, ,
Demirkapı Mescid,
Demirtaş Mescidi,
Deveoğlu Mescidi,
Deveoğlu Mescidi: Süleymaniye'de Siyavüş pa§a medresesi karşısında bulunan ve şeyh Hoca Hamza'nın yaptır-dıği mescit (XVI. Yüzyıl). Adım, mescidin yanında bulunan Deveoğlu çeşmesinden almıştır. Hoca Hamza Mescidi âı ile de tanınır.
Dibekli Eminbey Mescidi,
Dikilitaş Mescidi,
Divanî Ali Camii,
Dizdâriye Mescidi,
Dülbentçi Hüsameddin Mescidi,
Elvan Çelebi Camii,
Elvan Mescidi.
Emin Nureddin Camii,
Emin Sinan Mescidi,
Eminbey Mescidi,
Emir Mescidi,
Erdebil Tekkesi Mescidi,
Esir Kemal Camii,
Esir Pazarı Mescidi,
Esirci Kemaleddin Camii,
Esirci Mescidi,
Esma Sultan Namazgâhı.
Fatma Sultan Mescidi,
Fazıl Ahmet Paşa Mescidi,
Firuzağa Camii Sultanahmed'te Dîvanyolu'nun başında bulunan ve Başhzinedar Firuz Ağanın yaptırdığı küçük cami.
Fuad Paşa Camii: Sultanahmed’te Fuad Paşa Caddesi'nde bulunan ve Sadrazam Fuad Paşanın yaptırdığı küçük cami
Gedikpaşa Camii: Gedikpaşa’da Gedikpaşa Camii Sokak'ta bulunan ve Sadrazam Gedik Ahmed Paşanın yaptırdığı ca mi (XV. Yüzyıl).
Gümrük Önü Mescidi,
Gümüşhaneli Dergâhı Mescidi,
Güngörmez Mescidi,
Hacı Ahmet Camii,
Hacı Beşir Ağa Camii,
Hacı Davut Mescidi,
Hacı Küçük Camii,
Hacı Timurtaş Mescidi,
Hadım Haşan Paşa Mescidi,
Hakim Çelebi Tekkei Mescidi,
Halıcı Haşan Ağa Mescidi,
Harem Camii,
Haşan Paşa Mescidi,
Hatice Usta Camii,
Havuzlu Mescid,
Helvacıbaşı Mescidi,
Hızır Bey Camii,
Hidâyet Camii,
Hobyar Bey Camii: Eminönü’nde Büyük Postalıanenin arka bitişiğinde bulunan ve Hobyar Hoca nın yaptırdığı çinilerle süslü küçük cami .
Hobyar Mescidi,
Hoca Ferhad Mescidi.
Hoca Gıyaseddin Camii: Bak-Mehmed Paşa Camii.
Hoca Halil Attar Mescidi,
Hoca Hamza Mescidi,
Hoca Hayreddin Camii,
Hoca Kasım Günanî Camii.
Hoca Piri Camii,
Hacı Küçük Camii...
Hoca Rüstem Mescidi,
Hoca Teberrük Mescidi.
Hoca Üveys Mescidi,
Hocapaşa Camii,
Hoşkadem Camii,
Hoşkadem Camii. Şehzâdebaşında Belediye Sarayı arkasında bulunan küçük cami .
Hünkâr Camii,
İbrahim Paşa Camii: Kumkapı'da İbrahim paşa yokuşunda ulunan ve sadrazam Maktul İbrahim paşanın eşi Muhsine Hatunun yaptırdığı küçük cami. Muhsine Hatun Camii adı ile de tanınır.
İç Bedesten Camii,
İğciler Mescidi,
İmam Ali Mescidi,
İmam Hanı Mescidi: Bâyezid'de Ka-palıçarşı'nın imam Hanı yanında bul-nan ve Ahi Derviş Babanın yaptırdığı mescit (XVI. yüzyıl). Camili Han adı ile de tanınır.
İshak Paşa Camii: Sultanahmed’de Ayasofya ile Ahırka-pı arasında bulunan ve Sadrazam îshak paşanın yaptırdığı küçük cami (XV. yüzyıl).
İskender Ağa Mescidi: Sultanamed'de Şehit Mehmed paşa yokuşunda bulu
nan ve Helvacıbaşı İskender Ağanın yaptırdığı küçük cami . Helvacıbaşı mescidi adı ile de tanınır.
Kabasakal Camii: Sultanahmed’de bulunan ve Müteferrikabaşı Sinan Ağanın yaptırdığı küçük cami (XVII. yüzyıl). Şim-diyerinde yoktur.
Kadı Hüsameddin Camii: Şehzadebaşında bulunan ve Kadı Hüsamettin'in yaptırdığı küçük cami (XVI. yüzyıl).
Kadınlar Camii,
Kağnı Mescidi Sultanahmed’de Tavukhane Sokağı nda bulunan ve Fatih Mehmed’in Kağnıcı asısının yaptırdığı mescid. GüngÖrmez mescidi adı ile de tanınır.
Kalenderhane Camii: Şehzâdebaşında Bozdoğan su kemeri bitişiğinde bulunan ve Fatih Mehmed’in Bizans kilisesinden (IX. yüzyıl) çeşirttiği friz süslemeli cami.
Kaliçeci Haşan Ağa Camii: Bâyezid'de Çarşıkapı'da bulunan ve Haşan Ağanın yaptırdığı mescid.
Kangılı Mescid,
Kanlı Fırın Mescidi: Bak-Ahi Çelebi camii.
Kantarcılar Camii,
Kaptan İbrahim Paşa Camii Bâyezid'de eski Üniversite kütüphanesi yanında bulunan ve Kaptamderya Hacı İbrahim Paşanın yaptırdığı küçük cami .
Kaptanpaşa Camii,
Kapu Ağası CamiiKara Mustafa Paşa Camii: Bak-Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii.
Kara Mustafa Paşa Dârü'l-Hadisi Camii,
Kara Mustafa Paşa Mescidi,
Kara Süleyman Mescidi: Süleymaniye'de Bozdoğan su kemeri yakınında bulunan ve Süleyman Subaşı'nın yaptırdığı mes
cit. ‘Süleyan Subaşı’ veya ’Kirazlı mescit’ adlarıyla da tanınır.
Karaağalar Mescidi.
Karaki Hüseyin Çelebi Camii,
Karcı Süleyman Mescidi,
Katırcı Hanı Mescidi,
Kâtip Kasım Camii,
Kâtip Sinan Camii,
Kâtip Şemsettin Kasım Mescidi: Süleymaniye'de Aya Kapı yakınında ulunan ve Sırkâtibi Şemsettin Kasım'ın yaptırdığı mescid. ‘Cankurtaran Mescidi' adı ile de tanınırdı. Yıkılmıştır.
Kazancı Camii,
Kazgancı Camii: Kumkapı’da bulunan ve Cerrah İshak’ın yaptırdığı küçük cami. Camiyi onartan Kazgan-cı Kulu Yusuf'un adı ile tamir. Cerrah ishak' ve ‘Nakil Benf az kullanılan diğer adlarıdır.
Kemal Paşa Camii,
Kemankeş Mustafa Paşa Mescidi,
Kepekçi Sinan Mescidi: Kantarcılarda bulunan ve Hoca Sinan'ın yaptırdığı mescid.
Kepenekçi İshak Mescidi.
Kepenekçi Sinan Camii,
KızıltaşMescidi,
Kileci Mescidi: Eminönü'nde Alemdar Caddesinde bulunan
, • m ı t Ve K,lecı (01ÇekÇi) Hüseyin Ağanın yaptırdığı mescid Ka-
rûkı Mescidi adı ile de tanınır. puıuıgı mescıa. na
Kilise Camii,
Kilise Camii: Eminönü'nde Unkapanı ile Vefa aracındae
n k - n bUİUnan ve ŞeyhüHsfâm Molla Gürmnin Bizans kilisesinden (XI
yüzyıl) çevirttiği camı. Molla Guranî Camii’ adı ile de tanınır.
Kirazlı Mescid,
Kireç İskelesi Mescidi,
Kitaphane Mescidi,
Koğacılar Mescidi.
Köprülü Camii: Eminönü'nde, Divan-yolunda, Çemberlitaş. karşısında bulunan ve Sadrazam Köprülü Mehmed Paşanın medrese olarak yaptırdığı cami.
Kumkapı Camii,
Kuyumcu Mescidi.
Küçük Ayasofya Camii: Sultanah med'te Küçükayasofya caddesi sonunda bulunan ve Babüssaâde Ağası Hadım Hüseyin Ağanın Bizans kilisesinden çevirttiği cami.
Kürkçüler Hanı Mescidi,
Lala Hayreddin Camii,
Lala Hüseyin Paşa Mescidi,
Lâleli Camii: Aksaray’da Ordu Caddesinde bulunan ve III.Mustafa'nın mimar Mehmed Tahir'e yaptırdığı Barok üslûbunda olan büyük cami. Lâle Babanın adı ile tanınır.
Langa Yenikapı Mescidi,
Mahmud Paşa Camii: Mahmudpa-şa'da Nuruosmaniye Camii yakınında bulunan ve Sadrazam Mahmud Paşanın, Mimar Atik Sinan'a yaptırdığı İstanbul'un ilk camii.
Makasçılar Mescidi: Bâyezid'de Çarşı-kapı’da bulunan ve tüccar Hoca Pi-rînin yaptırdığı mescid (XVII. yüzyıl). ‘Hoca Pirî Mescidi’ adı ile de tanınır.
Malkoç Süleyman Ağa Camii,
Marputçular Camii,
Mecidiye Camii,
Medrese Mescidi,
Mehmed Ağa Mescidi: Sultanah-med’te Yerebatan Caddesinde bulunan ve Satırbagı Mehmed Ağanın yaptırdığı Mescid (XV. yzyıl). Üskübi-ye veya Yerebatan Mescidi adlarıyla da tanınır.
Mehmed Paşa Camii: Süîeymani-ye’de Mehmed Paşa Yokuşunda bulunan ve Hoca Gıyasettin Mehmed'in yaptırdığı küçük cami (XVI. yüzyıl). Paşa Çelebi veya Hoca Gıyased-din camii adlarıyla da tanınır.
Meterhane Mescidi,
Mercan Ağa Camii: Bâyezid'de Mercan Çarşısı’nda bulunan ve Da-rüssaâde Ağası Mercan Ağanın onarttığı küçük cami. Darüsaâde Camii' adı ile de tanınır.
Mercimek Mescidi,
Merdivenli Cami: Bâyezid'de Kapalı Çarşı’da Yorgancılar çarşısında bulnan ve camiye merdivenle çıkılan küçük cami. Çakırağa veya Hacı Evliya camii adlarıyla da tanınır.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa
Mimar Hayreddin Camii...
Camii: Bâyezid'de Çarşıkapı'da Yeni
çeriler caddesinde bulunan ve Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın başlattığı ve oğlu Ali Paşanın tamamlattığı küçük cami.
Mesih Pam Camii Bak - Mehmed Mesih Paşa Camii. Mesih Paşa Mahallesi ; Aksaray'da Ordu, Lâleli, Hayriye Tüccan ve Mustafa Kemal caddeleri arasında uzanan mahalle.
Mimar Ağa Mescidi,
Mimar H m Mi: Cami Eminönü’ne Yeniçeriler Caddesi’nde bulunan küçük cami.
Mimar Kemaloğlu Mehmet Mescidi,
Mimar Mehmet Ağa Camii,
Mimaraaa Mı -udi Vefada Kâtip Çelebi caddesinde bulunan ve Ruznameci Zeyni Mehmed'in yaptırdığı mescid. Sinek-li’ veya ‘Nabi Çelebi Mescidi' adlarıyla da anınır.
MMla 1 . ■■ Camii Eminönünde Bâb-ı âli ile Divanyolu arasında Molla Fenarî Sokak ta bulunan küçük cami.
Molla Fenan Mescidi,
Molla Güranî Camii,
Molla Hüsrev Camii: Vefa’da Vefa Lisesi karşısında bulunan küçük cami.
Molla Kestel Camii,
MollaŞemseddin Camii,
Muhasebeci Camii,
Muhsine Hatun Camii,
Musalla Mescidi,
Mürekkebciler Mescidi,
Nahilbent (Nakilbent) Camii,
Naili Mescid,
Nalbant Camii,
Naili Mesçid Eminönünde Bâb-ı âlide Vilâyet binası yanında bulunan ve İmam Ali’nin yaptırığı mescid (XV. yüzyıl). Minarenin tabanınnda bulunan nal resimlerinden adım almıştır, ‘Bâb-ı âli Mescidi' adlarıyla da tanınır.
Nerdübanlı Mescid,
Nevfidan Camii,
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Camii,
Nevşehirli İbrahim Paşa Camii Şehzadebaşı'nda Şehzade Camii yanında bulunan ve Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşanın yaptırdığı küçük cami.
Nişancı Mehmed Paşa Camii Kumkapı'da Kadırga'da bulunan ve Sadrazam Karamanî Mehmed Paşanın nişancı iken yaptırdığı küçük cami .
Nuru Osmaniye Camii : Emnönü'nde Nuru Osmaniye'de Kapalı Çarşı yanında bulunan ve Sultan Mahmud'un başlattığı Üçüncü Osman'ın tamamlattığı Barok üslûbundaki büyük cami.
Odun Kapı mescidi Eminönü’nde Zindankapı’da bulunan ve Bakkal Hacı Salih’in yaptırdığı mescid. Birinci Mahmud'u eşi Nevfidan Kadın'ın onartması yüzünden ‘Nevfidan’ veya ‘Çürük Elma Mescidi’ adlarıyla da tanınır.
Onsekiz Sekbanlar Camii,
Örücüler Camii,
Özbekier Tekkes: Mescidi: Eminönü’nde, Kadırga'da, Sokullu Sokağı’nda bulunan ve Defterdar İsmail'in yaptırdığı mescid. Buhara Tekkesi Mescidi’ adı ile de tanınır.
Papazoğlu Mescidi.
Papazoğlu Medresesi Mescidi,
Peykhâne Mescidi,
Revani Çelebi Mescidi,
Rüstem Paşa Camii: Eminönü’nde Tahtakale’de bulunan ve Sadrazam Rüstem Paganın Mimar Sinan'a yaptırdığı çinile-le süslü büyük cami .
Saatçi Yokuşu Camii,
Saffeti Paşa Tekkesi Mescidi,
Sağrıcılar Camii,
Sahaf Muslihiddin Camii : Bak - Sakızağacı Camii.
Saka Çeşmesi Camii,
Salkım Söğüt Camii,
Salkım Söğüt Tekkesi Mescidi,
Saman Veren-i Evvel Mescidi.
Samn Veren-i Sâni Camii,
Saraç İshak Camii,
Saray-ı Cedid Camii,
Sarayiçi Camii,
Sarı Bâyezid Mescidi,
San Timurci Mescidi,
Sarraf İskender Mescidi,
Sedefçiler Camii,
Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi: Şehzadebaşı’nda Atatürk Bulvarımda bulunan mescid.
Sekbanbaşı Yakup Ağa Camii,
Selvili Mescid Eminönü'nde Bâb-ı âli Caddesi arkasında, Selvili Sokak’ta bulunan mescid. Yıkılarak yerine Evrim Matbaası binası yapılmıştır.
Selvili Mescid Bak - Servi Mescidi.
Seyyid Haşan Mescidi, Simkeşhane Mescidi Bâyezid'de Simkeşhane arkasında bulunan ve Sultan Ahmed'in eşi Ümmetullah Sultan'ın yaptırdığı mescid. ‘Başkadın Ümmetullah’ veya ‘Valide Sultan Mescidi’ adlarıyla da tanınırdı, yılında yıktırılmıştır.
Sinan Ağa Mescidi.
Sinan Paşa Mescidi
Sofa camii; Eminönü'nde Topkapı Sarayı’nın son bahçesinde bulunan ve Abdülmecid'in yaptırdığı çok küçük cami .
Softa Hatip Camii,
Sofular Camii,
Soğanağa Camii,
Soğancılar Mescidi,
Sokullu Mehmed Paşa camii : Sulta-nahmed ile Kadırga arasında bulunan ve Sadrazam Sokullu Mehmed Paşanın Mimar Sinan'a yaptırdığı çinilerle süslü büyük cami, ‘Şehid Mehmed Paşa camii’ adı ile de tanınır.
Solakbaşı Camii,
Sultan 111. Mustafa Camii,
Sultanahmet Camii: Sultanahmed'te Sultanahmed Meydanı nda bulunan ve Birinci Ahmed'in Mimar Sedefçi Mehmed Ağaya yaptırdığı çinilerle süslü ve çok büyük cami . Yabancılar ‘Mavi Cami' adı ile tanırlar.
Sururî Dâye Hatun Camii,
Süleyman Subaşı Mescidi,
Süleymaniye Cam: i Süleymaniye'de İstanbul Üniversitesi arkasında bulunan ve Kanunî Sultan Süleyman'ın yaptırdığı çinilerle süslü çok büyük cami, Mimar Sinan'ın kalfalık eseridir.
Şadırvan Mescidi,
Şebsefa Hatun Camii,
Şehsuvar Bey Camii,
Şehzade Cami:: Şehzade başında Belediye karşısında bulunan ve Kanunî Süleyman'ın, oğlu Şehzade Mehmed için yaptırdığı çiçek ve nakışlarla süslü büyük cami. Mimar Sinan’ın çıraklık eseridir.
Şekerci Mescidi.
Şeref Ağa Mescidi,
Şeyh Davud Mescidi,
Şeyh Ferhat Mescidi,
Şeyh Mehmet Geylanî Mescidi,
Şeyh Vefa Camii,
Tahta Minare Mescidi,
Tahtakale Mesidi,
Tarakçılar Daye Hatun Camii.
Tatlıkuyu Camii,
Tavası Süleyman Ağa Camii,
Tekke Mescidi,
Tekneciler Mescidi.
Terlikçiler Mescidi.
Terziler Karhanesi Mescidi,
Tıbbiye Camii,
Timurtaş Mescidi,
Tulumbacılar Ocağı Mescidi,
Unkapanı Cami.
Uzun Suca Mescidi.
Üç Mihraplı Cami,
Üçler Namazgahı Mescidi, Üskübî İbrahim Ağa Camii
(Yerebatan Camii)
Üskübiye Camii,
Valde Sultan Camii: Bak- Yenicami.
Vâlide Hanı Mescidi,
Valide Sultan mescidi: Bak - Sim-keşhane mescidi.
Vâlide Sultan mescidi: Bak - Si-keşhane mescidi.
Vefa Camii,
Vezir Camii,
Vezirhanı Mescidi,
Vilâyet Camii.
Voynuk Şucauddin Mescidi,
Yahni Kapanı Camii,
Yahya Efendi Camii,
Yahya Güzel Mescidi,
Yaup Ağa Mescidi,
Yavaşça Şahin Camii,
Yavuz Ersinan Camii,
Yavuz Sultan Selim Mescidi,
Yazma Kapısı Mescidi,
Yedekçiler Mescidi,
Yemişçiler Camii,
Yeni Han Mescidi,
Yeni Mahalle Camii,
yaptırdığı çinilerle süslü büyük cami. Valde Sultan camii adı ile de tanınır.
Yeşil Kiremitli Mescid,
Yeşildirek Camii,
Yoğurtçular Karhanesi Mescidi.
Yumurtacılar Mescidi,
Yusuf Efendi Camii.
Yenburcubaşı Mescidi,
Zeynep Sultan camii: Eminönünde Gülhane Parkı kapısı karşısında bulunan ve Üçüncü Ahmed’in Kızı Zeynep Sultan’ın mimar Mehmed Tabire yaptırdığı cami .
Zülüflü Baltacılar Mescidi.
Yenicami: Eminönünde Galata Köprüsü karşısında bulunan ve IV. Mehmed'in annesi Turhan Sultan'ın
Eminönü'nde Ortadan Kalkan Tarihi Eserler...
NEVŞEHİRLİ İBRAHİM PAŞA MEKTEBİ VE SEBİLİ
[ / / arihimizde merhum Ahmed Refik Altınay (1880-1937)'ın gü-
g ze' ^r buluşu ile Lâle Devri olarak adlandırılan III.Ahmed g t (1704-1730) devrinin Sadrâzamı Damad Nevşehirli İbrahim Pa-
) W şanın Anadolu'nun başta Nevşehir olmak üzere çeşitli yerlerde kurdurduğu hayır eserlerinden başka İstanbul'da da pek çok vakıf bıraktığı bilinir. Bunların başında gelen Şehzadebaşı'ndaki cami, medrese, çeşme, sebil ve çarşıdan meydana gelmiş manzumenin dışında, şehrin içinde ve Anadolu yakasında pek çok çeşmesi (yalnız Üsküdar'da yedi tane) ile şehrin içinde eski Acımusluk şimdiki Cemâl Nâdir Sokağı'nda bir mektebi ile medresesi ve hamamı, nihayet Aşir Efendi caddesi üstünde de bir sıb-yan mektebi ile sebili vardı. Bu yazımızda işte son yıllarda bütün izleri ortadan kaldırılan bu sonuncu eserden yani sıbyan mektebi ile sebilden bahsetmek istiyoruz. Bu küçük eser, Büyük Postahanenin arkasından geçerek Sultanhamamı'nı Ankara Caddesine bağlayan Aşir Efendi Sokağı kenarında ve eski Duyun-u Umumiye, şimdiki İstanbul Lisesi tarafından yokuş halinde Postahaneye doğru inen Hoca Kasım Köprü Sokağı köşesinde bulunuyordu. Bugün aynı arsa üzerinde modern bir işhanı bulunmakta olup, içinde İller Bankası Bölge Müdürlüğü çalışmakta, evvelce tam sebil ve mektebin olduğu yerde ise alt kattaki Akbank Şubesi yer almaktadır.
Nevşehirli İbrahim Paşanın vakfiyelerinde ve kaynaklardaki bilgiler onun bu sıbyan mektebi ve sebili yaptırmış olduğunu bildirir. Ayrıca mektebin, yandaki yokuşlu sokağa açılan kapısı üstündeki manzum kitabede de bu husus açık olarak ortaya konulmuştur.
Hazret-i Hân Ahmed'in dâmâd u sadr-ı a'zamı
Âsaf-ı zîşânı İbrahim Paşa-yı celîl
Mazhar-ı tevfîk destûr-ı mekârim-pîşe kim
Eylemiş tedbirine takdirini Bâri delil
Eyleyüp ta'mîr lutfiyle gönüller
Kâbesin kıldı hükm-i ismini icra o hem-nâm-ı Halil
İlme rağbet gösterüp bu mekteb-i ferhundeyi
Kıldı ihlâsiyle ihya bî nazır ü bî adil
Defter-i hayratına yazdı kirâmen kâtibin
Mekteb-i zîbâ-yı İbrahim Paşa-yı celîl
1138 (1725/26)
Bu kitabeden öğrenildiğine göre, mekteb ve dolayısiyle altındaki sebil, H. 1138 (1725/26)'de Sadrâzam İbrahim Pşa tarafından, büyük ihtimal ile aynı yerdeki daha eski bir mektebin arsası üzerinde, »ihya» gayesiyle yeniden yaptırılmıştır. Ayrıca Hadika da Hocapaşa semtinde Acımusluk mescidinden bahsederken, yakınında III.Ah-med'in Sadrâzam İbrahim Paşanın bir medresesi, hamamı, bir muallimhanesi (sıbyan mektebi) ile sebili olduğunu da yazmaktadır. Eski Eserleri Koruma Encümeninin İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğünün 24 Şubat 1944 tarih ve 35204/234 sayılı yazısı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden sorulması üzerine Vakıfların 10 Nisan 1944 tarih ve 658 sayı ile verdiği cevapta, «Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ve karısı Fatma Sultan Vakıfları’na ait 38 no.lu Hazine Defterinin 21. sahifesinde kayıtlı Hoca Paşa nezdinde vakfı muallimhane ve sebilhanenin» kadros sureti bulunmaktadır. Bu yazıda 29 Şevval 1182 (1769); 14 Rebiülâhır 1195 (=1781), 29 Rebiülâhır 1205 (1790), 21 Şaban 1212 (1797), 17 Cemaziyülahir 1227 (1812), 10 Şaban 1228 (= 1813) tarihlerinde mektep ve sebil personelinin adlan ve kendilerine verilecek ücretler bildirilmektedir. Bu mektebin hangi tarihlere kadar kullanıldığını bilmiyoruz. 1875'e doğru yapılan İstanbul plânında mektep ve sebil, yukarı tarafındaki avlusu ile işaretlenmiştir. Necip Bey'in İstanbul haritasında da bu eser bir arsanın köşesinde belirtilmiştir. Pervititch haritasında ne biçimde işaretlendiği ise öğrenilememiştir. 1933’de yayınlanan İstanbul Belediyesinin şehir plânında hiç bir şekilde gösterilmemiştir. Ancak Cumhuriyet devrinde, bütün benzerleri gibi Vakılar Genel Müdürlüğü nün 7 Nisan 1341 (1925) tarih ve 605 sayılı Bütçe Kanunu ile Vakıflardan Özel İdare (İdare-i Hususiye)'ye devredildiği sanılır ise de, aşağıda üzerinde durulacak olan, İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni nin 1945 tarihli raporuna, bu eski eserin Vakıflar idaresinin elinde kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Ali Saim Ülgen (1914-1963), 1933’de yayınladığı küçük kitabında. Nevşehirli İbrahim Paşa mektebinin «kapısı üstünde de kitabesi vardır» demek suretiyle anlatmakta daha fazla bir açıklama yapmamaktadır. Herhalde Büyük Postahâne yapıldığı sıralarda arka tarafındaki Aşir Efendi caddesi de düzeltilirken, bu caddeye taşan, sebil de Belediye tarafından yıktırılarak, yalnız temeli ve alt kısmı kalmıştı. Nitekim İzzet Kumbaracıların 1938'de basılan kitabında, sebilin bu yıkık hâli ile bir fotoğrafını bulmak kabildir. Sebilin mermer parçaları, ileride yeniden monte edilmek üzere başlangıçta korunmuş, bunlar İstanbul Arkeoloji Müzesi ne götürülerek, eskiden müdüriyetin bulunduğu bölümün, Topkapı Sarayı na bakan duvarı dibindeki hendeğin içine bırakılmış ve burada unutulmuştur. Bu parçaları 1950’lerde burada kısmen toprağa gömülmüş, dağılmış, otlarla kaplı olarak bulmuştuk. Müze ilgilileri bu parçaların nereden geldiği ve nereye ait olduğunu bilmediklerinden ve parçaların müzenin ilgilendiği çağlara ait olmadığını da göz önünde tutarak, kaybolmalarına önem vermemişlerdi. Bu arada muhtemeldir ki, sütun başlığı gibi işlenmiş parçalar Topkapı Sarayı Müzesi ne devredilmiştir. Son yıllarda yeniden aradığımızda sebilin parçalarından önemli bir şey bulamadık. Halbuki 1950'lerde sütunlar, eteğin bazı levhaları ile sebilin tablasının parçaları henüz duruyordu.
Bir günlük gazetede. 1938 de İbrahim Hakkı Konyalı tarafından yayınlanan bir makalede İbrahim Paşa Mektebi nin perişan durumuna işaret olunuyordu : «... şu baykuş yuvası, işte tarihe ad veren bir çok büyüklerin yetiştiği İbrahim Paşa Mektebi’dir. Kubbesinin üstü meyvasız ağaçlar fidanlığına dönmüş, sarmaşıklar ahtapot gibi pençelerini nârin kubbenin ciğerlerine kadar işletmiş. Altında vahşi hayvan inini andıran şu kahvehanemsi yer, bakımsızlıktan beş on sene evvel üstünde Nedim'in güftesini taşıyan kitabesi yıkılarak paramparça olan sebil ve çeşmenin su deposudur. Ondan sonra da belediyenin kör kazması -yol açmak bahanesi ile- bu pırlanta eserleri yok et-
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa
miştir. Evkaf idaresi mektebin ittisalindeki arsaları paraya çevirdiği halde, bu tarihî kıymeti çok yüksek dede yadigârını tamir etmek şöyle dursun, kiraya vermek lüzumunu bile hissetmemiştir. Komşular, mektebin duvarlarını delmişler, içerisini hurda eşya anbarı yapmışlar...», ¡.Hakkı Konyalı, yazısının sonunda yapının mimarî düzenine dâir de biraz bilgi verir : «Mektep sonradan sofa haline konan üç sütunlu bir revak, bir mahzen ve bir de dört yapılı, kubbenin örttüğü salondan müteşekkildir. Salonun kapı tarafında tahtadan bir de şirvan vardır. Altlı üstlü yirmi pencere bu salona bol ışık dökmektedir. Kapısının üstünde Nedim'in divanında geçen on mısraından, mektebin 1138 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır.»
Şimdi artık mevcut olmayan İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni 1945 yılında bu eser üzerinde durmuş ve 723 sıra numarası ile 19 Ağustos 1945'de bir dosya açarak, bu eserin durumu hakkında bir rapor hazırlat
mıştır. Buna da lüzum gösteren husus, Belediyenin bu eseri yıktırıp ortadan kaldırmak istemesi ve bunun için ısrarla Vakıflar idaresine başvurmasıdır. Encümen başlangıçda bu isteğe karşı çıkmış, fakat yıkılma tehlikesi (mail-i inhidam)'mın varlığı ileri sürülerek Eminönü Kaymakamlığı, Belediye ve Vakıfların yaptıkları bir müracaat üzerine, Encümen 25 Haziran 1943’deki toplantısında aldığı 131 sayılı kararla, «Vaktiyle tevsii sırasında önündeki sebilin yıkılması suretiyle temelleri de kısmen açılmış olduğundan, halen yıkılmağa mahkûm ve tehlikeli bir durumda bulunduğu görülmüş olduğundan (çar ve naçar) yıkılmasına mani olunamayacağından, hedmi hususunun Bakanlık yüksek makamına arzı «uygun görülmüş ise de, alınan cevapta muhafazası emr olunduğundan, bu karar ilgili makamlara iletilmiştir.
Böylece İbrahim Paşa Mektebi'nin, Eski Eserleri Koruma Encümeninin yıktırılması hususunda olumlu kararına rağmen yıktırılması Millî Eğitim Ba-
Külliyesi...
kanhğinca önlenmiş oluyordu. Fakat Vakıflar ve Belediyenin bu kesin tavra rağmen mektebin yıktırılmasında direndikleri, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu'nun 1945'de idare heyeti (yönetim kurulu) tutanağından anlaşılmaktadır. Aynı yılın bir ay sonraki tutanağında ise, 15 Şubat 1945'de Ankara'da Millî Eğitim Bakanlığında yapılan on günlük bir toplantıda, İstanbul'da kurtarılması gerekli eserler arasında «Yenipostahane arkasında İbrahim Paşa Mektebine ilk sırada yer verildiği dikkati çekmektedir. Fakat pek az sonra Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1946 da yayınlanan kurtarılması gereken eski eserlerin adlarını gösteren listelerde bu mektebe yer verilmemiştir.
Daha 1943’lerde yıkılma tehlikesi olduğu gerekçesi ile ortadan kaldırılması istenen bu tarihî eser, en ufak bir tamir görmeksizin daha yıllarca 1968 yılına kadar kısmen ayakta durabilmiştir. Bu tarihlerde Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu mektebin arkasında bir işhanı yaptırmak düşüncesiyle bir proje hazırlatmış ve işi ihaleye de çıkararak, mektebin harabesini yıktırmağa girişmiştir. 18 Aralık 1968'de Arkeoloji Müzesi asistanlarından E.Ataçeri’nin Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Kuruluna ihbarı üzerine, aynı gün Belediyeye yazılan bir tezkere (sayı 732/1639) ile yıkımın durdurulması istenmiş ve 15 Ocak 1969 da Belediyenin verdiği cevapta (sayı 10 00 37-9925), Vakıfların burada bir han yapmak istediği ve çalışmaların durdurulduğu haber verilmiştir. Fakat Vakıflar, Yapı İşleri Şefliği 27 Ocak 1969 tarih ve 36 sayılı yazısı ile,... işhanı arsasındaki eski tonoz kalıntısının yıktırılacağı ve zaten işin de ihale edildiğini bildirmiştir. Ancak 4 Şubat 1969’da Vakflar Genel Müdürlüğü, Âbide ve Yapı İşleri Dairesi (sayı 34 II Ao/312),... işhanı arsasında bulunan tonozlu yapı kalıntılarının muhafazası gerekli eski eserlerden olup olmadıklarını sormuştur. Anıtlar Yüksek Kurulunda bu dosyaya ilâve ettiğimiz bir notta bu kalıntının Damat İbrahim Paşa mektebi ve sebiline ait olduğu ve muhakkak korunması gerektiği, parselde bina yapılabilirse de, sebil kalıntısının yeni binanın köşesinde restore edilerek muhafazasının, hatta ihyasının mümkün olduğu yazılmıştır. Kurul, 83 toplantısı (8 Şubat 1969) aldığı karar ile (sayı 4428) sebilin restore edilmesi şartı ile, Belediye İmar nizamlarının kabul ettiği yükseklikte bir bina yapımına izin vermiştir. Fakat İstanbul Vakıflar Yapı İşleri Şefliği bu karardan hoş-nud olmamış ve 4 Şubat 1969’da yazdığı raporda hâlâ ısrarla ...harap tonoz bakiyesi...» dediği kalıntıların restore edilmesine imkân olmadığı ve bunun «... Esasen Venedik kararlarına da aykırı bulunduğunu...» bildirmiştir. Bu rapora karşılık olarak 15 Mart 1969’da Anıtlar Yüksek Kuruluna takdim ettiğimiz ikinci yazımızda önceki düşüncemizde direnmiş ve sebilin yaşatılmasını teklif etmiştik. Kurul da 185 toplantısında 12 Nisan 1969’da aldığı kararla (sayı 4543) sebilin yapılması şartı ile inşaat iznini vermiştir. Aradan ikibuçuk yıl geçtikten sonra, Vakıflar 8 Ekim 1971 tarih ve 3261 sayılı yazısı ile, inşaatın bittiğini, çeşme(!)nin yerinin duvar olarak bırakıldığını, sebilin projesi yapılarak tamamlanacağını ancak «... bu geçen zaman içinde binanın kullanılması ve Vakıfların gelirinden mahrum kalmaması için, iskân ruhsatı verilmesi hususunda (çünkü Belediye şart yerine getirilmediği için ruhsat vermemiştir) Belediyeye yazılmasını...» rica etmektedir. Kurul Başkanlığının bu isteği olumlu cevaplaması üzerine de Sadrâzam Nevşehirli İbrahim Paşa Mektebi ve Sebili’nin herhangi bir hatırasının yaşatılması artık bir hayal olmuştur. Böylece bir tarih âbidesinin hiç değilse bir parçasının Venedik tüzüğüne aykırı düşeceği gerekçesi ile yeniden yapılması önlenmiştir. Bugün Sadrâzam Nevşehirli İbrahim Paşa Mekteb ve Sebilinin en ufak bir izi kalmamış, kitabesinin de ne olduğu öğrenilememiştir. Nitekim İstanbul Sıbyan Mektepleri hakkında İstanbul Teknik Üniversitesinde bir doktora tezi yapan Özgönül Aksoy 1968’de yayınlanan bu çalışmasında, bu eseri bulunamayanlar arasında işaret ederek «Babıâliden Sultan Hamamına doğru giderken Nafia Dairesinin karşısında» olduğunu ve sadece zemin kata ait bir kaç duvar ve taş parçası kaldığını kitabesinin de olmadığını yazmıştır.
Sıbyan mektebinin köşesinde bulunan sebil, bodrum katının burada bir pah biçiminde kesilmesi suretiyle elde edilen kemerli bir yüzün dış tarafına eklenmişti. Sebilin bir yarım daire biçiminde olduğu ve ölçüleri gerek 1970’e kadar duran arka duvr kemerinden, gerek yaya kaldırımı üstündeki temel izlerinden anlaşılıyordu. Böylece sıbyan mektebi altında bir sebilin bulunması ile, Osmanlı devri Türk Sanatı nın bir geleneği, mektebin bir sebil veya çeşme ile birleştirilmesi prensibi burada bir defa daha tekrarlanmış oluyordu.
KIZLAR AĞASI HAMAMI
Bugün hiç bir izi kalmayan Kızlar Ağası Abbas Ağa hamamı, Lâleli’de Aksaray’a inen Ordu Caddesi’nin sol tarafında, Bodrum veya Mesih Paşa Camii olan eski Bizans Kilisesi ile Aksaray Caddesi arasındaki yapı adası üzerinde bulunuyordu. Şehir plânında burada işaretlenen Kızlarağası Sokağı adı, bu hamamın bir hatırası olmak üzere konulmuş olmalıdır.
Kızlar Ağası hamamı, evvelce kapısı üsünde iken eserin tahribi üzerine söküldüğünden 1916-17'de H.Glück tarafından yerde yıkıntıların arasında görülerek bulunan, Asım Bey ile P. Wittek’in yardımlariyla okunan kitabesi sayesinde ne vakit ve kim tarafından yaptırıldığı bilinen bir yapı idi. Elimizde o vakit alınan bir kopyası bulunan bu kitabe şu surette idi :
Mefhar-i Dârüs's-a'âde hazret-i Abbas Ağa Ya'ni ol kân-i ata ve menba-ı cûd ü sehâ Tab'-ı safı mâyil-i hayr-ı cemîl olup yine Eyledi bu dil-küşâ hamâm-ı zîbâyı bina Anı hıfz eyleye ûda âlâyiş-i ekdârdan Pak ü tathîr eyleye zât-ı şerifin dâima Geldi bir kâmil dil ânın söyledi târihini Bî-bedel germâbe-i pür- âb u tâb u can fezâ
Sene 1080 (1669/70)
Bir hamam soğukluğu...
Bugün aslının bir yerde korunup korunmadığını bilemediğimiz ve dolayısiyle kontrolünü yapamadığımız bu kitabe metni hiç değilse Kızlar Ağası hamamı denilen bu eserin 1669/70 tarihinde Kızlar Ağası Abbas Ağa tarafından inşa ettirilmiş olduğunu bize bildirmektedir. Valide Hatice Turhan Sultanin Başağası olan Abbas Ağa, Muslih Ağa'nm ölümü üzerine 26 şevval H.1078 (nisan 1668)'de Dâr’üssaâde Ağası tayin olunmuş, 9 rebiyülevvel 1082 (temmuz 1671)'de azl edilmesi üzerine tekaüd olarak Mısır'a gitmiştir. Orada ölen Abbas Ağa, İmam Şafi türbesi yakınında gömülmüştür. Dört yıl Kızlar ağalığı makamını işgal eden bu Harem ağasının İstanbul'da pek çok eser yaptırttığı ve hayır yapıları vakf ettiği bilinir. Kendi adına esas hayratı olan camiini, Beşiktaş'da hâlâ onun adı ile anıla gelen semtte H.1078 (1665/66) 'da yaptırtmıştır. Camiza-manla harap olmuş ve H.1250 (1834/35) 'de Sultan II.Mahmud tarafından ihya olunmuştur. Aksaray'dan Topkapı’ya uzanan cadde üzerinde bulunan ve XV.yüzyılda Selçuk Hatun adına yapılan mescidi de yeniden yaptırtmış ve evkafını da Ayasofya vakfına bğlatmıştır, hattâ bu ibadet yeri onun adı ile anılmıştır. Abbas Ağanın bu ikinci hayratı 1957'de Aksaray - Topkapı caddesi yeniden dü-
zenlenirken yıkılıp ortadan kaldırılmıştır. Abbas Ağanın ayrıca ondört kadar çeşme yaptırttığı da bilinir. Bunlardan bir tanesi Beşiktaş'daki camii yanında, iki tanesi Üsküdar'da idi. Bu sonunculardan (H.1080 (1669/70) tarihli biri Ahmediyede, diğeri Karacaahmet te Arakiyeci Cafer Çelebi camii karşısında bulunmaktadır. Diğer çeşmelerini tesbit etmek mümkün olmaaktadır. Sadece Cağaloğlu’nda H.1297 (1879/80)'da yenilenmiş olan Çatalçeşme'nin de bir Abbas Ağa hayratı olduğu bilinmektedir. Belki de Abbas Ağa nın bu ondört çeşmesinin bazıları kitabesizdi. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi ikinci avlusunda revaklar alında düzenlenmiş olan kitabe koleksiyonu içinde aynı Abbas Ağa nın H. 1082 (1671/72) tarihli bir çeşmesinin kitabesi bulunmaktadır. Bu kitabenin hangi ve neredeki çeşmenin olduğu bilinmemektedir. Bunlardan başka aynı Abbas Ağanın Sirkecide Salkımsöüt'de Nevbethâne yakınında bir sıbyan mektebi ile sebilinin de varlığı tesbit olunmaktadır. Sirkeci de Dervişler sokağında olan bu mekteb ve sebil bir yangında yanmış, az sonra da ortadan kaldırılarak yerine evler yapılmıştır. Abbas Ağa hayır eselerine gelir sağlamak üzere üç de hamam inşa ettirmişti. Bunlardan Küçük Kızlar Ağası hamamı denileni Sirkeci'de Dervişler sokağı ile Kargılı sokağı köşesinde ve yukarıda bahsi geçen mektep ile sebilin yakınında idi. Bir tek hamam olan bu eser şehrin toporafya şartlarına uydurulduğundan intizamsız bir plâna göre yapılmış ve çeşitli sebeblerle esas mimari biçimi değişmiş bir yapıdır. Abbas Ağanın yapıları arasında hiç şüphesiz en büyük ve iddialı bir abidevi karaktere sahip olanı Koska'daki hamamı idi.
İstanbul'un büyük çifte hamamlarıarasında Kızlar Ağası Abbas Ağa hamamı birinci sınıf eserlerden biri sayılabilirdi. Ayasofya’da Haseki, Çemberlitaş, Cağaloğlu, Bayezid hamamları ile aynı değerde, kendi çeşidinin gösterişli ve korunmaya lâyik örneklerinden biri olduğu muhakkakdı. Şuursuzbir şehircilik anlayışının ve kendi öz eserlerini küçümseyen bir görüşün kurbanı olan bu Türk mimari anıtı, o devirde bir hamamın korunması gerekli bir eser olabileceğini düşünülemediğini de açıkça gösterir. Bu ve bunun gibi eserlerin sanat değerlerini seebilen bir avusturyalı, Dr.H.Glück ortaya çıkmış olmasa belki de bu hamama dair elimizde en ufak bilgi olmadan onu kaybetmiş olacaktık. Bu bakımdan Türk sanatına değerli hizmeti geçen Giück'ün hâtırasını da burada saygı ile anmak bir borçtur.
İSTANBUL'UN İMARI MÜNASEBETİYLE
EMİNÖNÜ NDE YOK OLAN DİĞER ESERLER
-
- Bayezid'de Simkeşhane binası, (bitişiğindeki mektep ve sebil dahil).
-
- Yenicami Muvakkithanesi, (İş Bankası karşısında geri alındı).
-
- Koska'da Haşan Paşa Hanı ve önündeki çeşmeler.
-
- Çarşıkapı'daki Kemankeş Mustafa Paşa Medresesi.
-
- Cağaloğlu’nda Cezeri Kasım Camii, (1990 yılında yeniden inşa edilerek ibadete açıldı).
-
- Babıâli Tomruk Sokağında Fatma Sultan Camii.
-
- Vezneciler Camcı Ali Camii.
Eminönü'nde
Tiyatro ve Eğlenceler...
MEDDAHLAR
S stanbul’a Ramazan gecelerini ve gecelerin en cazip eğlenceleri-ni naklederken, şehrin başlıca kahvelerinde, usta meddahlar ta-\ rafından anlatılan harikulade güzel hikâye ve masalları atlayıp ge-I < çersek, çok eksik bir iş yapmış oluruz ve tam bir fikir veremeyiz.
Bu efsânelerden birini tercüme etmek suretiyle, hem yüksek seviyede bir kültüre dayanan, hem de halka indirilmiş bir edebiyat hakkında bilgi vermiş olacağız. Bu edebiyat, İslâm açısından alınan dinî efsaneleri, ananeleri ve manevî değerleri ihtiva ediyor.
Yanlarında kaldığım ve himâyelerine girdiğim Acemlere göre ben bir bilgin, bir araştırmacı idim. Beni Bayezid Camii’nin arkasında bulunan kahvehanelere de götürüyorlardı. Afyon içmek yasaklanmış bulunuyor. Türkiye'ye gelen yabancı tüccarlar, şehrin gürültülü merkezinden uzak bulunan bu sessiz mahallelere geliyor, kahvehanelerde oturuyorlar.
Kahvehaneye girip oturuyorsunuz. Size bir çubuk ya da nargile getiriyorlar, bunları içerken sonu gelmeyen hikâyeyi dinliyorsunuz. Bu hikâyeler, bizim gazete tefrikaları gibi mümkün olduğu kadar çok uzatılır. Bunda hem kahvecinin, hem de hikâyeyi anlatanın menfaati vardır.
Şark dillerini öğrenmeye çok genç yaşında başlamış olmama rağmen, ancak pek lüzumlu kelimeleri bilebiliyordum. Buna rağmen canlı anlatış beni her zaman ilgilendiriyordu, kervansaraydaki arkadaşlarımın yardımı ile de konuyu anlayabiliyordum. Onun için, şarklıların anane ve dehâsını yansıtan ve ona, uygun düşen bu imajlardan birini nakledebilirim. Şunu da söyliyeyim ki anlatacağım hikâyeyi dinlediğimiz kahvehane İstanbul’un işçi semtlerinden birinde ve Kapalı Çarşıya yakın bir yerde idi. Civardaki sokaklarda dökümcüler, oymacılar, nakışçılar vardı. Bedestende teşhir edilen kıymetli silâhları imâl veya tamir edenler de buralardaydı. Demir ve bakır eşyalar, çarşının tezgâhlarında sergilenen nice şeyler hep buralarda yapılır.
Bu semtlerdeki kahve müşterileri anlattığım sebeplerden dolayı biraz kaba görünüşlü olabilir. Fakat içlerinde şık giyimli insanlara da rastlarsınız.
Bizim dinleyeceğimiz meddah yahut kasideci pek meşhurmuş. Kahvenin içini dolduran müşterilerden başka dışarıda da oldukça büyük bir kalabalık vardı. Bir ses, gürültünün kesilmesini rica etti ve bundan sonra, solgun yüzlü, ince hatlı, nazik, gözleri kıvılcımlı, saçları fesinden dışarı taşan genç bir adam, orta yerde bir tabureye oturdu. Başındaki fes tam manasıyla fes değildi, sarık da değildi, daha çok bir bereye benziyordu. Kahvesini getirdiler. Herkes sessizce ve saygı ile dinlemeye koyuldu. Teamüle göre hikâyenin her bölümü yarım saat sürüyordu. Masal veya efsane anlatmayı meslek edinen bu adamlar şair değildirler ama bunlara rapsodi diyebiliriz. Bir konuyu düzeltip geliştirebilir, eski efsaneleri çeşitli şekillerde anlatabilirler. Antar'ın, Ebu Zeyd'in, Mecnunun maceralarını ilâveler yaparak veya kısmen değiştirerek nakledebilirler. Fakat biz bu sefer bir roman dinleyecektik: Şarkta meydana gelen ve eski işçi cemiyetlerinin methini yapan bir tarihî roman.
Meddah, önce Allah'a ve Resulüne şükrederek, bir dua ile söze başladı Dinleyiciler bir ağızdan «âmin» dediler.
İSTANBUL'UN FETHİNDEN SONRA
EMİNÖNÜ NASIL İMAR EDİLDİ?
Türk sanat tarihî, Türk hudutları içine giren memleketlerin nasıl imar edildiğini, ileri ihtiyaçları gözönünde tutularak, şehirlerin ne surette bezendiğini belirtmektedir. Selçuklular zamanından kalmış olan kültürel ve sosyal binalar, bu durumun nasıl başladığını, zamanla inkişafını, bu devrede tebarüz eden bir ekolü göstermektedir. Bilhassa iç ve dış ticaretin emin bir surette yürümesi için yol kavşaklarında yapılmış olan kervansaraylar, memleket ekonomisinde gördüğü vazife kadar, mimarî bakımdan birer sanat âbidesidir.
İstanbul'un imârı, fethin arefesinde muhasara ve hücumlarla harab olan surların tamiri ile başlıyor. Su ihtiyacını karşılamak için bent genişletiliyor. Diğer taraftan genç Fatih, Ayasofya ve Pantacrator papaz odalarını medrese haline ifrağ ile zamanının en büyük âlimlerinden Molla Hüsrev ve Molla Zeyreği müderris seçiyor. Fatih vakfiyesinde, sanat kıymeti (kenîse-i nefise-i münakkaşa) sözleriyle belirtilen Ayasofya camiye tahvil ediliyor. Camii kebir ismini alan bu mabede öyle geniş vakıflar tahsis ediliyor ki hayatı bu suretle hem kurtuluyor hem de ebedileşiyor.
Fatihin şehirde ilk yaptırdığı mühim bina (1454) Sarayıdır. Bir müddet sonra Eski Saray’ ismini alan bu saray şimdiki üniversitenin yerinde olup Süleymaniye Camii sahasına kadar ulaşmakta idi. Bir müddet sonra (1458) Eyüp Camii ve Türbesi yapılmıştır.
En mühim mimarî eserlerden biri, şüphesiz Fatih Külliyesi dir. Bu mâmure cami, medrese-i semaniye (sekiz medrese), tetimme medreseleri (sekiz adet), darüt-talim (ilk mektep), kütüphane, darüşşifa, imaret, tabhane, misafirhâne ve kervansaraydan mürekkep olarak (1462-1470) senelerinde yapılmıştır. Bu külliye o asra kadar emsâli görülmemiş kültürel ve sosyal bir plân arzetmektedir. Bugünün tedris kademelerine örnek bir haldedir. Binaenaleyh Fatih, üniversitenin ilk bâni-sidir. Bilhassa camiin iki pilpâye ile iki sütuna oturtulması sureti ile geniş bir mekân tesisi, Ayasofyaya benzerlik bulunmadıktan başka, Bursa ekolundan bile ay-
Meddahlar, Masal veya efsane anlatmayı meslek edinmişlerdi... Şair değildirler ama bunlara rapsodi diyebiliriz.
Bir konuyu düzeltip geliştirebilir, eski efsaneleri çeşitli şekillerde anlatabilirler.
Meddah, önce Allah'a ve Resulüne şükrederek, bir dua ile söze başlardı. Dinleyiciler bir ağızdan «âmin» derlerdi...
rılarak Türk mimarîsinde bir inkılabı göstermekte ve mimarî organlar yönünden de hususiyet arzetmektedır.
Bunu, güzel İstanbul'un en güzel ve hâkim noktasına kurulan (1472-1478) Yeni Saray (Topkapı Sarayı)'takip etmektedir. Hâlâ şehrin bir tacı halinde bulunan ve birçok binalardan mürekkep olan bu saray plân, konstrüksi-yon, süsleme sanatları yönünden cidden şaheserler serisidir. Görülüyor ki hükümdarlar, şehrin baştanbaşa ana hattını çizmiştir.
Fatih Akdeniz Medreseleri ilerisinde, Sultan Pazarı (Suk-u Sultaniye) kurulmuş olup 286 dükkân ve 32 hücreden mürekkeptir. Bundan sonra Saraçlar Çarşısı geliyor ki, 116 dükkândır. Saraçhane civarında Mimar Ayaş mescidi yanında beylik dükkânlar adı ile 35 duka bulunmakta imiş. Görülüyor ki, bugünkü Fatih semti, o vakitler ilim müesseseler! kadar ticaret ve sanat yönünden de bir mâmure halindedir. Yine vakfiyeye göre Bedestende 118 sandık bulunmaktadır. Bitpazarı da buraya bağlı olup dükkân sayısının 849 olduğu belirtiliyor. Bunlardan başka bakırcılar 45, Balık pazarı 11, Debakhâne 27, Kirişhâne 6, Eski odalar 10, Darphâne 8. Kule-i cedit 2, Unkapanı çarşısı 31, Künfoz kapı 22, Silahane 32, Ayasofya çarşısı 39, Dikilitaş çarşısı 77, Odun pazarı 45 dükkândır, müte-ferik bir hayli dükkân da bulunmaktadır.
Vakfiye, (mühimmat-ı halk için) 54 değirmen yaptırılmış olduğunu ve bunların semtlerini de göstermektedir. Diğer faslında da Fatih Camii civarındaki hamamdan başka, Alaca hamam, Azaplar hamamı, Balatkapısı hamamı, Çavuşbaşı hamamı, Direklice hamamı, Kazasker hamamı, Kule hamamı, Yahudiler hamamı, Tabakhane hamamı ve Sırt hamamı zikredilmektedir.
Hanlar; Bey kervansarayı, Bodrum kervansarayı, Eski han, Han-ı cedid-i Sultani, Han-ı kadim-i Sultani sıralanmakta ve bu meyanda bir çok evler de bulunmaktadır. Bunlara o devrin en büyük spor ve kahramanlık sahası olan Okmeydanı’nı da ilâve etmek lâzımdır.
Bir de bu devir hayır sahiplerinin yaptıkları tesisler var. Başta Fatihin Sadrazamı Mahmut Paşa’nın yaptırdığı camii ve medreesi ve muhteşem bir mimari eser olan hamamı gelir. Bunlara birçok dükkân, han ve ev vakfedil-miştir. Fatihin hocası Molla Güranî Taşkasap'ta, Samatya’da, Veziri Murat Paşa Aksaray’da, Sancaktarı Hayrettin Samatya'da, Nişancısı Mehmet Pasa Kumkapı'da, şair e âlim Molla Aşkı Salma Tomruk’ta, Saman emini Sinan ve Yavaşça Şahin Uzunçarşıda, Hoca Hayrettin Mimarı Sinan-ı atik Kumrulumescit’te, Mimar Ayaş Saraçhane'de, İb-ni Mağnisa Muhittin Efendi Atpazarı'nda, ve Yavuz Ersinan Unkapanı'nda, Sarı Bayezid Vefa da Daya Hatun Tarakçılarda, Molla Şerafettin Otakçılar'da, Topçubaşı Süleyman Ağa Bâlâ'da, diğer Topçubaşı Haşan Ağa. Cankurtaranda, ulemadan Akbıyık Muhittin efendi Akbıyık'ta, Kadı Mehmed Efendi Kasımpaşa'da, Sadrazam Rum Mehmed Paşa Üsküdar da hayır müsseselerini kurmuşlar, bunları yaşatmak için yaptırılan birçok binayı şehrin her tarafına serpiştirmişlerdir.
Bu faziletli zevâtın ancak bir kısmının isimlerini verdik. Maksadımız, bir şehrin zaptı belki bazen kılıç ve pazu kuvvetiyle olabilir, fakat haikî sahip olmak için canı ve malı ile bağlanmak gerektiğini tebarüz ettirmektir. İşte 500 sene evvel İstanbul fatihleri, onun ebedî surette evlâtlarının elinde kalması için şehrin dört köşesine programlı bir şekilde nasıl yayılmış ve millî temelleri nasıl atmış oldukları beliriyor, işte bu suretle gelişen imar hareketleri ve verilen mimarî eserler sayesinde, köhne Bizans pâyitahtı mamur bir Türk şehri oluvermiştir.
Burada dikkate şayan en mühim nokta, şehrin bunca sosyal ve kültürel âbidelerile bunları yaştacak binlerce binanın Fatih Sultan Mehmed ile aynı gaye etrafında toplanmış olan fatihlerin hayırkâr tesisleri olmasıdır. Üstün bilgiye bu kadar iyi niyet ve azim inzimam ettikten sonra şüphesiz her kalenin kapısı açılır, her harabe mamur olur.
Ruhları şad olsun aziz fatihlerin.
Eminönü'nde Bulunan Önemli Mekânlar...
Eminönü’nde Sahabe Kabirleri:
BDULLÂHİ’L-ENSARÎ HAZRETLERİ
Sultanhamam’da Haşan ve Hüseyin yokuşunda medfun mücâhitlerdendir. Salmatomruk dedikleri mahallin alt yanında meydancık kurbinde olan yerde medfundur.
ABDURRÂHMÂN-I ŞÂMÎ HAZRETLERİ
Ebu Eyyûb El-Ensarî hazretlerinin sancaktarıdır. Kabri Ayasofya Camii civarında yanan Adliye binası yakınında ve köşebaşındadır ve mamurdur. Kapısı üzerinde: “Mihmandar-ı Hazret-i Peygamberi Hazret-i Hâlidin Alemdarı Abdürrahman-ı Şâmî hazretlerinin meşhedi âlîleridir" ‘Muharrem 1302 Aziz’ levhası taşa yazılıdır.
HAŞAN VE HÜSEYİN HAZRETLERİ
Haşan ve Hüseyin Hazretleri bir rivayette sahâbeden Haşan ve Hüseyin'dir, bir rivayette de Ebu Eyyûbu 1-Ensarî hazretlerine imamlık etmiş tâbiîninden iki kardeştir. Sultanhamamında Meydancık Camii yakınında medfundurlar. Birçok arkadaşlarıyla birlikte İstanbul'a gelmişler ve şehre girmeğe muvaffak olarak burada şehid düşmüşlerdir.
HÜSÂM İBN-İ ABDULLAH HAZRETLERİ
Sahabeden olan bu zât Sultanhamamı külhanı yakınında bir makama sahibdir. Lâkin harab bir halde kalmıştır.
İstanbuldaki sahâbiler hakkındaki levhada: «Sultanhamamı külhanı derununda harab kalmıştır», deniliyor ve şu kıtta kayd ediliyor:
Bu külhanda bi-aşk-illah
Mücâhid fi sebilillâh
Yâ Hüsâm ibn-i Abdillah
Şefaat et bir gör bizi
EMİNÖNÜ'NDE BULUNAN DİĞER ÖNEMLİ BİNALAR
İstanbul Valiliği: Cağaloğlu yokuşunun Sultanahmet istikametine göre soldadır.
Adliye Müessseleri: Sirkeci Rıhtımındaki gümrük binası ile yeni postahane caddesindeki Adliye binasında birçok mahkemeler çalışmaktadır, İstanbul Barosu, Sirkeci de liman hanındadır.
Ticaret Daireleri: Hamidiye Caddesinin sahil tarafındaki 4.Vakıf handa; Ticaret Odası, Sanayi Odası, Kambiyo borsası bulunmaktadır: Caddenin sağ tarafında, Hacı Bekir şeker mağazasının yanındaki sokakta, Ticaret ve zahire borsası görülür.
Postahane ve Emniyet: İstanbul Emniyet Müdürlüğü ile Büyük Postahane binaları Sirkeci bölgesindedr.
Anadolu'dan Gelenler: Anadoludan gelen iş sahipleri ve tacirler, ekseriya Sirkeci'deki otellerde kalmaktadırlar.
Batonyat Sarnıcı ve Tarihî bir Çeşme: Vilâyet Merkezi’nin sağ bölgesindeki Acımusluk Sokağı’nda bulunan Batonyat sarnıcı 6-7.yüzyıllara ait tarihî bir eserdir. Cağaloğlu hamamı köşesindeki I.Mahmut Çeşmesi 1742 de yapılmıştır.
Kültür ve Gençlik: Babıâli caddesinde; Millî Türk Talebe Birliği, Gençlik Tiyatrosu, Türkiye Millî Talebe Federasyonu gibi kültür ve Gençlik kurumlan görülür. İstanbul Kız ve Erkek liseleri de bu bölgededir.
Gazeteler ve Basın-Yayın Evleri: İstanbul’un başlıca gazete ve matbaaları Babıâli havalisindedir. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Merkez Binası caddenin sol tarafındadır.
İran Konsolosluğu: Cağaloğlu Yokuşunun bitminde, Sultanahmet istikametinde soldadır. Binası Osmanlılar zamanından kalma tarihi bir binadır.
EMİNÖNÜ KUŞ EVLERİ
Kuş evleri, kuşların barınmaları için evlerin ön yüzlerine özel olarak yapılan yerlerdir. Kuşlar yüzyıllardır atalarımız tarafından sevilmekte, korunmakta ve beslenmelerine yardımcı olunmaktadır.
Türk mîmârisinde, bilhassa 16.yüzyıldan îtibâren kuş evleri, kendini göstermiştir. Serçe, saka, kırlangıç gibi korunmaya muhtaç küçük kuşlar için yapılan barınaklar, günümüzde hâlâ muhâfaza edilmektedir. En güzel örneklerinin İstanbul eserlerinde görüldüğü bu evler, Doğu Bâyezid, Tokat, Amasya, Kayseri, Niğde, Antakya, İzmir, Bolu, Bursa, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne, Filibe, Tırnova gibi yerlerde de bulunmaktadır. Klasik devir Osmanlı Mîmâ-rîsi ile başlayan ve 19.yüzyıl sonlarına kadar rastlanan kuş evleri, Türk sanatkârlarının ince zevki, ustaca kompozisyonları ve kalplerindeki merhamet hissinin ortaya çıkması ile zamanla geliştirilerek ilgi çekici bir duruma getirilmiştir.
Kuş evleri genellikle, binâların en çok güneş alan, sert ve soğuk rüzgârları tutmayan cephelerinde, yüksekçe, emniyetli yerlere yapılmıştır. Eminönü’nde bulunan kuş evlerinden bazıları şunlarıdır: Laleli’de Sultan Üçüncü Mustafa Türbesi, Çarşıkapı Kara Mustafa Paşa Medresesi, Acazâde Hüseyin Paşa Medresesi, Bâyezid'de Seyyid Haşan Paşa Medresesi, Vezneciler’de Râgıb Paşa Mektebi, Ayasofya'da Sultan Birinci Mahmud Mektebi.
EMİNÖNÜ'NÜN BELLİ BAŞLI TEKKELERİ
-
1) Abdurrahman Sami Tekkesi: Ayasofya'da, Rufai Tekkesi.
-
2) Abdüsselâm Tekkesi: Koska'da, Hasanpaşa Karakolu cvarında. Sa'idî Tekkesi.
-
3) Akbıyık Tekkesi: Ahırkapı’da. Celvetî Tekkesi.
-
4) Arabacıbaşı Tekkesi: Sultanahmet’te Rufai Tekkesi.
-
5) Atmeydanı'nda Sofular Tekkesi: 17 postnişîn.
Laleli Türbesi Kuş evi...
6) Ayasofya’da Rıfâiyye'den Sancaktar Baba Tekkesi: 3 postnişîn.
-
7) Bâb-ı âlî'de Gmüşhâneli Tekkesi: 2 postnişîn.
-
8) Bahçekapı'da Yıldız Dede Tekkesi: 7 postnişîn. Cerrahî Tekkesi.
-
9) Bekâr Bey Tekkesi: Hobyar'da Rufai tekkesi.
-
10) Cafer Ağa Mescidi veya Hüdâîyye-i Sayyâdiyye Zaviyesi : 3 postnişîn.
-
11) Çaylakzâde Tekkesi: Nuruosmaniye'de.Cerrahî Tekkesi.
-
12) Erdebil Tekkesi: Ayasofya'da. Nakşî tekkesi.
-
13) Hacı Beşir Ağa Tekkesi. Babıâli civarında. Nakşi Tekkesi.
-
14) Hocapaşa Civarında Safvetî Paşa Tekkesi: 8 postnişîn.
-
15) Kasım Celebi Tekkesi: Çemberlitaş'ta. Halveti Tekkesi.
-
16) Kaygısız Baa Tekkesi: Ayasofya'da. Kadiri Tekkesi.
-
17) Keşfi Osman Efendi Tekkesi: Şehzadebaşı Veznecilerde. Celvetî Tekkesi.
-
18) Koska'da Hakînı Çelebî Zaviyesi: 14 postnişîn.
-
19) Kumkapı'da Musalla Mescidi Zaviyesi: 1 postnişîn.
-
20) Küçükayasofya Tekkesi: Küçük Aasofya'da. Celvetî Tekkesi.
-
21) Küçük Ayasofya Camiî Zaviyesi: 10 postnişîn.
-
22) Küçük Ayasofya'da Mehmed Paşa Tekkesi: 20 postnişîn.
-
23) Kürkçü Tekkesi: Lâleli’de. Kadiri Tekkesi.
-
24) Mehmet Paşa Tekkesi: Küçükayasofya'da. Şabanî Tekkesi.
-
25) Nûruosmâniye'de Çâlâk Tekkesi: 12 postnişîn.
-
26) Soğukçeşme Kurbünde Şeyh Hulûsî Ef. Tekkesi: 2 postnişîn.
-
27 )Soğukçeşme Salkımsokak'ta Aydınzâde Tekkesi: 12 postnişîn.
-
28) Sultanahmed'de Rıfâiyye'den Şeyh Azîz Ef. Tekkesi: 2 postnişîn.
-
29) Sultanahmed'te Kaygûsuz Baba Tekesi: 3 postnişîn.
-
30) Süleymâniye’de Hilâlci Hanı Tekkesi: 5 postnişîn.
SARAYLAR, KASIRLAR, KÖŞKLER
OSMANLI DEVLET MERKEZİ VE
TOPKAPI SARAYI (SARAY-l CEDİD)
Topkapı Sarayı yapılmadan önce Eski Saray, yani şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu merkez binanın yerinde ve Bizan devrindeki
Teodos Forumundaki yer (Senato binası) devlet merkezi idi.
Burada oturuimayıp, Sarayburnu'na yakın ve sonradan Topkapı Sarayı adını alan saray inşa edilmiştir.
Bu sebeple önceki saraya Eski Saray, sonradan yapılana da
Yeni Saray denmiştir...
Osmanlı pâdişâhları, Fâtih Sultan Mehmed Han zamanına gelinceye kadar Edirne Sarayı ve daha evvel de Bursa’da Bey Sarayı, İznik ve Karacahisar'da ikâmet ederlerdi.
Bursa Bey Sarayı Orhan Gâzi tarafından 1326 senesinde Hisar içinde Camiin karşısında yaptırıldı. Edirne’de Eski Saray yapılıncaya kadar devlet buradan idâre edildi. Eski Saray (Saray-ı Atik), Sultan Birinci Murad Hüdâvendigâr tarafından yaptırıldı. Eski Saray'dan sonra Yeni Saray yani Saray-ı Cedîd-i Âmire adıyla bir saray daha yaptırıldı. Bu sarayın inşasına Sultan İkinci Murad Han tarafından başlanmış, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından tamamlanmıştır.
Topkapı Sarayı yapılmadan önce Eski Saray, yani şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu merkez binanın yerinde ve Bizans devrindeki Teodos Forum’un-daki yer (Senato binası) devlet merkezi idi. Burada oturuimayıp, Sarayburnu'na yakın ve sonradan Topkapı Sarayı adını alan saray inşa edilmiştir. Bu sebeple önceki saraya Eski Saray, sonradan yapılana da Yeni Saray denmiştir.
Topkapı Sarayı inşa edilince devlet merkezi buraya taşınmıştır. Fâtih'in şâir veziri Veliyüddinzâde Ahmed Paşa sarayın tarihine şu şiiri tarih düşmüştü:
Bünyâd-ı sarâyine budur ahsen-i târih
Kim ide mübarek tapuna Hayy-ü Tüuânâ
Bir adı da Saray-ı Cedîd-i Ma'mûre olan Topkapı Sarayı, İstanbul'un en güzel yerinde, hem Marmara Denizine, hem de Boğaza nâzır bir yerde inşa edilmiştir.
Topkapı Yangını...
Bu kısmın denize çıkıntılı olan yerine Sarayburnu denir. Vaktiyle deniz kıyısında olup yerinde ahşap bir saray bulunan kapıladan birisi Topkapısı adını taşıdığından bu isim daha sonra Yeni Saray için kullanılmıştır. Topkapı Sarayının inşasına 1465 tarihinde başlanmış ve 1478’de tamamlanmıştır.
Topkapı Sarayı’nın bazı kısımları zamanla yangın geçirmiş olduğundan saraya ilaveler yapılmış ve devlet yıkılıncaya kadar da devam etmiştir. Geniş bahçeler içinde birçok binalardan meydana gelmiş olup her tarafı surlarla çevrilidir.
Topkapı Sarayının yapılışından sonra devleti buradan idare etmeye başlayan Osmanh Sultanları, bu sarayı hem aileleri için hem de devlet işleri için bir takım kısımlara ayırmışlardı.
Saray; "BîrÛn" (Dış saray), "Enderûn” (iç saray) ve "Harem" (kadınlara mahsus) olmak üzere üç kısımdı.
Sarayda bulunan üç hastahanede, hekimler, cerrahlar, kehhal denilen 9 doktorları ve eczacılar vazife yaparlardı. Bunların hepsinin başı Hekimb ? Hekimbaşı, pâdişâhın hususi doktoru ve sağlık müsteşarı idi. Devlet d bütün doktorlar ona bağlı olup, hekimlik yetkisi için, imtihanları ve tay' yapardı. Sarayda Türk ve gayri müslim hekimler de bulunurdu.
Bu doktorlar, erkeklerin bulunduğu kısımlardaki hekimlerdi. Bir de 9 dar pek bilinmeyen bir husus ise kadın doktorların da sarayda, ha bulunduğu hususudur. Topkapı sarayı yapıldığı zaman Harem dâiresi ' . mamıştı. Harem dâiresi ise, bugünkü İstanbul Üniversitesi binasının y lunan Eski Saray idi.
Kânûni Sultan Süleyman devrinde Topkapı Sarayına Harem Dâiresi ilave edilmiştir. Topkapı Sarayında Harem Dâiresi inşa edilince, Eski sarayda, vefât eden pâdişâhların haremleri ikâmet ederlerdi.
Saraya alınan cariyelere okuma, yazma öğretilir ve Türk-İslam Kültürü ile iyice yoğrularak yetiştirildikten sonra, mârifetleri yönünde eğitilirlerdi. Böylece aralarından çeşitli mesleklere göre seçilenler, harem dâiresinin hizmetine verilirlerdi, îşte bu kadınların dışında sarayda bir de kadın doktorların bulunduğu tesbit edilmiştir.
Bazı batılı araştırmacılar, sarayda kadın doktoru olmadığı anlayışından yola çıkarak, kadınları da erkek doktorların muayenelerini ahlâksızca hayâli bir şekilde anlatmaya gayret ederler.
Bîrun kelime mânâsı "Dış" demek olan Farsça bir kelimedir. Sarayların ve konakların dış hizmetlere mahsus kısmına bu isim verilir ve buralarda çalışanlara "Bîrun halkı" veya "Dış halkı” denirdi. Topkapı Sarayının Bâb-ı hümayun ile Bâ-büssaade arası Bîrun diye anılır ve "Birinci yer'le "İkinci yer" denilen sahaları ihtiva ederdi. Sarayın Bîrun halkı altı kısımdı: 1- Ulema sınıfı: Padişah hocası. Hekimbaşı, Cerrahbaşı, Kehhalbaş, Müneccimbaşı, Hünkâr imamı. 2 - Ümera sınıfı: Şehremini, Arpa emini, Matbah emini, Darphane emini. 3 - Özengi veya ri-kâb Ağaları: Emîr-i âlem, Kapıcıbaşı, Kapıcılar kethüdası, Çavuşbaşı, Şikâr ağaları diye anılan Çankırcıbaşı, Şahinci başı ve Atmacacıbaşı, İmrahor, Yeniçeri ağası, Cebecibaşı, Topçubaşı, Arabacıbaşı, altı bölük Kapıkulu Süvarileri ağaları. 4 - Müteferrikalar. 5 - Baltacılar. 6 - Müteferrik hizmetliler: Peykler, Solaklar, Şâ-tırlar, Mehterler, Sakalar, Hizmet bölükleri efradı yani Çamaşırcı Aşçı, Ekmekçi,
Topkapı Sarayı birinci kapısı ve III.Ahmet Çeşmesi...
Terzi vesaire, sanatkârlar yani Hattatlar, Hakkâklar, Kuyumcular, Demirciler, Silâhçılar.
Birinci yer: Topkapı Sarayının "Bâb-ı hümâyûn" denilen birinci kapısıyla Ba-büsselâm veya Orta kapı arasında bulunan saha idi. Bâb-ı Hümâyûn'dan buraya girilince sağ tarafta evvelce mevcut olmuş olup 1866 yılında yanan "Mâliye hâzinesi" ve sonra "Mâliye Nezareti" diye anılan binanın arsası bulunur.
Bundan sonra sağa, aşağıya doğru inen yolun başında şimdi mevcut olmayan "Çizme kapısı" vardı. Bu yoldan Cebehane meydanına inilirdi. Çizme kapısından sonra Limonluk bahçesi, saraya ait hastahane, Has fırın ve Fodla fırını vardı. Orta kapıya yakın bir yerde ise "Siyâset çeşmesi" bulunuyordu.
Birinci yerin sol tarafında ise sıra ile evvelce Simkeşhâne'nin yerinde bulunan ve 1716 yılında buraya naklolunan Darphane, sonra Soğuk çeşme tarafına inen yolun başında "Darphane kapısı" ve evvelce silâh deposu, daha sonra Askerî müze binası olarak uzun yıllar kullanılan Aya İrini Kilisesi, bununla sur arasında "Sîm saklar Ocağı" ve "Hasırcılar Koğuşu" bulunmaktaydı. Bundan sonra Orta kapıya doğru gidilirken "Deâvî Kasrı" denilen ve Divân toplantısı sırasında her gün Kubbe vezirlerinden birinin verilen dilekçeleri toplamak ve dâvacıları dinleyip dâvalarını Divana arz etmek üzere hülâsa etmek ve sıraya koymak için oturduğu köşk vardı. Keza, Başkapıkulu dâiresi, Şehremini dâiresi, Kızlarağası kâtibinin dâiresi, Birinci İmrahor dairesi yine hep bu taraftaydı. Orta kapı hizâsında ve sol tarafta küçük bir demir kapı daha vardı ki, "Meyyit kapısı" diye anılırdı. Buradan İstabl-ı âmire'ye geçilirdi. Saray'da padişahtan başka ölenlerin cenazesi bu kapıdan çıkarılırdı.
İkinci Yer; Sarayın Bâbüssaâde ile Bâb-üs selâm arasındaki saha idi. Burası 160 metre uzunluğunda ve 130 metre genişliğinde idi. Bayram merasimleri ve ulufe alayları burada yapıldığı için diğer bir adı da Alay Meydanı idi. Bu meydanın dört tarafı, Divan-ı Hümâyûn binasının olduğu yer hâriç, mermer direkli ve revaklıdır. Burada, Orta kapıdan Bâbüssaade'ye giden iki tarafı servi ağaçlı bir yol ve Orta Kapıya yakın yerde bir çeşme vardır. Meydanın sağında Matbah-ı Âmire vardır. Bundan sonra Kızlar Ağası Hacı Beşir Ağanın yaptırdığı mescit ve nihayet Harem dâiresi gelir.
Mescidin karşısındaki uzun bina Has Ahır katip ve memurlarına mahsustu. Soldaki revakların sonunda Harem dairesinin ve yanında Zülüflü Baltacılar koğuşunun kapıları vardır. İkinci yerin en mühim binası Divan-ı Hümayun’dur.
BİR BAŞKA YÖNÜYLE TOPKAPI SARAYI
Yapımı Fatih zamanında 1466’da baladı, 1478'de tamalandı. Topkapı Sarayı tek yapı değildir, çeşitli köşk ve dairelerden oluşur, ilk yapılan Çinili Köşk 1472'de tamamlandı. Sonra Kubbealtı, Arz Odası, Has Oda, Hazine, Kiler ve Seferiler Koğuşu, Hastalar Odası, Hamam şimdiki kütüphane ola Ağalar Camii, ahırve diğer yapılar birbiri ardı sıra yapıldı. Son olarak I478'de saray surları ve Bab-ı Hümayun denilen Ayasofya yakınındaki büyük kapı yapılarak sarayı yapımı bitirildi. Kapının üstünde Fatih için bir köşk, yanda da kapıcılar için bireroda vardı. Bunlar 187 ve 1924 yangınlarında yandı. Sarayın harem kısmı Üçüncü Murad zamanında 1574-159' yıllarında yapıldı. Hareme girerken Kızlar Ağasının Dairesi, onun üst katında da Şehzadeler Mektebi vardı. Sarayda zamanla Enderun Mektebi, HekimbaşıOdası, Enderun Eczanei, iç avlulardaki köşklerle Sa-
Saraya alınan cariyelere okuma, yazma öğretilir ve Türk-İslam Kültürü ile iyice yoğrularak yetiştirildikten sonra, marifetleri yönünde eğitilirlerdi.
Böylece aralarından çeşitli mesleklere göre seçilenler, harem dâiresinin hizmetine verilirlerdi. İşte bu kadınların dışında sarayda bir de kadın doktorların bulunduğu tesbit edilmiştir.
rayburnu kıyılarındaki yazlık köşkler yapılmış, mutfaklar, ahırlar genişletilmiş, yeni yeni cami ve kitaplıklar eklenmiştir.
Yönetim binasının gerisinde Dördüncü Avluda Dördüncü Murat zamanında Revan ve Bağdat Köşkleri, Sultan İbrahim zamanında Sünnet Odası, İtfaiye Köşkü, yapıldı. Bunları Mustafa Paşa Köşkü, Hırka-i Şerif Dairesi, Üçüncü Ahmed kitaplığı, Alay Köşkü, Mecidiye Köşkü - Yeni Köşk izledi.
Bugün 699 dekar yer kaplayan Topkapı Sarayı yerinde eskiden 10 cami, 3 namazgâh 8 koğuş, 14 hamam, 2 hastane, 2 eczane, 5 okul, 12 kitaplık, 7 köşk, 7 hazîne, 6 kule, 22 çeşme, II kuyu, 2 sarnıç, 6 havuz, 2 su terazisi, 1 asma bahçe, 20 kubbeli mutfak ve müştemilâtı, sabunhane, 348 oda ve salon vardı. Bunları pek çoğu zamanla yıkılmış ya da yanmıştır.
Sarayın sahildeki Saltanat Kapısı, kuleleri ve önlerindeki topları nedeniyle ’Topkapı' diye anılırdı. Bu kapı yakınında Üçüncü Ahmed devrinde yapılan güzel bir ahşap köşk vardı. Bu köşk Topkapı'ya yakın olduğundan ‘Top-kapı Sarayı’ diye anılıyordu. Bu köşk 1863'te yandıktan sonra sarayın tümüne ’Topkapı Sarayı’ adı verildi. Sarayın dördü karaya, Üçü denize bakan yedi büyük kapısı vardı. Ayasofya'ya bakan giriş kapısına Bab-ı Hümayun denir. Bab-ı Hümayun'dan birinci avluya girilir. Orta kapı da denilen Bab-ı Selâm'ın iki yanında birer kule yükselir. Bab’üs-saâde Kapısı ile saraya ulaşılır. Buna Ak Ağalar Kapısı da denir. Sirkeci yönünde Demirkapı yer alır. Deniz surları üzerindeki kapılar Topkapı, Balıkhane Kapısı, Değimen kapısı adını taşıyordu.Sarayın İçi Selâmlık ve Harem Dairesi dîye de bölümlere ayrılmıştır.
Topkapı Sarayı 1924 yılından beri müze olarak gezilip görülmektedir. Osmanlı Devletinden kalan mücevherler, porselen takımları, çiniler, sanat ve tarih değer çok yüksek eşyalar bu müzede sergilenmektedir.
Topkapı Sarayı, İstanbul'un alınışından sonra, Osmanlı Sarayı, Bâyezid semtinde, "Saray-ı Atik" adıyla yaptırıldı. Daha sonra Sarayburnu sırtlarında, günümze ulaşan görkemli Topkapı Sarayının yapımına başlandı: Tarihi kaynaklarda "Saray-ı Cedid" diye geçen yapı, 1475-1478 arasında bitirilebilmiştir. Ancak her padişah döneminde yapılan eklemelerle, inşaat işi 1850’lere kadar sümüştür.
Sarayın yapıldığı yerd eski Roma-Bizans kalıntıları vardır. Bizans döneminde zeytinlik haline getirilen bu alanın denize bakan tarafı surlarla çevriliydi. Fatih de, Ayasofya arkasından Sirkeci ve Ahırkapı yönüne doğru kara surlarını yaptırdı. Sulan Surları denilen bu zeytinlik alana, Ayasofya’ya bakan yönde abidevi nitelikli bir de taş kapı açıldı. (1478).
Bab-ı Hümayun denilen taş kapıdan avluya girilir; burada Sarayın dış hizmetlerine bakan oduncu, hazırcı koğuşları yer alırdı, sağda büyük birhastane, fırınlar; deniz tarafına limonluklar, cephane depoları ve Otluk Kapı dan Sirkeciye uzanan (16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar yaptırılmış) kıyıda çeşitli köşkler vardı. Bu köşklerden yalnızca Sepetçi Kasrı günümüze ulaşabilmiştir.
Bab-ı Hümayun unsolunda St.Imen Kilisesi, darphae bulunmaktadır; darphane yokuşunun başındaysa Koz Bekçileri Kapısı; ileride Arkeoloji Müzesi ve Gülhane Parkı yer almaktadır. Arkeoloji Müzesi avlusundaysa Fatih dönemi eserlerinden Çinili Köşk göze çarpar. 15.yüzyıl çiileriyle süslü olan bu yapı, Selçulu medreseleri düzenindedir. Ortada bir kubbe, yanlarda dört eyvan, köşelerde odalar... Bab-ı Hümayun'dan, Bab-ı Selam Kapısına varılır ki, kapı. Kanunî döneminde (lo24te) yaptırılmıştır. Buradan da Birûn denilen dış aluya girilir. Birûn'un sağ revaklar-nın arkasında saray mutfakları sıralanır. Sağda Aşçılar Camisi, aşçı koğuşları, solda helvahane bulunmaktadır. Saray mutfaklarında onbeş bin kişilik yemek hazırlandığı bilinmektedir. Avlunun solunda has ahırlar ve Harem Dairesi Arabalar Kapısı yer almakta;bu kapının ardındaki Harem, yüzlerce odası ve salonlarıyla yasak bir kent misali uzayıp gitmektedir. Yine bu kesimdeki Kubbealtı, Kanunî döneminde yaptırılmıştır; divan kâtipleri odası işlevini görüyordu. Burada haftann belli günlerinde vüzera (bakanlar krulu) toplanır, devlet işlerini görüşürdü. Ayrıca dilekçe sahipleri burada dinlenirlerdi. Padişah, sadrazamın (başbakanın) oturduğu yerin hemen üstündeki kafesten, toplantıyı gizlice izlerdi. Kubbealtının bitişiğinde iç hazine yer almaktadır. 15.yüzyılda yaptırılan iç Hazine, sekiz kubbelidir, içteki demir kapaklı, sarnıcı andıran yerler para koymak içindir. "Bab-üs Saade" yahut Ak Ağcılar Kapısı ndan üçüncü avluya girilir ki, burası Enderun dur. Enderun'da padişahı en yakın hizmetlileri bulunurdu. Karşımdaki Arz odası 16. yüzyıl eseridir, çini süslemeleri ve çeşme bu yüzyılda yapılmıştır. Kapı üstlerindeki kitabeler, hat-
tat padişahlardan Üçüncü Ahmed ile Birinci Mahmud'a aittir. Arz odası, padişahın, yabancı misafirleri kabul ettikleri resm-i kabul salonuydu.
Ak Ağalar Kapısının sağında Seferli Koğuşu yer almaktadır. Önünde yeşil somaki sütunlu bir revak vardır. Padişah ve haremin özel ustalarının barınağıydı Seferli Koğuşu. Koğuştan, birkaç basamakla Hazine-i Hüayun'un revakına inilmekteydi. Revakın arasında dört oda ve bir büyük balkon bulunmaktaydı. Burasının. Fatih'in köşkü olduğu sanılıyor. Odaların önündeki abidevi taş kapılar oldukça ilginçtir.
Hazine-i Hümayunun yan tarafında kiler ve "Has Odalılar" koğuşu yer almaktadır. Onarımlarla yapı özellileri bozulmuştur.
Ak Ağalar Kapısının şolunda "Kuşhane Kapısı" bulunur ki bu bölümün, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sonunda getirdiği kutsal emanetler dolayısıyla yapıldığı kaydedilir. Emânetler, Has Oda'da korunmuştur. Bugün kutsal eşyanın sergi-lendği Has Odanın arka kapısından Bağdat Köşkü taşlığına çıkılır. Bağdat Köşkündeyse, Dördüncü Murad'ın, Bağdat ve Revan seferlerinden sonra yaptırdığı bilinmektedir. Taşlığın sağında da, Kara Mustafa Paşa Köşkü, Hekimbaşı Odası, Esvap Odası, Sofa Camii, Mecdiye Köşkü vardır.
Topkapı Sarayının tüm arsası 7.000 metrekaredir. Yaklaşık dört yüzyıl, Devletin yönetim merkezi olmuştur. 1853’te yerini Dolmabahçe Sarayına bırakmış-
Topkapı Sarayı...
Topkapı Sarayı
ikinci kapısı...
tır. Eski padişah aileleriyse, Cumhuriye'in ilanına dek yine burada barınmışlardır. Topkapı Sarayı, Atatürk'ün buyruğuyla müze haline getirilmiştir.
TOPKAPI SARAYI'NIN
ESRARLI TARİHİ OLAYLARI
İstanbul'un fethinden sonra ilk sarayını Bayezid Üniversite binasının yerinde yaptıran Fatih Sultan Mehmed, on beş sene kadar orada oturmuş, fakat Zeytin ağaçlarıyla örtülü Sarayburnu'nu gördükçe mevkiin güzelliğine dayanamayarak orada da bir saray inşa ettirmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han'ın yeni sarayı ayrı ayrı köşklerden, dairelerden, setli, çiçekli bahçelerden ve havuzlardan müteşekkil bulunuyordu. 1475 - 1478 yılları arasında yapılan yeni saray, Fatih Sultan Meh-med'den sonra da muhtelif hükümdarlar tarafından müteaddit ilâvelerle genişletilmiş ve eski sarayda yalnız eski padişahların valideleri, kadınları, gözdeleri ve mensupları oturtulmaya başlanmıştı. Yüzlerce dönümlük bir saha üzerinde inşa edilmiş bulunan yeni saray Karadeniz taraflarından top mazgallarını, kuleleri ihtiva eden sağlam surlarla çevrilmiştir. Sarayın koltuk kapılarından maada bu surlar üzerinde dördü karada, üçü sahilde olmak üzere yedi kapısı bulunmaktadır. Karadaki kapılar Otluk kapısı, Bâb-ı Hümayun, Soğukçeşme kapısı ve Demir Kapıdır. Sahilde olanlar Topkapı, Değirmen Kapısı ve Balıkhane Kapısı'dır.
Topkapı Sarayı uzun asırlar padişahların ikametgâhları olmaktan başa, devlet
idaresine mekanlık etmiş, hükümet divanı burada toplanmış, ulufe dağıtımı, elçilerin kabulü gibi merasimler burada yapılmış, idam edilenlerin başları saray kapılarında teşhir olunmuştur. Saray ayrıca Osmanlı tarihinin bir çok mühim vakalarına da sahne olmuştur.
Padişahların harem takımlarından, Enderun halkından maada yekûnu beş bini aşan ve burada ikamet eden saray mensuplarını Bostancılar, kapıcılar, ka-pıcıbaşılar, mirahorlar, çuhadarlar, hasekiler, baltacılar, zülüflü baltacılar, çaş-nigirler,aşçılar, helvacılar, solaklar, peykler, kilerciler, çavuşlar ve müteferrikalar teşkil etmekteydi.
Yeni sarayın saltanat kapısı Sultanahmet meydanına bakan Bâb-ı Hüma-yun'dur. Fatih yapısı olan bu kapıdan sarayın birinci avlusuna girilmektedir. Eskiden bu avluda Maliye Nezareti, Enderun hastahanesi, orta kapıya doğru ilerlerken sağdaki duvarlar arkasında has fırın ve fodla fırını, asırlarca cephane, silâh deposu olarak kullanılmış, Aya İrini kilisesi, kilisenin arkasında sîm sakalar ve hasırcılar koğuşları, di
ğer tarafta Darphane, daha ilerde ve yol ağzına yakın bir yerde koz bekçileri ocağı, orta kapının yakınında Duavi Kasrı bulunmaktaydı.
Sarayın ikinci kapısı, orta kapı yahut "Bâbüsselâm" adıyla anılmaktadır. Büyük demir dökme kapıların üstündeki imza ve tarih "amel İsa bin Mehmet 931"dir. Kapıya gelmeden sağda duvar üstündeki çeşmeye Cellâd yahut siyaset çeşmesi denilmektedir.
İki kuleli orta kapının kuleleri altındaki odalar kapıcılara mahsustu. Bu odalar arasında "Kapı arası" denilen yerde vezirler, devlet adamları hapsedilirdi.
Orta kapıdan içeriye yalnız hükümdarlar atla geçebilirler, sadrazamlar da dahil diğer devlet büyükleri burada atlarından inerler ve divana öyle dahil olurlardı. Orta kapıdan itibaren sadrazamların mutlak vekillik hakları kalkar ve sarayın hudutları içinde kimse hakkında idam kararı verip infaz ettiremezlerdi.
Orta kapıdan sarayın yirmi iki dönüm büyüklüğünde olan ikinci avlusuna girilmektedir. Buraya "İkinci yer" yahut alay meydanı denilirdi. Avlunun sağ tarafını bir duvar arkasında baştan başa mutfaklar işgal etmektedir. Bâbüssaade ye girerken sağ kolda kubbe altı, divit odası, vezirlerin ikamet ve teneffüs odaları, kahve ocağı ve divan kulesi ile sekiz kubbeli iç hazine bulunmaktadır.
Topkapı Sarayı'nın Akağalar kapısından üçüncü kısma geçilince, yirmi iki so-
Sarayın ikinci kapısı, orta kapı yahut ''Bâbüsselâm" adıyla anılmaktadır.
Büyük demir dökme kapıların üstündeki imza ve tarih "amel İsa bin Mehmet 931"dir. Kapıya gelmeden sağda duvar üstündeki çeşmeye Cellâd yahut siyaset çeşmesi, denilmektedir...
Kubbe altında devlet işleri görülür, bazı davlara bakılırdı. Kanunî Sultan Süleyman devrinde sadrazamın riyasetinde toplanan kubbe vezirlerinin adedi sekiz, dokuz arasındaydı.
Fatih Sultan Mehmed önceleri kubbe altında vezirlerle beraber otururken sonra kafesli bir mahfele nakletmişti.
Padişahlar divan toplantılarını zaman zaman bu kafesten takip ederlerdi...
maki sütun üzerine oturtulmuş çatısı ile Arz Odası karşınıza gelmektedir. İlk yapısı Fatih Sultan Mehmed zamanına ait olan Arz Odası muhtelif devirlerin hâtıralarını taşımaktadır. Mesela sağda görülen çeşme Fatih devrinden kalmadır. Alemdar Mustafa Paşa tahta çıkarmak emeli ile saraya girdiği zaman Sultan Üçüncü Selim Han’ın cesedini işte bu yapı önündeki taşlıkta bulmuş ve üzerine kapanarak teessürünü göstermiş ve feryad etmişti.
Kubbe altında devlet işleri görülür, bazı davalara bakılırdı. Kanunî Sultan Süleyman devrinde sadrazamın riyasetinde toplanan kubbe vezirlerinin adedi sekiz, dokuz arasındaydı. Fatih Sultan Mehmed önceleri kubbe altında vezirlerle beraber otururken sonra kafesli bir mahfele nakletmişti. Padişahlar divan toplantılarını zaman zaman bu kafesten takip ederlerdi.
Elçiler kubbe altında sadrazamlar tarafından kabul olunur, burada yemeğe alıkonulur, sonra hil'atler, kürkler giydirilerek arz odasında hükümdarların huzuruna çıkarılırlardı.
Merasim günlerinde alay meydanı pek kalabalık olur, yeniçeriler bu meydanda çorba, pilâv ve zerdeden müteşekkil yemeklerini çimenler üstüne, ağaçlar altına konulan sahanlarda yerlerdi. Her sene ramazanların on beşinci gecesi verilen baklavayı da ocak efradı "baklava alayı" denilen bir merasimle buradan alırlar ve kışlalarına götürerek yerlerdi.
Sarayın ikinci avlusu meşhur ihtilâllerde âsiler tarafından işgâl olunmuş bazı defa da padişahlar Bâbüssaade önüne ayak divanına getirtilmişti.
Akağaların muhafazasında bulunan Bâbüssaade'nin diğer ismi de Akağalar kapısıdır. Kapının önünde mermer sütunlara istinad eden bir revak vardır. Cüluslarda, bayramlarda ve ayak divanlarında padişahların tahtları buraya kurulur, tebrikler ve şikâyetler burada kabul olunurdu. Cülus merasimleri son devre kadar burada icra edilmiş, yalnız muayede resimleri Sultan Abdülaziz saltanatının ilk yıllarından itibaren Dolmabahçe Sarayında başlanmıştı. Harplerde "Sancak-ı şerif" yerinden çıkarılır ve sadrazama teslimi sırasında Bâbüssaade önüne dikilirdi. Bu dikilen yere ayak basmamak üzere bir ufak mermer taş konulmuştur.
Kapının içinde, girerken sağda, "Kapıağası" dairesi, solda ise Akağalar Koğuşu vardı. Akağalar Koğuşu içinde, Çeşme Avlusu denilen ve ocak ağalarının istirahat ettikleri bir teneffüs yeri bulunuyordu. Bâbüssade’nin dış ve iç kapılarının üstü, yazılı kitabelerle süslenmiştir. Dış yüzündeki âyet ve besmele Sultan İkinci Mahmud'un imzasını taşımaktadır.
Bâbüssaade’nin arz odasına bakan kapısının iki yanındaki duvarlarda Sultan Abdülmecid zamanında padişahların isimleri yazılı iki levha asılmıştı. Son devirlerde bu levhalara bir üçüncüsü de ilâve edilmişti.
Bâbüssaade de sarayın üçüncü yeri yahut Enderun avlusu denilen mahalline girilmektedir. Kapının tam karşısına arz odası rastlamaktadır. Arz odasının ilerisinde ve avlunun ortasında Sultan Üçüncü Ahmed kütüphanesi, bunun yakınında Ağalar Camii bulunmaktadır. Avlu, Bâbüssaade'nin sağından itibaren Enderun Mektebi, Enderun Hastahanesi, Eczahane, Seferli Koğuşu, Hazine Dairesi, Hazine Kethüdası idairesi olan eski Kiler Koğuşu, Hazine Koğuşu, Silâhtar Hâzinesi. Hırka-i Saadetin şadırvanlı sofası, Has Odalılar koğuşu bulunmaktadır. Buradan Ağalar Camiine doğru ilerlenmekte ve sağ yol takip edilerek haremin kuşhane kapısına gidilmektedir.
Topkapı Sarayı
Diğer taraftan silâhtar hâzinesiyle, hazîne koğuşu, hazine koğuşuyle kethüda dairesi ve bu daireden hazine dairesi arasındaki geçitlerden sarayın dördüncü yerine çıkılmaktadır. Burada padişahların gündüzlerini geçirdikleri köşkler bulunmaktadır. En uçta eski Çadır köşkü yerinde Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı Yeni Köşk yahut Mecidiye Köşkü, lâle bahçesi üzerinde baş lâle kulesi, yahut hekimbaşı odası isimli 15. asırdan kalmış bina, Mustafa Paşa köşkü, Revan ve Bağdat köşkleri ile sünnet odası vardır. İçlerinde bir çok taihî vakalar geçmiş bulunan ve muhtelif devirlerde inşa edilen bu köşklere sofa köşkleri ismi de verilmektedir.
Padişahlar sabahları ya kuşhane kapısından yahut Hırka-i Saadet dairesine açılan Mabeyn kapısından geçerek haremden çıkarlar ve vakitlerini sofaköşklerin-de kâh siyasî meşgalelerle kâh türlü eğlencelerle geçirirlerdi. Kasırlarda saz eğlenceleri yapılır, hokkabazlar, maskaralar seyredilir. Bağdat köşkü taşlığındaki iftariye köşkünde, yahut havuzun üstündeki köşkte oturup dinlenilir. Pehlivan güreşleri, tomak oyunları seyredilir, Enderunluların yazdıkları kasideler okunur, gülünür. eğlenilir, ihsanlar verilir ve akşamları iyi geçen bir günün hatıralarıyla Ha-rem-i hümayuna” avdet olunurdu.
Bu köşklerde bazı günler meşveretler toplanır, merasimli ziyaretler kabul edilirdi. Kırım hanlarından bir çoğu sünnet odasında ve diğer kasırlarda padişah huzurlarına çıkarılmış, kendilerine buralarda merasimle hanlık ünvanı tevcih edilmiş ve sırtlarına kürkler, hil'atler, başlarına samur kalpaklar giydirilmişti.
Kubbealtı...
Osmanlı hükümdarları bazen da saraylarının dördüncü yeri dışındaki ve deniz kenarındaki kasırlarına inerler, buralarda vakit geçirirlerdi. Bu kasırları İncili, Gül-hane, İshakiye, Şevkiye, Mahbubiye, Haşan Paşa, Balıkhane kasırlarıyla Taş Köşk ve Sepetçiler Köşkü teşkil ediyordu. Bunlar arasında bulunan Yalı yahut Cebeciler Köşkü isimli bina, donanmanın Haliç'ten çıkışlarında deniz geçit resimlerinin kabul edildiği, ekseriya deniz şenliklerinin seyr olunduğu kasırdı. Buna mukabil Soğukçeşme kapısı yanındaki Bâbıâli'ye nazır Soğukçeşme yahut Alay köşkü isimli binadan şehirde yapılan esnaf alayları, elçilerin Bâbıâli'ye giriş merasimleri seyredilirdi. Hükümdarlar zaman zaman da bu kasra inip sokaktan gelip geçenleri gözetlerler, şehrin ahvalini tecessüs ederlerdi.
Yeni sarayın bu müteaddit daireleri arasında en geniş ve en alâka çekici olanı Harem Dairesi'dir. Padişahlar burada kalabalık bir kadın kadrosuyla beraber yaşarlardı. Harem dairesinin çok yoğun geçmiş bir tarihi vardır. Osmanlı sarayının şayânı dikkat bir çok kadını burada yaşamışlardır. Sultan İbrahim, Üçüncü Selim, Dördüncü Mustafa tahttan indirildikten sonra burada öldürülen talihsizler arasındadırlar.
Yeni sarayda harem dairesinin inşa tarihi ihtilaflıdır. Bazı müverrihler bu dairenin ilk olarak Kanuî devrinde, diğerleri Üçüncü Murad zamanında inşa edildiğini ve harem mensuplarının bu tarihlere kadar eski sarayda oturduklarını yazmaktadırlar. Sadettin Efendi ise Tacüttevarih'inde:
-"Hazret! Fatih'in zeytinlik denilen yere iltifat edip yeni bir saray başlattığını ve bahçelerinin ortasını harem eyleyip musenna kasır ve haneler yaptırdığını" kaydetmekdedir. Haremde 15.asra ait mimarî kalıntılar mevcuttur. Maamafih diğer müverrih iddialarının da Üçüncü Murada kadar haremin asıl büyük kadrosunun eski sarayda oturduğu ve yeni sarayda bazı kadınlarla mâiyetlerinin bulunduğu şeklinde olması mümkündür.
Topkapı Sarayı arşivinde mevcut bir vesikada:
Topkapı Sarayı
-”Saray-ı Cedid hakanı iç sarayı cümle Sultan Murad Han bina ettirmiştir" denilmektedir. Bu inşaat esnasında yaplmış olan Üçüncü Murad yatak odası kapısındaki kitabede de 986 tarihi bulunmaktadır. Bu odada Üçüncü Murad'dan İkin-
Üçüncü Kapı...
Cİ Mahmud'a kadar gelen padişahlar yatmışlardır. Üçüncü Osman'ın yaptırdığı yatak odası da İkinci Mahmud'a kadar Osmanlı hükümdarlarının hatıralarını taşımaktadır. Tarihî yalaklık üstünde son olarak bu hükümdarın tuğrası durmaktadır.
Haremin daireleri, içinde yaşayanlara göre taksime uğramaktadır. Girişten sonra harem duvarları içinde ilk daire ağalara mahsustur. Kızlarağası ve ona tâbi bulunan siyah hadımlar burada otururlardı. Onlar harem muhafazasının ve inzibatının en emin adamlarıydı.
Ağalar dairesiyle, harem kısmını bir demir kapı ayırır, buradan bir medhale girilir, medhalin solunda cariyeler dairesi, karşısında Altın yol ve Valide taşlığı kapıları vardır. Daireler birer avluya, taşlığa açılmaktadır. Buralara da cariyeler taşlığı, Valide taşlığı, Veliahd taşlığı, Sultan Osman köşkü taşlığı gibi isimler verilmektedir.
Haremde en büyük pâyeli kadın Valide Sultan'dır. Sonra Sultanlar, kadın fen-diler, ikballer, gözdeler gelmektedir. Kadın efendiler beş veya altı tanedir. Kıdemlerine göre sıra alırlar ve bu sıra ile yâd olunurlar, baş kadın efendi, ikinci kadın efendi gibi. İkballer de beş tanedir. Ölümlerde herkes bir derece üste terfi eder. Haremde baş kadının ayrı bir dairesi vardır. Diğerlerinin de hususî odaları ve imkân nisbetinde dâireleri bulunmaktadır. Hazinedar ustalar, kethüda kadınlar da haremin büyük mevki sahipleri arasındadırlar, ayrı dairelerde otururlar. Valide dairesi iki katlıdır. Üstte ve altta yatak odaları, büyük bir sofa, misafir odası, hamam bu dairenin kısımları arasındadır.
Topkapı Sarayı iç avludan bir görüntü...
Padişahlann haremde yatak odası, hamamı, oturma, dinlenme odaları, kütüphaneleri vardır. Ayrıca veliahdlar, şehzadeler, evlenmemiş sultanlar eskiden bu sarayın harem dairelerinde ikâmet ederlerdi. Üçüncü Murad yatak odasının medha-linden geçilen koridor üstünde müstakil bir veliahd dairesi bulunmaktadır. Kapısının üzeri demir bir parmaklıkla kilitlenen bu daireye "kafes" denilirdi. Veliahdlar taht sıralarını bu kafes içinde beklerlerdi. Sonraları veliahdlar tahttan indirilen padişahlar "Şimşirlik" denilen haremin aşağısında ve çukurda kalan bir bahçe içindeki kasırlarda oturtulmuşlardır. 18.asrın sonunda veliahdların yaşama şartları, nisbeten daha muedil olmuş, bazı tenezzühlerine müsaadede bulunulmuştu. Birinci Abdülhamid veliahdı Üçüncü Selim'i serbest bırakmıştı. Kendi oğulları Mustafa ve Mahmud'u da sık sık beraberinde tenezzühlere çıkarırdı.
Harem dairesi on beşinci asırdan on dokuzuncu asrın biinci yarısına kadar birbirine eklenmiş binaların ve odaların heyet-i umumiyesinden müteşekkildir. Şehirde bu kadar eski evlerimiz muhafaza edilememiş olduğundan muhtelif hizmetlerde kullanılan odalarımız hakkında fikir almak ancak Topkapı Sarayı hareminde mümkündür. Odaların duvar, kapı, niş tezyinatları bakımından da binanın ayrıca ehemmiyeti vardır. Harem bir çini müzesi halindedir. Tahta ve mermer işçiliğinin nadir numunelerine de burada rastlanmaktadır.
Odaların devirlerine göre yapılmakta olan tefrişleri tamamlandığı vakit, muhtelif asırlardaki Türk odasını eski hallerinde görmemiz imkânı elde edilecektir.
Harem dairesinde ve umumiyetle zengin Türk evlerinde eski asırlarda senede iki defa döşeme değiştirilirdi. Yazları, sedirler, perdeler, işlemeler atlas, seraser kumaşlarla örtülür, kışları bunların yerini işlemeli çuha ve kadife kumaşlar alırdı. Odaların diğer tezyinatı da gümüş, tonbak şamdanlar, nişler içinde billur, çini eva-nı, duvar içlerinde kandiller, tavanlarda murassa askılar, billur toplar, duvarlarda güzel yazılar, bazı salonlarda yer yer altın kakmalı, murassa silâhlardı.
Topkapı Sarayı
“Bab’ı Hümayun”...
KÖSEM SULTAN IN ÖLDÜRÜLDÜĞÜ YER
Haremin Kuşhane Kapısından girince karşınıza parmaklıklı dolab gibi bir yer gelir. Burası Kösem Valide Sultanın öldürüldüğü yerdir.
Topkapı Sarayında Sofa yahut Mustafa Paşa köşkü adı ile anılan kasır, Türk Rokokosu’nun bir şaheseridir.
KUBBE ALTI
Fatih Sultan Mehmed Han'ın yaptırdığı eski divan yerinden sonra Kanuni Sultan Süleyman bugünkü Kubbealtı binasını inşa ettirmiştir. Padişahlar bu odanın üstündeki kafesten divan toplantılarını dinlerlerdi. Sadrazamlar yabancı elçileri burada merasimle kabul ederler, yemeğe alıkoyarlar ve hil'atler, kürkler giydirerek Arz odasında hükümdarın huzuruna çıkarırlardı.
ALTIN YOL
Topkapı Sarayının harem dâiresinde en eski yapılardan biri de altın yoldur. Altın yol harem kapısından Veliahd dairesi koridoruna kırk altı metre uzunluğundadır. Muhtelif noktalarında genişleyip daralan yolun dört kapısı vardır. Bunlardan biri Veliahd koridoruna, diğeri harem kapısı medhaline ve yanda bulunanlar da haremin diğer dairelerine ve Valide taşlığına açılmaktadır.
Yolun orta kısmında korkulukları som taştan yirmi bir basamaklı taş bir merdiven bulunmaktadır. Bu merdivenle kadın efendilerin hazine ve yatak odalarına ve bazı muteber hazinedarların dairelerine çıkılmaktadır.
Taht nöbeti gelen Veliahdlerin cülus için Bâbüssaade'ye giderlerken bu yoldan geçtikleri ve bu esnada iki tarafa dizilen kadınlara altın serptikleri ve bu sebeple burasının (altın yol) ismini aldığı riâyet edilmektedir.
Altın yol, Osmanlı Sarayı’nın eski devirlerini yaşamış asırlar boyunca dâhi, kahraman, hükümdarlar, birbirlerinden güzel kadınlar, bu yoldan geçip gitmişlerdir. Sonraları Altın yolun üzerine bir asma kat inşa edilerek burası bazı saraylıların ikâmetine tahsis olunmuştu.
Haremin bu en uzun ve en geniş koridoru genç kadınların kapalı geçen ömürlerinin teselli ve ferahlık aranan bir yeri sayılır ve aralarında buraya "Altın sokak" ismini verirlerdi. Belki haremin bu loş koridorunda genç kadınlar, zaman zaman bir sokak hasretini gidermek arzusuyla dolaşıp dururlardı....
GİZLİ MERDİVEN
Haremden Hırka-i Saadete geçilen kapıya Mabeyn kapısı denilmektedir. Bu kapının hemen yanındaki bina, son defa eski kalıntıları üzerine I. Abdülhamid tarafından inşa olunmuştur.
Birinci katta Mabeyn kapısı yanındaki ocaklı odadan bir aralığa ve aynalı odaya girilmektedir. Ocaklı oda, Osmanlı İmparatorluğunun son devirlerinde Ramazanların on beşinci günleri Hırkai Saadet ziyaretine gelen sultanların bekleme odası halinde kullanılırdı.
Tarihler HI.Ahmed devrinde bu mevkide bulunan odada padişahın tahttan feragat ettiğini ve İkinci Mahmud'u çağırtarak kendisini tebrik eylediğini, devlet idaresi hakkında meşhur hikâyesini burada söylediğini kaydeder.
Odanın duvarları çinilerle ve nakışlı dolap kapılarıyla süslüdür. Bu dolaplardan birinin içinde gizli bir merdiven vardır. Bu merdiven Mabeyn dairesinin üst katına çıkmakta, ve oradan bir geçitle de kadın efendiler dairesine girilmektedir.
İnsan, mermer işlemelerin, nakışların güzelliği içinde eski kış günlerini hayal etmekten kendini alamaz.
Padişahlar, sultanlar, kadın efendiler, gözdeler, bazen tatlı ve gizli buluşmalara giderlerken kimbilir ne heyecanlarla bu merdivenleri inip çıkarlardı.
Duvarlarına çuha perdeler gerilmiş, sedirlerine sırma işlemeler, kadifeler geçirilmiş odada nice akşamlar gizli merdivenden fistanının eteklerini sürüyerek nice güzeller buraya inmiş ve ocak başında sonu gelmeyecek sanılan sohbetler edilmiştir.
Gizli merdivenin kapısı kapandığ zaman burası büyükçe bir dolap şeklini almaktadır. 18.asırda yapılan Topkapı sahil-sarayı 1863 de yandıktan sonra (Yeni saray) bu isimle anılmaya başlanmıştı....
Topkapı sarayının alt katında III.Murad'ın yaptırttığı ve üzerinde zevk ve sofaya dair efsanevi hikâyelerin toplandığı büyük havuz ile, kırk merdivenle inilen yerlerdeki odalar ve câriyeler hastahanesi de hâlâ ele alınmamış mühim ve eski kı-
Topkapı Sarayı
sımlar arasındadır.
ve Marmara görüntüsü...
Sarayın deniz kenarındaki Top kapısı yanına 18.Asırda yapılan Topkapı sahil-
sarayı 1863'de yandıktan sonra (Yeni Saray) bu isimle anılmaya başlanmıştı.
TARİHÎ DEĞİŞTİREN MERDİVEN
-
IV. Mustafa'nın emriyle 28 Temmuz 1808 günü Topkapı sarayında kapılar kapatılmış ve eski hükümdar Sultan Selimle, Şehzade’nin öldürülmelerine irade çıkmıştı. Bu maksatla silâhlanan âsiler III.Selimi öldürmüşler ve harem dairesinde Şehzade Mahmud'u aramaya koyulmuşlardı.
Bu sırada Çevri Usta Şehzade Mahmud’u odasından alıp Altın yoldan geçirmiş ve taş merdivenlerden hızla kendi dairesine göndermişti. Katillere karşı koymak için silâhlanan ağalar da Ill.Selim’i kurtarmaya yetişemeyince Şehzade Mah-mudun muhafazasına koşmuşlar ve Altın yoldaki merdiveni tutmuşlardı. Bunların arkasından katiller de Altın yola seğirtmişler, önde Ebe Selim ve diğerleri merdivenleri çıkmak istemişlerdi.
Taş merdivenin önünde bir anda kılıç, yatağan, hançer ve teberler parlamış, korkulukları siper alarak müdafaaya girişen Kasım Ağa’nın üzerine yürünmüştü. Kasım kısa bir müdafaadan sonra mecruh düşmüş ve merdiven serbest kalmıştı. O anda merdivenin yukarısında Çevri kalfa görünmüş ve basamakları çıkmakta olan katillerin üzerine külhandan getirdiği bir tas kıvılcımlı külü savurmaya başlamıştı. Kıvılcımlı külle gözleri yanan katiller silahlarını bırakıp gözlerini uyuşturmaya çalışırlarken Anber ve İsa ağalar da şehzadeyi çatıya çıkartmaya seğirtmişlerdi.
Saklandığı odada Altın yol merdivenindeki mücadelenin sonunu bekleyen
Şehzade Mahmut çatıya çıkarken arkadan yetişen Ebe Selim elindeki hançeri şehzadeye fırlatmış, şehzade kolundan yaralanmıştı. Katiller Sultan Mahmud’u ellerinden kaçırınca kendi canlarının kaygısına düştüler. Mahmut elbisesi ve yüzü kanlarla bulaşık olduğu halde Bâbüssaadeye gelebildi ve öldürülen IlI.Selim'in naşı önünde ağlayan Alemdar Paşa ya az evvel geçen vakaların dehşetinden sıyrılarak, celâdetle (Paşa sen askerini dağıt, silâhlarını çıkart, Hırka-i Saadet dairesine gidelim) emrini verdi.
Kalabalık bir mâiyet halkı olan Osmanlı Sarayları'nda mutfaklar, geniş bir sahayı igal ederdi.
SARAY MUTFAKLARI
Kalabalık bir mâiyet halkı olan Osmanlı Saraylarımda mutfaklar, geniş bir sahayı işgal ederdi. Topkapı sarayının ikinci avlusuna girerken sağ tarafta tepeleri bacalı, yirmi kubbeli mutfaklar yer almaktadır.
Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusuna girerken sağ tarafta tepeleri bacalı, yirmi kubbeli mutfaklar yer almaktadır...
Sarayın mutfak dairesi II.Selim zamanında ve 1574’de yanmış ve bu yangında kiler dairesiyle, helvahanede muhafaza edilen nadir eşya ve Çin mamullerinden fağfurî takımlar da ziyaa uğramıştı. Mimar Sinan aynı saha üzerine bugünkü mutfakları bina eylemiştir.
Mutfaklar yemek pişirilen yerlerinden başka helvahane, reçelhane, bakırhane, kalayhane gibi kısımlarla, iki mescidi, bir hamamı, ambarları, aşçı oda ve koğuşlarını ihtiva etmektedir.
Fatih Sultan Mehmed’in 726 kişi bulunan sarayında, bir ayda 63 kantar bal, 544 tavuk, 28 mut pirinç, 61 kaz, 19 kıyye safran, 116 istiridye, 87 karides, 400 balık, 12 miskal misk, 10 kıyye biber, 11 kıyye zeytinyağ, 3 kıyye şinik pekmez, 84 kıyye Eflak tuzu, 13 kıyye nişasta, 51 şişe boza, 616 baş ve parça, 180 işkembe, 649 yumurta yenip içilirdi.
Osmanlı Sarayı’nın mevcudu, Fatih’ten sonra mütamadiyen artmış, Topkapı Sarayı’nın bilhassa harem dairesi, ilave binalarla asma katlarla genişletilmiştir.
III.Murad zamanında mutfaklarda 1117 kişi çalışıyordu ve burada bir sene otuz bin tavuk, yirmi iki bin beş yüz koyun ve dört yüz kuzu pişiriliyordu. Saray halkının daima mevcudu takriben beş bin ve müstesna günlerde ise on bin kadardı.
Padişahın has mutfağı, harem kapısındaki kuşhanesi (nefsi nefisi hümayun) için pek nâdide yemekler yapardı. Yemekler günün muayyen saatlerinde tabla-karlar tarafından başlarda tablalar içinde taşınırdı. Hünkar tablası, Valide Sultan talaşı, sultanlar, şehzadeler, kadın efendiler, haznedarlar ve rütbe sıralarına göre bütün harem isim alırdı. Ayrıca Enderun ve diğer teşkilata dahil olanların tablaları da hazırlanıp dairelerine götürülürdü.
Saray mensuplarının tablalarına göre tâyinleri tesbit edilmişti. Şeker, francala, fodla vesaire tayinleri de mevkilere, rütbelere göre ayarlanmıştı. 18.asırda bir Valde Sultan’ın günlük tayinlerini şunlar teşkil ediyordu. 3 kıyye şeker, on kilo sade yağ, 2 kile prinç, 23 tavuk, 50 kıyye et, 20 kıyye soğan, 30 adet yumurta, 2 kıyye nişasta, 30 dirhem bahar 2 kıyye mercimek, 2 kıyye buğday, 1 kıyye kızıl üzüm, 2 kıyye siyah üzüm, 2 kıyye sirke, 6 kıyye tuz, 10 kıyye has un. 45 kıyye sebzevat kısmı mevsimiyle mutad kadim üzere her birinden verilir ve kuzu zamanında dahi, mutad kadim üzere harçları verilir...
Türk mutfağı eski asırlarda, sarayları da, konaklarda ve evlerde pek itina gör-
müş, usta aşçılar yemek pişirmeyi ince bir sanat haline getirmiştir.
HÜNKAR HAMAMI
Haremde, bir kapısı padişah yatak odasının bulunduğu koridora, öteki kapısı büyük odaya açılan hünkâr hamamında, padişahların yıkandıkları köşe...
VALİDE SULTAN YATAK ODASI
Topkapı Sarayı’nın Valide Sultan dairesinde biri Üst katta diğeri alt katta olmak üzere Validelerin iki yatak odaları bulunmaktadır. Alt kattaki yatak odasının duvarları, 17.asrın pek nadide çini panolarıyla süslenmiştir. Tepe camlarıyla aydınlanan ve yandaki namaz odası vasıtasıyla da ışık alan odaya girilince solda güzel bir tahta işçiliği ile yapılmış yataklık bulunmaktdır. Yataklık halen yaz takımlarıyla döşelidir. Yatağın obası beyaz ipek üzerine altınla işlenmiş çiçeklerle süslüdür. Bu çiçeklerle duvarlardaki çini panolar hoş bir ahenk teşkil etmektedir.
Valide Sultan yatak odası bir çok yaşlı, genç Validelerin hatırlarıyla doludur. Sultan Dördüncü Mehmed Han zamanında haremin mühim bir kısmı yandığı vakit burasının yeniden tamir ve ihya edildiği tahmin olunmaktadır.
Sultan İkinci Mahmud Han'ın validesi Nakşidil Sultan bu odanın zarif sakinlerinden biriydi.
Sultan Abülmecid Han'ın validesi Bezmi Alem Sultan ise Topkapı Sarayı'nda bu daireyi resmen kullanmış son Valide Sultan'dır.
Abdülaziz Han tahttan indirilince Validesi ve çocuklarıyla bu daireye getirilmiş, Pertevniyal Valide Sultan, Validelerin taşlığında ve salonlarda teessürle dolaşmıştı.
SULTAN BİRİNCİ ABDÜLHAMİD HAN'IN
VEFAT ETTİĞİ MÂBEYN ODASI
Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Saadet'le, Harem arasındaki bina "Mâbeyn dairesi" ismini taşımakta ve en alt katta aynalı, sebilli geniş oda Birinci Abdülhamid'in "Cedid Mâbeyn Odası" diye anılmaktadır.
Topkapı Sarayı'nın
I.Abdülhamid saltanatının son yıllarında bu odada ordudan gelen elemli haberlerle dilhûn olmuş ve çok defa: "Eğer Özi yed-i küffara girerse benden hayır yok" demiş ve "hüda ol vakte beni komasın" diye dualar etmişti.
ikinci büyük kısmı
Enderun idi.
İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nda
Osmanlı Devleti'nin
en yüksek dereceli
mekteplerinden biri idi...
Esasen rahatsız bulunan Sultan Birinci Abdülhamid Han, 7 Nisan 1789 günü surre alayını uğurladıktan sonra Sarık ve Sünnet odalarında kendisine muntazır oğulları şehzade Mustafa ve Mahmud'la helâllaşıp Mâbeyn odasına gitmiş ve burada ordudan tatarla gelen fatiha kendisine arzolunmuştu. Padişah "eya yine ne gûna hâdisedir' diye "perişan olarak" telhisi açmış ve daha ilk satırları tamamla-yamadan bilmem bana ne oldu, başım dönüyor" şikâyetinde bulunmuş, yanında duran Sır kâtibi sofra hareketidir, kâğıdı ferâgat buyrun badehu kıraat olunsun" demişse de hükümdar okumaya çalışmış hattâ "kalem getir cevap yazayım" demekte iken kusma gelmişti.
Bu gasyandan sonra bir miktar sükûnet bulmuş, bu sırada hekimbaşı Haşan
Taht Odası...
Efendi odaya girmişti. Sır kâtibi kalemi eline vermişsede (maruza) yazarken nüzul isabetiyle bitap düştü.
Sultan Birinci Abdülhamîd Han, nabzını tutmakta olan hekimbaşıya: "Haşan Efendi ahir hizmetindir güzel dikkat eyle, efendini elinden aldırdın" demiş ve Haşan Efendi kendini tutamayarak dışarıya çıkmıştı. Hasta ağırlaşınca halvet olmuş ve harem takımı odaya girerek Sultan Abdülhamid'le vedâlaşmışlardı. Sabaha karşı padişah vefat etmiş ve Kızlar Ağası İdris Ağa hareme girip Veliaht Sultan Selim'i dairesinden almış ve doğru Mâbeyn odasına getirerek "buyrun efendi" diyerek içeri sokmuş ve nâşın yüzünü örten örtüsü çekip "cümleden akdem bu vücudu şerifi ziyaret edin" demişti.
Sultan Selim, sakalına kan sızmış ölü yüzü görünce haşyetle ağlamış, fakat idris Ağa yeni hükümdara hitaben veciz sözler söylemiş "bu âlemi fâni bî-bekadır, ancak bâkî, Hûda'dır, adalet ile halkın hizmetinde olunuz demiş ve sonra yeni hükümdarı Hırka-i Saadete göndermişti.
OSMANLI SARAY ÜNİVERSİTESİ ENDERÛN
Topkapı Sarayının ikinci büyük kısmı Enderun idi. İstanbul'da Topkapı Sarayında Osmanlı Devletinin en yüksek dereceli mekteplerinden biri idi.
Enderun binası, Osmanlı pâdişâhlarının İstanbul da dâimi ikâmetgâhtan olan Topkapı Sarayında, Babüssaade ile Hasbahçe kapısı (şimdiki, sarayın Gül hane parkına açılan büyük kapısı) arasında kalan ve Üçüncü Avlu, Dördüncü Avlu ve Beşinci Avlu isimleri ile anılan avlular ile bu avlularda bulunan binaların tamamı idi.
Enderun'a girebilmek için, Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı, İskender Çelebi Sarayı, Eski Saray, Edirne Sarayı gibi orta dereceli saray mekteplerinden çıkmış olmak lazımdı. Bu mekteblerden yetişen zeka ve kabiliyet sahibi gençler, seçilerek Enderun’a alınırdı. Bazı zamanlarda büyük devlet adamlannın çocukları ve meşhur sanatkar ve ilim adamlarının çocukları da bu okula alınıp yetiştirildiği olurdu.
Enderun, benzeri olmayan bir yüksek tahsil müessesesi idi. Teşkilat bakımından mükemmeldi. Müessesenin maksadı; devlet adamı ve kumandan yetiştirmekti. "Oda" denilen yedi dâireden ibaret olan bu mektep, sınıflara bölünmüştü. Bu odalar sırası ile: Küçük oda, Büyük oda, Doğancı odası, Seferli odası, Kiler odası, Hazine odası ve Has oda idi.
Küçük ve Büyük odalar, Enderun'un ilk tahsil basamağında bulunan talebelerden ibaretti. Bu talebeler 150 civarında olurdu. Bazı zamanlarda 400'e kadar çıktığı da olmuştu. Bu sınıflarda okuyan gençler, Türk, Arap, Fars dilini ve edebiyatını, dini ve askeri ilimleri okur, spor yapar, her türlü silahı kullanmayı öğrenir, saray ve devlet protokolünü ezberler ve tatbik ederler, zerafet, doğruluk, namus ve ahlakî hususlarda yetiştirilirlerdi. Bir taraftan eğitimleri devam ederken, bir taraftan da saray hizmetlerinde bulunarak, tatbikat yaparladı. Bu hizmetleri karşılığında maaş da alırlardı.
Büyük oda tahsilini bitiren talebe, Doğancı odasına geçerdi. Buradan Seferli odasına geçilirdi. Seferli odasında, 100 kadar talebe vardı. Bu koğuşa giren bir genç artık subay sayılırdı. Bu sınıfın âmiri, Saray Kethüdası denen albay rütbelisi idi. Kethüda ile beraber 12 subay, bu talebelerle meşgul olurdu.
Seferli odasından sonra gelen sınıf, Kiler odası idi. Bu sınıfta 144 talebe bulunurdu. Kilercibaşı denen albayın, 7 yüksek rütbeli subayla beraber mesul bulunduğu bu odanın mensuplan, bir yandan pâdişâhın yiyeceğiyle alakadar olur, bir yandan da eğitimlerine devam ederlerdi.
Kiler odasından sonra talebeler Hazine odasına geçerdi. Bu odada 157 talebe bulunurdu. Başlarında Hazinedarbaşı ile beraber 5 rütbeli subay bulunurdu. Bu sınıfın vazifesi, 2 dâire halinde 4 büyük salonu kaplayan Enderun hâzinelerini korumaktı. Bu hâzinede milyonlarca parça mücevher, sandıklar dolusu altın ve gümüş para, değerli eşyalar, halılar, an
tikalar ve akla gelebilecek değerli herşey bulunurdu. Bu eşyaların ve pa
raların vasıflarıyla yazılı bulunduğu 2 büyük defter, ancak baş defterdarın izniyle açılır veya değişiklikler yazılırdı. Maliye nazırının imzası şarttı.
Her pâdişâhın en az bir takım elbisesinin hâtıra olarak hâzinede saklanması gelenekti. Hazinedarbaşı bu vazifesinden sonra Beylerbeyi olurdu. Hazine kethüdası denen yardımcısının rütbesi ise, Sancak beyliği idi. Hâzineyi açıp kapatmak hazine kethüdasının vazifesi idi. Hiç kimse tek başına hazine içine giremezdi. Ancak pâdişâh isterse tek başına girebilirdi.
Enderun dan Osmanlı tarihinin en meşhur ve kudretli kumandanları ve devlet adamları yetişti. Bu mektepten arihe ismini altın sayfalarla yazdırmış büyük devlet adamları yetişmiş ve devletine ve milletine hizmette kendileri-esu' a^etm'?'er^*- Samanına göre en yüksek ilimle tedrisat yapan bu genç çocuklar, hem tatbiki olarak bu eğitimlerini sürdürüyorlar, hem de devlet geleneğini bizzat yaşıyorlardı. Enderun Mektebi nin kuralları çok sıkı idi ve bu kurallar sâyesinde displinli devlet adamı yetişiyordu. Enderun dışına çıkmaları haftada bir gün ve refakatçi
ile mümkün olurdu. Saray dışındaki münasebetleri her yerde takip edilir, bozuk bir durum ortaya çıkacak olursa buna mâni olunurdu.
Osmanlı Tarihi nin en meşhur vezirlerinden birisi olan Sokullu Mehmed Paşa da bu mektepten yetişmiş değerli bir devlet adamıydı. Devletine sadakatte pâdişâhlardan sonra ikinci sırada gelen bir vezirdi.
OSMANLI DEVLETİ'NDE HAREM
Osmanlı Tarihi nin en çok konuşulan, fakat bir o kadar da çarpıtılan konusu Harem dâiresi meselesidir. Bu mevzuda kalem kullananlar, ekseriya hayal mahsûlü bir takım senaryolar ile hüküm vermektedirler.
Osmanlı haremi kutsal bir yerdi ve orası hakkında çok az sayıda insanın bilgisi vardı.
Harem, kelime manası ile "girilmesi yasak olan yer" demektir. Mekke ve Medine'nin ikisine birden Harameyn’ denilme-
Harem’de Havuz...
si bundandır. Yani müslüman olmayanların giremedikleri yer manasınadır. Daha husûsî mânâsı ile, kendilerine nikahları câiz olabilecek erkeklerin giremeyeceği ve yalnız kadınlara mahsus yer demektir. Erkeklerin bulunduğu yere ise "Selamlık" denilir. Osmanlı saray ve evlerinde "Haremlik" ve "Selamlık" olmak üzere iki kısım vardı. Pâdişâhların saltanatta bulundukları zamanlar içinde, başta Topkapı Sarayı olmak üzere ikamet edilen bütün saraylarda bu usûl tatbik edilirdi.
Bir diğer mânâsı ile "Harem", pâdişâhların hanımlarına denilirdi. Yani pâdişâhın haremi demek, onunla nikahlı hanımı demekti. Pâdişâhın, hanımlarının ve kendisine çok yakın aile efradından kadın olanlarının ve câriyelerinin bulunduğu yere ise "Harem dâiresi" denirdi. İşte en çok tartışma mevzuu yapılan husus, saraylarda mevcut olan "Harem Dâiresi" dir.
Osmanlı Sarayları, yalnız pâdişâhın ve ailesinin yaşadığı bir yer olmayıp, aynı zamanda bütün devlet işlerinin de yürütüldüğü bir merkezdi. Böyle olunca, Saray'da bulunan dâirelerin birbirleri ile alakalı kısımları, odaları, bahçeleri vardı.
Mesela, Harem ile Selamlık arasında bulunan Mabeyne aile reisi girebilirdi. Hiç bir erkek hizmetçi hareme giremez, haremdeki bütün işleri câriyeler görürlerdi. Saraya mensub olmayan yabancı kadınlar bile harem dâiresine alınmazlardı. Eğer harem dâiresinde hastalanmış birisi varsa, önce hekime kadın (kadın doktor) muayene eder, eğer bu hususta yeterli olmazsa, saray doktor olan kişi, ancak hastanın nabzını kolu baştan başa örtülü olduğu halde bakabilirdi.
Uzun seneler sarayda bulunmuş ve Harem dâiresinde muallimelik yapmış olan Safiye Ünüvar Hanımefendi, Osmanlı Haremi hususunda çarpıtılan mevzulardan dolayı üzülerek, Harem hakkındaki iftirâları şu şekilde cevaplıyor:
-"Osmanlı Sultanları’nın hâkim olduğu zamanlara ait pek çok neşriyat yapıldı. Hepsini dikkat ve alâka ile okudum. Diyebilirim ki bunların çoğu, hele son devirlere âit olanları uzaktan tutulmuş objektifin titrek, bulanık akislerinden ibaret kalmıştır. Bir kısmı da hayal mahsulü olan romantik maceraları ihtiva eder. Yazarların geniş karihalarına (hayallerine) olan hürmetim dolayısıyla hiçbirini tekzib cüretinde bulunmak niyeti ile değil; sadece bizzat bu hayatı içinde yaşamış olmanın verdiği selahiyet ve şahıslarını yakînen tanımaktan gelen bilgi ile hâdisât ve vukûâtı daha ziyade hakikate uygun olarak kaydetmek arzusu ile bu hâtırata başladım.
Maksadım ne bir tarih kitabı yazmak, ne de methiyeler mecmuası meydana getirmektir. Sadece Osmanlı Sarayları’nda gençliğinin on senesini geçirmiş bir insan sıfatıyla edindiğim intibaları canlandırmak ve daha ziyade bu devre âit hatıralarımı küçük küçük birer tablo haline getirmektir".
Harem dâiresine, Pâdişâhtan başka hiç kimse giremezdi. Hatta erkek kardeşleri, amcaları, kayınpederleri gibi en yakın akrabalar bile istisnalar dışında bu dâireye giremezdi. Çok ağır hastalıkları halinde, bayram günlerinde bu dâireye girme imkanları vardı. Bu girmelerde de evin erkeği yanında bulunması icap ederdi. Kadınlar, harem dairelerinden dışarı çıkacakları zaman, yüzleri de dahil kapanırlardı. Hiç bir kadın, nâ-mahrem karşısına yüzü açık olarak çıkamazdı. Kadın, yanında kocası ve câriyeleri olmadan hekime görünemezdi. Sarayda ise bu husus daha da sıkı bir kontrole tâbi idi. Osmanlı sarayında harem ne idi ise, müslüman-ların evlerinde de harem telakkisi aynı idi. Yani saray bu hususta ne kadar titiz idiyse, evlerde de bu hususa riâyet edilirdi. Eğer kadınların, sokaklarda giydikleri ebiseler, ahlaka ve İslâma aykırı olursa, hemen devlet tarafından tedbir alınırdı.
Osmanlı Sarayı Haremi’ne, resmî dâvet olmadan hiç bir yabancı kadın gire-
Harem Odası...
Kadın Efendiler Taşlığı...
mezdi. Hatta saraya mensub kadınların ahlâklarına fena tesir yapacak mahallere gitmelerine bile izin verilmezdi.
Osmanlı Sarayı’nda, pâdişâhların hanımlarının ve çocuklarının hizmetine bakan câriyeler vardı. Bu cariyeler, sarayın harem kısmındaki bütün hizmetleri görmekle vazifeli idiler. Câriyeler çok çeşitli hizmetlerde kullanılırlardı. Bir kısmı, bizzat pâdişâha nikahları câiz olan câriyeler idi ki, bunların statüleri, pâdişâhın ikinci derecede hanımları vasfında idiler.
Savaş zamanlarında sulh yolu ile teslim olmayan, gayr-i müslim memleketlerin kadınları, İslâm hukukuna göre câriye hükmündedir. Savaş esirinin kadın olanına câriye denir. Câriye, ganimet kabul edilir ve mal hükmündedir. Mal ise, hem alınır, hem satılır. Fakat, câriyelerin husûsî şartları dışında kullanılmaları İslâm hukukuna aykırıdır. Mesela, köle bir erkekle evli olan câriye, bir başka hür bir insanın evinde hizmet görmesi câiz, fakat hür erkeğin o câriye ile cinsi münasebet kurması asla câiz değildir. Bir diğer câriye tarifi ise, sahiplerinin ister nikah isterse nikah akdi olmadan hem hanım statüsünde hem de her türlü hizmetinde kul-laması câiz olanlardır ki, çoğunlukla, bu câriyeler eş durumunda olmuşlardır. Bu câriye ile, ister nikah akdi yapar, isterse yapmaz. Osmanlı pâdişâhlarının hizmetlerinde bulunan bu tür câriyelerin sayısı oldukça az olup, Fâtih Sultan Mehmed Handan itibaren ise bu durumda olan câriyelerin ekserisi pâdişâh hanımı olmuş veya çocuk sahibi olarak ümm-i veled hükmünde hür olmuşlardır.
Osmanlı Pâdişâhları, İslâm hukûkunun kendilerine verdikleri yetkiyi kullanmak dışında başka bir tatbikata gitmediler. Yâni kendilerine helâl olmayan bir te-şebbüsde bulunmamışlardı. Bu hususta hayal mahsulü olarak yazılan-çizilen çok şey yanlış veya çok eksiktir. Pâdişâhlar, İslâmın verdiği ruhsat ile, nikahları altın-
Ayasofya ve
Ayasofya Meydanı...
da ancak dört kadın bulundurabilirlerdi. Bu sayıdan fazla nikah akdini tatbik etmeye ne hakları ne de böyle bir teşebbüsleri oldu. Bazı pâdişâhların bir, bazılarının iki veya üç nikahlısı olduğu gibi, bazılarının da dört nikahlısı olabiliyordu.
Osmanlı Pâdişâhları, neslin erkekden devam ettiği inancını bilerek, çoğu zaman hür kadınlarla evlenmediler. Zira, bu bir devlet idâre tarzı idi ve bunda da menfaat görmekte idiler. Nitekim, sarayda nüfuz elde etmek isteyen bir çok hür ve köklü ailelerin kızları, çok arzu etmelerine rağmen saraya mensup olamamışlardı. Bu hususta çok teşebbüslerde bulunanlar oldu.
Bazı araştırmacılar, tenkidde bulunup, pâdişâhların Türk kadınlarını istemediklerini ileri sürerek haksız ve yersiz ithamlarda bulunurlar. Halbuki, meselenin aslı bu değildir ve altıbuçuk asırlık bir devletin, nüfuz mücâdelesini bu şekilde halletmesi için son derece isabetli bir karar olmuştu. Çoğu zaman, nesebi bile belli olmayan kişilerin saltanatta hak iddia ederek, isyana ve devleti sıkıntıya sokmaya çalışma teşebbüsleri unutulmamalıdır. Kaldı ki, hür bir zeminde, kendi akraba ve ailesi mensuplarını, devletin her mevkiinde etkili hâle getirmeye çalışan on tane vâlide sultan olmuş olsa idi, devlet yüz sene bile yaşayamazdı,
Osmanlı pâdişâhları. İslâm’ın emirleri dışında, kadın ve mevki sahiplerinin telkinine kapılmadan devleti idâre etmeleri, bu isabetli kararın doğruluğunu ortaya koymuştur. Pâdişâhlar da birer insandı ve onların da aile hayatları vardı. Bu aile hayatını hayal ürünü haline getirmek, kendi niyetlerini ortaya koyamayan ahlâkı bozuk insanlar tarafından uydurulmuş senaryolardan başka bir şey değildir. Pâdişâhın yatak odasını kim görmüş ki, böyle uydurma şeyler yazıyorlar. Hele hiç bir resmi yazışmaya tâbi olmayan aile hayatını nasıl oluyor da böyle ahlaksızca resimlerle süsleyerek anlatmaya ve Osmanlı düşmanlığı yaptırmaya çalışıyorlar?
Sokullu Mehmed Paşa Sarayı, Eminönü llçesi'nde Ayasofya yakınlarında. Kabasakal Sinan Ağa Mahallcsi'nde.
İskender Paşa Türbesi yakınında bulunuyordu.
Ayasofya Sarayı adıyla da
tanınmıştır...
Bağdat Köşkü ve İncir Bahçesi...
İstanbul'da doğan Ermeni asıllı ve İsveç teb asına mensub ignatius Mouradja d'Ohsson 1790 senesinde Paris'te Fransızca olarak yayınlanan Osmanlı Tarihi ile alakalı eserinde bu hususta, şöyle söylemektedir.
-"Yeni alınan câriyelere, kadınlar tarafından İslâm'ın esasları, ayrıca okuma-yazma, dikiş ve nakış öğretilir. Bu çıraklık devresi sona erdikten sonra, haremde hizmet etmeye başlar.
Harem-i Hümâyûn, Avrupa, Asya ve Afrika'dan gelme köle kadınlardan me-yana gelmiştir ve bunlardan çoğu, gerçek menşelerini bilmezler. Hür kadınların-kinden farklı isimler alırlar. Meselâ. Hayatî, Safayî gibi.
Harem Hizmeti beş kısımdan meydana gelmiştir. Kadınlar, Gedikliler, Ustalar, Şakirtler ve Câriyeler idi. Kadınlar pâdişâhların resmi hanımları idiler. Gedikliler, pâdişâhın özel hizmetine verilen kızlardır. Pâdişâh ölen kadınlarının yerine isterse bu gediklilerden birisini seçerdi. Bu seçilene gözde denirdi. Ustalar, Vâlide Sul-tan'ın, kadınların ve bunların çocuklarının hzmetine verilmiş câriyeler idi. Şâkirt-ler, Gedikli ve Ustalar sınıfından boşalacak yerler için yetiştirilen câriyeler idi. Ha-rem'de yine tamamen iş görmekle mükellef câriyeler de vardı ve bunlar yükselme şansına sahip değiller idi.
Pâdişâhın Dairesi: Buralarda harem ağaları gece gündüz nöbet tutarlar ve kimse pâdişâhın husûsî izni olmadan içeri giremezdi. Haremin ortasında pâdişâhın dâiresi bulunur. Pâdişâha burada gedikliler hizmet ederdi. Pâdişâh, kadınlarını sıra ile ziyaret eder; her birinin günü ve sırası vardı. Pâdişâh geceyi haremde geçirecekse dâiresine gider ve davetli kadın oraya gelir. Yemekten önce çağırırsa, ona ayrı bir sofra kurulur, zira pâdişâhın sofrasında sadece sultanlar yemek
yiyebilir. Kadınlar birbirlerini çok nadiren görürlerdi. Sadece teşrifat günlerinde birbirlerini ziyaret edebilirlerdi. Pâdişâhın bir kadını ziyâret etmesi enderdi: meğer ki, kadını veya çocukları hasta olsun. Pâdişâh hareme girdiği zaman, gümüş demirli kunduralar giyer; maksat, geldiğinin duyulmasını ve herkesin uzaklaşmasını sağlamaktı; zira karşısına çıkmak pâdişâha saygısızlıktır. Pâdişâhın karşısına çıkanlar, hünkâra çatmak suçuyla cezalandırılır.
Harem'de Hayat: Doğumlar ve benzeri şenliklerle kutlanan bayramlar dışında haremde hayat baskılı ve değişmezdir. Hiç bir kadının, sarayın dışına çıkmasına izin verilmez. Ramazanda hırka-i şerif merasimi için sarayın câmiine bile gidemezler. Kadınlar, pâdişâhın izni olmadan sarayın bahçesinde bile gezinemezler. Sadece ara sıra günlerini geçirmek üzere, sarayın bahçesine köşklerden birine husûsî izinlerle gidebilirlerdi. O zaman, söz konusu köşkün kapıcılarına(bostancı) oradan uzaklaşma emri verilir; sonra etrafına siyahi bir örtü gerilir ve dışında hadım siyahi haremağaları nöbet tutarlar. Pâdişâh buraya geldiğinde yemekler yine ayrı sofralarda yenilirdi.
Kadınlar, yazı pâdişâhla birlikte Boğaz’ın Avrupa kıyısındaki Beşiktaş sarayında geçirirler. Oraya gittikleri zaman kimse onları görmesin diye, ciddî tedbirler alınır: Kadınlar şafak sökmeden yola çıkarlar, sarayın baçesini, içi pancurlu arabalar ve haremden Yalı köşküne kadar gerilmiş iki sıra perdelerin arasından geçerek katederler. Orada sandallara binerler. Oraya girmek için uzun şallara bürünür ve her birinin çocuklarıyla ve nedimeleriyle birlikte yerleştikleri kayık, dört yandan kapanır; dışında zenci hadım haremağaları nöbetçi dururlar. Bu sandallar, bunları çevreleyen ve özel sandalları uzaklaştırmak üzere eli sopalı muhafızlarla dolu sandalların eşliğinde yol alır.
Topkapı Sarayı içindeki
Sefa Köşkü...
Topkapı Sarayı (gün batımı)...
Doktorlardan başka hiç bir erkek hareme ayak basamaz. Onlar bile pâdişâhın özel izniyle ve zenci haremağalarının eşliğinde girebilirler. Hasta kadın ve çevresindekiler uzun şallara bürünürler. Doktor nabzına bakmak isterse, hastanın bileği bir tülle örtülür; dilini veya gözlerini görmek istiyorsa, yüzün kalan kısımları ta-mamiyle örtülü olmak şartıyla gösterebilir. Kızlarağası bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz.
SOKULLU MEHMED PAŞA SARAYI
Eminönü İlçesinde Ayasofya yakınlarında, Kabasakal Sinan Ağa Mahallesinde, İskender Paşa Türbesi yakınında bulunuyordu. Ayasofya Sarayı adıyla da tanınmıştır.
Arşiv belgeleri aracılığıyla varlığından haberdar olduğumuz bu saray, lö.yy'ın son çeyreğinde Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa tarafından Mimar Sinan'a yaptırılmıştı. Osmanlı başkentinde yönetici elit için çok sayıda saray yaptığı bilinen Mimar Sinan'ın bu yapıları günümüze gelememiştir. Belgeler yardımıyla plan organizasyonunu öğrenebildiğimiz nadir Mimar Sinan yapısı saraylardan olmasının yanısıra 16.yy yönetici sınıfına ait nadir bir örnek oluşturması nedeniyle de, öne kazanmaktadır.
Sokullu Mehmed Paşa, bu civarda, Kadırga'da, 1571'de Mimar Sinan'a bir cami, medrese ve tekkeden oluşan bir külliye yaptırırken, aynı sıralarda hem Ayasofya semtinde, Hippodrom'un güneyinde denize inen yamaçlarda, hem de eşi, II. Selimin kızı (hd 1566-1574) İsmihan (Esma) Sultan ile birlikte Kadırga Limanında birer saray inşa ettirmişti. Bu yapılar Mimar Sinan'ın eserlerini anlatan Tezkiretü 1-Ebniye'de kaydedilmiştir. Ayasofya Sarayı nı, Sokullu Mehmed Paşa ile
İsmihan Sultan’ın oğlu İbrahim Hanzâde tarafından I. Ahmed'e (hd 1603-1617) 60 kese filoriye salmasıyla ilgili 1609 tarihli bir belge, Sokullu Mehmed Paşa Sarayının iç mekân organizasyonunu açıklamaktadır. Bu belgeden Sokullu Mehmed Paşa Sarayında bir harem dairesi bulunmadığı, buranın üç padişaha sadrazamlık yapmış olan Sokullu’nun resmi makamı olduğu anlaşılmaktadır. Kadır-ga'daki sahilsaray ise İsmihan Sultanin ve kapıkullarının ikametine ayrılmış bir özel saray niteliğindedir. 16. yy'm bu güçlüsadrazamının İstanbul’un başka itibarlı semtlerinde de sarayları bulunuyordu.
S. H. Eldem'in kaynak belirtmeden yayımladığı ve mahkeme sicili olduğunu belirttiği 1609 tarihli belgeden sarayın, bugün örneklerini yalnızca Topkapı ve İbrahim Paşa saraylarınd görebildiğimiz 16. yy saraylarının geleneksel düzenine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Üç avlu etrafında yer alan daireler, sarayın iç (en-derun) ve dış (birun) halkına ayrılmıştı. Birinci avluda baltacılar, kapıcılar ve ka-pıcıbaşı dairesi, harem ağaları daireleri ve diğer servis mekânları; ikinci avluda arzodası ve hasoda, hazine, içoğlanlan dairesi gibi ilgili odalar bulunuyordu. Üçüncü avluda ise, geleneksel saraylarda görüldüğü gibi harem dairesi değil, kethüda, bir diğer hazine, çaşnigirler odası, çamaırhane, cebehane, mahzen, kuyumcu dükkânları, ahırlar vb, yani erkek hizmetliler için ayrılmış oda ve daireler bulunuyordu.
S. H. Eldem’in harita üzerine yerleştirdiği sarayın yeri burada daha önce yer almış olan bazı yapıları akla getirmektedir. Örneğin ammer, Atmeydaninda, İbrahim Paşa Sarayının tam karşısında, daha sonra Sultan Ahmed Camii’nin inşa edileceği alanda Sadrazam Ahmed Paşa Sarayının bulunduğunu söylemektedir. Hammer'in kaynağı olan Naima Tarihinde ise Mihrimah Sultan’ın kızı Ayşe Sultanla evli olan Semiz Ahmed Paşaya ait sarayının Atmeydanı'ndaki Sultan Ah-
Topkapı Abdülmecid Köşkü...
Topkapı Sarayı
üstten görünüşü...
(Mayıs 2003)
med Camii'nin inşası için yıkıldığına dair bir ibare bulunmaktadır. Semiz Ahmed Paşanın Sokullu'nun ölümünden sonra sadrazam olduğu dikkate alınırsa Sokullu Mehmed Paşa Sarayımın Sokolu’nun 1579'daki ölümü üzerine miriye geçmiş olabileceği ve sadrazamların resmi makamı, bir başka deyişle paşakapısı olarak kullanıldığı akla gelmektedir. Burada harem bulunmaması da bu olasılığı güçlen-dirmektedir. Eldem'in yayımladığı belgede ahır ve 1.50 araba yükü saman depolanabilecek bir alan işgal eden arabalık üzerinde, çaşnigirler için 37 oda bulunduğu görülmektedir. 19. yy'da teşrifatçıbaşı olan Ali Şeydi Bey de kaynak vermeden aynı bilgiyi tekrarlamaktadır. Eğer burada Eldem'in de kullandığı kaynk söz konusu değilse, bu tesadüf dikkat çekicidir. Ali Şeydi Bey ayrıca, gene kaynak vermeden, Sokullu'nun İsmihan Sultanla evlendiği zaman bir saray yaptırması için 100.000 altın armağan aldığını, ama bu parayı eşi İsmihan Sultana bırakarak kendi parasıile bir saray inşa ettirdiğini kaydetmektedir. Muhtemelen bu düğün armağanı para ile İsmihan Sultan Kadırga’daki kendi adını taşıyan sahilsara-yını inşa ettirirken, Sokullu Mehmed Paşa da Mimar Sinan’dan kendisine Ayasof-ya Sarayını yapmasını istemişti.
Buün Dresden ve Viyana’da bulunan. 1582'de Zacharias Wehme ve birkaç yıl sonra AvusturyalI hümanist Johannes Lö-wenklau'nun İstanbul tasvirlerini topladıkları iki albümde yer alan tasvirlerdeki divanhanenin Sokullu Mehmed Paşa Sarayı nm arzodası olması ihtiali ileri sürülmektedir. Sokullu Mehmed Paşa 1579'da kendi saraylarından birinde ikindi divanı sırasında öldürülmüştü.
Eminönü'nde Bulunan
Sarnıçlar ve Su Kemerleri...
ozdoğan Kemeri: Fatih, Saraçhane durağı yakınında, Atatürk bulvarı üzerindedir. 20 metre yüksekliğinde ve 1200 metre uzunluğundaki bu su kemerinin yapılmasına Kontantin zamanında başlanmış ve 364-378 yılları arasında İmparator Valans devrinde sona ermişdir. Yalansın, Kadıköy surlarını yıktırıp taşlarını Bozdoğan kemerinin inşasında kullandığı söylenir. Kemer, Istanbulun
üçüncü ve dördüncü tepelerini birbirine bağlyarak, suları bir tepeden öbürüne akıtırdı. Böylece sular, Fatih tepesinden Beyazıt tepesine akar ve bugün Üniversite bahçesinin altında kalan Nimfeum Maximum sarnıcında toplanırdı. Hâlen Bulvar üzerindeki kemer parçası ile sağ ve sol istikametindeki bir iki parça sağlam kalmış, öbür kısımlar zamanla harab olmuşdur. Sağlam parçalar 500-600 m. kadardır.
Yeniçeri Sarnıcı: Et meydanında olup, II. Mahmudun topa tutturduğu Yeniçeri kışlasında idi. Harapdır.
Soğuk Sarnıç: Vaktiyle hipodromun alt kısmına, vahşi hayvanların kafeslerini koymaya mahsus bölmeler vardı. Zamanla bölmeler kapatılarak sarnıç olarak kullanılmaya başlandı, işte soğuk sarnıç bu bölmelerden biridir ve Sanat Okulunun aşağısmdadır.
Nuruosmaniye Sarnıcı: Bizans devrine aittir. Hâlen, Ev-liyazade apartmanı yanında garaj olarak kullanılmaktadır. Nuruosma-niyededir.
Batonyat Sarnıcı: ö.yy da yapılmışdır. Ankara caddesinde, Akşam gazetesinin bulunduğu Acımusluk Sokağı ndadır.
Theodos Sarnıcı: Kadırga meydanından yokuş çıkarken Fuatpaşa caddesin-dedir. Theodos devrinden kalmadır. 32 mermer sütunu vardır.
Jüstinyen Sarnıcı: Eski askerî müze binasının yanından Ayasofyanın altına kadar uzanır. Aslında sarnıç olmamakla beraber, Fatih Sultan Mehmedin surlar üzerine yaptrdığı su yollarından sızan sularla zamanla dolmuşdur. 3 koridoru, 47 direği ve 73 kubbesi vardır.
Bozdoğan Kemeri...
(Mayıs 2003)
Mangana Sarayı Sarnıcı: Aya-sofyadadır. I.Basil tarafından yaptırılan Mangana sarayının bodrum katı idi. 52 metre uzunluğunda ve 40 metre genişliğindedir. Bizans tarzında 30 tane kubbesi vardır.
Bodrum Camii Sarnıcı: Beya-zıtta. Lâleli, Ordu caddesi arkasında, Ragıp Paşa kütüphanesi yanındadır. VII nci yüzyılda yapılmış olup eski Mir-leon kilisesi, yeni Bodrum Camii müş-temilâtındandır. 71 sütunu vardır. 24 -
Büyük saray sarnıcı: Sultan Ahmet camii yakınındadır. VI ncı yüzyıla aittir. 27 metre uzunluğunda ve 9 metre genişliğindedir. 18 sütunu vardır.
Binbirdirek sarnıcı: Bizans’ın en büyük sarnıçlarından biridir. Cağa-loğlunda, II nci Mahmut türbesi kaşı-sındaki sokakta, Fazlı Paşa meydanı denilen mahallin altındadır. İmparator Konstantin, merkezini Romadan Is-tanbula naklederken onunla beraber gelen Roma ayanından Floksenios,
burada bir saray yaptırmışdı. Binbirdirek sarnıcı işte bu sarayın sarnıcıdır, zunluğu 64, genişliği 56 metredir. 325.000 m3, su alırdı, içerisine 11 menfezden ışık girer. 15 sıra üzerinde 224 sütunu vardır. Sütunların hemen hepsinde Bizans taşçılarının monogra-mı görülür. Direkler yekpare olmayıp iki direk birbiri üzerine bindirilmiş olduğu için Türkler (Bindirek) demişler, zamanla (Binbirdirek) adını almışdır.
Yerebatan Sarnıcı: Ayasofyanın yakınında, cadde üzerindedir. 527 -565 yıllarında Jüstinyen tarafından yaptırılmıştır. Suyu Belgrat ormanlarından gelir ve kuşatmalarda şehrin su ihtiyacını kısmen olsun karşılardı. Yüksekliği 13 1/2 metre ise de bir kısmı zamanla dolmuşdur. 140 metre uzunluğunda, 70 metre genişliğindedir. 336 sütunu vardır. Elektrikle aydınlatılmaktadır. Kayıkla gezilebilir. 1602 yılında sularında balık vardı.
İSTANBUL'DA
ANTİK SU MİMARİSİ
İstanbul kurulduğu zamandan günümüze, dalma içecek su stat,s, çekmiştir şehrin içinde yeteri, su kaynaklar,„,„ bulünmamas,. suyun çehir dumdan ge, „ meşini ya da mevcut kaynaklar,„ korunmasm, gerektirmiştir. Bu aç,dan şehrin , rihl an,tlar,n,n önemli bir bölümü su mimarisi İle İlgili eserlerdir. Bunlar İçinde an tik sarnıçlar ayrı bir önem taşımaktadır. V
Roma döneminde özellikle Hadrian (117-138) ve Valens (364- 378) döneminde şehrin dışındaki kaynaklardan İstanbul’a su getirilmesi konusunda önemli girişimler yapılmıştır. Saraçhane'deki Bozdoğan Kemeri Valens dönemindeki bu projenin bir parçası olarak hâlâ ayaktadır.
Istranca'lardan gelen ve 250 km.’ye yakın uzunluğu ile antik dünyanın en uzun su yollarından biri olarak kabul edilen isale hattının Konstantiniu zamanında başlanıp, Theodosius II zamanında tamamlandığı düşünülmektedir
Prokopios, İstanbul'da M.S VI. yy'da lustinianos dönemindeki yapıları anlattığı ünlü eserinde, sarnıçların tarihi ve yapımı konusunda ilginç bilgiler vermek-
Bodrum Sarnıcı...
Sepetçiler Kasrı...
tedir: "Yazın imparatoruk kentinde su sıkıntısı çekiliyordu; diğer mevsimlerde ise su yeterince vardı. Nitekim yazın her zaman su sıkıntısı çekilir, su kaynakları diğer mevsimlere göre daha az cömert olduklarından kente az su taşınır. Bu yüzden imparator şöyle düşündü: Avukat, dvacı ve bu işlerle ilgili başka kimselerin davalarını hazırladıkları imparatorluk stoasında (porticus) çok uzun ve çok geniş bir avlu vardır ve bu avlu dört tarafında sütunlarla çevrilidir; yapının temelleri toprağa değil kaya (pet-ra-saxum) üstüne atılmışın Avluyu her biri bir kenarda olmak üzere dört adet sütun sıralı stoa (porticus) çevreler; imparator lustinianos, güneye bakan stoanın çok derin olarak kazılmasını emretti ve buraya, yaz mevsimi dışındaki mevsimlerde çok bol olduğu için ziyan edilen suyn, yaz mevsimi için toplanacağı uygun bir su haznesi (eluthra-cisterna) yaptırdı. İçinde biriktirdiği su yolundan (okhetos-aquaeductus) akan suları tutmak için ve bunun sonucu, hem su bol olduğunda hem de su azaldığında ihtiyacı olanlara verilmek üzere sanıçlar yaptırıldı. Bu şekilde Justinianus BizanslIlara içme suyu sağladı."
Özellikle kuşatmalar sırasında şehir susuzluk nedeniyle çok zor anlar yaşamıştır. Düşmanın şehre gelen su yollarını tahrip etmesi, suyun büyük depolarda biriktirilip saklanmasını gerekli kılmıştır. Bu açıdan Bizans devrinde çok sayıda sarnıç inşa edilip kullanılmıştır. Bugün İstanbul'daki antik devirden kalan anıtların bir bölümünü açık ve kapalı olarak inşa edilen bu sarnıçlar oluşturmaktadır.
SEPETÇİLER KASRI
Sultan İbrahim sepet örmeye meraklıymış. Sepetçi esnafını himaye etmiş hep. 1643 te yaptırdığı kasrın adı, hem bu asrın, hem de Yalı Köşkünün arkasında sepetçi esnafının bulunması dolayısıyla verilmiş. Sultan İbrahim burada bulunan ve gemilere işaret vermek için kullanılan köşkü ihya etmeye (canlandırmaya) karar verdiğinde, sepetçi esnafı kendisine yardım etmiş.
SU KEMERLERİ, SARNIÇLAR
BizanslIlar, daha sonra Osmanhlar Devrinde İstanbul'un suyu bentler ve sarnıçlarla sağlanıyordu. Suların tepeden tepeye akıtılması için kemerler yapılmıştı. İlçemizdeki kemer ve sarnıçlardan birkaçı şunlardır :
SOĞUK SARNIÇ
Sultanahmet'te Endüstri Meslek Lisesi altındadır. İçi su doludur.
TEODOS SARNICI
Binbirdirek Sarnıcı üstündeki sokakta, eski belediye binası bahçesinin altında bir Bizans Sarnıcı’dır. Boyu 42,50, eni 25 metredir.
Sultanahmet Fuat Paşa Caddesi’nden Kadırga Meydanına İneken bir evin altında 32 mermer sütunlu büyükçe bir Bizans sarnıcı daha vardır.
DİREKLERARASI SARNICI
Şehzadebaşı'na giderken Acemoğlu Hamamı arkasındadır.
MESİHPAŞA CAMİİ YAKININDAKİ SARNIÇ
Lâleli Camii karşısındadır. Çok büyüktür. Aksaray, Kumkapı, Ynikapı ve Da-vutpaşa'ya buradan su giderdi.
EMİNÖNÜ’NDE BULUNAN
SU KEMERLERİ, SARNIÇLAR
’ Bizanslılar, daha sonra Osmanhlar Devri nde İstanbul'un suyu bentler Ve sarnıçlarla sağlanıyordu. Suların tepeden tepeye akıtılması için kemerler yapılmıştı. İlçemizdeki kemer ve sarınçlardan birkaçı şunlardır :
BOTANYAT SARAYI SARNICI
Cağaloğlu Acımusluk ( Cemal Nadir) Sokağı nda idi. Altıncı ya da yedinci yüzyılda yapılmıştır.
NYMPHEUM
MAKİMUM SARNICI
Beyazıt Meydanında, Üniversite bahçesi altında büyük bîr Bizans Sarnıcı dır. Bozdoğan Kemeri ile gelen sular burada toplanıyordu.
Eminönü Çeşmeleri...
ÜÇÜNCÜ AHMET ÇEŞMESİ
j y sik arasında Sultan Ahmet Çeşmesi denir. Topkapı Sarai yı'nın kapısı önünde, Ayasofya Camii'nin yanındadır.
Üçüncü Ahmet adına İbrahim Paşa tarafından 1728 yılında J ■ Baş mimar Mehmet Ağaya yaptırılmıştır. Yuvarlak bir taban r / üzerinde dört köşe olarak krulan çeşmenin kuleleri yuvarlanarak birer sebil yerleştirilmiş, ortalarındaki düz bölümlere de mermer yalaklı birer çeşme oturtulmuştur. Çeşmenin dört cephesindeki taş ve bronz işçiliği kadar ahşap saçakların süsleri ve cepheyi süsleyen yazılar birer sanat şaheseridir. Orta kubbenin dört yanındaki küçük kubbeler altın alemleriyle ayrıca bir süsleme örneğidir. Çeşmenin Ayasofya’ya bakan yüzünde Seyyid Vehbî'nin hattı ile şu tarih beyti vardır. Bu beyti Üçüncü Ahmet'in yazmış olduğu da söylenir. "Tarihi Sulan Ahmed'in Cârizeben lüleden/ Aç besmelemle iç suyu Hân Ahmed'e eyle dua" Ebced hesabı çözümlenince bu tarih Hicrî : 1141. Milâdi: 1728 yılını gösterir. Ayrıca çeşmenin dört yüzü Seyyid Vehbî'nin Padişah 111. Ahmet ve Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa için yazdığı 56 mısralık bir kasidesiyle süslenmiştir.
BİRİNCİ ABDÜLHAMİT ÇEŞMESİ
Bahçekapı’da Birinci Abdülhamit tarafından 1777 yılında yaptırılmıştır. Çeşmenin yeri Dördüncü Vakıf Han'ın inşaat lanına girince, han yapılırken çeşme buradan sökülmüş, Gülhane Parkının karşısında Zeynep Sultan Camii’nin önüne kurulmuştur. Üstü saçak çatılıdır. Ortada kubbeli bir sebil, yanlarda sebile bitişik iki çeşme vardır. Sebildeki ve çeşmelerdeki yazılar Yesâî Mehmet Efendi tarafından yazılmıştır.
BEŞ1R AĞA ÇEŞMESİ
Ayasofya'dadır. Darüssaâde ağalarından Beşir Ağa tarafından 1744 yılında yaptırılmıştır. Cephesi tümüyle mermer kaplı çeşmenin suyu kesiktir. Metnini Şair Rahminin yazdığı kitabenin tarih beyti şudur:
Huruf-i bi-nukatla Rahmiyâ tarihin işrab et
"Suuard dehr-i hakka hayr-ı câriyle Beşir Ağa "
1157/1744
BEŞİR AĞA ÇEŞMESİ
Bu çeşmeye "Hacı Beşir Ağa Çeşmesi" de denirdi. Babıâli'de, Hacı Beşir Ağa Camii'nin bahçe kapısı yanındadır. Darüssaâde Ağası Beşir Ağa tarafından Türk klasik mimarı üslûbunda yontma taştan yaptırılmıştır. Metnini Bursalı vaiz ve şair Seyyid Feyzi Efendinin yazdığı kitabenin tarih beyti şöyledir:
Feyzi-i bende-i tarihini etti işrap
"Hasene-yı aşkına sahha gel al iç ab-ı reân"
1157/1744
BEŞİR AĞA ÇEŞMESİ
Kapalıçarşı'da, Mercan Camiine giden Ayakkabıcılar ve Köseleciler sokakları arasındadır. 1. Mahmud'un kızlarağalarından Beşir Ağa tarafından H. 1140/1727 yılında yaptırılmıştır. Çeşme üç kitâbeli olup, birincisinin tarihi beyti şudur:
Beyân etti Nedîma gayri menkatile tarihin "Bu rânâ çeşme-i pür nuru yaptırdı Beşir Ağa"
1140/1727
Rokoko üslûblu çeşme zamanla değişikliklere uğramıştır. Nitekim diğer iki kitabeden anlaşıldığına göre. H. 1258 yıllarında saray kethüdalarından Mahcube Kadın, H. 1341 yılında Medine kadısı Çırpanlı Mehmed Salim Efendinin ruhu için tamir ettirilmiştir. İkinci kitabenin tarih beyti şudur:
"Bu âlâ çeşme-yi Mahcube Kadın kıldı mâmur"
1258/1842
İlk bani Beşir Ağa Hâzin ve Muhasip olup Darüssaaeağası Hacı Beşir Ağanın muasırıdır. Her ikisinin İstanbul'da birçok hayır eserleri vardır. 160 ve 174 sıra sayılı çeşmeler de bu Hâzin Beşir Ağanındır.
AYŞE SULTAN SEBİLİ
Bayezıdde Okçular Caddesi’ndeydi. Günümüzde hiç bir izi kalmamıştır. 1628'de I. Sultan Ahmed in kızı Ayşe Sultan tarafından yaptırıldı.
AŞUB KADIN ÇEŞMESİ
Bayezid'de Yeniçeriler Caddesinin üzerindeki Tabanca sokağındadır. III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan’ın kethüdası Âşub Kadın tarafından yaptırıldı. Çeşme zamanla harap du-rua geçince 1923 yılında Tayyibe Hanım adında bir hayırsever tarafından tamir ettirildi. Çeşmenin kemeri üzerinde bulunan kitabe de bu devre ait olup şöyledir:
Kurretü'layn-i saadet şems-i bürc-i saltanat
Duhter-i sa'd ahter-i Han Ahmed-i çarh âşiyan
Fâime Sultan-i âlişan-i zehrâ hilkatin
Ömrün efzun ide iclal (ile) rabbi müstean
Kethüda bânu (yi) seray-i devlet -i Âşub Kadın
Oldı sultanı gibi cûyâ-yı hayrat-ı hasen
Yümnile tarh üfkeni bünyâd olup bu çeşmeye
Hak yoluna mâlini bezleyledi bir imtina
Zib ü dârâyişle virdi öyle âb-i tâb kim
Dir temaşa eyleyüp nûş eyledikçe teşnegân
Ayni âb-ı hayatin yâ ayağı kevserin
Selsebil-i bağ-i cennettir ya tesnim -i cihan Mevkiinde böyle hayrat olmaz müyesser herkese Hüsn-i tevfik -i hulûs-i kalbe mebndir heman Hak taalâ eyleyüp şayan-ı dergâhı kabul Masdarı âsâr-ı hayr ide vücûdun her zaman Taibâ didim sitayiş birle târihin görüp Oldı zibâ çeşme-i Âşubden Zemzem revan
H.1122/1710
ALİ PAŞA SEBİLİ
Bayezid'de Fuad Paşa caddesindeki Ali Paşa Cami köşe-sindedir. 1869 yılında Sadrazam Ali Paşa tarafından yaptırılan bu sebilin mimarı İtalyan Bariori'dir. XIX. yüzyıl sebil ve çeşme mimarisi barok-rokoko üslûbundadır. Daha önceki yüzyıl sebillerindeki hatların yerini yuvarlak hatlar almıştır. Ali Paşa sebili, tezyinat zenginliği, girinti ve çıkıntılarla dikkati çeker.
ALİ EFENDİ ÇEŞMESİ
1228 (1813): Süleymaniye yakınında, Hoca Gıyaseddin Mahallesinde, Sarı Bâyezid ve Mehmed Paşa camileri arasındadır. Büyük ruznameci kalemi baş halifesi Ali Efendinin hayratı olduğu üç satırlık kitabesinden anlaşılmaktadır.
Hüvelhayyülbaki Sahibülhayrat ve’l-hasenat Büyük ruznameci kaleminin sabıka baş halifesi
Merhum ve mağfur Ali Efendi vakfının hayratıdır ruhu şerifiyçün fatiha
1228 (1813 M.)
Tonoz kemerli haznesinin cephe sıvaları dökük ve tamire muhtaç bir haldedir. Suyundan civar halkı faydalanmaktadır.
VALİDE SULTAN ÇEŞMESİ
Topkapı Sarayı Kapısı
önünde bulunan
Bahçekapı'da İş Bankası Yenicami Şubesi yanındadır. 1663’te Dördüncü ehmet'in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından çeşme ve sebil olarak yaptırılmıştır. 1902 yılında yanınca eski mimarî biçimine göre onarılmıştır. Bugün burada Vakıflar İdaresi tarafından Taşdelen Suyu satılmaktadır.
AHİ DURMUŞ BABA ÇEŞMESİ
917 (1511): Bayezid, Çadırcılar çarşısında ve Çadırcılar Caddesinde Hacı Memiş Sokağında fevkani İmam Hanının (Camili Han) avlusundadır. Yaptıranı Horasanlı Ahi Durmuş Baba İkinci Bayezid'in sakası imiş. Ahi Durmuş Babanın kabri de çeşmenin yanındadır. Çeşme 917 tarihinde yapılmıştır. Kitabesinin «»işareti içine alınan tarih kısmı noktalı harflerle «925» tutmaktadır; bundan «çar» yani «4» düşülünce «921» kalmakta ise de kitabe üzerinde «917» rakamı mahkûk bulunduğundan yapılış yılının 917 mi, 921 mi olduğu kati olarak anlaşılamamıştır. İkinci kitabeden tamir tarihinin 1202 (1787) olduğu anlaşılmaktadır. Kitabenin tarih beyti şudur:
III.Ahmet Çeşmesi
eski hâli (yukarıda)
Valide Sultan Çeşmesi (aşağıda)...
Gitti çar gûşine tarihi cevherle Rıza «Ola cennet makamı şu pîrânın» Fatiha
917 (1511 M.)
RÜSTEMPAŞA ÇEŞMESİ
962 (1554): Eminönü'nde Küçük Ayasofya yakınında. Cami Sokağında harap Çardaklı Hamamın kapısı köşe başındadır. Türk klasik üslûbu kemerli büyük kesme taştan yapılma, geniş hazneli bir meydan çeşmesidir. Ayna taşında hazneye açılır bir demir kapağı vardır. Teknesi bir parça taştan oyulma, uzun ve metindir. Kitabesi 957 tarihini taşımakta is de tarih mısraı 5 fazlasıyla 962 yi göstermektedir. Bu çeşmenin bir aynı ve kitabesinin tıpkısı da Sultanahmet Sanatlar Mektebi altında, Nakilbent çıkmazının sonundaki köşede görülmektedir. Binaenaleyh her ikisi Kanuninin Sadrazamı Rüstem Paşa tarafında aynı tarihte yaptırılmıştır. Tarih beyitleri şudur:
Safmeşrep teşnediller çeşmeyi kıldıkta seyr
Didiler tahsin edüp tarihini "Zehi ayni Hayr'
962 (1554 M.)
SÜLEYMAN I. ÇEŞMESİ
974 (1566) dan önce: Marpuççular Sokağında Alaca Mescit (Çelebioğlu Alâ-eddin Camii) avlu kapısında bulunuyordu. Yaptıran Kanuni Sultan Süleyman'dır. 1950'li yıllara kadar suyu kabaca ve boşuna akmakta idi. Sonra ortadan kalkmıştır. Kitabesi şu üç kelimedir:
Ahi Durmuş Baba Türbesi
Sahibülhayrat Süleyman Han...
ve yanı başında bulunan
Ahi Durmuş Baba Çeşmesi...
Küçük Ayasofya Camii yakınlarda bulunan
Çardaklı Hamam
ve Rüstem Paşa Çeşmesi...
(Mayıs 2003)
ŞEHSÜVAR BEY ÇEŞMESİ
996-997 (1587-1588): Topkapı Sarayı Baltacılar Koğuşu önünde merdiven altında, mermer ve çinilerle yapılmıştır. Banisi Şehsüvar Bey Zigetvar gazası yılında Dergâh-ı Âli’ye girmiş, Edirne sarayında sekiz yıl hizmetten sonra İstanbul Topkapı Sarayına gelerek 9 yıl teberdarlık etmiş, sonra divanhane hizmetine geçirilip 25 sene sonra odabaşılığa geçmiş ve üç buçuk yıl da bu hizmette kalmıştır, işte bu esnada yaptığı çeşme biter bitmez bölük başılığa terfi etmiş, Teberda-ran Mescidi’nin mihrabı etrafını çinilerle süsletmiş, «oda» önünü mermerlerle dö-şetmiştir. Çeşmenin iki kitabesinden birinin tarihbeyti şudur:
Bu fedayı dedi tarihin yine
«Eyliye rahmet o Hak banisine»
997 (1588 M.)
Ey Fedayi dil dedi tarihini
«Yaptı bil bu çeşmeyi bu Şehsüvar»
996 (2587 M.)
SİNAN PAŞA ÇEŞMESİ
998 (1589): Ahırkapı feneri civarında, Mimar Davut'un eseri ola Sinan Paşa köşkünün altındadır. Bu çeşme de köşk gibi harap olmuştur. Yalnız kitabesi mevcuttur. Tarih mısraları güç okunur derecede erimiştir:
Çü cari oldu bu ayni revanbahş
Dedi tarihi Sâi «Mai canbahş»
998 (1589 M.)
Köşkün bodrumunu çerçeveleyen ve kemerleri arası âdi tuğla ile kapatılmış bulunan kesme taştan yapılma duvarlarının bir gün tamir edileceği ve o zaman bu sanat değeri yüksek çeşmenin de bugünkü harabe halinden kurtulacağı tabiîdir. Gönül o günün çok uzamamasını diliyor.
AĞALAR ÇEŞMESİ
996 (1587): Topkapı Sarayı'ndadır. Yaptıranlar Osman ve Sinan Kethüda Ağalardır. İkinci defa Sultan İkinci Mahmud Han’ın hâzini Seyyit Mehmed Ağa 1225 tarihinde tamir etmiştir. Bugün sadece kitabesi mevcuttur. Kitabede Sultan İkinci Mahmud Han'ın tuğramın altında 1225(1810) tarihli ve çeşmenin tamirini anlatan beyitlerden sonra 996(1587) tarihli inşa kitabesi bulunmaktadır. Tarih mısraları şunlardır:
«Misli abı ceşme-i hayvan»
996 (1587 M.)
HALİL ÇEVGÂN ÇEŞMESİ
999 (1590): Kumkapı Nişanca Hamamı’nın arkasındaki köşe başındadır. Altı beyitlik kitabesinin sonunda bin tarihi görülüyor ise de tarih mısraı bir eksik tutmaktadır.
Bu Fedayi dedi tarihin anın
«Ayni Hasen Halili Çevgân»
999 (1590 M.)
CÜCE MEHMED AĞA ÇEŞMESİ
999 (1590): Kumkapı Nişancası - Musalla caddesi üzerinde Çobançavuş Camii alt taraflarındadır. Kitabesi bugün yerinde yoktur. Çeşmenin harap bir hazne den başka sağlam yeri kalmamıştır.
Üç beyitlik tarih kitabesi aynen şöyle idi:
Cüce Mehemmet Ağayı nikbaht
Ol huceste zatü o hulku cemil
Bunda icadeyleyip bu çeşmeyi
Eyledi Allah içün halka sebil
Ehli cennet dediler tarihini
"Kad bena aynen tüsemma selsebil"
999 (1590 M.)
SERHÂZİN MUSTAFA AĞA ÇEŞMESİ
999 (1590): Sirkeci Salkımsöğüt'te Karaki Hüseyin Çelebi Camii karşısında Serhâzin Mustafa Ağa Medresesinin bugün Hocapaşa Maliye Şubesi olan yerin kapısında idi. Şair Fedai İsmail Bey’in üç beyitlik manzumesi şöyledir;
Serhâzin Mustafa Ağa Çeşmesi
Sirkeci’de bulunan Karaki Camii’nin
Serhâzini ağayı âlişan
Mustafa nam o kânı sıtk-u saan
Rah-ı Hakk'a kılup hazine nisar
Kıldı bu çeşme-i lâtifi bina
karşısında idi...
Dedi tarihini Fedai anın
«Selsebili behişt oldu bu ma»
999 (1590 M.)
ODABAŞI KASIM BEY ÇEŞMESİ
1003 (1594): Topkapı Sarayında Zülüflü Baltacılar Koğuşu önündedir. Mermerden yapılmş bir sıra çeşmelerdir. Odabaşı Kasım Bey tarafından yaptırılmış ve kendisi bölükbaşı olunca çinilerle süsletmiştir. Kitabesinin tarih mısraları şöyledir:
Cümleye hayr dua eyleyüp Aşari o dem
Dedi tarihini «Pak oldu bu hayri âlâ»
1008 (1594 M.)
1170 tarhinde odabaşı İsmail Ağa tarafından imar edildiğini diğer bir kitabecikten öğreniyoruz:
Bu da muhtaç olmuş idi tamire
Odabaşı İsmail Ağa aldı mamure
1170 (1756 M.)
AHIRKAPI FENERİ ÇEŞMESİ
1006 (1597): Ahırkapı Feneri ile harap bir durumda olan ve sadece alt katının kalıntıları bulunan Sinan Paşa köşkü arasında yer almaktadır. Üç beyitlik kitabesinin ilk mısraı düşmüştür. Tarih beyti şudur:
Yapıldıkta bu çeşme söyledi tarihini Hadi
Bina oldu lebi deryada bu ayni hayat efza
1006 (1597 M.)
İlk satırı düşmüş olduğundan yaptıranının kim olduğu anlaşılamamıştır. Çeşmenin teknesi kemerinin üst kısmına kadar kumlar ve çakıllar altında kalmıştır. Üslûbu sade ve imarı pek az himmetle mümkündür.
AYŞE SULTAN ÇEŞMESİ
1012 (1603) : Şehzâdebaşı'nda, Belediye Sarayı karşısında, Şehzade Camii'nin karakol karşısındaki köşe avlu kapısına bitişiktir. Yaptıran Sultan Üçüncü Murad Han'ın kızı Ayşe Sultan olup, kocası İbrahim Paşanın ruhu için yapılmıştır. Müşarünileyh İbrahim Paşa Bosna'lıdır. Diyarbakır, Şam, Mısır Valilikleri nde bulunmuş, kaptanı derya, vezir-i salis, sani ve Sadaret kaymakamı olmuştur. 1004'te sadrazam, 1005'te mazul olmuş ve az sonra ikinci defa tâyin. 1006 da azil ve 1007 de üçüncü defa sadrazamlığa tâyin edilmiştir. 101 İ de öldü. Şehzade Cmii avlusundaki türbede gömülüdür. Paşanın kapı ağası Mustafa Ağa bir yıl önce ölmüş, Eyüp'te gömülmüştür. Şair Hükmî tarafından söylenen kitabesinin ikinci tarih beyti şudur
Hükmiyâ söyler dehân lülesi tarihini
«İçin İbrahim Paşa ruhuna eylen dua»
1012 (1603 M.)
Hazneli bir çeşmedir. Sırtı camiin avlu duvarına bitişik ve üç cephelidir Sağ cephe mermer kaplı, sol taraf ise kesme taştır. Çeşme halen muattaldır. Tekne taşı kırık ve mermer kaplı cephesinin bazı yerleri dökülmüştür. Kitabesinin altın
da açılmış bir yelpazeyi andıran kabartma ve oyma tezyinat ve bunun akında ikinci bir kitabe daha vardır. Bunun da tarih mısraı şudur:
«Oldu İbrahim Paşa ruhu içün sâyilâb»
1012 (1603 M).
MISIRLI OSMAN AĞA ÇEŞMESİ (GÜZELCE MAHMUD PAŞA ÇEŞMESİ)
1012 (1603): Topkapı Sarayı Matbah dairesindedir. Aşçılar Ocağı Camii'nin berisinde yapılmıştır. Halen muattaldır. Üzerindeki iki stırlık kitabe: Mısırlı Osman Ağanın bu çeşmeyi yaptırdığı ve bundan faydalananların ruhuna bir fatiha okumalarını rica mealindedir.
Sa'y edip Osman Ağa yani Mısırlı daima Kıldı bu çeşmeleri Allah için bunda bina Kim görürse hacetin bu çeşmelerden lütfdip Okusun bir Fatiha anın için rahmet bula
1012 (1603)
MISIRLI OSMAN AĞA ÇEŞMESİ
1014 (1605): Mahmud Paşa medresesi karşısında, orta yerdedir, ilk banisi Mısırlı Osman Ağadır. 1031 (tarihinde tamir edildiği zaman konulan kitabenin tarih mısraları şunlardır :
Yedi tarh ile ola hoş tarih
«Be ne âlâ yerinde çeşme revan»
1031 (1621 M)
ilk kitabesinin tarih beyti şöyledir:
Bülbüli gördü çü esasını dedi tarih
«Yaptı Hak yoluna bu çeşmeyi Mahmud Paşa»
1014 (1605 M.)
Mahmud Paşa Enderun'dan yetişen Ik sadrazamdır. 857'de nasbedilmiş; iki defa da 16 yıl bu mesnette çalışmıştır. Şehiden irtihali 879 yılındadır. Aslen Hırvat'tır. Lofça’yı, Semendire ve diğer Sırp yerlerini, Hersek'i almış: Karamanoğlu Pir Ahmed'in kahır ve idamı meselesinde Rumi MehmedPaşa'nın kendisine kusur isnadı üzerinde 872'de otağı başına yıktırılmış, 873'te Eğriboz'u fetih ve 877 de Uzun Haşan seferinde hüsnü hizmet etmiş ve ikinci defa sadarete geçirilmişken münafıklarca azlettirilmiş, Filibe sancağında ihya ve imar ettiği (Hasöy) kasabasına yerleşmiştir. Şehzade Sultan Mustafa'nın irtihalinde İstanbul’a gelerek taziyet vazifesini yaptıktan sonra matemde kusur atfedilerek Padişah tarafından gazab olunmuş ve 17 gün Yedikule Hapisanesinde tevkif olunarak, nihayet bu değerli veziröldürtülmüştür.
Paşanın ölümünden 135 yıl sonraya ait olan bu kitabenin bilâhare konulduğu şüphesizdir.
SULTAN BİRİNCİ AHMED HAN ÇEŞMESİ
1015 (1606): Gülhane Parkı iki kapısının arasındadır denilebilir. Eminönü Alemdar Mahallesinde Sur-i Sultaniden Gülhane Bahçesine geçişi sağlayan Soğuk Çeşme Kapısının sağında sur duvarı üzerinde yer alır. Üzerinde üç beyitlik kitabeden Sultan I. Ahmed tarafından yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde bu çeşmeden Soğuk Çeşme diye bahsedilir 1645 yılında açılan ve çeşmenin yanında yer alan kapı da Soğuk Çeşme Kapısı olarak tanınmıştır. Sultan II. Abdülhamid 1307(1889)'de çeşmeyi yenilemiş ve bundan sonra Ha-midiye Çeşmesi olarak tanınmıştır. Bu durum iki satırlık diğer kitabede kayıtlıdır. Mermerden yapılmıştır. Çeşme iki devrin mimari sanatını yansıtmaktadır. Sultan Birinci Ahmed devrinde yapılan çeşmenin o devre ait kısmından orta yeri kalmıştır. Bu kısımda üstte rumîli, palmetli bir taç yer alır. Bunun altında bitki motifli bir bordür ile sağlı sollu birer dal üzerinde lale, stilize çiçekler ve yapraklardan oluşan bir süsleme bulunmaktadır. Burada çiçekli iki dalın arası kazınmıştır. Muhtemelen Sultan I. Ahmed'in tuğrası burada bulunuyordu. Kemer köşelerinde birer dal üzerinde ikişer lale ye alır. Çeşmenin aynataşı Bursa kemeri şeklinde düzenlenmiş olup ortada bir musluk deliği, iki yanda tac hücresine sahiptir. Aynataşı üzerinde celi sülüs yazı ile bir ayet yer alır.
Sultan İkinci Abdülhamid devri ilavelerini orijinal çeşmenin etrafındaki parçalar oluşturmaktadır. En üstte devrin özelliğini yansıtan ' C-S kıvrımlı taç bölümünde yine tuğra yeri kazınmıştır. Burada muhtemelen Sultan İkinci Abdülha-mid'in tuğrası bulunuyordu. İki yanda yer alan bölümlerde bu devrin özelliklerine uygun kıvrık varak düzenlemeleri, ikişer küçük sütun ve başlıklardan oluşan zarif kabartma süslemeler bulunmaktadır. Bunlar aşağıda oval hareketli birer kaide üzerine oturmaktadır. Çeşme altındaki dilimli kurna da bu döneme aittir. Kitabelerinin tarih mısraları şunlardır:
«De» düşünce Hafıza tarih olur «Vire ehli meşrebe bu ma safa»
1015 (1606 M.)
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder