Asırlar Boyunca Eminönü - Cilt 3 - 1
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Bu eser Eminönü Belediyesi nin bir kültür hizmetidir...
Tüm Haklan Saklıdır. © 2003 Â ^ Dizgi Grafik MERKEZİ Kaynak Gösterilmeksizin Alıntı Yapılamaz.
ISBN: 92224-0-X (Tk No) / ISBN 975-92224-3-4 (IlI.Cild)
Eserde yer alan gravürler;
T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI YAYINLARI
Yayımlar Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanan ‘Gravürlerle TÜRKİYE’ adlı (7 cild) kaynaktan alınmıştır.
♦ ♦ ♦
Kapak minyatürü;
Yusuf ARTUN'un çalışmasıdır.
Bu büyük eserin ortaya çıkarılması için harcanan çabalarımızda, desteklerini bizden esirgemeyen sponsor kuruluşlara çok teşekkür ederim...
Lütfi KİBİROĞLU
Eminönü Belediye Başkanı
-
1. Garanti Bankası
-
2. Finans Bank
-
3. Çiti Bank
-
4. İstanbul Kuyumcu Esnaf ve Sanatkarlar Odası
^»Garanti ^Rnansbank citibank
İstanbul Kuyumcu Esnaf ve Sanatkarlar Odası
İSTANBUL’A “KOŞMA”
Nice seyyare varsa toplanmış kubbe kubbe Dönmüş zübde-i âlem bir inşâna İstanbul Hepsinin tek gördüğü Kainat gönlü Ka be Nasıl tahammül eder bu hicrâna İstanbul
“Seccadesi kumlardan” ol Habib’in müjdesi
Eritmiş de surları Fatihlerin secdesi
Olmuş bir bahar günü müminlerin bendesi Karışıp şehidlerden akan kaana İstanbul
Kubbeler döner durur bu vuslatın şevkiyle
Çerâğân olur seher saltanatın şevkiyle
Bitmez gibi görünen bir hayatın şevkiyle Yükselmek ister her dem âsumâna İstanbul
Yalnız onda yetişir Gül yüzlüye benzer gül
Ona varmak aşkıyla hep âvâre gezer gül
O’nun râhiyasını bir tek onda sezer gül Teslimdir ömürlerce gül Sultân’a İstanbul
Pervâne olur güle elvan elvan çiçekler
Kâh manolya olurlar, kâh erguvan çiçekler Solmayı istemezler gelse hazan çiçekler Sığmaz mekân üstüne ve zamana İstanbul
Verir Süleymaniye, gülü bana yâr diye “Gül’den ve benden ayrı geçen ömür nâr” diye “Gül seversen hayatın dâimâ bahar”” diye Döner yedi tepede bir handân’a İstanbul
Salevâttır duyana Boğaz’ın mahzun sesi
Yevm-i kıyama kadar kesilmez hiç nefesi
Aceb gerçek olur mu gönlündeki hevesi
Varır mı Kevser olup ol Cânân’a İstanbul
Bahtiyardır denizler Haliç’le girdik diye
Döne döne bir kerre murada erdik diye Aşkımızı gözünün önüne serdik diye Katre katre aşk verir her ummâna İstanbul
Nice kalbsiz şâire İstanbul çok ıraktır
Boğazda gezerler de, gönülleri kuraktır
Yalnız benim şiirim ve gözyaşım baraktır
Binip de vâsıl olur her cinâna İstanbul
Ekrem KAFTAN
(3Haziran 2003 / 11:20)
Asırlar Boyunca...
EMİNÖNÜ
( CİLD III )
Yazan:
Ömer Faruk YILMAZ
Editörler:
Ekrem KAFTAN Şaban KIZILDAĞ
Eminönü Belediye Başkanlığı
Eminönü Bele diye Başkanlığı
Yapım
Lütfi KİBİROĞLU Eminönü Belediye Başkanı
Yapım Sorumlusu
Şaban KIZ1LDAĞ
Eminönü Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü
Yazan
Ömer Faruk YILMAZ
Editör
Ekrem KAFTAN Şaban KIZILDAĞ
Fotoğraflar
Aras NEFTÇİ
Grafik & Tasarım
J^( Dizgi & Grafik MERKEZİ
Kapak
Adnan APAYDIN
Filim & Montaj
Mat Yapım
Baskı
MİLSAN
Eminönü Belediyesi: Pierreloti Caddesi No:2-22 Çemberlitaş / İSTANBUL Tel: 0212.516 52 30
eminonu-bld .gov.tr
1000 Adet Basılmıştır, 2003, İstanbul.
ûçLnJ.s/zdsz
Tarih Boyunca Eminönü...
Eminönü'nde iş ve Ticaret Hayatı 31
Eminönü'nün imar/lskân, Ticari Seyri ve Askeri Hayatı 34
Eminönü'nde Ana Yollar Caddeler 37
Eminönü'nde isimleri Değişen veya Yok Olan Mahalle ve Sokaklar 41
Eminönü'nde Mahalle Teşkilâtı 45
Eminönü Yaya Geçidi ve Köprüler 55
ilçenin Gelişme ve Güzelleşmesi 67
Surlar İçindeki İstanbul Semtleri ve Önemli Binaları 72
Eminönü'nde Büyük Depremler 74
Çarşılar, Bedestenler, Hanlar 84
Bir Başkaydı Eminönü'nde Eski Ramazanlar 89
Ramazan'da İşsiz Kalan Hayır Cemiyetleri 93
Ramazan-ı Şerif Geceleri, Eğlenceler ve Kültür Faaliyetleri 93
Osmanh Padişahları'nın Ramazan-ı Şerif Adetleri 96
Hırka-i Saadet'i Ziyaret Merâsimleri 98
Eski İstanbul'da Belediye Hizmetleri 112
Dünya Güzelini Bekleyen Yüz Gözlü Ejderha 121
Çatladıkapı 1532'de Çatladı 125
Eminönü İlçesi'nde Yetişen Ünlü Kişiler 139
İstanbul'u Dinliyorum (şiir) 141
Süleymaniye'de Bayram Sabahı (şiir) 145
Eminönü Parkları Mesire Yerleri 149
Yeni Cami Parkı............................................................................................. ] 5 ]
Cağaloğlu Parkı ............................................................................................ Kadırga Parkı................................................................................................ .
Sahil Yolu, Sarayburnu Parkı.............................................................................
155 Eminönü'nün Büyük Abideleri............................................................................
159 Eminönü Camileri listesi ..................................................................................
Eminönü'nde Ortadan Kalkan Tarihi Eserler.........................................................
Nevşehirli İbrahim Paşa Mektebi ve Sebili ^5
Eminönü'nde Tiyatro ve Eğlenceler 183
Eminönü'nde Bulunan Önemli Mekânlar 189
Eminönü'nde Sahâbe Kabirleri 189
Eminönü'nün Belli Başlı Tekkeleri 190
Saraylar, Kasırlar, Köşkler 192
lOsmonlı Devlet Merkezi! Topkapı Sarayı 192
Topkapı Sarayı'nın Tarihi, Esrarlı Olayları 198
Sokullu Mehmed Paşa Sarayı 218
Eminönü'nde Bulunan Sarnıç ve Su Kemerleri 223
İstanbul'da Antik Su Mimarisi 225
Eminönü'nde Çıkarılmış Eski ve Tarihi Gazeteler 297
Lütfi KİBİROĞLU
Eminönü Belediye Başkanı
Eminönü Belediye Başkanlığı
mariifLn 3\italjc;
aleniyetimizin dünyaya adaletle hükmettiği ve bütün insanlığa mutluluk verdiği asırlarda başkentimiz olan, İstanbul'un merkezi Eminönü'ne hizmet etmenin bizim için ayrı bir saadeti vardır.
1453 yılından 1923 yılına kadar kesintisiz 4 70 yıl Osmanlı Devletine başkentlik eden İstanbul, Milattan Önce 660 yılında kurulmuş ve Milattan Sonra 330 yıllarından itibaren de Doğu Roma Devleti'ne başkentlik etmiştir.
Yaklaşık 3000 yıllık muhteşem bir geçmişe sahip olan İstanbul'un ilk kurulduğu yer de tarihlerin ittifakla belirttikleri üzere bugünkü Sarayburnu ve Topka-pı Sarayinın olduğu İstanbul'un birinci tepesidir.
Biz, Eminönü Belediyesi'nde göreve geldiğimiz günden beri, hizmet ettiğimiz şehrin önemini biliyoruz ve bu şehre hizmet etmenin Türkiye’nin hiçbir şehriyle mukayese edilemeyecek bir şeref olduğunu düşünüyoruz.
Eminönü, bizim gözümüzde "Tarihin Emaneti"dir ve bu emanet, aslına uygun olarak, en güzel şekilde gelecek nesillere devredilmelidir.
Eminönü isminin kaynaklarda nereden geldiğini bu kitap içinde bulacaksınız. Ancak bize göre Eminönü ismi, Osmanlı Devleti'nin merkezi olan ve dünyanın idare edildiği Topkapı Sarayı'nın emin, güvenli, güvenilir bir yer olmasından gelmektedir. Derdi olan her insan, müslim-gayrimüslim, Topkapı Sarayı'na dilekçe vererek derdinin dermanını bulabiliyordu. Eminönü, emin yer olan Topkapı Sara-yı'ndan adını almıştır, dersek herhalde doğru bir görüş ortaya koymuş oluruz.
Yüzyıllar boyunca bütün dünyanın gözbebeği olan ve binlerce Avrupalı seyyahın, devlet adamının ve yazarın kaleminde sihirli bir dünya halinde anlatılan İstanbul'un, sahip olduğu güzellikleri, özellikle Osmanlı Devleti'nin son yıllarında ve Cumhuriyet'in 196O'a kadar geçen döneminde kaybettiğini üzüntüyle müşahede ediyoruz.
Bu düşünceden hareketle, "Asırlar Boyunca Eminönü" isimli bir büyük çalışma ile, hem kaybolan tarihi eserlerimizi, hem de hâlen ayakta olanları gelecek nesillere emânet bırakmayı arzu ettik
Yüzlerce kitap ve arşiv metinlerinin gözden geçirilmesi ve yerinde yapabildiğimiz teshillerle maalesef çok büyük sayıda tarihi eserimizin bilerek veya bilmeyerek yıkıldığını, yakıldığım, yerlerine beton binalar yapıldığını gördük.
Anladık ki, biz dünyaya adaletle hükmeden ve insanlığa mutluluk veren bir medeniyetin en güzel eserlerini acımasızca ortadan kaldırmışız ve bunları yaparken de maalesef modern bir şehir meydana getirme iddiasından yola çıkmışız.
Bugün de bir çok tarihi eser, koruma altına alınmış olmasına rağmen ve “koruma altında olduğu için" dokunulmadığından, gözlerimizin önünde yıkılıp gitmekte veya hâin eller tarafından yakılmaktadır.
Bir medeniyet kurmak ve yaşatmak asırlarca süren bir çalışmadır. Milletimiz, “Vakıf Medeniyeti” adını verdiğimiz bu medeniyet hamlesi ile, Doğu Roma ve Bizans'ın asırlarca vücuda getirdiği tarihi eserlerin çok daha güzellerini ve sayıca fazlasını 470 yıl gibi bir zamanda İstanbul'a ve insanlığa armağan etmiştir.
İstanbul, fethedildiği 29 Mayıs 1453'ten beri Türk ve Müslümandır, ancak İstanbul'daki bütün tarihi eserler insanlığın ortak değeridir ve “Tarihin Emâneti" dir.
Biz “Tarihin Emâneti"ni, gelecek nesillere teslim aldığımızdan daha güzel ve temiz bir halde, var oluş sebeplerine uygun olarak bırakmayı arzu ediyoruz.
Bu arzumuzdan hareketle, “Asırlar Boyunca Eminönü" isimli üç ciltlik eseri yayınlayarak, Türkiye'nin ve dünyanın istifâdesine sunmayı ve “Tarihin Emâneti Eminönü"nü, tarihe emanet bırakmayı bize nasib eden Rabbi'mize şükrediyoruz.
Bu eserde, İstanbul'un ve tabii ki eskilerin “Nefs-i İstanbul” dedikleri Eminö-nü'nün mahalle, sokak ve caddelerinin isimlerinin kaynaklarını ve tarih boyunca sahip olduğu güzelliklerle beraber, kaybettiği güzellikleri de görecek, medeniyetimizin büyüklüğü ile iftihar ederken, bugünkü hâlimizle de üzüntü duyacaksınız.
Yine bizim hizmette bunuduğumuz dönem içinde Eminönü’nün ilk defa l/5000ve 1/1000'lik İmar Planları hazırlanarak kabul edildi. Bu planlar sayesinde Eminönü'nde mevcut bütün tarihi eserlerin ve yok olanların yerleri lesbit edildi ve imkân olduğu takdirde ihyâsı için hazırlıklara başlandı.
Ümidimiz odur ki, Eminönü, Osmanlı asırlarında bütün insanlığın hayâllerini süsleyen sihirli güzelliğine ve muhteşem eserlerine yeniden kavuşarak, insanlığın huzur almaya geldiği ve saadet içinde yaşadığı bir müjdeli şehir olsun.
Bu duygularla 3 ciltlik "Asırlar Boyunca Eminönü" isimli eserin hazırlanmasında emeği geçen başla Tarihçi-Yazar Ömer Faruk YILMAZ ve Editörler Ekrem KAFTAN, Şaban KIZ1LDAĞ, fotoğrafları çeken Dr. Yüksek Mimar Araş NEFTÇİ olmak üzere, yayınlanması için destek veren kuruluşlarımıza ve A4 Dizgi 6- Grafik Merkezi Sahibi Adnan APAYDIN'a teşekkür ederim.
Lütfi KİBİROĞLU
Eminönü Belediye Başkanı
Z^| ara tarafı surları ile Sarayburnu arasında kalan tarihi İstanbul'da 1453'de şehrin fethi ile yeni bir devir açılmış ve hızla Türkleşen ma-haileler, cami ve mescidlerle süslenmişti. Fethin arkasından gelen yüz-| yıllarda bu cami ve mescidlerin yanısıra medreseler, sıbyan mektepleri, I / çeşmeler, sebiller, tekkeler gibi çeşitli eğitim ve sosyal yardım müesseseler de vakıf olarak yapıldı. İstanbul'un bu vakıf binaların en yoğun olduğu bölge, şimdi Eminönü İlçesi sınırları içinde kalan saha olmuştur.
Beş yüz yıl boyunca zaman zaman bu bölgeyi silip süpüren korkunç yangınlar, bu tarihi eserlerin çoğunun mahvına sebep olmuştur. Bu da pek çok eserin yok olup ortadan kalkmalarını kolaylaştırmıştır. Bu tahriplere ilâve olarak, buranın dünyanın en başta gelen tarih ve sanat şehirlerinden biri olduğu hiç hesaba katılmaksızın çizilen ve adına "imâr" denilen yeni plânlar uygulamaya geçildiğinde, sağlam veya harap pek çok eserin de yıkılıp yok olmalarına göz yumulmuştur.
İstanbul bir vakıf şehirdir. Her eseri, her karış toprağı vakıftır. Cumhuriyet döneminde vakıf mevzuatı için acele çıkarılmış kanunlar ve yönetmelikler de pek çok değerli eserin mahvına yol açmıştır. Vakıf sularının kapatılmaları, çeşmelerin belediyeye, medreselerin özel idareye devredilmeleri, tekkelerin çoğunun sahipsiz bırakılmaları veya okul olarak milli eğitime verilmeleri, türbe, hazîre ve vakıf mezarlıkların sahipsiz kalmaları, sıbyan mekteplerinin mesken olarak kiraya verilmeleri, nihayet cami ve mescitlerin çoğunun "500 metre çevre içinde birden fazla câmi olamayacağına dair yönetmelik uyarınca "kadro dışı" kalmaları sonunda yüzlerce eser, perişan edilerek yok olmuştur. Bunlardan bir kısmı "kör kazmanın" kurbanı olmuş, bir çoğu satılmış, arsalarına yeni binalar yapılmış, birçoğu (bilhassa ahşap olanlar) yanmış, yakılmış, bir çoğu da günden güne eriyen harâbe haline dönüşmüştür.
Bütün bu tahriplere 195O'li ydlardan itibaren, hiçbir eserin tarihi veya sanat değerini hesaba katmaksızın üzerlerine kene gibi yapışarak onları eriyip kaybettiren gecekonduculuk da eklendiğinde, vakıf eserleri arasında düzeltilmesi artık imkânsız yaralar açılmıştır.
Ömer Faruk YILMAZ
Tarihçi-Yazar
İstanbul'da ilk olarak Bizans'ın en büyük eseri Ayasofya’nın Câmi haline getirilmesiyle birlikte başlayan yeni bir medeniyetin ve yeni bir inancın hakim olduğu vurgulanmıştır.
Eminönü İlçesi İstanbul'un bu Türk'lük damgası etrafinda gelişti. Başta Selâtin Câmileri olmak üzere, yüzlerce tarihi eser inşâ edilmiştir. Buna karşılık Eminönü İlçesi sınırları dahili, âdetâ vezirlerin, devlet ileri gelenlerinin ve eşraf ve halktan hayır sahiplerinin kurdukları vakıflara tahsis edilmiş gibidir. İşte bu surette Eminönü, tarihi İstanbul'un bu geniş bölümü dörtyüz yıl içinde her seviyeden insanlar tarafindan çeşitli vakıf binaları ile süslenmiş ve zenginleştirilmiştir.
Eminönü İlçesi sahip olduğu devlet merkezi sarayı ve binalarının yanında vakıf eserlerin çokluğu kadar, bunların çeşitli kademelerden kişiler tarafindan yapılmış olmaları bakımından da renkli ve alaka çekicidir.
Sîzlere arzettiğimiz bu eser, aslında bir tarihi eser envanteri olmak gibi bir iddiada bulıınmamkla beraber, Eminönü İlçesi'nin tarihi yer ve mekanlarına isimleri verilen bu âbide, şahsiyet ve hadiselerin tarihi olma yolunda bir çalışmadır.
Aslında bu çalışma “Eminönü Yer İsimleri Tarihi"dir. Yani Eminönü İlçesi'nde semt, mahalle, cadde, sokak ve mekanların isimlerinin nereden geldiği ve buralarda geçen tarihi hadiseleri günümüze aktaran bir eserdir.
Böyle olunca tarihi eserlerin de hususiyetlerini anlatmakla birlikte asıl maksat yer isimlerinin menşeini araştırmak olmuştur.
Eldeki mevcut çalışmaların çok yetersiz olduğunu başta söylemek icabeder. Çünkü bizde bu çeşit çalışmalar oldukça azdır. Hele ortadan kalkan eserler ve isimler üzerine bir iki makaleden başka çalışma da yoktur. İstanbul üzerine yapılmış çok sayıda kitap vardır. Fakat tarihi yapısının ortaya konulduğu üç ansiklopedi çalışması -ki, bunların ikisi yarım kalmış, biri de eksiktir- dışında derli toplu bir eser de mevcut değildir.
Bununla beraber, Osmanlı devrinin sonlarında yapıldığını anladığımız İstan-bul'un Hayrat-ı Şerife Defterleri bize çok ciddi manada yol gösterici olmuştur. İstanbul'a ait tahrir defterleri de vazgeçilmez kaynaklar arasındadır. Vakfiyeler henüz tam manasıyla ortaya çıkarılamadığından bazı münferit çalışmalarla yetinilmek zorunda kalınmıştır.
İstanbul'un folklor yapısına ait bilgileri de yine bu sahada yapılmış eksik fakat çok faideli eserlerden incelemek mümkün olmuştur. Hatırat ve tarihi inceleme eserlerinde de satır aralarında bu tarihi yapıya ait bilgileri tesbit ettik.
Bu çalışmamda en çok üzüldüğüm şey, bir çok tarihi eser ve yer isminin bilinçsizce ve hatta kasıtlı olarak ortadan kaldırıldığını görmek olmuştur. Öyle bir imha yapılmış ki, adeta bu tarihi eserlerin yıkılması için plan yapılmış, imar ve iskan faaliyeti yürütülmüştür.
İstanbul'un tarihi çehresini yok eden çalışmalar sırasında en azından bu eserlerin kitabeleri veya bunlara ait bir alameti müzelerde saklamak imkanı varken bu dahi yapılmamıştır.
Eminönü İlçesi, bu imha faaliyetinden en fazla nasibini alan yerlerin başında gelir. Çünkü yüzyıllardır sanat, ticaret, siyaset merkezi olma vasfını hiç kaybetmemiş ve bu ağır vazifesi sebebiyle, bütün dikkatleri üzerinde toplamıştır. Böyle olunca da şuurlu ve şuursuz imar ve tahribattan nasibini almıştır.
Asıl İstanbul Eminönü'dür. Asırlar boyunca hep merkez olma vasfını korudu. Bizans a merkez olmuş, en büyük saray ve âbideleri burada yer almış ve son olarak Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'ye merkez olmuştur. Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul, İstanbul'un başşehri ise Eminönü'dür.
Böyle bir tarihi geçmişe sahip olan Eminönü Belediyesi, çok faydalı bir iş yapmış ve güzel bir kitap ortaya koymuştur. Bu gibi çalışmaların devam etmesi temennisiyle.
Ömer Faruk YILMAZ
Tarihçi-Yazar
unu^...
tyaf ^zf
lt:
¿minönü
^aiıut fJstanfuf...
stanbul'a geldiğim 1987 yılından beri hep şöyle bir t / hayal kurmuşumdur... Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'u fethettiğinde bulduğu şehirle, vefat ettiğinde ■ ) W bıraktığı şehir arasında nasıl bir fark görüyordu ve bugün
bir mukaddes el Fatih'i kabrinden kaldırıp İstanbul'u gez-dirseydi, acaba nasıl bir şehir bulur, duyguları ne olurdu...
Fatih'ten sonraki sultanlar İstanbul'da bıraktıklarının bugün ne halde olduğunu görmek üzere kalksalar kabirlerinden ve şehir turu atsalardı acaba neler hissederlerdi...
İstanbul'a yüzlerce vakıf kazandıran, binlerce eser bırakan ve hepsi berzah aleminde kıyameti bekleyen o hayırsever insanlar bugünkü İstanbul'u görselerdi acaba ne söylerlerdi.
Ve nihayet Lale Devri diye isimlendirilen meşhur zamanın büyük şairi Nedim, bugünkü İstanbul'u görseydi acaba aynı ahenkli, coşkulu ve musikili muhteşem şiirlerini söyleyebilir miydi?
Bir sanatkar gözüyle ve hayaliyle düşündüğüm zaman bütün bu sorulara müsbet bir cevap vermemizin imkansızlığı ortadadır.
Biz Cumhuriyet nesilleri İstanbul'un tarihi ve tabii güzelliklerini maalesef çok acımasızca mahvetmişiz. Osmanlı Devleli'nde yaşayan atalarımız bu emsalsiz şehri o kadar güzel imar etmişler ve tabii manzarasını o kadar korumuşlar ki, bütün gayretlerimize rağmen, tamamen mahvetmeyi de şükür ki, becerememişiz.
Elinizdeki büyük eser, tarihte "İstanbul"veya Türk Milleti'nin asırlarca kullanmaktan çekinmediği adıyla "Konstantiniyye"nin sadece merkezi demek olan ve bugünkü adı "Eminönü "nün tarihini, mimari eserlerini ve kültürel hayatını anlatıyor.
Eminönü, İstanbul'un merkezi olduğu ve Osmanlı Cihan Devleti'ne asırlarca payitahllık yaptığı için sayısız eserlerle süslenmiş, kullu bir belde. Fatih Sultan Mehmed Han'ın İstanbul'a girdiği 29 Mayıs 1453 yılından, devletimizin adının değişliği 1923 tarihine kadar müthiş bir gayretle imar edilen İstanbul'un kalbi, Eminönü'dür
Böyle olduğu içindir ki, İstanbul'un tarihi ve tabii zenginlikleri ne kadar vahşice katledilse de, çeşitli sebeplerle pek çok eser ayakta kalmayı başarmış.
Mevcut eserlerden dahi Eminönü'nün ve İstanbul’un halen hayallerimizi süslemeye devam ettiğini görmek mümkündür. Çünkü Eminönü, atalaıımızın hayallerini gerçekleştirdikleri, yeryüzünün en güzel yeri denebilecek biı beldedir.
Bu kutlu beldenin temaşası, ruhunda şiirden ve sanallan bir nebze nasibi olan herkesi deruni alemlere götürmekte, cennetin de böyle bir güzellik taşıdığı düşüncesine sevk etmektedir.
Süleymaniye Camii'ne uzaktan bakmasını bilen veya Süleymaniye Ca-mii'nden Boğaziçi'ni görmesini bilenlerin gönüllerinin nasıl çağladığını, söyledikleri şiirlerden ve bıraktıkları eserlerden anlamıyor muyuz?
Sultanahmed Camii'nin silüetinin bile cennetleri hayal ettirdiğini ve bu dünyanın ardında bir başka ebedi alemin varlığına delil teşkil ettiğini hissetmemek ne mümkün.
Kubbelerin altında Allah'ın huzuruna dururken, başımızı kubbeye doğru kaldırıp süslemelere kapılıp giderken, aslında var olmanın ve müslüman olmanın ne büyük nimet olduğunun şuuruna varmıyor muyuz?
Bir zamanlar gürül gürül akan çeşmelerin kitabelerini okumayı bilen ve sularını bu çeşmelerden temin eden insanların, cennette va'd edilen Kevser'i düşünmediğini söylememiz ne kadar zordur.
İşte Eminönü, gönlü güzelliklere açık insanların uhrevi bir saadeti yakalamak için gezdikleri, her adımda bir başka güzelliğin zevkiyle mest oldukları bir müjdeli şehir...
Eminönü Belediyesi, yıllarca önce yapılması gereken bir çalışmayı Sayın Lütfi Kibiroğlu’nıın başkanlığı döneminde gerçekleştirerek, İstanbul ve Eminönü hakkında yazılmış yüzlerce eserden hareketle, derli toplu bir eseri bütün dünya kültürüne armağan etmeyi başardı.
Eminönü, sadece tarihi bilgileriyle ele alınması mümkün olmayan muhteşem bir şehir. Sayısız şair, ressam, romancı, hikayeci, tiyatrocu ve diğer sanatlarla meşgul olan insanlar, mutlaka sanat eserlerinde Eminönü ve İstanbul'dan etkilenmişlerdir. Biz de araştırmamızda bütün kaynakların bizi ilgilendiren kısımlarına eserde yer vermeye gayret ettik.
Yerli ve yabancı yüzlerce kalemin bir arada bulunabildiği bu eseri, çok kesif bir çalışma sonunda genç Tarihçi Ömer Faruk Yılmaz hazırladı.
Biz de onun hazırladığı eserin editörlüğünü üstlenerek, çorbada tuz misali, daha güzel olarak sizlere ulaşması için gayret ettik.
Şaban KIZILDAĞ Ekrem KAFTAN Editör
TARİH BOYUNCA EMİNÖNÜ
Eminönü...
-
■ minönü, İstanbul'un Haliç girişinde, kentin ilk kurulduğu dönem
den bu yana var olan limanın, Sirkeci ile birlikte en önemli bölü-r _ müdür.
f I Eminönü'nün de içinde bulunduğu bölgenin ilk ismi "Neorio"du. Bi-I S zans döneminde de, Türkler döneminde de "Eminönü Semti" İstanbul'un başlıca giriş kapılarından biriydi. İstanbul’un mal, yiyecek, yakacak ve yolcuları hep buradan giriş yapardı.
Semtin "Eminönü" adı Fâtih Sultan Mehmed devrinden kalmadır. İstanbulun fethinden sonra kurulan Gümrük Eminliği binası zamanımızdaki Karaköy köprüsünün başında Eminönü tarafında, Galata tarafından gelindiğine göre köprünün hemen sağ tarafına düşen yerde idi; yakın geçmişte orada »Valide Hanı» denilen bir han vardı. Önce bu han, sonra da gerisinde ve etrafındaki yerler istimlâk edilerek meydana katılmıştır. İşte o kadîm Gümrük Eminliği binasının önündeki meydancığa "Eminlik Önü" denilmiş, bu isim de halk ağzında kısalarak "Eminönü" olmuştur.
Osmanlılar zamanında çarşıdaki esafı denetleme yetkisi "emin"lere verilmişti. Bunlar padişah ya da vezirlerin güvendiği kimselerdi. Arpa fiyatlarını denetleyene "Arpa Emini", un fiyatlarını denetleyene "Un Emini" dendiği gibi, Deniz Gümrüğü ve Gümrük Eminliği'nin burada bulunmasından dolyı da burası Eminönü olarak anılır. Gümrük limanı ve Deniz Gümrüğü de denirdi. Gümrük vergisi Gümrük Eminine yatırılırdı. Eminin önüne gitmeyen yani vergisini vermeyen ceza görürdü. Kaynaklarda Emin İskelesi ismi ile de anılmaktadır.
1640 Tarihli Es'a Defterinde Eminönü ismi İskele-i Gümrük adıyla geçmektedir. İskele-i Pîş-i Ter-Gümrük ismi ile anılan Eminönü Gümrük iskelesi idi.
Deniz tarafından bakıldığında, eski Eminönü'nün sağ (batı) tarafını dolduran çarşı boyları, bu arada meyhaneleri ile meşhur Eminönü Balıkpazarı 1956 -1959 arasındaki istimlâklerde tamamen yıktırılıp kaldırılmış, yerleri meydana ve Eminönü'nden Unkapanı'na doğru uzanan bulvara katılmıştır.
İstanbul'un en önemli birkaç köşesinden biri olan ve dünyanın en ünlü limanlarından birinin merkezini oluşturan Eminönü, Unkapanı yolu üzerindeki İstanbul
Ticaret Odası binası ile Sirkeci arasındaki kıyı şeridini ve onun hemen arkasında ki çarşı bölgesini içine alır. Semt olarak, doğuda Sirkeci ile kesin bir sınırı yoktu Batıda, eskiden "Odun Kapısı" denilen, şimdiki Ticaret Odası binasının bulundu ğu yere kadar uzanır. Yenicâmi, Mısırçarşısı çevresi ve Bahçekapı'sı da bölgeni; önemli birimlerindendir.
Eminönünde çarşı boyu olarak Mısır Çarşısı, Mısır Çarşısı nın batı duvarı b yunca uzanan yeni balıkpazarı, Yeni Cami arkasındaki parkın etrafında Çiçekp zarı ile bir sıra bakımsız dükkânlar, ve meydandan Bahçekapısına giden kısa cad denin iki kenarındaki dükkânlar kalmıştır.
Şehir hatları vapurlarının birçok iskelesi, dolmuş motorları iskelesi, Şehir oto büslerinin hareket merkezi, Sebze hali, vakıf hanları, birçok işhanı, çarşılar ve işyerleri Eminönü'ndedir.
İlçeye bağlı köy yoktur. İstanbul'u meydana getiren Yeditepe, Çemberlitaş ve Nûruosmâniye Câmii nin bulunduğu tepe, Bâyezîd Câmii, Bâyezid Kulesi ve Sü-leymâniye Câmii’nin bulunduğu tepe bu ilçe dahilindedir.
Türkiye’yi Avrupa'ya bağlayan demiryolu bağının başlangıç noktası olan Sirkeci Garı bu ilçededir. Eminönünde meskenler plânsız bir şekilde iş yerine dönüşmüş ve târihî eserler taş yığını binâlar arasında sıkışıp kalmıştır. Topkapı Sarayının yanındaki Gülhâne Parkı ilçeye bir güzellik katarken, aynı zamanda bir mesire yeri olarak kullanılmaktadır.
Eminönü İlçesi’nin Süleymâniye, Bâyezîd, Şehzâdebaşı, Sultanahmed, Nûruosmâniye, Mahmudpaşa, Alemdâr, Cağaloğlu, Gedikpaşa, Aksaray, Bâbıâli, Kadırga, Lâleli, Mercan, Sirkeci, Sultanhamam, Tahtakale, Kapalıçarşı başlıca semtleridir.
İSTANBUL'UN YEDİ TEPESİ
Sikeci...
İstanbul şehri yedi tepe üzerine kurulmuştur. Bu tepelerin üçü Eminönü’nde-
(Mayıs 2003)
dir. Bunlar şunlardır:
Birinci tepe: Topkapı Sarayı ile Ayasofya'nın bulunduğu tepe.
İkinci tepe: Çemberlitaş ve Kapalıçarşı'nın bulunduğu tepe.
Üçüncü tepe: Süleymâniye Camii'nin kapladığı saha.
Dördüncü tepe: Fatih Camii'nin inşa olunduğu tepe.
Beşinci tepe: Sultan Selim Camii’nin kurulduğu tepe.
Altıncı tepe: Kariye Camii ile Mihrimah Camii'nin bulunduğu tepe.
Yedinci tepe: Şehremini civarındaki Altımermer’deki Çukurbostan'ın bulunduğu tepe.
SİRKECİ
Eminönü nün mühim bir sınırını oluşturan Sirkeci, eski adı, komutanın yeri, komuta yeri anlamına gelen Strategion idi. Bir görüşe göre Strategion sözcüğünün zaman içinde bozulmaya uğramasıyla Sirkeci adı ortaya çıkmıştır. Osmanlı-
ar zamanında bugünkü Sirkeci İstasyonu’nun bulunduğu yer büyük bir nakliyat a ticaret merkezi idi. Daha çok sirke kapanının burada bulunmasından "Sirkeci” mini almış olmalıdır. Eski Bizans dönemindeki ismine de yakın bir isimdir.
BİZANS
DÖNEMİNDE EMİNÖNÜ
Eminönü, İstanbul'un en eski yerleşme merkezlerinden biridir. Milâttan Önce 0-659 yıllarında Topkapı Sarayının bulunduğu yerden Sarayburnu ve oradan Ahırkapı'ya doğru uzanan yere Traklardan Megaralılar gelmişler ve şehri kuruşlardı. Kurdukları şehrin etrafını surlarla çevirdiler. Surlar Sarayburnu'ndan ulayıp bugünkü Ayasofya Camiini içine alarak Yerebatan Sarayından geçmek-
Sultanahmet Camii ve çevresi dışarıda kalmak üzere Ahırkapı semtinde deni-2 inmekteydi. Buraya daha sonra Argoslular yerleşti, böylece şehrin nüfusu art-
Kısa sürede çiftçi ve balıkçı olarak gelişti. Ege'den aradenize gidip gelen genlerin uğrak yeri durumuna geldi, önem kazandı.
Sarayburnu'na, Bizans devrinde imparatorluk sarayının bahçelerinden bir kısmı burada olduğu için "Bahçeler Burnu" denmiştir. Şehrin fethinde Fâtih, şimdi-
Ayasofya’nın iç görünümü.
Ayasofya Kilisesi
Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevirilmişti. şu an bu mabed müze olarak kullanılıyor...
Gerek stratejik, gerekse ekonomik konumu açısından
ki Üniversite merkez binasının bulunduğu mevkide bir saray yaptırarak bir müddet orada oturmuş, sonra "Bahçeler Burnu'nda inşa ettirdiği yeni saraya naklet-miştir. Yeni Saray'ın yapılması üzerine eski "Bahçeler Burnu’na, "Saray Burnu", adı verilmiştir.
Eminönü, (Dünya’nın incisi) tüm dünyanın gözde merkezlerinden ve ilgi odaklarından biridir...
Bugünkü Eminönü. Haliç kıyısı üzerindeki "Neorion Kapısı" (Bahçe Kapısı) ile "Porta Drungari" (Odun Kapısı) arasındaki kıyı ve liman bölgesidir. Bizans döneminde Haliç üzerindeki surlar deniz kenarına çok yakındı ve bu kıyıda denizin çok derin olması büyük gemilerin kıyıya yanaşmasına imkân veriyordu. Bu konum iskelelere boşaltılan malların sur içine kısa bir sürede alınmasını sağlıyordu. Emi-nönunün sınırı olarak bakabileceğimiz Neorion Kapısı ve İskelesi çevresinde, çok eski dönemlerden bu yana Yahudilerin oturduğu ve bu nedenle halkı buraya adının yanısıra "Oraia Pile" yani "Yahudi Kapısı" dediği biliniyor. Pierre Gilles'e göre, Türkler de 16.yy'da Rumlar gibi, bu kapıya "Çıfıt Kapısı" diyorlardı. Fatih döneminde bir Orya Kapısı Mahallesi vardı. 12.yy'da Cenevizlilere bu bölgede oturma izni verilmiştir. Cenova (Ceneviz) kaynaklarından, burada kendileri için özel bir iskele olduğu ve kapının "Porta Bonu" ya da "Porta Veteris Rectoris" adını taşıdığı anlaşılıyor. Bunun aynı ya da başka bir kapı olup olmadığı kesinlikle söylenemiyor. Mllingen, Cenevizlilere tahsis edilen mahallenin bugünkü Sirkeci'de bulunduğu ve kapının başka bir kapı olduğu kanısındadır.
Batıya doğru gidilince, eski Galata Köprüsünün Unkapanı tarafında "Perama Kapısı" (Balıkpazarı Kapısı) vardı. Yunanca "kayık" anlamına gelen "perama", Galata ile İstanbul arasındaki deniz bağlantısını sağlayan iskelenin karşısındaki kapıydı. Bu geçişe, Galata'nın eski adına bağlı olarak "Transitus Sycarum" adı da veriliyordu. I. lustinianos (527-565) Galata’yı yeniden inşa edip adıı İustinianopo-lis olarak değiştirdiğinde bu iskele ile Galata arasındaki geçişe bir ara "Transitus
tiniarum" da denmiştir. Latinler buradaki iskeleyi "Scala Sycena" (Galata İske-diye de adlandırmışlardır. Türk döneminde de, çok yakın zamanlara kadar önü ile Karaköy arasında çalışan sandal ve kayıklar buradan müşteri alırlar-alata ile İstanbul arasında, Haliç in en dar olduğu bu geçitte sonradan Gala-prüsü yapılmıştır. Balıkpazarı Kapısı adı Bizans döneminden bu yana bura-hk pazarı olduğu için verilmiştir. Nitekim Buondelmonti'nin haritasında da, m önce bu kapıya "Porta Piscaria" (Balıkpazarı Kapısı) adı verildiği görül-edir. Yine bu kapı civarında Bizans döneminde bir baharat pazarı olduğunu ¡eneğin bugüne kadar Mısır Çarşısı ile sürdüğünü görüyoruz.
Eminönü, İstanbul'un en eski yerleşme merkezlerinden biridir.
İrk döneminde Balıkpazarı Kapısının iskelesine "Yemiş İskelesi” denmiştir, n hemen doğusunda Hasır İskelesi vardı. Sur içinde bulunan bir kilisenin bağlı olarak bundan sonraki kapının "Aziz loannes Komibus" (Zindan Ka-olduğu ileri sürülür. Zindan Kapısı yakınında, Hıristiyanların ve sonradan imanların da şifasına inandıkları bir ayazma vardı. Bunun yanındaki küçük ns şapelinin Havari loannes'in adına yapılmış kilisenin bir uzantısı olduğu ka-edildi. Fatih Sultan Mehmed döneminde burada bir Vasiliko Kapısı Mahallesi dı. Bugün burada kalan sur parçasının yanındaki Baba Cafer Türbesinin bu jtlu yerin anısını sürdürdüğü düşünülebilir. Evliya Çelebi, Baba Cafer’in Harun ■ eşid'in elçisi olduğuna ve oradaki zindana kapatıldığına ilişkin uzun bir hikâye anlatırsa da, buna ilişkin belge yoktur. Venediklilerin Bizans dönemindeki önemleri ile orantılı olarak, buradaki kapılar önünde Haliç'in en büyük iskeleleri vardı. Zindan Kapısı önündeki bu iskelenin yerini Türkler döneminde Yemiş İskelesi almıştır. Eminönü'nün Bizans dönemindeki son sınırı "Porta Drungari"dir (Odun Kapısı). Bu kapı adını burada bulunan bir zabıta merkezinin (vigla) amirinden (drungarius) almış olabilir (Millingen). Bu üç kapının olduğu bölge Bizans imparatorları tarafından Venediklilere tahsis edilen bölgedir. Venedik balyosunun Tahta-kale'de bir konutu vardı. Odun Kapısından kıyı boyunca Sirkeci' ye uzanan yola da "Via Drungariu" deniyordu. Buradaki iskeleye kereste indiriliyordu. Türk döneminde de ayni gelenek sürdüğü için "Odun Kapısı" adı verilmiştir. Osmanlı döneminde kente giren kereste ve odunu kontrol eden İstanbul ağası, Baba Cafer Türbesi yakınında oturmaktaydı.
Milâttan Önce 660-659 yıllarında Topkapı Sarayının bulunduğu yerden Sarayburnu ve oradan da Ahırkapı'ya doğru uzanan yere Traklar’dan Megaralılar gelmişler ve şehri kurmuşlardı.
Eminönü, Bizans döneminde, 10. yy'dan sonra İtalyanlara tahsis edilmiş olan bölgelere tekabül etmektedir. Perama (Balıkpazarı) ve Neorion kapıları arasında iki kapıdan daha söz edilir. Bunlardan batıda olanı "Aziz Mark Kapısı" adını taşır. Venedikliler tarafından açılmış olabilir. Diğeri ise "Portatis İkanatissis” adını taşır. Bu kapının adının çevrede oturan saray askerlerinin (hicanati) adından geldiği sanılmaktadır. Doğuya doğru Venedik bölgesini Amalfililerin, sonra da Pisalıların bölgelerinin izlediği kabul edilmektedir. Yine bu bölgede Raguzalılar, İspanyollar, Proanslılar, Ankonalılar ve küçük bir Alman kolonisi de yaşamıştır. Fakat bunlara özel bir yer tahsis edilmediği anlaşılmaktadır. 12. yy'da, bu bölgeye yerleşmiş bütün Latinler BizanslIlar tarafından katledilmiştir. Fakat 1261'den sonra Vene-iklilere ve Cenevizlilere yine eski hakları verilmiştir. Bütün bu yabancı kolonilerden günümüze hiçbir fizikî kalıntı ulaşmamıştır.
Haliç Surlarının Kapılarından biri de Ebraiki Kapısı (Yeni Cami Kapısı) idi. Bu kapı ile sahil arasındaki şimdiki Eminönü denilen kısım geçi manasına gelen "Ze-ugma" diye isimlendiriliyordu. Çünkü Galata'ya kayıkla ekseriya buradan geçerlerdi. Bilahare Perama ismi verildi.
Fatih'ten sonra gelen padişahlar, vezirler, paşalar İstanbul'da pek çok Tiirk-İslam sanat eserleri yaptırdılar.
Bunların çoğu Eminönü'nde, bi bölümü de
Fatih ilçesindedir.
Bu eserlerin en önemlileri camiler, medreseler, türbeler, kitaplıklar, imaretler, hamamlar, çeşmeler, sebiller, saraylar, köşkler, kasırlar, yalılar, köprüler, hanlar, kervansaraylardır..
OSMANLI
DÖNEMİNDE EMİNÖNÜ
İstanbul'un Fethinden altı ay sonra hükümet merkezi Edirne'den İstanbul'a şındı. Fatih Sultan Mehmed bayındırlık işlerine öncelik verdi. Yıkılan surları, aı lan ve su bentlerini onarttı. Topkapı Sarayı'nı, Çinili Kösk'ü Yedikule'deki Kc Saray’ını, Fatih Camiini, caminin çevresindeki kitaplıkları, Kervansarayları ve r safirhaneleri yaptırdı. Kapalıçarşı'yı üç katına genişletti. Veziriazam Mahmut ! şa, kendi adını taşıyan cami, medrese ve hamamı yaptırdı. Fatihten sonra ge! padişahlar, vezirler, paşalar İstanbul'da pek çok Türk-îslam sanat eserleri yapt dılar. Bunların çoğu Eminönü'nde, bi bölümü de Fatih ilçesindedir. Bu eserler en önemlileri camiler, medreseler, türbeler, kitaplıklar, imaretler, hamamlar, ç< meler, sebiller, saraylar, köşkler, kasırlar, yalılar, köprüler, hanlar, kervansarayla dır.
Eminönü'nde Fatih Sultan Mehmed dönem (1451-1481) sonunda 11 mahai le görülmektedir. Bunların üçü kapılara göre, dördü mescitlere göre saptanmıştır Balıkhane Mahallesinin varlığı buranın Bizans döneminde de aynı işlevi üstlendi ğini gösteriyor. Bahçekapı'da Edime Yahudileri Mahallesi vardı. Fatih döneminden başlayarak surların hemen içinde şehir tarihinin önemli yapıları yapılmıştır. Bu bölgede en eski yapılardan biri Fatih'in vakfiyesinde adı geçen büyük Tahta-kale Hamamı’dır. Balıkpazarı Kapısının arkasındaki bu çifte hamam, büyük bir olasılıkla limana ve eski sarayın inşası sırasında çalışanlara hizmet veriyordu. Kadınlar hamamını da ihtiva etmesi, bölgede konut alanlarının da varlığına işaret eder. Vakfiyesinde bir de mescidi olduğundan söz edilmektedir.
Fatih Sultan Mehmed döneminden başlayarak bu bölgede mescitler de yapılmıştır. Bunların en eskilerinden biri Fatih'in hamamına bitişik olan Timurtaş Mes-cidi'dir. Arpa emininin bulunduğu bölgede yapılan Arpacılar Mescidi de özgün şekli ve yapılış tarihi bilinmeyen bir Fatih dönemi yapısıdır. Eminönü'nde sur dışında, ayakta duran en eski câmi Zindan Kapısı dışındaki Ahî Çelebi Câmii'dir.
Eminönü'nün en önemli anıtlarından biri, Balıkpazarı Kapısı içinde, Tahtaka-le Hamamı karşısına yaptırılmış olan Rüstem Paşa Câmii'dir. Bir çarşı camii olarak yapıldığı için altında dükkânlar bulunan bu câmi, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) İstanbul ticaretinin zenginliğine dikilmiş bir anıt olarak düşünülebilir. Osmanlı tarihinin en zengin çini bezemesini içermektedir. Hanlarla çevrili olduğu için, Eminönü'nün kentsel mekânını çok etkilemeyen bu câmi-den sonra, yine bölge esnafına hizmet vermesi için Yeni Câmi'nin arkasında, bugünkü İş Bankasının yerinde, Haseki Hürrem Sultan tarafından bir hamam yaptırılmıştır. Bu hamam 1904'te yıkılmıştır. Fakat 17. yy'ın ortalarından itibaren İstanbul Limanına özel bir renk ve anıtsallık getiren imar etkinliği Yeni Câmi Kül-liyesi'dir. Bahçekapı'daki Yahudi cemaatinin evlerinin istimlak edilerek ve burada bulunan bir sinagog ve kilisenin de kiraları sürekli verilmek kaydıyla ortadan kaldırılmalarından sonra yapılan bu külliye, imparatorluğun en zengin döneminde Eminönü nün önemine tanıklık eder. Limana giren yabancılara bir güç mesajı vermek için tasarlandığı düşünülebilir.
-
17. yy da Eremya Çelebinin anlatımına göre kent surunun Bahçe Kapısı bugün özgün biçimini tümüyle kaybetmiş olan Bursa Tekkesi Mescidi ya da Arpacılar Mescidi dediğimiz yapının yanındaydı. Arpa emini de burada otururdu. Buradaki sur köşesinin sahilinde "Meydan İskelesi" denen iskele vardı. Bu meydana
Resimde.
Eminönü Meydanı.
Galata Köprüsü ve arka planda
Galata Kulesi
görülmektedir...
sarayın odunları geldiği gibi sarayın etleri de buradaki mezbahada kesiliyordu. Bölgeyi acemioğlanları koruyorlardı. Bu kapının önündeki kıyı şeridinde hem Anadolu yakasına ve Marmara’ya, hem de Mısır'a kadar giden gemiler demirliyordu. Bahçekapı'dan batıya doğru gümrük ambarları vardı. Gümrük emini de burada bulunuyordu. Eremya Çelebi "uzak diyarlarda dolaşan tüccarlar mücevherat, değerli kumaşlar, demir, kurşun, kalay, boya, deri, pamuk ve kenevir getirirler. Meydan iri bal fıçıları, Karadeniz ve Kırım' dan getirilen yağ fıçılarıyla doludur" demektedir, Mısır'dan gelen hasırlar, balmumu, kahve, pirinç, kuru ve taze yemiş de özellikle Zindan Kapısı önündeki büyük iskeleye gelirdi. Bugün hâlâ kurukah-vecilerin bulunduğu yerde "tahmis" (kahve kavrulan yer) vardı. Esirler de bu limana getirilir ve sonra Nuruosmaniye civarındaki esir pazarı yanındaki büyük hana götürülürlerdi. Bu ticareti kontrol eden pencik emini de burada bulunuyordu. Ba-lıkpazarı'na kadar uzanan bu sur dışı sahil kesiminde çarşılar ve iki de fırın vardı. ' remya Çelebi, Eminönü'nde 100 Yahudi evinin ve çarşılarının bulunduğunu, bunların Karay Yahudî cemaatine bağlı olduğunu söyler. İstanbul Limanı ile ken-n denizden ulaşılan bütün kıyıları arasında ulaşımı sağlayan peremeler (kayık) Jkpazarı'ndaki Yemiş İskelesine yanaşırlardı. Evliya Çelebi 8.000 peremeci es-afı olduğunu yazar. Grelot ise, herhalde kaba bir gözlemle, İstanbul'da 16.000 ’reme olduğunu söyler. Bu konuda daha yeni araştırmalar yapan C. Orhonlu 680'de kayıtlı pereme syısının 1.444, 18. yy'ın sonunda ise 3.996 olduğunu yazmıştır.
İstanbul'un bu büyük liman semti hem kentin ithal ettiği malların boşaltılıp sak-ndığı, hem de binlerce denizci ve tüccarla, onlara hizmet verenlerin hizmetlerini ören yoğun bir iş merkeziydi. Dolayısıyla arkasında yoğun bir hanlar bölgesi ve arşılar oluşmuştur. Eminönü Bölgesi'nin önemli hanları arasında Balkapanı Hanı, Çukur Han, Papazoğlu Hanı, Yeni Han, Kiraz Hanı ve Haraççı Hanı sayılabilir. Bunlar arasında Balkapanı Hanı İstanbul'daki tcaret yapıları içinde, kuruluşu 15. yy'a uzanan en önemli örneklerden biridir. Eskiden beri özel bir ticaret ve zanaat dalında ihtisas kazanmış, aynı malın ticaretini yapanların adlarını taşıyan sokaklar bugüne kadar yaşamıştır. Bu bölgede önemli dini anıların yanında sur dışında yapılan ve bugün mevcut olmayan küçük mescitler de inşa edilmiştir. Fatih döneminin Gümrükönü Mescidi (yıkıldıktan sonra yerine Selanik Bonmarşesi yapılmış, bu yapı da 1935'te yıkılmıştır) denizciler ve yolcular için yapılmıştı.
Hidayet Camii, Eminönü'nün en ilginç yapılarından biridir...
(Mayıs 2003)
Zindan Kapısı dışında, Yemiş İskelesi yanında Tekneciler Mescidi, yine Zindan Kapısında soğancılar kethüdasının yaptırdığı Soğancılar Mescidi (18. yy), Üçüncü Mustafa tarafından ahşap olarak yaptırılıp yandıktan sonra Üçüncü Selim tarafından kagir olarak yeniden yaptırılan Balık Pazarı Tekkesi Mescidi, Kireç İskelesi Mescidi gibi sur dışı yapıları genellikle Cumhuriyet döneminde meydan ve yoi düzenlemeleri sırasında ortadan kalkmıştır.
Bugün Eminönü'nün en ilginç yapılarından biri olan Hidayet Camii ise 1883'te, deniz kenarında bulunan kayıkhaneler ve bekâr odaları yerine ahşap olarak yapılmış, Sultan İkinci. Abdülhamid döneminde Mimar A. Vallaury tarafın dan 1881'de yeniden inşa edilmiştir.
En değerli sanat eserleri Kanuni Sultan Süleyman, I. Ahmet ve III. Ahmet za manında yapıldı. On dokuzuncu yüzyılın başından sonra, Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet devirlerinde bayındırlık işleri yavaşladı. Zaman zaman ayaklan malar, büyük yangınlar, depremler önemli zararlara yol açtı. Yanan ve yıkılanlar dan bir bölmü yenilendi, onarıldı.
Şehrin onarım işlerinin yanı sıra bilim ve kültür çalışmalarına da önem verildi. Özel olarak padişahların ve yüksek rütbeli devlet adamlarının kendi adlarına yaptırdıkları yapıların çevresinde mahalleler doğup genişledi. Buraları, yaptıranların adı ile anılmaya başladı. Bu sebeple İstanbul'un birçok semti ve sokağı Os-manlı Devrindeki ünlü bir kişinin adını taşımaktadır. Fatih, Bâyezid, Süleymani-ye, Sultanahmet, Mahmut Paşa gibi.
OSMANLI DÖNEMİNDE
MİNÖNÜ'NDE
K NÜFUS İSKANI
tabul, Fatih Sultan Mehmet ve İkinci Bâyezid zamanlarında çeşitli yerlerden getirilen halk şehrin değişik semtlerine yerdi. Üsküpten getirilenler Unkapanı ile Cibali arasına yerleştirildi, buraya Üsküp’lü Mahallesi dendi. Konya Aksaray ın-etirilenler günümüz Aksaray ına, Balat şehrinden getirilenler. Balat Mahallesine, Eğridir'den getirilenler Eğrikapı'ya mbadan getirilenler Çarşambaya, Kastamonu'dan getirilenler Kazancı Mahallesine, Trabzon'dan getirilenler Bâyezid çevresine yerletirildi.
öylece İstanbul un alındığı yıllarda elli bin kadar olan şehir nüfusu Anadolu ve Rumeli'den getirilen toplu haldeki aile-uzla arttı. Yeni yeni mahalleler kuruldu. Her mahalleye cami, okul, çeşme, hamam ve dükkanlar yapıldı. İstanbul dört a ayrılmıştı. Bunlar, İstanbul, Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları idi. Surlar içinde on üç bucağı yöneten kadıya "İs-Efendisi denir, bu kadı ötekilerden üstün tutulurdu. O devirde mahalleler bucaklara, bucaklar kadılıklara bağlı idi.
anbul 1507 yılında dünyanın, nüfusu en kalabalık şehri oldu. 1593 yılında nüfusu 1.231.207'ye yükseldi, 1629'da nilyonu buldu. Fakat zaman zaman salgın halinde bulaşıcı hastalıkların çıkması, ayaklanmalar, ordunun seferden sefe-şması, büyük yangınlar, depremler, beslenme, geçinme bunalımları şehrin nüfusunu olumsuz yönde etkiledi. 1826 yılında nüfusu 360 bine düştü. 1870'te 960 bine yükselen nüfus 1881'de 873.565’e düştü. 1915'te Rumeli'den gelen göçmenlerle 1 milyon 400 bine ulaştı. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savası yıllarında halkın göçlerle dağılması yüzünden nüfusunu yarı yarıya yitirdi.
İLÇE OLARAK EMİNÖNÜ
Eminönü, 1928 yılında bağımsız bir ilçe haline getirilmeden önce Fatih İlçesine bağlı idi. 1928 yılından itibaren bağımsız ilçe haline getirildi. Geçmiş devirlerin tarihi eserleri ile dolu olan İlçe sınırları, bugün hemen her tarafı binalarla kaplıdır. Haliç ile Marmara Denizi arasında bir yarımada oluşturan ilçenin 34 mahallesi vardır.
1934 Belediye Şehir Rehberinde bu ilçenin şehir içindeki sınırı Haliç kıyısında Unkapanı'nda Gazi Köprüsü (eski adı ile Unkapanı Köprüsü) başından Marmara kıyısında Yenikapu'ya kadar uzanan Mustafa Kemal Caddesi (Atatürk Bulvarı) dir; bu uzun caddenin doğusunda kalan yarım adanın tümü Eminönü ilçesini teşkil eder; beş nahiyeye ayrılmış olup bu nahiyelerin isimleri mahalleleri ile birlikte şunlardır:
-
- Şeyh Mehmed Geylânî Mahallesi
-
2 - Hocapaşa Mahallesi
-
- Hobyar Mahallesi
-
- Çelebioğlu Alâeddin Mahallesi
-
5 - Ahiçelebi Mahallesi
-
6 - Tahtakale Mahallesi
-
7 - Rüstempaşa Mahallesi
-
1 - Mahmudpaşa Mahallesi
-
2 - Molla Ali Fenâri Mahallesi
-
3 - Alemdar Mahallesi
-
4 - Cankurtaran Mahallesi
-
5 - Sultanahmed Mahallesi
-
6 - Binbirdirek Mahallesi
-
7 - İshakpaşa Mahallesi
-
8 - Emin Sinan Mahallesi
-
9 - Küçük Ayasofya Mahallesi
-
III. Kumkapu Nahiyesi:
-
1 - Şehsuvar Mahallesi
-
2 - Bayramçavuş Mahallesi
-
-
3 - Çadırcı Ahmed Çelebi Mahallesi
-
4 - Mimar Hayreddin Mahallesi
-
5 - Tavşantaşı Mahallesi
-
6 - Saraç İshak Mahallesi
-
7 - Muhsine Hâtûn Mahallesi
-
8 - Kazancı Sadi Mahallesi
-
9 - Dülbendci Hüsameddin Mahallesi
-
10 - Kâtib Kasım Mahallesi
-
11 - Nişancı Mahallesi
-
12 - Mimar Kemâleddin Mahallesi
-
13 - Mesihpaşa Mahallesi
-
1 - Sürün Mahallesi
-
2 - Mercanağa Mahallesi
-
3 - Dayahatun Mahallesi
-
4 - Bayazid Mahallesi
-
5 - Camcıali Mahallesi
-
6 - Balaban Mahallesi
-
7 - Kemalpaşa Mahallesi
-
8 - Süleymaniye El Mâruf Mahallesi
-
9 - Molla Hüsrev Mahallesi
-
10 - Kalenderhâne Mahallesi
-
V . Küçükpazar Nahiyesi
-
1 - Zındankapu Mahallesi
-
2 - Sar Timur Mahallesi
-
3 - Demirtaş Mahallesi
-
4 - Yavuz Sinan Mahallesi
-
5 - Hoca Gıyâseddin Mahallesi
-
6 - Hacıkadın Mahallesi
-
Eminönü'nde İş ve Ticraret Hayatı...
minönü Türkiye'nin en büyük toptan ticâret merkezidir. İstanbul’un ve Türkiye'nin toptan eşya yönünden kalbi durumundadır. Her türlü sanayi mâmüllerinin % 45'i Eminönü'nden sevk edilir. Târihî Ka-palıçarşı ve Mısır Çarşısı ilçe merkezinde olup, turizm açısından
önemleri büyüktür.
Dünyanın en rahat, geniş ve güvenli limanlarından biri olarak tarif eilen Haliç, gerçekten de İstanbul'un ayakta durmasını sağlayan başlıca unsur olarak göze çarpmaktadır. Bir yandan kentin ticaret ve iaşesinin büyük bölümü buraya akmakta, öte yandan ise Tersanede ve kısmen de Tophane'de kümelenen devletin askeri yapı ve endüstrisinin önemli işlevlerini yerine getirmektedir. Liman, kuşkusuz kentin en canlı ve kozmopolit bölgelerinin başında gelmektedir. Eski devirlerde, Osmanlı topraklarının ve Avrupa'nın her yanından gelen mal, insan, dil ve kültürlerin karıştığı, binlere kayık ve peremenin iki yaka arasında mekik dokuduğu bu merkezden itibaren mal ve kaynak dağıtımı tedrici olarak kenti beslemeye başlamaktadır.
Eminönü semti İstanbul’un en eski ve en yoğun "merkezî iş alanları'ndan biridir. Aslında bu merkezî iş alnını Karaköy ile birlikte düşünmek mümkündür. Gerçekten, Haliç'in ikiye ayırdığı ancak Galata Köprüsünün birleştirdiği Karaköy ve Eminönü, İstanbul'un en büyük merkezi iş alanını oluşturmaktadır. "Eminönü merkezi iş alanı" Haliç ve Marmara Denizi arasında uzanan yarımadada yer alan Eminönü İlçesinin en uç kısmında, önemli bir bölümüyle de kıyı platformu üzerinde yer almaktadır.
Eminönü ile Çemberlitaş arasındaki ticaret yapıları da sahil boyunca sıralanan kapanlar, Mahmutpaşa ve Mercandaki hanlar ve Fatih'in ilk canlandırma girişimlerinden olan Bedesten bu dağıtım ağının ilk ve vazgeçilmez aşaması olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bölgede yoğunlaşan mal, emek ve sermaye pazarı, pazarlar ve perakende ticaret yoluyla kentin diğer bölgelerine yayılan bir dağıım şebekesiyle en küçük tüketiciye kadar ulaşmaktadır.
Kıyı platformu iki yerde azami genişliğe erişir: Mahmutpaşa sırtları ile Tahta-kale sırtları arasında kalan Yeni Câmi ve Balıkpazarı'nın sınırlandırdığı kesim, platformun en geniş kısmını oluşturur. Bu kesimde batıda Tahtakale’de, güneyde
Bayezid Meydanı’nın
kuşbakışı bir görünümü...
Mahmutpaşa sırtlarında, doğuda Sultanahmet sırtlarında, Topkapı Sarayının üzerinde bulunduğu sırtlarda 50-60 m yüksekliğe erişilir. Sirkeci'de garın bulunduğu alan ve bunun Bahçekapı’yı içine alarak Eminönü Meydanına uzanan kısmı ise, ikinci geniş düz alanı oluşturur. Bu iki alanın birleşmesi kıyıda uzun bir düzlük meydana getirir.
Osmanlı Devleti döneminde Eminönü'nün İstanbul'un ana, hattâ "tek" ticaret merkezi olduğu anlaşılıyor: Yağ, bal, un, erzak, tahıl, kahve, tütün, enfiye, ipek, pamuk ve dokuma buradaki Un Kapanı, Yağ Kapanı, Bal Kapanı gibi belirli yerlerde gümrüklenirdi. Bugün Eminönü'nde var olan ve ticari faaliyetlerini barındıran hanların büyük bölümü Cumhuriyet öncesinde Osmanlılar zamanında yapılmıştı. En büyük hanlar Büyük Çarşıya (Kapalıçarşı) giden yol üzerinde bulunmaktadır. Eminönü'nden Unkapanı’na kadar uzanan kıyı boyu Valide Han , Hurmalı Han, Balkapanı Hanı vb hanların yoğunlaştığı bir başka alandır. Çağlar boyunca bir transit merkezi olan Eminönü'nde kervansaraylar da o zamanki ulaşım sistemine uygun olarak, İstanbul un kapılarına yönelen alanlarda yer almıştır.
Eminönü, 1960 larda da yurtiçi ve yurtdışı ulaşım sektörünün odak noktası, şehir içi ve hattâ ülke içi başlıca alışveriş merkezi ola özelliğini sürdürmüştür. 1940 lara ait kayıtlarda İstanbul'un büyük mali ve ticari kurumlarının başlıcaları-nın burada olduğu görülür. Tarihi görevlerini yerine getirmiş Anadolu Türk Sigorta Şirketi. Antalya Umumi Nakliyat Türk Anonim Şirketi, Banca Commrciale İta-liana. Banco di Roma, Deutsche Bank, Deutsche Orient Bank, Dresdner Bank şubesi. Emlak ve Eytam Bankası, Halk Sandığı, Hollandse Bank Uni, J. V. Vitaly Kamp Ltd., Milli Reasürans TAŞ, Orozdibak müesseseleri (şimdiki Sümerbank binası) ve Osmanlı Bankası burada yer almaktaydı.
Sirkeci Garı ve hemen çevresinde uzun süre otobüs acentelerinin ve nakliyat amba: inin varlığı da, burada otel, lokanta vb birçok faaliyetin doğmasına neden ot tur. Eminönü, çeşitli sanayi faaliyetlerini de uzun yıl]ar içinde barındırmıştır >0'h yıllarda bile Eminönü nde 5-20 arasında işçi çalıştıran 118 sanayi tesiSi Bunların başında gıda (örneğin Besler, Lyon-Melba gibi) ve sabun imala ¡eri (15 adet) ile giyim eşyası üreten atölyeler geliyordu. Sanayi, ticaret '. -m faaliyetlerine bağlı farklı ve çeşitli işyerlerinin geçmişteki mekânsal dağıl nönü'nde hâlâ kendilerini yansıtan ilginç kalıplar oluşturmuştu. Sokak ve se mleri bu ilişkileri açık bir şekilde ortaya koymaktadır, örneğin, Yemiş İskel bunhane Sokağı, Unkapanı Değirmen Sokağı, Kahveciler Sokağı, Mah şa Bezciler Sokağı gibi.
nü merkezi iş alanı" zaman içinde ülke ve İstanbul’daki sosyo-ekono-mik elere bağlı olarak değişime uğramıştır. İstanbul şehrinin nüfusunun hızla a ı ve alansal yayılması ile merkezi iş alanlarının kendi iç yapılarındaki deği genelde ticari kuruluşlardaki yenilikler, fonksiyon alanlarının yer değiştirme enilerinin ortaya çıkması, eski merkezi iş alanlarındaki kurumlan ve ilişkileri ilemiştir. Bunun en açık örneklerinden biri Eminönü'dür.
Gû lümüzde merkezi iş faaliyetleri yatay olarak Cağaloğlu, Nuruosmaniye ve Bâyezid doğrultusunda yayılırken, dikey büyüme birkaç katlı binalardaki konutların işyerine dönüşmesiyle gerçekleşmektedir. Eminönü İlçesindeki işyeri sayısı hızla artıp 52.000’e çıkarken (Hoca Paşa Mahallesinde 18.000, Sirkecide 5.400, Mercanda 16.163, Bâyezid’ta 13.000 işyeri) Eminönü İlçesinin ve özellikle Eminönü merkezi iş alanı çevresindeki mahallelerin nüfusu gittikçe azalmaktadır. Eminönü mahallelerinde yaşayan nüfus, konutların yerini işyerlerinin almasıyla, birçok mahallede son derece azalmıştır. Meskenler plânsız bir şekilde iş yerine dönüşmüş ve târihî eserler taş yığını binâlar arasında sıkışıp kalmıştır. Örneğin günümüzde Hobyar Mahallesinde 270 kişi. Hoca Paşada 2.657 kişi, Mercanda 229 kişi, Rüstem Paşada 147 kişi, Süleymaniyede de yalnızca 105 kişi yaşamaktadır.
Değişik faaliyetlerin Eminönü'nün değişik kesimlerinde yoğunlaşmış olması da m kezi iş alanının bir özelliğidir. Örneğin; manifatura ürünlerinin toptan ve pere nde satışı Sultanhamam Meydanı ve çevresinde toplanırken, Bahçekapı bat: ın, Tahtakale perakende ticaret faaliyetlerinin ve para piyasasının bir
Osmanlı Devleti döneminde Eminönü'nün.
İstanbul’un ana, hattâ "tek" ticaret merkezi olduğu anlaşılıyor: Yağ, bal, un, erzak, tahıl, kahve tütün, enfiye, ipek, pamuk ve dokuma buradaki
Un Kapanı, Yağ Kapanı, Bal Kapanı gibi belirli yerlerde gümrüklenirdi.
Bugün Eminönü'nde var olan ve
ticari faaliyetlerini barındıran hanların
büyük bölümü Cumhuriyet öncesinde Osmanhlar zamanında yapılmıştı...
ta«. Yeşildik giyim eşyası imalathaneleri ve toptanda™ yoğunlaş , kesimlerdir.
Eminönü toptan ticâret merkezidir. İstanbul'un ve Türkiye'nin toptan e yönünden kalbi durumundadır. Her türlü sanâyi mamüllerinin % 45'i Eminöni ien sevk edilir. Târihî Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı ilçe merkezinde olup, ticaret turizm açısından önemleri büyüktür.
Türkiye'yi Avrupa'ya bağlayan demiryolu bağının başlangıç noktası oh keçi Garı bu ilçededir. Topkapı Sarayının yanındaki Gülhâne Parkı bölger ir güzellik katarken, aynı zamanda bir mesîre yeri olarak kullanılmaktadır.
EMİNÖNÜ'NÜN
İMAR/İSKAN, TİCARİ SEYRİ
VE ASKERİ HAYATI
Pazarcılar...
Dünyanın en rahat, geniş ve güvenli limanlarından biri olarak tarif edilen Haliç, gerçekten de İstanbul'un ayakta durmasını sağlayan başlıca unsur olarak göze çarpmaktadır. Bir yandan kentin ticaret ve iaşesinin büyük bölümü buraya akmakta, öte yandan ise Tersane'de ve kısmen de Tophane'de kümelenen devletin askeri yapı ve endüstrisinin önemli işlevlerini yerine getirmektedir. Liman, kuşkusuz kentin en canlı ve kozmopolit bölgelerinin başında gelmektedir. Osmanlı topraklarının ve Avrupa'nın her yanından gelen mal, insan, dil ve kültürlerin karıştığı, binlerce kayık ve peremenin iki yaka arasında mekik dokuduğu bu merkezden itibaren mal ve kaynak dağıtımı tedrici olarak kenti beslemeye başlamaktadır. Eminönü ile Çemberlitaş arasındaki ticaret yapıları sahil boyunca sıralanan kapanlar, Mahmutpaşa ve Mercan'daki hanlar ve Fatih'in ilk canlandırma girişimlerinden olan Bedesten bu dağıtım ağının ilk ve vazgeçilmez aşaması olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bölgede yoğunlaşan mal, emek ve sermaye pazarı, pazarlar ve perakende ticaret yoluyla kentin diğer bölgelerine yayılan bir dağıtım şebekesiyle en küçük tüketiciye kadar ulaşacaktır.
Fatih'in payitaht uygulamasının diğer önemli öğesi olan Saray ise, Bayezid'de-ki Eski Saray’da ve Bizans akropolisinin yerinde birkaç yıl sonra inşa edilmeye başlanan Yeni Saray'da (Topkapı Sarayı) odaklanmış, kentin genel denge ve dinamiğinde hakim bir rol oynamaya başlamıştır. Saray, dar anlamda hükümdarın ikametgâhını tanımlamakla birlikte, aslında birçok boyutu içeren çok karmaşık bir kurumlar yumağı oluşturmaktaydı. Üçüncü Avludan başlayarak gittikçe genişleyen bu kurumsal ağ, devletin askeri, idari, mali, dini/ideolojk ve temsili/sembo-lik yapılanmasının kente yansıtıldığı başlıca mekânları kapsayan ve kentin dokusuna teğellenmiş bir üst yapıyı oluşturmaktaydı. Bu anlamda her biri devletin başka bir temsil boyutuna denk düşen At Meydanı (Sultanahmet) ve çevresinde askeri kesime ait konak ve saraylar, Eski ve Yeni Odalar olarak bilinen Yeniçeri kışlaları, kentin birçok yerine dağılmış olan askeri talim ve üretim merkezleri Okmeydanı, Tophane, Tersane, Baruthane, Tüfenghane vb.. Simkeşhane ve Darphane gibi yapılar. Osmanlı payitahtının İslami meşruiyet kurgusunun temel taşlarından biri olan Eyüp Camisi ve Külliyesi, kentin belli başlı yerlerine konumlandırılan selâtin camileri, onlara bağlı külliyeler ve devlet ile hanedanın gücünün törensel ifadesini taşıyan Saray-Eyüp güzergâhı ve üzerinde bulunan başta cami ve türbeler olmak üzere- anıtlar İstanbul’un topografyasını belirleyen mihenk taşları olarak ortaya çıkmaktaydı. Mimarlıkta ve anıtsal boyutlarda bu kadar belirgin biçimde ortaya çıkan devlet varlığının sosyal ve ekonoik boyutları da son derecede
Eminönü Bölgesini en önemli ve en işlek yolu, Eminönü-Sirkeci, Sultnahmet-Çemberlitaş ve Bâyezid-Aksaray yoludur...
önemliydi. Saray ve çevresi, sanat, zanaat, inşaat, hizmet, finans sektörleriyle doğrudan ilişkili, onlardan sürekli taleplerde bulunduğu kadar, onları ayakta tutar bir işveren ve tüketici konumundaydı. Tersane işçileri ve kalafatçı, yelkenci, ki rekçi taifelerinden çuhacı esnafına kadar, Valide Hanında yoğunlaşan sarraflar dan kentin et ihtiyacını karşılayan celebkeşan'a kadar nüfusun büyük bir kısır, kendini, doğrudan olmasa da, şu ya da bu şekilde devletin yarattığı veya yönle dirdiği arz ve talep dengelerinin içinde buluyordu.
Camii veya mescidi (ya da kilisesi veya sinagogu), çeşmesi, hamamı, temel g: da ve ev ihtiyaçlarını karşılayan küçük dükkânlarıyla, seyyar satıcılarıyla mahalle kendi içine kapalı, homojen ve büyük ölçüde kendi kendine yeterli bir dünyayı temsil etmekteydi. Sakinlerinin birbirini tanıdığı, birbirine kefil olup denetledikleri. kentin öteki bölümleriyle ancak sınırlı ilişkilerle bağlı olan bu mahallelerin her biri daha genel bir kent bütünleşmesine engel ve en azından alternatif oluşturmaktaydı. İstanbul’un etnik çoğulculuğu da bu yolla bir etnik çoğulluğa indirgenmiş oluyordu. Her ne kadar toplam nüfus içinde birçok etnik ve dinsel grup karışmış durumdaysa da, bunların çoğu, Fatih’in şenlendirmesinden başlayarak devletin de özendirmesiyle, mahalle içinde örgütlenerek, birbirlerine karışmadan ve hatta aralarındaki ilişkiyi en aza indirerek bir arada yaşamayı seçmiş görünüyorlardı. Bu anlamda mekânda hareket yeteneği, her şeyden önce sosyal statü ve sosyo-eknomik konumla doğrudan ilişkiliydi.
Bireyi grup/cemaat içinde denetlemenin sağlayacağı rahatlığı fark etmiş olan Osmanlı Devleti, bu tür bir yapıyı yaygınlaştırmak için elinden geleni yapmaktaydı. Mahalle, bu politikanın mekâna uygulanmış boyutunu teşkil ederken, aynı yaklaşımın mekândan bağımsız olarak geliştirilen en iyi örneğini de esnaf örgütü oluşturmaktaydı. Üretim ve dağıtım sektörlerinde çalışan herkesin ister istemez bir loncaya bağlı olması ve dolayısıyla ticarî/sınaî faaliyetini bu çerçeve içinde gerçekleştirmesi gerekmekteydi. Üyelerine sağladığı emniyet, dayanışma ve rekabetten korunmanın ötesinde, bu yapılanmanın getirdiği devlet açısından en büyük yarar, nüfusun büyük bir kesiminin lonca içi denetleme ve ortak sorumluluk yoluyla daha kolay yönetilebilmesi ve denetlenebilmesiydi. Bu anlamda, İstanbul halkının büyük çoğunluğu özel hayatında aile, mahalle ve cemaatin getirdiği denetim mekanizmalarıyla belirli bir kalıba oturtulurken, kamu alanında ve ekonomik hayatında da devlet ve loncaların idari denetlemesi altına girmekteydi.
Devlet ile halkın mekândaki en temel etkileşim alanını ise şehirdeki imar hareketleri oluşturuyordu. Toplumsal kurgu ve ideolojisini uygulayabilmek için devlet, belirli bir kent altyapısının oluşturulması ve geliştirilesi için harekete geçmek zorundaydı. Özellikle iaşeci ve adil niteliğini ideolojik söyleminin temel iddiaları haline getirmiş olan Osmanlı Devleti, bu özelliğini doğrulamak için halkın en vazgeçilmez ihtiyaçlarını karşılamak ve tebaasına şart koştuğu bağlılığın karşılığını asgari bir emniyet ve adalet sağlayarak vermek mecburiyetini hissetmekteydi. Os-manh şehirlerinde ve özellikle payitaht İstanbul'da uygulanan "şehircilik" anlayışı da bu temel ilkelere dayalı olarak geliştirilmişti. Şehre sürekli mal akının sağlanmasından başlayarak, bu malların kent içindeki dağıtımı ve pazarların özellikle fiyatlandırma açısından denetlenmesi, en genel anlamda güvenin sağlanması ve kadılık aracılığıyla elden geldiğince yaygın bir yargı sisteminin oturtulmasına kadar her türlü denetim ve hizmet, bu anlayışın idari yansımasını vermekteydi. Mekanda ise, bu ilkeleri hayata geçirecek yapıların oluşturulması gerekmekteydi. Fetih ten başlayarak ve özellikle 16. yüzyılda büyük yatırımlara yol açan su temin ve dağıtım şebekesinin inşası bunların en belirgin örneklerindendi. Su kaynakları za-
ten ^ Jı olan kente bu yaşamsal maddeni; stirilip mahrumiyet yaratmayacak nde halka sunulması, devletin
ima: sından bu yatırımları meşru kı-
laca ecede önemliydi. Bunun sonuç u havzalarının keşfi, bent ve
kem a yapılması, su terazileri ve mak yoluyla şebekenin kente yay ve kullanıcıya doğrudan hiz-
me çeşme, sebil ve hamamların jnş ¡etin, askeri yatırımlarından
son laklarını en yoğun kullandığı , ırak ortaya çıkmaktaydı. Daha 'gınlık ve devamlılık göstermek ikte, başlıca camilerin vazge-
çilm zantısı külliyeler de aynı anlayışı gereği olarak, halkın eğitim, sağlıl osyal güvenlik gibi hizmetlerden ararlanabilmesi içi oluşturulan yapılardı. Nihayet, idari ve maddi hayatın da ötesinde, devletin halkla bilinçli olarak ilişki kurmaya çalıştığı bir başka boyut da yüksek düzeydeydi. Biat (bağlılık yemini), cülus (tahta oturma), kılıç kuşanma, cenaze, surre (hac) alay ve törenleri gibi devletin kendi
meşruiyet ifadeleri, aynı zamanda yönetici sınıf ile halkı somut biçimde bir araya getiren birer imkâna dönüştürü-lebiliyordu.
EMİNÖNÜNDE
ANAYOLLAR, CADDELER
Eminönü Bölgesi’nin en önemli ve en işlek yolu, Eminönü-Sirkeci-Sulta-nahmet-Çemberlitaş-Bâyezid-Aksaray yoludur. Bu ana cadde Eminönü'nden Sirkeciye dek Reşadiye Caddesi, Sir-keci’de Ankara Caddesi, Sirkeci’den. sebile kadar Muradiye Caddesi, Sebilden Gülhane Parkına kadar Hüdaven-digâr Caddesi, Gülhane'den Sultanahmet'e kadar Alemder Caddesi, Sultanahmet'ten Çemberlitaş'a kadar Divan-yolu, Çemberlitaş'tan Bâyezid Meydanına kadar Yeniçeriler Caddesi, Baye-zid Meydanından Aksaray'a kadar Ordu Caddesi adını alır. Eminönü bölgesinin en mühim yolu olan bu caddeler bugün tramvay attıyla döşenmiş olup, belli kısımları araç trafiğine kapalıdır.
Divanyolu’ndan
Bayezid’e doğru uzanan
Yeniçeriler Caddesi...
Yerebatan Caddesi...
(Mayıs 2003)
bu tarihte bu
caddede yol yapım
çalışmaları başlamıştı...
Diğer bir anayol, Eminönü-Sirkeci-Florya Sahil Yolu'dur. Bu yol, Sirkeci'den Kazlıçeşme'ye kadar olan bölümü 1956 yılında açılmış, 1966 yılında Ataköy'e kadar uzatılmıştır. Eminönü’nde yer alan kısmı Kennedy Caddesi olarak isimlendirilir.
İkinci önemli yol, Unkapanı’ndan Saraçhane'ye çıkan, oradan Yenikapı'ya İnen Atatürk Bulvarı’dır. Bu yol komşumuz Fatih İlçesi ile sınır olarak alınmıştır. Yeni Cami ile Unkapanı arasındaki Unkapanı Caddesi burada toptan satış yerleri bulunması nedeniyle çok kalabalıktır.
Yenicâmi ile Sirkeci garı arasındaki Dördüncü Vakıf Han'ın bulunduğu yol Ha-midiye Caddesi'dir. Ana trafiğin bu caddeden kaldırılması caddeye ferahlık kazandırmıştır. Sirkeci’den Milli Eğitm Müdürlüğüne kadar olan Ankara Caddesi kitap çı dükkânlarıyla ünlüdür.
Bu yolun Milli Eğitim Müdürlüğünden Türbe'ye kadar bölümü Bâbıâli Caddesi adını alır. Milli Eğitim Müdürlüğü yanından Yerebatan Sarayına (Sarnıcı) gider yol Hilâliahmer Caddesidir. Bu cadde Yerebatan Caddesi olarak geçmekle birlikte son yıllarda Profesör Kâzım İsmail Gürkan Caddesi adı konmuştur. Nuruosma-niye Camiinden Cağaloğlu'na giden yol Nuru Osmaniye Caddesidir. Bu caddede büyük halı mağazaları, turistler için hediyelik eşya, deri ve kürklü giyim eşyası satan dükkânlar bulunur. Kapalıçarşı'yı gezecek turistleri gezdiren otobüsler bu cadde kenarında sıralanırlar.
Bahçekapı’dan Bâyezid'e çıkan Marpuççular yokuşunda Alacamescit camii ile Kanunî çeşmesi. Çakmakçılar yokuşunda Valid Han, Necip Ali Hanı, Kürkçüler hanı gibi eserler görülür.
Bâyezid - Süleymaniye: Bâyezid semti Sultan İkinci Bâyezidın ve Süleymani-ye semti Kanunî Süleyman'ın isimlerini taşımaktadır.
Aksaray’dan
Yenikapı'ya inen bu cadde, gün içersinde trafik yoğunluğuna sahne oluyor..
âyezid camii, İstanbul Üniversitesi, Dişçi ve Eczacı okulları, Bâyezid Umumî hanesi, Eski Belediye kütüphanesi gibi binaları ihtiva eden Bâyezid meyda-ı bulunan havuz 1926'da açılmıştır. Bu havuz çeşitli tamir ve değişiklikler ge-- ve bugünkü halini almıştır.
niversite yanından uzanan Takvimhane caddesi Süleymaiye Camiine gider, 'lümde Üniversite kütüphanesi. Kanunî türbesi. Tıp medresesi. Süleymani-tüphanesi, Mimar Sinan türbe ve sebili ile hâlen Türk-îslâm eserleri müze-n Süleymaniye imareti vardır.
ahçekapı ve Sultanahmet'ten gelen tramvay yolu Bâyezid’de ikiye ayrılır:
Sirinci yol Şehzadebaşı ve Fatih'ten geçerek Edirnekapı'ya gider.
Öbür yol Aksaray'a giderek orada gene ikiye ayrılır. Biri Haseki ve Şehremini yolu ile Topkapı'ya, öteki ise Yedikule’ye gider.
Eminönü'nde
İsimleri Değişen veya Yok Olan Mahalle ve Sokaklar...
AHİ ÇELEBİ MAHALLESİ
aman içinde, İstanbul’un çeşitli kesimleri gibi Eminönü de değişime uğramış ve bu sebeple de bir çok tarihi ya-
pı ve yer ortadan kalkmıştır. Yapılar ortadan kalkınca, me-
kana verilen isimler de doğal olarak yok olmuştur. Eminö-
nünde yok olan bu isimlerin tesbit edilebilenleri şöyledir:
Ahî Çelebi Mahallesi: Eski ismi Ahî Çelebi Mescidi Mahallesi idi. Eminönü, Balıkpazarı ve Aşçılar caddeleri ile Haliç’in çevrelediği mahalle idi. Adını buradaki Câmi’den almıştır. Eminönü Meyda
nı nın açılması sebebiyle bu mahalle şimdi yerinde yoktur. Ahî Çelebi Camii, Zin-dankapı’da Hekim Ahî Çelebi tarafından yaptırılmış küçük bir camidir (XVI. yüzyıl). Câmi Kanlı Fırın Mescidi adı ile de tanınır. 1922 tarihli mahalleler cedvelin-de Eminönü Maliye Şubesi hudutları içinde gösterilmiştir.
Haliç temizlenirken etrafında yapılan hafriyat ve yeni Galata Köprüsü kazıkları çakılırken meydana gelen sarsıntılar, Ahî Çelebi Câmii’nin duvarlarında büyük çatlaklara yol açtı. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde önemli onarımlar geçiren, son zamanlarda ise kendi kaderine terkedilmiş gibi görünen Ahî Çelebi Câ-mii’nin XV.asır sonlarında inşa edildiği sanılıyor. Ayvansarayî’nin verdiği bilgiye göre, Mahmutpaşa’da dükkanı buluna Ahî Çelebi Tabib Kemal adlı biri tarafından yaptırılmış. Kanlı Fırın Mescidi ve Yeniçeriler Câmii adlarıyla da anılan bu câmi, Yemiş iskelesinde çıkan yangınlarda iki defa yanmış, ikinci yangından sonra Mimar Sinan tarafından onarılmıştır. Bugün yıkılmak üzere olan Ahî Çelebi Câ-mii’nin, kendiliğinden çökmekten kurtarılması gerekmektedir.
ELVAN MAHALLESİ
İstanbul’un Fatih devrinde kurulmuş en eski mahallelerindendi. Sirkeci civarında Elvan Mescidinin mahallesi idi. 1879’daki ilk mebus seçimi için tanzim edilmiş bir defterde; Sirkeci garının yapıldığı ve gar sahasının genişletildiği sırada Elvan Mescidi ile birlikte bu mahalle de istimlak edilmiş, kaldırılmıştır.
Osmanh ve Cumhuriyet Dönemleri’nde
^a^aa* nıı_ı ııul^L/
GEYLÂNİ MAHALLESİ
Bu mahalle bugün mevcut değildi;
DÜLBENDCİ
HÜSAMEDDİN MAHALLESİ
1934 Belediye Şehir Rehberine Eminönü Kazasının Kumkapu Na si mahallelerinden; aslında Aksa; güneyinde Yenikapu'da, deniz kıy. da küçük bir mahalledir; Kumkapı biyesinin Kazanı Sadi ve Kâtib Kî ve Samatya'ın Yalı mahalleleri ve ; mara Denizi ile çevrilmiştir; bu ma? leye adını veren ve zamanımızda m< cud olmayan Dülbendci Hüsameddi. Mescidinin yeri o civarda Molataşı Caddesi'ndedir ki bu cadde 1934 Rehberinin tanzimi sırasında Kazanı Sadi Mahallesi içinde kalmıştır (B.: Dülbendci Hüsameddin Mescidi).
Dülbendci Hüsameddin Mahallesinin sınır sokakları şunlardır: Sandıkburnu Sokağı, Mustafa Kemal Caddesi (Yalı Mahallesi ile), Alaca Cami Sokağı, Langa Karakolu Sokağı (Kâtib Kasım Mahallesi ile), Sayvan Sokağı (Kazanı Sadi Mahallesi ile), iç yolları şunlardır:
önemli onarımlar geçiren.
son zamanlarda ise
Soğancı Râşid Sokağı, Ay tekin Sokağı, Langa Hisarı Sokağı, Mermerciler Caddesi, Yeni Sepetçi Sokağı, Arab Mehmed Sokağı, Beşikçi Sokağı, Zindandelen Sokağı. Hadım Odaları Sokağı, Sepetçi Selim Sokağı, Musalla Sokağı.
kendi kaderine terkedilmiş gibi görünen
Ahî Çelebi Câmii'nin,
Yerine gidilip bu satırların yazıldığı sıradaki ahvâli, durumu tesbit edilemedi (Ekim 1966).
XV.asır sonlarında inşa edildiği sanılıyor...
ÇADIRCI
AHMET ÇELEBİ MAHALLESİ
Eminönü Kazası'nın Kumkapı nahiyesi mahallelerinden; Şehsüvar, Mimar Hayrettin. Saraç İshak, Bayram Çavuş ve Muhsine Hâtûn mahalleleri ile çevril mişdir; sınır yolları şunlardır: Çiftegelinler Caddesinin bir kısmı (Muhsine Hâtûı Mahallesi ile), Kadırga Limanı Caddesinin bir kısmı (Bayram Çavuş Mahallesi ile). Gedikpaşa Caddesinin bir kısmı (Şehsüvar Mahallesi ile). Esirci Kemalettin Soka ğı ve Kafesli Çadır Sokağı (Mimar Hayreddin Mahallesi ile). Tiyatro Caddesinin bir kısmı (Saraç İshak Mahallesi ile).
İç yolları da şunlardır; Bâli Paşa yokuşu (Çadırcı Ahmed Çelebi Mahallesini boydan boya ortasından ikiye bölüp geçen cadde). Arayıcı Sokağı. Çadırcı Camii Sokağı, Kurban Sokağı, Çilavcı Sokağı, Çadırcılar çeşmesi Sokağı. Sandalcı İhsan Sokağı, Aşmalı Han Sokağı. Bahçeli Kahve Sokağı. Tayyareci Kemal soka-
gı, ıvıu: “ —-o-, ■ -T o-. ------kaynın ouyuK Dır Kısmı (iy34 Belediye Şehir
Rehber 'afta No. 3).
Fak tmkapı nahiyesinin 1963 deki resmî kaydına göre Çadırcı Ahmed Çelebi Mahallesi yukarda adı geçen
rehber zim edilip basıldığı ve neşredildiği 1934 yılında lâğvedilerek Mimar Hayretin Mahallesi ile birleştiril
mişti, ille muhtarlığı binasında da her iki mahallenin adını taşıyan bir muhtarlık levhası vardır.
Yu' adı geçen sokaklarda şu binalar bulunmaktadır: Kara Mustafa Paşa Medresesi, Çadırcı Mescidi. Ayia Kiryai Ortodos Kilisesi, Ermeni protestan kilisesi, Gedikpaşa Orta okulu (eski Fransız mektebi), Gedikpaşa Rum C ulu, Rum İlkokulu, kışlık ve yazlık Azak sinemaları, Cennet Kız Talebe Yurdu.
Mu ı verdiği rakamlara göre bu sokaklarda, yâni mülga Çadırcı Ahmed Çelebi mahallesinde 539 mesken (ev apartıman), bizim bizzat dolaşıp tesbit ettiğimize göre 135 dükkân, 2 ekmekçi fınnı, 2 simitçi fırını. 2 doku atölyesi vardır (1963).
CE? KÂSIM MAHALLESİ
VE ZERÎ KASIM PAŞA
(Öl. 1543)
Anadolu'dan, Cire'den (El-Cezire) Mısır'a göçmüş ve Türk Kölemenleri devrinde yaşamış büyük Tarih ve Hukuk bilgini Şemseddin Muhammed Cezeri'nin soyundan Ebulhayr Mehmed Efendinin torunu ve bir bilginler ailesi olan Fenarîzâdelere mensup Ali Efendinin Damadı Mehmed Çelebinin oğludur. II. Bâyezid devrinde 1481 yılında Nişancı ve 1504 yılında Defterdar olmuştur. II. Bâyezid tahttan indiği zaman yine Defterdardı. Koca Kasım Safî Çelebi Paşa diye anılmıştır. Eyüp'te cami, medrese ve mektep yaptırmış ve mahalle, onun adiye anılmıştır Ayasofya civarında Servili Mahallesinde bir camii vardır. Cağaloğlu'nda Cezeri Kâsım adlı bir mahalle bulunduğunu, Hüseyin Ayvansarayî Hadikatül-Cevâmi'de zikretmektedir.
BAYRAM ÇAVUŞ MAHALLESİ
Eminönü İlçesi’nin Kumkapı Bucağı mahallelelerinden: 1934 Belediye Şehir Rehberinin 3 numaralı paftasına göre güneyinde Marmara denizi, doğu, kuzey ve batısında da yine Kumkapu bucağının Şehsüvar, Çadırcı Ahmed Çelebi ve Muhsine Hâtûn Mahalleleri ile çevrilmiştir; sınır yollan, doğudan batıya bir kavis çizerek Kumluk sokağı, Kadırga Limanı Caddesi, Karabıçak sokağı, Kumkapu Meydanı, ördekli Bakkal sokağı ve Kumkapu istasyon caddesi . Acemdağı sokağı. Bu mahallenin iç sokakları da şunlardır: Küçük deniz sokağı, kömürcü Mustafa sokağı. ü kuyusu sokağı, Çaparis sokağı, Çakmaktaşı sokağı, Kürkcübaşı Mekteb sokağı. Behram çavuş sokağı, Dı sokağı, Arabzâde Ahmed sokağı, Serkerdeler sokağı.
demir yolu bu mahallenin Marmara eteğinden geçer, mahallenin demir yolu güneyindeki küçük deniz sok mara sahil yolu açılır iken şehir haritasından silinmiştir.
-
• muhtarı Bay Behçet Aksoy'un verdiği rakamlara göre mahallede 404 ev, 112 dükkân, 1 iplik boya fab-ri »zayik imalâthanesi, 1 odun deposu, 2 otel, 1 Mescid (B.:'Behramçavuş Mecidi), 1 ermeni kilisesi. I erme
ni vardır (Ekim 1960). Hakkı Göktürk
R TULUMBA ÇIKMAZI
inunde Ahi Çelebi Mahallesi sokaklarından (1934 Belediye Şehir Rehberi, pafta 1/5). Yerine gidilip bu yazıldığı sıradaki durumu tesbit edilemedi (Şubat 1965).
DUYGU SOKAĞI
934 Belediye Şehir Rehberine göre Eminönü Kazası nın Küçükpazar Nahiyesi Yavuz Sinan mahallesi sokaklarından; Kazancılar Caddesi ile deniz kenarında Tekirdağ iskelesi sokağı arasında uzanırdı. (1934 B.Ş.R. Pafta 5/46); 1957-1960 arasında büyük istimlâklerde kırılmış yeri Eminönü - Unkapanı Bulvarına katılmıştır.
Eminönü'nde Mahalle Teşkilâtı...
i i ehirlerdeki en önemli ünite mahallelerden ibarettir. Bu yüz-
-
V S den mahalleler hakkında bilgi vermekte de yarar vardır.
A ■ Her çeşit esnaf, sanatını mahalle aralarındaki sokaklarda
I > yerine getirirdi. Dükkân sayısı sınırlı olup, her isteyen daha
J önce belirttiğimiz üzere dükkân açamazdı. Mahallelerde ka
sap, ekmekçi, turşucu dükkânlarının usulsüz olarak artması im* kansızdı. Ancak, usullere aykırı olarak dükkân açan olursa, bu
X derhal şikâyet edilir ve dükkânının kapatılması cihetine gidilirdi. Es
nafın dükkân ve esnaf sayıları, kadı sicil defterinde kayıtlı durdu.
Şehirlerde mahalleler, ya bir camiin, ya bir esnaf topluluğunun etrafında toplanır ve o ad ile anılırdı. Bazen de bir zümrenin ismini alırdı.
Camiler mahallelerin oluşmasında çok önemli rol oynamaktaydılar. XVIII. yüzyılda, Türk evlerinin çoğunluğu bir bahçenin içinde olmaktadır.
Mahallelerdeki reaya kadı defterlerindeki avarız hanesine göre vergi öderdi. Mahalledeki ortaklaşa giderler, avarız akçesi vakfı ile yerine getirilirdi. Bu para mahallenin giderleri, ortak çıkarları için harcanırdı.
Osmanlı İmparatorluğunda çarşı, çok çeşitli malların alınıp satıldığı, çeşitli dükkanlardan oluşur. Buralarda hanlar da vardır. Meselâ Dakik Hanı. Penbe Hanı, ya da Un Kapanı gibi. Bunlar bazen vakıflara aitir.
Mahallelerde sıbyan mektebine giden çocuklar, buralarda Arapça öğrenir, Kuran okumaya başlarlardı. Bu mahalle mekteplerinde din bilgisi, tecvit, ilm-i hâl okutulurdu.
H 'ı ı m
Mahalle teşkilatında, bazı kişiler taşınır ve taşınmaz mallarını hayır için vakıf derlerse, bunlar avarız akçesi ödemezler ve vakfa bir mütevelli atanırdı. Bu vakfın ihtiyacı artık avarız akçesi fonundan değil, vakıf fonundan sağlanırdı.
Mahallelerde, camilerde olan ekler, mescid, sıbyan mektebi, çeşme, imam, müezzin, noktacı, kandilci reisü'le imme, mektep hocasının ücretleri, tekâlif-i di-vâniyye diye anılan -önce yalnız savaş giderleri için toplanan olağanüstü, sonra sürekli hale gelen- avarız, sür-sat, nüzul vergilerinden sağlanırdı. Ayrıca, kazalar-
Eminönü'nde
Milli Günler...
' ] irinci Dünya Sava-şı’nda mağlup sayıl-1 mamız üzerine, önce uçaklarla saldırıya geçen düşmanlar 13 Kasım 1918 günü savaş gemileriyle İstanbul limanına gelerek karaya asker çıkarmışlar, şehrin gerekli gördükleri yerlerine yerleşmişlerdi. Limana demirleyen gemiler 22'si İngiliz, 12'si Fransız, 17'si İtalyan, 4’ü Yunan olmak üzere 55 parçalık bir düşman filosu idi.
16 Mart 1920'de İstanbul tümüyle askeri işgal altına alındı. Şehzade-başı karakolunda uyuyan 5 Türk eri İnglizler tarafından şehit edildi. Tutuklanan aydınlar Malta Ada-sı’na sürüldü. Anadolu'da başlayan Millî Kurtuluş Savaşına İstanbul halkı elinden gelen yardımı yapıyor, silah ve cephane sağlayarak takalarla, kayıklarla kaçırıyordu. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşının kazanılması, Mudanya Mütarekesiyle bu zaferin İtilâf Devletle-ri'nce tanınması ve Lozan Banşı-’nın imzalanması üzerine İstanbul'daki İşgal kuvvetleri 2 Ekini 1923 günü Dolmabahçe Meydanında Türk Bayrağımı selamlayarak gemilerine bindiler, İstanbul'dan ayrıldılar. Böylece işgal devri sona erdi. 6 Ekim 1923 günü Millî Türk Ordusu İstanbul'a girdi. Büyük törenlerle ve sevinçle karşılandı. Şimdi her yıl 6 Ekim günü " İstanbul'un Kurtuluş Bayramı" olarak İlde ve Eminönü İlçesi'nde törenlerle kutlanıyor.
dan gelip-geçen paşaların yaptıklar masraflar, menzil beygirlerinin ücretleri, yanan ya da yıkılan paşa saraylarının tamir giderleri mahalle halkının avarız hanesine tevzi' edilir ve mahalle halkı tarafından sağlanırdı. Bu giderlerin tevzi' defi lerine işlenmesi şarttı. Ancak, XVIII.yüzyılda buna pek uyulmadığı, yani tevzi' terlerinin tutulmadığı, tutulanlara ise fazla ücret yazıldığı göze çarpmaktadır.
Cadde ve mahallelerdeki kaldırımlar, mimarbaşının denetiminde yapılır onarılırdı. Kaldırım yapımı için önce keşif yapılırdı. Yapılacak binalar için ise, c ce mimarbaşı plân yapardı. Mimarların izni olmadan, inşaat esnafı inşaata baş yamazdı.
XVIII. yüzyılda şehir hayatında ayanlar ve onların taraftarları büyük söz ha kına sahiptiler. Kazalarda otoriteyi ele geçiren ayanlar bulundukları yerlerin ye: İllerinden olduklarından, halka daha yatkın idiler ve bu yüzden de vali gibi mer kezden atanan yöneticilere göre halk ile daha sağlam ve geçerli bir diyalog ku. mak şansına sahiptiler. Ancak, gene halkın içinden sivrilmiş ve ayanlık görevi/ elde etmek arzusunda olan diğer aileler de halkın bir bölümünü kendi yanların; çekince ve daha önce ayanlık yapan şahsın yolsuzluklarını ortaya koyunca işler değişiyor, devletin de müdahalesi ile zorba, hanedana mensup kişiler âyânlık görevinden uzaklaştırıyorlardı. Bu durum halk ile zaman zaman yerli ailelerin bütünleşmesini ve tam demokratik tarzda olmasa bile, gene de yönetime katılma sistemini nispeten ortaya koymaktadır. Ancak, burada söz konusu edilen halktan kastedilen, halkın üst kesimi, yani, eşraf dediğimiz kişilerdir. Bunlar az önce bahsettiğimiz üzere "Meclis-i Şeri"de söz sahibi olan kişilerdir.
İstanbul mahallelerinden çoğu, sınırları içinde bulunan cami ve mescitlerin isimleriyle adlandırılmıştır. Beşiktaş İlçesinde Abbasağa, Sinanpaşa, Vişezade, Beyoğlu İlçesi'nde Firuzağa, Arap Camii, Kılıçali Paşa, Cihangir, Piyale Paşa, Piri Paşa, Eminönü İlçesi'nde Rüstempaşa, Küçükayasofya, Sultanahmet, Süleyma-niye, Fatih Üçesi'nde İskenderpaşa, Muratpaşa, Atikmustafapaşa, Davutpaşa, Mirahor İlyas Bey Kocamustafapaşa, Kadıköy İlçesi'nde Osmanağa, Zühtüpaşa, Üsküdar İlçesi'nde Sinanpaşa, Muratreis, Rum Mehmet Paşa, Selamiali Efendi, Selimiye, Atikvalide, Abdullahağa, Altunizade Mahalleleri, çevrelerinde bulunan cami ve mescitlerin isimlerini taşıyan mahallelerdir.
Bugün İstanbul mahalleleri bir muhtar ile ihtiyar heyetlerince idare edilmekte bunların inzibat işleriyle de emniyet teşkilâtı ilgilenmektedir. Eskiden her mahal lenin bir imamı, birinci ve ikinci muhtarları, bir de ihtiyar heyeti vardı. Muhtarla: ve ihtiyar heyetleri imamlardan sonra gelir, halk her türlü işi için önce imamlara başvururdu. Muhtarlar ve ihtiyar heyetlerince halka verilen yazılı vesikalar - bun lara ilmühaber denirdi - imamlar tarafından mühürlenmedikçe muteber tutulmaz dı. Bu cihetle imamlar mahallenin başı ve her hususta hüküm ve nüfuz sahibi un suru sayılır, onların fikri alınmadıkça muhtar ve ihtiyar heyetleri iş göremezlerdi, imamlar, mahallelerde evleneceklerin nikahlarını kıyar, lüzum hasıl oldukça aile meselelerini halle çalışır, doğum ve ölüm vakalarıyla ilgilenir, mahallece toplu biı halde yapılacak hareket ve teşebbüslerin başına geçer, erkek cenazelerini yıkar, mevlit okurdu. Hasılı imamlar mahallelerde ilk müracaat edilecek resmî bir şahsiyetti. Çünkü onlar mahalle halkını birer birer tanır, bazı ailelerin hususiyetlerini bilir, halk da imamları her şeye karışmakta yetkili farz ederdi
Mahallelerin inzibatı da eskiden imamlardan sorulur, bu münasebetle imamlar emniyet teşkilâtiyle de daima temasta bulunurlardı, imamların, muhtarların, ihti-
yar heyeti imamlar v zin bekçi demekti, dileri ev bekçi ha: yoktu, hi lan par; luğuna < mahalle; şı da dit bekçisi ■ dişine ay birbirine
ün mahallelerde inzibat ve icra memurları bekçilerdi. Bekçileri uhtarlar seçerler, herhangi bir resmi muameleye hacet görülmeksi-;abul edebilirlerdi. Bekçiler, mahallelerin en çok güvenilir adamları ; ra muayyen bir aylık veya gündelik verilmez, her ay sonunda ken-;kân dükkân dolaşarak her aileden veya ticarethaneden bir miktar ardı. Aldıkları ücret mukabilinde bekçilerin makbuz vermesi adeti e bekçilerden makbuz istemeyi hatırına getirmez, bekçiler de aldık-r etmezlerdi. Sahasının genişliğine, sokaklarının azlığına veya çok-r mahallede bir veya birkaç bekçi kullanılırdı. Birkaç bekçisi olan ınlardan en eskisi veya en yaşlısı bekçibaşı itibar edilirdi. Bekçiba-çiler gibi vazife görür, ötekiler icabında ona danışırlardı. Birkaç .(hailelerde sokaklar bekçiler arasında taksim edilir, her bekçi ken-ı sokakların inzibatından sorumlu tutulur, bununla beraber bekçiler ım ederlerdi.
Mahal, bekçilerinin vazifeleri, akşam ezan okunduktan, ortalık karardıktan sonra sab a kadar sokakları dolaşmak, mahallenin huzur ve emniyetini korumaktı. Bekçilerin silâhlan yoktu. Kaim ve alt ucu demirli birer sopalan vardı. Bu sopaların uzunluğu zemin ile bekçinin göğsü arasındaki mesafeye müsavi olurdu Bekçi daima sopasıyla dolaşır, bazen de bunu bir silâh olarak kullanırdı. Gece sokaklarda dolaşırken sopalarının demirli ucu ile kaldırım taslarına vurmak bekçile-
Osmanlı Dönemi’nde
Mahallenin nizamını sağlayan Bekçi ve Zaptiyeler...
Mahalle Bekçisi...
rin adetiydi. Bu vuruşlardan hâsı! olan kalın, tok, tesirli sesle bekçiler m vcu-diyetlerini, iş başında bulundu mı anlatmış olurlardı. Eskiden m; ille bekçilerinin başlıca vazifelerinde iri de şehrin her hangi bir semtinde m-gın çıkarsa, yangın çıkan semti S' k-larda yüksek sesle haykırarak rr ie
halkına bildirmekti. Bu suretle ye n çıkan semtte tanıdıkları, dostları a
yakınları olanlar, yangın haberin almaz onların yardımına koşmak i nını bulmuş olurlardı. Bundan ramazan aylarında sahur vakitler e davul çalarak halkı uyandırmak da çilere düşen işlerdendi. Bunun n bekçiler ramazanın on besinci gec si ve Ramazan Bayramının ilk gününde gene davul çalarak ve maniler okuyarak kapı kapı doaşırlar ve halktan bahşiş toplarlardı. Ramazan'ın on beşinde halk bekçiye yalnız para verir, fakat bayramlarda paradan başka yazma mendil, havlu, yemeni, gömleklik kumaş verenler de olurdu. Bazı bekçiler uzun kış gecelerinde sokaklarda dolaşırken saatin kaç olduğunu da bildirirlerdi. Bekçiler arasında çeşmelerden evlere su taşıyanlar, ufak tefek taşıma hizmeti yapanlar, mevsiminde kavun, karpuz sergileri açanlar, üzüm satanlar, kiralık ev bulanlar, satılık binaları mü terilere gösterenler vardı. Ancak hal. zengin mahallelerin bekçileri bu gib lerden uzak dururlardı.
İstanbul'da mahalle bekçilerinin başlı bir kıyafetleri yoktu. Bun
hepsi başlarına fes giyer, gençleri fes üzerine koyu renkli yazma mendil, yaş! abani sarık sararlardı. Elbiseleri mevsimine göre salta, cepken, aba, ceket ve cuktu, bacaklarında sıkma, tüzük, şalvar, ayaklarında da mest-kundura, renkli çorap, bellerinde beyaz veya kırmızı yün kuşak bulunurdu. Bu kıyafet bekçi! herkesçe tanınmasına az çok imkân verirdi. Cumhuriyet inkılâbından biraz ö artık bu eski kıyafeti bırakmış olan bekçilere de taslanıyordu. Bunlar ceket, p tolon, başlarına sadece fes giymekteydiler.
Bekçilerin hemen hepsi yiğit ve temiz Anadolu çocukları idi. Pek genç iken İstanbul'a gelen bu adamlar bekçi yamaklığıyla işe başlarlar, zaman geçtikçe bekçi olurlardı. Bekçilik yapmak zannedildiği kadar kolay değildi. Fakir oldukları hal-
¿e, bunlardı olanlar bura, kadar çoluç kalb huzur, ler, imam ' laya gider! Sılaya gide muhtarlar âdetti. Bu şeylerdi.
¿engin mahallelerde çalışanlar ve tutumlu ülk ve para edinir, evlenir, ömrünün sonun cuğu arasında geçim darlığı çekmeksizin işarlardı. Memleketlerinde evli olan bekçi-ntarlardan izin alarak birkaç senede bir sı-ı bir müddet dinlenir ve tekrar dönerlerdi, çilerin dönüşlerinde Mahallenin imam ve bazı itibarlı kimselere hediye getirmeleri der, bulgur, kuskus, tarhana, tereyağı gibi mukabil bekçilere bahşiş verilirdi.
İstanbu alleleri’nin çoğunda mahalle kahvesi bulunur, imam otar ve ihtiyar heyetleri bu kahveye sık sık uğrarlardı ilanlar imamı, muhtarı, ihtiyar heyetlerini mahalle k inde ararlar, dertlerini anlatırlardı. Yaşlılar da mahalle kz sine devam ederler, mahallelinin işleriyle so-rulmasa bi Igilenirlerdi. Kahvesi olmayan mahallelerin imam, muh ve ihtiyar heyetleri, mahalleye yakın bir kahvede muayyen zamanlarda toplanırlardı. Mahalle kahvelerinde mahalleye ait her iş konuşulurdu. 1908 senesinde başlayan ¡kinci Meşrutiyet devrinde mahalle kahvelerinin birer siyasi kulüp haline geldiği zaman da olmuştu. Mahalle kahvelerine çıkanların hepsi, geceleri yatsı namazını mahallenin cami veya mescidinde kılarlardı. Ramazan gecelerinde mahalle kahveleri teravihten sonra sahur vaktine kadar açık
kalır, meraklılar bekçiler için düzenledikleri manileri buralarda okur, eğer beğenilirse bekçilere öğretirlerdi. Hasılı mahalle kahveleri, her mahallenin en civcivli ve dedikodulu sahneleriydi. Şimdi ne o eski mahallelerden, imamlardan, muhtarlardan, ihtiyar heyetlerinden, bekçilerden, ne de bu kahvelerden örnek ve eser kalmış olduğunu açıklamaya lüzum yoktur
EM Ü NÜN BİZANS DEVRİ MAHALLELERİ
İsta kuruluşunda, ilk önce Sarayburnu gibi küçük bir sah ulmuş ve zamanla büyüyerek büyük Konstantin de Roma"ya muadil bir kıymet almıştı. İşte bu devre .bul on dört büyük mahalleye, yahut kısma ayrılmış
emtlerinin tarihindeki kıymetini göstermesi itibariyi aksimat her vakit göz önünde tutulması lâzım gelme Bu düşünce ile bu mahalleleri yahut mıntıkaların Eı. Bölgesi içinde kalanları şöyledir:
Bi. Mahalle: Vizantiyon diye anılan birinci mahalle, Te; Sarayının bulunduğu birinci tepe üzerinde idi. En eski ;abedler, saraylar ve Bizans'ın meşhur Arkadiyus Hamamı birinci mahalle içinde idi.
Sen Mina", "Sen Dimitriyos", "Sen Barb", "Sen Pol ,
Sen Lazar", "Sen Mişel", adları verilmiş olan büyük kiliselerle, Mangana manastırı da bu mahallenin içinde idi.
İkinci Mahalle: Gene birinci tepe üzerinde idi. Bu mahallede "Sent İren" veya "Aya İrini Kilisesi" vardı. Bundan başka Senato Meclisinin toplantı yaptığı saray ve Zokips'in hamamı ikinci mahalle içinde idi. Bu hamam, İstanbul'da yapılmış olan hamamların en süslüsü idi.
Üçüncü Mahalle: Sultanahmet ve Küçük Ayasofya Camileri yle Çatladıkapı da bulunan saray limanının bulunduğu yerdir. Etmeydanı -Hipodrom- ile Kartal Sarayı, Patrik Sarayı gibi binalar da bu mahalle içinde idiler.
Sultanahmet Camii nin bulunduğu yerdeki saray muazzam bir şeydi. Büyüklüğü, saray avlusunda dört kilisenin bulunması ile ölçülebilir.
Dördüncü Mahalle: Birinci tepenin üzerinde, Yereba-tan Sarayından yanan Adliye Binasına kadar olan kısımlardı. O zamanın bakırcılar esnafı, bu dördüncü mahallede otururlardı. Bakırcılar, çarşılarında baştan başa bakırla yapılmış büyük bir çalar saat yapmışlardı. Şehrin mahkemesi de burada idi."Kral takı" adı verilen büyük bir kemerin altı âdeta bir darağacı idi.
Beşinci Mahalle: Birinci ve ikinci tepelerin aralarında idi. Yani Bâbıâli'nin bulunduğu yer, burası da birçok saray, hamam ve mâbedlerle dolu idi.
Altıncı Mahalle: Vefa Meydanından Çemberlitaş'a kadar uzamakta idi. Tam Vefa Meydanı’nın bulunduğu yerde kurulmuş olan Sen Teodor Kilisesi, Bizans zamanında çok ehemmiyet verilen bir kilise idi. Şimdiki Üniversite binasının yerinde bulunan Senato Sarayı -Eski Saray- kralların taç giyme yeri olduğu için, ayrı bir ehemmiyet taşımakta idi.
Yedinci Mahalle: Bu mahalle, üçüncü tepe üzerinde idi. Bu mahallede Kayser Valantiyanos'un hamamları, kızları için yaptırdığı saray, boğa meydanı vardı.
Boğa Meydanı, İstanbul fethi zamanında büyük roller oynamıştır.
Sekizinci Mahalle: Şehzade Camii ile Lâleli semti ve Bayezit türbesine kadar olan yerdir. Bu mahallede Kayser Teodos'un sarayı ve şehin büyük mektepleri vardı. Boğa Meydanı’nın bir kısmı da sekizinci mahalleye dahildi. Lâleli Camii yerinde eski bir mektep vardı.
Dokuzuncu Mahalle: Kumkapı ve Yenikapı Semtleri idi. Burası şehrin buğday ambarları ile şehrin bir meydanı idi.
Arkadyus'un sarayı ve fetihten sonra Bodrum Camii yapılan Mir Leon Kilisesi burada idi.
EMİNÖNÜ MEYDANI
Modern ve büyük bir şehirde meydanların oynadıkları roller çok mühim J r. Ana caddeler buradan ayrılırlar; şehrin kan damarları olan yollarını tayin ile ralara doğru olan halk yayılışını kolaylaştırırlar; toplantılar, geçit resimleri t larda yapılır; iş hayatı içinde birbirini pek az gören, toplu yaşamanın man. kuvvetle hissedemeyenlerin eksikliklerini bazen tıklım tıklım dolan bu meyde tamamlarlar; yurda ve millete büyük hizmetler yapan kahraman adamlar bu dikilen abidelerle ebedileştirilir; millî ülkülerin, atlatılan büyük felâketlerin ve şilen büyük saadetlerin hatıraları oralarda tunç veya mermer üzerine işlen umumun şükran hisleri ifade olunur, vakit vakit hatırlanır.
Kısaca şöyle diyebiliriz: Geniş ve muhteşem bir meydan onun bulunduğu hir için bir kalb gibidir. Büyük bir şehrin heyecan ve hareketini tanzim için bir < meydanlara lüzum vardır.
Paris, Londra, Berlin, Roma, Ankara, Viyana New-York gibi şehirlerin hak; portrelerini, keskin şahsiyetlerini ancak onların meydanlarında görebiliriz.
Büyük bir kısmı bir orta çağ manzarası gösteren İstanbul'da, meydan olarak iki yer gösterebiliriz: Cumhuriyet ve Bâyezid meydanları. Bunları bile modern bir şehircilik noktasından tahlil ve tenkid edersek sanmam ki birer karikatür olmadıklarını yüzde yüz ispat etmek mümkün olabilsin.
İstanbul'un imârı, fethin arifesinde muhasara ve hücumlarla harap olan surların tamiri ile başlar. Bundan sonra çeşitli dönemlerde imar çalışmaları yapılmış ve şehrin mühim bir kısmı olan Eminönü de bundan nasibini almıştır.
Bugün Eminönü Meydanı, eski özelliğini tamamen kaybetmiştir. Eminönü'nün 19.yy'ın başlarındaki durumunu Mühendishane-i Berr-i Hümayunun ilk mezunlarından Seyyid Hasan'ın 1826'dan önce yaptığı bir haritadan izliyoruz. Câmiin güneybatı yönünde, bugün Osmanlı Bankasının olduğu yerde bir dış avlu kapısı ve bir sıbyan mektebi görülüyor (bunların 1904'te Sultan Beşinci Murad'ın buraya gömülmesinden önce yıkıldığı bilinmektedir).
Burada Yeni Câmiin dış avlusunun duvarları ve kapıları, deniz tarafında gümrük binası ve önündeki meydancık ve iskele, Câminin arkasında ve önünde küçük dükkân sıraları, Gümrük Meydanından batıya doğru balıkçılar, arkalarıda Balık pazarı Kapısı, içeri girdikten sonra Mısır Çarşısı Kapısı, bu iki kapı arasında Câ minin diş avlusunun batı kapısı vardı. O dönemde külliyenin etrafındaki dış avlunun beş kapısının henüz ayakta oldukları anlaşılıyor. Mısır Çarşısının denize doğru uzanan kolu Mısır Çarşısı adını taşırken, denize paralel câmi arkasındaki kolu Ketenciler Çarşısı adını taşımaktaydı. Ketenciler Çarşısı karşısında Haseki Hama mı ve çevresinde dükkânlar vardı. Bu haritayı bütün ayrıntılarıyla inceleyen S Ünver, özellikle Tahtakale bölgesinde yol dokusunun çok eski durumunu koruduğu kanısındadır. Eremya Çelebinin de anlattığı gibi, İstanbul ağasının dairesi yine Zindankapı civarındaydı ve önünde iskelesi vardı. İstanbul Ağası iskelesi ile Bahçe Kapısı iskelesi arasında kayıkhaneler bulunuyordu. Bu bölgede birisi Bah-çekapıda, diğeri Mısır Çarşısı ile câmi arasındaki meydanda iki tane kulluk (karakol) vardı.
Eminönü Meydanı nın, Batı mimarisini doğrudan yineleyen yapılar henüz yokken taşıdığı Doğulu pitoreskini, Bartlett'in bir gravürü çok iyi anlatır: Yeni Câminin görkemli ak gövdesi önünde, deniz kenarına sıkışmış, ahşap dükkânlar,
Eminönü ilçesi...
gümrük, Balıkpazarı, deniz üzerinde sandallar, ilginç profilleriyle büyük kayıklar, limanın sıkışık, insan ve etkinlik dolu atmosferi, binlerce yıllık bir yaşam odağının bütün canlılığını yansıtır. Eski Eminönü’nün mimari karakterini köklü olarak değiştiren, Galata ve İstanbul'u birbirlerine bağlayan köprü olmuştur. Eskiden kıyıda biten şehir mekânı, bu kez köprü yoluyla Galata'ya doğru uzanan ulşım akışına bağlı olarak şekillenmeye başlamıştır.
1836'da yapılan Unkapanı Köprüsünden sonra, 1845'te, Bezmiâlem Valide n, Kasımpaşa Tersanesinde "Cisr-i Cedid" denilen ilk köprüyü yaptırmıştır, ’diktan sonra bir kez yenilenen bu köprü, 1875'te de Edhem Paşa tarafından enmiş, üzerinden geçen araçların ve insanların giderek artması sebebiyle, 2'de yıktırılarak yerine, bir Alman firmasına 1990'lara kadar yaşayan köprü rılmıştır. Dubalar üzerindeki bu ahşap döşemeli köprüye Osmanlı İmarator-nun sanayileşmesinin ve Batılılaşmasının simgesi olarak bakılabilir. İstan-kentte her zaman Avrupa'yı yansıtmış olan Galata' ya bağlayan köprü, sa-simgesel olarak değil işlevsel olarak da kentin Batılı ve Doğulu ticaret böl-rini bibirine bağlamıştır.
Eminönü sanayileşmenin etkilerini köprü ile birlikte görmeye başlamış, buhar-amilerin yapılmaya başlanması, Şirket-i Hayriye, Abdülaziz döneminde demir-’unun Sirkeciye gelişi, Tünel'in yapılması, atlı ve daha sonra elektrikli tramvay-ur, Sirkeci ile Galata arasında giderek artan trafik ve köprünün iki yakasında bir-ieşen ticari faaliyetler, İstanbul yakasının seçkinlerinin ve saray erkânının giderek Beyoğlu ve Boğaz kıyılarına geçmeleri, 19. yy'ın sonunda Galata ve Sirkeci de yapılan yeni rıhtımlar, depolar Eminönü’nün ve meydanın görüntüsünü tümüyle değiştirmiştir. Yeni bir ulaşım aracı olarak İstanbul yaşamına katılan önce atlı; son-
(Mayıs 2003)
ra elektrikli tramvaylar; yolları, bekleme istasyonları, renkli vagonlarıyla Eminö-nü’ne yeni bir devigenlik ve ses getirmişlerdi. Şirket-i Hayriye'nin giderek artan gemilerini ve iskelelerini. Mayer, Stein, Zanni gibi adlarıyla büyük mağazaları, hemen hepsi Batılı üsluplarda yapılan ve eskiye göre çok daha büyük ölçekte kagir dükkânları ve onların yabancı dillerdeki adlarını, kent siluetine giren ve minarelerle boy ölçüşen fabrika bacalarını, öte yandan bütün bu yeni imgelere aldırmadan yaşamlarını sürdüren sırt hamallarını, iki yaka arasında yük ve yolcu taşımaya devam eden sandalları, at arabalarını, tek katlı ahşap dükkânları, Balıkpaza-rı'ndaki koltuk meyhanelerini, dünyanın dört bir tarafından gelen eşyaları satan bir çarşı ve pazar âlemini de katarsak, böyle bir çevrenin I. Dünya Savaşına kadar uzandığını görüyoruz.
Kuşkusuz özellikle Sirkeci Garını yapılması, Büyük Dördüncü Vakıf Hanı ve postane gibi yapılar ve II. Abdülhamid döneminin (1876-1909) yeni ticaret yapıları daha önceden de bu bölgenin karakterini değiştirmiştir. Fakat Eminönü’nün 19. yy fizyonomisi asıl Cumhuriyet'in onuncu yılındansonra, özellikle Vali ve Belediye Reisi Lütfi Kırdar döneminde (1938-1949) değişmeye başlamıştır. Yeni Câmi’nin önündeki yapıların ortadan kaldırılarak köprüden ve denizden câminin tüm olarak algılanmasını sağlamak amacıyla açılan meydan, Eminönü’nün gele-
Sirkeci'deki
4.Vakıf Han...
neksel mekânını değiştiren son darbe olmuştur. Köprü parası toplayan bilet kulübeleri ortadan kaldırılmış, Haliç kenarına rıhtım yapılmış, Mısır Çarşısının etrafı temizlenerek restore edilmiş, caminin arkasına park yapılmış. Ketenciler Kapısı restore edilirken, Haseki Sultan Hamamı da ortadan kaldırılmıştır.
Eski Eminönü Meydanının son durumu 1934 Belediye Şehir Rehberinin 1 numaralı paftasında tesbit edilmiştir; bu plâna göre önce bazı binalar kaldırılarak Yeni Câmiin ve Mısır Çarşısının önü açıldı; sonra diğer yapılar istimlâk edilerek meydan büyütüldü; sonra bazı parçalar kalktı, daha sonra Eminönü - Un-kapanı Bulvarı açıldı;- daha sonra Eminönü - Sirkeci arasındaki Gümrük anbar-ları kaldırılarak Eminönü Meydanı kayboldu, geniş ve uzun bir yolun bir parçası hâline geldi.
1955-1956’da Unkapanı-Eminönü yolu açılırken, meyhaneleri ve balıkçılarıyla ünlü Balıkpazarı yok olmuştur. Yine de, Yemiş İskelesinden Unkapanı'na kadar eski doku, bir ölçüde 1986'ya kadar ayakta kalmıştır. İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalanın (1984-1989) Haliç uygulamasında Yemiş İskelesi ve çevresi tümüyle ortadan kaldırılmış, Zindan Hanı ve Ahî Çelebi Câmii ile küçük bir sur parçası ve Değirmen Hanı dışında, bütün kıyı temizlenmiştir. Köprünün yapılmasından sonra Eminönü Meydanı zaten bir trafik meydanı olmuştu. Unkapanı yolu açılıp iki köprü arasındaki trafik artınca, denizle arkadaki iş merkezi arasındaki bağlantılar büsbütün zayıflamış ve 1980'li yıllarda meydanın karakterini ve görüntüsünü tümüyle bozan yaya köprüleri yapılmıştır.
Eski Galata Köprüsünün giderek eskimesi köprü üzerindeki vapur iskelelerinin de Eminönü'ne çekilmesini gerektirince, meydanın trafik sorunu daha da ağırlaşmıştır. Araç ulaşımının İstanbul yollarının kaldıramayacağı boyutlara ulaşması ve köprünün eskiyerek görevini zor yapar hale gelmesi, sonunda Eminönü için yeni projelerin yapılmasını gerektirmiş, fakat vaktiyle Aksaray'da olduğu gibi, gerek meydanın planlanması, gerek köprü tasarımı yine karayolu mühendislerine bırakılmış ve İstanbul'un bu en eski merkezi, kesinlikle bir trafik meydanına dönüştürülmüştür. Haliç'e doğru 50 m kadar içeri alınan yeni köprü eskisinden biraz daha uzundur (490 m). Genişliği 42 m'dir. Eski köprü gibi altında, orta açıklığın iki tarafında dükkânlar, lokantalar, kahveler vardır. Yol mühendislerinin trafiğin kenarlarında bıraktıkları alanlarda belediye küçük kentsel peyzaj çalışmaları yaparak ulaşımın tahrip ettiği bu kent mekânına insani bir boyut getirmeye çalışmış, kıyı ile arkadaki çarşı bölgeleri alt geçitlerle birbirlerine bağlanmıştır. Meydan düzenleme çalışmaları 1994 başında sürdürüldü. Mısırçarşısı ve Kapahçarşı onarıldı. Atatürk Bulvarı Yenikapı’dan Sirkeci-Florya Sahil Yoluna bağlandı.
Eminönü Meydanı ve Unkapanı arasındaki yol genişletildi. Eminönü Meydanı İle Sirkeci arasında bir kısım binalar yıkıldı. Yerine iki taraflı yol açıldı. Aynı yolun ortasından tramvay hattı geçirildi. Ön tarafa Galata Köprüsünün sağına bugünkü otobüs durakları ve rıhtım boyu Şehir Hattı vapurları için yeni iskeleler yapıldı. Sirkeci Garı çevresi açıldı ve gar genişletildi.
Eminönü meydanının gördüğü son düzenleme, tramvay hattının döşenmesiyle şimdilik son bulmuş ve son şeklini almıştır.
Bugün Ayasofya'dan Edirnekapı'ya. Topkapı ve Yedikule'ye doğru uzayan ana caddeler pek küçük farklarla o zaman da aynı vaziyette idiler ve aynı rolü yapıyorlardı. Diğer meydanlar da bu iki uzun yol üzerinde bulunuyorlardı. Bu yola Meşe Caddesi deniliyordu.
Çemberlitaş'ın bulunduğu yer de büyük bir meydandı. Kostantin Forumu diye anılıyordu. Atik Ali paşa camisini Köprülü Matbaası na kadar uzayan kısmı içine alıyordu. Ortada bugünkü Çemberlitaş vardı. Bu taş ilk zamanlarda elli metre kadar yüksekmiş. Roma'dan getirilmiş, orada iken tepesine Apollon heykeli konulmuş; İstanbul’a geldikten sonra muhtelif imparatorların heykellerini taşımış; bir aralık bir kısmı yıkılmış; yangınlar içinde kalmış, büsbütün yıkılmak tehlikesine karşı, 1701 senesinde dip taraftaki taş duvar örülmüş.
Forum Tauri denilen bugünkü Bâyezid Meydanı üniversite bahçesi ile binasını ve kule civarını da kaplıyordu. Tauri öküz demektir. Şehrin bütün yolları buradan ayrılırdı.
EMİNÖNÜ MEYDANI NIN ESKİ HALİ ÜZERİNE
Zamanımızda eski manzarasını, hattâ on yıl önceki manzarasını tamamen kaybetmiştir; büyük küçük, bir meydan çevresi vardır, Eminönü Meydanı çevresini kaybetmiş, bir acâyib saha, geniş bir yolun bir parçası hâline gelmiştir.
Eminönü Meydanı’nın yakın geçmişdeki hâli (1910-1925) üzerine Ahmed Refik Gorbon'un yazdıkları:
«Pek dar olan bu meydanın köprüye yakın olan köşesinde tramvay durak yeri ve makası vardı. Hemen yanı başında da atları sıska, eskice kupa ve fayton kira arabaları bulunurdu. Gündüzleri beş kuruşa gittikleri yerlere akşam üstü yedi buçuk kuruş isterlerdi,
«Meydanın Balıkpazarı köşesinde bulunan Valide Hanının ortasındaki kıraathane iş sahipleriyle muamelecilerin buluşma yeri idi. Burada kahve, çay, nargile içilir, mermer masalar üzerindeki küçücük mangallardan sigaralar yakılır, nargilenin ateşi tazelenir, kamıştan yapılmış gergef gibi bir âlete geçirilmiş günlük gazetelerle Servet-i Fünûn mecmuası bu âletin sapından tutularak okunurdu. Valide Hanında terziler tüccar ve komisyoncu yazıhaneleri, emanetçiler ve zamanın meşhur diş tabibi Profesör Halid Şâzi Bey merhumun muayenehanesi vardı. Hanın alt kat dükkânarında eczahâne, şekerci, arnavut ciğerci, bakkal ve lokanta mevcuttu. Köprüye nazır, hazır elbiseci Mayer, İpekçi Kani mağazaları, Selanik Bonmarşesi, Şefîzâdenin tütüncü dükkânı, bir fesçi ve yine o sırada İngiliz malları satan bir dükkân ile oyuncak ve muhtelif eşya satan Binbir Çeşid mağazası vardı. Yeni Cami merdivenleri karşısında arkaları köprüye dönük sekiz on kadar dükkânda ayakkabı ve fes satılır ve kalıplanırdı. Tunuslu seyyar arap fesçiler de: - Fes., fes!., diye bağırarak mallarını satmaya çalışırlardı. Şimdiki Nimet Ablanın dükkânının karşısında birkaç sene evvel istimlâk edilip yıkılan köşe başındaki bina zamanın meşhur hazır elbisecisi Stein’in ticarethanesi idi. Yanındaki Emlâk ve Kredi Bankası binasında da İstanbul Bidayet Mahkemesi Mukavelât muharriri yâni noterinin yazıhanesi vardı. O binanın hemen yanındaki gümrük kapısında zamanın kamyonları olan manda arabaları bulunurdu. Gümrükten çıkan mâllar, balyalar, sandıklar, fıçılar bu arabalarla Sultanhamamı, Âşirefendi Sokağı, Çak-maçılar Yokuşu ve Balıkpazarı'ndaki mağazalara taşınırdı. Ayrıca sırık hamalları da vardı. Malın ağırlığına göre, bir sırıkla iki hamal veya iki sırıkla dört hamal destur var da diyerek ve talimli adımlar atarak bu eşyaları mağazalara taşırlardı. Manda arabaarı ayni zamanda yazlığa kışlığa gidenlerin ev eşyalarını da Şirket-i Hayriye nin Sâhilbend veya Suhulet vapurları karşı sahile geçirerek yerlerine kadar taşır ve sağ salim teslim ederlerdi. Manda arabacılarının en usta ve emniyetlisi de
palabıyık kipti Yavan idi. Eminönü’nden Bayezid, Şahzâdebaş, ve Aksaray’a giden arabalar Yenicami kemerinin altından geçerlerdi.» (A.R. Gorbon )
Eski Eminönü Meydanının son durumu 1934 Belediye Şehir Rehberinin 1 numaralı paftasında tesbit edilmiştir; bu plâna göre önce A harfi ile işaret ettiğimiz binalar kaldırılarak Yeni Camiin ve Mısır Çarşısı’nın önü açıldı; yapılar istimlâk edilerek meydan büyütüldü; daha sonra Eminönü - Unkapanı Bulvarı açıldı;- daha sonra Eminönü - Sirkeci arasındaki Gümrük anbarları kaldırılarak Eminönü Meydanı kayboldu, geniş ve uzun bir yolun bir parçası hâline geldi.
Zamanımızda motorlu nakil vâsıtalarının gayetle çoğalması üzerine Eminönü Meydanı, bilhassa Yeni Cami ile Mısır Çarşısı arasının tek geçid olması dolayısı ile trafik bakımından günün emen her anında tıkanık duruma girmiştir; bu yüzdendir ki 1966 da bu meydan için yeni bir proje hazırlanmış, yukarıda kaydettiğimiz gibi, meydan geniş bir yolun bir parçası hâline gelerek meydanlığını kaybetmiştir.
EMİNÖNÜ YAYA GEÇİDİ VE KÖPRÜLERİ
Eminönü Meydanının son defa olarak tanziminde, meydanlığını kaybederek geniş bir yolun bir parçası hâline gelmesinden sonra, yayaların bir kenarından öbür kenarına geçmesi için yapılmış, başları merdivenli iki büyük demir köprü vardı. Bunlar İstanbul şehrine hizmet yolunda 1967'de Türk Ticaret Bankası tarafından yaptırılmıştır. Bundan sonra birkaç defa üst geçit yapılmış ve şimdiki halini almıştır.
Tarihi Galata Köprüsü’nden
bir görüntü...
EMİNÖNÜ MEYDANI
) Küpeye ~
/ pacağız ? Herifler kulak belâsı, baş ağrısı, avazı çıktığı kadar bağırıyor.
/ - Bahçelerde balkabak, getirdim tabak tabak, inanmazsan ye de bak, on paraya bir tabak!
/ - Buyurun gözüm!
-
- Buz!... Otuz iki dişine güvenen...
-
- İkdam. Sabah, Malûmat...
-
- Efendi! efendi f... Bir kuruş daha...
- Destur!... , , , , ,
Bu sesler birbiri ardınca aksediyor. Kıyamet velvelesi... Araba, tramvay, hamal, beygir, küfe, sepet, demet, bohça omuz baş., baston ucu şemsiye kenarı, bütün bu görünür kaza oralarda dönüp dolaşıyor.
Yolda yürümeği bilmek de hüner! Alık ahk yürüyenlere k.zmamak mümkün mü? Ya birine çarpar, ya birinin ayağına basar, sürçer, düşer, birikmiş sulara dalar, ortahğ. zioslar. hele elinde şemsiye veya baston varsa... iş dehşetlenir. Ellerini arkaya çevirir, onu da kuyruk gibi sallar.
Bir kere Eminönünü düşünün, kalabalığı göz önüne alın ve arabacıların kırbaçlarım hatırlayın, insan mutlaka dehşet içinde kalır. Ya o muhcir arabaları: Allah esirgesin, işin en rezalet olan ciheti bizim sokak köpeklerinin yaya kalımlarına serilmeleridir. Geçebilirsen geç! Uyandırmağa cesaret edebilirsen, uyandır! Ben. uyku sersemliğinden, hart! diye kapacağından korktuğum için bir kavs çevirerek geçerim.
Şehrimizde her yerin bir şöhreti vardır. Meselâ Bayezid ın tozu. Unkapanı'nın çamuru. Eminönü'nün lokantaları. Efendim, bu üç yerden geçebilirseniz geçin. Rüzgâr püf ! dedi mi Unkapanı çamuru kabarır, sabah oldu mu Eminönü lokantacıları dizilirler. Gözünüz gözüne ilişmesin. Maazallah! Kaç bin buyurun! Herifler bereket versin ki gözlerine kestiremiyorlar. Yoksa insanı yaka paça içen sokacaklar! Zannederim ki artık bu arsızlığa nihayet verilmek zamanı geldi.
Münasebet gelmişken belediye dairelerine bir ricada bulunayım: bizim arabacılarımızın halini kendileri bizden daha iyi bilirler. Bir kere daha tembih edilmez, mi ki. bunlar, yuları her yerde beygirlerin çenelerine serbestçe bırakmasınlar. Bahçekapısı ndan Köprü ye gitmek kadar şehrimizde tehlike atlatılacak bir yer tasavvur edilmez.
Ya köprü başında! maazallah. Zaman oluyor ki ahali “eynel-mefer “(kaçacak yer) diye birbiri üzerine çıkıyor. Üstü başı temiz bir zat görmesinler, yirmi tane araba birdenbire hareket ederek zaten mevkii nispeten dar olan o meydanı kaplıyorlar. Çocuklar anne, abla! diye bağırışır. kadınlar kızım, oğlum, kardeşim diye haykırırlar, fakat kim dinler! Yine arabacılar: Beyefendi! efendi! küçük bey! gözlüklü efendi! paşa baba! hanımefendi! küçük hanım! diye feryat etmekte devam ederler.
Köprübaşı'nda. Balıkpazarı'nda küfeci meselesi âdeta günlük maişet meselelerinden sayılacak hale geldi. Ne kadar baldırı çıplak takım ağası varsa sırtlarında birer küfe, alesta (hazır durumda, tetikte) duruyorlar. Olur ya. Evinize iki okka elma alacakınız. Yemişçiye yanaşır yanaşmaz bir hücum nârası ile koşuyorlar. Ama zavallı ihtiyara çarpmışlar da devirmişler, hanımın şemsiyesinin ucu aralığa girmiş de ‘cırt!’ diye canfesi boydan boya ayrılmış, efendinin yeni yaptırdığı paltoya küfenin dibinde duran ve türlü türlü asitler, tuzlar ve kalevilerden mamul çamur sürünerek berbat ve perişan eylemiş, kız çocuğunun saçlarına takılmış da biçareyi cıyak cıyak bağırtmış, mama dadının başındaki susam tepsisi devrilmiş, ince saza dizilmiş lüfer takımı ile yere düşmüş, kimin umurunda! Herkes fıstıkçılar gibi kurnaz olup da köşe başı beklemez ya. Belediye memurları yerlerinde rahat rahat duran satıcıları kaldırıp ortalığı harman yerine döndüreceklerine bir kere de bu küfe kasırgasına dikkat etseler cümlemiz müteşekkir oluruz.
ATATÜRK KÖPRÜSÜ
İlçemizde iki önemli köprü vardır. Biri Galata Köprüsü, öteki Atatürk Köprüsüdür. Unkapanı ile Azapkapı arasını birleştirir. Buna Unkapanı Köprüsü de denmektedir, ilk köprü Sultan II. Mahmut zamanında 600 metre olarak yapıldı. Küçük gemiler altındaki gözlerden geçiyor, büyük gemiler İse köprünün kapıları açılarak geçiyordu. Bundan sonra İki kez eskiyen Galata köprüleri Unkapanı'na çekilerek değiştirildi. Bugünkü köprü 477 metre boyunda ve 25 metre genişliğinde yapılarak 1938 yılında yerine konmuştur. Atatürk Köprüsü de yüzer köprü biçiminde olup dubalar üzerine oturmaktadır.
İLK GALATA KÖPRÜSÜ: ATEŞ MEHMET PAŞA KÖPRÜSÜ
Eminönü nü Galata'ya bağlayan ve halk ağzında Karaköy Köprüsü denilen ve günün alaca aydınlığından başlayarak gece yarısından çok sonralara kadar üzerinden on binlerce insan geçen köprülerin İkincisidir. Haliçte ilk köprü, Unkapanı (Atatürk) köprüsü yerinde İkinci Mahmııd tarafından yaptırılmıştır ki I layratiye adiyle meşhur. Karaköy köprüleri ise sırasıyla şunlardır:
Galata Köprüsü ve
Yeni Cami'yi kompoze eden bir resim...
1 - Hicri 1261 (M. 1845) köprüsü. Abdülmecid tarafından yaptırılmış ve Hicri 1279 (M. 1862) tarihine kadar on yedi senelik bir ömre sahip olmuş bir ahşap köprüdür.
-
2 - Hicri 1279 (M. 1862) köprüsü Ateş Mehmed Paşa köprüsü; Hicri 1295 (M. 1878) tarihine kadar on beş - on altı senelik bir ömre sahip olmuş bir ahşap köprüdür ki (İstanbullular ağzında Cisr-i atik), Eski köprü diye meşhurdur.
-
3 - Abdülaziz zamanında yaptırılıp yerine İkinci Abdülhamid zamanında konulan demir köprüdür; bunun da ömrü Hicri 1295 (M. 1878) den Hicri 1330 (M. 1911) otuz üç - otuz dört sene kadar sürmüşür.
-
4 - Hicri 1300 (M. 1911) de yaptırılan zamanımızın Karaköy köprüsü (B. : Köprüler).
İkinci ahşap Karaköy Köprüsü. Ateş, Mehmed Paşanın Bahriye Nazırlığı zamanında yapılmıştı. Ebüzziya Tevfik merhum, Mecmuai Ebüzziya'nın 144'üncü nüshasında "Karaköy Köprüsü” başlığı altında neşrettiği bir makalede Ateş Mehmed Paşa Köprüsü hakkında: Hatta o köprü, zamanına göre bedayii hendesiye-den ma'dut idi. Modeli Sultanahmed meydanındaki Sergisi Osmani'de teşhir olunmuştu ki, elyevm Tersane Müzesinde mevcud bulunmuş olması melhuzdur diyor ki, bu model büyük muharririn tahmini hilafına, sergiden müzeye nakledilmemiş, kaybolmuştur.
GALATA KÖPRÜSÜ
Galata Köprüsü, İstanbul'da Eminönü ile Karaköy arasında bulunan ve Haliç in iki yakasını birbirine bağlayan köprüdür. Haliç'te ilk köprü, İstanbul'un fethi sırasında yapılmıştır.
23 Nisan 1453 Pazartesi günü Fâtih Sultan Mehmed Han, muhasara sırasında yeni bir harekette daha bulundu. Bu büyük olay Haliç'te köprü yapılmasıdır. Fâtih Sultan Mehmed Han. bu köprü vasıtası ile Galata nın üstünde bulunan Zağ-nos Paşa nın kuvvetleri ile İstanbul surları önünde bulunan Türk ordusunun birleşmesine muvaffak olmuştur.
Eskiden
Bu köprü Haliç'in batı sahilinde bulunan Kumbarahâne ile doğu sahilindeki Defterdar iskelesi arasında kurulmuştu. Köprünün inşasına muhasaranın başlamasından sonra başlanmıştır. Gemilerin Haliç'e indirilmesinden sonra ise tamamlanmıştır.
Köprüyü yapmak için çok sayıda fıçı ve sandal kullanılmıştır. Boylu boyunca yanyana konulan iki fıçı veya iki sandal köprünün genişliğini teşkil ediyordu.
Bu fıçılar ile sandallar üzerine perçin çivileri zincir ve halatlar ile raptedilmiş kirişler koydular ve bu kirişler üzerine
Galata Köprüsü üzerinden
de yanyana beş kişinin kolaylıkla geçmesine müsait döşeme yaptılar. Köprü gayet sağlam olup, ağır topların da nakline dayanmıştı.
Tramvaylar sefer yapıyorlardı...
Daha sonra, Sultan İkinci Bâyezid Han (1468-1512) Haliç üzerinde köprü kurma teşebbüsünde bulundu. Bu konuda bazı vesikalar mevcuttur. Bunlardan Li-cardo adlı sanatkârın İkinci Bayezid’e gönderdiği mektupta "Ben kulunuz şöyle işittim ki İstanbul'dan Galata'ya bir köprü yapmak istemişsiniz, ama bilir adam bulunamadığından yapamamışsınız" denilmekte ve bu köprünün nasıl olacağı tarif edilmektedir. Ayrıca Paris'te Institut de France kütüphanesinde bulunan Leonar-do kodeksinde sanatkârın el yazısını ihtiva eden köprü taslağının Galata ile İstanbul arasına yapılacak köprüye ait olduğu tahmin edilmektedir.
Bezmiâlem Vâlide Sultan, "Vâlide Köprüsü" adı verilen ilk ahşap köprüyü yaptırdı (1837). Bu köprünün yetersiz kalmasından sonra Sultan Abdlmecid Han tarafından daha sağlam bir köprü yapıldı (1845). Yaklaşık 500 m uzunluğundaki bu köprü de ahşaptı ve dubalar üstüne oturuyordu. Bu köprüden ilk üç gün parasız geçişten sonra 25 Kasım 1845 gününden îtibâren geçiş ücreti alınmaya başlandı. Yayaladan beş, yüklü atlardan kırk, boş atlardan yirmi para; yüklü arabalardan da beş kuruş geçiş ücreti alınıyordu. Bu köprüden 31 Mayıs 1930 Pazar gecesine kadar geçiş ücreti alınmasına devâm edildi.
Sultan Abdülmecid Han'ın yaptırdığı köprü on sekiz yıl kulanıldıktan sonra yerine Sultan Abdülaziz'in emriyle 1863 yılında daha geniş, daha gösterişli bir köprü kuruldu. Eski köprü ise o sırada iyice harab duruma gelmiş olan Unkapanı köprüsünün yerine çekildi.
Sultan Abdülaziz, yine o zamana kadar kurulan tahta köprüler yerine ilk mâdeni köprüyü, 1875 yılında yabancı bir firmaya yaptırdı. 105.000 altına mal olan bu köprü 1878 yılında tamamlandı. Bu köprü demirden 24 duba üzerine, 40 m uzunluğunda, 14 m genişliğindeydi. Bu köprü, 1912 yılında Azapkapı-Unkapanı arasına götürülerek orada 1936 yılına kadar kullanıldı. Yerine 1910-1912 yılları arasında Alman Man firması tarafından 350.000 altına mal olan yeni bir köprü yapıldı. Uzunluğu 462 m, genişliği 25 m olan köprü, 12 parça olup, ortasında geniş iki geçidi vardı. Haliç’e girip çıkan deniz araçları ekseriya gecenin ilk saat-
Galata Köprüsü
eskiden beri işlerliğini koruyor...
lerinde açılan bu geçitten Haliç veya Boğaza geçerlerdi.
Başlangıçta Sultan Abdülmecid'in ismine izafeten "Mecidiye" adı ile anılan köprü daha sonra Galata ismini aldı. Galata Köprüsü, Boğaziçi Köprüsü yapılıncaya kadar Boğaz'ın sembolü durumundaydı.
Bugünkü yeni köprüden önce yapılan son köprü 1954'te temelli bir onarım gördü. 1964 yılında iki ayağı 70 santim yükseltildi.
11 Haziran 1987'de yapımına başlanan Yeni Galata Köprüsü 17 Haziran 1992 târihinde hizmete sunulmuştur. Yeni Köprü, 488,65 metre uzunluğunda, 42 metre genişliğindedir. Üzerinde ikisi raylı araçlar, üçü gidiş, üçü geliş olmak üzere sekiz şerit bulunmaktadır. Köprünün baskül açıklığı 80 metredir. Bu baskül 3,5 dakika gibi kısa bir zamanda açılmaktadır. Yeni Galata Köprüsü şu anda dünyânın en büyük baskül köprüsüdür. Aynı zamanda dünyânın en büyük su içinde yapılan keson sistemi, en büyük alışveri merkezi, en büyük temel sistemleri ve en büyük su içinde düşey yükselme testleri rekorunun da sâhibidir. Köprünün altında 6400 metrekarelik alışveriş merkezi vardır. Yeni Galata Köprüsü herbiri 2 metre çapında 75-80 metre uzunluğundaki 114 çelik kazık üzerine oturtulmuş-
tur. 93,5 milyon Alman Markına mal olan köprü, STFA ve THYSSEN firmalarının birlikte çalışmalarıyla yapılmıştır. Bilinmeyen bir sebeple belirli bir bölümü yanan Eski Galata Köprüsü, 80 yıl İstanbullulara hizmet verdikten sonra, 1992 yılında yerinden sökülerek Ayvansaray ile Hasköy arasında Eski Galata Köprüsü ismi altında, târihî bir eser olarak hizmet vermeye devam edecektir. Eski köprünün kalıntıları Hasköy-Balat arasına çekilmiştir.
EMİNÖNÜ KAHVEHANELERİ
Kahvehaneler, 16. yy'dan itibaren faaliyete geçen ve İstanbul'un değişik halk kesimlerinin kendi aralarındaki toplumsal iletişimi sağlama, boş zamanı değerlendirme, eğlenme vb. gibi ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde birbirinden farklı kültürel gelenekleri üretip yaygınlaştıran ticari ve kültürel amaçlı mekânlar.
Kahvehanelerin 16. yy İstanbul'unda gündelik hayatın temel kültür kurumla-rı arasında yer almaları, bu döneme kadar şehir halkı tarafından bilinmeyen kahve hammaddesinin ticari pazar
İstanbul’un en kalabalık semtlerinden olan Eminönü ve Eminönü Meydanı...
(1983)
aracılığıyla geniş ölçekli bir tüketim alışkanlığı yaratması sonucunda gerçekleşmiştir. İstanbul'un kültür ortamını şekillendiren Ortadoğu ve Akdeniz çevresinde 12. yy'dan beri tanınan kahvenin, ancak 14. yy’da keyif verici bir içecek olarak yaygınlaştığı bilinmektedir. Daha önceki dönemlerde, şairlerin "şara" anlamında kullandıkları kahvenin Habeşistan'da hamur şekline getirilerek ekmekle yenen bir yiyecek maddesi olduğu tarihi kaynaklarda kayıtlıdır. "Kahve" kelimesinin etimolojisi ise en azından bu maddenin yetiştiği Habeşistan ile Arap Yarımadası arasındaki iktisadi ve kültürel ilişkilerin tarihine ışık tutacak niteliktedir. Etimolojik açıdan ileri sürülen görüşlerden en çok taraftar bulanı, bugün Avrupa dillerindeki "cafe'nin türetildiği Latince "coffea'nın, Güney Habeşistan'da başlıca kahve üretim merkez "Kaffa"dan geldiği ve dolayısıyla Afrika'daki bu yüksek yayla bölgesinin kahvenin anavatanı olabileceği şeklindedir. Bu görüşe göre kahve, Habeşistan'dan Yemene getirilmiş ve sonradan burada yetiştirilmiştir. Arapça "kahva" kelimesinin de "Kaffa'nın değişime uğramış bir şekli olduğu bu görüş sahiplerince ortaya atılmış, aynı zamanda Arapçadaki "kahve çekirdeği" anlamına gelen "bunn" kelimesinin de Habeş İbranicesindeki "bunnamma"dan kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Kahve kelimesinin etimolojisinin ortaya koyduğu Arap ve Afrika kültürleri arasındaki bu ilişkide, ayrıca Habeşistan'dan Yemene uzanan din folklorunun da önemli payı vardır. Buna göre kahveyi ilk keşfeden Şazelî tarikatının kurucusu Ebu'l-Hassan Şazelî'dir (ö. 1260). Kâtib Çelebinin naklettiği rivayet, Şeyh Şazelî'nin 1258'de hacca giderken yolda müridi Şeyh Ahmed ile daldığı bir
sohbet sırasında kendisine verilen kahve çekirdeklerini kaynatarak içtiği şeklindedir. Bu olay, Şeyh Şazelî'nin kahveci esnafı tarafından pir kabul edilmesine neden olmuş ve bu inanç Osmanlı döneminin sonlarına kadar İstanbul'daki kurukahveci dükkânlarına asılan Ya Hazret-i Şeyh Şazelî" levhalarında somut ifadesini bulmuştur.
Yemene Şazelî tarikatı mensuplarınca getirilen kahve, özellikle uyarıcı etkisi nedeniyle uzun süren zikir meclislerinde zihin açıklığı sağlamak amacıyla dervişler tarafından kullanılmıştır. Yemen in ardından Mekke ve Kahire'de tanınan kahve, tarihçi Solakzadeye göre I. Selimin (Yavuz) (hd 1512-1520) Mısır seferini takip eden yıllarda Müslüman tüccarlar tarafından 1519 da İstanbul a getirilmiştir. Ancak kahve bu dönemde oldukça dar bir çevrede tanınmış, gündelik hayat içindeki yaygınlığı 16. yyın ikinci yansından sonra gerçekleşmiştir.
-
16. yy'da yapılan Yemen-Mısır bağlantılı kahve ticaretinin son durağı îstanbuldur. Müslüman tüccarların Ye-men’den Cidde'ye getirdikleri kahve, buradan Kahire ve İskenderiye’ye nakledilir, daha sonra gemilerle İstanbul'a taşınırdı. Şehrin başlıca iaşe maddelerinin depolanıp dağıtımının yapıldığı Eminönü’ndeki tahimslere çekirdek halinde getirilen kahve, burada kavrulduktan sonra yeniçeri teşkilatına bağlı Tahmis Ocağı tarafından denetlenen miri dibeklerde öğütülerek esnafa satılırdı. Kahve ticareti 18. yy'ın sonlarına kadar iltizam usulüne göre yapılmıştır, İstanbul'un temel gıda ihtiyacını karşılayan hububatın dışında kahvenin başlıca tüketim maddeleri arasında ön sırayı alması, kahve mukataasını en kârlı yatırım alanlarından birisi durumuna getirmiştir. 1793'te kahve satışının 56 kese karşılığında mültezime veriliğini tarihçi Vasıf kaydetmektedir. Ancak bu kârlı ticareti yürüten mültezimler, İstanbul'un ihtiyacı olan saf kahvenin temininde yeterince başarılı olamamışlar, sokaklarda karışık kahve satışına göz yumarak yüksek kazanç sağlamışlardır. III. Selim dönemine (1789-1807) kadar İstanbul piyasasının başlıca şikâyet konusu bu karışık kahve sorunudur. 17.yy'dan ititibaren kahve pazarına giren Avrupalı tüccarların yüksek fiyatla Yemen'den mal almaları, İstanbul'daki kahve stoklarının hızla erimesine ve fiyatların artmasına neden olmuştur. Bunun dışında İstanbul'un deniz ticaret yollarının Avrupalılar tarafından kontrol altına alınması, kahve fiyatlarını artıran bir diğer olumsuz nedendir. 1656' da Çanakkale Boğazının İngiliz donanması tarafından kapatılması, İstanbul'da temel gıda maddelerinin yanı sıra kahve fiyatının da olağanüstü artmasına yol açmıştır. Bu tür ticari ve askeri olayların İstanbul'daki saf kahve piyasasını derinden etkilediği ve nohut ile fındık kabuğunun katıldığı karışık kahvenin 18.yy'ın sonlarına kadar ticari pazarda varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Ayrıca kahvenin lüks tüketim maddesi olarak kabul edilmesi, üzerine konan normal vergilerin dışında "mizan", "ruhsatiye" ve "¡maliye" adları altında ek vergilerin alınmasını gerekli kılmış, bu da fiyatları artırmıştır. II. Mustafa döneminde (1695-1703) "bid'at-i kahve" adıyla konulan vergi bunun tipik bir örneğidir. İstanbul'un iktisadi pazarındaki daralmayla ortaya çıkan ve gündelik hayatı derinden etkileyen bu sürece, 17. yy'ın sonlarından itibaren Yeniçeri Ocağının da olumsuz yönde müdahale etmesi, sorunu karmaşık bir hale getirmiştir. Yeniçerilerin bu dönemde asıl görevleri olan askerliğin dışında ticari faaliyetlere yönelmeleri ve esnaf zümresiyle organik ilişkiye girmeleri, her iki kesimi de kahve ticaretinden ortak bir çıkar sağlamalarını zorunlu kılmıştır. Özellikle Eminönü’ndeki tahmisleri denetleyen Yeniçerilerin kahveye nohut ve diğer maddelerin karıştırılmasına göz yumdukları ve bunun karşılığında tüccardan belli bir ücret
aldıkları saraya yapılan şikâyetlerden anlaşılmaktadır. Diğer yandan kalitesiz kahvenin fiyatı da sürekli artmaktadır. 1600-1640 arasında İstanbul'daki fındık kahvenin kıyyesi 40 akçeden 60 akçeye çıkmıştır. 18.yy'da bu fiyat artışı daha da hızlanır. 1776'da okkası 80 para olan kahve 1793'te 107 paraya alıcı bulmaktadır. Kahveye konan narh ise, piyasadaki gerçek fiyatın altında kaldığı için karaborsa ve kaçakçılık olayları çoğalmıştır. Bu duruma son vermek isteyen III.Selim yayımladığı bir fermanla kahve ticaretindeki iltizam usulünü ve Tahmis Emanetini kaldırır, iltizam sisteminin yerine getirilen yeni
OsmanlI Dönemi'nde
bir kahvehanenin
düzenlemede bütün yetki, aylıklı bir görevlide toplanmış ve Mısır Çarşısı esnafının kefil olduğu 4 kişilik bir grubun denetimi altında İstanbul'un kahve ihtiyacını düzenleyen çalışmalara başlanmıştır. Bu sistemin ne ölçüde başarılı olduğu bilinmemektedir. Ancak 19.yy'da kurulan şirketler doğrudan kahve ticaretine el atmışlar ve Ill.Selim'in getirdiği geleneksel kefalet sisteminden farklı bir örgütlenmeyle şehrin ihtiyacını karşılamışlardır.
İstanbul'un gündelik hayatında kahvenin oynadığı iktisadi rol kadar önemli olan bir başka konu, yol açtığı dini ve siyasi tartışmalardır. Kahve içmek, 16.yy'-dan itibaren çeşitli dönemlerde farklı gerekçelerle yasaklanmış ve İstanbul halkı bu yüzden çeşitli baskılarla karşılaşmıştır. Kahveye ilişkin ilk yasak, Şeyhülislam Ebussuud Efendiye aittir. I. Süleyman (Kanuni) döneminin (1520-1566) bu güçlü şeyhülislamı, kömür derecesinde kavrulan maddeleri yemenin İslamiyet'e aykırı olduğunu ileri sürerek kahveyi haram saymış ve verdiği fetva üzerine İstanbul'a kahve getiren gemiler dipleri delinmek suretiyle batırılmışlardır. Ancak halkın ve tüccarların bu olay karşısında duydukları tepki saraya kadar yansımış, bunun üzerine Ebussuud Efendi fetvasını kaldırmıştır. Bu kararda hiç kuşkusuz hâzinenin kahveden aldığı gümrük gelirlerindeki azalmanın da payı vardır. Kahve yasaklarının daha sonraki padişahlar zamanında da sürdüğü görülür. Bunlardan II.Selim (1566-1574) ve III.Murad (1574-1595 dönemlerindeki yasaklamalar fazla etkili olmamış, III.Murad'ın son yıllarında Şeyhülislam Bostanzade'nin fetvasıyla kahve kullanımı serbest bırakılmıştır. I.Ahmed döneminde (1603-1617) Sadrazam Derviş Paşanın uyguladığı kahve yasağı da uzun sürmemişti. IV.Murad'ın (1623-1640) uyguladığı yasak ise, İstanbul’un gündelik hayatı üzerinde meydana getirdiği menfi tesirleri bakımından dikkat çekicidir. 1633 Cibali yangını bahane edilerek çıkartılan bu yasağın ardında hem kahvehanelerde odaklanan yönetim
iç görünümü...
aleyhtarı muhalefete son vermek, hem de Kadızadeliler olarak tanınan medreseli zümrenin başlattığı ve aralarında tekkeler ile kahvehanelerin de bulunduğu toplumsal kurumların İslamiyet’te yeri olmadıkları gerekçesiyle kapatılmalarını isteyen düşünceye verilmiş siyasi destek yatmaktadır. Kahvehanelerin kapatılması, içki, tütün ve kahvenin yasaklanması konusunda verilen bu karar, diğerlerinden farklı olarak din-siyaset münasebetini içine alan muhtevası ve merkezi otoritenin gündelik hayatı düzenleme amacıyla şehir halkı üzerinde kurduğu baskıcı uygulamaları göstermesi açısından büyük önem taşımaktadır.
EMİNÖNÜ PANORAMASI
Cumhuriyetin 20.yıl dönümünü kutlamamıza bir gün kaldı, Son yıllarda memlekette yapılan işleri gözden geçirmek, istikbalde daha verimli çalışmak için, çok faydalı olur.
Bu akşam, size, son beş yıl içinde, İkinci Dünya Harbi’nin sonucunda ortaya çıkan bütün güçlüklere rağmen, İstanbul'da yapılan imar hareketlerinden topluca bahsedeceğim.
İstanbul'un imar ve tanzimine 1939 yılını başlangıç olarak almak doğru olur. O vakitten beri geçen zaman içinde, çok şey yapılmıştır. Fakat bunların ekserisine gözümüz alışmış olduğu için imar edilen kısımların dünkü hallerini unutmuş bulunuyoruz. Yapılan işleri görmek için, 5 yıl önce İstanbul'dan ay olarak şimdi tekrar şehre dönmüş bir İstanbullu imiş gibi, Eminönü'nden başlayarak güzel ve büyük şehrimizi şöyle bir dolaşalım.
Eminönü'nde, yalnız İstanbul ve Türkiye'nin değil, bütün dünyanın en güzel âbidelerinden biri olan Yeni Cami vardır. «Güzelleşen İstanbul» adlı broşürde Yeni Cami’nin ve Eminönü Meydanı’nın pek eski bir resmi ile buraların 5 sene evvelki halini ve bugünkü vaziyetini gösteren yeni resimler vardır.
O eski resim, Yeni Caminin gölgesi altında bu meydanın yüzlerce sene evvel ne kadar güzel olduğunu gösteriyor. Sonra, bilgisizlik ve zevksizlik, o güzelim meydanı ve muhteşem âbideyi sarmış, her zevk-i selim sahibini hasta edecek kadar, çirkin bir hale sokmuş.
İstanbul'un imarına ve güzelleştirilmesine, işte bu meydanın tanzimiyle başlanmıştır. Yeni Cami'yi her taraftan saran o küçük, harap ve çirkin binalar yıkılarak bu kıymetli Türk eseri bütün güzelliğiyle ortaya çıkarılmış, Eminönü, meydan denecek bir hale sokulmuştur.
1911 senesinde, epey uzun süren bir ikametten sonra, böyle bir sonbahar günü Paris'ten İstanbul'a gelmiştim. Şiddetli bir yağmur yağıyordu. Civar sokaklardan seller meydana hücum etmiş, Eminönü meydanı bir göl olmuştu. Karşıdan karşıya geçmek imkânsızdı. Paçalarını sıvamış hamallar, 20 paraya adam taşıyorlardı. Bir hamal sırtında, meydanı geçmek o kadar gücüme gitti ki dizlerime kadar çamurlu sellere batarak yürüyüp geçtim. Paris dönüşü beni karşılayan bu feci manzaradan o kadar büyük bir teessür duydum ki ağlamaktan kendimi alamadım.
On sene kadar evvel, bir gece Beyoğlu'ndan refikamla beraber dönüyordum. Köprü açık olduğu için Karaköy'den sandalla Eminönü'ne geçtik. Köprünün yanında rıhtım, iskele, fener namına hiç bir şey yoktu. Karanlıkta, sandalların yanaŞtığı sözüm ona iskeleye basıyorum diye denize basmışım. Yarı belime kadar
Eminönü ve Galata...
suya battıktan sonra kayıkçının yardımı ile sırsıklam denizden çıktım. Sîzlerin çoğunuzun da başından böyle maceralar geçmiştir.
İşte bugün asfalt döşeli, geniş, güzel ve Haliç tarafındaki rıhtımı yapılmış Eminönü Meydanı, beş yıl evveline gelinceye kadar, bu haldeydi.
Eminönü Meydanımın tanzimi, henüz bitmemiştir. Harp yüzünden geri kalmış olan imar hareketi, plân dairesinde bittiği zaman, sağa ve sola doğru genişleyecek olan bu meydan, İstanbul'un en güzel ve mamur yerlerinden biri olacaktır.
Eminönü’nün tertemiz asfalt yollarından yürüyerek Yeni Cami’nin yanından geçelim. Eski Balıkpazarını ve Yeni Cami’yi saran o harap dükkânların kaldırıldığı yerden Mısırçarşısı’na doğru yürüyelim. Eskiden yük arabalarının altında kalmamak ve sırık hamalları tarafından yere yuvarlanmamak için bin güçlükle geçtiğimiz, bozuk kaldırımlı yollar yerine geniş asfalt yaya kaldırımlarından yürüyerek Mısırçarşısı'nın önüne gelelim.
Meğer Mısırçarşısı ne güzel bir bina imiş de bizim haberimiz yokmuş. Ataların, Yeni Cami ile ahenkli bir surette vücuda getirdikleri bu tarihî eser, daracık sokaklar, küçük ve pis dükkânlar arasına sıkışmış, harap olmuştu. İmar hareketi yetişmemiş olsaydı, bir gün yıkılacaktı. Nitekim çarşının Sultanhamamı'na giden, vaktiyle yıkık bir kale kapısı ile kapalı bulunan yol üzerindeki kapısı çatlamış ve «cemaili inhidam» oluğu için kalaslarla tutturularak kapatılmıştı.
Şimdi Mısırçarşısı'nı etrafı açılmış, mükemmelen tamir edilmiş ve yardımcı hâl olarak kullanılmak üzere içindeki dükkânlar kiraya verilmiş bir halde görüyoruz. Mısırçarşısı, artık İstanbul Belediyesinin gelir kaynaklarından biri olmuştur. Akşamları oraya uğrayarak evinizin nevalesini düzebilirsiniz.
Burada, İş Bankası’nın arkasındaki saha da istimlâk edilmiş, tek bir arabanın
güç geçtiği Şemsiyeciler çarşısı denilen daracık yol genişletilmiştir. Yeni Camiin etrfındaki yollar gibi Büyük Postaha-ne'nin önü de asfalt kaplanmıştır.
Avrupa sürat katarı ile Sirkeciye
geldiğiniz zaman, bütün Avrupa şehirlerinin aksine, harap ve karma karışık bir
yer sîzleri karşılardı. Bu ne hal der gibi yüzünüze bakan yol arkadaşınız ecnebilere karşı sıkılır, terlerdiniz. Çünkü Balkan şehirlerinde bile garların etrafı güzel meydanlarla çevrilmiştir. Şimdi artık, Sirkeci Meydanı denize kadar açılmış, genişletilmiş ve ağaçlarla süslenmiştir. Buradaki imar ve tanzim hareketi henüz bitmemiş olmakla beraber, eski harap manzaradan eser kalmamıştır.
Türk fikir ve basın dünyasının, ayni zamanda İstanbul Vilâyetinin merkezi olan Ankara ve Babıâli caddeleri, Sir-keci’den Sultan Mahmut Türbesine kadar altı beton, üstü mozaik parke ve asfalt olarak muntazam ve temiz bir yola kavuşmuştur. Burada eski Babıâli binası ve etrafı Osmanlı Saltanatı zamanında asla görmediği bir şekilde tamir ve tanzim edilmiştir. Cağaloğlu'ndaki Eminönü Halk evine modern konferans, temsil ve jimnastik salonları ilave olunmuştur.
«Yerebatan Sarayı» denilen Bizans'ın meşhur tarihî eseri, etrafını saran ahşap evlerden, eğri büğrü sokaklardan kurtarılarak orada Ayasofya
Sirkeci,
meydanından
Cağaloğlu'na kadar uzanan
geniş bir cadde açılmıştır.
İstanbul'un ana caddelerinden biri olan Divanyolu, ilk fırsatta asfalt döşenmek üzere hazırlanmış; havagazı ve su boruları, elektrik, telefon kabloları, asfalt olarak yeniden yapılan yaya kaldırımlarının altına alınmıştır.
Divanyolu’ndan geçerek Bayezid'a gelelim. İstanbul'un irfan merkezi olan Üniversitenin önündeki Bâyezid Meydanı na tramvay yolundan girer girmez eskiden bir sürü çirkin salaşlar sizi karşılardı. Şimdi meydanı ta Bâyezid hamamına kadar bütün bu barakalardan temizlenmiş, genişlemiş, oradaki güzel medrese binasının etrafı açılarak önüne bir bahçe yapılmış ve medresenin de tamir edilerek İnkılâp ve Şehir Müzesi haline konulmuş olarak görüyorsunuz. Meydana asfalt döşenerek burası etrafını çevreleyen tarihî binalar mıntıkasına lâyık mamur, temiz ve ferah bir yer olmuştur.
günümüzde ticari yoğunluğun
yaşandığı, kalabalık
muhitlerdendir..
Bâyezid tan Aksaray’a doğru inelim. Yolun başındaki Koska Caddesi, seyrüse-
Yeniçeri Caddesi...
ferin boğulduğu daracık ve tehlikeli bir boğaz halinde idi. Buraları da istimlâk edilerek cadde genişletilmiş İnkılâp Müzesi ve Bâyezid hamamı gibi tarihî eserlerin bu yandaki cepheleri de meydana çıkarılmıştır.
Lâleli - Aksaray caddesinin yaya kaldırımları yeniden tanzim edilmiş ve caddenin ortası yeşil refüjlerle süslenmiştir.
Aksaray'da, yağmurlu günlerde sellerin bastığı ve geçilmez bir hale soktuğu, bazan çocukların boğulduğu netameli bir yer vardı. Buradaki Sütçü bostanı istimlâk edilerek geniş refüjlü bir cadde ve temiz bir Halk Bahçesi haline konulmuştur. Artık buradan da rahat rahat geçebiliriz.
Aksaray - Topkapı caddesi boyunca, İstanbul’un esas imâr plânına göre, istimlâkle yapılmış dar, eğri büğrü ve tehlikeli sokaklar yerine geniş cadde ve park olmuştur.
Şimdi, İstanbul'un diğer bir sırtına geçelim, Saraçhanebaşı'ndan Fatih'e ve Fatih’ten Edirnekapı'ya kadar giden ana cadde -ki yarınki Londra-Bağdat otomobil yolu buradan geçecektir- yeni baştan tanzim edilmiş ve refüjleri düzeltildiği gibi, caddenin iki tarafından bir kısmı asfalt olmak üzere, yeni yollar ve sokaklar açılmıştır.
Vaktiyle civar gençliği arsalarda ve yangın yerlerinde top oynarlardı. Şimdi bu cadde üzerindeki Çukurbostan’da, gençliğin spor yapması için Fatih stadyumu vücuda getirilmiştir.
İstanbul tarafını Marmara kıyısından Haliç’e kadar baştan başa kateden, şehrin mihveri ve yeni bir hayat damarı olan Atatürk bulvarı, yapılmaktadır. Bu bulvarın güzergâhı değiştirilerek tarihî Bozdoğan su kemerlerinin altından geçirilmiş ve bulvar, Fatih ile Gazi Köprüsü arasında geniş ve muhteşem bir cadde halinde İstanbul ile Beyoğlu'nu, en kısa yoldan birbirine bağlamıştır.
İLÇENİN GELİŞME VE GÜZELLEŞMESİ
İlçemiz, ilimiz İstanbul'un en eski yerleşme merkezi olduğundan, tarihin her çağından ve burada yerleşmiş, hakim olmuş milletlerin her birinden kalan çok değerli uygarlık eserleri ile doludur. Her köşesi bir tarih, bir hatıra, bir hikaye, bir masal ve bir şiirdir. Sem Heri caddeleri, sokakları ünlü bir kişiyi, bir tarih hadisesini anlatır, ilçemizde yer altı ve yer üstü başlı başına tarihtir. Roma çağı, Bizans Çağı, Osmanlı Çağı, Cumhuriyet Çağı İlçemizde bir arada yaşar.
İlçemizin bir özelliği de bir oturma merkezi olmaktan çok bir ticaret merkezi durumunda bulunmasıdır.
İlçemiz, ilimizin en çok turist çeken İlçesidir. Sultanahmet Meydanı, Topkapı Sarayı Müzesi, öteki müzeler, büyük camiler, Kapalıçarsı turistlerin en çok uğradıkları yerlerdir. Yine gelen turistleri rahat ettirecek pek çok konforlu otel İlçemizde bulunmaktadır. Gerçi ilçemizde yirmi yirmi beş katlı gökdelen lüks oteller yoktur. Fakat otellerimiz ilçemize gelen turistleri fazlasıyla memnun edecek düzeydedir.
İlçemiz belirli tepeler ve tatlı eğimli yamaçlar üzerine kurulmuş olduğundan en ileri ölçüde doğa güzelliğine sahiptir. Haliç kıyıları, Sarayburnu ve Marmara kıyıları ilimizin en güzel köşeleridir. Buraların manzarası, buralardan seyredilen doğa güzelliği dünyada eşsizdir. Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultnahmet, Süleymaniye, Nuruosmaniye ve Bâyezid Camileri, Bâyezid Kulesi ilçemizin siluetine kuleler, kubbeler ve minarelerle İstanbul'a özgü görkemli bir anlam kazandırmaktadır.
İLÇEMİZİN GELİŞMESİ VE GÜZELLEŞMESİ İÇİN
YAPILAN ÇALIŞMALAR
İlçemiz eşsiz bir sanat ve tarih hazînesi olduğu halde şehircilik yönünden bakımsız kalmıştı. Cumhuriyet Devrinde sürdürülen aralıksız çalışmalarla bugünkü duruma ulaşıldı. Eminönü Meydanı, Sirkeci Meydanı, Sultanahmet Meydanı, Hürriyet Meydanı, Saraçhane Meydanı kamulaştıma ve imar çalışmaları ile bugünkü duruma getirildi. Eminönü - Unkapanı, Eminönü - Sirkeci arası genişletildi, Bâyezid - Aksaray arasında Ordu Caddesi açıldı. Sirkeci'den Florya'ya geniş bir Sahil Yolu yapıldı. Eminönü vapur iskeleleri, otobüs durakları yeniden düzenlendi. Tramvay kaldırıldı, troleybüs kondu. Sirkeciden Halkalıya kadar elektrikli tren ilerlemeye başladı. Birçok eski eserler ve camiler onarıldı. Yeni meydanlar, parklar, geçitler yapıldı. Önceden var olan yollar genişletildi, asfaltlandı. Belediye Sarayı, Adliye Sarayı Defterdarlık binaları yapıldı. Yanan Defterdarlık binası onarıldı. Yeni üniversite binaları ve okullar yapıldı. Kapalıçarşı, Mısırçarşısı ve Sahaflar Çarşısı onarılarak bugünkü durumuna getirildi. Vakıf hanları, modern iş hanları, çarşılar, pasajlar, siteler, işyerleri turistik lüks oteller yapıldı.
Yeşilin ve denizin buluştuğu, tarihi yanmada.
Eminönü, bu gün yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı olmaktadır..
İLÇENİN ÖNEMLİ MESELELERİ
İlçemizin meselelerinin başında trafik gelir. Yüz binlerce kişi sabah akşam ilçemizdeki görev yerlerine, işyerlerine gidip gelmektedir. Yollar yürüyen taşıtlardan çok park etmiş arabalarla doludur. Bunların arasından değil taşıtların yürümesi, yaya bile geçmek bazen güçleşmektedir. Uygun görülecek yerlere kat otoparkları yapılırsa yararlı olur. Nakliyat ambarlarının şehir içinden kaldırılması araçlara geçiş kolaylığı sağlamışsa da yüklü kamyonların yolları kapaması önle-nememektedir, Şehir metrosunun yapılmasıyla genel taşımacılık ve trafik sorunu büyük ölçüde çözüme kavuşabilir.
Tarih ve sanat değeri olan, turistik önem taşıyan eski eserleri onarmaya da hızlı bir tempoda devam etmeliyiz.
Örneğin Bâyezid Kulesinin iç bölümü onarılır, gerektiği biçimde donatılırsa gelir bile sağlayabilir. Bunun gibi birçok eski eserler restorasyon ve onarım için kendilerine uzatılacak eli sabırsızlıkla beklemektedir.
Sarayburu ve Sarayburnu-Cankurtaran arası en çok göze çarpan bölge olduğu halde bir türlü düzenlenip güzelleştirilememektedir. Burada turistik gemiler için yapılmakta olan rıhtım henüz kullanılır duruma gelmemiştir.
Türlü nedenlerle biçimden biçime giren Saraybunu'na yakışacak en güzel İmar biçiminin verilmesi daha fazla geciktirilmemelidir.
Bu arada Sarayburnu Cankurtaran arasındaki kıyı şeridinin ve surların arkasındaki yamaların tarih değerine ve doğa güzelliğine zarar getirmeden imarı, güzelleştirilmesi vakit yitirilmeden ele alınmalıdır.
İlçemizin bir sorunu da Sebze Hali'dir. Hal, yeni yapılan yerine taşındığı za-
man ilçemizin Haliç kıyılarının temizlenmesi, yeni baştan en iyi biçimde imar edilmesi olanakları doğacaktır.
Eminönü’nün simgesi
Sultanahmet Camii...
Alttaki gravür;
Sultanahmet Camii ve
Osmanlıların Sultanahmet Meydanına verdikleri isimdir. Bizanslılar devrinde Hipodrom olarak kullanılmış, Roma İmparatoru Septimius Severus (193-211) tarafından yaptırılmaya başlamış, Konstantinus (306-337) zamanında Hipodrom olarak son şeklini almıştır. Türkler tarafından alınmasından sonra da önemini yitirmeyen bu meydan cirit oyunları, at talimleri, Bayram şenlikleri ve Saray düğünlerinin yapıldığı yer olmuştur.
Dikilitaş Meydanı (At MeydanO’nın eski görüntüsü...
Bu meydanda Alman Çeşmesi, Burmalı Sütun, Dikilitaş, Örmeli Sütun bulunmaktadır.
EMİNÖNÜ HALKEVİ
Eminönü Halkevi, büyük hizmetlerde bulunmuş büyük bir kültür müessesesi idi. 24 Haziran 1952 de «İstanbul Halkevi» adiyle, Cağaloğlu'nda şimdi Gazeteciler Cemiyeti’nin bulunduğu, kapanan Türk Ocağından boşalan binada kurulmuştur. Açılışına büyük önem verilmiş, Atatürk’ü temsilen devrin Başbakanı İsmet İnönü ve bir kısım Bakanlar bu açılışa iştirak etmişlerdir.
İlk çalışma yılında 9 şube kurulmuştur. Bunlar: I - Dil, Edebiyat ve tarih, 2 - Güzel Sanatlar, 3 - Temsil, 4 - Spor, 5 - İçtimaî Yardım, 6 - Halk Dersaneleri ve Kursları, 7 - Kütüphane ve Neşriyat, 8 - Köycülük, 9 Müze ve Sergi şubeleridir.
Bina bütün çalışmalara yetmediği için Temsil ve Güzel Sanatlar Şubeleri Gülhâne Parkı içindeki Alay Köşkünde çalışmalarını yürütmüşler, Cağaloğlu’ndaki binanın yanındaki arsaya yeni salonlar inşâ edildikten sonra buraya taşınmışlardır.
Daha sonraları, İstanbul’da yeni Halkevleri açılmaya başlanınca adı «Eminönü Halkevi» olarak değiştirilmiştir.
Kuruluşundan itibaren , şubelerin başkan ve üyeliklerine daima zamanın ileri gelen ilim, fikir ve sanat kişileri getirilmiştir. Meselâ ilk kuruluşta vazife alanlar arasında şu şöhretleri görmekteyiz: Fuat Köprülü, İsmail Habib Se-vük, Reşat Nuri Güntekin, Kâzım Nami Duru, Namık İsmail, İbrahim Çallı, Muhsin Ertuğrul, M. Kemal Küçük, Refik Ahed Sevengil, Selim Nüzhet Gerçek, Salâh Cimcoz, Şükufe Nihal, Sadri Ertem, Mehmed Emin Yurdakul, Salih Murad Uzdil, Nezihe Muhiddin, Burhan Toprak gibi.
İlk Halkevi Başkanı Ord. Prof. Hâmid Ongunsu’dur. Bunu sırası ile Ali Rıza Eren, Refi Celâl Bayar, Agâh Sırrı Levend, Yavuz Abadan, Feridun Dirimtekin, Murad Uraz ve Kemal Çilingiroğlu takip etmişlerdir. En kısa Başkanlık yapan Refi Celâl Bayar’dır, 7 ay kadar; en uzun Başkanlık yapan da Kemal Çilingiroğlu’dur.
İstanbul’da başka Halkevleri açıldığında Eminönü Halkevi’nin köyü olmadığından Köycülük Şubesi kaldırılmıştır.
Yalnız İstanbul’un değil, bütün Türkiye'nin en geniş ve en verimli bir Halkevi haline gelen Eminönü Halkevi, çalışmalarını mevcud şubelerle yürütmekte güçlük çekmeğe başlayınca, yardımcı kollar adıyla yeni teşkilâtlar kurmuştur. Bunlar: Kültür, Tercüme, Millî Oyunlar, Jeopolitik, Köy Sosyolojisi, Dil Araştırmaları, Türk Sanatları ve Zena-atleri Tarihi, Sağlık Araştırmaları, Türk İnkılâb Araştırmaları, Sosyal Araştırmalar, Türk Hukuk Tarihi ve Türk Sosyolojisi, Neşriyat - Propaganda kollarıdır.
1932 yılının ekim ayında, «Yeni Türk Mecmuası» adı ile aylık bir dergi yayımlamaya başlamıştır. Yayıma devam ettiği süre boyunca Türkiye'nin ileri gelen fikir, sanat ve edebiyatçıları bu derginin yazı ailesinde toplanmıştır.
Bugün dahi kıymetini yitirmeyen çok kıymetli etüdlerin ve yazıların bulunduğu bu dergi 943 yılı başlarına kadar yayımına devam etmiştir. Bu tarihte dergi yayımına ara vermiş, bilâhare Kemal Çilingiroğlu'nun başkanlığı zamanında «Beş Sanat - Yeni Türk» adiyle tekrar çıkmaya başlamıştır. Halkevlerinin kapanmasına kadar muntazaman neşredilmiş, Halkevlerinin kapatılmasından sonra da daha bir müddet neşredilmiştir.
Eminönü Halkevi, sâdece folklor konusunda yayım yapan aylık bir dergi daha çıkrmıştır; bu derginin adı da «Halk Bilgisi I laberleri» idi. Bir süre devam eden dergi bilâhare kapanmış, daha sonra yerine «Folklor» adıyla bir başka dergi çıkarılmış fakat bir nüsha sonra neşriyatına son vermiştir Halk Bilgisi Haberleri Dergisi Türkiye'de Folklor konusunda yayım yapan ilk dergidir. Özellikle İstanbul folkloru, konusunda çok kıymetli malzeme ile doludur.
Eminönü Halkevi çok geniş ve çeşitli çalışmalar yapmıştır; şöyle ki:
Haftanın iki gününde «Halk Konferansları» adı ile seri konferanslar düzenlemiştir. Konferanslar Üniversite tarafından desteklenmiş ve halkın büyük ilgisini çekmiştir. Anma törenleri, millî günler için merasimler tertibi, aksatılmadan başarı ile yürütülmüştür.
Folklor çalışmalarına geniş yer verilmiş, İstanbul'da ilk defa Halk oyunları ele alınarak festivaller ve gösteriler tertiplenmiş ve bu oyunları öğretmek için kurslar açılmıştır.
Geniş ve zengin kitaplığı gece saat 24’e kadar açık tutulmuş ve özellikle üniversitelilerin çok rağbet ve istifade ettiği bir yer olmuştur.
Temsil Şubesi sahne amatörlerine çalışma imkânı sağlamış, muhitin tiyatro ihtiyacını karşılamış, sahne eseri yazacakları teşvik etmiştir. Açtığı tiyatro kurslarından birçok genç yararlanmıştır. Bu kolun yetiştirdiği birçok eleman halen Türkiye tiyatrolarının önde gelen sanatçıları olarak çalışmaktadırlar.
İlk komple Bale temsili Eminönü Halkevi’nin eseridir. 1942 yılında sahneye konan «Bir Orman Masalı» adlı eser İstanbul’da ve Ankara'da geniş alâka görmüş ve Türk Bale sanatının doğmasını sağlamıştır. Halkevinde yetişenler hâlen yurdun çeşitli bölgelerinde bale hocası olarak vazife görmektedirler.
Batı Müziği alanında çalışan bir salon orkestrası ve korosu, Türk Folklor müziği alanında çalışan iki ayrı korosu vardı.
Spor dalında, bilhassa yeni binası yapıldıktan sonra çok geniş bir çalışma göstermiştir. Ehliyetli hocaların idaresinde voleybol, basketbol, boks, güreş, aletli jimnastik, eskrim çalışmaları yapılmış, bilhassa üniversiteli gençler bu çalışmalara büyük ilgi göstermişlerdir. Ayrıca, kapalı salonundan kulüpler, liseler geniş şekilde yararlanmışlardır.
Resim galerisi, plastik sanatla uğraşanlara eserlerini sergilemek imkânını vermiştir.
Sosyal Yardım Şubesi, İstanbul'lu hemşehrilerinin de geniş maddî yardımlarına dayanarak muhitindeki muhtaçlara giyecek, yiyecek, yakacak yardımı yapmış, Türkiye'de ilk defa İş ve İşçi Bulma Teşkilâtını kurarak, Nuruosmaniye Camii avlusundaki binasında yıllarca verimli olarak çalıştırmıştır.
Yabancı dil (İngilizce, Fransızca, Almanca. İtalyanca), Muhasebe, Steno, Orta ve Lise Fen dersleri kursları devamlı olarak çalışmış, hapishanelerde okuma yazma bilmeyenler için her yıl kurs yapılmıştır.
Çok kıymetli bir çini ve para koleksiyonu derlenmiş, bu çalışma Halkevi ka-panıncaya kadar sürmüştür.
Türkiye'yi ziyaret eden konferansçılar, sanatçılar daimî şekilde bu halkevinden istifade etmiş, konferanslar, konserler vermiş, sergiler açmışlardır.
Klâsik Batı Müziğine ait çok zengin plâk koleksiyonundan yararlanarak izahlı müzik saatleri tertiplenmiş ve Batı Müziği nde gençliğin bilgisi arttırılmış, hevesleri teşvik edilmiştir.
Her yıl tiyatro festivalleri tertiplenerek unutulmak ve kaybolmak üzere olan Meddah, Karagöz, Ortaoyunu ve Tuluat Tiyatrolarından örnekler verilmiş, bu Türk sahne sanatları genç nesile tanıtılmştır. Eminönü Halkevi çok çeşitli işlevleri yerine getiren bir mekân idi.
Yalnız İstanbul'un değil, bütün Türkiye'nin en geniş ve en verimli bir Halkevi haline gelen
Eminönü Halkevi, çalışmalarını mevcud şubelerle yürütmekte güçlük çekmeğe başlayınca, yardımcı kollar adıyla yeni teşkilâtlar kurmuştur...
Her yıl
tiyatro festivalleri tertiplenerek unutulmak ve kaybolmak üzere olan Meddah, Karagöz, Ortaoyunu ve Tuluat Tiyatrolarından örnekler verilmiş, bu Türk sahne sanatları genç nesle tanıtılmştır.
Eminönü Halkevi çok çeşitli işlevleri yerine getiren bir mekan idi...
SURLAR İÇİNDEKİ İSTANBUL
SEMTLERİ VE ÖNEMLİ BİNALARI
Hamidiye caddesinden Sirkeciye giderken sağ kolda Valide Sultan çeşme ve sebili. Yeni postahane yakınında zarif çinileriyle meşhur Hubyar Camii, Mimar Vedat Sokağı nın köşesinde Hamidiye Türbesi gibi tarihî eserler vardır.
Adliye Müesseseleri: Sirkeci Rıhtımındaki gümrük binası ile yeni postahane caddesindeki Adliye binasında birçok mahkemeler çalışmaktadır, İstanbul Barosu, Sirkeci de Liman Hanı ndadır.
Ticaret Daireleri: Hamidiye caddesinin sahil tarafındaki 4'ncü Vakıf handa; Ticaret odası, Sanayi odası, Kambiyo borsası bulunmaktadır. Caddenin sağ tarafında. Hacı Bekir şeker mağazasının yanındaki sokakta, Ticaret ve zahire borsa-sı görülür.
Postahane ve Emniyet: İstanbul Emniyet müdürlüğü ile Büyük Postahane binaları Sirkeci Bölgesi ndedir.
Anadoludan Gelenler: Anadoludan gelen iş sahipleri ve tacirler, ekseriya Sirkeci’deki otellerde kalmaktadırlar.
Batonyat Sarnıcı ve Tarihî bir Çeme: Vilâyet Merkezi’nin sağ bölgesindeki Acımusluk Sokağında bulunan Batonyat sarnıcı 6-7. yüzyıllara ait tarihî bir eserdir. Cağaloğlu hamamı köşesindeki I.Mahmut Çeşmesi 1742’de yapılmıştır.
Kültür ve Gençlik: Babıâli caddesinde; Millî Türk Talebe Birliği, Gençlik Tiyatrosu, Türkiye Millî Talebe Federasyonu gibi kültür ve gençlik kurumlan görülür. İstanbul Kız ve Erkek liseleri de bu bölgededir.
Gazeteler ve Basın-Yayın Evleri: İstanbul'un başlıca gazete ve matbaaları Babıâli havâlisindedir. İstanbul gazteciler cemiyeti merkez binası caddenin sol ta-rafındadır.
Cağaloğlu: Babıâli Caddesi’nin Divanyolu tarafındaki bölgeye Cağaloğlu denir.
Gülhane parkı: Sarayburnu ile Alemdar Caddesi ve Ayasofya Meydanı arasında denize yaslanmış tarihi ve yeşillik bir yerdir. Vaktiyle Topkapı sarayının bahçesi idi. Eski Şehreminlerinden Cemil Topuzlunun zamanında park haline konulmuştur.
Parkın Alemdar tarafındaki Soğukçeşme kapısının yanında I.Ahmet çeşmesi, karşısında Zeynep Sultan camii, Hamidiye sebili, Adlî Tıp binası vardır. Alemdar Mustafa Paşanın mezarı Zeynep Sultan camiinin bahçesindedir. Parkın gene Alemdar Caddesi tarafında ve sağ köşedeki Alay köşkü ile karşısındaki Babıâli binaları tarihî yapılardır. Osmanlı Devleti uzun asırlar boyunca Babıalî'den idare edilmiştir. Soğukçeşme kapısının sağ tarafındaki bir evin altında bulunan Aya Tetrapon manastırı her Pazar günü Ortodokslar tarafından ziyaret olunmaktadır. Gülhane parkının deniz tarafında gördüğümüz çıkıntı, Sarayburnu adını taşır. Burası nefis bir tabiat parçasıdır. Rıhtımın bulunduğu yerde vaktiyle Aya Barbaro kapısı vardı. II.Mahmut bu kapıyı yıktırıp, topların koruduğu bir sahil kapısı olan güzel bir saray yaptırdı ki 1862’de yanmıştır.
Sarayburnu nda Atatürk heykelinin gerisinde Gotlar sütunu ile birçok kapı ve bodrumlar mevcut olup en büyükleri, Bizans'tan kalma Aya Sotiri manastırına ait-
Sarayburnu...
tir. Biraz ötedeki harabe, vaktiyle Sinan Paşa tarafından yaptırılarak III.Murad’a hediye edilmiş bir köşkün bakiyesidir. Bugüne kalmış ayakların yüksekliği 9, genişliği 10 metredir. Kemerlerin ortasında 1056 tarihli bir çeşme vardır. Daha ötede Aya Lazaros ve Aya Maria manastırlarının kalıntıları görülür. Gotlar sütununun aşağısında mahiyeti meçhul haçlı bir harabe bulunmaktadır.
Gülhane Parkı’nın sağ tarafından Topkapı Sarayına doğru giden yokuştan çıkılırsa; Çinili köşk, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Arkeoloji Müzeleri’ne gelinir. Müzelerin altında bir takım bodrumlar mevcut olup bunların Arkadyüs hamamlarına ait olduğu sanılmaktadır. Daha ilerideki Topkapı Sarayı hakkıda müzeler kısmında geniş izahat verilmiştir.
Topkapı Sarayının Ayasofya tarafındaki Bab-ı Hümâyûndan içeri girilince sağda görülen tümsek Ebvelos sarnıçlarının kalıntısıdır. Sağdan sahile inen yol Sarayburnu Askerî Hastahanesine gider. Yolun sol tarafında su dolu bodrumlar ile sağ tarafında ayazma ve mahzen kalıntıları vardır. Vaktiyle burada 'Mangana' adını taşıyan bir saray mevcutmuş. Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunda ve Darphane yanındaki Aya İrini Kilisesi nin yanından Ayasofya'nın altına kadar. Jüstinyen sarnıcı denilen, bir yol uzanır,
Bab-ı Hümâyûndan çıkılınca tarihî III. Ahmet çeşmesi ile Ayasofya müzesine gelinir. Müzenin yan tarafının karşısına düşen Yerebatan Caddesi'nden Cağaloğ-lu'na çıkılır. Caddenin solunda Yerebatan Sarnıcı vadır.
Ayasofya ile Yerebatan arasında vaktiyle Zoksipos hamamları, Ogüsteon Meydanı, gümüşten yapılmış olup 1204 de Latinlerin yağma ettiği Jüstinyen âbidesi. Evdoksiya heykeli bulunurdu. Arkadyüs un eşi Evdoxia'ya ait heykelin kaidesi halen Arkeoloji Müzesi ndedir.
Mustafa Kemal Paşa caddesi: Yenikapı, Aksaray ve Zeyrekten geçerek Atatürk köprüsü ile bitişir. Caddenin Aksaray cihetinde Pertevniyal Lisesi vardır.
Bayezid - Edirnekapı yolu: Bayezid den kalkan tramvaylar Şehzadebaşı ve Fatih üzerinden Edirrnekpı’ya varır.
Dede Efendi caddesinde Vefa Lisesi, İmam - Hatip okulu ve Vefa caddesinde Atıf Efendi kütüphanesi görülür.
Bu havalideki Vefa semti, Fatih devri şeyhlerinden Muslihiddin Mustafa bin Vefanın adını taşımaktadır.
Biraz ileride Bozdoğan su kemerleri bulunur.
EMİNÖNÜ'NDE BÜYÜK DEPREMLER
Osmanhlar zamanındaki en eski zelzele 1489 yılında olmuştur. Can ve bina kaybı hakkında bilgi yoktur. 1509 yılındaki zelzelede ise İstanbul 45 gün aralıklı olarak sallanmıştır. Bu zelzelede minare hiç kalmamış 09 cami ve mescit, 1070 ev büyük zarar görmüştür. Ölü sayısı ise değişik kaynaklarda 3000-5000 arasında gösterilmektedir. Bu zelzelede surların bâzı yerleri, su bentleri de kısmen yıkılmıştı. Sultan İkinci Bâyezîd Han çıkardığı bir fermanla Anadolu sancaklarından 37.000, Rumeli sancaklarından 29.000 kişiyi İstanbul’a getirtmişti. Bunların başına verilen 3000 usta ile iki ay içinde yıkıntılar temizlenmiş, surlar, hisarlar ve evler yeniden yapılmıştı.
-
28 Haziran 1648 günü akşamdan önce olan büyük zelzele içi zamanın meşhur târihçisi Nâimâ "Nice haneler ve ocaklar ve minare külahları yıkıldı, benzeri bu asırda görülmemiştir demektedir.
-
11 Temmuz 1690 gecesi akşam namazından sonra meydana gelen zelzele birkaç gün devam etmiş, Topkapı surları dâhil İstanbul’da pek çok yapı zarar görmüştür.
-
24 Mayıs 1719 günü saat beş sıralarında meydana gelen zelzele üç dakika sürmüş ve büyük tahribat meydana gelmiştir.
-
3 Eylül 1754 günü hava karardıktan sonra iki dakika süren zelzele aralıklarla beş, altı gün devam etmiştir. Pek çok binânın yerle bir olduğu bu zelzelede, Fâtih ve Bâyezîd câmilerinin kubbeleri çatlamış, pâdişâhın emriyle bunlar ve diğer harap olan binâlar derhal tâmir edilmiştir.
-
23 Mayıs 1766’da Kurban Bayramı nda olan zelzele iki dakika kadar sürmüştü. Aralıklarla üç ay kadar devam eden sarsıntılardan İstanbul bir taş yığını hâline gelmiş harâbeye dönmüştü. Fâtih Câmii, Kapalı Çarşı, Baruthâne, Saraçhâne, Tophâne, Yeniçeri kışlaları, Saray-ı Hümâyun ile surların bâzı yerleri yıkılmıştı.
-
10 Temmuz 1894'te öğle üzeri meydana gelen zelzele çok büyük hasara sebep oldu. Kapalıçarşı, Bitpazarı, Çadırcılar, Yağlıkçılar, Yeniçeriler Çarşısı, Bodrum ve Kellekesen Hanları, Uzunçarşı, Tahtakale, Kutucular, Kantarcılar baştan başa yıkıldı. Bir kısım câmilerin harap olduğu, Gdikpaşa, Kadırga, Kumkapı, Yenikapı, Langa ve Samatya’da yüzlerce evin yıkıldığı bu zelzelede pek çok insan öldü. Sultan İkinci Abdülhamid Han yaralıların tedâ-visi, çadırların kurularak halka ve muhtaçlara yardım edilmesini emretmiştir. Bunların yanında saray mutfağı halka ekmek dağıtmak üzere seferber olmuştur.
Hatıralar...
ASIL İSTANBUL EMİNÖNÜ SINIRLARI İÇİNDEDİR... SARAYBURNU'NDA KURULAN İLK İSTANBUL’ ŞEHRİNİN EFSANEVÎ TARİHİ
endilerine havası, suyu, toprağı iyi bir yer arayan Megara-hlar, Delf kâhinine giderek:
-"Peder, biz artık buralarda yaşayamıyoruz. Bize yaşayacak bir memleket göster, demişlerdi.
-"Siz, körlerin memleketi karşısındaki yere gidiniz. Orası, yer yüzünün en rahat, en güzel yeridir. Orada çocuklarınız gürbüz, siz sıhhatli olacaksınız.
Atina'nın Korent kanalında oturan Megaralılar, kâhinlernin bu sözünden sonra toplandılar, körlerin memleketini aramaya çıktılar. Uzun ve yorucu bir arama ve yolculuktan sonra Sarayburnu'na geldiler. Geceyi burada geçirdiler. Sabahleyin güneş doğup, etraf aydınlanınca, Megaralıların başkanı Vizas, etrafın güzeliğini gördü, sonra sevinçle haykırdı:
-"Yaşasın!...”
Atina'nın Korent berzahına gelen Megaralılar, kâhine sordular:
-"Ne var?”
-"Kâhinin sözü çıktı”.
-"Körler memleketi nerede?”
Vizas, eliyle -şimdiki Kadıköy'ün bulunduğu- yeri göstererek:
-"İşte, dedi.Orası”.
Sonra, Sarayburnu'nu çevreleyen yeşillikleri işaretle:
■"Yeryüzünün bu kadar güzel yerini görmeyerek, karşısındaki yeri beğen-
miş olanlar elbette ki körlerdir. Kâhin de bize "Körlerin memleketi karşısında dünyanın en güzel yerini bulacaksınız!" dememiş miydi?”
Bundan anlaşılıyor ki, İstanbul’u ilk kuranlar Megaralılar'dır. Bu kuruluş, Milattan önce 658'dir.
Megaralılar, Sarayburnu'nda yerleştikleri vakit, Bizas'ın karısı Redelya büyük yararlıklar gösterdi.
İSTANBUL...
TURİST GÖZÜYLE İSTANBUL
Hani kılıcımızın hakkıyla sahip olduğumuz dünyanın cenneti şu koca İstanbul şehrini tarihî yerlerinden ve muteber semtlerinden tutun da dip bucak mahallelerine, sokaklarına kadar tanırım dersem mübalâğa etmemiş olurum. Değme İstanbul uşağı benim kadar İstanbul'u gezmemiş, görmemiştir. Öyle akrabalarım ve dostlarım vardı ki, doğmuş büyümüş Kadıköyü'nden dışarı çıkmamış, hele karşı dedikleri İstanbul'a hiç geçmemişlerdi.
Özellikle
Eski Kadıköylülere ne hacet, biz Harbiye'de iken üstümüzdeki sınıftan Muharrem Efendi Harpul adındaki arkadaşımız üç sene Harbiye'de okuduğu halde Ka-raköy köprüsünden bir adım öteye geçmediğini söylerdi. Bir gün Galata rıhtımındaki Sakız kıraathanesinde otururken karşıdan bütün azametiyle görünen camiin Ayasofya olduğunu söylediğim zaman şaşmış şaşmış da kalmıştı. Hayret ederim bu çeşit meraksız insanlara! Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler...
Sultanahmet ve Ayasofya turistlerin ilgi odağıdır...
Şimdi gelin sizinle beraber İstanbul'un içinde turistler gibi şöyle bir dolaşalım. Evvelâ Köprüden itibaren Eminönü'ne doğru ana caddeyi tâkib edelim. Sağda Bahçekapısı na yakın bir noktada iki katlı minaresiz ahşap bir mescide rast geliriz. Vaktiyle şehrin arpacı dükkânları bu caddede toplandığı için buna Arpacılar Mescidi derler. Caddeye bakan alt kat penceresinden bakınca iki mezar gözünüze ilişir- Bu mezarlardan birinin sahibine Şeyh Ali, ötekine de Geylânî Mehmed Efendi derler. Bunlar İstanbul’un fethinde şehit düşen iki kahramandır ve Akşem-seddîn'in müritlerindendir.
Eminönü’nün her köşesi tarih kokar...
Yolumuza devam edelim. İleride Hamidiye türbesi, Salkımsöğüt’e kıvrılırken de sağda Salkımsöğüt dergâhı, karşısında Rumların ayazması vardır. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali sırasında ‘Yaşasın Venizelos!’ diye bağırmadığından dolayı rıhtım boyunda palikaryalar tarafından süngülenerek şehit edilen Albay Fethi Bey bu dergâhta doğmuş büyümüştür.
Ve bu tarihi mekanlar adım adım dolaşmaya ve gezmeye değer...
Biraz daha yürüyelim. Tıbb-ı Adlî binasını geçtikten sonra Ayasofya'ya çıkan yokuşun başında Zeynep Sultan Camiini görürsünüz. Caddeye bakan hazîresin-de kavuklu, sarıklı, mücevvezeli birçok mezar taşları yükselir. Bunların arasında bir kallâvi taş gözünüzden kaçmaz. Bu, yenilik düşmanı yeniçerilerin gadrine uğrayan Sadrâzam Alemdar Mustafa Paşaya aittir.
Yukarıya doğru yürüyüşe devam edelim. Ayasofya Meydanı karşımıza çıkar, İstanbul'un tarihî yerleridir bu yerler. Solda Ayasofya hamamı ki evrak ambarı olarak kullanılıyordu. Tarihî kıymetiyle mütenasip bir değişiklik yapıldı mı bilmiyorum. Biraz ileride tarihî adıyla meşhur Atmeydanı ve AvrupalIların "Mavi Cami" (Blue Mosque) dedikleri muteşem Sultanahmet Camii, karşısında Bizans'dan kalma, Mısır'dan getirilen dikilitaşlar ve Sultan İkinci Hamide Alman İmparatoru İkinci Wilhelm'in dostluk nişanesi olarak yaptırttığı Alman çeşmesi.
Yukarıya Divanyolu'na çıkın. Sağda Sultan Mahmud türbesin görürsünüz. Bu türbede Sultan İkinci Mahmud, Sultan Abdülaziz, İkinci Abdülhamid, Veliaht Yusuf İzzeddin Efendinin kabirleri vardır. Sultan İkinci Abdülhamid'in ayak ucunda kadınlarından Saliha Hanımefendi medfundur. Türbenin haziresinde vükelâ ve vüzerâ mezarları vardır. Karşısında, meşhur Sadrâzamlardan Köprülü Mehmed Paşanın demir parmaklıklar içindeki kabri. Bu hazîrenin yanıbaşında Fazlı Paşa Camii, karşısında da Bizans'dan kalma Çemberlitaş mevcuttur.
Biraz ileri gidince Atik Ali Paşa, halk arasında Sedefçier Camii denmekle meşhur mabedin bütün cadde boyunca uzanan haziresinde yüzlerce ecdad mezarı, karşısında da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Türbesi ile avlusundaki mezarları görürsünüz.
Daha ileride bugünkü perişan haliyle köstebek yuvasını hatırlatan meşhur Ba-yezid Meydanı ile karşılaşır ve meydanın ağzından: "Ne idim, ne oldum, ne olacağım" sîgasını çekmeden, La havle demeden kendinizi alamazsınız... Sağda İkinci Bayezid'in inşâ ettirdiği ve Amasyalı Şeyh Hamdullah Efendi nin yazılarıyla bir kat daha kıymet kesbetmiş olan Bayezid Camii ve eski Ramazanlarda sergi kurulan meşhur avlusu gözünüze çarpar. Meydanın şimal tarafına düşen bina bugün Üniversite olarak kullanılıyor. Eski adıyla Seraskerkapısı ki, buraya Eski Saray derlermiş.
Üniversitenin önünden yine yolumuza devam edelim. Bu, şehrin en büyük caddesi olup Edirnekapı'ya kadar ve hattâ eski şehâmetli devirlerimizde Belgrat ve Viyana'ya kadar uzanan bir tarihî şehrahdır.
ESKİ EMİNÖNÜ
OsmanlI Döneıni’nde resimdeki gibi görünen Eminönü Meydanı ve Galata Köprüsü çeşitli dönemlerde yapılan düzenlemelerle yeni görünümler kazandı...
İstanbul Kazan Ben Kepçe, Sermet Muhtar Alus, Yayına Haz. Necdet Saka-oğlu, İstanbul 1995, sh. 71-72.
-"Çocukluğumuzda ve gençliğimizde daima yolumuz olan mahud (bilinen) "Cisr-i Cedid" (Yeni Köprü-Galata Köprüsü)’de tam aynı noktadaydı. Gel gelelim iki başında, üstünde, etrafında değişiklikler mi ararsın? Galata tarafında sağın bir kısmı, solun ise kamilen hepsi yıkılmış, cadde iki mislinden fazla genişlemiştir. Bugünkü vapur acenteliğinin bulunduğu binanın yerinde meşhur Aziziye Karakolu vardı. Önünde "rahat dur" vaziyetinde - estağfirullah soluğu kesilmiş halde- iki üç nöbetçi asker... Zabitanı (subayları), ümerayı (üstsubayları), erkân-ı ferâde fe-rade (tek tek) selamlamak mecburiyetindeler... Mülazim-i sâni’den (teğmenden) binbaşıya kadar "has dur!"; üst tarafına "selam dur!". Biri koltuk hizasından ve yandan, öbürü cepheden. Mafevkınki (üstünki) maduna (asta), madununki (astın-ki) mâfevka (üste) katiyen olmaz.
Köprünün Eminönü cihetinin bugünkü ve yarın daha da artacak ferahfezalı-ğına (açıklığına) doyamıyoruz. O vakitler dünkü hâlini bile arama... Sirkeciye giden yol tarafı atlı tramvayların, kira arabalarının, sütçü beygirlerinin durak yeri. Gerisi barakalar, kulübeler, çadırlar... Sabahları zerzevat pazarı, o dağıldıktan sonra kavun karpuz sergileri ve gırtlağa dair seyyar satıcılar: Köfteciler, kuskus-çular. aşureciler, muhallebiciler... Altında saatçi mağazası bulunan han yok. Ama öne doğru daha taşkın, sokak dar. Yıkılan Selanik Bonmarşesi'nin sırasında dar yüzlü, kat kat, kârgir binalar... O sefer taslarında dişçi Bonife. doktor Kokolatos, terzi Filanidis, komisyoncu Falanoplos..".
ASIL İSTANBUL
Asıl İstanbul Avrupa yakasındadır. Asıl İstanbul’un güneyi, Marmara denizine bakar.
Asıl İstanbul’da başlıca şu caddeler göze çarpar:
Önce, doğudan batıya doğru:
-
a) Divanyolu - Yeniçeriler caddesi. Bu cadde Bayezid meydanına ulaşır. Sonra. batıya doğru şöyle uzanır:
Vezneciler - Şehzdebaşı caddesi - Fevzipaşa caddesi.
-
b) Bayezid meydanından sonra Ordu caddesi. Bu cadde, ileride başlıca iki kola ayrılır: Vatan caddesi ve Millet caddesi. Ayrıca, güneyde Kocamostafapaşa caddesi vardır.
Asıl İstanbul'un kıyıları boyunca uzanan şu caddeler de önemlidir: Marmara kıyısı boyunca giden Florya kıyı yolu (Kennedy Caddesi) ve Haliç boylarında uzanan cadde.
Eminönü Plânına bakınca şu yerler ya da semtler göze çarpar:
Eminönü Merkez, Sirkeci, Çarşıkapı, Kumkapı. Bayezid, Aksaray, Küçükpa-zar, Yenikapı.
Eminönü Galata köprüsü’nün güneyindedir. Eminönü Meydanı çok canlı bir yerdir. Yüzlerce taşıt aracı; binlerce insan. Arı kovanı gibi, işine gücüne giden insanların, sık adımlarla ilerledikleri görülür. Otomobiller, otobüsler durmadan insan taşır.
Eminönü Meydanı nın bir kenarında güzel bir eser vardır: Yeni Cami. Yeni Caminin avlusunda güvercinler uçuşur. Bu cami XVII.yüzyılda yapılmış.
Ankara Caddesi’nden Cağaloğlu'na giderken, Vilâyet Konağı göze çarpar. Bu yapının eski adı BabIâli'dir.
Osmanlı döneminde
Yeni Cami önü.
(Abdeshane)
Bir taşına bütün acem memleketinin feda edilebileceği, cihanı aydınlatan güneşle tartılabilecek bu şehri, iki deniz arasındaki bu yekpare mücevheri, İstanbul'u sevmek, vatanı sevmek, tarihî sevmek, sanatı sevmek, tabiatı sevmek, kısaca sevmektir.
Yeni Caminin biraz ötesindeki Mısır Çarşısı ilginç bir yerdir. Mısır Çarşısı kapalı bir çarşıdır. Burası da Yeni Camiyle yaşıttır.
Eminönü'den sonra Sirkeci gelir. Sirkeciden güneye doğru Ankara Caddesi uzanır. Ankara Caddesi, kitapçıların toplu bulunduğu yerdir.
Vilâyet konağı tarihi bir yapıdır. Eski adı BabIâli'dir. Babıâli, yüksekkapı anlamına gelir. Osmanlı Devleti zamanında sadrazam, vezirler (nazırlar) burada çalışırlardı.
Vilâyet Konağının biraz ilerisinde, Millî Eğitim Müdürlüğü binası vardır. Oradan, hemen sola sapan caddenin adı, Kızılay Caddesidir. Bu cadde üzerinde çok ilginç, tarihsel bir yer olan Yerebatan Sarayı vardır. Yerebatan sarayı, bir Bizans eseridir. Vl.yüzyılda, İmpartor Jüstinyen yaptırmıştır.
Kızılay Caddesi, iki büyük caddenin birleştiği bir köşede son bulur. Buradan, kuzeye doğru Alemdar Caddesi uzanır. Batıya doğru da Divanyolu. Alemdar caddesiyle Divanyolu’nun birleştiği bu köşeden doğuya doğru bakılınca çok değişik bir manzara görülür. Bu iliginç bölge İstanbul'un doğu kesimidir. Burada, tarih-i bakımdan çok değerli eserler ve anıtlar vardır.
Sultanahmet Camii, Ayasoiya Camii, Topkapı Sarayı buradadır.
İSTANBUL'U SEVMEK
Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin akıllara durgunluk veren ve Peygamber Efendimizin müjdelediği bir fetihle Osmanlı mülkü haline getirdiği İstanbul şüphesiz dünyanın en güzel, en harikulade şehridir. Şair Nedim kasidesine onu şöyle anlatıyor:
Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihantâb ile tartılsa sezâdır
Bir taşına bütün acem memleketinin feda edilebileceği, cihanı aydınlatan Güneşle tartılabilecek bu şehri, iki deniz arasındaki bu yekpare mücevheri, İstanbul'u sevmek, vatanı sevmek, tarihi sevmek, sanatı sevmek, tabiatı sevmek, kısaca sevmektir. İstanbul, sokaklarında başıboş dolaşırken bile insana mutlaka ayrı bir kültür, ayrı bir güzellik duygusu, ayrı bir coşkunluk verir, üst üste değişen manzaralar baş döndürür. Camiler, türbeler, medreseler, çeşmeler, sebiller, gün görmüş çınarlar, çılgın erguvanlar, bembeyaz - pespembe manolyalar, güvercinler, martılar, sandallar, nereye bakarsanız bakın sarhoş gibi olursunuz. Kabristanlara bakın. Hayatla olum ıç içedir. Evlerin önü sarıklarıyla, kavuklarıyla eski bir mezarlık. Bir kadın yıkadığı çamaşırları iki tarihî mezar taşının arasına asmış!... Belki biri paşa öteki de kaptan-ı derya!... Çocuklar belki de vezirlerin, yeniçerilerin, gözdelerin, arasında saklambaç oynuyorlar!... İnsanı dehşete düşüren ölüm İstanbul’da munistir.
Hakikî bir İstanbullu, nadiren yetişen insanlardan biri olan ama sessiz ve gölgede yaşayan muhterem Nuri Ar-lasez Beyefendi adına Süleymaniye Kütüphanesinde kütüpaneye hediye ettiği Kur'an-ı Kerimlerle, fevkalâde kıymetli eski kitaplarla, yazmalarla, Hilye-i şeriflerle daimî bir sergi açılmış. Nuri Arlasez bir mektubunda ölümden şöyle bahsediyor:
' Ölüm hâdisesine hikmetin ışığı altında bakılabildiği nisbette ölüm ile hayatın birbirini tamamladığını anlıyoruz. Biz dünyanın hikmet kitabını ters ve yanlış okuduğumuz müddetçe de kıymeti sadece hayata veriyoruz ve bu mübarek, kurtarıcı ölümün kıymetini bir türlü idrak edemiyoruz. Ölüm olmasaydı bu hayat çekilebilir miydi?"
İstanbul'da sokak ve mahalle isimleri bile başkadır: Âdem Baba sokağı, Ahımşahım sokağı, Akılhocası sokağı, Allâme sokağı, Amcabey sokağı, Aslanyatağı sokağı, Ayrılıkçeşmesi sokağı, Bağrıyanık sokağı. Başıbozuk sokağı, Beyciğim sokağı, Bıyıklı Hüsrev Sokağı, Bozuktulumba sokağı, Bülbülyuvası sokağı, Curcuna sokağı, Çaçaron sokağı, Çalarsaat sokağı, Çarşaflıhanım sokağı, Çavuşkuşu sokağı, Çiftekumrular sokağı, Çıksalın sokağı, Çınçınlı-çeşme sokağı, Dîni bütün sokağı, Eşrefsaati sokağı, Fırıldak sokağı, Gelinalayı sokağı, Gülbeşeker sokağı, Hare-mağası sokağı, Hazırcevap sokağı, Nan-ı Aziz sokağı, Nurtanesi sokağı, Okumuş adam sokağı, Pazarkayığı sokağı, Pürtelâş sokağı, Sümbül Efendi sokağı, vs.
Velhâsıl garip bir şehirdir İstanbul, içinde her gün yaşansa bie sevmeye doyamayacağım endişesiyle ve telaşıyla yaşanan bir şehir.
GEDİKPAŞA TİYATROSU
Kuruluşundan beri tiyatromuzun halledilemeyen başlıca dâvasının telif eser meselesi olduğunda bu sanatla yakından ve uzaktan alâkadar olanlar umumiyetle müttefiktirler. Fakat yazık ki bu ittifakta bu hakikati teslimden ileri gidilememiş, evvelce bu vadide yapılanlar tetkik edilerek yapılması lâzım gelen hususlar tespit edilememiş, velhâsıl davanın hâl çareleri esaslı olarak araştırılmamış veya bulunamamıştır.
Bu satırları yazmaktan maksadım iptida davayı bütün teferruatıyla ortaya koymak, sonra da hâl çâreleri araştırmağa ve bulmağa çalışmaktır. Çünkü davanın bütün safahatı aydınlanacak olursa hal çaresi de kendiliğinden meydana çıkacaktır kanaatindeyim.
İlk telif eserlerin ne şartlar dahilinde vücuda getirildiğini öğrenmek için onları temsil eden tiyatronun ne zaman ve nasıl kurulduğunu bilmek lâzım gelir. Ben de bu zaruret dolayısıyla iptida ilk telif eserleri temsil eden Güllü Agop Tiyatrosundan bahsedeceğim.
Filhakika Güllü Agop'tan evvel de Türkçe temsiller verilmiş ise de onları burada zikre imkân göremiyorum. Çünkü meselâ Dolmabahçe Tiyatrosunda Türkçe bir temsil verildiğini biliyorum. Fakat oynanan oyunun telif mi, tercüme mi olduğunu öğrenmek kabil olmadığından onu hesaba katamıyorum. Naum Tiyatrosunda Abdülhamid in huzurunda temsil edilen "Don Gregoryo'ya da tercüme bir eser olduğundan burada yer veremiyorum. Arkası gelmeyen bu gayretleri ve buna benzerlerini bertaraf ederek Türkçe temsiller veren bir tiyato kurmuş, hattâ bunun fiilî imkânlarını temin etmiş olmak için on sene müddetle suflörle Türkçe oyun oynamak imtiyazını almış olması sıfatıyla doğrudan doğruya Güllü Agob’u ve tiyatrosunu ele alıyorum.
Güllü Agop 1867'de Ermenice temsillere başladıktan sonra, galiba Karabet Papasyan adlı bir zatın teşvikile Türkçe temsiller vermeğe hazırlandı. Esasen daha geniş bir seyirci kütlesine hitap edebilmek, menfaati bakımından da çok cazipti. Aynı sene içinde faaliyete geçerek Sezar Borciya adlı eseri Türkçe olarak temsil ettirdi. Ruz-name-i Ceride-i Havadis" bize bu malûmatı vermektedir:
dîreklerarasi
Direklerarası adındaki direklerin hangi direkler olduğunu Mahmud Yesari açıklamıştır, bir yazısında:
"Tramvayımız Veznecilerden kalktı ve Sebil'in önünde durdu. İnelim. Sağda, İstanbul un bu yakasında apartman adıyla ilk anılan "Letâfet Apartmanı"nı geçince Direklerarası başlar. (...)
ÇARŞILAR - BEDESTENLER - HANLAR -
OSMANLI KAPISI -YANGINLAR -
ABDÜLMECİD'İN KIZLARININ NİŞANI VE
SARAY DÜĞÜNLERİ - SULTAN HANIMLARIN EŞLERİ.
Büyük çarşılar İstanbulun en eğlenceli yerlerinden biri itinalı ve renkli bir tasvire değer çekicilikte görünüyor.
Doğu nun bütün çarşıları, bilhassa binaları aşağı yukarı birbirine benziyor. Bizim gezip gördüğümüz çarşı, büyük ve kapalı bir çarşıydı. Kubbesindeki küçük camlardan süzülen hafif ışığın aydınlattığı sokakları, burayı ilk defa gezen bir yabancının kolayca kaybolacağı kadar karışık. Canlı, hareketli, devamlı bir pazar yeri gibi. Doğunun, Batinın her çeşit ticareti, el sanatı, burada ayrı sokaklarda, aynı bölümlerde kümelenmiş. Turist, paşa ile yanyana. Her çeşit insan birbirine karışmış, ama bütün bu görünüş sanıldığı gibi insanı şaşırtmıyor. Çarşıda bulunanların çoğu Türk. Gürütücü değiller, konuşurken de seslerini yükseltmiyorlar. İlk bakışta, elbiselerin çeşitliliği ile renklerin göz alıcı kıpırtısı dikkati çekiyor. Bazı ülke insanlarının resmini yaparken, palete biraz gri ile bir parça da siyah koymak yeter. Doğulular bu renklerin hiçbirini kullanmıyorlar.
Çarşının kıvrılarak, dönerek uzayan yollarında çeşitli ülkelerden gelmiş çok değişik insanlar geziniyor. Sırtına koyun postu geçirmiş dağdaki insandan, Avrupa'nın en açık renklisinden en kara derili zenciye kadar her ırktan adam var. Bütün bu karışıklık içinde kimin kim olduğunu önce anlamadım. Bu çarşı gezmesine katılan baş tercüman M.Outrey hiç yanımdan aynlmıyordu. Onun yardımıyla, bir müddet sonra, gelip geçenlerin hangi milletten olduklarını biraz anlamaya başladım. Meselâ Yahudi, Ermeni'den, ayakkabısına bakarak ayırt ediliyordu. KafkasyalI esir tüccarının yüzü zarifti, göğsü silâhlarla doluydu, incecik belini yeşil çuha elbisesi sımsıkı sarıyordu. Mat ve yanık teniyle bir Suriyeli; uzaktan duyulan kokusu, astragan kalpağı ve omuzuna attığı halılarıyla bir îranlı. Nasıl söyleyeyim? Her çeşit insan vardı. Dağlı olduklarını hissettiren yürüyüşleri ve orijinal kıyafetleriyle gururla gezinen Arnavutları hayranlıkla seyrediyordum.
Çok şükür daha hâlâ sarık vardı. Büyük haremlerden çıkan kadınları görmek de benim için zevkti. Bu kadınlar sanki gözleriyle sorup söylüyorlar. Kalabalık içinde renk renk ferâceleri ve bembeyaz yaşmaklarıyla çiçeklerden farksız geziniyorlar. Ayakkabıları nedense onlara adımlarını sürükleyen bir eda veriyor. Aralarında ince ve boylu olanları da yok değil. Harem kadınları, bedestenlerde, işlemeci ve mücevhercileri seyretmeyi tercih ediyorlar. Çarşıya, daha çok, eğlenip vakit geçirmek için gidiliyor. Güzel Türk kadınları uzun zaman çarşıda geziniyor.
Türk Yahudi, Ermeni, Rum tâcirleri malları arasına çöreklenmişler. Kasalarının başında, ses çıkarmadan, alış veriş edenleri gözleriyle takip ediyorlar. Geçerken, yaşlı bir halı tüccarı dikkatimi çekti. Kocaman sarığın girintisinde profili olduğundan uzun görülüyordu. Etrafını saran bir sürü eşyanın arasına çömelmişti, hareketsiz duruşu içinde gururlu bir havası vardı. Çubuğu dudakları arasında duruyordu. Gelip geçenleri lâkayıt bir tavırla seyrediyordu. Kumaşları, halıları ellemek, açıp bakmak serbest. Alın, almayın, bu sizin bileceğiniz iş, o sanki satıcı değilmiş gibi hiç alâkadar olmuyor. Ama, iş ciddiye binince, fiyat konusunda çekişmekten geri kalmıyor. Sonunda müşteriyi kendi dediğine ustaca getirmesini biliyor.
Birkaç büyük dükkân var. İçeri girip oturabiliyorsunuz. Buradaki satıcıların tatlı dilliliği insanı sarıyor. Önce kahve ve çubuk ikram ediyorlar, ama bu ikram alıcıyı bağlamış sayılmıyor. Yalnızca bir Şark inceliği. Çarşının en önemli kişilerinden biri Ludovic admda bir tüccar. Dükkânında kıymetli halılar, Çin işi bir sürü eşya ve biblo var. Ona uğradık, birkaç parça şey de satın aldık. Fransa'nın tam yetkili ortaelçisi M. Bourree de bizimle beraberdi. Bana, İran işi el oymas. çok kıymetli bir mürekkep hokkası hediye etti. Kalemlerimi koyabileceğim güzel bir kabım oldu böylece. Şarklılar buna mürekkep koyup, kamış kalemlerini batırarak yazı yaz.yorlarmış, kaşmir kemerlerine sokarak da bellerinde taşıyorlarmış. Bu küçücük eşyanın hiç de rahatsız edici bir tarafı yok.
M.Outrey. alış veriş sırasında alatılmamamız için bize yardımcı oluyordu. Bir seferinde, Ludovic’in M Thouve-mlin beğendiği bir mal için gerektiğinden fazla bir fiyat biçtiğini farketti. Ona hafif yollu bir sitemde bulundu. Lu-o.c pişkin bir adamdı, hiç çekinmeden şu cevab. verdi: "Efendi, hiç bu kadar güzel bir fırsatı kaçırmak olur mu?" Sefir onun bu düşüncesinin doğruluğunu gülerek kabul etti, malı söylenen fiyata almakta da tereddüt etmedi.
Kulağ,m.za gelenlere bak.l.rsa, Ludovic çok zenginmiş. İstanbul'un mesire yerlerinde çok iyi döşenmiş birkaç
evi varmış. Burada zaman zaman neşeli toplantılar ve büyük ziyafetler düzenlermiş. Tanıdığımız pek çok kişinin bu davetlere sık sık gittiğini biliyorduk ama bil-memezlikten geliyorduk.
Mallar çeşitlerine göre ayrı galerilerde dükkânlarda satılıyordu. Bâzan aynı çeşit malın birkaç galeriye de yayıldığı oluyordu. Şarklılar eski usullerine sadakatle bağlı kalıyorlar. Ticaret merkezlerinin şehirlerden uzak oluşu, yolların emniyetsizliği tüccarların bu şekilde toplanıp bir mekân içinde birleşmelerne sebep oluyor şüphesiz.
Bir de Mısır Çarşısı var. Girişte insanın adetâ yüzüne çarpan değişik, çeşit çeşit ağır koku, haremleri düşündürüyor nedense. İnsan sanki sarhoş oluyor. Bu koku çarşıya giren herkesin üstüne siniyor. Bütün bu esansların bizim bahçelerimizden gelmediği belli. Türk imbikleri Parisli güzeller için süzmemişler parfümleri. Paris'in zarif kadınları amber ve pastil şekeri yerine, Parma menekşesi ile süsen çiçeği kokusunu severler.
Gül esansını bu ülkede çok seviyorlar. İzmir'den geliyor, küçük yaldızlı şişelerde satılıyor. Nefis kokusu ile daha ağır kokulu esansları hafifletiyor.
Genç Türk hanımları, esans satıcılarının devamlı müşterisi. Far ve kozmetik gibi her zaman kullandıkları makyaj malzemelerini de bu çarşıda bulabiliyorlar.
Ayakkabının her çeşidini görmek mümkün. Bıçağın ve kesici âletin her çeşidi sergilenmiş. Çubuklar, saraciye, silâhlar vs.
Halı satılan dükkânlar her zaman dolu oluyor. Kürt lıalıları kırmızı fon üzerine desenli. Bursa halılarının görünüşü çok güzel, kalın yün dokuması ile sanki za-
Eminönü, Yeni Cami önü ve Mısır Çarşısı...
Turistlere yönelik
halı, kilim ve
manın aşındırmasına meydan okuyor. Harikulade renklerle dokunmuş ince İran halıları görülmeye değer. Söylendiğine göre bunların dokunduğu yün iplikler birçok defa boyaya batırılıyor-muş. Desenleri keşmir şallarınınkini hatırlatıyor. Kadifeyi andıran bu halılar çok pahalı. En iyi dokuma tezgâhlarının Beyrut'da ve Şam’da olduğunu söylüyorlar.
Şark halıları ancak kısa bir süredir Fransa'da aranır oldu. Beucaire Fuarında birkaç halı sergilenmişti. XIV.Louis devrinde, Şark halısı büyük bir lüks olarak kabul ediliyordu. La Fontaine bir fablinde:
"Bir Türk halısı üstünde..."
der. Aslında XIV.Louis devri Fransız halıcılığının altın çağıydı.
Şarklı, malını kendi çevresinde satmaktan hoşlanıyor. Eski geleneklere bağlı olan tüccarlar sabahın erken saatinde evlerinden çıkıyorlar, gün boyu çubuk tüttürerek dükkânlarında oturduktan sonra, kepenkleri sıkıca kapayarak akşam olunca sessizce evlerine dönüyorlar. Sanki daha iyi bir hayatın hasretini, arzusunu hissetmez gibi durgun, yeknesak bir yaşayış sürdürüyorlar.
İslâm peygamberi, iyi bir tüccarın cennet melekleri arasında yeri olduğ-
unu söylemiş. Eski devirlerde, bizde de eskiden olduğu gibi, esnaf loncaları varmış. O zamanlarda ticaret hayatı daha canlıymış.
ülkemizin kültürünü yansıtan hediyelik eşyaların satıldığı bir çarşı olan Arasta Çarşısı...
Türkiye nin anlayışı ve gelenekleri, kadınların ticaretle uğraşmalarına veya
başka herhangi bir işte çalışmalarına müsaade etmiyor. Fakir ve ihtiyacı olan ka
dınların ise parmakla sayılacak kadar az bir miktarı evde olmak şartıyla kazanç getirebilecek ufak tefek işler yapıyorlar. Türk evlerinin hemen hepsinde evin hanımına yardımcı olan bir halayık var.
İstanbul'da çarşılardan başka, her biri sekiz kubbeli iki de bedesten var. Tüccarlar ile halktan kişiler, yolculuğa çıkarken, kıymetli eşyalarını vukubulacak her çeşit zararlı olaydan korumak için buralara emanet bırakıyorlar. Bu ülkelerde yangın çok sık görülen bir olay.
Doğudaki hanların yapısı manastırlarınkini andırıyor. Geniş, kare biçimindeki avlunun ortasında bir havuz ve büyük bir çeşme var. Bahçeyi çevreleyen kemer-
ler altında, duvar boyunca oda kapılan sıralanıyor. Aynı büyüklükte olan altıyüz odanın hepsinde birer ocak var. Kemerler, üst kattaki aynı sayıdaki odanın açıldığı uzun koridoru taşıyor. Bu hanlarda çoğunlukla tüccarlar kalıyor. Binalar taş yapısı. Yatak, birkaç örtü, halı ve yastıklarıyla han odaları, yolcuların rahat ettikleri, dinlendikleri bir yer.
İstanbul'da bütün vekâletlerin ve ilgili dairelerin toplanmış bulunduğu yere Bâb-ı Âli deniliyor.
Buraya bu ismin verilmesi eski bir Arap ve Yahudi geleneğine kadar dayanıyor. Eski devirlerde, Araplarla Yahudiler mahkemelerini şehir kapısına kurarlarmış. 1238’de Magripli bir hükümdar, mahkeme yeri olarak kullanmak için Elham-ra Sarayı nın büyük kapısını yaptırmış.
Osmanlı İmparatorluğu’nun başta gelen mahkemelerinin toplandığı bu yere bu ismin verilmesi çok uygun düşmüş denilemez, zira büyük salonların girişinde kapı yerine yalnızca perdeler var. Divan diye anılan yer ise vezirlerin toplandıkları büyük salon. Bu isim, buraya tam manâsıyla uyuyor. Doğu'dâ, fakirin de, zenginin de vazgeçemediği divan burada baş köşeye kurulmuş. Ondan başka da oturacak yer yok.
En mühim ve muhteşem toplantı çarşamba günleri bu salonda yapılıyor. Sad-rıâzam, toplantıyı, yüksekçe bir kürsüden idare ediyor. Eski devirlerde, padişah, kürsünün arkasındaki kafesli bölümde oturur, imparatorluğunda adaletin nasıl tecelli ettiğini görür, seyredermiş. Sadrıâzamın kürsüsünün arkasındaki duvarda padişahlardan birinin bir sözü okunuyor "Bir saatlik adalet, yetmiş yıllık duadan hayırlıdır."
Girişteki duvarın üstünde ise: "Allah işlerinin başından ayrılmayan kişiyi esirger" diye yazılmış.
Her milletten çeşit çeşit insan. Rumlar, Ermeniler, hattâ kadınlar, yüksek sesle şikâyetlerini bildiriyorlar, müdafaalarını rahatlıkla yapıyorlar. Kadılar hepsini teker teker aynı dikkat ve sabrla dinliyorlar, herhangi bir karışıklığa müsaade etmiyorlar. Her kadı/hâkim kendi mevzuuna giren davayı ele alıp hükme bağlıyor.
MERASİMLER
Padişah, kılıç kuşanmak için Eyüp Camiine gelirdi. Haliç üzerinde uzanan ve Galata'yı İstanbul'a bağlayan köprü görülebilecek en enteresan ve en eğlenceli yerdi. Burada hiç bitmeyen bir hareket, her cinsten insanın sonu gelmez bir gidiş gelişi var. itişerek yürünüyor, fakat ne bağırış var, ne de kavga. Her geçen on para ödüyor. Bu belki çok az birşey ama, toplandığı zaman Osmanlı hâzinesi için, küçümsenmeyecek bir gelir oluyormuş.
Bu kalabalıkta garip bir koku var. Söylendiğine göre her milletin kendine has bir kokusu varmış ve bu kokudan tanınırmış.
Türklerle Ermeniler tütün kokusu ile keskin Arabistan esanslarına bürünüyor. Yahudi, sefil kıyafeti içinde yağ kokuyor. Acemin kokusu ise çok keskin. Deve tüyünden yapılmış halılarla her çeşit esansın satıcısı olan bu adamlar, insanın yanından geçince bir süre, bıraktıkları kokunun nahoş tesiri devam ediyor. Biz AvrupalIların da kendimize has bir kokumuz vardır şüphesiz. Çinlilerin dediğine gö-
re kokumuz öylesine yavanmış ki insanın midesi bulanıyormuş. Ben bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Çinlilere benzemenin şart olduğunu sanmıyorum.
İstanbul'da padişahın sarayına giden geniş yollar var. Bizans devrinde bunların iki yanı heykellerle süslüymüş.
Sultanların sarayları, nazırların konaklan, medrese, şifahâne, hamam, çeşme, kervansaray gibi elemanlarıyla tam bir külliye teşkil eden câmiler; renkli tahta evler yığını arasında asil bir şehir manzarasında görünüyor.
Türkler ilgisiz belki ama, yıkıcı değil. Camileri, hamamları ve çeşmeleri itina ile koruyorlar. Ama bunun yanında Justinyanüs ya da Konstantin devrinin birçok eseri yok olmuş veya yıkılmış. Su kemerleri ile Binbirdirek sarnıcı yok olan birçok Bizans şaheseri arasında ayakta kalabilmiş.
Binbirdirek Sarnıcı İstanbul'un geçmişteki ihtişamı ile Bizans’ın üstün zekâsının ve İmparatorların cömertliğinin bir sembolü gibi.
Hipodromun arkasında bulunan Binbirdirek sarnıcında eski devirlerde üstüs-te üç sıra direk varmış. Ama su, yılların biriktirdiği toprak ve kalıntılar bunların çoğunu örtmüş. Şimdi sadece 225 tanesi kalmış. Bu muhteşem sarnıç o devirde halka açıkmış. Uzunluğu 190, genişliği 70, yüksekliği 42 ayak olan sarnıcın muhteşem bir görünüşü varmış. Duvarların kalınlığı 9 ayakmış. Kiremitle örtülü kubbesini, başlığı vazo şeklinde olan, 225 sütun taşıyormuş. Bu sarnıç hesaba göre 1,258,000 metreküp su ile doluymuş. Büyük Teodosyüs devrinde yapılmış. XVI.yüzyıl yazarlaından olan Pierre Gilles, sarnıcın damında birçok ev bulunduğunu. bu evlerin kuyularının suyunun sarnıçtan geldiğini, bunun böyle olduğunu ise hiç kimsenin bilmediğini yazar.
İstanbul da başka sarnıçlar da var. Ama hiçbiri bu kadar büyük ve ünlü değil, İstanbul'un her yerinde su bulunuyor. Hepsi de çok lezzetli. Kanunî Sultan Süleyman, padişahlar içinde, İstanbul a en çok bina yaptırmış ve eski eserleri en iyi korumuş olan padişah. Söylendiğine göre onun devrinde zengin kişilere ait yüz saray varmış. Bunların yanı sıra 125 medrese, 12 imparatorluk kütüphanesi, 500 çeşme, imaret ve şifahaneleriyle de 346 cami varmış.
İyilikseverlik, Şarkın en büyük meziyetlerinden biri. Eski sarayın ilk bahçesinde imparator Konstantin'in annesinin yaptırmış olduğu Aya İrini Küsesi var. Yaşlı imparatoriçe ayrıca bir öksüzler ve yaşlılar evi de yaptırmış.
ESKİ SARAYDAN YENİ SARAYA VÂLİDE SULTAN ALAYLARI
Padişah annelerine Vâlide Sultan denilirdi. Oğlu vefat eden Valide Sultanlar Eski Topkapı Sarayından Eski Saray'a yani bugünkü İstanbul Üniversitesi Merkez Binasının bulunduğu yerdeki saraya gönderilirdi. Vâlide Sultan'ın bir yere gidişinde merâsim yapılırdı. Bilhassa Eski Saray'dan Yeni Saray'a büyük bir merasimle gidilirdi. Bu merasime "Vâlide Alayı" denirdi.
Bu alaylardan bazıları kitaplara konu olmuştur. Sultan Üçüncü Osman'ın annesi Şehsüvar Valide Sultanın, Sultan Üçüncü Selim'in annesi Mihrişah Sultanın, Sultan ikinci Mahmud'un annesi Nakş-ı Dil Sultanın, valide alayları oldukça ihtişamlı olmuştur.
Bu alanlarda protokol sırası şöyleydi: Önde, Divan çavuşları, Mirâlem, Kapı-cıbaşılar, Şikâr Ağaları, Haremeyn hizmetlileri. Sultanların kethüda ve evkaf mütevellileri, harem ağaları, Valide kethüdası ve Dârüssaâde ağası yürür, müteakiben Valide Sultan'ın perdeleri örtlü tahtırevanı veya arabası gelir. Arabanın etrafında peykler, solaklar ve musahip ağalar bulunurdu. Valide Sultan'ın arabasını, Yeni Saray'a nakledilen câriye ve sultanların arabaları takib ederdi. Bâb-ı Hümayuna varılınca, alaya memur kimseler ayrılır, sadece Dârüssaade ağası, baltacılar ve Enderun hizmetlileri kalırdı. Padişah ise, kâfile, Has fırın'ın önüne varınca, istikbale çıkar ve el öperek, Enderun'a kadar annesine refakat ederdi. Vâlide Sultan, sarayda Vâlide Sultan yeri denilen daireye yerleşirdi.
Yeni Saray'a yani Topkapı Sarayına yerleşmesini müteakip Valide Sultan, bir hükm-i şerif ile durumu veziriazama bildirir, kendisini samur kürk ve murassa hançerle taltif ederdi. Ayrıca Şeyhülislama da kürk gönderirdi.
BİR BAŞKA İDİ EMİNÖNÜ'NDE ESKİ RAMAZANLAR...
OsmanlIlarda Ramazan-ı Şerifin ilanı hayli zevkli bir iş olurdu. Ramazan ayının başlama günü İstanbul Kadılığı tarafından tesbit edilirdi. Bu tesbit yani Rü'yet-i Hilal denilen, ayın görülmesi ile oruca başlanırdı. Ayın görülmesinin tesbiti için İstanbul Kadılığı tarafından memurlar vazifelendirilirdi.
Şaban-ı Şerifin 29. günü Hilâl gözlenmeye başlanır, eğer görülmezse Şaban ayı 30 gün kabul edilir ve bu otuzuncu gün "yevm-i şekk” yani şüpheli gün diye kabul edilirdi.
Kadılığın tayin ettiği memular Hilali gördüklerine dair şehadette bulunurlar ve en az iki kişinin şahitlik etmesi ile de Ramazan-i Şerif ilan edilirdi. Şaban ayının 29. günü Şeyhülislam kapısında toplanılır ve burada gelen şahitler çok titiz bir şekilde sorgu ve suale tabi tutulur ve kesin kanaat hasıl olunca mahkemenin sicil kaydına yazılırdı. Diğer bir ilam da yazılarak Sadrazam ve Padişaha gönderilir ve Ramazan-ı Şerifin başladığı bildirilirdi.
Bu sırada, Ramazan-ı Şerifin girdiği tesbit edilince Süleymaniye Câmii minaresinde hazır halde bulunan kandilciler, kadılıktan gelecek işareti beklerlerdi. Ra-mazan'ın girdiği resmen yazıldıktan sonra hemen orada hazır bulunan Mahyacı-başı büyük bir neşe ile eline kandili alarak Şer'iye dairesinin binek taşına çıkar Süleymaniye Câmii minaresinde bulunan kandilcilere elindeki kandille işaret eder ve onlar da hemen minarenin kandillerini yakarlardı.
Süleymaniye Câmii'nin kandillerinin yandığını gören diğer camilerde de kandiller yanar ve bu suretle herkes Ramazan ayının girdiğini anlardı. Bu sırada diğer bir duyurma merasimi de bekçilerin davulla Ramazan ı ilân etmesiyle olurdu. Davulcular, burada hazır bulunur ve haberi alır almaz mahallerine varırlar ve ilk gün manileriyle bunu ilan ederlerdi. Davulcular ekseriya şu manileri söylerlerdi:
Besmeleyle çıktım yola
Selam verdim sağa sola
A benim devletli beyim
Ramazan-ı şerif hayır ola
Bir Ramazan Gecesi’nde
Eminönü...
Hak'dan bize geldi ihsan
Müşkil işler oldu âsân
Bu gecemiz ihtidadır
Ey mâh-ı sultan merhaba
(Cenab-ı Hak'dan bize hediye geldi, bütün zor işler hal oldu, bu gecemiz birinci gecedir, ayların sultanına merhaba)
Bize geldik, size geldik İnci mercan dize geldik Başlar tacı iki gözüm Arz eyledik size geldik
Bekçiniz kapıya geldi
Cümlenize selâm verdi
Darılmayın iki gözüm
Bahşişin almaya geldik
Bu aya sultan ayı derler
Kaymak ile baldan yerler
Ezelden âdet kılınmış
Davulcuya bahşiş verirler
Sultan Dördüncü Murad Han, Bağdat'ı fethi sırasında son gülleyi atan topu Topkapı Sarayına yerleştirmişti. Bu top buraya yerleştirildiği 1639 senesinden beri daima hazır bulunur ve sene içinde yalnız Ramazan-ı Şerifin ilânında ateşle-nirdi. Süleymaniye Camii mahyaları yanınca, Topkapı Sarayında bulunan bu top da üç defa ateşlenirdi.
Devlet daireleri Ramazan ayında daha müsamahalı olurdu. Sabah öğlene doğru çalışma başlar ikindiye varmadan daireler kapanırdı. Mevsimlere göre halkın ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde düzenlemeler yapılır, icap ederse iftardan sonra da mesâiler yapılırdı. Okullar, mühendishaneler tatil edilir, isteyen sılaya gider, bayramdan sonra dönerlerdi.
RAMAZAN I ŞERİF İÇİN YAPILAN
MADDÎ VE MANEVÎ HAZIRLIKLAR
Ramazan ayı yaklaştıkça, şehirlerde ve köylerde muazzam bir telaş başlar, herkes kendi imkanı nisbetinde bu mübarek ayı karşılamaya hazırlanırdı. Başta Topkapı Sarayında bulunan devlet merkezi, şehir emanetleri (Belediyeler), Vakıflar, Medreseler, Camiler, Tekkeler-Zaviyeler, imaretler, hayır cemiyetleri, kahveler, sergiciler bu hazırlıkları en yoğun şekilde yaparlardı.
Ramazan'ı Şerife on-beş yirmi gün kala câmi ve mescit şerefelerinde kandiller yerine takılırdı.
MAHYACILIK
Selâtin câmilerinin iki minaresi arasına mahya ipleri bağlanırdı. Bu mahyalar için Evkaf Nezaretinden tenekelerle zeytinyağı gelirdi.
Mahya, câmi minâreleri arasına gerilen ipler üzerinde bulunan kandillerle yazılar yazılmasına denir. Kandil gecelerinde, bayram zamanlarında ve Ramazan-ı Şerif boyunca bu âdet hiç terkedilmedi. Osmanlılar zamanında bu yazılar kandillerle yazılırdı. Bu kandillere kandil avizesi denirdi. Bunların birbirine bağlanmasında ince bir zevk hâkim olur ve câm etrafını müstesna bir hâle getirirlerdi. Kandil gecelerinde câmilerde mahya kurulması Sultan İkinci Selim Han veya Sultan Birinci Ahmed Han zamanında başlar. Sonradan bu usule riayet edilmesine dair de tenbihde bulunulmuştur. Bazı konaklarda ve evlerin önlerinde de kurulduğu görülmüştür. Resmi kayıtlardaki ilk mahya Sultanahmed Câmii nde kurulmuştur.
Selâtin Câmilerinde mahya kurulması emredildiğinde, Eyüb Sultan Câmii minarelerinin arası mahya kurulamayacak kadar yakın olduğu için hemen bu câmi-ye uzak mesafede iki minare ilave edilmiştir.
Üsküdar halkı, biz de mahya isteriz diye müracaatta bulununca, Mihrimah Câmii ne de bir minare ilave edilerek burada da mahya kurulmuştur. Osmanlı Devleti nin muhtelif memleketlerinde mahya kurulmuştur.
Mahya,
Cami minâreleri arasına gerilen ipler üzerinde bulunan kandillerle yazılar yazılmasına denir. Kandil gecelerinde.
bayram zamanlarında ve Ramazan'ı Şerif boyunca bu âdet hiç terkedilmedi.
Osmanlılar zamanında bu yazılar kandillerle
yazılırdı...
Mahyacılar, yazdıkları kurdukları mahyaları yazılarıyla saraya arzeder, beğenilirse bunlar asılırdı. Sultan Abdülaziz Han devri mahyacıbaşılarından Abdüllatif Efendi mahya kurmakta pek mahir birisi idi. Bu zat, hareket eden mahyalar da kurardı. Süleymaniye Camii minareleri arasına üç halat çeker, esas ortadaki halata Unkapanı Köprüsünü ve Azaplar Câmiini kandillerle resmeder, üst halata araba resmeder ve en alttaki şerefeye bağlı olan ipe de balıklar ve kayıklar resmeder, mahya tamam olunca ortada bulunan arabalı ipi gezdirerek burada bir hareketli sahne meydana getirirmiş. Yalnız en üstteki halat sabit olur, zaman zaman balıkları hareket ettirir ve böylece minareler arasında hareketli ve muazzam mahyalar kurardı.
Bu sıralarda haraketli mahya ile bir de minarelerden kandiller uçurtulurdu. Kandil ipi bir kaç yere birden bağlanır ve bu ipler arasında kandiller gidip geldiği için buna kandil uçurtması denirdi. Eski zaman çocukları da bu kandil uçurtmalarını taklit etmişlerdi. Komşularının pencerelerine ipler bağlarlar ikisi arsında kandiller, fenerler hareket ettirerek eğlenirlerdi.
Mahyalarda zaman zaman resimler yapılır, zaman zaman da yazılar yazılırdı. Resimlerde, cami, minare, çiçek, köprü, ay ve yıldız, kılıç gibileri ekseriyette olurdu. Yazılarda ise Ayet-i Kerimeler ve sözler Arabî harflerle yazılırdı. Bazıları şöy-ledir: "Yâ Ramazan", "Maşaallah" "Hüve's-semiu’l-Alîm", "Elhamdülillah", "Legad-câe", "Yaşasın İstiklaliyet", "Safa geldin”," Muhaciri unutma", "Yoksulu unutma", "Hilal-i Ahmeri unutma", "Fakiri unutma", "Leyle-i Kadir', "Bismillah . Yâ Ma-bud”, "Yâ Şafî", "Yâ Kerim".
Mahyacılık bir meslek ve sanat olduğu için bu işi icra edecek olanlar hususi imtihana tabi tutulur ve silsile yoluyla devam ederdi. Mahyacılar bir ay çalışırlar fakat on bir ay maaş alırlardı. Fakat bu on bir ay içinde de kuracakları mahyaları en güzel nasıl yaparım diye yoğun bir beyin enerjisi harcarlardı. Bu mahyacılar Evkaf Nezaretine bağlı Mahyacıbaşı'ya tabi idiler. Camilerde mahyacı odaları bulunurdu. Bu kişiler çırak da yetiştirirlerdi. Mahya kalıpları, kangallar ve her türlü malzemeleri de bunlar saklarlardı.
RAMAZAN I ŞERİF'DE TELAŞLI BİR HAZIRLIK SARARDI ETRAFI...
İftar vakitlerini haber vermek için Bâyezid'de Serasker binası bahçesinin ortasına iki mantenli top yerleştirilirdi. İftar vakti top ateşlenir ve böylece herkes rahatlıkla orucunu açardı. Buna iftar topu derlerdi.
Her zamankinden daha titiz olarak câmiler ve umûmî mekanlar temizlenir, en güzel kokular yerleştirilir, caddeler yıkanır, evlerin camları ve tahtaları yıkanır, so-kalar düzenlenir ve duvarlar boyanırdı. Dükkanlar vitrinlerini düzene koyardı. Davulcular. Ramazan manilerini tazeler ve davullarını hazırlarlardı.
KONAKLARDA BİR BAŞKA TELAŞ VARDI...
Ramazan ayının en telaşlı hazırlığı evlerin ve bilhassa konakların kiler hazırlıkları idi. Konaklarda umumiyetle iki kiler bulunurdu. Bu kilerin birine ince kiler, diğerine kalın kiler denirdi.
Kalın kiler, erkeklerin bulunduğu selamlık kısmında ve vekilharç ağaya emanet idi. İncesi ise haremde ve kahya kadına emanet edilmişti Alışverişler yapılır ve gereken bütün erzak bu kilerlere konurdu. Kalın kilerde daha çok Zeytinyağı, pirine, bulgur, un. fasülye, şeker, makarna, soğan patates, şehriye gibi gıda mad-
deleri bulunurdu. İnce kilerde ise iftariyelik denilen çerezler bulunurdu. İftariyelikler arasında başta zemzem hurma, reçel çeşitleri, zeytin çeşitleri, peynir çeşitleri, pastırmalar, sucuklar, turşu ve kuruyemiş çeşitleri bulunurdu.
Büyük konaklarda Ramazanlık imam bulunur ve namaz arasında okunan dua ve âyetleri okumak için de ayrıca güzel sesli hafızlar getirtilir ve çeşit çeşit yemeklerin yanında güzel sesli hafızlar, mevlüthanlar da orada bulunanlara manevi ziyafetler çekerlerdi.
RAMAZANDA İŞSİZ KALAN HAYIR CEMİYETLERİ
Ramazan-ı Şerif geldiğinde, herkes hayır yapmak için mücadele verdiğinden, hayır müesseseleri çoğu zaman işsiz kalırdı. Başta devlet adamları, zenginler ve hâsılı herkes imkanı nisbetinde hayra koşmaya daha bir başka ehemmiyet verirdi.
Zengin fakir bu ayda aynı nimetlere nail olurdu. Konaklar, kimin olursa olsun, hangi makamın sahibi bulunursa bulunsun istisnasız her akşam mükellef sofralar hazırlatır, mevkiine göre herkes bu sofralara izinsiz dahil olurdu. Konakların kapıları Ramazan boyu açık olur ve hiç kimseye niçin geldin diye sorulmazdı. Hususi davetliler Konak sahibinin bulunduğu üst kattaki sofralara alınır ve akşam namazı yemek öncesi veya sonrasında Harem dairesinde kurulan bir mescidde kılınırdı.
İftara dahil olmuş hususi davetlilerin haricindeki müsafirler yedikleri yemekten dolayı "diş kirası" adı ile yüklü bahşişler de alırlardı. Diş kirası vermek en büyük haslet idi. Bu âdeti yapmak için zenginler yarışırlardı. Diş kirasının mânâsı şudur:" Yemeğini yemiş olan misafire; konağında yemek yiyip, konak sahibinin sevap işlemesine vesile olduğu için teşekküren verilen bir hediye"dir.
Osmanlılar zamanında, Ramazan boyunca aldığı diş kiraları ile, gelecek Ramazana kadar geçinen insanların olduğu kaydedilmektedir. Bazan gayrimüslimler de bu yemeklere iştirak ederler ve diş kirası alırlardı.
Bir çok kişi Ramazan günlerinde evinde hiç yemek pişirmeden geçinir ve kesesini dahi doldururdu.
RAMAZAN I ŞERİF GECELERİ,
EĞLENCELER VE KÜLTÜR FAALİYETLERİ
Ramazan'ı Şerif'de Selâtin câmilerinde ve bilhassa Bâyezid Câmii’nde sergi kurulurdu. Câmi avlusunda küçük küçük barakalar yapılır ve her birine çeşitli mamulleri satan dükkan sahipleri yerleşirdi. Bu kulübelerde, Hereke, Karamürsel dokumaları, kumaşları, Feshâne-i Âmire'nin ürünleri, Mekteb-i Sanayiin mamulleri, İzmir ve diğer illerin pazarlarından getirilen envai çeşit mamuller, Hindistan dan Buhara dan, Bağdat tan, Acemistandan gelen antikalar, taşlar, hediyelik eşyalar, yüzükler, teşbihler ki, Ramazan-ı Şerifte teşbih merakı da halkı epeyce heyecanlandırırdı. Çünkü, altın kamçılı, inci, mercan, ödağacı, aber-zer necef teşbihler bulunurdu. Sergide şekerciler, baharatçılar, kuruyemişçiler de bulunurdu.
Gedikpaşa'da sirk kurulur, burada canbazlar çeşitli oyunlar sergilerlerdi. Halk teravihden sonra buralara pek rağbet gösterirdi.
İstanbul'da Ramazan ayının hareketli geçtiği yerler içinde Direklerarası çok meşhurdur. Veznecilerden Saraçha ne başına kadar ve revakların bulunduğu sıralı direklerin aralarındaki eğlenceler ve kültür faaliyetlerinden dolayı bu mevkiye Direklerarası denmiştir. Burada bulunan dükkanar, câmekanlar, kahveler ve oyun mekanları daha bir canlılık kazanır ve bilhassa Ramazan geceleri buraların müşterileri çok olurdu.
Halkın çokça gezinti yaptığı yerler arasında Lâleli den Aksaray a kadar giden cadde de vardı. Bu cadde o za manlar sıralı dükan ve kahvelerle doluydu. Buradaki kahvelerin hemen hemen hepsinde bir çeşit kültür faaliyeti yapılırdı.
Halkın neşe kaynağı meddahlar, orta oyuncular uygun yerlerde sahne alırlar ve şehrin eğlenmesini sağlarlardı. Çoluk çocuğun zevkle izledikleri gölge oyunları, Karagöz gösterileri de eski ramazanların en buyuk hususiyeti ıdı.
Ramazan Eğlencesi Ramazan Kahveleri İstanbul'da çoğu zaman sahura kadar açık olur ve her bi
rinde çok güzel hatıralar yaşanırdı. Kahve kültürü Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tembel insanların uğrağı haline dönüşmüştür. Halbuki önceleri, buraları birer gayri resmi mektep durumunda idiler. Devrin meşhurlarının bulundukları kahvelerde edebiyat, şiir, sanat, tarih ve daha nice ilim ve kültür sahasında sohbetler edilir, insanlar buralarda manevî bir zenginlik kazanırlardı. Ramazan-ı Şerifin başından itibaren kapanan medreselerin yerine Kahveler, tam bir medrese haline dönüşür, burada herkes nasibine göre bir şeylerden istifade ederdi. Buralardaki sohbetler, kitaplara mevzu olmuş ve kahvelerin isimleri bile günümüze kadar gelmiştir.
Teravihden sonra, konaklarda, kahvelerde uzun uzun sohbetler olur, en ince hususların yanında edebî, dinî ve tarihî bahisler açılırdı. Burada bulunan kibardan, ulemadan, üdebadan veya müverrihinden kimseler bu mevzular ile alakalı uzun uzun nutuklar çekerlerdi. Bazan karşılıklı atışmalı mevzular olur, bazan şiir ve edebiyat konuşulurdu. Divan edebiyatından bahis açıldı mı, Fuzûli’den, Bâ-ki'den. Nef’i'den, Şeyh Galip’den, Nedim'den mısralar okunur, hem kulaklar hem gönüller aydınlanırdı.
Ramazan'da askerî mektepler ve medreseler tatil edilirdi. Medrese talebeleri Ramazanlık adı ile her biri bir yere gönderilir ve gittikleri yerlerde vaaz ve nasihat ederlerdi. Bilhassa köylere gönderilen medreseliler, gittikleri yerlere yeni bir hava ve neşe götürürlerdi. Genç medreseliler, muhtar ve köy imamının nezaretinde her gece bir evde misafir olur, iftarı yapar, daha sonra öğrenmiş olduğu bilgilerle vaaz ve nasihatte bulunurdu.
YAZ AYLARINDA EMİNÖNÜ'NDE RAMAZAN-I ŞERİF
Ramazan-ı Şerifin yaz aylarına denk geldiği zamanlarda açık alanlarda, konakların bahçelerinde ve kırlarda iftar yapmak âdet idi. Buralarda yapılan iftarlar yüzlerce insanı doyuracak şekilde hazırlanır ve iftar sahipleri ne kadar insan gelirse o kadar memnun kalırlardı.
Ramazan-ı şerifin yaz aylarına denk gelmesi ile ortalık biraz daha neşelenirdi. Fakat günün uzun olması sebebiyle de biraz sıkıntı çekilirdi.
Son devir meddahlarından Borazan Tevfik böyle bir yaz ayı ramazanında Erenköyu nden trene biner. Borazan Tevik, hakikaten sıcak bir havada orucu başına vurmuş ve şişman olduğu için de sıcaktan bunalmış bir halde kompartımanın birine yerleşir. Meğer karşısında, eskiden beri tanıdığı biri Sâim (Bu isim aynı zamanda oruç tutan manasınadır), diğeri Âbid (Bu isim de ibadet eden kul manasınadır) isimli iki kardeş oturuyormuş. Bu kardeşlerden biri Borazan Tevfik'e biraz alaylı olarak:
-"Tevfik Bey, Tevfik Bey! der, galiba oruç sizi fena halde sarsıyor".
Borazan Tevfik, halini ele vermeden şu cevabı verir:
-"Ne yapayım, arkadaşlar. Siz iki kardeş vazifeyi taksim etmişsiniz. Bana gelince hem Sâim (oruçlu), hem Âbid (kul olmak) olmak mecburiyetindeyim. Eh, bu sıcakta da bu iki işi yerine getirmek pek kolay değil tabii".
Ramazan-ı Şerifin birinci günü dâima bir acemilik içinde geçer ve herkes ne olduğunun farkına varmaya çalışır. Yemekten içmekten kesilen mideler biraz olsun zahmet çeker fakat ikinci gün artık bunu hissetmez bile.
Akşam iftarına yarım saat kala ev sahibi yemek odasına girer, ayakta durur ve sofraya alınacak müsafirlerini bekler, karşılar ve yer gösterirdi. Herkes yerini alınca, dâire imamı Kur'an-ı Kerim'den aşir okumaya başlar, hazır olanlar sessizce dinlerlerdi.
Vaktin geldiğini bildiren top atılınca imam bitirir ve evvela zemzem içilerek oruçlar açılır, iftarlıklardan alınır ve eğer bulunulan konakta âdet önce akşam namazını kılmak ise hemen namaza geçilir ve ardından tekrar sofralara oturulur ve geniş vakitte yemekler yenirdi.
İftar sofrasında iftariyelik olarak hurma, zemzem, Ramazana mahsus ekmeklerden başka uzun, yumuşak pideler, iftarlık çeşitleri, çörekler, çeşitli meyvelerden yapılmış reçeller, sucuk, pastırma, peynirler ve zeytinler bulunurdu.
Eski ramazanların unutulmaz tarafı hiç şüphesiz iftarlıklarıydı. Küçük küçük kahvaltı tabakları içinde renk renk, çeşit çeşit reçeller, türlü türlü peynirler, zeytinler, sucuklar, pastırmalar, susamlı susamsız simitler, Ramazan sofralarının değişmez güzellikleriydi.
İftarlıkların ardından isteğe göre çorbalar gelirdi. Bu çorbalar en az iki çeşit olup, bazı konaklarda dört-beş çeşit çorbanın ikram edildiği de olurdu. Çorbanın yanında Saraykâri yumurta da meşhurdu. En az üç çeşit tatlı, iki çeşit börek ve bir kaç çeşit hoşaf da sofraları süslerdi. Tatlılar arasında baklava, samsa, revâni. şekerpare, dilber dudağı gibileri vardı.
Halkın çokça gezinti yaptığı yerler arasında
Lâleli'den Aksaray'a kadar giden cadde de vardı.
Bu cadde o zamanlar sıralı dükan ve kahvelerle doluydu.
Buradaki kahvelerin hemen hemen hepsinde bir çeşit kültür faaliyeti yapılırdı...
***
Halkın neşe kaynağı meddahlar, orta oyuncuları uygun yerlerde sahne alırlar ve şehrin eğlenmesini sağlarlardı.
Çoluk çocuğun zevkle izledikleri gölge yunlan.
Karagöz gösterileri de eski ramazanların en büyük hususiyeti idi...
Sultanahmet’te,
Eminönü Belcdiyesi’nce düzenlenen.
Ramazan etkinlikleri sadece Eminönü'nden değil, diğer ilçelerden, hatta
İstanbul dışından da yoğun ilgi görüyor...
Tarih kokan diyaznı ile turistlerin de ilgisini çeken bu etkinliklerde çeşitli
kültür faaliyetler düzenleniyor...
(Nisan 2003)
Yemekten sonra isteyen çıkar isteyen teravih namazına kalırdı. Davetli misafirler umumiyetle ev sahibi ile beraber konakta namazını kılardı. Ramazan da konaklarda makam bilen imamlar ve güzel sesli müezzinler bulunurdu.
Herkes namazını cemaatle kılmaya ehemmiyet gösterir, camiler ve evler namaz için dolup taşardı.
BÂYEZİD KULESİ İFTARLARI
Ramazan-ı Şerifin yaşandığı başka bir mekan da Bâyezid Kulesi idi. Bâyezid Kulesi iftarları diye tarihe geçen bu muhteşem âdet icra edilirdi. Ramazan ayı girince Bâyezid kulesinde iftar yapmak isteyenler önceden kule âmirine isimlerini yazdırırlar ve bu sıraya göre burada iftar ederler ve İstanbul'u câmilerindeki mahyaların verdiği renkli ışıklar altında seyrederek geceyi geçirirlerdi.
OSMANLI PADİŞAHLARININ RAMAZAN I ŞERİF ÂDETLERİ
Osmanlı padişahları Ramazan-ı Şerif ayında daha da titiz davranırlar ve her türlü tedbiri aldırırlardı. Padişahlar tarafından; halkın ihtiyaçlarının kolayca karşılanması, eğer acil değilse seferlerin tehir edilmesi, anbarların erzakla doldurulması, dışarıdan bol erzak ve et getirtilmesi, çevre temizliğinin daha titizce yapılması, asayişin sağlanması gibi hususlar takip edilirdi.
Osmanlı padişahlarının Ramazan-ı Şerifte Kadir gecesinde saraydan çıkıp civardaki bir camide namaz kılmaları âdet idi. Teravih namazını Ayasofya Camiinde halkla beraber kılarsa, yine buradan halkla beraber yürüyerek Bâyezid e kadar dualar, tevhidler, tekbirlerle gelirlerdi. Alayın yanında elinde meşaleler olan vazifeliler tarafından yollar aydınlattırdı. Bu merasime ’Kadir Alayı’ denirdi.
Ramazan-ı Şerif ayı ile alakalı en dikkat çekici hatıra şüphesiz ki padişahların Hırka-i Saadet ziyaretleridir. Bu ziyaret merasimi muazzam bir hadisedir. Şöyle ki:
Topkapı Sarayında bir oda var, 407 sene müddetle burada Kur’ân-ı Kerîm okunmuştu (1517-1924). Yaz, kış, ayın her gününde, günün 24 saatinde, bir dakika bile ara verilmeden Kur'ân-ı Kerîm okunmuş... Burası Hırka-i Saadetin muhafaza edildiği oda. İslâm'ın mukaddes emânetlerini muhafaza eden Osmanlı Sarayı, bu emânetlere akıl almaz bir titizlikle bakmış Osmanlı Sultanları. Öyle ki, Hırka-i Saâdet Dâiresinin 40 hizmetçisi vardı. Bunlardan biri de bizzat pâdişâhın kendisi idi...
Hırka-i Saâdet Dâiresi 1924 senesine kadar aralıksız Kuran-ı Kerîm okunan bu dâire, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yaptırılmıştır.
Yahya Kemal, burası için şöyle diyor:
-"Bazı yerler vardır ki rûh eser" derler. Topkapı Sarayında bir gün geçiren insan, bu sözün kuvvetini derinden derine duyar. Son iki buçuk senelik günlerimden bir kaçını Topkapı Sarayının odalarında; sofalarında; bahçelerinde geçirdim. Her ziyâretimde rûhum bu saraydan, soğuk bir demir, kızgın bir ateşten nasıl çıkarsa öyle çıktı. Revan Köşkünde gezerken kulağıma derinden bir Kuran sesi geldi. Birdenbire İslâm mîmârisini tam mânâsiyle gördüm. Çünkü İslâm Mîmâri-sinin içine bir rûh gibi muhakkak rahle başında bir Kuran sesi lâzım. O ses olmadığı zaman bu mîmâri kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfü Beye söyledim. Ve bu Kuran sesinin nerden geldiğini sordum.
"Hırka-i Saâdet Dâiresinden" dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil rûhânî yeşil bir dâire, pencereye arkasını çevirmiş bir hâfız, öteki âleme dalmış bir rûhun istirâhatiyle okuyor-, diğer bir hâfız da gözlerini yummuş bir köşede teşbihini çekerek bekliyor. Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum".
Hırka-i Saadet Dâiresi, başta Peygamber Efendimizin hırkası bulunmak üzere,"Mukaddes Emlanetler" denilen eşya asırlar boyunca burada muhafaza edilmiş, dâire ile bu eşyanın muhafazası ve bakımı işine Has Odanın Zülüflü Ağaları memur edilmiş idi.
Hırka-i Saâdet, Peygamberimizin Ashabından Mekkeli Şâir Kâ'b bin Züheyr'e hediye ettiği hırkadır. Kâ'b, Asr-ı Saâdet’te Hicazın değil, bütün Arabistan’ın en büyük şâriiydi. Müşriklerin arasında bulunduğu sırada yaptıklarından pişman olup müslüman oldu. Tâif seferi yılında Peygamberimize iltica etti ve Peygamberimizin medhi şânında yazdığı 59 beyitlik bir kasidesini Huzur-u Nebevî'de okudu. İslâm edebiyatının bir blâğat şâheseri olan bu manzumesinde:
Bayezid Kulesi...
(Mayıs 2003)
"Peygamberimizin nûrundan cihan feyz alır"
mısrasını okurken Peygamberimiz o kadar hoşnûd oldu ki, hemen sırtından hırkasını çıkararak şâirin omuzlarına attı. Bu meşhur kasîde bundan dolayıdır ki. İslâm ın dînî edebiyatında "Hırka Kasîdesi" mânâsına "Kasîde-i Bürde adını aldı.
Hazreti Muaviye (r.a.) bilâhare Hazreti Kâ'b'dan bu hırkayı satın almak istedi.
-
10 bin dirhem gümüş teklif etti, fakat şâir kabul etmedi. Hazreti Kâbın vefâtın-
dan sonra Hazreti Muaviye hırkayı şâirin veresesinden 20 bin dirhem gümüşe satın aldı. Kıymetli hâtıra bu suretle Emevîlere. onlardan da Abbâsîlere intikal etti. Bağdat’ın Moğollar tarafından tahribinde mukaddes hâtıra Mısır'a kaçırıldı ve Mısır’daki Abbasi Halifelerinin koruması altına girdi. Son olarak da Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır'ı fethinden sonra İstanbul'a nakledildi.
Peygamberimizin bu hırkadan başka Veysel Karanî hazretlerine verilmesini emrettiği başka bir hırka daha vardır. Bu hırka Fâtih semtinde Hırka-i Şerif Câmii’nde muhafaza edilmektedir. Yemenli Veysel Karânî Hazretlerine gönderilmiş olan bu mukaddes hâtıra İstanbul'a hicri 1027 (M. 1628) yılında ailenin reisi Şükrullâh Efendi (Şük-rullâh el-Üveysî) adında bir zât tarafından getirilmiştir.
Bu hırkayı İstanbul'a getiren Yemenli Şükrullâh Efendi bu mukaddes hâtırayı İstanbul halkına Akseki Mescidi civarındaki konağında ziyâret ettirirdi. On yedinci asır başlarından on dokuzuncu asır ortalarına kadar bu kibar zâtın evlâd ve ahfâdı bu anâneyi muhafaza etti. Nihayet hicri 1257 (M. 1851)'de Sultan Abdülmecid Han bu hırka için bugün hâlâ devam eden câmii yaptırdı. Câmide bulunan bir levhada şunlar yazılıdır:
Ziyâret kılsun ümmetler, ridâi cân behâdır bu
Cenâb-ı Üveys'e ihsânı atayı Mustafa'dır bu..
Hırka-i Şerif Câmii’nde bulnan hırkayı, Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın zamanının son senelerine kadar Vâli-de Sultan'ın ziyârete açması âdet idi.
HIRKA-İ SAADET İ ZİYARET MERASİMİ
Osmanlılar zamanında senede bir defa, Ramazan-ı Şerifin on beşinci günü, Hırka-i Saâdet dâiresi ve Mukaddes Emanetler, Pâdişâh ve bütün saray ve devlet erkânı tarafından kendisine mahsus merâsimle ziyaret edilirdi. Bu da asırlar boyunca devam etmiş bir saray anânesi olmuştur.
Ramazan-ı Şerifin onbeşinci gecesi, Pâdişâh Hırka-i Saâdet odasına gelirdi. Dülbend Ağası altmış kadar yeni süngerle gümüş taslar içinde gülsuyu getirir, Silâhdar Ağa bu süngerlerden birkaç tanesini alarak birer birer gülsu-yuna batınp ıslatır ve Pâdişâhın eline verir, Pâdişâh da, içinde Hırka-i Saâdet sandukasının bulunduğu büyük gümüş şebekeyi bizzat siler, temizlerdi. O sırada başda Çuhadar Ağa ve Rikâbdar Ağa bulunmak üzere bütün Has Odalar ellerine birer sünger alıp gül suyuna batırdıktan sonra odanın silinmesi gereken her tarafını silerlerdi.
Ziyâret merâsimi ertesi günü öğle namazından iki saat evvel başlardı. Pâdişâh Hırka-i Saâdet Odasına geldikten sonra Has Odalılar gümüş şebeke içindeki hırka sandukasını çıkarırlar ve altın kaplı sehpâsı üzerine koyarlardı. Sandukanın altın anahtarı Pâdişâhda dururdu. Herkes hazır olunca İmam-ı Evvel ve ¡mâm-ı Sânı Efendiler Hır-ka-i Şerifin karşısında durarak birer aşr-ı şerif okurlar sonra Pâdişâh sandukayı Besmele çekerek açardı. Hırka bir bohça içinde, bohça bir altın çekmece içinde, altın çekmece de yedi bohça içinde, nihayet hey'et-i umûmîyesi bu altın sanduka içindedir. Yedi ağır işlemeli kıymetli bohça, üzerleri inci işlemeli kalın şeritlerle sarılmıştı... Şimdi çözülür, bohçalar açılır, altın çekmeceyi de, altın anahtarı yine kendisinde duran Pâdişâh tarafından bizzat açılırdı. Nihayet son bohça da çözülür, mukaddes hırka da meydana çıkardı.
Ziyaret, Hırka-i Şerifin sağ omuzu hizasından yakasını öpmekten ibâretti. Yalnız, hırkanın kendisi öpülmez, öpülecek yere bir tülbent konularak o öpülürdü. Ziyâret günü bir kaç yüz parça tülbent hazırlanmış bulunurdu. Zira her öpen ziyaretçi, hırkanın üstünde öptüğü tülbenti alır, kudsiyet sinmiş bir hâtıra olarak saklardı. Bu tülbentlerin husûsîyeti, üzerine şu kıtânın güzel bir hat ile basılmış olmasıydı:
Hırka-i Hazret-i Fahr-i Rasûle
Atlası erh olamaz pâyendâz
Yüz sürüp zeyline takbil iderek
Kıl şefti ümeme arz-ı niyaz....
Hırka-i Saadet
(Topkapı Sarayı)
Devlet erkânı, saray erkânı ve sarayın harem mensupları, Enderûn-u Hümâyûnun bütün Zülüflü Ağaları hırkayı bir protokol sırasına göre ziyâret ederdi. Bu ziyâret devam ettiği müddetçe, Pâdişâh, sağında Sadrazam ve solunda Kızlar Ağası, altın çekmecenin başında dururdu. Ve yine ziyâretin devamı müddetince Has Odalı Ağalar yüksek sesle Kur'ân-ı Kerîm tilâvet ederlerdi. Ziyâretten sonra altın çekmeceyi ve altın sandukayı Pâdişâ yine kendi eliyle kilitler, sanduka, Has Odalılar tarafından muhafaza edildiği yere, gümüş şebekenin içine konulurdu.
Bu ziyârette eskiden bir anâne daha vardı. Son bohçası da çözülüp hırka meydana çıkınca, yakasındaki düğme gümüşten bir tas içinde gülsuyuna batırılıp ıslatılır, sonra hırkanın o ıslanmış kısmı anberli bir el mangalında kurutulurdu. İçinde hırka yakası ile düğmenin ıslatılmış olduğu o bir tas gülsuyu da, evvelden hazırlanmış ve içme suyu ile doldurulmuş yüzlerce testiye bir kaçar damla dökülerek dağıtılırdı. Bu testiler de bâzı hatırlı kimselere "Hırka-i Saâdet Suyu” adı ile hediye olarak gönderilirdi.
MUKEDDES EMANETLER
"Mukaddes Emânetler" denilen ve her biri hem dinî hatıralar ve hem de sanat kıymeti bakımından kıymetine baha biçilmeyen hazine, burada bulunan gümüş şebekenin içinde duran çekmece ve sandıklarla duvarlara gömülmüş üç dolabın içinde muhafaza edilmektedir.
Bu eşyâ, en kıymetli kumaşlardan nefîs kılıflara konmuş, kat kat, kıymetli bohçalara sarılmıştır. Bohçaları ve kılfları muhafaza eden çekmeceler ve sandıklar da altından veya gümüşten yapılmış ve üzerleri elmaslar, yakutlar, zümrütlerle tezyîn edilmiştir.
Mukaddes Emânetlerin bir kısmı Peygamber Efendimize ve önceki Peygamberlere, bir kısmı Ashâb-ı Kirâmâ, İslâm büyüklerine âit hâtıralar olmak bakımından çok kıymetlidirler. Bu eşyalar bu tarihî kıymetin yanında bir sanat kıymeti de taşırlar.
Mukaddes Emânetlerin mühim bir kısmı, Yavuz Sultan Selim Han tarafından Mısır’dan İstanbul'a nakledilen Mısır Memlûk Sultanlarının hâzinesi arasında getirilmiştir. Bir kısmı, Yavuz'un Halifeliğinin ilânından sonra Mekke Emiri Seyyid Berekât tarafından gönderilmiştir. Bir kısmı da bilâhare toplanarak Hırka-i Saâdet Dâiresine konmuştur.
"Mukaddes Emânetler" denilen ve her biri
hem dinî hatıralar
ve hem de san'at kıymeti bakımından kıymetine paha biçilmeyen hazine, burada bulunan gümüş şebekenin
içinde duran çekmece ve sandıklarla duvarlara gömülmüş üç dolabın içinde muhafaza edilmektedir...
dımılıınıı Hırka-i Saadet Dâiresine karşı o kadar hür-
Osm.nl. Pâdişâhlar,, içinde bu Mukaddes E™« buluna„ m
me.ee becermişlerdir ki. J üzerine konularak, iyeleri Ha-
üzerine konularak gasil edilmiş, lec ız v® ® s Wet Djires| gmşinde bulunan bir kuyuda,
ka-i Saadet Dâiresi önünde yapılmıştır. Kabirleri üzerine ae, nı
dâirenin temizliğinden sonra biriktirilen tozlar konulurdu.
OsmanlIlar kendilerini Peygamberimizin ve dâvâsının hizmetçisi kabul etmişlerdi.
Bu sebeple Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fetihden sonra, birgün Piri Paşa ya:
-"Pîrî lalam! Allâh’ın izni ile Mısır'ı fetheyledik. Hâdımü'l-Harameyn ile muazzez olduk" demişti. Hilâfetin OsmanlIlara geçmesinden onra bütün İslâm âleminde hutbelerde Osmanlı pâdişâhları için Hâdimü 1-Harameyn-i Şe-rifeyn" ibâresi okunmuştu.
EMİNÖNÜ VE ASKERLER
Kara, hava ve deniz eri olarak askerliğini İstanbul'da yapan Anadolu delikanlılarının pazar izinlerinde hemşehrileriyle buluşmak üzere mutlaka uğradıkları yerlerden biri de Eminönü, bilhassa Yeni Camiin arkasındaki parktır. İstanbul'da askerlik hâtırası olarak Eminönü'ndeki seyyar fotoğrafçılara ve şipşakçı fotoğrafçılara bir resim çektirmek de askerler arasında bir gelenek hâline gelmiştir. Yeni Camiin meydana bakan cephesi önünde durarak arkada o muhteşem âbide görünmek üzere bir resim ise hâtıraların en makbulü sayılmıştır. Ünlü şâir Behçet Kemal Çağlar Doğu Anadolu'da yedek subaylığını yapar iken İstanbul'dan gelen böyle bir nefer mektubunun arkasında şu kıtayı gördüğünü söylemiştir:
Bura Eminönü iskele
Yirmi bir yaşında geldim askere
Gerekse devlet kor kıyamete dek
Ne izin isterim ne de tezkere
Böyle bir mektup ilerisi için kıymetli bir halk şairinin müjdecisi olmayı Behçet Kemal Çağların kaleminden çıkmış da olsa pek şirindir, pek güzeldir.
Meydan son tanziminden sonra meydanlığını kaybederek geniş bir yolun bir parçası olduktan sonra bu askerciklerin toplantı yeri olmak şirinliğini de kaybetmiştir.
Eski Arabacı görüntüleri...
ESKİ ARABACILAR
İstanbul'da şehir içi ulaşımında binek arabası kullanılmsı oldukça yakın bir dönemde başlamıştır, İstanbul halkı, şehir içinde bir yerden bir yere genellikle yürüyerek gider, mevki ve varlık itibarıyla gücü yetenler ise ata binerlerdi. Sokakların dar oluşu, binek arabalarının ancak uzak yerlere giderken kullanılmasına el veriyor, bu da yalnızca kadın ve çocuklar için olabiliyordu.
Uzun bir süre yalnızca saray kadınları için şehir içinde binek aracı olarak kullanılan arabalar, Lale Devrinde (1718-1730) kibar ve rical aileleri tarafından mesire yerlerine giderken kullanılmış, ancak Tanzimat'tan (1839) sonra halk arasında da yaygınlık kazanmaya başlamıştır.
İstanbul'da önceleri
halkın çoğu
şehir içinde bir yerden bir yere giderken
genellikle yürür, gücü yetenler ise ata binerdi...
Bugün arabacılık yalnızca motorlu araç trafiğinin yasak olduğu
Adalarda varlığını korumaktadır.
Arabacılık eskiden ayaktakımından kimselere mahsus bir meslek gibi görülmüş, bu işi yapanlara külhani.
kabadayı, kavgacı gözüyle bakılmıştır.
Arabacı esnafı belediye tarafından sıkı denetim altında tutulduğu halde düzene sokulmaları mümkün olamamış, zaman zaman halkın bu kişilerin tutum ve davranışlarında şikâyetçi olduğu
görülmüştür...
II. Mahmud döneminde çıkarılan 1826 tarihli İhtisap Ağalığı Nizamnamesi ile yolcu taşımacılığı yapan arabacıların bir esnaf topluluğu olarak düzene sokulmak istendiği dikkati çekiyor. Nizamname, İstanbul’da hizmet veren arabacılar ve arabacı çırakları hakkında ayrıntılı bilgi de vermektedir. Buna göre arabacı esnafı, arabalarının bulunduğu yerde çırak adı altında gereğinden fazla insan bulundurmayacaklardı. Arabacıların isimleri belirlenerek deftere kaydedilecek, ehl-i ırz kimseler olduklarına ilişkin mutlaka kefil gösterilecekti. İhtisap Ağalığı Nizamnamesi ayrıca arabacıların ve çıraklarının giyim kuşamını da belirlemişti. Bundan böyle, eskiden giydikleri bol biniş, cüppe ve şalvarı, bellerine sardıkları lahur ve car şah kesinlikle terk edecekler, yenleri dar çuha biniş ve cüppe giyeceklerdi. Başlıkları ise ustalar için dört, çıraklar için iki parmak kenarlı yeşil kalpak olarak belirlenmişti. Sakalsız ve sakal çıkmamış gençlerin arabacılık yapamayacağı da ayrıca belirtilmişti.
Nizamnameye göre arabasına kadın müşteri alan arabacı, arabanın ya önünden ya da ardından gidebilecek, pencere yanında duramayacaktı. Giyim kuşamında ve araba kullanışında herhangi bir uygunsuzluğu görülen arabacı, ihtisap ağası tarafından cezalandırılacaktı.
İstanbul (suriçi) sokakları dar olduğundan arabacıların araba sandıkları üstüne binmeleri eskiden de yasaktı. Bu yasak, yeni nizamname ile de sürdürülmüş, ancak Üsküdar sokakları elverişli olduğundan burada arabacıların sandık üzerine binmelerine izin verilmişti.
İstanbul Sokakları’nda kibar ve ricalin özel binek arabalarıyla dolaşmaları Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından (1826) sonra daha da yaygınlaşmıştır. Bu tarihlerde özel binek arabaları yanında kira arabaları da yaygınlık kazanmıştır. Abdü-laziz (hd 1861-18A6) ve İkinci Abdülhamid (hd 1876-1909) dönemleri, kira arabalarının şehrin her yanında görülmeye başlandığı yıllardır. 2O.yy"ın ilk çeyreğinde kitle ulaşım araçlarının şehir yaşamında etkili olmaları, otomobilin yaygınlaşmaya başlaması, atlı binek arabalarını rekabet edemez duruma getirmiş, arabacılar da bir esnaf topluluğu niteliğini kaybetmişlerdir. Yalnızca yük arabacılığı 1950 li yılların sonuna kadar varlığını korumuş, artan motorlu araç trafiği dolayısıyla şehir içinde yük taşımaları yasaklanınca onlar da tarihe karışmışlardır.
Bugün arabacılık yalnızca motorlu araç trafiğinin yasak olduğu Adalarda varlığını korumaktadır. Arabacılık eskiden ayaktakımından kimselere mahsus bir meslek gibi görülmüş, bu işi yapanlara külhani. kabadayı, kavgacı gözüyle bakılmıştır. Arabacı esnafı belediye tarafından sıkı denetim altında tutulduğu halde düzene sokulmaları mümkün olamamış, zaman zaman halkın bu kişilerin tutum ve davranışlarında şikâyetçi olduğu görülmüştür. Arabacılar, aynı zamanda hovardalığa, işret ve eğlenceye de düşkün kimselerdi. Kabadayılık âlemlerinin ayrılmaz parçası, tuluat tiyatrolarının sürekli seyircileri arasında yer alan arabacılar için 19.yy sonlarında o yılları modasına uygun olarak birtakım kantolar da bestelenmiştir.
YALNIZ KÖPRÜ KALDI
1920'li yıllarda Galata Köprüsü... Tramvayların tabelaları ve numaralarının eski harflerle yazılı olduğuna bakılacak olursa, Harf Devrimi henüz gerçekleştirilmemiş.
Tramvayların sağ hat üzerinde olanları Eminönü’nden Karaköy yönüne ilerliyor. Önde, bir motris (tepesinde arşe var) ve iki römorktan oluşan üçlü dizi, besbelli Eminönü-Bebek tramvayı. Çünkü, üçlü dizi yalnız Bebek’e işlerdi... Soldaki hatta da, bir rastlantı sonucu, Bebek'ten Eminönü'ne gelmekte olan üçlü bir katar daha var. Onun önündeki ”12” hat numaralı tramvay da Harbiye'den gelmiş, Fatih’e gidiyor...
Köprünün üstünde sık sık olduğu gibi yine onarım var. Belediye işçileri, üze
Galata Köprüsü...
rinde eski harflerle "Yol Tamiratı" yazılı tabelayı yerleştirdikten sonra kaldırım taşlarını söküp sol kaldırıma yığmışlar. Bu nedenle otomobiller sağdaki şeritten gidip gelmek zorunda kalmış.
Sağda, uzun, siyah bacalı römorkörler, koca karınlı mavnalar... Sağdaki iskelelerde de üst üste bağlanmış Şirket-i Hayriye vapurları... Fes giymiş kimselere rastlanmamasından, fotoğrafın 1925'ten sonra çekildiği söylenebilir. Şapkalılar, kasketliler çoğunlukta...
Köprü, 1912'de Alman M.A.N. firmasının yaptığı köprü...
Hani, yapıldığında uzun gelen, kesilince de kısa kalan, bugünlerde son aylarını yaşamakta olan emektâr köprümüz...
O günden bugüne yalnız köprü kalmış.. Ne o vapurlar var, ne mavnalar, ne de tramvaylar... Zaman olur ki. hayâli cihan değer, diye boşuna dememişler...
OSMANLI DÖNEMİNDE İSTANBUL'DA ASAYİŞ
Osmanlı döneminde İstanbul, bugünki geniş sınır-larıyle, en fazla iki milyona yakın bir nüfusu barındırmıştır. 1835'lere kadar Dünyanın en kalabalık şehri idi. Bu tarihte Londra nüfusu, İstanbul'u geçti. O çağın şartlarında bu muazzam beldede düzen ve asayiş ne durumda idi? Tercihen Batılı müşahitlerin eserlerinden pasajlar vererek sayın okuyucularıma anlatmak istiyorum.
Senede bir cinayet
Kanunî Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) şehirde cinayet sayısı yılda ortalama i (bir) idi. Meşru savunma gereçesi olmayan bir cinayetin tek cezası idamdı. 18. asrın sonu ve 19. asrın ilk çeyreğinde yeniçerilerin bu örnek asayişi bozduklarını söylemem gerekir.
Sir James Poner. 1769'da İstanbul polisini çok över (s. 311). "The poliçe of that great city of Constantiople is admirable. No riots, no mobs, no disorders are known in the streets” “Bu büyük Istanbul şehrinin polisi hayranlık uyandırır. Sokaklarda ne ayaklanma, ne hırsızlık, ne düzensizlik bilinmez" diye yazar.
1665’te Fransız Thevenot (s. 112), şehrin 1 milyon nüfusu olduğunu, son 4 yılda 4 cinayet işlendiğini kaydeder. 1654’te Fransız Du Loir (s. 188), İstan-
Yerli ve Yabancı Devlet Adamları ve Tarihçiler,
bul'da cinayete hemen hemen tesadüf edilmediğini, taşrada da nadir bir olay olduğunu yazar. Gene Fransız olan De la Montraye (I, 258), 1727'de -ki Lâle Dev-ri'dir- Türkiye'de 14 yıl kaldığını, tek hırsızlık vakası duymadığını, İstanbul dışında 6 eşkiyânın yakalanıp cezalandırıldığını, altısının da Rum olduğunu söyler.
Osmanlı Devleti’nde
Asayişin pek bozulmadığını ve bunun nedeninin ise ya sert kanunlardan ya da vicdani bir terbiye
Evliya Çelebi. İstanbul’da gece asayişinden hepsi kefile bağlanmış, silâh olarak yalnız br sopa taşıyan, sadece tek sokağa bakan 12.000 bekçinin sorumlu olduğunu, bunların sokaklarının insanlarını teker teker tanıdıklarını yazar. 19. asırda Londra'da İngiliz polisinin kurduğu sistemdir. Çelebimiz ise, 17. asırdan bahsediyor.
olduğundan bahsederler...
(Nisan 2003)
Rumların hilekârlığı
Gene Lâle Devrinde İstanbul'da yaşayan Fransız Comte de Bonneval, 1740ta şunları yazar (I, 215): "Osmanlı İmparatorluğunda hırsızlığa, haksız ve zorba bir davranışa hiç tesadüf edemezsiniz. Sebebini de anlayamadım. Ceza korkusu da, vicdanî bir terbiye olduğu da düşünülebilir. Belki ikisi birden bahis konusudur. Ama imparatorlukta yaşayan Hristiyanlar'dan, hattâ İstanbul'da yaşayan AvrupalIlardan çekinmek, dikkatli olmak gerekir. Gerçi asayişi ihlâl edemezler. Fakat halkı aldatırlar. Bilhassa Rumlar çok hilekârdır ".
Gene Fransız olan Guer, 1747’de şöyle diyor (II, 188): "Türkler çok medenî insanlardır. Yalnız İstanbul'da değil, bütün Türk imparatorluğunda asayişin mükemmelliğini görmek, ne derecede medenî olduklarını anlamaya yeter.”
Fransız Castellan 1811 gibi eski Osmanh düzeninin bozulduğu kabul edilen bir tarihte şu gözlemlerde bulunuyor (II, 221): "İstanbul'da gece asayişi de gündüz ki gibi mükemmeldir. Nadiren hırsızlık olur. Hırsız bulunamazsa çalınan mal bu sokağın sakinlerince karşılanır. Hırsız bulunursa, ağır bir hapis cezası verilir Silâhlı h.rsızlık büsbütün görülmez. Zira elinde silâh görülen hırsız, eşkiya saydır ve idam edilir".
Osmanlı Dönemi’nde
1836’da Brayer, İkinci Mahmud İstanbul’unun asayişini daha derine inerek anlatır (1,196-7, 234-5): "Böylesine düzgün asayişin, hele İstanbul gibi büyük olduğu nisbette kozmopolit bir şehirde nasıl sağlandığı, bir Avrupalı için inceleme konusu olmalıdır. Güneş battıktan sonra şehre hâkim olan sessizlik, adetâ mutlak, hattâ acayiptir. Avrupa şehirlerine hiç benzemez. Sebeplerini anlamakta gecikmedim. Gece sokaklarda az insan vardı. Hele kadın, gece sokağa hiç çıkmıyordu. Silâh taşımak yasaktı. Görev başında bulunmayan asker için bile yasaktı. Türkler içki içmiyor, kumar oynamıyorlardı. Gece erken yatıyor, çok erken kalkıyorlardı. Şehirdeki Hristiyanlar ise, yasaların ağır hükümlerinden korkuyorlardı. Üstelik İstanbul Hristiyanla-rı, derin Osmanlı terbiyesi almışlardı. Türkler gibi hareket ediyorlardı, örf ve âdetlerinde az bir değişildik vardı. Avrupa'daki Hristiyalar gibi sorumsuz hareketler yapmıyorlardı. Gerçi İstanbul’da kalabalık bir zabıta teşkilâtı vardır. Fakat sadece boy göstermeleri yeter. Yapacak bir işleri yok gibidir. Düello, intihar, büyük Avrupa şehirlerindeki tarzda dehşet verici cinayetler, hiç bilinmez. Birbirine ters bakan insanlar bile görmedim. Osmanlı terbiyesinde bu, hattâ birinin yüzüne fazla bakmak, saygısızlıktır. İstanbul'da yılda ortalama 6 hırsızlık olayı olduğunu öğrendim. Zaten durum hemen kendini belli ediyordu. En zengin dükkânların öğle namazı için kepenk indirip kapı kapatmadan giden insanları, ne derece bir güven duyduklarını göstermeye kâfi idî".
Beyoğlu ve Galata hâriç Tanzimat döneminde Osmanlı ahlâkının değişmediğini görüyoruz. 1855'te İtalyan Ubicini (329-30), Türk impartorlu-ğunu derinden inceleyen eserinde şöyle yazıyor: İstanbul'da yılda ortalama 4 hırsızlık olayı olur. Beyoğlu ve Galata, bu istatistiğin dışında kalır. Orada hırsızlık, hattâ cinayet görülür. Taşrada asa-
Bir Rum Soylusu..
yiş, aynı derecededir. Türk askerinin hırsızlık yaptığı ise hiç işitilmemiştir. Zaten askerin hırsızlığı, sivillerdeki gibi hapis cezası görmez, hemen kurşuna dizilirler. Türkler’in bu ahlâkının Londra kiliselerinin pazar vaazlarında örnek olarak anlatılması gerekir".
Endel, daha yakın bir tarihte, şunları yazar (s. 190): "İsteyen kişi, hangi dinden olursa olsun, bir Türk camiine değerli bir malını veya parasını, hiç ücret ödemeden bırakabilir. Camilerin üst kat balkonlarındaki kasalar bu işe tahsis edilmiştir. Yıllar geçse de gidip aynen alır. Sahibi ölmüşse, veraset ilâmı getiren mirasçısına verilir. Hiç aranmazsa, camiin vakfına gelir kaydedilir. Bu hususta hiç bir şikâyet duyulmamıştır".
OSMANLI İSTANBUL'U
1453'te İstanbul'u aldığımız zaman şehir, 395 yılıdan beri Roma ve Bizans imparatorluklarının başkenti idi. 1453'te surlar içindeki nüfus 50.000, bugünkü sınırlarıyla Büyük İstanbul nüfusu 150.000 kadardı. Haraptı ve eski asırlardaki
ihtişamım kaybetmişti. Ancak yeryüzünün iki kıtada kurulmuş tek şehri di Dün yanın hem en stratejik, hem en güzel köşesinde idi. Denizleri ve kıtaları bağlı yordu. Gerçek bir Cihan Devleti başkenti idi ama, onu bu çizgiye getirmek gerekiyordu.
Fatih Sultan Mehmed'den başlayarak İstanbul’u, Anadolu’nun, Rumeli’nin daha ötelerdeki ülkelerin insanları gelerek inşa etti. Bir İstanbullu tipi, terbiyesi, kültürü, medeniyeti oluşturan bu insanlardır.
En müstesna belde
Her yıl imparatorluğumuzun bir köşesinden gelen insanlarımız şehre yerleşiyor, İstanbullu oluyor, dünyanın en müstesna beldesini oluşturma misyonuna ka-tılıyorlardı. 17. asırda artık yeryüzünün en büyük, en kalabalık beldesi idi ve Büyük İstanbul sınırları içinde bir buçuk milyonu aşan nüfus birikmişti ki bu nüfus ancak 1965"lerde geçilecektir. 1925’e kadar şehir nüfusunun üçte biri Gayri Müslim idi. Camiler, kiliseler, havralar yan yana, iç içe idi. Osmanlı mimarisinin emsalsiz ahengi hâkimdi.
Sarayburnu ve Kız Kulesi...
Demek istediğim, İstanbul'u, kendisi, babası veya dedesi başka yerlerden gelenler İstanbul yaptılar. Asırlık İstanbullu aileler her asırda azınlıktı. Ancak şart, dışardan gelenin derhal İstanbul kültürüne adapte olabilmesi idi. Son 50. bilhassa son 30 yılda bu mümkün olmadı. Zira İstanbul’a, kendi kültüründe eritmesi mümkün olmayacak derecede nüfus yığıldı. Mimari, musiki, şive, mutfak, örf. âdet, hasılı bir büyük kültürün her alanı perişan oldu. Türk’ün iki bin yıldan bu yana oluşturduğu en büyük, en önemli, en medenî belde, 500 yılın maddî ve manevî özverisi, silinmenin eşiğine geldi. İnsan yapısı değişti. Osmanlı döneminde bu insan yapısı ne idi? Bunu tam bir gerçekçilikle görmek gerekir.
Türkçe konuşan Oğuz Türk’üne, daha Selçuklu devrinde, Müslüman olduğu, fakat göçebelikte devam ettiği takdirde Türkmen dendi. Meselâ Osmanoğulları 13. asırda Türkmen uç beylerinden biri idi. Türkmen toprağa yerleşince Türk diye anıldı. Bu. Osmanlı halk terminolojisidir. Şüphesiz İlmî değildir. Fakat bu kelimeler Osmanlı'da bu anlamlarda kullanılmıştır.
Türk, köyünden, kasabasından şehre inince Osmanlı oluyor, böyle denmeye başlıyordu ama tam Osmanlı olabilmek için İstanbul ve bu düzeyde eğitim veren bir şehre yerleşmek, o kültürün gerekleri ve şartları içine girmek lâzımdı. Osmanlı olabilmek için Türk kökeni de aranmıyordu. Belirli bir kültürü benimseyen herkes Osmanlı idi.
Ayak takımı...
Başta İstanbul olmak üzere büyük bir beldeye yerleşen köylü, kasabalı, küçük şehirli, yabancı veya mühtedî; "adam olmak" istiyorsa, belirli standartlara girmeye mecburdu. Aksi takdirde ayak takımı diye küçük görülüyor, küçük görülmemek için büyük beldenin şartları içine giriyordu. İşte İstanbullu dediğimiz tip böyle doğdu. Yoksa kimse gerçek İstanbullu değildir. İstanbul terbiyesi dediğimiz ve bugün kaybettiğimiz veya kaybetmek üzere bulunduğumuz. açıklaması fazla yapılmamış oluşum budur.
İstanbul terbiyesinin birinci şartı, okumuş yazmışsa birinci kuşakta, değilse ikinci kuşakta, mutlaka İstanbul şivesi ile konuşabilmekti. Gerçi İstanbul her dönemde, bu şiveyi beceremeyenlerle doludur. Fakat bunlar ya Gayri Müslimler'dir veya taşradan gelme birinci kuşak Müslümanlar... İstanbul şivesi, çok kabaca açıklamak gerekirse, Arapça ve Farsça asıllı binlerce gündelik kelimedeki uzun heceleri tam anlamıyla belirtmek, uzun olmayan heceyi çekmemek, vurgulamayı doğru yapmak, bir takım tabirleri yerinde kullanmak, İstanbul'da kulanılmayan ve edebiyat diline geçmemiş tabir ve kelimelerden sakınmak gibi genel ilkelere dayanır ve belirli bir cümle yapısı vardır. Türkün bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda kullandığı en zengin, en güzel, en estetik, en ahenkli şivedir.
Bâb-ı Alî mesupları
İstanbullu çoğu okuma yazma bilmeyen mahalle kızı, inanılmaz güzellikte ve en yüksek estetik çizgide bir şive ile konuşurdu (Diyarbakırlı Ziya Gökalpin fikri budur). Daha terkipli güzel şiveyi İstanbul'da Bâb-ı Âli mensupları konuşurdu. Saray ve Medrese ağızları, Bâb-ı Âlî ağzı kadar makbul değildi.
İstanbul terbiyesinin ikinci kuralı nezaket idi. İstanbullunun nezaketi dünyaca ünlü idi. Yabancı seyahatnamelerde ve sefaretnamelerde önemle vurgulanır. 1914 öncesi Paris ve Viyana terbiyesine eş, Lonra ve Peters-burg nezaketinden ileri idi. Nezaketini kaybeden, hele terbiye sınırını aşan kişi, hoş görülmezdi. İlim sahibi olmak şart değildi. zira belirli imkânlara bağlı idi. İrfan sahibi olmak şarttı.
Osmanlı Türkü
Osmanlı Türk ü gürültüden, patırtıdan, tecavüzden, şiddet hareketinden, kabalıktan hoşlanmayan bir toplumdu. Bu hareketler, derinden benimsediği İslâm ahlâkına ve tasavvuf irfanına aykırı görülmüştür.
Her sosyal sınıf kendi imkânlarına göre giyinir ve yaşar, hepsi saygı görürdü. Yoksul ve orta halli ailelerde alışverişi erkek. sokak satıcısından kadın yapardı. Varlıklı ailelerin köleleri ve uşakları vardı. Erzak ve yağ gibi şeyler, 1940 a kadar İstanbul'da gram ve kilo ile değil, mevsimlik veya yıllık alınırdı.
Aile reisinin otoritesi kesindi Birden fazla kadın almak nadirdi, istisnaları Hanedan ve vezir sarayları idi. Ben 301ann pek çok yaşlı Osmanlı ailesiyle tanıştım, birden fazla hanımı olan İstanbulluya rastlamadım. Nitekim
-
17. «»r balonda İstanbul’a gelen Fransız gezgini Jean Plerme ’’birden tazi dm. olan az erkek var" diye yazar. Sosyal şartlar, yakm olan aileler arasmda ev' lenme yap.hrd,. Ama gene de yoksul tarta zengin erkek veya zengin fazla yoksul erkek arasında evlenmeler Batı’dakilerden fazla idi.
Bolluk, bereket, ucuzluk vardı. 1913, hattâ 1915e kadar aç ve açıkta insan yoktu. İhtiyaçlar bugüne nisbetle kıyas kabul etmez şekilde sınırlı idi. Lüks ve israf, çok belirli ailelerin tekelinde idi. Bunlar da yoksul babaları idiler. İsrafları derecesinde sosyal müesseseler kurarlardı. Şehrin bütün yiyeceği dışardan gelirdi. Uzun savaşlarda ve büyük kışlarda fiatlar geçici olarak yükselebilirdi. Mahalle dayanışması geçerli idi. Mahallede gerçek bir muhtacın bulunması, o mahalle için şerefsizlik sayılırdı. Hattâ mahallede işiz ve bekâr delikanlı bulunması hoş görülmez, elbirliğiyle evlendirilir, iş sağlanırdı. Herkes yorganına göre ayağını uzatmasını bilirdi.
Varsa köle ve cariye de aile fertlerinden sayılırdı. Evde, konakta sürekli oturup yatmayan, dışarıdan gelip giden hizmetkâr asla kullanılmazdı. Karşılıklı saygı ve sevgi, hakkaniyete, ahlâk kurallarına dayanırdı. Toplum tokgözlü ve kanaatkardı. İbadetler ihmal edilmezdi. Müslüman kadar Hıristiyan ve Musevî de ibadetini bırakmazdı. Taassup, hele İstanbul'da ayıp bir şeydi. Kişinin nefsine güvensizliği sayılırdı. Arada yobazlar türer, fakat sevilmez, hattâ kınanırlardı.
Yüksek İstanbul kültürü
Osmanlı dönemi İstanbullusunun yaşayış biçiminin bir çok tarafı, bütün dünyada olduğu gibi, şüphesiz devrin şartlarına uydu. Nitekim klasik Osmanlı îstan-bulu ile Tanzimat, Meşrutiyet İstanbullusu epey değişik biçimlerde yaşadılar. Modern çağın keşifleri ve icatlarına adapte oldular. Ancak yüksek İstanbul kültürü, her zaman çağı yakaladı, çağın gerisinde kalmadı. Bu kültürün temsilcileri elbette bugün de yaşıyorlar. Temennimiz ve ümidimiz, bu kültürün, bir tarih malzemesi olarak inceleme konusu olmak yerine, büyük değer çizgileri korunarak, sürekli geliştirilerek, her çağın üstün Türk kültürü olarak devamıdır. Zira Türk'ün, iki bin yıllık tecrübesinden süzülmüş, beş yüz yıllık ortak gayretinin ürünüdür.
İstanbul terbiyesinin ilk şartı mutlaka İstanbul şivesi ile konuşabilmekti. İstanbul terbiyesinin ikinci kuralı nezaket idi.
İstanbullunun nezaketi dünyaca ünlü idi...
ESKİ İSTANBUL'DA HAYAT
Osmanlı Türk şehrinde hayat şartları, 19.asra kadar, Avrupa şehirlerininkin-den iyi idi. 18.asırdan önce ise, mukayese kabul etmez şekilde üstündü. Bunu hem maddi bakımdan, hem de asayiş ve huzur bakımından söylüyorum.
Osmanlı Türk toplumu, itaat temeline dayanır. Bu itaat bir zorlama ve korku eseri değildi. Bir gelenek ve terbiye işi, bir anlayış biçimi idi. Piramidin başında halkın "efendimiz" ve "padişah" dediği hakan-halîfe vardı. İrâdesi münakaşa edilemezdi. Peygamberimiz'in meşru halefi ve milletin başı idi. Herkes tarafından sevilirdi.
Dehşetli bir hiyerarşi (Osmanlıca'da silsile-i merâtib) mevcuttu. Altı ay önce ustalık derecesine yükselmiş bir esnaf, altı ay daha kıdemsiz ustadan saygı görürdü. Toplumun onda dokuzu baba mesleğini seçerdi. Baba mesleğinden gayrisini seçen çocuk, daha zor şartlara katlanmayı kabul ederdi. Ama istisnasız her meslek, her isteyene ve başarana açıktı. Devlet görevi için Türkçe konuşabilmek ve Müslüman olmak şartları yeterliydi. Yeteneği nisbetinde herkes yükselebilirdi. Kapıcı oğlu sadrâzam (imparatorluk başbakanı) olabiliyordu ki en ünlü örneği Âlî Pa-şa’dır. Bazı mesleklerde imkânlar sınırlıydı. Meselâ babası deniz subayı olmayan çocuğun deniz subayı olması zordu.
Eminönü gravürü...
Batılı mânâda imtiyaz verilmiş ve ünvanlı soyluluk yoktu. Onun için istidatların yetişme ortamı daha müsaitti. Hiç bir aile soyluluk iddiasıyle doğuştan imtiyaz iddia edemezdi. Tek istisnası Osmanoğulları idi. Yalnız Osman Gazinin erkek tarafından sulbünden gelmek, doğan kız ve erkek çocuğa doğuştan imtiyaz sağlıyordu. Osmanoğulları hanedanına bu imtiyaz, imparatorluğun birliği, dirliği, düzeni gereği verilmişti. Babası kim olursa olsun, belirli bir eğitim ve terbiyeyle yetişmiş her kişi, padişahın sultan denen imparatorluk prensesi kızı ile evlenebilirdi (bununla beraber bu hususun sanıldığı kadar iyi ve sağlıklı olduğu kanaatinde değilim, tarihî olaylar beni teyid eder).
Sırasıyle makam, servet, yaş ve ailenin sosyal durumu, Osmanlı saygı düzenini oluşturur.
İstanbul terbiyesi
Osmanlı terminolojisinde Türkçe konuşan halka, göçebe ise Türkmen (eskiden Oğuz) denirdi. Toprağa ve kasabaya yerleşince Türk denirdi. İstanbul ve bu düzeyde eğitim veren kültür merkezi bir şehre yeleşip o kültürün icapları ve şartları içine girerse artık Osmanlı idi. Osmanlı olmak için, Türk kökeninden gelmeye de lüzum yoktu.
İstanbul'a yahut başta Edirne olmak üzere Bursa, Manisa, Kütahya gibi İstanbul terbiyesini izleyen büyük bir kültür merkezinden gelen köylü, kasabalı, küçük şehirli veya yabancı, adam olmak istiyorsa, belirli standarta girmeye mecburdu. Aksi takdirde ayak takımı diye küçük görülür, küçük görülmemek için geldiği beldenin şartları içine girmeye mecbur kalırdı. Bu suretle bir çok köyü ve esnaf çocuğunun, imparatorluğun uzak bir yerinden gelip sadrâzam ve padişah damadı olduğunu görürüz. İstanbullu tanınmış ailelerden gelen sadrâzam ve damad paşalar çok daha azdır.
İstanbul terbiyesi denen, fakat açık izahı yapılmayan oluşum budur. Yoksa bu terbiyenin içine girmiş olanların onda biri bile baba ve dededen İstanbullu değildir. İmparatorluğun her köşesinden ve her kavminden gelme bir nüfustur. 16-17. asırlarda Pâyitaht-ı Cihan (Dünyanın taht şehri) denen İstanbul'da oturan ve çoğunluğu okuma yazma bilmeyen mahalle kızı, bütün asırlarda ve bütün ülkelerde konuşulmuş Türkçe'nin mutlak şekilde en ahenklisini ve doğrusunu konuşurdu (Diyarbakırlı Ziya Gökalp'in fikri budur)
İstanbul terbiyesinin birinci şartı, benim anlayabildiğime göre, cahil ise İstanbul'un mahalle kızı ve delikanlısı, okumuş ise Bâb-ı Âlî efendisi şivesi ile konuşabilmekti (Saray ve Medrese ağızları o kadar makbul değildi). Çalışıp bu şiveyi edinemeyen, alay konusu olabilirdi. Alay, taşralı olduğu için değildi. Yeteneksizliği dolayısıyle idi.
Birinci kural nezâket
Bu terbiyenin ikinci kuralı, nezaket idi. İstanbul nezaketi dünyaca ünlü idi. 1914 öncesi Paris ve Viyana nezaketine eş, Londra ve Petersburg nezaketinden ileri idi. Nezaketini kaybeden, hele terbiye sınırını aşan kişi, makbul sayılmazdı. İlim sahibi olmak şart değildi. İrfan sahibi olmak şarttı. Osmanlı Türkü, gürültüden, patırtıdan, tecavüzden, şiddetten, kabalıktan, sataşmadan hoşlanmayan bir toplumdur. Bu hareketleri, aynı zamanda, derinden edindiği İslâm ahlâkına ve tasavvuf irfanına aykırı görmüştür. Bu terbiyeyi oluşturan kaynakların başında belki tekkeler gelmiştir. Her seviyede insan her tekkeye giderdi. Osmanlı nın gerçek fikir kulüpleri, rehabilitasyon merkezleri, manevî şifa kaynaklarıdır.
Her sosyal sınıf imkânları nisbetinde giyinir, yaşar, hepsi saygı görürdü. Yoksul ve orta hallilerde alışverişi erkek, sokak satıcısından kadın yapardı. Varlıklı ailelerde bu işi köle veya uşak görürdü. Büyük zenginlerde doğrudan konağa getirilirdi. Erzak, yağ gibi şeyler gram ve kilo ile değil, toptan mevsimlik veya yıllık alınırdı. 1940'Iara kadar böyleydi.
Aile reisinin otoritesi kesindi. Aile reisi, ailesinin her ferdine, candan bir sev-9İ ile bağlıydı. Varsa, köle ve cariye de aile efradından sayılırdı. Evde, konakta
Osmanlı Türk toplumu, itaat temeline dayanır.
Bu itaat bir zorlama ve korku eseri değildi.
Bir gelenek ve terbiye işi, bir anlayış biçimi idi.
Piramidin başında halkın "efendimiz" ve "padişah" dediği hakan-halîfe vardı.
İrâdesi münâkaşa edilemezdi.
Peygamberimiz'in meşru halefi ve milletin başı idi.
Herkez tarafından
sevilirdi....
daim oturup yatmayan, dışarıdan gelip giden hizmetkâr asla kullanılmazdı. Gündelikçi hizmetkâr 1950'lerde çıktı.
Karşılıklı saygı ve sevgi, hakkaniyete, ahlâk kurallarına dayanırdı. Toplum, tokgözlü ve kanaat sahibiydi. İbadetler, biz Müslümanlarda olduğu kadar, İstanbul’un Hristiyan ve Mûsevîleri’nce de ihmal edilmezdi. Taassup, hele İstanbul’da ayıp bir şeydi. Kişinin karakterine güvensizliğinin açığa vurulması sayılırdı. Arada yobazlar türer, fakat sevilmezlerdi. Bütün edebiyatımızda yobazlar şiddetle kınanmıştır. Yobazı savunan tek mısra hatırlayamıyorum.
Bolluk içinde hayat
Bolluk, bereket, ucuzluk vardı. Aç ve açıkta insan yoktu. İhtiyaçlar, günümüze oranla mukayese kabul etmeyecek derecede sınırlı idi. Lüks ve israfın, belirli ailelerin harcı olduğuna inancı tamdı. Böyle yaşayanlar da yoksul babaları idiler. İsrafları derecesinde, medeniyetimize şeref veren sosyal müesseseler kurmuşlardır. Milyonu aşan nüfusu ile İstanbul, 1830’lara kadar, dünyanın en kalabalık şehri idi. Bütün yiyeceği dışarıdan gelirdi. Onun için uzun savaşlarda, büyük kışlarda, yiyecek fiatlarının yükseldiği görülür.
Ama asrımızın başlarındaki büyük savaşlara kadar sosyal dayanışma kudretliydi. Mahallede gerçek bir muhtacın bulunması, o mahalle için şerefsizlik sayılırdı. Hattâ mahallede eşsiz ve bekâr delikanlının bulunması hoş görülmez, elbirliği ile evlendirilir, iş sağlanırdı. Herkes yorganına göre ayak uzatmasını bilirdi.
Evlilik düzeni
Sosyal şartları birbirine yakın aileler arasında evlenme yapılırdı. Ancak istisnaları az değildi. Yoksul kızla zengin erkek veya yoksul erkekle zengin kız evlenmeleri, o çağ Batı toplumundakinden fazla idi. Şehirde birden fazla kadın almak nadirdi. İstisnaları, Hanedan ve vezir sarayları idi. Ben, 1930’ların yaşlı Osmanlı ailelerine yetiştim. Birden fazla hanımı olan bir İstanbullu tanımadım. Nitekim 17. asır başlarında İstanbul’a gelen Fransız gezgini Jean Palerme "birden fazla kadını olan az erkek var" diye yazar (il y a peu d’hommes qui ayent plus d’une femme, Peregrinations, Lyon 1606, p. 96).
1930’lara kadar Müslüman İstanbullu, evde yaşardı. 1930’larda apartmanlara göç başladı. 1950’lerde İstanbullunun gecekondu dediği ucubeler zuhur etti. 1918de bambaşka bir çağ başladı. Hayatın pek çok şartını değiştirdi...
ESKİ İSTANBUL’DA BELEDİYE HİZMETLERİ
Betonlaşma, trafik ve nüfusun Anadolu'dan İstanbul'a yığılması gibi üç facia, 20. asrın son yarısı ile başladı. Bütün korkunçluğuyla devam ediyor. İstanbul'da belde hizmetleri, derde deva bulunması imkânsız çizgisine gelip dayandı. Dünyanın en büyük açık hava müzesi olan bu şehirdeki Türk’ün estetik zevki yok olmaya başladı.
Eski İstanbul, Osmanlı estetiğinin hârikası şeklinde oluşmuştu. Yükseliş asırlarında şehrin estetiğini bozan veya sağlam yapılmayan bir inşaat, derhal yıktırılır-dı. Bunun için 140 müfettiş mimar, her gün İstanbul binalarını teftişe çıkardı (Evliya Çelebi, I, 627).
Eskiden tramvaylardan
bir görüntü...
İstanbul, Dünyanın en kalabalık şehri idi. O asırlarda değil bir milyon nüfus, yüz bin nüfus bile, en büyük şehirler için geçerliydi.
İstanbul-Edirne karayolu, 17. asırda, dünyanın en yoğun trafiğini taşıyan şehirlerarası yoldu. Osmanlı, bu karayolunu bir cadde telâkki etmiş, iki tarafına kaldırım döşetmişti. Yayalar ortadan yürüyüp at, deve, araba trafiğini engellemesinler diye... Polonyah Rahib Simeon eserinde (s. 23), iki taafı kaldırım döşeli İstanbul-Edirne karayolunu bize hayretle anlatıyor. 1611 yılında olduğumuza göre hayrete değer. Zira Londra şehrine 1824'te kaldırım döşenmeye başlamıştır.
Nitekim Paris'te ilk mezbahayı, İstanbul'daki Osmanlı mezbahasından asırlar sonra ancak 1813'te Napoleon yaptırmıştır.
1850'lere kadar en büyük Avrupa şehirleri olan Londra ve Paris in aydınlatma ve su bakımlarından ne derecede ilkel şartlarda yaşadığını Fransız tarihçisi Hatier bize anlatır (L'Anden Regime et Le Monde Contempo-rai, Paris 1966, s. 198).
Ancak 1850'lerden sonra Avrupa şehirlerinde belediye hizmetleri birden çok gelişir. Osmanlı şehirleri ve bu arada İstanbul, bu terakkiye ayak uyduramaz. Zi-
ra o kadar para harcayamaz. Avrupa'da başlayan dev yatırımlara girişemez. Savunma masrafları çok ağırdır.
Buna rağmen İstanbul, eşsiz, hattâ kıyas kabul etmez güzelliğini muhafaza eder. 1843'te İstanbul’un Gerard de Nerval gibi büyük bir şairde ne kadar heyecan uyandıracak güzellikte olduğunu (s. 19-22), birkaç yıl sonra belki en büyük Fransız şairi olan Lamartine'in de böyle bir güzellik karşısında sarsıldığını, İstanbul seyahatlerini anlatan kitaplarında okuyoruz.
-
19. asrın sonlarında iki büyük Fransız edebiyatçısı, Loti ve Farrere’in İstanbul hakkında yazdıkları da aynıdır. Şehrin güzelliği karşısında dillerinin tutulduğunu söylerler. Ama artık makineleşmiş bir dünya oluşmuş, İstanbul, tabiat hârikaları ve mimarlık ahengi ile baş başa kalmıştır.
Yeryüzünde ilk defa olarak 1813’te Londra’da bir kaç caddenin havagazı ile aydınlatılması, Paris'in onu takip etmesi, şehircilikteki büyük inkılâplardan biridir. 1850 ilâ 1860 arasında Avrupa şehirleri, havagazı ile aydınlatılarak parıl parıl hâle geldi. 1853’de İstanbul'da Dolmabahçe Gazhanesi yapıldı. Dolmabahçe Sarayı, bahçeleri, saraya açılan sokaklar geceleri aydınlatıldı. Sonra 1856'da Câd-de-i Kebir (İstiklâl Caddesi) havagazı ile aydınlandı. 1864'te İstanbul, Üsküdar, Boğaz sokaklarına da havagazı verildi.
1856'dan başlayarak sokaklara isim gösteren levhalar konmaya, Beyoğlu’nda Batı tarzında büyük otel, gazino, lokantalar açılmaya başlandı. 1864'te Kuzguncuk’ta ikinci, 1880'de Yedikule'de üçüncü, 1891'de Hasanpaşa’da dördüncü gazhaneler açıldı. Havagazı ile aydınlanma yaygın hâle geldi. Ancak İstanbul'un mütevazı semtlerinde 1940'lara kadar petrol gazı lambası, hattâ mumla aydınlanmanın devam ettiğini, bir İstanbullu olarak hatırlıyorum.
1875 Ocak ayında Türkler'in Tünel dedikleri Karaköy-Galata metro hattı yapıldı. Türkiye'nin tek metrosu olarak kaldı. Fevkalâde dik bir yokuşu geçtiği için bu tünel, halkın çok işine yaramıştır. 1869 Eylülünde çelik hatlar döşenerek iri Macar katanalarınca çekilen tramvay seferleri başladı ve 1914 şubatında elektrikli tramvaya çevrildi.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder