İstanbul’un 100 Dîvânesi
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
İSTANBUL’UN 100 DİVÂNESİ
NURULLAH KOLTAŞ
İSTANBUL’UN YÜZLERİ - 77
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları
İSTANBUL’UN YÜZLERİ' 77
İSTANBUL’UN 1OO DİVÂNESİ
Nurullah Koltaş
Genel Yayın Yönetmeni
Kültür A.Ş. Genel Müdürü
Nevzat Kütük
Yayın Koordinatörü
Kültür A.Ş. Projeler Müdürü
Fatih Yavaş
Editör
Yrd. Doç. Dr. Ömer Osmanoğlu
Grafik Tasarım
Mürettiphane
Kapak Görseli
Lihrary of Congress 2007680544, “Syr-dar'inskaia oblast".
G. Tashkent i ego ulichnye tipy lurodivyi (davana).
Baskı
İhlas Gazetecilik A.Ş.
Baskı Yılı
2016
Copyright © Kültür A.Ş. 2016
ISBN 978-605-9132-75-6
Yayınevi Sertifika No: 15321
Matbaa Sertifika No: 12227
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri 34010
Topkapı / Zeytinburnu / İstanbul
T. 0212 467 0700 F. 0212 467 0799
www.kultur.İstanbul / iletisim@kultur.istanbul
İÇERİK
07
Sunuş
09
Takdim
11
Kısaltmalar
13
Giriş
1400-1500’ler
22
Horos (Horoz) Mehmed Dede
24
Deniz Abdal
25
Aya Dede
26
Cebe Ali (Cübbe Ali)
28
Hatablı Sultan
29
Deryâ-i (Derya) Ali Baba
30
Tezveren Dede
31
Tuzcu Baba
32
Keskin Dede
33
Koyun Baba
34
Eskici Baba
35
Yıldız Baba (Necmeddin Dede)
36
Zuhurat Baba
37
Ya Vedûd Sultan
38
Zanbak Baba
39
Kovacı Dede
40
Âsumanî Dede
41
İlyâs Divane Şüca Efendi
42
Geysüdâr Molla Mustafa Çelebi
43
Geysûdâr Seyyid Abdullah Çelebi
44
Durmuş Dede
45
Saçlı Mehmed Çelebi (Kutb-ı Cenûbi)
46
Derviş Ahmed
48
Abdülevvel Efendi (Üryâni Efendi)
49
Şeyh Mehmed Çelebi Efendi
1600’ler
52
Saçlı Mehmed Çelebi (Kutb-ı Şimali)
55
Deli Ahmed Çelebi
59
Mulakkab Osman Çelebi
60
Kadı Delisi
61
Eskici Hasan Dede
62
Doğani El-Hâc Mustafa Baba
63
Kulübeli Mehmed Dede
64
Yemenli
65
Aşûm Dede
66
Taşçı Delisi
67
Elekçi Divânesi
68
Hızır Aşık ya da Hıztr-ı Işk
69
Şeyh Hâki Dede
70
“Sultân-ı Büdelâ" Hasan Dede
71
Seyyid Süleyman Medeni Efendi
72
Nenesi Dede Sultan
73
Yeniçeri Mehmed Efendi
74
Nalıncı Memi (Na'lini Mimi) Dede (Yatağan Dede)
75
Nalıncı Salih Dede
76
Nalına Hüseyin Dede
77
“Erdebilizâde” Ahmed Efendi
78
Yetmiş Guruş (Kuruş) Dede
79
Ala Kanca
80
Armağâni Mehmed Efendi
81
Kapâni Deli Sefer Dede
82
Divâne Burnaz Mehemmed Çelebi ve Eş-Şehir Sabah Sabah Delisi
84
Divâne Duban Keşer (Dübânkeş) Dede
85
Bülbül Divânesi
86
Nuh Baba
87
Boynuzlu Divâne Ahmed Çelebi
88
Kâğıd (Kâğız) Delisi
89
Keçeli Dede
90
Sümüklü Dede Divâne
91
Tabak Divânesi
92
İsmail Efendi
1700’ler
94
Hasan Dede
95
Seyyid Nizamzade Seyyid Ali Efendi
96
Kâdı Delisi Mehmed Efendi El-Meczûb
98
Taslak Derviş Mustafa
100
Kalıcı Seyyid Mehmed El-Meczûb
102
Kadı Süleyman Efendi El-Meczûb
105
Balıkçı Baba
106
“Hünkâr Delisi” Ahmed Efendi
107
Laleli Baba
108
Bayrakdâr Mehmed Dede El-Meczûb
110
Ya İmam Hâfiz Ahmed Efendi
112
Beşiktaşi Meczûb Salih
113
Arpaeminizâde Mustafa Sami Efendi
114
Dalkavuk Osman Efendi El-Meczûb
116
Derviş Osman Baba
1800’ler
120
“Kuşbaz” Mahmûd Ağa El-Mevlevî
121
Ahmed Ağa
122
Çöp Atlamaz Baba
123
Said Baha
124
Nişan Derviş Mehmed
125
Arif Ağa
126
Deli Salih
127
Meczûb Memiş
128
Saka Aziz Baba
129
Sultanhamamlı Muharrem
130
Aşık Cemâl
131
Ali Dostî Baba
132
Düğümlü Baba
133
Hasan Rıza Efendi
136
Takunyacı Kemâl
137
Mahmud Baba
138
Beylerbeyli Atâ Efendi
140
Ebu’l-Kilâb (Köpeklerin Babası) ya da Köpekçi Hasan Baba
1900’ler
146
Şeyh Ferid Efendi
147
Eyüplü Deli Hidayet
148
Pazarola Hasan Bey
149
Dilsiz Arap
150
Sükûtî Dede
152
Adam Ol Mehmed Efendi
153
Mortucu Salih
154
Notlar
161
Kaynakça
KISALTMALAR
EÇ Evliya Çelebi Seyahatnâme
TM Tezkiretü’l-Müteahhirîn
OTH Osmanlı’da Tasavvuf! Hayat
LH Lemezât-ı Hulviyye
IA İstanbul Ansiklopedisi
DBI Dünden Bugüne İstanbul
ÎR İstanbul Risaleleri
ÎE İstanbul Efsaneleri
S O Sicill-i Osmanî
DİA TDV İslam Ansiklopedisi
GİRİŞ
Efendi kullarının kalplerini aldığında
Kendisine; dilediğine hükmedip yerine koyduğunda
Dilediğini kendi katında saygın olarak bırakır Dilediğini ise arzu ettiği şey için geri çevirir. 1
Üzerinde yaşadığımız kadim ve bereketli topraklar, binlerce yıllık tarihî bir önemin yanı sıra hayatın en ücra alanlarına sirayet etmiş muazzam bir medeniyetin de taşıyıcısı rolünü üstlenmiştir. Hassas bir bakışla incelendiğinde, özünde sakladığı derin anlamı gözler önüne seren bir mukarnastan cami avlusundaki sadaka taşına, dilden dile aktarılan bir gazelden bebeklere mırıldanan manilere kadar inceliğin bin bir çeşidi, bizi geçmiş ve günümüz arasında bir medeniyet yolculuğuna çıkarmaya yetecek denli büyük bir mirasın da dışavurumlarıdırlar.
Elbette bu olağanüstü örneklerin gelişimi ve ortaya çıkışı, medeniyetle dokunmuş bir kumaşı yani millet olmayı gerektirmektedir. Kumaştaki ip ve ilmikler gibi insanlar da biricik ve çeşitlidir. Kelimenin gerçek anlamında bir medeniyetin oluşumu, ancak kendilerini ona adamış insanlarla gerçekleşebilir.
Medeniyete yüksek bir kıvam veren insan çeşitliliği, salt fizikî değil ayrıca metafizikî nitelikleri de barındırmaktadır. Denebilir ki bizim milletimizin özge nitelikleri, esasen bu metafizikî bileşenlerin yoğunluğuyla öne çıkmaktadır. Milletin ana bileşeni olan insanlar ilimden sanata, zanaattan ziraata birçok alanda kapasiteleriyle örtüşen bir meslek edinmişlerdir. Lâkin halkın nazarında insanları ayrıcalıklı kılan şey, yalnızca meslekleri ya da uğraşları değildir. Millet, tüm bu çeşitli ve biricik insan tiplerinin içinde eridiği bir potaya benzer. Diğer bir deyişle, potadaki eriyiğin nitelikli oluşu, ancak tüm bileşenlerin yerli yerinde olmasıyla mümkündür. Dolayısıyla bir bütün olarak milletten bahsederken de divâneler, meczûblar, mecnûnlar gibi toplum mozaiğinin olmazsa olmazı sayılabilecek tüm figürler ele alınmak durumundadır.
Divâneler, meczûblar, mecnûnlar gibi alışıldığın dışında bir takım tavırlar sergileyen bu figürler, milletimizin
Hâfızasında daima ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuşlar ve onlara dair hikâye ve menkıbeler de nesilden nesle aktarılarak bu ayrıcalıklı durum muhafaza edilmiştir. Sözü edilen figürlerin toplum Hâfızasındaki bu yüksek konumlarının kökeninde, görünüşte akıl nimetinden perdelenmiş olsalar bile bizce bilindik olmayan aşkın bir bağ/bağlantıya sahip oldukları kanısıdır. Divâne, meczûb, mecnun, behlül, vb. çeşitli isim ve sıfatlarla anılıyor olmaları, gerek tavırları gerekse de sarf ettikleri sözler bakımından sınırları kesin olmamakla birlikte bir ilahi çekime (cezbe) kapılıp kapılmadıklarının kavramsal olarak ifade edilişinden kaynaklanmaktadır. Bu sıfatları salt sözlük anlamlarından hareketle tanımlamak, her zaman mümkün görünmemektedir. Zira bir kısmı artık galat haline gelmiştir ve bazen de birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Sözgelimi Farsça ‘divâne’ ifadesi ‘div’ yani ‘erkek cin anlamındaki bir kelimeden türemiş olup Arapçadaki ‘mecnûna karşılık gelmektedir. Fakat gündelik dilde, sözlük anlamlarından çok edinmiş oldukları anlamda ön plana çıkmaktadır.*
Genel olarak ‘cezbe’ terimiyle ifade edilen çekim hâli, bu kişilerin delilikle velilik arasında bir yerde konumlandırılmalarına ve ayrıcalıklı kabul edilmelerine neden olur. Ne var ki söz konusu ayrıcalıklı konum, onların toplumdan kopuk bir yaşam sürmelerine asla yol açmamıştır. Kimi toplumlarda içlerine kötü ruhların girdiği düşünülerek türlü eziyetlere maruz bırakılan bu insanların, bizde bir talih vesilesi oldukları bile düşünülür. Öyle ki onların hoşça selâmladığı insanlar (örneğin, Pazarola Hasan Bey) kendilerini bahtiyar hissederler. Kimileri onları konuşturup bu durumdan bir eğlence çıkarırken, Mirâtul-Cünûn adlı eserin sahibi Yenişehirli Avnî gibi bazı kişiler de umuma saldı hususlar hakkında onlardan malûmât edinmeye çalışmışlardır:
Tam akil olamaz câkillar
Almayınca deliden uslu haber. 2
Kimi âlimler, insanın rüya halinde bu âlemden misâl âlemine geçtiklerini dile getirmektedirler. Ne var ki bu iki âlem, karşılıklı yerleştirilmiş ve aralarında bir perde konmuş gibidir. Perde kaldırılınca, her iki aynada diğerinin özelliklerine ait kimi gerçekliklerin yansıması gibi misâl âlemine dair bir şeyler de sadık rüya gören kişinin önce kalbine yansır. Lâkin bu yansıyan hakikat, bu âleme ait olmaması nedeniyle uyarlanmak ya da yorumlanmak durumundadır, içinde bulunduğumuz âlemden yansımanın gerçekleştiği diğer âleme geçiş uyku ya da ölümle gerçekleştiğinden, her iki durumda da bir çekim ya da
cezbe halinden bahsedilebilir. Bu gölge ya da yansıma dünyada, divâne ya da meczûb adı verilen kişilerin yanı sıra her birimizde bir miktar cezbe unsuru bilkuvve mevcuttur:
Deme ger âkil isen Ferhâd u Mecnûna deli,
Eylesen halka nazar, her biri bir gûna deli. 3
Modernitenin kolayca anlamlandıramayacağı ve salt fizik temelli zahirî yaklaşım, divâne ya da meczûblara yönelik metafizik ya da bâtınî yaklaşımı dışarıda bırakma eğilimindedir. Oysa yüzyıllar geçse de zihin ve gönüllerden silinemeyen bu nâm, bir bakıma fiziği aşan bir boyutta ihtiva edilir. Divâne ve meczûblar, yaşamış oldukları muhitin kimine göre manevî koruyucuları kimilerine göre ise ‘maskot’larıdırlar. Bu yüzden de onlara ilişmek, pek hoş karşılanan bir durum değildir. Hürmetle karışık bir çekinme nedeniyle, özellikle çocuklara onlara eziyet etmemeleri tenbihlenir. Yetişkinler ise divâne ya da meczûbların kendilerinden talep ettikleri şeyleri imkanları dahilinde yerine getirmeye çakşırlar. Bu kişilerin sarf ettikleri sözler, ‘Divâne sözüdür’ diyerek yabana atılmaz, hatta vuku bulan bazı hadiselerle ilişkilendirildikleri bile olur.
‘Kimin velî, kimin deli’ olduğunun bir sır olduğunu düşünenler, onlarla ilişkilerinde daima bir ölçülülük gözetmişlerdir. Hatta bu durum birçok şiire de konu olmuştur:
Dime ey dil bu eşektir bu delidir;
Ne bildin ki tekidir ya velîdir. 4
Bu ölçülülük bazen de onların hâllerinin karşı tarafa aktarılacağından kaynaklanan bir çekinceden kaynaklanır. ‘Hâl giydirme’ adı verilen bu aktarımla, o meczûb ya divânenin hâlinin ansızın karşı tarafa ulaştığı konusunda birçok menkıbeye de rastlamaktayız (bkz. Çöp Atlamaz Baba).
Pirlerimizden Akşemseddin Efendi gibi bazı âriflere göre bu kişilerin mizaçları, açlık gibi doğal bir nedenden değil, sökün eden İlahî Tecelliyle kalplerinde gerçekleşen ani bir çarpılmanın etkisiyle akıllarını yitirmiş olmaları sonucunda şekillenir. Genellikle tasavvuf ehline ait olan bu yaklaşımda, cezbe ya da çekim kutsal bir kökene sahiptir. Öyle ki kimi meşrep ya da mekteplerde, bu cezbe deneyimi bir başlangıç noktası bile kabul edilir. Böylesi bir durumda, kişi manevî bir sarhoşluk (sekr) haline gark olur. Bununla birlikte, her meczûb ya da divâne adı verilen kişinin bu hâle sahip olduğu da düşünülmemelidir. Konuyla alakalı kaynaklarda, kadim devirlerde cezbenin bariz bir biçimde ön plana çıktığı, fakat gün geçtikçe
bu niteliğin azalmaya yüz tuttuğu sıkça dile getirilen bir husustur. Diğer bir deyişle, yukarıda dile getirilen tecelli kaynaklı akıl nurunun kaybedilişi, yerini zamanla doğal nedenlerden ötürü garip davranışların sergilendiği bir hâle, daha doğrusu biyolojik kökenli rahatsızlıklara bırakmış görünmektedir.
Bu kitap için “İstanbul’un 100 Divânesi” isminin tercih edilişi, gerek Evliya Çelebinin meşhur Seyahatnâmesinde ‘divâne’ olarak göndermede bulunulan cezbe ehlinin bir sıfatı olması, gerekse de kitabın bağlamı göz önünde bulundurularak İlahî aşkın etkisiyle hayrete düşme ve bu hayret halinde kalmayı ima eden bir tasavvuf! terim oluşundan kaynaklanmıştır/
Güncel kullanımda olumsuz yan anlamların yüklenişi nedeniyle meczûb ya da divâne gibi kavramlar, yer yer tahkir amaçlı kullanılabilmektedir. Oysa bir miktar geriye gidildiğinde, Yunus Emre’den Divâne Mehmed Çelebiye birçok âlim, şeyh, ârif ve musikîşinâsın deli ya da divâne lakaplarını bir hediye gibi taşıdıkları görülür.
Elinizdeki çalışmaya konu olan figürlerin seçimi, her sufînin bir miktar cezbe niteliği taşıdığı düşüncesinden hareket edilerek gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla bugün kullanıldığı şekliyle bir meczûbluk ya da divânelikten ziyade İlahî Aşk’ın etkisiyle normalin dışında tavır sergileyen şahsiyetler aktarılmaya çalışılmıştır. Bu kişileri ayırt edecek bir ölçüt olmadığı için, isim ve görsellerde yanılma payını da hesaba katıyor ve olası hatalar için af diliyoruz.
Ayrıca peder-i muhteremim Mahmut Beye, vâlidem Neriman Hanım’a, bilhassa da çalışma esnasında vakitlerinden aldığım eşim Esra Kul Hanım’a ve oğullarım Mahmut, Eşref Adem ve Hızır İlyas’a müteşekkirim.
Nurullah Koltaş
1400-1500’ler
“Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu, kapılardan kovulmuş öyleleri vardır ki “bu şöyle olacak” diye yemin etseler, Allah onların dediğini yapar.”6
HOROS (HOROZ) MEHMED DEDE
İstanbul’un Fethi-İBB Atatürk
Kitaplığı, Alb_00004
Yavuz Ersinan Camii
İstanbul'un divâneleri ya da daha özelde cezbelileri söz konusu olduğunda, başlangıç noktamızı İstanbul’un Fethi belirlemektedir. Zira İstanbul’un fethi sıradan bir kuşatma olmayıp gelişimi ve sonraki dönemlere yansıması bakımından çok boyutlu bir hadisedir. Çeşitli halklara mensup askerler ortak bir amaç uğruna bir araya gelerek muazzam bir ordu oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Toplumun her katmanının neredeyse bir aynası olan bu orduda, özellikle dikkat çeken figürler meczûb erlerdir; zira yaşamı renklendirmeleri yanında büyük bir manevî şevk katmışlardır. Eldeki bilgiler ışığında, Fetih ordusunda ele alacağımız ilk figür Horosî ya da Horoz Dededir.
Horasan erlerinden olduğuna inanılan Horosî De-de’nin Akşemseddîn, Sivasî Kara Şemseddîn, Molla Gürânî, Emîr Buharî, Molla Fenârî, Cübbe Ali (bkz. Cebe Ali), Ensarî Dede, Molla Pûlâd, Aya Dede (bkz. Aya Dede) ve Hatablı Dede (bkz. Hatablı Sultan) gibi Fetih ordusundaki Allah dostu yetmiş yedi ulu sultandan biri olduğu rivayet edilir. Fetihken önce Fatih Sultan Mehmed Han, bu manâ erlerinden himmet rica eder. Fethin ardından her birine zaviye, türbe, medrese gibi manevî bir eğitimin gerçekleştirilmesinde başat bir görev üstlenecek olan eğitim ve hizmet kurumlan inşa ettireceğinin müjdesini verir:
· - “İslâmbol devletinin nısfı sizin ve nısfı guzât-ı müslimînin ve rub‘ı hakirin olup mâl-ı ganâyimle her birinize birer zâviye ve türbe ve imâret ve mekteb ve medrese ve dârü’l-hadîs tetimme-i medârisler binâ edeyim.” 7
Dedeye verilen Horoz lakabı, Fetih sırasında her saat başı horoz gibi çırpınarak “Kalkın ey gâfiller” (Kûm yâ gâfîlûn) diye nida edip gazaya katılan Müslümanları uyandırmasından gelmektedir. 8
Fethin ardından İstanbul, yüzyıllar boyu bir ilham kaynağı olur. Fethe katılıp gazi olan Horoz Dede gibi seçkin kişilikler, daha sonra gerek maddî gerekse de manevî açılardan şehrin imarı için farklı semtlere yerleşmişler ve bulundukları muhitleri aydınlatmaya devam etmişlerdir.
Dede'ye verilen Horoz lakabı. Fetih sırasında her saat başı horoz gibi çırpınarak 'Kalkın ey gafiller' (Kûm yâ gâfilûn) diye nida edip gazaya katılan Müslümanları uyandırmasından gelmektedir.
Horoz Dede de Yavuz Er civarına yerleşir. Vefatının ardından Unkapanı dışındaki türbesinde sırlanır 9 ve yanı başına bir çeşme yaptırılır.
Yavuz Ersinan Camii, Enc. 201
DENİZ ABDAL 10Deniz Abdal her gece rüyasında deniz gördüğünden olsa gerek gün geçtikçe bu hasreti yüzünden bir cezbeye düşer.
Deniz Abdal Dergâhı, Ene 23
Fetih ordusu arasında her tür askerî disipline mensup erler yer alır. İstanbul’un Fethine katılan kutlu erlerden biri de askerin önüne düşüp,
· - “Bize kâfir oku işlemez, bizi kâfirin kılına kesmez,” 11
diyerek onların şevkine şevk katan Deniz Abdal’dır.
Deniz Abdal her gece rüyasında deniz gördüğünden olsa gerek gün geçtikçe bu hasreti yüzünden bir cezbeye düşer. Ona Deniz Abdal denilişinin nedeninin bu cezbe olduğu rivayet edilir. 12
Şehremini’de, kendi adıyla anılan Denizabdal Mescidi’nin karşı tarafında sırlıdır. Mezar taşında vefat tarihi 958 olarak yazılıdır.
İhtifalci Mehmed Ziya Bey, Deniz Abdal Dergâhı Tespitinde, Enc 23.
AYA DEDEİstanbul’un fethinde sayılarının yetmiş yedi olduğu rivayet edilen manâ önderleri, onlara eşlik eden erleriyle İstanbul’un farklı noktalarını tutarak büyük yararlılık göstermişlerdir. Her ne kadar meşrepler farklı olsa da gaye birdir ve hakikat söz konusu olduğunda, bu farklılıklar silinerek gayede birleşilir. Coğrafî sınırları da aşan bu adanmışlık, belki de arzın bu yolda verilen her uğraşa şahit olacağı düşüncesiyle önden giden bu büyükleri bir araya getirmiştir.
Aya Dede, üç yüz Nakşibendi fakiriyle daha sonra kendi adıyla anılacak olan Ayakapısı’ndan kuşatmaya katılır.
Bu önderlerden biri olan Aya Dededir. Aya Dede, Fetih sırasında önemli akınlarda yer almıştır. 13 Aya Dede, üç yüz Nakşibendî fakiriyle daha sonra kendi adıyla anılacak olan Ayakapısı’ndan kuşatmaya katılır. Şehadet şerbeti içtikten sonra kale kapısı içinde yer alan Sirkeci Tekkesi’ne defnolunur. 14
CEBE ALİ (CÜBBE ALİ)
Cebe Ali'nin, Fetih sırasında Ekmekçibaşı olarak görev alıp askerlere gül renkli hâs ekmekler yaptığı da rivayetler arasındadır.
Dört bir yanı sırlarla dolu İstanbul şehrindeki kimi muhit isimleri, tesadüfen verilmiş olmaktan oldukça uzaktır. Cibâlikapısı adı da böylesi bir duruma işaret eder.
Mısır Memluklerinin sultanlarından Kalavun’un hocası olduğu rivayet edilen Cebe Ali, İstanbul’un fethinde bulunmak üzere Mısır’dan ayrılıp Anadolu topraklarına gelir. İlkin Bursa’ya yerleşip orada Zeyneddin Hafiye intisap eder. Seçtiği manevî yolun esaslarına uyarak sâde bir hayat tarzını benimseyen Cebe Ali’nin adı, kimilerine göre at çulundan bir elbise giymesi yüzünden, kimilerine göreyse giydiği zırh ve fetihteki topçuluk görevinden gelmektedir. 15
Bir süre sonra İstanbul’un fethi için hazırlık yapıldığı haberi kulaktan kulağa yaydır. Kutlu Elçi’nin müjdesine mazhar olmak adına fetih çağrısına icabet eden Cebe Ali, onunla aynı ideali taşıyan çok sayıda erle İstanbul’a doğru yola koyulur. İstanbul’a ulaşır ulaşmaz orduda çeşitli görevler üstlenir.
Cebe Ali’nin, Fetih sırasında Ekmekçibaşı olarak görev alıp askerlere gül renkli hâs ekmekler yaptığı da rivayetler arasındadır. 16 Fethin en hararetli deminde, Cebe Ali
Gül Camii. Enc 3666,1942
Cibali Kapısı
Cebe Ali. maiyetindeki Zeynüddin Hafiye müntesip askerleriyle kuşatmaya katılarak önemli bir katkı sağlamıştır.
Okmeydanı’ndan inen gemilere binmek yerine maiyetinde bulunan üç yüz civarında Zeynüddin Hâfi fukarasıyla birlikte Tershane bahçesi önünde denize postlarını sererler ve zikr-i erreye dururlar. Kale üzerinden kudüm ve def sesleri arasında piyade ve postnişinleri gören Bizans askerleri, işittikleri sesler ve tanık oldukları manzara karşısında korkudan akıllarını yitirecek duruma gelirler. Cebe Ali ve erenleri daha sonra postlarını toplayıp Cibali Kapısı yönünden kuşatmaya katılırlar. Bu kuşatmasının anısına buraya Cibâlikapısı adı verilir. Cebe Ali Efendi’nin naşı. Gül Cami avlusuna defnedilir. Maiyetindeki fukaralar da buradaki âsitaneye çekilirler. 17
HATABLI SULTANHatablı Sultan, Fethin ardından Aksaray'a yerleşir ve hizmetine burada devam eder.
Söz konusu Fetih olunca, akla gelen cezbe sahibi figürlerden biri de Hatablı Sultan’dır. “Hatab” kelimesinin anlamından hareketle halk arasında Oduncuzâde adıyla da bilinen Hatablı Sultan, iki bin fukarasıyla Odunkapusu’ndan kuşatmaya katılır. Bu muhitin daha sonra onun adına hürmeten Odun-kapısı olarak anıldığı rivayet edilir.
Hatablı Sultan, Fethin ardından Aksaray’a yerleşir ve hizmetine burada devam eder. Onunla alakalı elimize ulaşan bilgilere göre, meczûb görünüşlü olup mürşid-i kâmildir.
Aksaray, Alfred Nicolas Normand.
DERYÂ-İ (DERYÁ) ALİ BABA”
İstanbul’un Fethi’nden bir gün önce, yani 28 Mayıs 1453 günü asker arasında kuyulardaki suyun kuruduğu ve bu nedenle su kıtlığı yaşanacağına dair bazı söylentiler yayılmaya başlar. Çengin en hararetli anlarında ortaya atılan bu söylentiler ‘Ebu’l-Feth’ Sultan Mehmed Hân’ın kulağına ulaşır ulaşmaz, Sakabaşısı Ali Babayı huzuruna çağırır. Sultanın huzuruna mütebessim bir çehreyle çıkan Ali Baha’nın bu görüntüsü, çıkan söylentiler nedeniyle hiddetlenen Padişah’ı çileden çıkarır.
- “Ali Efendi, nedir bu durum? Tedbirin var mı?” diye sorar. Ali Baba,
- “Sultanım, su çoktur!”
cevabını verir. Sultan,
- “Hani nerede?”
deyince, Ali Baba sırtındaki kırbayı işaret eder. Kırbanın içine bakan Padişah, suyun derinliğiyle şaşkına düşer. Emin olmak için maiyetindekilerden de kırbaya bakmalarını ister. Onlar da aynı şeye şahit olurlar. Kırbadaki su, tüm ordunun susuzluğunu giderecek denli boldur. Bunun üzerine padişah askere niçin su vermediğini sorunca, Ali Baba şöyle cevap verir:
· - “Sultanım askerler çok terli. Her istediklerinde su verirsem, hasta düşerler. Onların zayıf düşmesi, cenge ziyana sebep olur.”
Daha sonra Ali Baba kırbayı alıp yere vurur ve vurduğu yerden de su fışkırmaya başlar. Bu olayın ardından Ali Baba, “Derya Ali Baba” olarak anılır.
Fetihten sonra Sultan Mehmed Hân, Deryâ Ali Baba’ya Kazlıçeşme muhitinde bir arazi bağışlar. Deryâ Ali Baba da vefatına kadar bu civarda yaşamıştır.
Deryâ Ali Baha’nın türbesi hâlâ Kazlıçeşme’de bulunmaktadır.
Ali Baba kırbayı alıp yere vurur ve vurduğu yerden de su fışkırmaya başlar. Bu olayın ardından Ali Baba, ’Derya Ali Baba’ olarak anılır.
Deryâ-yı Ali Baba Türbesi
TEZVEREN DEDERivayete göre bir şeyh olan bu zâtın asıl adı Ali olup Atik Ali Paşa Camiinde vaaz verir. Onun vaazlarını dinlemiş olanların nurlandığına inanılır.
Pek çok şehirde Gül Baba, Koyun Baba gibi aynı benzer isimli mana önderlerinin medfun olduğu türbeler mevcuttur. Bu durum, söz konusu zâtın hakikaten orada medfun oluşundan kaynaklandığı gibi orada medfun olan zât başka biri olsa bile zamanla yerin bir makam kabul edilişiyle de gerçekleşebilir. ‘Tezveren’ adı bu durumun diğer bir örneği kabul edilebilir.
İstanbul’da Dolapdere’de bulunan Tezveren Baba, Kumkapı’daki Tezveren Dede, Paşabahçe’deki Tezveren Dede ve Divanyolu caddesi üzerinde, Sultan II. Mahmud Türbesi yakınındaki Çemberlitaşlı Tezveren Dede de edilen dualara tez karşılık buluşundan tesmiye olsa gerek, Tezveren adını taşıyan türbelerden bir kaçıdır.
Rivayete göre bir şeyh olan bu zâtın asıl adı Ali olup Atik Ali Paşa Camiinde vaaz verir. Onun vaazlarını dinlemiş olanların nurlandığına inandır. Hatta onun sohbetini dinledikten sonra dışarı çıkan kişilere,
· - “Yüzün nurlanmış; yoksa Tezveren Dede’nin sohbetinden mi geliyorsun?”
dendiği aktardır.
Diğer bir rivayete göre ise Tezveren Dede Fatih’in ordusundaki manâ erlerindendir.
Kitabesinde şöyle yazar:
Fatihle Gelenlerden Tezveren Dede
Tezveren Dede Türbesi’nin Kitabesi
TUZCU BABA 20
İstanbul’un fethi için şehri kuşatan Osmanlı ordusunun büyüklüğü göz önüne alındığında, bu kadar büyük bir ordunun ihtiyaçlarını karşılamada kimi güçlüklerin ortaya çıkması da olağandır. Artan su ihtiyacını karşılamada meczûbînden Deryalı Ali Baba gibi erenlerin himmetleriyle sorunların giderildiği çokça aktarılan bir durumdur.
Bilindiği üzere tuz, yokluğunda hayli endişe oluşturabilecek bir ihtiyaç maddesidir. Ne var ki ordunun erzak çadırlarında, tuz çuvalları günden güne eksilmektedir.
Rivayete göre cenk esnasında normal zamanlarda nadiren belirebilecek bir sıkıntıyla karşılaşılır. Su, ekmek gibi kolayca akla gelebilen ihtiyaçların yanı sıra eksikliği askerin moralini bozabilecek bazı malzemeler de söz konusudur. Bilindiği üzere tuz, yokluğunda hayli endişe oluşturabilecek bir ihtiyaç maddesidir. Ne var ki ordunun erzak çadırlarında, tuz çuvalları günden güne eksilmektedir. Kuşatma sürerken tuz sorununun ivedilikle çözülmesi gerekir. Kumandanlar çadırda çözüm arayışlarını sürdürürken, çadırın kapısında bir asker,
· - “Ben ordunun tuzunu bulurum,”
der. Kendisine yöneltilen şaşkın bakışları fark edince, şöyle der:
· - “Siz hiç endişe etmeyiniz. Ben şimdi size tuz getireceğim. Müsaade edin bana... Şayet tuz bulamazsam, boynum kıldan incedir.”
Daha sonra orada bulunanlardan büyük bir havan ister. Havan getirilir getirilmez, yerden bir avuç toprak alıp havanda dövmeye başlar. Toprağın rengi kahverengiden beyaza dönmektedir. Nihayet havandan bir miktar toz alıp orada bulunanlardan tatmalarını ister. Şaşkın bakışlar altında toprak tuza dönüşmüştür. 21
KESKİN DEDE 22
Diğer birçok tarikata mensup erenler gibi Keskin Dede de cenge girişmiş ve büyük yararlılık göstermiştir.
Keskin Dedenin 1997'de çalınan kabir faşı kitabesi23
Ni’me’l- Ceyş’ten (Fethe katılan kutlu askerlerden) olan Keskin Dede, Bayramiyye Tarikatı’na müntesip bir zâttır. Diğer birçok tarikata mensup erenler gibi Keskin Dede de cenge girişmiş ve büyük yararlılık göstermiştir.
Keskin Dede vefatının ardından Fatih Nişanca’da kendi adıyla anılan bir hazirede sırlanır. Daha sonra aynı hazireye birçok âlimin defnedildiği de bize ulaşan bilgiler arasındadır. Keskin Dede’nin kabir taşı kitabesinde şöyle yazar:
Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin maiyetleriyle teşrif eden tarik-i Bayramiyye’den Keskin Dede Hazretlerinin kabr-i şerifleridir.
Hicri sene 857 24
Fatih’te Hırka-i Şerif Camii yakınlarında medfun olan Koyun Baba, bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmed Hân’ın çobanlarından biridir. Haşarı çocuklar, sakinleşip normal davranışlar sergilesinler diye Koyun Baba türbesine getirilir. Diğer bir rivayete göreyse Sultanın seyisidir. Bu rivayet ise daha çok arabacı eşrafı için geçerlidir. Onlar da rahatsızlanan atları iyileşsin diye Koyun Baba türbesini ziyaret ederler. İstanbul’da Koyun Baba isimle anılan birkaç türbe daha bulunmaktadır. 25
Koyun Babanın 1935 yılında mevcut olan mezar taşında şöyle yazılıdır:
Hasan çocuklar, sakinleşip normal davranışlar sergilesinler diye Koyun Baba türbesine getirilir.
Bende-i Âli Abâ
Merhum Koyun Baba Hazretlerinin
Ruhi için El Fatiha
Bu taş daha sonra sebepsiz yere kaldırılmış olsa da halk tarafından yeni bir kitabe konmuştur. 26
Koyun Baha'nın Hırka-i Şerif civarında bulunan kabri
Koyun Baba, Enc. 24 Şubat 1941
ESKİCİ BABA
Rivayete göre Eskici Baba, halka olan merhametinden gülleleri birer birer yakalayıp kenara koymaktadır.
Kimi kaynaklarda İstanbul’un Fethi’nden önce şehre yerleşmiş Türkmenlerin varlığından söz edilir. Bu Türkmenlerden biri de geçimini diktiği pabuçlardan sağlayan Eskici Baha’dır. Ebu’l-Feth’in komutasında Osmanlı askeri İstanbul’u kuşatıp muhasara topları ateşlendiğinde, güllelerin surlara isabet etmediği söylenir.
Rivayete göre Eskici Baba, halka olan merhametinden gülleleri birer birer yakalayıp kenara koymaktadır. 27 Ya Vedûd Sultan adlı diğer bir velî gibi Eskici Baha’nın da fethin gecikmesine sebep olduğu rivayetler arasındadır. Bu bağlamda fethe mazhar olmak için İstanbul’a yönelik çok sayıda akın gerçekleştirilirken, bir yandan da fethin gerçekleşmemesi için çaba sarf ettiği rivayet edilen bu zâtların menkıbelere konu oluşu ilgi çekicidir.
Sultan Mehmed Han bir sabah namazından sonra şehrin fethini müyesser kılması için Cenâb-ı Hakka niyaz ettikten sonra duaları karşılık bulur ve nihayet fetih gerçekleşir. Fatih şehre girince, karşılaştığı kişilere orada hâli diğer insanlardan farklı bir kimse olup olmadığım sorar. Onlar da muhasara esnasında zarar görmemeleri için top güllelerini kucaklayan Eskici Baha’dan söz ederler.
YILDIZ BABA (NECMEDDİN DEDE)
Yıldız Hamamı, Enc 1253-4.1.1952
Halk arasında Yıldız Baba’nın duasının makbul olduğuna inanılır. Bu nedenle, hamamdaki bir kurnaya dua ettiği ve söz konusu kurnada yıkanan hastaların sıhhat bulduğu düşünülür.
Asıl adı Necmeddin olan Yıldız Baba, “Ni’me’l-Ceyş”tendir. İstanbul’un Fethinin ardından Yıldız Hamamı’nı yaptırdığı ve daima bu hamamın külhanında gecelediği rivayet edilir. 28
Halk arasında Yıldız Babanın duasının makbul olduğuna inanılır. Bu nedenle, hamamdaki bir kurnaya dua ettiği ve söz konusu kurnada yıkanan haftaların sıhhat bulduğu düşünülür. Bu kurnanın üzerinde, ” Maden-i berr-i şifa Kurna-i Yıldız Baba" yazan ve üzerinde bir yıldızın yer aldığı bir levha bulunmaktadır.
Sonradan Yıldız Baba mescidi ve tekkesi yapılmış olsa da bu yapılar günümüze kadar ulaşamamıştır.
Genellikle erkeklerin kullandığı hamamın iki haftada bir kadınlara açıldığı da rivayetler arasındadır. Hanımlara ayrıldığı günlerde hamam o kadar kalabalık olur ki bazı hanımlar yıkanamadan hamamı terk etmek durumunda kalırlar. 29
Kumanın üzerinde bulunan “Maden-i berr-i şifa Kurna-i Yıldız Baba” yazısı
ZUHURAT baba
Fethin renkli simalarından olan Zuhurat Baba, adından anlaşılacağı üzere ani bir zuhuratla bu künyeyle anılmaya başlar.
Zuhurat Baba Türbesi
İstanbul’un Fethi, geleceğe bir projeksiyon tutacak önemli olaylara sahne olmuştur. Netice olarak Fetih, başlı başına önemli bir husuftur. Bununla birlikte, Fetih’ten bugüne geçen neredeyse altı asırlık süre zarfında, tarihin seyrini değiştirecek bu önemli olayın bazı bileşenleri unutulmaya yüz tutmuştur.
Fethin renkli simalarından olan Zuhurat Baba, adından anlaşılacağı üzere ani bir zuhuratla bu künyeyle anılmaya başlar. Osmanlı askerlerinin beslendiği su kaynaklarının Bizanslılarca zehirlenişinin ardından, ancak Osmanlı ordusunun kalabalıklığı göz önüne alındığında bir karşılaştırma yapılabilecek bir su kıtlığı baş gösterir.
Bu esnada aksakallı bir koca yiğit, sırtında bir su kırbasıyla zuhur eder. Böylesi bir anda hem mevcut susuzluğu giderecek hem de askerin ruh halini müspet yönde değiştirecek bu ani belirme ya da zuhurattan ötürü, bu zâta “Zuhurat Baba” adını verirler. Kuşatma sona erdiğinde, yerde yatan şüheda arasında yer alır Zuhurât Baba. Sırtındaki kırbadan kanla yunmuş olup toprağa kırbadan ince ince su sızmaktadır. Bu koca yiğit, bugün artık Bakırköy’de, kendi adıyla anılan muhitteki merkadinde medfundur. 30
YA VEDÛD SULTAN 31Rivayet odur ki İstanbul’un Fethi sırasında Yâ Vedûd Sultan isimli meczûbînden bir Zât, kalenin fethinin o an değil bir müddet sonra gerçekleşmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz eder. Kalenin fethi on gün kadar gecikince, Sultan Mehmed de maiyetindeki tüm şeyhleri toplayıp kuşatmanın ne vakit nihayet bulacağını sorar. Akşemseddin Hazretleri söz alıp,
· - “Efendim siz üzülmeyin; sizin bu kalenin fatihi olacağımzı şehzadeliğinizde müjdelemiştik. Ancak Cenâb-ı Bâri’nin bu gazada üzeri örtülü işleri vardır. Kale içinde Şeyh Maksudun halifelerinden Yâ Vedûd ismine mazhar olmuş meczûbînden bir zât vardır. O vefat edene kadar kalenin fethedilmesi mümkün değildir. Ancak bu zât elli gün içinde merhum olur.”
der. Ardından bu İlahî sırrın aralarında kalması ve askere hüsn-i dil göstermesini iSter. 32
Akşemseddin’in bu keşfi gerçekleşir ve elli günde Sultan Mehmed, Ebu’l-Feth olur. Fetihten sonra Ayasofya’yı gezen Fatih, “Terler Direk” adı verilen yerde durur ve buradan İlahî bir nurun şavkıdığına şahit olur. Orada yüzü kıbleye dönük uzanmış ve göğsünde kırmızı et ile Yâ Vedûd yazan bir zât olduğunu görürler. Akşemseddin ve Sivaslı Kara Şemseddin’in yanı sıra orada bulunan yetmiş velî, Padişah’a daha önce bahsini ettikleri kişinin bu zât olduğunu ifade ederler:
· - “Padişahım, işte İslambol’un elli günde fetholmasına bais bunlar idi kim hikmetullâh ile İslambol’un fethi ellinci günde rica edip ol gün rûh teslim eden bu meczûbînden kim mukeddemâ padişahını âgâh etmişdik.” 33
Yâ Vedûd türbesinin bulunduğu iskele ve semt de Yâ Vedûd olarak anılır. 34
Türbesindeki asıl kitabede şunlar yazılıdır:
Fatih Sultan Mehmed Han Gazi ile Maan beraber teşrif eden Ayasofya Cami-i Şerifinde kerâmeti zuhur eden Eş-şeyh Abdü’l-Vedûd Dede
Fetihten sonra Ayasofya’yı gezen Fatih, 'Terler Direk" adı verilen yerde durur ve buradan ilahi bir nurun şavkıdığına şahit olur.
Yâ Vedûd Camii
Zanbak Babanın Mihrimah Camii yapıldığı esnada. Camii mihrabının geleceği mahalde bulunan bir kulübede bir başına yaşadığı söylenir.
Zanbak Baba, celâl yönü ağır basan kimselerdendir. Zanbak Babanın Mihrimah Camii yapıldığı esnada, Camii mihrabının geleceği mahalde bulunan bir kulübede bir başına yaşadığı söylenir. Camii inşa edilmeden önce arsasını satıp kulübesini boşaltması istenir. Zanbak Baba, arsasını satmayacağım, ancak bir şartla bilâbedel verebileceğini söyler. Zanbak Babanın vasiyeti, vefatının ardından caminin herhangi bir cihetinde bir yere defnedilmesi ve kabrinin üzerinin küllük yapılmasıdır. Cami süpürgecileri halıları süpürdükçe biriken zibil, bu küllüğe boşaltılacaktır. 35 Kulübesinin üzerinde yer aldığı arsayı ancak bu şartla bağışlayacağını söyleyen Zanbak Baba, benliğin köleleştirici zincirlerinden kurtuluşun da dikkat çekici bir örneğini ortaya koymaktadır.
Edirnekapı (Mihrimah) Cami
KOVACI DEDEFethin akabinde büyük olasılıkla gece güvenliğinin sağlanması için kandil yakılmasına yasak getirilir. Dolayısıyla erken vakitte şehirden el ayak çekilecek ve herhangi bir kargaşanın önüne geçilecektir. Muhâfızlar da bu yasağa uyulup uyulmadığı denetlemek üzere mahalle aralarını kolaçan ederler.
Muhâfızlar bir gece Fatih Camii Şerîfi’nin arka taraflarında titrek bir ışık fark ederler. Işığın kaynağına ulaşmak için o yöne doğru hareket ederler. Nihayet ışığın bir kulübeden geldiğini görüp kulübenin kapısını aralarlar. İhtiyar bir zât başı öne eğik bir vaziyette deriden kova dikmektedir. İhtiyar gelenlere bakmak için başını kaldırınca ışık da kaybolur. Şaşkına dönen askerler toparlanıp ona yasağa rağmen niçin kandil yaktığını sorarlar. O da;
· - “Ben kandili hiç yakmadım İd,”
der. Askerler,
İhtiyar, iğneyi deriye batırırken besmele çeker çekmez aniden lâtif bir ışık belirir. Başını kaldırdığında ise ışık kaybolur.
· - “Madem ki kandil yakmadın, karanlıkta nasıl deri dikersin?”
deyince, ihtiyar zât tekrar elindeki deri parçasına bakar. İhtiyar, iğneyi deriye batırırken besmele çeker çekmez aniden lâtif bir ışık belirir. Başını kaldırdığında ise ışık kaybolur. İhtiyar,
· - “İşittim ki ordu sefere çıkacakmış. Sultan kova sipariş etti. Sultanın bu emrini yerine getirmek için diğerinden vaz geçtim,”
der. Ertesi sabah bu hadise Sultan’a aktarılır. Derhal ihtiyar zâtı görmek üzere bir heyet gönderilir. Kulübeye ulaştıklarında koca orduya yetecek kadar kova dikildiğini görürler, ihtiyar zât ise vefat etmiştir.
Daha sonra buraya bir camii yaptırılır ve bu zât buraya defnedilir. Çarşamba çarşısının başlarında olan bu bölgede
Hekimbaşı ve Hattat Katipzâde Mehmed Refî’ Efendi’nin de
Kovacı Dede Camii
âsumAnî dede
Sürekli gökyüzüne (asuman) bakıp konuştuğundan olsa gerek. 'Âsumânî' olarak adlandırılmıştır.
Âsumânî Dede, Yeseviyye’ye müntesiptir. Sürekli gökyüzüne (âsumân) bakıp konuştuğundan olsa gerek, “Âsumânî” olarak adlandırılmıştır. Sultan Selim Han Acem Seferine çıktığında, Âsumânî Dede de:
· - “Yürü Selim, İsmâî’lî imâmlar yoluna çıldır çıldır demeden kurbân edüp her şey’in gavrına var,”
buyurur. Sultan Selim Han, Şah İsmail’in ordusunu Çıldır ovasında bozguna uğrattıktan sonra Sultan Gavri’yi kuşatır. Ardından Mısır’ı fethe nâil olur ve böylece Âsumânî Dedenin keşfi tahakkuk eder.
Âsumânî Dede, Karacaahmed Sultan Tekkesinin yan tarafında sırlıdır.
Karacaahmet - Pascal & Sébah
İLYÂS DİVANE ŞÜCA EFENDİRivayete göre bir gün vaiz Arap Efendi Ayasofya Camii’ndeyken, her zaman yaptığı üzere semâ ehlinin icra ettikleri semânın küfür olduğunu söylemektedir. 37 O sırada cemaatin arasında bulunan meczûbların piri Şeyh İlyas Divâne Şüca Efendi (Ö.1549), bir cezbe halinde ansızın kalkıp semâ etmeye başlar. Bunun üzerine vaiz Arap Efendi,
Divane Şüca, birden vaizin kürsüsünün altına girer ve kürsîsi üzerindeki vaiz ve kitaplarıyla başının üzerine alarak sema etmeyi sürdürür.
· - “Koman bu kafiri!”
diye ünler. Vaizin tahrikiyle Şeyh İlyas Divane Şüca Efendi’yi durdurmaya çalışan kırk-elli İçişi, onu durdurmayı başaramazlar. Divane Şüca, birden vaizin kürsüsünün altına girer ve kürsüyü üzerindeki vaiz ve kitaplarıyla başının üzerine alarak semâ etmeyi sürdürür. Orada bulunanlar, Divane Şüca Efendinin kürsüyü gerçekten başının üstüne alıp almadığı konusunda kuşkuya düşerler ve gözlerini ovarlar. Onlar olan bitenin gerçek olduğunu idrak ededursunlar, Vaiz Efendi bir miktar korksa da inadından vazgeçmez. Divane Şüca, kürsüyü getirip caminin ortasına bırakır. Arap Vaiz ürpermiş bir vaziyette kürsüden indikten sonra kürsüyü ancak on kişi kaldırıp tekrar eski yerine koyabilmiştir.
Sultan-ı Meczûbân Şeyh İlyâs Divâne Şüca, Merkez Efendi Camii’nin mihrabı önüne sırlanır.
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_009625
Evliya Çelebiye göre, Geysûdar Mehmed Efendi gibi zâtlardan, kürsüde vaz u nasihat verenlerden asla zahir olmayacak farklı haller hâsıl olur.
GEYSÛDÂR MOLLA MUSTAFA ÇELEBİ 38Molla Mustafa Çelebi, Kazancılar Camii müderrisi olarak görev yaptığı günlerde, Geysûdar Mehmed Efendiyle görüşür ve ondan feyz alır. Ardından, sahip olduğu tüm kitapları Hayreddin Camii’ne bağışlar. Çok geçmeden o da Geysûdar 39 zümresine dahil olur.
Evliya Çelebiye göre, Geysûdar Mehmed Efendi gibi zâtlardan, kürsüde vâz u nasihat verenlerden asla zâhir olmayacak farklı haller hâsıl olur.
Molla Mustafâ Çelebi’nin nerede sırlı olduğu bilinmemektedir.
GEYSÛDÂR SEYYÎD ABDULLAH ÇELEBİ 40
Derviş – Antoin Sevreguin.
Bu noktada maddi fakr ile manevi fakr birleşir ve dünya Hakk'a giden yolda topyekün bir perde olarak görünür.
Vaktiyle Selanik Mevleviyeti’nden azledilmiş olan Geysûdâr Seyyid Abdullah Çelebi, Geysûdâr Mehmed Efendi’den feyz alır. Efendisinin feyziyle birlikte hâli de nakledilmiş gibidir. Bu noktada maddî fakr ile manevî fakr birleşir ve dünya Hakk’a giden yolda topyekün bir perde olarak görünür. Bu perdenin aşılması esas alındığından, âlem ve âlemde olanlar bir mecâz addedilir.
Belki de İbrahim Edhem’in yaptıklarından mülhem, Geysûdâr Seyyid Abdullah Çelebi elinde avucunda olanı terk eder ve fakr içinde, yalın ayak baş çıplak (ser ü pâ bîrehne) dolaşmaya başlar. O da diğer geysudârlar gibi harâbat erenlerine dahil olur.
DURMUŞ DEDE 41
Durmuş Dede, özellikle Karadeniz'e açılan gemiciler tarafından ziyaret edilir ve o muhitin kutbu olduğuna inanılır.
Durmuş Baba Tekkesi ve Şeyh Hasan Zarifi Efendi Türbesi, Enc. 1938
Durmuş Dede (6.1616), Sultan I. Ahmed döneminde (1603-1617) Akkirman’dan gelerek hemşehrisi ve Gülşeniyye meşayıhından olan Şeyh Hasan Zarifi Efendi’nin Rumeli Hisarı civarındaki tekkesine yerleşir. Kerametleri halk arasında öylesine yaydır ki tekkenin adı “Durmuş Dede Tekkesi” olur.
Durmuş Dede, özellikle Karadeniz’e açılan gemiciler tarafından çokça ziyaret edilir. Gemiciler sefere çıkmadan önce onun sözlerine kulak verirler. Durmuş Dede gemi kaptanlarına “sen filan tarafa gitme,” ya da “sen filan tarafa git” demektedir. Onun git dediği yöne yolculuk eden kaptanlar, gittikleri yere esenlikle gider ve kazançlı çıkarlar. Dönerlerken de ganimetle dönerler. Onun gitme dediği yöne yolculuk eden kaptanların ya gemileri zarar görmüş ya da herhangi bir kazanç elde edemeden dönmüşlerdir. Bazen de geri dönememişler ve kendilerinden haber alınamamıştır. 42 Durmuş Dede’nin vefatından sonra da bu gelenek sürdürülmüştür. Durmuş Dede Tekkesi’nin bir duvarında asılı olan levhada şu beyit yazılıdır:
Hâk-i pây-i evliyaya yüzünü sürmüş dede, Bu hisarın kutbu olmuş Hazret-i Durmuş Dede.
Silivri Kapı 751-5.3.1933
"Kutbeyn" olarak anılan Mehmed Çelebiler, tabiri caizse şehrin iki ucunun manevi bekçileri olduklarına inanılır. Bu yüzden de Saçlı Mehmed Çelebi, halk arasında Kutb-ı Cenubi' adıyla bilinir.
“Kutbeyn” (iki kutub) olarak anılan Saçlı Mehmed Çelebilerden biridir. Ehil olanlar, meczûblar zümresinde bir hiyerarşinin varlığından bahsederler. Devrin ulu meczûblarından olduğu söylenen Saçlı Mehmed Çelebi de sözü dikkatle dinlenen ve duası makbul kabul edilen bir zâttır.
“Kutbeyn” olarak anılan Mehmed Çelebiler, tabiri caizse şehrin iki ucunun manevî bekçileri olduklarına inanılır. Bu yüzden de Saçlı Mehmed Çelebi, halk arasında ‘Kutb-ı Cenûbî’ adıyla bilinir. Silivri Kapısı dışında Hendek Başı’nda yer alan türbelerinde sırlı olduğu rivayet edilmektedir. 43
DERVİŞ AHMED
Halk arasında keramet sahibi olduğuna inanılan Derviş Ahmed, cüssesi ve harabati kıyafetleriyle ünlüdür.
“Derviş” Ahmed, 16-yüzyıl sonlarına doğru yaşamıştır. Halk arasında keramet sahibi olduğuna inanılan Derviş Ahmed, cüssesi ve harabati kıyafetleriyle ünlüdür.
Rivayete göre bir gün “Derviş” Ahmed’in yanı sıra cemaatten birkaç kişi daha Fatih Camii’nin dış hareminde oturup sohbet etmektedirler. Tevafuk Sultan III. Murad da oradan geçmektedir. Halk, dualarla Sultanı temaşa ederken “Derviş” Ahmed ansızın,
· - “Bununla ne ayar bir padişah gördünüz? Bu kararsız dünyada bu gaflet uykusu nedir? Ulema, vükelâ, vüzera cümlesi Allah emanetini unutup ibadeti hıyanetle hor ve hakir ettiler. Ahlâksızlık bu şehir halkına huy ve haslet oldu. Korku kalmadı. Bu geçen hâkiminizin maslahatı iki ay tamam olunca olur biter!”
der. Bu sözleri işiten Selanikli bir zât Derviş Ahmed’in sözünü ettiği güne işaret koyar. İkinci ay biter bitmez de III. Murad vefat eder. 44
Fatih Camii
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_001909
Sultan III. Murad devrinde yaşamış olan Abdûlevvel Efendi ye bizzat Sultan tarafından 150 akçe yevmiye verilmiştir.
“Saçlı Emir” ya da Muhyiddin Mehmed Efendinin oğlu olan Abdûlevvel Efendi, ilim sahibi bir kişidir. İlmî seviyesinden ötürü kendisine müderrislik görevi verilir ve böylece çok sayıda talebe yetiştirir. Müderrisliği sırasında aniden cezbeye düşen Abdûlevvel Efendi, akıldan perdelenince üryan gezmeye başlar ve kimileri tarafından “Üryânî Efendi” olarak da anılır.
Sultan III. Murad devrinde yaşamış olan Abdûlevvel Efendiye bizzat Sultan tarafından 150 akçe yevmiye verilmiştir. Aralık 1580’de vefat eden Abdûlevvel Efendi’nin cenaze namazım devrin Şeyhülislamı kıldırır.
Abdûlevvel Efendi, Eyüb Sultan semtinde sırlanır. 45
Üryani Dede, Ene 4057-4 Şubat 1941
ŞEYH MEHMED ÇELEBİ EFENDİŞeyh Mehmed Çelebi Efendi aslen İstanbulludur. Meşhur Sekrân Bâli Efendi’nin de bey’atdaşıdır. Bâli Efendi vefat etmeden önce vasiyetini bir kağıda yazar ve
Vasiyet üzerine Mehmed Çelebi Efendi, Bâli Efendi’nin cenazesini bir çadırda gasleder.
· - “Bu kağıdı cenazemi gaslettikten sonra Mehmed Çelebiye verin. Okuyup, onunla iş işlesin,”
der. Vasiyet üzerine Mehmed Çelebi Efendi, Bâli Efendi’nin cenazesini bir çadırda gasleder. Daha sonra Bâli Çelebinin yazdırdığı mektup kendisine verilir. Anlaşılan, Bâli Efendi sırrım Mehmed Çelebiye bu şekilde aktarmayı murad etmiştir. Mehmed Çelebi mektubu okur okumaz cezbeye dûş olur. Bu karşı konulmaz hâl ile yanıp kavrulur.
Şeyh Mehmed Çelebi Efendi 998/ 1589-90’da vefat eder. 46
Altuncuzade Tekkesi
1600’ler
Bu Kuddûsi olup meczûb unuttu zühd ü takvayı
Melâmiyyûna karıştı ne namus var ne ar anda
Kuddûsî
Kapanı Mehmed Efendi, saçları bukle bukle, kakülleri dağınık bir derviştir. Kışın yakıcı soğuğunda bile sırtında sadece İmroz kebesi, etinde bir teber 'Lâ-cübbete vela-sivâllâh' diyerek gezer.
“Kutbeyn” (iki kutub) olarak anılan Saçlı Mehmed Çelebilerden İkincisidir. Aslen Gelibolulu olan Şeyh Mehmed Dede, Kapânî (Unkapanı) adıyla da bilinir. 47
Evliya Çelebi’nin ‘Sultân-ı Melâmiyyûn’ olarak andığı bu zât, kimi kaynaklarda Geysudâr Mehmed Çelebi adıyla da andır. Geysûdar ifadesi, dönemlerde uzun saçlı dervişler için sıkça kullanılan bir niteleme olup aynı kişiler “Saçlı” lakabıyla da anılabilmektedir. Kapânî Mehmed Efendi, saçları bukle bukle, kâkülleri dağınık bir derviştir. Kışın yakıcı soğuğunda bile sırtında sadece İmroz kebesi, elinde bir teber “Lâ-cübbete velâ-sivâllâh" diyerek gezer. Hemşehrileri kopçalı şalvarlarıyla ve diğer mahalli kıyafetleri ile gelip onu Unkapanı’nda daima meskun olduğu Arabacılar Meydanı önünde ziyaret ederler. Çelebi de onlarla kendi lisanlarıyla, fasih bir Boşnakça de konuşur.
Kapâni Saçlı Mehmed Efendi, velîler ve sâlihlerin bir araya geldiği, ulema ve şairlerin de menbaı olan Gelibolu’da doğmuştur. Medrese tahsilinden sonra Müfti Ebu’s-Suud Efendinin yardımcılığını (muid) dillenen Mehmed Efendi, kıvrak bir zekaya sahip olmasının yanında latifeleriyle de ünlüdür.
Bir zamanlar mollaların huzurunda kıraat zorunluluğu vardır. Bir gün kıraat sırası Muzâf Efendi’dedir. Fakat Muzaf Efendi kıraatte yanlışlık yapınca, Ebu’s-Suud Efendi öfkelenir. Ebu’s-Suud Efendi, Muzaf Efendiye “Niçin yanlış okursun?” diye çıkışınca, latifeleriyle meşhur Mehmed Çelebi araya girip “Sultanım, Muzaf Efendi ilim ehlindendir. Ancak Kuran bilmez!” der. Kaşları çatılan Ebu’s-Suud Efendi, bu beklenmedik latifenin ardından gülümseyerek sakinleşir.
Mehmed Efendi tahsilini tamamladıktan sonra müderris tayin edilir. Kırk yaşlarında ilahi cezbeye mazhar olur. 48
Mehmed Efendinin “Dünya ana değmez ki, cefasın çeke Âdem” diyerek ilim hayatını terk edip Konya’da Erlizâde Efendiye intisab ettiği söylenir. 49 Şeyhi vefat edince de İlahî cezbeye kapılır. Hediyyetü’l-İhvan yazarı Nazmi Efendinin aktardığına göre bir meczûb gelip Mehmed Efendiye,
- “Mollâ olub muhabbet-i âlâyiş-i dünyeviyye ile kalbin harâb idüb neylersin? Bir müste’id çelebisin. Yüz yaşıma vardım. Azim zahmetler ile tahsil itdiğim halimi sana hibe itdim” diyerek hâlini Mehmed Çelebiye giydirir. 30 Bu hâl aktarımının sonucunda, Mehmed Çelebi tüm adetlerini terk edip sokaklarda dolaşmaya başlar. Hocası Ebu’s Suud Efendi, bu durumu işitir işitmez onun için bir elbise diktirir ancak Mehmed Çelebi’ye giydirmede başardı olamaz.
Kapâni Mehmed Efendinin sırlandığı mahalde olduğu düşünülen çeşme; Enc 783- 18 Eylül 1944 (Bugün kayıp olan merkadinin Unkapanı’nda, Atatürk Köprüsünün köşesinde, Yavuz Er Sinan Câmii karşısındaki çeşmenin yanında olduğu rivayet edilmektedir.)
Evliya Çelebi, Kapânî Mehmed Efendî ’ye olan aşinalığının kendi doğumuna kadar uzandığım dile getirmektedir. Evliya Çelebi doğduğunda sağ kulağına Sun’ullah Efendi sol kulağına ise Kapânî Mehmed Efendi ezân-ı Muhammedîyi okumuşlardır. Bu yüzden de Mehmed Çelebiyle alakalı çok sayıda menkıbeye vakıftır.
Evliya Çelebî’nin aktardığı bir rivayette, Çelebi kuyumcu dükkanında “Orada onlara cana can... kısas yazdık.”- 51 mealindeki ayet-i celîleyi okuduğu sırada, yoldan geçmekte olan Kapânî Mehmed Efendî onu işitir ve “Allah Allah!” der. O esnada karşıdaki berber dükkanından çıkan Güleşciler Tekkesi şeyhi Pehlivan Alî de Mehmed Efendiyi görür ve
- “Ey dost, Şâhımız Şâh Alî’dir, kurbân olsun Şâh Hüseyin’e cânım, başım top eyleyüp geldim belâ meydânına, Kerbelâ Meydânıdır meydânımız.” diyerek selam verir. Kapânî Mehmed Efendî de
Berber - L. Merciin
· - “İnşallah Derviş Ali bu ânda murâd [u] maksûduna erüp şehîdân-ı deşt-i Kerbelâ savâbına bu yevm-i âşûrâda nâ’il olursun”
cevabını verir. Daha sonra elindeki çubukla Derviş Ali’nin eline vurur. Derviş Alî bir cezbe ile üryân olup koşarak berber dükkanına girer. Kapâni Mehmed Efendi de Evliyâ Çelebiye dönüp
· — “Orada onlara, ‘Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas/ödeş-me’ yazdık.” ayetinin mahalli geldi. Şimdi tekrar oku,
dediği sırada Derviş Ali berber dükkanında kaçıp onların bulunduğu dükkanın önüne gelir. Lâkin berber dükkanından Hacı Ahedoğlu adında bir kişi elinde bir bıçak olduğu halde yetişip Derviş Alî’nin göğsünden bıçaklar. Derviş Ali oracıkta şehid olur. Bunun üzerine Kapâni Mehmed Efendi de yerde uzanmış yatan Derviş Alî'ye
· - “Şimdi Kerbelâ şehadetini buldun ve “Orada onlara, ‘Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık kısas/ödeşme’ yazdık.” ayetine mazhar oldun mu?” 52
der. Meczûblar zümresinin ulularından olan Kapâni Mehmed Efendi hakkında bu minvalde birçok menkıbe anlatılagelmiştir.
Kapânî Mehmed Efendî’nin Unkapanı’nda, Azablar’a çıkan sokağın başında yer alan mektebin köşesinde sırlı olduğu rivayet edilmektedir. 53
DELİ AHMED ÇELEBİ 54Deli Ahmed Çelebi zarif bir kişiliğe sahip ulu ariflerdendir. Nefes sahibi olmakla birlikte celâl yanı ağır basar. Çelebi daima konuştuğu kimselerin meşrebine ve mizacına uygun düşen bir dille sohbet eder. Mehmed Nazmi Efendi Hediyyetu’l-İhvan adlı eserinde, zaman zaman Deli Ahmed Çelebi’yi konuşturduğunu aktarmaktadır. Bir keresinde,
Çelebi daima konuştuğu kimselerin meşrebine ve mizacına uygun düşen bir dille sohbet eder.
· - “Uryân gezmeseniz, bir libas giyseniz olmaz mı?” dediğinde, Ahmed Çelebi,
· - “Sonunda Hakk’ın Huzuru’na varmayacak mıyız? Udd nefseke min ashabi’l-kubur (Kendini kabir ehlinden say) değil midir? Ben halen kendimi mevtâdan bikrim. Arasat meydanında, Alemlerin Rabbinin Huzurunda hicâb ateşiyle yanmaktayım,”
karşılığını verir. 55 Mehmed Nazmi Efendi, Ahmed Çelebiye cezbesinin neden ileri geldiğini sorduğunda, kendisine cezbe hâlinin giydirilişinin çarpıcı bir örneği olan şu olayı anlatır:
- “Merhum Asker Azmizâde’nin çuhadarıydım. Divanhânede oturup, geleni geçeni izlerdim. Ansızın kapıdan bir kişi göründü. Merkep büyüklüğünde bir ata binmiş, boyu neredeyse birkaç insan kadar iri cüsseliydi. Gözleri şahaneydi, kudretten sürmeliydi. Merdivenin başında atından inip ata “Dur şurada!” dedi. Merdivenden çıkıp yanıma geldiğinde atcağıza vurup dövdüler de yerinden kımıldamadı... “
Daha sonra keramet sahibi olduğu aşikar olan bu zâtın nurundan olsa gerek, Ahmed Çelebi ona yer gösterir ve hal hatır sorar. O aziz kişi, uzaktan geldiğini ve Kazaskere teslim etmesi gereken birtakım belgeler olduğunu dile getirir. Ahmed Çelebi ondan bir süre orada oturmasını rica ettikten sonra efendisine giderek gelen kişiyi tarif eder. Müsaade alıp mübarek zâtı efendisine götürür. Efendi gelen misafiri görünce ona hürmet gösterir ve ağırlamaya çalışır. Görüşmenin ardından Ahmed Çelebi onun koluna girip bineğine kadar eşlik eder. Aziz, bineğine bindikten sonra ona eğer mevcut haliyle ilerleyip yeniçeri ağası ya da veziriazam olması için dua etse ve bu dua kabul olsa, ona beddua etmiş olacağını söyler. Bunun yerine şu duada bulunur:
· - “Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak, kuvvede olan istidâd-ı ezelini, bir kâmil er himmetiyle fi’le ihraç ide.”
Bu duanın üzerine Fatiha okuduktan sonra Sivasî Efendi Hazretleri ne selâm ve bağlılığını iletmesi tavsiyesinde bulunup kovulur. Ahmed Çelebi sanki bir rüyadan uyanmış gibidir:
Bilmeyüb kadr-i visal-i Yâri
Gam-i hicranla ölsem bari,
diyerek nefsini kınarken kalbine bir anda mahabbetullah dolmuştur. Olup biteni anlamlandırmaya çalışan Ahmed Çelebi, vakit geçirmeden Efendisine gider ve halinde bir tuhaflık olduğunu söyler.
Efendisi türlü nasihatler ettiyse de yararı olmaz. Ahmed Çelebi can havliyle oradan çıkar. Bir süre divâne gibi dolaştıktan sonra gelen Aziz’in Sivasî Efendi ye selam söylemesinin bir sebebi olmalı diye düşünür. Vakit geçirmeden Sivasî Efendinin dergahına ulaşır. Dergâhtaki dedelere onu hemen Sivasî Efendiyle görüştürmeleri ricasında bulununca, Ahmed Çelebi’yi Sivasî Efendinin hücresine götürürler. Sivasî Efendi;
· - “Ol aziz, Nasuh Efendi biraderimizdir. Seni bize terbiyeye göndermiş. Amma senin hazzın celâldendir,”
der. Sivasî Efendi, Ahmed Çelebiyi içten içe kemiren illeti teşhis etmiş ve ona daimi surette yüz istiğfar, yüz salavat-ı Şerife ve kelime-i tevhidle meşgul olmasını, beş vakit camide hazır bulunmasını, kalan vakitlerde de caminin bodrumundaki dokuyucularda iki akçe ücretle çalışmasını tenbihler. Ayrıca gündüzlerini oruçla ve gecelerini ise ibadetle geçirmesini, aldığı iki akçe ücretin bir akçesini Allah rızası için tasadduk edip kalan bir akçeyle de bir ekmek alarak onunla iktifa etmesi ilavesinde bulunur. Ardından hücresindeki dolaptan Ahmed Çelebiye bir aba hırka ve bir külah çıkarır. Ondan elbiselerini çıkarıp bunları giymesini isler ve Fatiha-i Şerife okur.
Ahmed Çelebi aldığı bu emri derhal uygulamaya koyup bodruma iner. Tam yedi sene, toplamda altmış erbain çıkarır. Bir gün bir rüyayı tabir etmesi için Sivasî Efendi’nin huzuruna çıkınca, Sivasî Efendi ona yıllar önce söylemiş olduğu sözleri yineler,
· - “Dimedim mi ki senin semt-i icmâlden hazzın yoktur, senin meşrebin celâldendir.”
Sivasî Efendi daha sonra hücresinin penceresini açar ve devrin meczûblarından olan Kapanî Mehmet Efendiye (bkz. Kapanî Saçlı Mehmed Efendi) ismiyle seslenir. Başı çıplak yalın ayak Kapani Mehmed Efendi içeri girer. Sivasî Efendi’ye her zamanki hitabıyla,
Derviş - Safeviler Dönemi
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı Krt_000081
· - “Padişahım nedir bu acele,”
der. Sivasî Efendi Ahmed Çelebiye işaret ederek,
· - “Şu adam seni ister,”
cevabını verir. Kapani Mehmed Efendi derhal celallenip,
· - “Benden ne istersin? Sen dahi benim gibi üryan olub sokaklara düş. Yıkıl şuradan.”
der demez Ahmed Çelebi elbiselerini çıkarır. Kapani Mehmed Efendi’nin bir nazarı, Ahmed Çelebi’yi üryan bırakmaya yetmiştir.
Hediyyetu’l-İhvan müellifi Nazmi Efendi, Mustafa Paşayı Atik Camiinde halvette bulunduğu bir gün ikindiden sonra Ahmed Çelebi’nin geldiğini (H.726) ve ona
· - “Yarın inşallah namazımı kılub, telkin itmenüz niyaz iderim,”
dediğini aktarır. Ardından onu çok seven Veli ve Osman Dedelere de namaz ve telkini Nazmi Efendiye yaptırmalarını vasiyet eder. Durum Nazmi Efendiye aktarılınca, edeben Ahmed Çelebi’nin bulunduğu muhitte Mustafa Paşa Şeyhi’nin namazı kıldırmasının daha yerinde olacağını söyler. Ne var ki aynı gün Mustafa Paşa Şeyhi’nin muhibbelerinden olan bir Sultan vefat etmiş ve namazını da Mustafa Paşa Şeyhi’nin kıldırmasını vasiyet etmiştir. Böylece Ahmed Çelebi’nin vasiyeti yerine gelmiş olur.
MULAKKAB OSMAN ÇELEBİ
Aksaray Civarı
Meczûbların bir tür dokunulmazlığa sahip olduğu göz önüne alındığında, bu ağır söze karşın Sultan Murad'ın onu idam ettirmemesi anlaşılabilir bir durumdur.
Meczûbların ulularından Saçlı Mehmed Efendinin müridi olan Osman Çelebi’nin, Aksaray Karakolu bitişiğinde bir kaldırımın üzerinde başı çıplak (ser u pâ bîrehne) ve üzerinde bir kebe (aba), elli yıldan fazla bir süre oturduğu rivayet edilir.
Bir gün Sultan Murad Han oradan geçerken, Sultana,
· - “Murâd, Allah emriyle ananı bana vir.”
der. 56 Meczûbların bir tür dokunulmazlığa sahip olduğu göz önüne alındığında, bu ağır söze karşın Sultan Murad’ın onu idam ettirmemesi anlaşılabilir bir durumdur.
Yine rivayete göre bir gün Aksaray’da yürürken, Osman Çelebi bir hanımın kucağında bir bebek görür ve “Bre, yumurcak alası!” diyerek celâllenir. Çocuk oracıkta ruhunu teslim eder. 57
KADI DELİSİ
Eminönü’nde eski bir han odası.
Kadı Delisi, yaz kış demeden usul geceleri cami-i şerifte hazır olur, hatunuyla birlikte
Tevhid-i Şerif tamamlanıncaya kadar bir pencereden izler ve dinler.
Kapanı Mehmed Efendinin Ahmed Çelebi ve Mülakkab Osman Çelebiden başka Kadı Delisi nâmında bir müridi daha vardır. Oldukça farklı bir tabiata sahip olan Kadı Delisi, hatunu ile gezmek gibi o devirde pek alışılmadık davranışlar sergilemiştir. 58
Kadı Delisi, yaz kış demeden usul geceleri cami-i şerifte hazır olur, hatunuyla birlikte Tevhid-i Şerif tamamlanıncaya kadar bir pencereden izler ve dinler. Hediyyetu/-İhvan müellifi Mehmed Nazmi Efendi, soğuk bir kış günü şiddetli bir rüzgar esip kar yağarken, Kadı Delisi’nin kendisine,
· - “Azizine (Şeyhi Nuri Efendi) söyle, kendi eli ile bize bir mum yakıp göndersin,"
dediğini aktarır. Nazmi Efendi de
· - “Böyle karda ve yağmurda ve rüzgarda hiç mum yanar mı?”
karşılığını verince, Kadı Delisi
- “Var sen söz tut,”
der. Nazmi Efendi, şeyhine durumu aktarır. O da mübarek elleriyle bir mum yakar ve Nazmi Efendiye verir. Nazmi Efendi mumu Kadı Delisine ulaştırır. Kadı Delisi, elindeki mumla sanki bir oda içinde yanıyormuşçasına şiddetli rüzgâra ve yağan kara rağmen köşedeki Ekmekçi fırınının yanından geçip gider. Bir sonraki usulde, Nazmi Efendi,
· - “Mum sönmeden hanenize varabildiniz mi? “
diye sorunca Kadı Delisi şu cevabı verir,
· - “Bir mumu ki Aziz’in yaka, getiren sen olasın ve benim elimde ola; rüzgâr ve kar ona kâr eder mi?”
ESKİCİ HASAN DEDEFatih Semti’nin de yer aldığı “Sur İçi,” birçok esrârengiz hadise ve şahsiyete de şahit olmuştur. Üzülerek ifade etmeliyiz ki bu sırlara vâkıf olanların sayısı, günden güne azalmakta ve geçmişle olan irtibat da günden güne daha müşkül bir hâle gelmektedir. Zira modern dünyanın keşmekeşi, zihnimizi ve gönlümüzü canlı tutan bu şahsiyetlerin unutuluşuna zemin hazırlamaktadır. Bu şahsiyetlerden biri de Eskici Hasan Dededir.
Yaşadığı dönemi ele alan kaynaklara göre. Hasan Dede keşf sahibi bir cezbe ehlidir.
Eskici Hasan Dede, kırk yıldan fazla bir süre Fatih semtinde yaşamış olup ibadetle meşgul olmuş bir âriftir. Yaşadığı dönemi ele alan kaynaklara göre, Hasan Dede keşf sahibi bir cezbe ehlidir.
1639 Şubat’ında vefat etmiş ve Ebûlmeyamin Mustafa Efendi civarında bulunan hücresinde sırlanmıştır. 59
Saraybosna- F. Kienmayer
DOĞANÎ EL-HÁC MUSTAFA BABAHer gece teheccûd namazından sonra yaklaşık bir minare boyu yükseklikte bir şeddin üzerinde pirdaşlarıyla denize karşı zikrederler.
Mustafa Baba, halk arasında Mısırlı Şeyh Hacı Baba ya da Doğanî Baba olarak da tanınır. Aslen Boluludur. Daha sonra İstanbul'a gelip Doğancılar Ocağı’nda terbiye görür.
Rivayete göre Doğanî Mustafa Baba, sulûkünün başlarına rastlayan bir dönemde Üsküdar’da Salacak mahallesi civarında bulunan Müsahib Paşa Sarayı’nda kalmaktadır. Her gece teheccûd namazından sonra yaklaşık bir minare boyu yükseklikte bir şeddin üzerinde pirdaşlarıyla denize karşı zikrederler. Ancak bir gece zikrederken vecde gelip oldukça yüksek olan şeddin kenarına kadar ulaşır. Semâ esnasında çarh vururken, sağ ayağı sanki yere basar gibi havadadır. Bu duruma tanık olan dostları seslerini çıkarmaz. Bir süre sonra Arifler sultanı Şeyh el-Hac Karabaş Ali Efendi, saray yönünden
· - “Mustafa, gel oğlum, tez gel tez!”
nidasıyla onu çağırır. Mustafa Baba bu nidayı işitir işitmez Pirine doğru koşar. Böylece şeddin kenarından beş-on adım uzaklaşmış olur. Ansızın kendine gelir ve şeyhinin orada olmadığını fark eder. Ertesi gün başından geçenleri aktarınca Piri ona,
· - “Ey oğul! Öyle tehlikeli mahallerde niçin esmâ sürersin. Zira, her zaman cem’de bulunmazız. Bu âlem, beşeriyyet âlemidir. Âlem-i ıtlakta değiliz ki her an sizleri gözetelim. Gâh olur beşeriyete geliriz. Gafil olma!”
tavsiyesinde bulunur. 60
Derviş. İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_000881
KULÜBELİ MEHMED DEDE 61
At Meydanı, İBB Atatürk Kitaplığı, Alb_000043_234
Kulübeli Mehmed Dede, otuz yıldan fazla bir süre At Meydanı’nın Dikilitaş muhitinde yaşamıştır. Dede gibi kimseler için bu fâni âlem, herhangi bir önemi haiz değildir ve dünyanın ihtişamı da bir cezbedicilik ihtiva etmemektedir. Bu yüzden yenip içilen şeyler, yaşanılan mekânlar da gelip geçicidir. Asıl cazip olan, her türlü geçiciliğin anlamsız olduğu Ahiret’tir.
Rivayete göre Kulübeli Mehmed Dede, İsmail Çelebî’nin kabrine yakın bir kulübeyi mesken tutar. Tanıyanlar gece gündüz onu gözlemişler ancak bir türlü ne yiyip içtiğini, kulübesinden ne vakit dışarı çıktığını ya da ne arada def-i hacette bulunduğunu anlayamamışlardır.
Rivayete göre Kulübeli Mehmed Dede. İsmail Çelebinin kabrine yakın bir kulübeyi mesken tutar.
YEMENLİ 62Yemenli. Bâb-ı Hümâyûn karşısında yer alan Ayasofya Kapısı dâhilinde yaşamıştır.
Cezbe ehlinden bazılarına ilişkin çok miktarda bilgi bulunabilirken, bazıları kaynaklarda sadece ismen zikredilmiştir. Bu durum, onların suskuyu tercih etmeleri yanında onlarla alakalı bilgi ihtiva eden eserlerin zamanla ortadan kayboluşuyla izah edilebilir.
Yemenli, Bâb-ı Hümâyûn karşısında ver alan Ayasofya Kapısı dâhilinde yaşamıştır. Elimizde hayatıyla alakalı fazla bilgi bulunmamaktadır. Bir oturak üzerinde otuz yıldan fazla durduğu rivayet edilir.
Saraçhanebaşı’nda yaşayan Aşûm Dede, hep susku içre dolaşan bir zâttır. Lâkin bu suskunluk, tehlikeye değil daim bir tefekküre de işarettir. Divâneler, bir takıntıdan çok onları divâne kılan bir Hakikat sebebiyle susmakta, hâlin lisanıyla konuşmaktadırlar.
Aşûm Dede, bir çevre gönüllüsü gibi caddelere yuvarlanan ve işe yaramayan taşları kaldırarak yolları temiz tutmayı adet haline getirmiştir. Divâneliğin kimi durumlarda hırpaniliği çağrıştırmasına karşın Aşûm Dede gibi bu algıyı boşa çıkaran birçok örnek bulunmaktadır. Bazıları mesken tuttukları muhiti manen koruma görevi üstlenirken bazıları da titizlikleriyle öne çıkar ve yaşadıkları yeri bir gülistana dönüştürür.
Evliya Çelebi, Aşûm Dede’nin nerede sırlı olduğunu bilmediğini dile getirmektedir.
Âşûm Dede, bir çevre gönüllüsü gibi caddelere yuvarlanan ve işe yaramayan taşları kaldırarak yollan temiz tutmayı adet haline getirmiştir.
Saraçhane Başı Akarcalar Enc 537
TAŞÇI DELİSİDivânelerin özelliklerinden birisi de acı dahil bedenle alakalı hususlara değer vermemeleridir.
Divânelerin özelliklerinden birisi de acı dahil bedenle alakalı hususlara değer vermemeleridir. Belki de bu hâl, bedenlerini ruhun bir zindanı olarak telakki etmelerinden kaynaklanmaktadır. Taşçı Delisi olarak bilinen zât da bu hâli dikkat çekici bir biçimde yansıtmaktadır.
Taşçı Delisi, Edirnekapı dışında Sırat Tekkesi olarak bilinen Mezarcılar Tekkesinin duvarına birkaç taş dayadıktan sonra şiltesine elli ya da altmış gram ağırlığında kırk kadar çivi döşer ve gün batımının ardından o deliğe sokulur. Bedeninin yarısı dışarı sarkacak biçimde çivilerin üzerinde uyur.
Bu kovukta kırk yılı aşkın bir süre gecelediği rivayet edilmektedir. 64
ELEKÇİ DİVANESİ 65Cezbeye kapıldıktan itibaren vefat edene kadar hiç kelam etmemiş olan Elekçi Divanesi, yalın ayak ve başı çıplak (ser-ü pâ bîrehne) bir vaziyette dolanıp durmuştur. Bu divanenin elekten başka bir şey yemediği söylenir.
Elekçi Divanesinin yalnız dolaşmadığı rivayet edilir. Ona eşlik eden elekçi kadınlar, bu divânenin ardında durup onun murad edindiği kişiye elek alması için işaret ederler. 66 Adam eleği alınca, Elekçi Divanesi de eleği parçalar ve kasnağını bir kenara fırlatır. Ardından eleğin ip kısmını sanki helvaymış gibi ağzına atar ve yutar. Aynı şeyi başka biri yapsa, midesi parçalanıp safrası dışarı gelebilir. Öyle ki bazı kaynaklarda bir zamanlar ağır suç işleyenlere elek ipine benzer düğümlü iplerin yutturulduğu ve sonra ipin çekilerek suçlunun acı içinde ölmesinin sağlandığı aktarılmaktadır. Oysa Elekçi Divânesinin elek ipini sebze ya da meyve yer gibi çiğnediği rivayet edilir.
Elekçi Divanesi, mürşidi Silivrikapılı Mehmed Efendi Türbesinde sırlanmıştır. 67
Elekçi Divanesinin yalnız dolaşmadığı rivayet edilir.
Ona eşlik eden elekçi kadınlar, bu divânenin ardında durup onun murad edindiği kişiye elek alması için işaret ederler.
Elek
Mezar taşında “Manâ Sultanlarından Elekli Baha Ruhi içün el-Fatihâ” yazmaktadır.
HIZIR AŞIK YA DA HIZIR-I IŞK
Süleyman Çelebi! Sen buradasın, lâkin aklın Hisar da balık tutmada, lâ salâte illâ bi-huzûri'l-kalbi
Ulu bir meczûb olan bu zâtın, insanın içinden geçenleri keşfen bildiği söylenir. Bir defasında Süleymâniye Camii imâmı Süleyman Çelebi öğle namazını kıldırırken, aklından “Namazdan sonra Hisâr’a gidip balık avlayayım” düşüncesi geçer. O esnada Hızır-ı Işk, camiye girer ve her zamanki gibi bir “Hû” çeker. Sonra Süleyman Çelebiye hitaben,
· - Süleyman Çelebi! Sen buradasın, lâkin aldın Hisarda balık tutmada. ‘Lâ salâte illâ bi-huzûri'l-kalbi' (kalp huzurunun olmadığı namaz, namaz değildir). Bu adamlara gereği gibi namaz kıldır,
dedikten sonra camiden çıkıp gider. Süleyman Çelebi bu keşfin ardından sarsılır. Çelebi’nin,
· - “Bu divânenin keşfinden sonra bir Allah korkusu ve halktan bir utanma hissi peyda oldu, öyle ki az kalsın bayılıp yere düşüyordum.”
dediği rivayet olunur. 68 Süleymân Çelebi daha sonra toparlanıp namazı tamamlar.
Süleymâniye Camii
ŞEYH HAKÎ DEDEHâkî Dede haccetmek niyetiyle Buhara’dan çıkar yola. Mukaddes beldede haccını eda ettikten sonra uzunca bir süre Mısır’da kalır. Ardından İstanbul’a gelir. Lâkin İstanbul’da herhangi bir vazife ya da mesken kabul etmez.
· - “Biz misafirlerdeniz,”
deyip Dikilitaşta bulunan Ali Paşa İmaretindeki misafirhanede kaldığı söylenir. Hâkî Dede dünyevi endişelerden gitgide uzaklaşarak dostlarından gelen hediyelerle geçinmeye başlar. Buna karşın, kendisini ziyarete gelenlere günde on defa sofra koyacak denli cömert olduğu da rivayetler arasındadır.
Şeyh Hâkî Dede 1019/1610-11’de vefat eder ve bulunduğu yere sırlanır. 69
Haki Dede dünyevi endişelerden gitgide uzaklaşarak dostlarından gelen hediyelerle geçinmeye başlar.
Antoin Sevruguin, Buharalı Dervişler
“SULTÂN I BÜDEL” HASAN DEDEHasan Dede, neredeyse Fatih Camii'nin minaresi yüksekliğinde kat be kat kulübe yaptırır.
Fatih Camii
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde kendisinden “Sultan-ı Büdela” olarak bahsedilen Hasan Dede, Ebu’l-Feth (Fatih) Camii’nin Boyacılar Kapısı dâhilinde yaşamıştır. Hasan Dede, neredeyse Fatih Cami’nin minaresi yüksekliğinde kat be kat kulübe yaptırır. Ancak bu kulübenin içine oturmak mümkün değildir. Kulübesi öyle yüksektir ki marangozlar bile üzerine bir çivi çakmaya cesaret edemez.
Hakkında çokça keşf ve kerâmet nakledilen Hasan Dedenin kulübesi, bir gece şiddetli bir rüzgarla yerle yeksân olur. Ertesi sabah kendisi de hücresinde kefene sarılı bir halde bulunur.
Hasan Dede, Keftelzâde yanına sırlanır. 70
SEYYİD SÜLEYMAN MEDENÎ EFENDİSeyyid Süleyman Efendi, aslen Medineli olduğu için “Medenî” nisbesiyle anılır. Medine’den Mısır’a gitmiş ve manevî bir işaret sonrası bir cezbe hâli içinde İstanbul’a ulaşmıştır. İstanbul’da Necatizâde Zaviyesi’ne yerleşir. Arapça şiir söyleyebilecek denli yüksek bir inşa bilgisine sahip olan Seyyid Süleyman Medenî Efendi’nin, ârif ve âlim bir zât olduğu nakledilir.
Seyyid Süleyman Medeni, İlahi cezbe ile sıfatlanmış olup sözlerine de bu cezbenin kokusu sinmiştir.
Seyyid Süleyman Medenî, İlahî cezbe ile sıfatlanmış olup sözlerine de bu cezbenin kokusu sinmiştir. 71 Ayrıca İlmî konularda ârifâne ve âlimâne konuşmalarıyla ünlüdür. Seyyid Süleyman Medenî Efendi, duası makbul bir kişi olarak kabul edilmiştir.
İstanbul, Scheffler; 1730’lu yıllar
NENESİ DEDE SULTAN 72Yaranından bir karşılık alamayan Nenesi Dede Sultan, Kumkapı Sahiline doğru ilerler ve bir süre sonra gözden kaybolur.
Fatih semtinden Ayasofya’ya, Unkapanı’ndan Üsküdar’a, Devlet-i Aliyye’nin dört bir köşesi bazen Dede bazen de Baba lakabıyla anılan cezbe-i İlahîye gark olmuş erenlerce kuşatılmıştır. Bu kişilerle alakalı nakledilen menkıbeler, gündelik hayatın seyri içinde genellikle havsalayı zorlayan meseleleri içerirler.
Dede Sultan Türbesi
Nenesi Dede Sultan’ın adı da bir rivayete göre çocuk yaşta o muhite gelen Karacaahmed’e süt temin edişi nedeniyle verilmiştir. 73
Meczûbîn zümresinin yoğunlukta olduğu mekanlardan Ayasofya civarını mesken edinen Nenesi Dede Sultan, Sultan III. Mehmed devrinde yaşar.
Eğri Fatihi olarak da bilinen Sultan Mehmed Eğri Seferine çıkınca, Sultanahmed civarında bulunan meczûblar bir araya gelerek seferin akıbetiyle alakalı istişarelerde bulunurlar. Dışarıdan gelen yorumlar pek iç açıcı değildir. Meczûbların arasında bulunan Nenesi Dede Sultan ansızın celâllenir ve herkesin ağzını hayra açmasını ister. Söylendiğine göre Nenesi Dede Sultan diğer meczûbların gidip Osmanlı ordusunun durumuyla alakalı malumat edinmelerini ister. Anlaşılacağı üzere bu gidiş, olağan zaman ve mekan sınırları ötesindedir. Yâranından bir karşılık alamayan Nenesi Dede Sultan, Kumkapı Sahiline doğru ilerler ve bir süre sonra gözden kaybolur. Çok geçmeden aynı yere dönen Nenesi Dede Sultan,
· — “Elhamdülillah! Hele söz yine İslam’ın oldu! Eğri kalesi alındı ve düşman taburu bozuldu!” 74
Ayasofya. Ene 1490- 7.2.1936
der. Bu sözleri işitenler, Nenesi Dede Sultanın haber verdiği olay ve tarihi kaydederler. Daha sonra ordu İstanbul’a dönünce de tarihleri karşılaştırıp Dede’nin hakikati naklettiğine şahit olurlar. 73
Nenesi Dede Sultan, Üsküdar’da Karacaahmed Sultan Türbesi’ne yakın bir mahalde sırlıdır.
Mezarının şahidesinde şunlar yazılıdır:
Yâ Hû
Kutbu ’Arifin,
Nenesi Dede Sultan
Ruhuna Fâtiha
YENİÇERİ MEHMED EFENDİYeniçeri Mehmed Efendi, Lemezât'ta “Kutbu’l-Meczûbîn” olarak anılan ve tahsil-i cezbe ettiği ifade edilen Kundakçı Hüseyin Dede’nin bir nazarıyla meczûblar zümresine katılır. Kundakçı Hüseyin Dede, ona
· - “Mehmed Dede, senin feyz ve fethin İstanbul'da Sivasî Efendi Hazretleri’nin nazar ve terbiyesine muhtaçtır. Durma, İstanbul’a git,”
diye emir buyururlar. Mehmed Dede, İskenderiye’den İstanbul’a gelir ve Sivasî Efendi’nin zaviyesini aramaya koyulur. Zaviye ulaşır ulaşmaz Şeyh Sivasî Efendi,
· - “Mehmed Dede hoş geldin. Kutbu’l-meczûbîn Kundakçı Hüseyin Efendi senin aklını alub bize göndermiş. Divanelerin şikest olmuş. Cevher-i aklını dürüst itmek müşkildir. Allahu Tealâ âsân eyleye.”
diyerek onu karşılar. Hediyyetu/-İhvan müellifinin aktarıldığına göre, Mehmed Efendi henüz bir mübtedi olup cünûn kalıntıları barındırdığından, “Deli deliyi, danişmend uluyu” misâli Müftî Ali Çelebi adlı bir zâta biat etmek ister. Bu zât “Eğer biz bir şehre gelmeseydik, hayf, talihler zayi olurmuş” diyerek kendini beğenmiş bir edâ ile konuşmaktadır. Mehmed Efendi, adı geçen Şeyh Ali’ye intisab eder. Lâkin bu olay Şeyh Sivasî’nin kulağına gidince,
· - “Virdi, İsm-i Celâl imiş. Âteş-i İsm-i Celâl’i üzerine havale etdik. Hüner, bir divâne mübtedi dervişi bende itmek değildir. Hüner, ateş-i Celâl-i vücûdundan def itmektir.” 76
der. Rivayet edildiğine göre o esnada Şeyh Ali,
· - “Ahrakatnî nâr!” (Beni bir ateş yaktı)
diyerek feryada başlar. Dervişleri hemen üzerine güğümlerle soğuk su dükseler de Şeyh Ali, manevî ateşin maddi su ile sön-dürülemeyeceği anlayıp
· - “Bu ateş bana dün biat virdiğim dervişin şeyhi tarafındandır,”
der. Yeni dervişi çağırıp şeyhinin kim olduğunu öğrenir. Daha sonra Şeyh Sivasî Efendiden af dileyerek bu sıkıntıdan kurtulur.
Hediyyetul-ihvan müellifinin aktarıldığına göre. Mehmed Efendi henüz bir mübtedi olup cünûn kalıntıları barındırdığından, ‘Deli deliyi, danişmend uluyu' misâli Müfti AH Çelebi adlı bir zâta biat etmek ister.
Derviş - Sebah Joaillier
NALINCI MEMİ (NA’LİNÎ MİMİ) DEDE (YATAĞAN DEDE) 77Memi Dede, gark olduğu cezbe halinden olsa gerek, yaz kıs demeden nalınla gezer.
Nalıncı Memi Dede - Enc. 4201
Memi Dede’nin sandukası, Encümen Arşivi, 1949
Evliya Çelebiye göre meczûbların serçeşmesi 78 olan Nalıncı Memi Dede, aslen Bergamalıdır. Unkapanı içindeki Azebler Camii çarşısında bulunan küçük bir dükkanda nalıncılık yapar. 79 Abdi Çelebi’nin ardından onun postuna geçen Nalıncı Memi Dede, ömründe hiç keser (tîşe-i Habîb-i Neccâr) vurmadığı halde nalıncı üstadı olur. Memi Dede, gark olduğu cezbe halinden olsa gerek, yaz kış demeden nalınla gezer. Nalıncı Dedenin sağlığında, yaşadığı yer “Beltaşı” kendisi de “Yatağan Dede” olarak anılır.
Vefat ettiği gece, Sultan III. Murad’ın rüyasına girerek,
· - “Murad, cenazemi Ebu’l Feth’de (Fatih Camii) kılmağa hâzır olup yine beni hânemde defn edüp üzerime bir kubbe ve bir tekye ve bir çeşme inşâ et kim dünyâda elli sene su içmedim.”
dediği rivayet edilir. Sabah olunca, Sultan Murad Nalıncı Memi Dedenin cenazesinde hazır bulunur. Cenazeye katılan diğer hazirûn gibi Sultan da Dede’nin na’şını iki kez omzuna alır. Dendiğine göre cenazeye İstanbul halkının büyük bölümü iştirak eder; öyle ki cenaze öğle namazından akşam namazına kadar baş üstünde güçlükle merkadine ulaşır.
Nalıncı Memi Dede defnedildikten sonra Sultan onun kabrinin üzerine bir tekke inşa ettirir. Haraççı Kara Mehmed Mescidi’nin karşısındaki türbede medfun olan Dededen sonra manevi ahfadı, bu ocağı açık tutarlar.
Bursalı Cinâni, Nalıncı Memi Dede’nin vefatına şu tarihi düşer:
Gerd Na'leynî Dede azm-i sarây-ı ukbâ
Emr-i Hak râz-ı ser-i sıdk u safâyî zed lebbeyk
Kademeş râ çü be-vâdî-i mukaddes be-nihâd
Gerd târîh-i vefâteş liye
Sene 1001.
NALINCI SÂLİH DEDE 80Nalıncı Salih Dede, derûnunu cezbe ateşinin yakıp kül ettiği kimselerdendir. Bu yüzden de havanın sıcaklığına aldırmadan yaz kış nalınlarıyla gezer. Nalıncı ismi, muhtemeldir ki nalın yapmasından ziyade her mevsim nalınla gezmesinden gelmektedir.
Eyüp Sultan muhitinde ikamet eden Salih Dede’nin gecenin yanı sıra gündüzleri de elinde bir fenerle dolaştığı rivayet edilir. Bazen başında bir sikkeyle dolaşan Salih Dede’nin, sokakta karşılaştığı hanımlara giydikleri feracenin rengine göre “Sen mor Allah mısın? Sen gül Allah mısın?” diye sorduğu rivayet edilir.
Eyüp Sultan muhitinde ikamet eden Salih Dede’nin gecenin yanı sıra gündüzleri de elinde bir fenerle dolaştığı rivayet edilir.
Eyüp Sırtları. İBB Atatürk Kitaplığı, Alb_000107_044
NALINCI HÜSEYİN DEDENalıncı yongalarını dışarı atmak için başını dükkandan çıkarır çıkarma/, sakalı ye elbisesi tutuşur ancak içeri girince dışarıdaki yalım yalım yükselen alevler ona dokunmaz.
Nalıncı Mimi Dede’nin türbedârı olan Hüseyin Dede, hâlim selim bir zât olmakla birlikte manevi atası gibi büdelâ meşreb bir şahsiyettir. Evliya Çelebi, komşusu Hüseyin Dede’nin çeşitli hallerine şahit olduğunu dile getirmektedir. Hüseyin Dede, Azebler çarşısında zikri sebkat eder. 81
Unkapanı’nda, Sülün Muslu Paşa Sarayı yönünden yayılan büyük bir yangında, Nalıncı Memi Dede’nin dükkanının çevresinde yer alan diğer dükkanlar alevler içinde kalırken, Memi Dede’nin büsbütün ahşap malzemeden yapılma dükkanında, tekbir tahta parçası dahi tutuşmamıştır. O esnada dükkanda bulunan Nalıncı Hüseyin Çelebi,
· - “Burası dedemin dükkanıdır, yansam da buradan çıkmazam,”
diye feryad eder. Nalıncı yongalarını dışarı atmak için başını dükkandan çıkarır çıkarmaz, sakalı ve elbisesi tutuşur ancak içeri girince dışarıdaki yalım yalım yükselen alevler ona dokunmaz. Rivayete göre Unkapanı’ndan Vefaya kadar tüm mahalleyi yakıp kül eden bu yangında, Nalıncı Hüseyin Dede sanki dışarıda yangın yokmuşçasına nalın yapmaya devam eder. Meraldi bakışların hedefi olunca,
· - “Burası dedemin postunun döşendiği dükkandır.”
diyerek tebessüm etmektedir. Yangın dinince, dükkanların değeri düşer. Küpe namıyla bilinen Yahudi bir aktar, dükkanların idaresinden sorumlu mütevelli heyetine normalde ödenen miktardan bir miktar fazlasını ödeyerek Nalıncı Hüseyin Dedeyi dükkandan çıkarır. Bir gün bu Yahudi aktar, dükkanın kepenkleri kaldırayım derken ağır kepenkler elinden kayar ve aktarın başını ezer.
Merre Hüseyin Paşa’nın ağalarından bir vezir ağasıyla Hacı Subaşı gelip keşifte bulunurlar. Yahudi aktarın ölü bedenini kaldırıp dükkanı tekrar nalıncı Hüseyin Dedeye verirler.
Bu şiddetli yangına rağmen, Nalıncı Memi Dede’nin türbesinin üzerindeki kubbe erimemiştir. Murad Han gelerek incelemelerde bulunur, türbeyi ziyaret eder ve fukaraya tasaddukta bulunur.
» . ' Nalıncı Dede Tekkesi, Sülün Muslu Sarayının bitişiğindeki Haraççı Mescidinin karşısındadır.
Cezbe hâlinin kime isabet edeceği bilinmez. Bu kişi İlmiyeye ya da tasavvuf! bir mektebe mensup olabilir. Bu hâlin ne kadar süreceği de tahminin ötesindedir. Bu yüzden de meczuplarla alakalı farklı birçok tasnif yapılmıştır. Bir vaiz olan Ahmed Efendi de cezbesi ve ilmi mecz olmuş bir kişi olarak tanınır.
Ahmed Efendi, halk arasında oldukça tesirli bir âlim ve meczûb olarak tanınır.
Erdebilizâde olarak anılan Ahmed Efendi, Mehmed b. Hacı Pîrî’nin oğludur. Mükâşif Mehmed Efendi’nin halifesi olduktan sonra kürsü şeyhi unvanıyla Ayasofya vaizliğine tayin edilir.
Ahmed Efendi, halk arasında oldukça tesirli bir âlim ve meczûb olarak tanınır. 82
Erdebilizâde Ahmed Efendi, Ocak 1670’de vefat eder.
Ayasofya Cami
YETMİŞ GURUŞ (KURUŞ) DEDE* 3Eğri Fatihi Sultan Mehmed Han savaşta yedi kral ve yedi yüz bin kâfiri katlettiğinde, bu zât da gayb erenleri (ricâlu’l-gayb) ile birlikte küffara karşı kılıç sallamıştır.
Bu zât, Budin eyaleti sınırları içinde yer alan Şemtorna ya da Şimontornya (Шимонторња) adlı kalenin ağasıdır. Eğri Fatihi Sultan Mehmed Han savaşta yedi kral ve yedi yüz bin kâfiri katlettiğinde, bu zât da gayb erenleri (ricâlul-gayb) ile birlikte küffara karşı kılıç sallamıştır. Fetihten sonra bu sırrı ifşa (keşf-i râz) ettiği için, yedi sene boyunca dilsiz (lâl) kalır. 84 Yedi sene sonra dili çözülür, ancak bu defa da dilinden “Yetmiş Guruş” kelâmından başka bir şey çıkmamaktadır. Kopçalı çakşırı (paçaları dizin hemen altında kalan bir şalvar), çekirdekli kubadi Boşnak pabucu ve kısa bir dolama giymiş halde “Yetmiş Guruş” diyerek gezinir. Yetmiş Guruş Dede, o vakit çamuruyla meşhur olan Unkapanı’nda dolanıp durmasına karşın, bırakın pabuçlarının üzerini nalçalarına bile çamur bulaşmaz. Yoğun bir cezbe içre gezinen Yetmiş Guruş Dede’nin titizliği, yalnızca giysileri değil beş vakti de cemaatle edâ etmeyi kapsar. 85
Sultan Murad Han’a Revanı yedi günde fethedeceğini, ancak yedi gün sonra tekrar vereceğini söyleyen Yetmiş Guruş Dede’nin bu keşfi, Sultanın Revanı yedi gün süren bir kuşatmanın arından fethedişi ve yedi gün sonra Revanın İranlıların eline geçişiyle tahakkuk eder.
Evliya Çelebi’nin Yetmiş Guruş Dedeyle alakalı anlattığı bir olay, oldukça dikkat çekicidir. Rivayete göre Melek Ahmed Paşa, Sultan Murad Han’ın seferden dönerken her defasında ordu içinde Yetmiş Guruş Dede’nin sesini işittiğini ve Dede’nin hangi çadırda kaldığını öğrenmelerini emrettiğini nakleder. Oysa Yetmiş Guruş Dede o vakit İstanbul’dadır ve
· - “Vardı Murad yetmiş guruşa aldı, Murad yetmiş guruşa verdi,”
diyerek dolanmaktadır. 86
Yetmiş Guruş Dede, Kâimmakâm (Kaymakam) Bayram Paşa’nın fermânıyla Zeyrekbaşında Çivizade Kabristanı’na defnolunur.
Zeyrek
ALA KANCA 87
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı. Krt_002228
Meczûbların etraftan bir şeyler toplar görünen kısımları, bedenleridir. Yoksa ruh bakımından ilahi çekimin etkisi altındadırlar.
Divâne ya da meczûblar, dünya nimetlerine çok önem vermezler. Meczûbların etraftan bir şeyler toplar görünen kısımları, bedenleridir. Yoksa ruh bakımından ilahi çekimin etkisi altındadırlar. Bu yüzden, bazılarının sokakları mesken tutması hiç de şaşırtıcı değildir.
Halveti büyüklerinden Mehmed Nazmi Efendi, Hediyetü’l-İhvân adlı eserinde meczûbların kamilleri arasında Ala Kanca isimli bir zâttan bahseder. Ne var ki Ala Kanca ile alakalı sahip olduğumuz yegane malûmat, onun hâne-ber-düş yani evi omuzunda bir meczûb olduğudur.
ARMAĞÂNÎ MEHMED EFENDİ 88Üsküdar'da, Bostancıbaşı Köprüsünde vebalıların kötü ruhları ve iyi ruhları ile buluşup onlarla üç gün boyunca sohbet eder.
Armağânî Mehmed Efendi, aslen Kocaelilidir. Karşılaştığı her kişiye bir elma hediye ettiği için, ’’Armağânî” nisbesiyle anılır. Mehmed Efendi, kendinden sonraki nesillere her biri incelik abidesi nasihatlerden oluşan bir hikmet hazinesi bırakır.
Rivayete göre bir gün Armağanî Mehmed Efendi, sıla-i rahim için Sultan IV. Murad’dan müsaade alır. Üsküdar’da, Bostancıbaşı Köprüsü’nde vebalıların kötü ruhları ve iyi ruhları ile buluşup onlarla üç gün boyunca sohbet eder. Bu sohbet neticesinde İstanbul’da kimin vebadan öleceğini, kimin hayatta kalacağını bir deftere kaydeder. Daha sonra defteri Sultan IV. Murad Han’a sunar.
Bu olaydan üç gün sonra İstanbul’da çeşitli söylentiler yayılmaya başlar. Dendiğine göre, Armağanı Mehmed Efendi’nin defterinde yazılanlar gerçekleşmektedir. Yedinci gün sonunda kayıtlara göre yetmiş bin kişi vefat etmiştir. Ne var ki Armağani Mehmed Efendi sırrı fâş etmesi nedeniyle o diyardan ayrılmak durumunda kalır.
Bostancıbaşı Köprüsü
KAPÂNÎ DELİ SEFER DEDE
Yavuz Ersinan Camii
Sefer Dede, Unkapanı civarında yaşamış olup hakkında birçok kerâmet aktarılmaktadır.
Unkapanı civarında yaşamış olan Sefer Dede, anlaşılan o ki celâl hâlinin galip olduğu bir vakit Ekmekçi Alî Efendi’nin alev alev yanan fırınına girer ve orada sükûn bulur. 89 Sanki hiçbir şey olmamış gibi fırından çıkıp yaklaşık yüz kişiyle vedalaştıktan sonra Unkapanı’ndan denize dalarak gözden kaybolur.
Aradan yedi sene geçer. Bir gün Cezayir’den gelen Kara Hoca ve Ali Peçenoğlu’nun kalyonları İstanbul'a eriştiğinde, yanlarında Sefer Dedenin olduğu görülür. Sefer Dede doğruca Unkapanı’na gelir ve yerleşir. Ne var ki aradan geçen bu uzunca süre zarfında Sefer Dede’nin halinde bir değişiklik söz konusudur: artık konuşmamaktadır (bî-zebân). Bir de çöplüklerden yalnızca eski pabuçları toplama adeti hâsıl olmuştur.
Kara Hoca ve Alî Peçenzâde’nin maiyetindekiler, yedi sene önce Sefer Dede’nin Okyanusta, Sebte (Cebelitarık) Boğazı dışında bir timsahın üzerinde olduğu halde gemilerine yaklaştığını ve onu gemiye aldıklarını söylerler. Cezayir’e seyir halindeyken timsah da onları takip etmiş, Cezayir’e ulaştıklarında ise timsah limana girmiş ve karaya vurarak oracıkta ölmüştür. Sefer Dede timsahın leşinin defnedilmesini rica eder. Tüm bu olup bitene orada bulunan denizcilerin tamamı şahit olmuştur. 90
Sefer Dede o sene Unkapanı mahzeninde vefat eder ve Unkapanı dışında medfun olan Horosî Dede’nin yanında sırlanır. 91
DÎVÂNE BURNAZ MEHEMMED ÇELEBİ VE EŞŞEHÎR SABÂH SABÂH DELİSİEvliya Çelebinin bir arkadaşının yanından geçtiği sırada 'sakın, atim teper' der demez tahta atın ucuyla Evliya Çelebinin arkadaşının ayağını ezer.
Evliya Çelebi’nin Sultân-ı Melâmiyyûn ve Büdelâ-yı mecâzibûn olarak tarif ettiği Burnaz Mehmed Çelebi’nin babası çavuş kethüdasıdır. 92 Mehmed Çelebi’nin babası göreve çıktığında eline düşen suçlu bir tanıdığı bile olsa hapseder. Burnaz Mehmed Çelebi de babasının bu halinden kederlenir ve bir gün ağzından “sabah ölürsün” kelimeleri dökülür. Babası seher vakti vefat eder. O günden itibaren Mehmed Çelebiye ne zaman “sabah sabah” dense başını taştan taşa vurur; öyle ki başı “Adana kabağı” gibi ses çıkarır. Mehmed Çelebi’nin diğer bir özelliği de eğer bir kişiye öfkelense, ona burnundan okkalı bir balgam fırlatarak karşıdaki kişinin üstünü balgamla sırılsıklam etmesidir.
Evliya Çelebi dostları ile divan seyrine gittikleri bir gün, divan yolunda Burnaz Mehmed Çelebiye rast geldiklerini aktarır. Mehmed Çelebi, başında paramparça olmuş bir bostancı külâhı, omzunda ise bir tüfek kundağı asılı olduğu halde tahta bir ata binmiş üzerlerine doğru gelir. Atını sıçratırken, sol tarafında bulunan esnafa türlü türlü şakalar etmektedir. Evliya Çelebi’nin bir arkadaşının yanından geçtiği sırada “sakın, atım teper” der demez tahta atın ucuyla Evliya Çelebi’nin arkadaşının ayağını ezer. O da Mehmed Çelebi’nin yüzüne okkalı bir tokat vurur. Bunun üzerine Divane Burnaz Mehmed Çelebi adeti olduğu üzere elini devasa burnuna koyar ve Evliya Çelebi’nin arkadaşının yüzünü büyükçe bir parça sümük fırlatır. Halihazırda ayağının acısıyla kıvranan bu zat birdenbire “gözüm çıktı” diyerek inler. Evliya Çelebi, divânenin bir taş fırlatıp arkadaşının gözünü çıkardığını sanmış ancak yakından bakınca işin aslı anlaşılmıştır.
Mehmed Çelebiye “Burnaz” denmesinin sebebi burnunun neredeyse yarım akçe tahtası kadar olmasıdır. Burnaz Mehmed Çelebi yaz kış İstanbul’u arşınlar ve her cemiyette bulunur. Divane Burnaz Mehmed Çelebiyle alakalı çok sayıda menkıbe anlatılagelir. Bir defasında Mehmed Çelebi’nin annesini tütün içerken yakalayıp hapse koyarlar. O da Kara Mustafa Paşaya annesini serbest bırakmaları için ricada bulunmak üzere divana çıkar. Boynueğri Çavuşbaşı ona Paşa’nın oldukça meşgul olduğunu söyleyince,
· - “Sen bok yeme, Paşa beni bekler.”
cevabını verir. Divanda bulunanlar cereyan eden bu hadise karşısında tebessüm ederler. Mehmed Çelebi’nin sözlerini işiten
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığa Alb_OOOO_O72
Mustafa Paşa, Mehmed Çelebi’nin derdinin ne olduğunu sorar. Çavuşbaşı da usulünce aktarır:
· - Sultanım, Çelebi’nin validesi borçlu olup haps etmişler. Lâkin ricaya gelmiş.
Divane Burnaz Mehmed dayanamayıp araya girer ve annesini tütün içerken yakalayıp hapse koyduklarını, onu kadınlar zindanından çıkarıp erkekler zindanına koymaları gerektiğini zira babasının olmadığını söyler. Divandakiler Mehmed Çelebi’nin anlattıklarıyla gülmekten bîtab düşerler. Kara Mustafa Paşa tebessüm eder ve ona hediye verip annesinin salıverilmesi fermanını verir. 93
Diğer bir rivayette ise Divane Burnaz Mehmed Çelebi üç gün boyunca
· - “Kızıl Adalarda yangın vardır!”
diyerek feryad eder. Lâkin divâne sözüdür diye pek kulak asan olmaz. Bundan bir süre sonra Odunkapısı’ndan Yedikule’ye hatta bir kolu Molla Gürânî’ye kadar ulaşan büyük bir yangın çıkar. Yangın üç gün üç gece sürer.
Evliya Çelebiye göre Divane Burnaz Mehmed Çelebi’nin başından geçen hadiseler, Nasreddin Hoca fıkraları gibi halk arasında oldukça meşhurdur. 94
Divâne Burnaz Mehmed Çelebi’nin nerede medfun olduğu bilinmemektedir.
DİVANE DUHAN KEŞER (DUHÂNKEŞ) DEDEDedenin iptilasını bilen civardaki çocuklar, burun otu diye avucuna toprak koyarlar.
Divâne Dühan Keşer Dede, lâl u ebkemdir, yani susku diliyle konuşur. Burun otuna müptela oluşu sebebiyle ona “duhan keşer” adı verildiği söylenir. Divâne Dühan Keşer De-de’nin iptilasını bilen civardaki çocuklar, burun otu diye avucuna toprak koyarlar.
Bu divânenin cezbesi o kadar yoğundur ki yüz dirhem toprak koysalar, onu bile burnuna çekecek durumdadır. Evliya Çelebiye göre Divâne Duhan Keşer Dede, kerâmet ehli bir zâttır. 95
Enfiye Kutusu
BÜLBÜL DİVÂNESİ 96
Bülbül Kafesi
Divâneler ya da meczûblar toplum hayatının en renkli simalarıdırlar.
Eyüp Sultan muhiti, divâneleriyle ünlüdür. Muhitin yoğun manevî atmosferi, İlahî çekime kapılmış birçok kişiyi de buraya toplamıştır. Divâneler ya da meczûblar toplum hayatının en renkli simâlarıdırlar. Bu yüzden de nesilden nesle aktarılan menkıbelerin de ana figürleri arasındadır.
Bülbül Divânesi, Eyüp civarında yaşamıştır. Bülbül ismi, yaz kış elinde dolaştırdığı kafes ve içindeki bülbülden gelir. İşin ilginç yanı, tüm bülbüller baharı müjdelemesine bahar mevsiminde öterlerken, bu Divâne’nin bülbülü esrarengiz bir biçimde şiddetli kış günlerinde öter.
YUH BABA
Yuh Baba defnedilmek üzere omuzlarda taşınan bazı tabutların ardından 'Yuh' diye seslenmektedir.
Eski Mezar Taşları
Yedikule kapısından çıkarken solda yer alan kabirde “Yuh Baha’ya da “Yuh Dede” olarak bilinen bir zâtın medfun olduğu söylenir.
Rivayete göre, Yuh Baba defnedilmek üzere omuzlarda taşınan bazı tabutların ardından “Yuh” diye seslenmektedir. Bu yüzden de “Yuh Baba” olarak anılmaya başlar.
Yuh Baba vefat ettikten sonra defnedilmek üzere tabutu götürülürken, onun hayattayken tabutların ardından “Yuh” demesinden hoşlanmayan bir komşusu “Yuh” diye ünler. Yuh Baba da içinde bulunduğu tabuttan doğrulup,
— “Eğer ben de dünyada Yaradan’dan bihaber yaşadımsa, bana da yuh!”
der ve tekrar tabutuna uzanır. 97
BOYNUZLU DİVÂNE AHMED ÇELEBİBoynuzlu Divâne Ahmed Çelebi, Kasımpaşa’da Kocamışoğlu olarak bilinen bir yeniçerinin evinde ikamet eder. Gündüzleri Kasımpaşa Köprüsü üzerine oturup gelene geçene, - “Şalla (İnşallah?) Kâbe’ye gidesin Ahmed çebu, Şalla
Divâne Ahmed Dede eğer soran kişi evliyse, duruma göre küçük ya da büyük bir boynuz çıkarıp verir.
Kâbe’ye gidesin Mehmed çebu,” der durur. Daha önce hiç görmediği bir kişiye bile, ona ismiyle seslenir:
Galata Köprüsü
- “Filanca çebu!”
Öyle ki yıllar önce oradan geçmiş olan bir kişiyi görse,
- “Hoş geldin filanca kadının oğlu filan çebu,” demek suretiyle onu selamladığına şahit olunmuştur.
Divâne Ahmed Dedeye Boynuzlu denmesinin nedeni, koynunda koyun, keçi, sığır, ceylan vb. hayvanlara ait muhtelif ebatlarda boynuz taşımasıdır. Eşraftan bazıları onu sınama kartıyla
- “Ahmed Dede, boynuzum nerede?”
dediklerinde, Divâne Ahmed Dede eğer soran kişi evliyse, duruma göre küçük ya da büyük bir boynuz çıkarıp verir. Eğer karşıdaki bekarsa,
- “Daha senin boynuzun çıkmadı, demekle yetinir.”
Bazı gayrimüslimler, tebdil-i kıyafetle yanlarına bir Müslüman alıp Ahmed Dede’nin yanına geldiklerinde, Ahmed Dede aralarındaki Müslümanları
- “Filan çebu,”
diyerek selamlar, ancak gayrimüslim kişiye yakınlık göstermez. Bu tavrının nedeni sorulduğunda,
- “Gavur Beşe Çufud” (Onlar Çıfıt)
karşılığını verir. Rivayete göre, Ahmed Dede bir kimseye üst üsle üç kez “Şalla Kâbe’ye gidesin filan çebu” dediğinde o kişi muhakkak Kâbe’ye gitmiştir. 98
KAĞID (kAĞIZ) DELİSİKağıd Delisi, sabah namazından akşam namazı vaktine kadar dört bir yana süratli bir biçimde koşuşturur.
Divânelerin hayatları, normal bir bakışla anlaşılamayacak denli girifttir. Gündüzleri göz önünde olurlarken, akşamla birlikte esrarengiz bir hayat sürmeye başlarlar. Herkes bir şeyler yiyip içmeyle meşgul olurken, bazı divânelerin herhangi bir şey yiyip içtiğine tesadüf dâhi edilemediği vakidir.
Laleli ile Beyazıt arasında gidip gelirken, yolda bulduğu kâğıtları duvarların oyuklarına sıkıştırmakla meşgul olmuştur Kağıd Delisi. Altmış yılı aşkın bir süre hiç konuşmadığı söylenir.
Kağıd Delisi, sabah namazından akşam namazı vaktine kadar dört bir yana süratli bir biçimde koşuşturur. Herhangi bir şey yiyip içmediği, akşam namazından sonra gözden kaybolup tekrar sabah namazında ortaya çıktığı rivayet edilir." Nerede oturduğu ya da gecelediğini bilen yoktur.
Laleli – Sebah Jeaillier
KEÇELİ DEDE 100
Derviş. İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_002227
Keçesini onların teberrüken verdikleri altın ve kuruşla doldurur. Keçeli Dede daha sonra kırk-elli kişilik yetimden oluşan gruplar kurup onlara temiz giysiler giydirir, çeşitli eğlenceler tertip ederek sünnet ettirir.
Şecaat, yalnızca cenk meydanında sergilenmez. Batıda büyük bir kahramanlık örneği olarak zihinlere kazınan Robin Hood, zenginden çalıp fakire vermektedir. “Niyet hayr, akıbet hayr” ilkesinin şiar edinildiği bu topraklarda ise sağ elin verdiğini sol eliyle görmeyen nice isimsiz yiğit gelip geçmiştir.
Böylesi yiğitlerden biri olan Keçeli Dede, Geysûdar Mehmed Çelebi’nin halifelerindendir. Başında Mevlevi sikkesi, sırtında bol yenli yün cübbesi, elinde de nakışlı keçesiyle tanıdığı varlıklı kimseleri dolaşır. Keçesini onların teberrüken verdikleri altın ve kuruşla doldurur. Keçeli Dede daha sonra kırk-elli kişilik yetimden oluşan gruplar kurup onlara temiz giysiler giydirir, çeşitli eğlenceler tertip ederek sünnet ettirir. Bununla da kalmaz; her birini bir üstadın, hocanın ya da vezirlerden birinin hizmetine vererek hem bir hüner ve meslek edinmelerine hem de güvenilir bir ortamda hayatlarını sürdürmelerine vesile olur. Keçeli Dede, Bağdat’ın fethinin haberi geldiği bir Ramazan günü Maşukuna vasıl olur. Dede, Necati Bey Kabristanı’na sırlanır.
SÜMÜKLÜ DEDE DİVÂNE 101
'Veli kullarım kubbem altındadır, onları benden başkası bilemez'
Atmeydânı civarını mesken edinen Sümüklü Dede, adından da anlaşılacağı üzere gelen geçene ya tükürür ya da üzerlerine sümüğünü atar. İlk bakışta iğrendirici bir durum gibi görünse de halk nezdinde bu durum bir talih vesilesi sayılmaktadır. Eğer Divâna giden birinin üzerine tükürürse, o kişinin Divânda paylanacağına kuşku duyulmaz.
Eğer Sümüklü Dede bir kişinin üzerine sümük atmışsa, o kişinin de Divândan kendi menfaatine olacak bir sonuçla çıkacağı rivayet edilir. Evliyâ Çelebi, Sümüklü Dedenin bu hallerini dile getirdikten sonra, şu Kudsî Hadis’i aktarmadan geçemez,
“Veli kullarını kubbem altındadır, onları benden başkası bilemez”
Divânyolu, İBB Atatürk Kitaplığı, Alb_000159_OO4
TABAK DİVÂNESİ 102
Kimi divâneler suskunluklarıyla meşhurken kimileri de üryan gezişleriyle meşhurdur. Divânelerin üryan oluşları, daha ziyade doğum ve ölüm sırasındaki saf hâle bir atıf olarak düşünülebilir. Onlar için üzerlerine giydikleri şeyler, birer fazlalık gibidir.
Kasımpaşa civarında yaşamış olan Tabak Dîvânesi, yaz kış demeden üryân gezer. İstanbul’un buz kesen kış günlerinde, Okmeydanı’nda yağan karın üzerine yatar ve sanki soğuk değilmişçesine al yanaklarından ter damlaları süzülür.
Tabak Divânesi’nin dondurucu soğuğa meydan okurcasına elleri omuzlarında anadan üryân etrafı temaşa ettiği söylenir.
Divânelerin üryan oluşları, daha ziyade doğum ve ölüm sırasındaki saf hâle bir atıf olarak düşünülebilir.
Kasımpaşa – 1900’ler
İSMAİL EFENDİ
İsmail Efendi, meczûbînin büyük bölümünde şahit olunacağı üzere yalın ayak başı çıplak, kimseyle kelâm etmeyen bir zâttır.
Mehmed Ağa Hamamı
Hediyyetu’l-İhvân yazarı Nazmi Efendinin tasnifine göre meczûblar dört taifeden oluşur. Meczûbların üçüncü taifesi, Sedene-i Mikail’dir (Mikail’e hizmet edenler). Bu grupta yer alan meczûblar, Rezzâk olan Allah tarafından erzâk taşıyıcısı (hamail) olarak istihdam edilirler. 103 Nazmi Efendi bu taifeden meczûblara örnek verirken, Fatih’te Çarşamba Pazarı civarındaki Mehmed Ağa Hamamının camekanında duran İsmail Efendiden bahseder. İsmail Efendi, meczûbînin büyük bölümünde şahit olunacağı üzere yalın ayak başı çıplak, kimseyle kelâm etmeyen bir zâttır. 104
Bir gün İsmail Efendinin önüne içi kiraz dolu bir çanak bırakırlar. Bir süre sonra İsmail Efendi çanağı alıp dışarı çıkar. Bir köşede kirazları yedikten sonra kaya gibi sert çekirdeklerini kırıp atmaya başlar. Havanla bile kırılması zor bu çekirdeklerin kabuğunu kırdıktan sonra içlerini yere atmasının sebebi sorulduğunda,
· - “Karıncalar bana elçi gönderip rızıklarını istemişler. Ben de karıncacıklara çekirdeklerle ziyafet hazırlamaktayım,”
cevabını verir. O esnada karıncalar çekirdek içlerini yuvalarına taşımaktadırlar. 105
1700’ler
Nâmurad olmağa tâlip ola kim menzil ala,
Dahi halk içre adı âkil ü dîvâne gerek
Niyazî Mısrî
HASAN DEDE
Hasan Dede, devrin önde gelen meczûblarından Ca fer Dedenin dostudur.
Bir Derviş Gravürü
Cezbe ehlinin yer yer tecrübe ettiği bir durumdur çocuklar tarafından peşi sıra koşulmak. 18. yüzyıl başlarında yaşayan Hasan Dede de bu durumdan nasibini almış bir meczûbdur.
Hasan Dede, devrin önde gelen meczûblarından Cafer Dedenin dostudur. Cafer Dede’nin vefatını işitince, derinden sarsılarak,
· - “Ben de Ca’fere giderim” der.
Bu hasreti çok sürmez ve Hasan Dede 1717’de ruhunu teslim eder. Topkapı’da sırlanır. 106
SEYYİD NİZAMZADE SEYYİD ALİ EFENDİ
Seyyid Nizamzade Seyyid Ali Efendi oldukça kalender meşreb ve abdal görünümlüdür: aşk ateşiyle yanık bir dilin yanı sıra harabati bir tavra sahiptir.
Seyyid Ali Efendi, Buhara’dan gelip İstanbul’da neşv ü nema bulan ve Sur dışında muazzam bir zaviye inşa ederek tarikinin usullerini icra eden Seyyid Nizameddin Efendi’nin soyundandır (ö.1550). Seyyid Nizameddin Efendi, vefatının ardından Silivrikapısı dışındaki bu zaviyeye defnolunur. Daha sonra oğlu Seyyid Seyfullah Efendi de sur içinde bir tekke bina ederek burada hizmet eder ve 1601’de vefat eder. Ardından onun çocukları bu tekkede şeyhlik vazifelerini icra ederler.
Onların soyundan gelen Şeyh Seyyid Ali Efendi ise 1679 ya da 1680’de dünyaya gelmiştir. Pederinin vefatının ardından şeyhlik vazifesini üstlenir. Çoğunlukla uçtaki mutasavvıflar ve şathiyât erbabıyla oturup kalktığından olsa gerek, avam tarafından küçümsenir. Seyyid Nizamzade Seyyid Ali Efendi oldukça kalender meşreb ve abdal görünümlüdür; aşk ateşiyle yanık bir dilin yanı sıra harabâtî bir tavra sahiptir.
Seyyid Nizamzade Seyyid Ali Efendi 1715’de vefat ettikten sonra aynı tekkede sırlanır.
Seyyid Nizam Tekkesi Meşrutası
KÂDI DELİSİ MEHMED EFENDİ ELMECZÛB
Cezbeye kapılan Mehmed Efendi, artık söz söylemez olur. Nadiren sarf ettiği 'Bu da böyle, bu da böyle,' sözleri ise ancak cezbe hâli galip olduğunda işitilir.
Kadı Delisi Mehmed Efendi el-Meczûb, o vakitler bir kasaba olan Tophane’ye bağlı Çavuşbaşı beldesinde çörekçilikle geçinmektedir. Bir gün ayak naibi (kadı adına esnafı denetleyen bir görevli) onun çöreklerini tartıp ağırlıklarının eksik geldiğini görünce, Mehmed Efendiye ceza verir. Cezbeye kapılan Mehmed Efendi, artık söz söylemez olur. Nadiren sarf ettiği “Bu da böyle, bu da böyle,” sözleri ise ancak cezbe hâli galip olduğunda işitilir.
Kâdı Delisi Mehmed Efendiyle alakalı çok şey anlatılmaktadır. Rivayete göre, Galata’daki Perşembe Pazarı civarında oturan ayakkabıcı Hacı Mehmed’in eşi hamiledir. 107 Doğumu yaptıracak ebe ise Kasımpaşa’da oturmaktadır. Geceleri kale kapıları kapandığından, Hacı Mehmed Efendi bir komşusunu uyandırır ve ona durumu anlatır. Onlar aralarında Tophane kapısı civarındaki kale deliğinden çıkıp ebeyi getirme planları yaparken, Kâdı Delisi çıkagelir. Onlara kendisini takip etmelerini söyler. Komşusu, bu deliyi takip ederlerse sıkıntı yaşayacaklarını söyleyince, Hacı Mehmed Efendi onun meczûbînden olduğunu ve onu takip etmelerini istemesinde bir hikmet olduğunu düşünür. Böylece Kâdı Delisi Mehmed Efendi’yi takip ederler. Kale kapısına ulaştıklarında, kapısının kapalı olduğunu fark ederler. Ancak, divânelere kilit kâr eder mi? Kâdı Delisi kapıyı iteler ve kapı açılır. Dışarı çıkıp ebeyi alırlar ve geri dönerler. Kapıya yaklaşırken Hacı Mehmed Efendi “Erlik şimdi bell’olur. Bize kapıyı açar mı?” diye düşünürken Kâdı Delisi tekrar ortaya çıkar. Kapıyı açıp eve ulaşana kadar onlara eşlik eder. Eve girmeden, Hacı Mehmed Efendiye bir saat sonra bir oğlu olacağını ve ona “Mehmed” adını vermesini tembih eder. Ancak Hacı Mehmed Efendi daha önce oğlu olursa, ona “Kasım” adını vermeyi murad etmiştir. Bir saat sonra bir oğlu olur ve ona “Kasım” adını verir. Bundan üç gün sonra Hacı Mehmed’in kapısı çalınır. Kapıyı açınca Kâdı Delisi’ni görür. Kâdı Delisi,
· - “Ben sana demedim mi ki; oğlanın ismini Mehmed ko, Kasım’ı kaldır!”
dedikten sonra oradan ayrılır. Aradan altı ay kadar bir süre geçtikten sonra Hacı Mehmed Efendi, Tophane’de Kâdı Delisine rast gelir. Kâdı Delisi celâllenip
· - “Ben sana demedim mi ki; kaldır Kasım’ı yahud kaldırdım,”
der. Hâfız Mehmed Efendi buna çok. içerlemiştir. Akşam eve gittikten sonra yatsı vaktinde bebek vefat eder.”
Kadı Delisiyle alakalı diğer bir rivayette, Tophane’de bulunan Karabaş Tekkesi Şeyhi Hüseyin Efendi, vaaz için Kasımpaşa’ya gitmektedir. Dört yol ağzında Kadı Delisiyle karşılaşır. Bir an aklına meczûblar ihtilam olduğunda hamama gidip gitmedikleri düşüncesi peyda olur. Kâdı Delisi ona dönüp
- “Allah’tan kork! Meczûbların ihtilamını ve hamama girdiklerini, girmediklerini neylersin, sen kendi ayıbını gör. İşte sen cenâbetsin ve sana hulm vaki olmuştur. Bu keyfiyetle Ümmet-i Muhammed’e kürsîye çıkıp kâla’llah ve kale resûlullah desen gerek, var guslet!”
diye çıkışır. Şeyh Hüseyin Efendi kontrol eder ve Kâdı Delisi’nin haldi olduğunu görür. 109
Kâdı Delisi Mehmed Efendi, Ocak 1715’de vefat eder. Tophane Camii’nde namazı kılınıp hendek üstündeki mescidin mihrabı önüne defnedilir.
Tophane Camii, İBB Atatürk Kitaplığı, A!b_000043_228
Sarı Kazak isimli arif ve nefes sahibi bir Bektaşi eri tarafından uyandırıldıktan sonra
Derviş Mustafa'ya seyahat etmesi emrolunur.
TASLAK DERVİŞ MUSTAFA
Bektaşî fukarasından olan Derviş Mustafa, Şam’da doğar. Bir süre ticaretle meşgul olur. Sarı Kazak isimli arif ve nefes sahibi bir Bektaşî eri tarafından uyandırıldıktan sonra Derviş Mustafa’ya seyahat etmesi emrolunur. Sahip olduğu her şeyi dağıtan Derviş Mustafa, 1711’e kadar seyahat eder ve bu tarihte Üsküdar’daki bekâr odalarından birine yerleşir. Tezkiretu’l-Müteahhirin yazarı Enfi Hasan Hulûs Halveti, 1715 Şubat’ında Taslak Derviş Mustafa’yla görüştüğünü ve Derviş Mustafa’nın kendisini cezbetme sevdasına düştüğünü aktarır. Her ne kadar cezbe mümkün olmasa da onun tesiri altında kaldığını aktarır. Nihayet Derviş Mustafa şöyle der,
· - “Eyvallah Âşık, sahibin pek büyükmüş.”
Derviş Mustafa oldukça müstağraktır ve herhangi bir konu hakkında konuşulduğunda, o da fütuhatla sohbete katılır. Cezbe hali yoğun olmasına yoğun olmakla birlikte saatte beş-on söz sarf edecek kadar kendindedir. Çok az uyuduğu gözlemlenen Taslak Derviş Mustafa’nın her daim müşahede halinde olup sohbeti ve tavırlarından da fenâ halinin galip geldiği bir mertebede olduğu açıktır. Az konuşur, konuştuğunda da hikmetle konuşur. Bir gün Şeyh Nasuhî Efendinin asitânelerindeki bir odada sohbet ederlerken, odada bulunan Salih Efendiye,
· - “Bir kiremit pâresine bir miktar ateş ko ve odu olan od versin, ol ateşin içine koyup tekyede seccade yanına ko ve tamam yanınca durup gel,”
der. Salih Efendi kendinden istenenleri yapıp geri gelir ancak yüzü bembeyazdır. Sebebi sorulduğunda, seccadenin kenarına kiremit parçasını koyduktan sonra geri çekildiğini; tamamı vefat etmiş olmasına rağmen tarikatın pîri Şaban Efendi, Ömerü’l Fuadî Efendi, İsmail Efendi, Pir Mustafa Efendi ve Karabaş el-Hac Ali Efendi Hazretlerini bir arada gördüğünü söyler. Hepsini seccade üstünde görünce şuurunu kaybettiğini aktarır.
Taslak Dede ile alakalı bir diğer rivayette, kış mevsimi olanca şiddetiyle hüküm sürmektedir. Şeyhin odasında yatıp kalkan Taslak Dede üşütmesin diye ocağa bir kucak odun, on okka da kömür atarlar. Ateş iyice kıvam bulunca, Taslak Dede kalkar ve tütün çubuğunu doldurur. Çubuğunu yakmak için ateşe eğildiğinde muhtemelen cezbe sonucu ateşin ortasına düşer. Bir süre sonra birileri içeri girer. Bedeninin büyük bölümü ateş içinde olan Taslak Dede’yi düştüğü yerden çıkarırlar.
Üsküdar Mezarlığı
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_008386
Sikkesi ve hırkası bile yanmayan Taslak Dedenin sol elindeki çubuğu da zarar görmemiştir. Taslak Dede’yi yatırırlar ve üç saat böyle cezbe halinde uzanır. Kendine gelir gelmez “Eyvallah, eyvallah” diyerek kalkar ve sohbete kaldığı yerden devam eder. 110
Taslak Derviş Mustafa Dede 1716 Haziranında vefat eder ve Üsküdar Mezarlığı’ndaki Taşçılar’a yakın bir yerde sırlanır.
KALICI SEYYİD MEHMED EL-MECZÛB 111
Meczûbların ulularından olan
Kalıcı Seyyid Mehmed Efendi'ye devrin meczûbları korkuyla karışık bir hürmet duyarlar;
Halk arasında “Kalıcı Delisi” olarak bilinen bu zâtın asıl adı, eş-şeyh es-Seyyid Mehmed el-Hüseynî el-Bekrî’dir. Meczûbların ulularından olan Kalıcı Seyyid Mehmed Efendiye devrin meczûbları korkuyla karışık bir hürmet duyarlar; öyle ki onun gittiği yerlere meczûb olmayanlar girmeye dahi cesaret edemezler. İri bir cüsseye sahip olan Kalıcı Seyyid Mehmed Efendi, sırtında sepet taşır ve dolaştığı tüm cadde ve sokakları süpürür.
· - “İhrâk (yangın) olmasın, eğer murdar olursa, ihrâk olur.”
diyerek yerde çer çöp bırakmamaya özen gösterir. Bu eylemi yalnızca titizlikle alakalı bir husus değildir, zira o dönemde İstanbul’un en çok mustarip olduğu felaketler, genellikle yangınlarla ilişkilidir.
Devrinde yaşayan en yaşlı kimselerin bile onu daima ak sakalıyla hatırlayışı ilgi çekicidir. Hasan Hulûs Efendi, pederi ve komşuları Firuzzâde Ahmed Çelebi’nin bir sohbetleri esnasında Kalıcı Delisi’nin oradan geçtiğini aktarır. Dudaklarından âdeti üzere “Sokaklarını süpürün, ihrâk olmasın” sözleri işitilir. Hasan Hulûs Efendi’nin âmâ olan pederi bu sözleri işitince,
· - “Kalıcı Delisi hayatta mıdır?”
der. Ahmed Çelebi de onun hayatta olduğunu söyleyince, ağzından şaşkınlıkla şu sözler dökülür,
· - “Allah, Allah! Biz yetmiş beşer yaşına girdik, bilir misin ki pederlerimiz doksan beşer yaşında vefat ettiler; derler ki, bizler Kalıcı Delisini kara sakallı bilmeziz.”
Oldukça usta bir kalemtıraşçı olan Kalıcı Seyyid Mehmed Efendi, bir vakit Saray-ı Hümâyûndaki Enderûn kalemtıraşlarından sorumlu kalemtıraşçıbaşı olarak görev yapmıştır. Ancak yaşlılığından ötürü artık kalemtıraş yapmasa da gittiği her yerde “çıkarın kalemtıraşlarınızı” der ve kalemtıraşları biler.
Yine Hasan Hulus Efendi, Arif Efendiden ders alırken bir gün Kalıcı Delisi’nin çıkageldiğini aktarır. Arif Efendi onu görünce ayağa kalkar. Kalıcı Delisi ondan kalemtıraşını ister. Kalemtıraşı biledikten sonra adeti üzere bir miktar para
Mahalle Tulumbacıları, İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_000468
alır ve oradan ayrılır. Arif Efendi onbeş-onaltı yaşlarındayken, akrabalarından Galatalı Hattat Mahmud Efendiden hat meşk ettiğini, Kalıcı Delisinin o vakit de Mahmud Efendiye uğrayıp aynı şekilde bir miktar para aldığını söyler. Mahmud Efendi de Kalıcı Delisinin kırk yıldır gelip kalemtıraşlarını bilediğini ve onu hep aksakallı bildiğini söyler. Babası, Arif Efendi ye sıklıkla şu tavsiyede bulunmuştur,
· - “Oğlum, bir pîr-i meczûbdur, dua-yı hayrını al; zira biz anı böyle pir biliriz, kara sakallı bilmeziz.”
Kalıcı Seyyid Mehmed Efendi, Ağustos 1712de vefat etmiştir. Onunla alakalı beyanlara bakıldığında, normal bir kişiden çok daha uzun yaşadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
KÂDÎ SÜLEYMAN EFENDİ EL-MEZCÛB
Süleyman Efendi, 1689 yılında derin bir cezbeye gark olur.
Öyle ki, 'yalnızca kazayı değil kaderi de terk etmiş' bir halde bazen sırtına bir aba ya da elbise giyer, bazen üryan gezer.
Aslen Bolulu olan Kadı Süleyman Efendi, Sultan Mehmed Medreselerinde eğitim görür. Yaptığı görevlerin ardından terfi alır ve 1670 ya da 1671’de İlmini Sinanzâde Şeyh Hasan Efendiye intisab eder. Sarf ettiği bazı sözlerden, intisabının izleri aşikârdır. 112 Süleyman Efendi, 1689 yılında derin bir cezbeye gark olur. Öyle ki, “yalnızca kazayı değil kaderi de terk etmiş” bir halde bazen sırtına bir aba ya da elbise giyer, bazen üryan gezer. Hatta bazen sırtına bir kapama alıp beline bir ip bağlar, başına da sarıksız bir ulemâ kavuğunu giyer ve sarık kısmını bir iple büzer. Bazen otuz kırk kuruşluk bir elbiseyi zeytinyağına batırdıktan sonra sırtına giyer. Bir bakarsınız bir samur kürkün yarısını kesip tersine çevirip kolları ve yakasını ayaklarına geçirir ve ayakkabısız dolaşır, bir başka gün ise kürkün diğer yarısını çamura bulayıp bir iple arkasına geçirir. Bazen koynunda pastırma, zeytin ve Çorlu peyniri bazen de başında bir kalpak ya da Arnavut berâtesi, sırtında ise pahalı bir şal ve belinde pahalı bir kemer; onun üzerine biraz önce yüzülmüş bir koyun derisi ile yelesi kesilmiş bir beygirin sırtına ters binmiş halde elinde bir çomakla dolaşırken
· - “Savulun bre kafirler!”
diye haykırır. Bazen yalnızca avret mahalli örtülü bir halde elinde bir tütün çubuğuyla, bazen de sırtında 300 400 kuruşluk temiz bir elbiseyle gelir. Elbiseyi durduğu yerde çıkarıp birine hediye eder ve kendisi elbisesiz kalır. Bu haller, Kâdı Süleyman Efendi’nin olağan tavırlarının yalnızca bir kaç örneğidir. Gideceği kişi ister padişah olsun idlerse de halktan biri, o hep aynı tavırdadır. Gönlü değil üstü kirli bu zâtın kaldığı yer Kadırga Limanı’nda yer alsa da Mustafa Efendi Konağı’nda ona mahsus bir oda vardır. Süleyman Efendi’nin odasına ondan başkası giremez. Oda ağzına kadar şal, câr, kaftanlık kumaşla doludur. Bu da yetmiyormuş gibi şalların arasında köfter sucuğu, et sucuğu, sade yağ, Girit zeytini, pastırma, üzüm, lor ve kaşkaval peyniri bulunmaktadır. Zira, halkın meczûbîne hürmeti vardır ve istedikleri her şey onlara verilir. Bunda meczûbları kırmaktan ötürü başlarına musibet geleceği korkusu etkilidir.
Hasan Hulûs Efendi, Enderûn-ı Hümâyûnda bulunduğu dönemde, Kâdı Süleyman Efendiyle her sabah görüştüğünü, yarım saat halvetin ardından akıllıca sohbet ettiklerini aktarır. Kâdı Süleyman Efendi ona şöyle der:
- “Oğul Hasan! Hakk Teâla bana kalplerde gizli olan her şeyi açmıştır ve cümle ehlullâhı kalplerde gizli olanın örtülmesiyle memur etmiştir. Kalplerde hayır ya da şer gizli olanı açmada izinli ve zorunluyum. Ancak bu konuda beni serbest bırakmıştır. Dilersem açarım, dilersem açmam.”
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_002196
Ardından Hasan Hulûs Efendiye,
· - “Benim hakkımda sakın senin gönlün mütelevvin (kararsız) olmasın, gerek huzurumda, gerek gaybetimde.” 113
der. Yine Hasan Hulûs Efendi’den rivayet edildiğine göre bir gün Enderun’da iken Şeyhi Nasuhi Efendiden bir pusula ulaştırılır. Şeyh Nasuhi Efendi, pusulayla birlikte iki Ağrıboz köfter sucuğu göndermiştir. Pusulada şöyle yazılıdır;
“Bu sucuğu Süleyman gelince ona yedirip söylediği şeyleri yazın.”
Söz konusu pusula, ikindiden sonra gelmiştir. Hasan Hulûs Efendi, Neyzen Mustafa adlı bir de arkadaşıyla birlikte mûsikî meşk etmektedirler. O gece de meşk ettikten sonra uyurlar. Ancak Neyzen Mustafa gece vakti acıkır ve yiyecek bir şeyler ararken köfter sucuklarından birini bulup afiyetle yer. Sabah namazı vakti ansızın büyük bir gürültü kopar. Gürültünün sebebi Süleyman Efendidir. Elinde bir odunla çıkagelmiştir,
· - “Bre hain! Bana emanet edilen sucuğu sen Neyzen Mustafa gibi haine yedirdin!”
diye ünlemektedir. Hasan Hulûs Efendi haberi olmadığını anlatmaya çalışsa da nafile. Süleyman Efendi ona sucuğun birini Neyzen Mustafa’nın yediğini, kalan sucuğu kendisine getirmesini söyler. Nasuhi Efendiden bir sucuk daha göndermesini ve sonra söyleyeceği sözleri Hasan Hulûs Efendi’nin yazmasını ister. Daha sonra istenen sucuk gelir. Süleyman Efendi gelen sucuğu da yer. Hasan Hulûs Efendi, Şeyhine ne yazması gerektiğini sorunca, Kadı Süleyman Efendi biraz da muammalı olan şu sözleri sarf eder:
· - “Şeyhin iki âdemisi var imiş. Ömürleri âhir olmuş, lâkin şeyh onlara merhamet edip zımnına almış ve iki sucuk ile yüklerini bize yükletmek murâd etmiş; sucuğun birini Neyzen Mustafa yedi; bugün Cuma, Salı günü vefat eder, birini biz yüklendik ve defettik. Sonra gönderdiği bize ziyafettir. Bizden selam yaz, ellerini öperim ve’s-selam.” 114
Ertesi Pazar Neyzen Mustafa hastalanır ve Salı günü öğle ezanı okunurken vefat eder.
Dört mevsim üzerinde bir aba, başında keçe bir külah, ayaklan çıplak bir halde kaldığı tekkeden çıkar ve adeti olduğu üzere iskeleye iner.
Asıl adı Abdülcelil olan Balıkçı Baba, Bitlis vilayetinde dünyaya gelmiş olup daha sonra İstanbul'a göç etmiştir. Abdülcelil Efendi İstanbul’da Eyüb Sultan semtini mesken tutar.
Dört mevsim üzerinde bir aba, başında keçe bir külâh, ayakları çıplak bir halde kaldığı tekkeden çıkar ve adeti olduğu üzere iskeleye iner. İskelede bir tanıdığım görürse, onun kayığına biner ve denize açılır. Sadece bir balık tuttuktan sonra tekrar karaya çıkar. Abdülcelil Efendi’nin kayığına binmiş olduğu kişinin, oldukça bereketli bir gün geçirerek kayığını balıkla doldurduğu söylenir. Bu yüzden de ona “Balıkçı Baba” adı verilmiştir. Abdülcelil Efendi ya da nâm-ı diğer Balıkçı Baba, 1748’de vefat etmiş ve Eyüp’te bulunan Hâtûniye Dergâhı haziresinde sırlanmıştır. 115
Eyüp İskelesi; LOC, 2001696014
“HÜNKÂR DELİSİ” AHMED EFENDİ
Meşâyıhtan Ahmed Efendiye bu vazifesi esnasında bir cezbe hâli isabet eder.
Kimi yollar için cezbe hâli, sülûkün vazgeçilmez bir safhasıdır. Lâkin bu safhasının aşılıp aşılamayacağı onların iradesi ile kayıtlı değildir. Bazılarında bu hâl ömür boyu sürmüş ve bulundukları âlemden bu âleme geçişleri mümkün olmamıştır. İki âlem arasındaki farklılıklar da onların hâl ve tavırlarına yansımıştır.
Meşâyıhtan Ahmed Efendiye bu vazifesi esnasında bir cezbe hâli isabet eder. 116 Bir müddet böyle devam ettikten sonra Süleymaniye tımarhanesine yerleştirilir.
1744 yılında vefat eden Ahmed Efendi, Molla Gürânî’de medfundur.
Hücre
LALELİ BABA
'Bu işte bir keramet var. Ben üç camii yaptırdım. Birisini elimden bir 'deli', İkincisini bir 'veli', üçüncüsünü de ‘su aldı'
Laleli Camii, Library of Congress, LC-USZ62-82372
Laleli Camii Şerîfi’nin niçin bu adı aldığıyla alakalı çeşitli rivayetler bulunmaktadır. 11' Sultan III. Mustafa (1757-1773) bir camii yaptırmak işemektedir. Bunun için de Laleli Baba isimli bir zâtın evinin istimlak edilmesi gerekmektedir. Kimilerine göre saçlarının örgüsü nedeniyle Laleli Baba olarak anılan bu zât, evinden taşınmak istemez. Bir gece Sultan acayip bir rüya görür. Ancak maiyetindekilerden hiçbiri rüyayı tabir edemez. Sultan da rüyasını tabir için Laleli Babayı saraya davet eder. Laleli Baba, Sultandan yaptıracağı camiye kendi adının verilmesi şartıyla rüyasını tabir edeceğini söyler. Aldığı bu cevaba öfkelenen Sultan, Laleli Babayı saraydan gönderir. Bu duruma içerleyen Laleli Baba, gece saraya gelir ve sessizce Sultanın odasına girer. Sultanın üzerindeki yorganı Sultanla birlikte yatağa diker. Sabah olunca Sultan bu tuhaf olay nedeniyle küplere biner. Bu durumun müsebbibi araştırılsa da bulunamaz. Sultan III. Mustafa tekrar Laleli Babayı saraya çağırmaları için elçilerini gönderir. Laleli Baba onlara evine kadar gelmelerine lüzum olmadığını zira Sultanın halihazırda serbest kaldığını söyler. Sultan yataktan kurtulur kurtulmaz yine Laleli Babayı incitecek bazı sözler sarf eder. Bu defa Laleli Baba Sultanı boğazına kadar yatağa bağlar. Sabah olunca yine Laleli Babaya elçiler gönderilir. Laleli Baba saraya gelir ve artık camiye kendi adı verilmezse Sultanı serbest bırakmayacağını söyler. Nihayet sultan III. Mustafa Laleli Baha’nın teklifini kabul eder ve böylece caminin adı Laleli Camii olur. Sultanın, “Bu işte bir keramet var. Ben üç camii yaptırdım. Birisini elimden bir ‘deli’, İkincisini bir ‘veli’, üçüncüsünü de ‘su’ aldı” dediği rivayet edilir. 118
Diğer bir rivayete göre, Sultan III. Mustafa muhitin ileri gelenlerinden Laleli Babayla alakalı anlatılan kerâmetleri işitince onu saraya çağırıp hayır dualarını almak ister. Laleli Baba saraya geldiğinde, Sultan ondan dua etmesini talep eder. Laleli Baba da “Ye, iç, yellen” der. Sultan, duayı pek andırmayan bu cevaptan hoşnut olmaz ve Laleli Baba’nın sarayı terk etmesini ister. Laleli Baba huzurdan ayrılırken “O zaman ye, iç, ama yellenme” der. Sultanın huzursuzluğu gittikçe artmaktadır, zira gittikçe artan bir şişkinlik hâsıl olmuştur. Saray hekimleri bu durum karşısında çaresiz kalınca. Laleli Babaya müracaat ederler. Laleli Baba da yaptırılacak camiye kendi adının verilmesi şartıyla Sultanın eski sıhhatine kavuşturacağını ifade eder. Bu isteği kabul edilir ve camiye Laleli Camii adı verilir.
Laleli Baba, Şehzadebaşı’nda Kemalpaşa Camii haziresinde sırlıdır. 119
BAYRAKDAR MEHMED DEDE EL-MECZÛB 120
Çok geçmeden Bayrakdar Mehmed Dede’nin niyaz sebebi de anlaşılır. İstanbul genelinde öyle bir tufan kopar ki yıldırımlar minareleri yakar, dört bir yan küle döner.
İstanbul surlarının Mevlanakapısı dahilinde, Karaağaç olarak bilinen bir mahallede yaşayan yaşlı bir kişi, evinin bir odasını boşaltır ve ortaya bir mangal, bir şamdanın üzerine de mum koyduktan sonra bu odadan ayrılarak ailesinin yanına döner. Geceye doğru Bayrakdar Mehmed Dede’nin yanı sıra Ya İmam ve İlham Dedeler, ayrıca meczûbînden olmayan dostları birer birer o mekana gelip cem olurlar. Sabah ezanına kadar sır içre sohbetlere dalarlar. Sabah namazı vakti girdiğinde, geldikleri gibi dağılıp her biri kendi yoluna gider. Bayrakdâr Mehmed Dede gündüzleri Yenikapı civarında ya da dışında geçirse de akşamdan sonra bu meclisler devam eder. 121
Mevtana Kapat
Yenikapı Eski Evler, Enc 1264
Günlerden bir gün, ikindi namazından sonra Bayrakdar Mehmed Dede Yenikapı dışında bir hendeğin dibinde kıbleye yönelerek Allah’a yakarmaktadır. Ya İmam ve İlham Dedeler ise mezarlığın başındaki bir sofada oturmaktadırlar. Bayrakdar Mehmed Dede bir ara kalkıp onlara doğru yürür. Ya İmam ve İlham Dedeler,
- “Ne yaptın?”
diye sorunca, o da
- “Söz geçiremedim,”
cevabını verir. Bunu üzerine Bayrakdar Dedeye gidip bir miktar daha niyazda bulunmasını rica ederler. Bayrakdar Mehmed Dede az önce ellerini semâya kaldırıp münâcâtta bulunduğu yere döner ve duaya devam eder,
· - “Ya Rabbi! Kerem eyle, ihsan eyle, gayrı mahalle irsâl (eyle). Bu İstanbul tahammül etmez.”
Bayrakdar Mehmed Dede dua ederken, Topkapı’da kafaları çeken üç serkeş de oradan geçmektedir. Sarhoşlardan biri Dede’nin yanına gelip külahını, eteğini çekiştirmeye başlar. Dede onu defetmeye çalıştıysa da nafile, söz geçiremez. Hiddetlenerek,
· - “Allah cezanızı versin,”
der. Dedeye ilişen sarhoş, soluğu arkadaşlarının yanında alır. Arkadaşları, bir meczûbla uğraşması sebebiyle onu payladıktan sonra yollarına devam ederler. Kale kapısından geçerlerken iç kapı üzerinden büyükçe bir taş az önce Bayrakdar Dede ye eziyet eden sarhoşun başına düşer ve oracıkta can verir.
Çok geçmeden Bayrakdar Mehmed Dede’nin niyaz sebebi de anlaşılır. İstanbul genelinde öyle bir tufan kopar ki yıldırımlar minareleri yakar, dört bir yan küle döner. Bayrakdar Dedeyle alakalı buna benzer birçok keramet nakledilir. Dede, 1721 yılında vefat etmiş ve Yenikapı bitişiğindeki kale dibine sırlanmıştır. Ali Mehmed Ağa daha sonra burada bir türbe inşa ettirir. Bu türbe, Alemdar Zaviyesinde yer almaktadır.
YA İMAM HÁFIZ AHMED EFENDİ 122
Veliler, sırların faş olmasından kaçındıkları için Yâ imam Efendi, hizmetkarın bu mahrem hâle şahit oluşundan üzüntü duyar
Yenikapı meczûbîninden Bayrakdar Mehmed De-de’nin yoldaşlarından olan Hafız Ahmed Efendi, ‘Ya İmam’ olarak da bilinir. Bazen Bayrakdar Mehmed Dede ile sabah ezanına kadar sohbet ederler; bazen de Sütlüce’de ünlü İbrahim Hanzadelerden bir Beyefendinin yalısında ona ayrılan bir odada kalır. Ya imam Hâfız Ahmed Efendi, Sütlücedeki bu eve gider gitmez, mangalına kömür, şamdanına da mum koyarlar. Bu evde ayrıcalıklı bir konuma sahip olan Ya İmam Dede, dilediğince gelir, dilediğince buradan ayrılır. Bir gün yalının sahibi Beyefendi rahatsızlanır. Ayağından dizine kadar olan kısım şişer ve büyük bir ıztıraba neden olur. Onca cerrah ne kadar çabalasalar da bir ilaç hazırlayıp onu bu halinden kurtarmaya muvaffak olamazlar. Haftalığı o denli ilerlemiştir ki artık aile fertleri ölümünü beklemektedirler. Mutat olduğu üzere yalıya gelen Ya İmam Efendi, Beyefendiyi göremeyince nerede olduğunu sorar. Evin çalışanları olan biteni anlattıktan sonra Beyefendi’nin ölüm döşeğinde olduğunu söylerler. Ya İmam, derhal yalıda kendisine mahsus odaya girer ve kapısını kapatır. Ev halkı üzüntüden olsa gerek, Ya İmam Efendiyi unuturlar. Gece yarısı hizmetkarlardan biri Ya İmam Efendi’nin nerede olduğunu merak eder. Bahçede havuzun bulunduğu kısımdan bir inilti gelmektedir. Ya İmam Efendi,
- “Ya Rabbi! Bu Beyefendi kulunun nân u nimetini yedik, izzet ü ikramını gördük. Kerem eyle, ihsan eyle, sıhhat ü afiyet ve şifâ-yı ita ve ihsan eyle. Eğer ömrü tamam olduysa, benim ömrümü ona ver. Bu anda onu şifâ-yâb eyle.” 123
diyerek niyazda bulunmaktadır. Hizmetkar her ne kadar sessizce yaklaşmaya özen gösterse de ayak sesleri Ya İmam Efendi’nin kulağına çalınmıştır. Velîler, sırların fâş olmasından kaçındıkları için Yâ İmam Efendi, hizmetkarın bu mahrem hâle şahit oluşundan üzüntü duyar; ancak yapılacak bir şey kalmamıştır. Yâ İmam Efendi ona Beyefendi’nin muhtemelen iyileşeceğini ve kendisinin de o gece vefat edeceğini söyler. Yarın cenaze gereklerini yerine getirip cenazesini Merkez Efendi civarına defnetmelerini vasiyet eder.
Hizmetkar eve girince, Beyefendi’nin sanki hiç hastalanmamış gibi sıhhat bulduğunu görür. Ev halkı eski huzuruna kavuşmuştur. Ertesi sabah, Ya İmam Efendiyi odasında vefat etmiş halde bulurlar.
1730 yılında vefat eden Ya imam Hafız Ahmed Efendi, Merkez Efendi Tekkesi civarına defnedilir. Meczûbîn zümresinden yoldaşı İlham Dede de 1729’da vefat etmiş ve Ya imam Hâfız Ahmed Efendi’nin kabrinin bitişiğine defnedilmiştir.
Eyüp'ten Sütlüce - 1900’ler
BEŞİKTAŞ! MECZÛB SALİH
Bu soru üzerine Meczûb Salih, soru soran kişiye bakar ve 'Sen anın elemini çekme, anı bu gece içeri alırlar.'
Kâdı Delisi Mehmed Efendiyle aynı dönemde yaşamış olan Salih Çelebi, Beşiktaş civarında yaşar.
Bir kış günü ikindinden sonra Beşiktaşî Meczûb Salih’le karşılaşan bir dostu, ona şöyle sitem eder,
- “Salih Çelebi! Hele senin arkanda esvabın çok ve sıcak yatacak yerin de var, lâkin Kadı Delisi üryân, örteceği ve yeri yok. Havânın bu gece şiddet-i şitasında, âyâ anın hali nice olur.” 124
Bu soru üzerine Meczûb Salih, soru soran kişiye bakar ve “Sen anın elemini çekme, anı bu gece içeri alırlar.” 125
Cezbe ehlinin hiyerarşisi bilgimiz dışında olsa da bu kişilerin birbirlerinden haberdar olduğu konusunda çokça menkıbeye rastlanabilir. Beşiktaşî Meczûb Salih’in bu sözleri sarf ettiğinin ertesi sabahı, Kâdı Delisi vefat eder.
Cenazesinin teçhiz ve tekfini, tabutçubaşı Hacı İvazzade tarafından yapılmıştır.
Beşiktaş- Gulmez Fréres
ARPAEMİNİZADE MUSTAFA SAMİ EFENDİ
Oldukça velûd bir kişi olan Mustafa Sami Efendi hattatlık, katiplik, şairlik ve vakanûvislik yapar. Katiplik eğitiminden sonra o da arpaemini olur.
Arpaemini Mescidi
Kesin doğum tarihi bilinmemekle beraber, Baltacı Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadarete getirildiği dönemde kaleme almış olduğu bir kasideden, o yıllarda (1710-1711) Mustafa Sâmî Efendinin henüz bir delikanlı olduğu anlaşılmaktadır. Babası Osman Efendi sarayda Arpaemini olarak vazife yapmış olduğundan, Mustafa Sâmî Efendi de “Arpaeminizade” olarak anılır. Oldukça velûd bir kişi olan Mustafa Sâmî Efendi hattatlık, katiplik, şairlik ve vakanûvislik yapar. Katiplik eğitiminden sonra o da arpaemini olur. Özellikle ta’lik hatta mahirdir. Fırtınalı iş hayatı nedeniyle Şehremîni, cebeciler kâtibi gibi görevden sonra 17.30’da arpaemini olmuş, I. Mahmud döneminde de vak’anüvisliğe getirilmiştir. Şiirlerinde mûsikîyle alakalı tabirler kullanması, Mustafa Sâmî Efendi’nin mûsikîşinas olduğunu göstermektedir. Mustafa Sâmî Efendi’nin bir süre tımarhanede bulunduğu ve aklı başına geldiğinde,
Zencir-i cünûn oldı benüm tavkuma mu‘tâd
Mecnûn-i İlâhînün olur sübhası pûlâd
beyi tini okuduğu rivayet edilir. 126
Mustafa Sâmî Efendi, 1714 yılının Mart sonu ya da Nisan başında vefat etmiştir. Ali Paşa-i Cedîd Camii hazire-sinde medfundur.
DÂLKAVUK OSMAN EFENDİ ELMECZÛB’ 27
Dalkavuk Osman Efendi, vaktinin çoğunluğunu Tophane Camii'nin orta kapısının dışında geçirmiştir.
Aslen Karadeniz sahilinden olan Dâlkavuk Osman Efendi, gemilerde yelkencilik yaptığı sırada cezbeye gark olup meczûbîn zümresine dahil olur.
Dâlkavuk Osman Efendi, vaktinin çoğunluğunu Tophane Camii’nin orta kapısının dışında geçirmiştir. Tophane Camii müezzinlerinden Çakal Müezzinin bir gece yarısı camiye geldiğinde, Dâlkavuk Osman Efendi’nin Ali Paşa Türbesi’nin kapısında niyaz ettiğini gördüğü rivayet edilir. Osman Efendi, şöyle demektedir,
· - “İlahi! Senin kazana ve belana Tophane halkı tahammül etmezler, onlar zaillerdir. Senin deryaların mütehammildir. Deryâlarına at kazaya ve belâya-nı...” 128
Tezkiretü’l-Müteahhirîn’de yer alan bir başka rivayette ise Derviş Hasan Hulûs, Hazinedar Mustafa Dede’nin bir gün Osman Efendiye rastgeldiğini aktarır. Osman Efendi ona,
· - “Önüme bitme,”
der. O da,
· - “Amin,”
diyerek karşılık verir. Osman Efendi,
· - “İki yakan bir yere getirme,”
deyince, yine
· - “Amin,” karşılığını verir.
Bu defa Osman Efendi,
· - “Yok ol,”
der. Mustafa Dede yine
Abdullah Frères, Tophane Cami, LOC bot 9541
Pera Mezarlığı - Eugène Flandin
· - “Amin,”
karşılığını verir. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra ikili yeniden karşılaşır. Dalkavuk Osman Efendi,
· - “Gelip emaneti almaz mısın? Vakit tamam oldu,”
der. Mustafa Efendi ondan kaçar. Birkaç defa daha rastlaşırlar. Osman Efendi yine aynı soruyu yöneltir. Daha sonra Mustafa Efendi mânâda Cihangir Tekkesi’ne çok sayıda kişinin geldiğini görür. Şeyh Cihangiri Fethi Efendiye Dalkavuk Osman Efendinin yakında terk-i diyar edeceğini söyler ve yerine kimin geleceği konusunda dua buyurur; ancak yerini alacak kişinin kim olduğu anlaşılmaz ve Mustafa Efendi uyanır. Ertesi gün sabah usûlüne iştirak için Tekke’ye gider. Namazdan sonra Tophane Camii’ne gitmeye karar verir. Camiye ulaşınca, Osman Efendi’nin mu‘tâd olarak uzandığı yerin yakınına oturur. Osman Efendi uzanmış vaziyette iken cemaat de camide Yâsîn-i Şerif okumaktadır. Mustafa Efendi Sûre-i Yâsîn’in ortalarına geldiğinde, kalbine Osman Efendinin göçtüğü ve kalkması gerektiği ilhâm olunur. O da kalkıp zaten yakınında bulunan Osman Efendi’nin yanına gelir. Osman Efendi ruhunu teslim etmiştir. 129
Dâlkavuk Osman Efendi, Beyoğlu Kabristanına defnolunur.
DERVİŞ OSMAN BABA
Kethudazâde
Mehmed Arif Efendi, kışın soğuk günlerinde Acemi Oğlanlar Hamamı külhanının Osman Babaya hamamdan zaman zaman ateş gönderdiğini aktarır.
Osman Babanın İstanbul’un orta yeri kabul edilen Şehzadebaşı’ndaki yeşil direğin karşısında yer alan bir ağaç kovuğunda yaşadığı rivayet edilir.
Kethudazâde Mehmed Arif Efendi, kışın soğuk günlerinde Acemi Oğlanlar Flamamı külhanının Osman Babaya hamamdan zaman zaman ateş gönderdiğini aktarır.
Hamamcı bir süre ateş göndermez olur. Bunun üzerine Osman Babaya üşüyüp üşümediği sorulur. O da
- “Soğuğu hamamcıya gönderdik,”
der. İşin ilginç yanı, hamam müşterileri bu olaydan sonra üşümeye başlarlar. Hamamcı onları ısıtmak için mangal koysa da durum değişmez.
Derviş Osman Baha’nın kabri, bir zamanlar Şehzadebaşı’nda Damad İbrahim Paşa Camii yakınında yol ortasında durmaktadır. 1910’lu yıllarda türbenin bulunduğu yerden tramvay geçeceği için türbenin nakli gerekir. Bir süre halkın tepkisinden çekinilse de kabrin buradan taşınması icap eder. Böylece Şehzade Camii haziresine nakledilir. 130
Acemi Oğlanlar Hamamı, Enc. 4233-25.3.1941
Hüve’l-Hallâku’l-Bâki
Meczûb-u İlahî
Merhûm ve mağfurun leh
Derviş Hâfız
Osman-ı Veli
Ruhu içün el-Fatiha
Sene 1197
1800’ler
Galibi divâneyim ferhâd u mecnûna sala
Yüz çevirmem dünya bir yana ben bir yana
Şem’i pervaneyim perva ne lazımdır bana
Anlasın bigâne bilsin âşinâ sevdim seni
Şeyh Galib
“KUŞBAZ” MAHMÛD AĞA ELMEVLEVÎ
Her daim Onu ananlardan olan 'Kuşbaz' Mahmud Ağa. Avratpazarı'ında meskun olup Mevleviyye muhibbânındandır.
Nice mânâ erleri halk arasında olağan işlerle meşgul olup hâllerinden bahsetmez, hatta hâlleri bilinsin ilemez. Onlar için bulunulan mekânın çok ehemmiyeti yoktur. Rablerini her hâl ve kârda anmayla meşgul olduklarından, her zemini Onu anış için değerlendirmede de oldukça mahirdirler.
Her daim O’nu ananlardan olan “Kuşbaz” Mahmud Ağa, Avratpazarı’ında meskun olup Mevleviyye muhibbânındandır. Bâyezid civarındaki dükkanında güvercin satar. Meczûbâne bir tavra sahip olan Kuşbaz Mahmud Ağa, daim zikrullahla meşgul olmuştur.
Kuşbaz Mahmud Ağa 1223/1808’de vefat eder. 131
Bâyezid Camii Chart, Library of Congress, LC-USZ62-80983
AHMED AĞA
Sultan Selim Hanin şehzâdeliği sırasında onun berberbaşılığını yapan Ahmed Ağa, ansızın cezbe-i ilahiye kapılır.
İlahî cezbenin ne zaman ve nerede geleceği, kulun iradesi dahilinde değildir. Zira cezbe ile irade aynı mahalde barınamaz. Ayrıca cezbenin kime ne nispetle uğrayacağı da belli değildir. Ne dünyevî bir rütbe tanır ne de insanın kendince belirlediği öncelikleri gözetir.
Enderun’daki Kara Ağalardan Ahmed Ağa da benzeri bir hâle dûçar olmuştur. Sultan Selim Han’ın şehzâdede-liği sırasında onun berberbaşılığını yapan Ahmed Ağa, ansızın cezbe-i İlahîye kapılır.
Gündüzleri taşrada, gece olduğunda ise Tophane’deki bir şahsın evinde ikamet eder. 1234/1819’de vefat eden Mehmed Ağa, Sultanın teveccühüyle Sultan Abdülhamid Han’ın türbesi yanındaki mezarlığa defnolunur. 132
Tophane
ÇÖP ATLAMAZ BABA 1’ 3
Meczûbînden Çöp Atlamaz Baba adıyla meşhur bu zât, kayığın baş tarafına ayağını basarak üç defa, 'Halimi sana verdim!" der.
Rumelihisarı’nda yer alan Karabaş Tekkesi postnişinlerinden Şeyh Mehmed Atıf Efendi”'’ (Ö.1835) de “çöp atlamaz” lakabıyla tanınır. Kendisine bu adın verilişinin altında hayli ilgi çekici bir hadise yatmaktadır.
Bir gün Şeyh Atıf Efendi Eyüp’ten Karagümrük’e gitmek ister. Bu niyete iskeleye varıp kayığa binmek üzereyken karşısında etraftaki çöpleri toplamasıyla meşhur Çöp Atlamaz Baha’yı görür. Meczûbînden Çöp Atlamaz Baba adıyla meşhur bu zât, kayığın baş tarafına ayağını basarak üç defa, “Halimi sana verdim!” der. Daha sonra Atıf Efendiyi taşıyan kayık denize açılır.
Atıf Efendi Balat’a ulaşıp adımını karaya baktığında, ansızın etraftaki çöpleri toplamaya koyulur. Anlaşılan o ki Çöp Adamaz Baba, hâlini Atıf Efendiye giydirmiştir.
Balat-Fener
SAID BABA
Rivayete göre Sultan ve maiyetindekiler bir gün namazın akabinde Malta Kapısı'ndan çıkarlarken, Said Baba da elinde bir çalı süpürgesiyle tozu dumana katarak yerleri süpürmektedir.
Sultan II. Mahmud döneminde yaşamış olan Said Baba, İstanbulluların saygıyla karışık bir korku taşıyarak yaklaştıkları bir meczûbdur. Mu‘tâd şekilde sabahları Cerrahî Asi-tanesi’ne uğrar. Diğer vakitlerde Fatih Camii civarında bulunur.
Sultan II. Mahmud, sıkça Fatih Camiine namaza gelmektedir. Rivayete göre Sultan ve maiyetindekiler bir gün namazın akabinde Malta Kapısı’ndan çıkarlarken, Said Baba da elinde bir çalı süpürgesiyle tozu dumana katarak yerleri süpürmektedir. Said Babayı bildiklerinden, ona ilişmek istemezler. Sultan II. Mahmud da padişahlığın verdiği bir vakarla,
· - “Müsaade et de geçelim Said Baba!”
der. Said Baba doğrulur. Padişaha yönelerek,
· - “N’apahm padişahım, görüyorsun işte, senin pisliklerini temizliyoruz,”
dedikten sonra devam eder süpürmeye. Bir yandan da
· - “Teyzeye gidiyorsun değil mi? Ben de oraya gideceğim inşallah lakırdıya orada devam ederiz. Haydi selametle,”
der. Said Babanın “teyze” dediği kişi, Cerrahî Asitânesi şeyhi Abdülaziz Efendi’dir. Sultan ve maiyetindekiler atlarına binerek Asitane’ye doğru yola koyulurlar. Asitane’ye ulaştıklarında onlara kapıyı açan kişi Said Baha'dır. 135
Fatih Camii, Library of Congress, LC-USZ62-82395
NİŞAN DERVİŞ MEHMED
Derviş Mehmed, sâlik-i Şâh-ı meczûban olarak anılır.
James Robertson, Türk Dervişler
İhtida hikâyeleri, daima ilgi odağı olmuş ve mühtediler baş ünlünde tutulmuştur. Zira onların çabaları, binlerce engel ya da perdenin kalkıp hakikat nûrunun billurlaşmasıdır. Mühtediler, âdeta yitik bir şeyin yeniden bulunuşu sonucunda tarifsiz sevince gark olmuş gibidirler. Dolayısıyla da o deryadan hiç çıkmama arzusundadırlar.
“Hâfız Baba” olarak bilinen Derviş Mehmed de bir mühtedidir. 28 yılını Zâl Paşa Camii’ndeki hücresinde devamlı zikirle geçirmiştir. Derviş Mehmed, sâlik-i Şâh-ı meczûban olarak anılır.
1238/1824de vefat eden Derviş Mehmed, Ferhad Paşa Türbesi’nin sol tarafındaki mezarlığa sırlanır. Kapının hemen sağındaki mezar kitabesinde;
Merhum ve mağrur Mecâzib-i İlahiye’den Nişan Derviş Mehmed Ruhuna el-Fatiha Sene 1239 yazılıdır. 136
ÂRİFAĞA
Serarabaciyân-ı hassa iken Ekim-Kasım 1825’de vefat etmiş olan Hacı Ahmed Ağanın oğludur Arif Ağa. Sulta-nahmed Cami civarını mesken tutar. Turûk-ı aliyyeye sülûkla şöhret bulan Arif Ağaya, aralarında Düğümlü Baha’nın da bulunduğu birçok meczûb intisab etmiştir. Bu yüzden de ikamet ettiği zamanla yer bir tekkeye dönüşmüştür. 137
Mazanne’den sayılan Arif Ağa, 1259/1843’de vefat eder. Oğullarından Muhyiddin Efendi 1870’de vefat etmiştir; Rifaiyye’ye mensup Hacı Mehmed Ragıp Efendi ise tekkesini uyandırmış ve 1876’da vefat etmiştir.
Arif Ağa ve oğulları, Karacaahmed’de medfundur.
Turûk-ı aliyyeye sülûkla şöhret bulan Ârif Ağa’ya, aralarında Düğümlü Babanın da bulunduğu birçok meczüb intisab etmiştir.
Sultanahmet, Enc. 410
DELİ SALİH
Divanelerden bir grup, umumun dile getirmekte tereddüt ettiği alışılmadık lafızlarıyla diğerlerinden ayrılırlar.
Kimi divâneler toplum içinde elbiseleriyle kendilerini belli ederken, kimileri suskunluklarıyla öne çıkarlar. Divanelerden bir grup, umumun dile getirmekte tereddüt ettiği alışılmadık lafızlarıyla diğerlerinden ayrılırlar. Deli Salih ise bu son gruba dâhildir.
1850’lerde yaşamış olan “Deli Salih,” devrin meşhur divânelerindendir. Sivri bir külah ve yüksek nalınlar giyer. Elinde sürekli taşıdığı fenerle sürekli bir şeye sövüp sokak be sokak dolanır. Bu ağır sözlerine karşın halk onu mazur görür. Öyle ki rivayete göre sokakta ona rastlayıp sözlerini işiten bazı sâf hanımlar, derhal evlerine dönüp onun namına afv ü mağfiret dilerler. 138
İstanbul'dan Bir Sokak Manzarası, Library of Congress, LC-DIG-ppmsca-03851
MECZÛB MEMİŞ
Antoin Sevruguin, Derviş
Yaşadığı devirde çarşı pazarın oldukça aşina olduğu bir sima olan Meczûb Memiş'in başında uzunca bir armudi fes bulunur.
· 19. yüzyıl meczûbîninden Meczûb Memiş, “Memiş Paşa” olarak da anılır. Yaşadığı devirde çarşı pazarın oldukça aşina olduğu bir sîmâ olan Meczûb Memiş’in başında uzunca bir armudî fes bulunur. Giydiği setresinin ön kısmında bulunan tenekeden yapılma nişanlardan naşi Meczûb Paşa denmiştir.
Belinden kılıcı asla eksik olmaz. Rivayete göre, “Paşa bu kılıcı sana kim verdi?” dendiğinde,
· - “Moskof kralı verdi.”
der. Ardından “Hele vermeyeydi” karşılığını verir. Etraftakiler,
· - “Vermeyeydi ne olurdu,” dediklerinde ise
· - “Tacını tahtına başına geçirirdim,”
diye nida eder. Onu tanıyan muzipler
— “Sallan Paşa,”
der demez gerdanını dışarı çıkarıp kollarını iki yana açar. Öne arkaya sallanmaya başlayınca tenekeden nişanları da şıngırdatır. 139
SAKA AZİZ BABAYirmi beş yaşlarındayken (1877) elim bir aşkla cünûna gark olup tımarhaneye konur. Bir süre burada tedavi gördükten sonra şifa bulduğuna kanaat getirilerek taburcu edilir.
Saba Aziz Baba, İ/ûstrasyon, R. E. Kofu, İA.
Bir mühtedi olup tersanede vazifeye başlayan ve emekliliğinin ardından Kasımpaşa İskelesinde kayıkçılar kah-yâsı olan Köle Yusuf Ağanın oğludur Aziz Baba. Henüz sıb-yan mektebindeyken babası vefat eder ve genç Aziz de kahvecilik, berberlik vb. birçok mesleği öğrenir. Baba dostlarının delâletiyle tersaneye alınır ve Mahmudiye gemisinde vazife alır. Yirmi beş yaşlarındayken (1877) elim bir aşkla cünûna gark olup tımarhaneye konur. Bir süre burada tedavi gördükten sonra şifa bulduğuna kanaat getirilerek taburcu edilir. Artık kalenderhâne bir hayat tarzını benimsemiştir. Saçı sakalı uzun, ayakları yalın, sinesi üryan bir Özbek derviş görünümünde olup omuzunda kırba, elinde bakır taslar “Aşk ateşi söndürür” diyerek fisebilillah su dağıtmaya başlar. 140 Ne var ki ne aşk ne de ondan naşi cünûnu peşini bırakmamıştır. Nefsi müdafaa için Lâz Dimitri’yi öldürüp Sinop cezaevine gönderilir. Buradan İstanbul’a nakledilirken gemide ölmüş ve cesedi suya atılmıştır. Hücredeyken terennüm ettiği semailer mevcuttur.
Konstantin Makovsky (1839-1915)
Büyükleri durumun farkında olsalar da çocuklar için divâneler yer yer bir eğlence mevzu olmuştur.
SULTANHAMAMLI MUHARREM 141
Dört bir köşesi, asırlarca nesilden nesle anlatılacak hatıralar barındırır İstanbul’un. Bu hatıralar öylesine mahirâne bir şekilde nakledilir ki, işitenlerin türlü dersler çıkarıp hayatlarına çeki düzen vermeleri bakımından birer ders kitabı hüviyetine bürünürler. Böylece tarih, sahifeler yanında dudaklardan dökülenlerle de gönlümüze nakşedilir.
Divânelerin sıkça zikredildiği hatıralarda, çocuklar başat bir vazife üstlenirler. Büyükleri durumun farkında olsalar da çocuklar için divâneler yer yer bir eğlence mevzu olmuştur. Bu divanelerden biri de Sultanhamamlı Muharremdir.
Sultanhamamlı Muharrem, Edirnekapı ile Eyüp arasında Mısırtarlası adı verilen mesire yerinde dolaşır durur. Başında mavi ve pembe renkli bir şemsiye taşır. Şemsiyenin her telinin ucunda bir ayakkabı eskisi ve bir baş sarımsak bulunur. 142 Başında püskülsüz bir fes taşıyan Muharrem, eşeğine ters binmiş olarak bu mesire yerine girdiğinde, yetişkin ya da çocuk herkes etrafını sarar büyük bir kalabalık oluştururlar.
ÂŞIK CEMÂL
Aşık Cemâlin Amasya Seyahatnamesi isimli kitabının kapağındaki fotoğrafı.
Aşık Cemâl, evkaf başmümeyyizi Kambur Mustafa Bey’in oğludur. Küçük yaşta hem yetim hem de öksüz kalıp üvey anne ve baba yanında hayatını sürdürür. Lâkin bu durum, herhangi bir eğitim almasına da mâni olmaktadır. Delikanlılık çağında Kocamustafapaşa’da bulunan Ramazan Efendi Dergâhı’na gidip gelmeye başlar. 1874 yılında babasının dostlarından Selanik Evkaf Muhasebecisi Ahmed Fahreddin Bey’in kızıyla evlenerek Selanik’e yerleşir. Kayınpederi Selanik’te eğitimine devam etmesini istediyse de Cemâl Efendi Selanik tekkelerinin müdavimi olur. Bir süre sonra ailesini terk ederek İstanbul’a döner. Bu dönemde hayatı gel-gitlerle doludur. Babadan kalan mal mülk de harcandıktan sonra bir tekkeye yerleşir.
Bir gün şeyhinin Silivri Kapısı civarındaki hanesinde otururlarken Mazhar Bey isminde bir zât ona beş telli bir saz hediye eder. Cemâl “Gönül bir, Dost bir, Allah bir.” deyip beş telden dördünü çıkarır ve tek telli sazıyla ölçüsüz ancak yer yer nükteler içeren deyişler söyleyerek İstanbul sokaklarında dolaşır. I. Dünya Savaşının başlarında Bandırma, Bursa ve Eskişehir üzerinden Amasya’ya geçmiş ve Amasya’da Mutasarrıfın huzurunda bir marşını çalıp söylemiştir. Daha sonra Amasya Seyahatnamesi isimli bir kitabı yayınlanmıştır. 143
ALİ DOSTÎ BABA
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_000219
Gerek manen gerekse de madden fakr hâlini bir tâc gibi kuşanan kişilerdendir Ali Dostî Baba.
1820’Ii yıllarda Beşiktaş civarında meskun olan Ali Dostî Baba, Tarîk-i Bektaşiyye’ye mensup âmâ bir meczûbdur. Gerek manen gerekse de madden fakr hâlini bir tâc gibi kuşanan kişilerdendir Ali Dostî Baba. Geleceğe dair olmadık hayallerle zikrinin engellenmesine izin vermez. Muhitteki varlıklı ailelerin verdiği sadakalarla geçinir.
Bir gün Ali Dostî Baba, Yahya Efendi Dergahı’ndan Ortaköy e kadar uzanan sahil şeridindeki yalıların önünde yürürken, Hünkâr İmamı yalısı önünde durur ve
· - “İmam evinden aş, ölü gözünden yaş!”
diye nidâ eder. O esnada evin penceresinden Ali Dostî Baba’nın nidâsını işiten ev sahibi derhal uşaklarını gönderir. Uşaklar da bu naif zâtın canını yakarlar. Dayağın ardından güç bela doğrulan Ali Dostî Baba, yalıya yönelip
· - “Ya Kahhar!..”
feryadıyla yeri göğü inletir. Bu olaydan bir gün sonra hünkâr imamı azledilir. 144
88
DÜĞÜMLÜ BABA 145
Asıl adı Şeyh Hâfız Mustafa Efendi (6.1866) olan Düğümlü Baba, Amasra’da dünyaya gelir. Medrese eğitimini ve ardından hıfzını tamamladıktan sonra İstanbul’da Vezir Laz Ahmed Paşa’nın imamı olur. Kimi kaynaklara göre Nakşiben-diye 146 kimilerine göreyse Rufâiyye’ye müntesip olan Mustafa Efendi, cezbe-i İlahiyye’ye kapıldıktan sonra eline geçen ip ya da bez şeritlere düğüm atıp bunları dostlarına, elbisesine ya da asasına iliştirir. Böylece “Düğümlü Baba” olarak anılmaya başlar. 147 Düğümlü Baba 1866’da vefat eder.
1868’de Vecîhipaşazâde İsmail Kemal Sadık Paşa, Düğümlü Babanın medfun olduğu Düğümlü Baba Tekkesini tamir ettirir ve şahsi kütüphanesini buraya bağışlar. Paşa, Kemâlnâme-i Düğümlü Baba adlı iki ciltlik bir menâkıbnâme kaleme alır.
Cumhuriyet Dönemi’nde tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra canlılığını yitiren tekke, 1964’de İbrahim Paşa Sarayı’ndaki tadilat bahanesiyle yıktırılır. Bu dönemde sıkça görüldüğü üzere, İstanbul halk kültüründe önemli bir yere sahip bu ve benzeri mekânların tamamen izleri silinmek istenmiştir. Buradaki kabirlerin Sultan I. Ahmed Türbesinin bahçesine nakledildiği rivayet edilmektedir.
Tekke’de Pazar günleri ayin icra edildiği ve zamanla İstanbul’daki meczûbların buluşma yeri haline geldiği rivayetler arasındadır.
Düğümlü Baha’nın Asası, yakın bir dönemde Pera Müzesinde gerçekleştirilen ‘İstanbul’un Tarih Sahnesi’ adlı bir sergide teşhir edilmiştir.
Mustafa Efendi, cezbe-i İlahiyye’ye kapıldıktan sonra eline geçen ip ya da bez şeritlere düğüm atıp bunları dostlarına, elbisesine ya da asasına iliştirir.
Düğümlü Baba Zaviyesi
9 Nisan 1964
Düğümlü Baba Zaviyesi
9 Nisan 1964
HASAN RIZA EFENDİ 148
Mehmed Akif Safahat'ta. Hasan Rıza Efendi (1810-1890)’den “Said Paşa İmamı” olarak bahseder. Manisa’da dünyaya gelen Hasan Rıza Efendi, aynı zamanda bir “Seyyid”dir. Medrese eğitimini Manisa’da alan Hasan Rıza Efendi, daha sonra müderrislik görevinde bulunur. Rufâiyye’nin Ma’rifi koluna intisab eder ve ardından hilafete memur edilir. Uzun yıllar Damad Mehmed Said Paşanın imamlığını yaptığı için ‘Said Paşa İmamı’ olarak anılmıştır.
Hasan Rıza Efendi’nin hattat. Hafız, imam, müderris, hanende ve mevlidhan oluşu, onun bir 'hezarfen' olduğuna işaret etmektedir.
Hasan Rıza Efendi’nin hattat, Hâfız, imam, müderris, hanende ve mevlidhan oluşu, onun bir “hezarfen” olduğuna işaret etmektedir. Ömrünün büyük bölümünü Üsküdar’da geçiren Hasan Rıza Efendi için “Mevlid’i Süleyman Çelebi yazdı. Said Paşa İmamı okudu” denecek kadar mahirâne bir üslûpla Mevlid okuduğu aktarılır. Sultan Abdülaziz’in hünkâr imamlığını yaptığı sırada, Dolmabahçe Camii’nde ilk Cuma selamlığında hutbe irad etmesi istenir. Hutbeden önce Padişah’ın maiyetindekiler ondan hutbeyi hicâz makamında okumasını isteyince, Hasan Rıza Efendi sinirlenir ve cübbesini çıkarır. Hutbenin irade ile değil zuhurâtla okunması gerektiğini söyleyerek mekânı terk eder. Orada bulunanlar Padişah’a Hasan Rıza Efendi’nin meczûb-i ilahi bir zât olduğunu söylerler ve Padişah da bu durumu mazur görür.
Seyyid Hasan Rıza Efendi’nin esrarengiz hallerinden biri de elinde örgü torbasıyla dolaşmasıdır. Bir yerde durmuşsa, örgü torbasını açıp takke, çorap gibi şeyler örer. Vaktini niçin örgüyle geçirdiğini soranlara, nazarını mâsivadan vikaye ettiğini (koruduğunu) söyler. Onunla alakalı olarak anlatılan menkıbelerden biri, Necmeddin Okyay Hocanın doğumuyla alakalıdır. Validesi Necmeddin Okyay’a hamileyken, bir sabah namazı vakti kapıları çalınır. Necmeddin Okyay’ın babası Abdünnebî Efendi kapıyı açınca, karşısında Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi’yi görür. Hasan Rıza Efendi ona,
· - “Efendi, bir oğlun olacak. Adını Necmeddin koy!” der ve oradan ayrılır.
Hasan Rıza Efendi Üsküdar’da, Sandıkçı Şeyh Ed-hem Efendi Rufâî Dergahı haziresinde sırlanır (1887).
Mezar taşında:
“Yâ Hû.
Hasan Rıza Efendinin Sandıkçı Şeyh Edhem Efendi Tekkesi hazinesindeki mezar taşı
Meczûb-ı İlâhî, Bende-i İmam Rufâî, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi Ruhuna el-Fâtiha, 9 Şevval sene 1307.” yazılıdır.
Aşağıdaki dizeler, Mehmed Akif’in Said Paşa İmamı adlı şiirinden alınmıştır:
Yatsı bir hayli geçer, çifte ezanlar verilir;
Yazma seccâdeler artık yere, boy boy, serilir.
Doğrulur Kıbleye herkes, kılınır şimdi namaz; Derken “âmin!” çekilip arz edilir Hakk a niyaz - Başlayın mevlide!
- Lâkin, hani Mevlidhan yok!
- Sordurun!
— Hiç de gören bir kişi, bir tek can yok!
- Üsküdar'dan gelecek sözde, olur şey mi ki bu Bari söz verme...
Adam sen de, bırak meczûbu!
· - Bence aynıyle kerâmet delinin gelmediği: Şu ilâhîcilerin hepsi okur ondan iyi.
· - Bilemem.
· - Dinlediniz şimdi...
· - Evet, çok yüksek...
Ama hazretle kıyâs etmeye gelmez.
· - Ne demek
· - O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar.
· - Pek uçurdun, a beyim!
· - Yok, ben uçurmam, o uçar:
Sâde bir gelse... Fakat gelmedi, bilmem ki neden - Beklemek nâfile, hâlâ ne gelen var, ne giden! - Harem ağasında haber...
· - Anlayabilsek ne diyor
- Okuyun, beklemeyin emrini tebliğ ediyor. Gâlibâ Vâlide Sultan gazab etmiş hocaya... - Gazab ettiyse, çanak tuttu herif, doğrusu ya. Bir saray halkını - sultanla berâber - hiçe say; Bunca davetliyi, davetsizi beklet bir alay; “Oyun ettim size; hey sersem adamlar!” diye, gül! Çekilir nağme değil... Neymiş, anaçmış bülbül! - Kim bilir, özrü mü var
- Dinleyemem varsa bile!
Dolmabahçe Camii
Hasan Rıza
Efendinin oğlu Takunyacı Kemâl de Üsküdar'ın tanınan meczûblarından olup hakkında anlatılanlar Hafızalarda canlılığını hâlâ korumaktadır.
TAKUNYACI KEMAL
Üsküdar, derûnunda barındırdığı muazzam talihiyle bir sırlar hazinesidir. Bu sırlar arasında, cezbeli kişiler büyük yer tutar. Ne var ki bu cezbeli kişiler, gündelik hayatın seyri içinde ayrıksı kişilikler olarak değil, bizzat hayat içre bir konuma sahiptirler. Hasan Rıza Efendi’nin oğlu Takunyacı Kemâl de Üsküdar’ın tanınan meczûblarından olup hakkında anlatılanlar Hafızalarda canlılığını hâlâ korumaktadır.
Niçin ‘Takunyacı’ adıyla anıldığı hususunda yeterli bilgi bulunmamaktadır. Fakat yanında daima iki-üç koyunla gezdiği rivayetler arasındadır. 149 Takunyacı Kemâl, babasından tevârüs eden güzel bir sese sahiptir. Sesinin güzelliği nedeniyle Üsküdar esnafı Takunyacı Kemâl’i dükkanlarına davet edip ona gazel okuturlar. 150
Ülküdür Çarşısı
MAHMUD BABA 151
Konuşmalarda adının sıkça geçtiğini işiten Sultan, avluya bakar ve bir delikanlının muhâfızlarla münakaşa ettiğini görür. Delikanlı, Sultana önemli bir malûmat aktaracağını söylemektedir.
Sultan Abdülmecid Han döneminde yaşamış olan Mahmud Baba, Kadıköy’de Osman Ağa Camii civarında eskicilik yaparak geçimini temin eden bir sufidir. Bir gün Sultan Abdülmecid Han ava çıkar. Avdan döndükten sonra rahatlamak için hamamını hazırlatır. Hamama girecekken, avludan saray görevlilerinin sesleri işitilir. Konuşmalarda adının sıkça geçtiğini işiten Sultan, avluya bakar ve bir delikanlının muhâfızlarla münakaşa ettiğini görür. Delikanlı, Sultana önemli bir malûmat aktaracağını söylemektedir. Sultan da delikanlının doğru söylediğini düşünerek huzura kabul eder. Delikanlının derdinin ne olduğunu sorar. Delikanlı da onu Kadıköy’deki Osman Ağa Camii'nde görevi olan Mahmud Babanın gönderdiğini, Sultanın o gün hamama girmemesini, çünkü hamamın kubbesinin çökeceğini haber vermek üzere gönderdiğini aktarır. Sultan, delikanlıyı dinledikten sonra Mahmud Babaya gidip Sultanın halihazırda hamamda yıkandığını söylemesini emreder. O sırada bir sarsıntı olur ve hamamın kubbesi çöker. Sultan Abdülmecid Han bu keşfi nedeniyle Mahmud Babayı saraya davet eder. Bir süre sonra Mahmud Baba kendisine olan teveccühten ötürü şükrânlarını belirtir ancak mahallesine dönmeyi arzuladığını bildirir. Sultan da onu kırmayarak kabul eder ve bir dileği olup olmadığını sorar. Mahmud Baba da Sultanın sıhhatte olmasını diledikten sonra küçük bir dergâh bina ettirmesini ister. Böylece Mahmud Baba bu dergahta ömrü vefa edene değin irşadına devam eder. 152
Tahminen 1850’de vefat eden Mahmud Babanın türbesindeki kitâbede şunlar yazılıdır:
Vasıl-ı sırrı menzil-i ilahi
Kadı Karyesi Osmanağa Camii Şerifi imamı es-Seyyid Mahmud Efendi Kuddise.
Mahmud Baha Türbesi
BEYLERBEYLİ ATÂ EFENDİ
Atâ Efendi, dört mevsim başında bir keçe külah, sırtında bir abayla dolaşır. Cezbenin hararetinden olsa gerek kışın dondurucu soğuğunda bile denize girer.
Derviş, İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_002200
Sultan II. Abdülhamid Han devrinde Beylerbeyinde yaşamış olan Atâ Efendi, heybetli yapısının yanı sıra yüzünü kaplayan sakalı ve alnına dökülen kakülleriyle harabati bir şahsiyettir. Atâ Efendi, dört mevsim başında bir keçe külah, sırtında bir abayla dolaşır. Cezbenin hararetinden olsa gerek kışın dondurucu soğuğunda bile denize girer.
İstavroz’da bir kulübede yaşayan Atâ Efendinin büyük kerâmet sahibi olduğuna inanılır.
Atâ Efendi’nin yakın dostlarından biri de ‘Acem’ la-kaplı bir kahvecidir. Kahvecinin asıl geçim kaynağının el altından sattığı tütünden ileri geldiği söylenir. İşlerin kesat gittiği bir gün Atâ Efendi dükkâna uğrar ve
· - “Bana para ver!”
der. Kahveci Acem ona parayla birlikte bir miktar tütün verir. Atâ Efendi dükkândan çıkar çıkmaz, müşterilerin sökün edip eldeki tüm malları tükettikleri söylenir. 153
Yine rivayete göre muhitte kaymakam rütbesinde bir askeri doktor vardır. Ancak bu zât bir türlü terfi edememektedir. Bir gün doktorun kapısı çalınır ve Atâ Efendinin havalandığı ve mümkünse acilen muayene etmesi rica edilir. Doktor giderken içinden,
· - “Mübarek adam, hastalanacak zamanı bulmuşsun ya!
diye düşünür. Doktor kulübeye vardığında Atâ Efendi doğrulur,
· - “Allah razı olsun... gelmişsin... bir de için temiz gelseydin paşa olurdun!”
der. Ertesi sabah doktor miralaylığa terfi eder.
Atâ Efendi, İstavroz Dergâhı Kabristânı’nda medfundur. 154
Bir Kahve - 1900"ler
EBU’LKİLÂB (KÖPEKLERİN BABASI) YA DA KÖPEKÇİ HASAN BABA
Kelbî Hasan Baba, derdi olanların dertlerini dinler ve kendi usulünce sıkıntıların giderilmesine gayret eder. Kendisine sorulan bir suali mühim addetmişse, karşısındaki kişiye “Yaz” der ve kendine özgü bir nazım formunda cevap verir.
Modern dünyada salt bir süs objesi olarak ya da koruma işlevleri nedeniyle beslendiği gözlenen köpekler, geleneğimizde özellikle sadakat yönleriyle öne çıkmaktadırlar. Kimi yörelerde, köpeklerin eşlik ettiği farklı görünümlü kişilere şahit oluruz. Bu kadar çok köpeğin eşlik edişinin yalnızca bir korunma arzusundan kaynaklanıp kaynaklanmadığı kesin bir biçimde bilinmemekle birlikte, bu kişilerle köpekler arasında bizim algımızın ötesinde bir etkileşimin olduğuna kuşku yoktur. Köpekleriyle birlikte yemek yiyen ve onların yanında uyuyan esrarlı kişilere ilişkin hikâye ve menkıbeler, meseleye daha da ilgi çekici bir boyut katmaktadır.
Hz. Peygamber’in (S.A.V) güzide Âshâbından Ebû Hureyre’nin (kedicik babası) bu künyeyle anılışı gibi Meşrutiyet Devrinde de Ebu’l-Kilâb (Köpeklerin Babası) ya da Ke/bi olarak da anılan Hasan Baba, İlahî cezbeye mazhar olan dikkat çekici bir figürdür.
Fotoğraf: Guillaume Berggren
Halk arasında daha çok Köpekçi Hasan Baba olarak tanınan bu zât, Ebu’l-Feth (Fatih) Camii’nin Karadeniz Kapısı civarını mesken tutar. Yanında en az 5-6 köpekle dolaşan Kelbî Hasan Baba, köpeklerin dilini bilir. Onlar da Hasan Babaya itaatkârdırlar. 155 Kelbî Hasan Baba, derdi olanların dertlerini dinler ve kendi usulünce sıkıntıların giderilmesine gayret eder. Kendisine sorulan bir suali mühim addetmişse, karşısındaki kişiye “Yaz,” der ve kendine özgü bir nazım formunda cevap verir. Böylesi bir olay, Şeyh Terlikli Salih Efendinin o sıralar oldukça hareketli bir bölge olan Yunanistan’ın durumunu sual ettiğinde gerçekleşir. Bu sual karşısında, Kelbî Hasan Baba adeti olduğu üzere “Yaz,” der. O mecliste bulunanlardan Cemil Bey de yazmaya başlar:
Acele ile muharebe,
Tarik yürümekle,
Beşirlerle beşaret,
Müşirlerle reşâdet,
Kalayları alayları...
Meydana çıkarak nişadırların dayanır mı?
James Robertson, Bir Grup Derviş
Köpekler - Freres
Buradaki dayanmanın manası sorulunca, Kelbî Hasan Baba kastedilenin düşmanın dayanıp dayanamayacağı olduğunu söyler. Ardından, Hasan Baba kaç satır olduğunu sual eder. Cemil Bey de ‘on sekiz’ cevabını verince:
On sekiz bin alem hürmetine,
Say on dokuzu,
Al eline çık topuzu. 156
diyerek sözlerine son verir. Mecliste bulunan kişiler on dokuz gün sonra Yunanistan’la yapılan savaşa ve Yunanistan’ın yenilgisine şahit olurlar.
Diğer bir rivayete göre, o tarihlerde aralarında Şekerci Ahmed Baba, Saka Baba ve Eskici Süleyman Babanın da bulunduğu 12 meczûbun reisi 157 olduğu rivayet edilen Kelbî Hasan Babaya molla olmak isteyen ancak bu hususta liyâkat sahibi olmayan bir talebe gelir. Delikanlı, daha önceki imtihanlarda başarılı olmadığı gibi ne yapacağını da bilmemektedir. Onu tanıyanlar, Kelbî Hasan Babaya gidip hayır duasını almasını tembih ederler. Talebe meramını daha anlatamadan celâl yönü ağır basan Hasan Baba,
- “Niye geldin?”
Köpekçi Hasan Efendi Türbesi
diye çıkışır. Delikanlı söyleyeceklerini bir çırpıda aktardıktan sonra Hasan Baba,
· — “Var git, filanca fırından ekmek getir; dikkat et tazeleri değil, kuruları olsun!”
der. Delikanlı fırından kuru ekmekleri getirir. Hasan Baba ondan ekmekleri küçük parçalara ayırıp ıslatmasını söyler. Daha sonra Hasan Baba köpeklere birer birer destûr verir. Hangi köpeğe işaret ettiyse sadece o köpek payını almaya gelmektedir. Gördükleri karşısında şaşkına dönen delikanlıdan, köşede duran yaşlı bir köpeği kucağına alıp ekmek yedirmesini ister. Delikanlı imlemeyerek de olsa köpeği kucağına alır ve ona ekmeğini yedirir. Ardından Hasan Baba, köpeğin ağzındaki salyaları silmesini ister. Midesi alt üst olsa da delikanlı istenileni yapar. Ertesi gün hocalarının şaşkın bakışları altında imtihanları geçip icazetini alır. Artık bir ‘molla’ olan delikanlı bir süre sonra tekrar Kelbî Hasan Baha’nın yanına bir dileğini arz etmek için uğrar. O daha ağzını açmadan Hasan Baba,
· - “Bir miktar salya sildin diye molla oldun. Bununla iktifâ et!”
der.
Kelbî Hasan Babayla alakalı buna benzer birçok menkıbe anlatılagelmiştir. Bir defasında Kelbî Hasan Baba âdeti üzere kuru ekmekleri bölüp köpeklere yedirirken, köpeklerden biri yanındakinin ağzından bir ekmek parçasını kapar. Hasan Baba, kardeşinin taamına tamah eden köpeğe, “Yolsuzsun, üç gün darda duracaksın!” der ve ona ağacın dibinde durmasını emreder. 158 Duvarın üzerinden olan biteni izleyen esnaftan bir zât, bu köpeğin üç gün bekleyip beklemeyeceğini merak edip köpeği ayırt edebilmek için sırtına boyayla bir
işaret koyar. Ceza alan köpeğin üç gün boyunca yerinden kıpırdamadığına şahit olduğunda, hayreti de kat be kat artmıştır.
Bir başka rivâyete göre, Hasan Baba bir bayram sabahı Fâtih Camii’ne gelir. Elindeki tasavvuf! bir hikayeyi okumaktadır. Nihayet son sayfayı da çevirip,
“Ey cemaat! Ders, Âşık Karib’e okutulacaktı ancak buradakilerin hepsi garib: Mamafih ders ertesi seneye kaldı.” der. Bu sözüyle vefatına işaret ettiği düşünülmektedir. Kelbî ya da Köpekçi Hasan Baba, 1315/1897’de Maşûk’a vasıl olur. Mezar taşında şöyle yazılıdır,
Yâ Hû
Fatih Camii Şerif’i imamın arkasında Kırk yıl beş vakti eda eden meşhur
Köpekçi demekle maruf Kutbu’l-Arifin
Hasan Efendi Hazretlerinin rûh-u şerif eri için el-Fatiha 1315
Kelbî ya da halk arasında bilindiği şekliyle Köpekçi Hasan Babanın kabri, Edirnekapı Mezarlığı Mısır Tarlası mevkiinde bulunmaktadır.
1900’ler
ŞEYH FERİD EFENDİ
İlahi cezbeye tutulan diğer zevat gibi Şeyh Ferid Efendi de üzerinde bir aba ya da bir entariyle dolaşır. Sevenleri maddi yardımda bulunduklarında, ona verilen şeyi kendine ayırmak yerine dağıtacak binlerini arar.
Bir Halveti şeyhi olan Ferid Efendi, sadâsıyla kalpleri ürpertip titreten bir zâttır. Vaktiyle Eyüp Sultan Camiinde salâcıbaşı, Kumbarahâne Camii’nde müezzinbaşı olmasının yanı sıra diğer birçok camide zakirbaşılık görevini icra eder. Zikir esnasında kasideler, ilahiler ve tevşihler okur.
İlahî cezbeye tutulan diğer zevât gibi Şeyh Ferid Efendi de üzerinde bir aba ya da bir entariyle dolaşır. Sevenleri maddi yardımda bulunduklarında, ona verilen şeyi kendine ayırmak yerine dağıtacak binlerini arar. Hane ber-dûş (evi omzunda) olan Ferid Efendi, Eyüp Hamamı kapısının yanındaki boşlukta bir iskemle üzerinde uyur. Yanında taşıdığı sepetin içinde, geçtiği yerlerde kendisine takdim edilen balık, dolma, tatlı cinsinden yiyecekler birbirine karışmış halde durur.
Devrin cezbelilerinden Şeyh Ferid Efendi, sık sık parmağıyla bir şeyleri karıştırıyormuş gibi yapar ve
· - “Vallahi karıştıracağım,”
der. Onu işitenler,
· — “Aman şeyhim! Karıştırma”,
diyerek Ferid Efendi’nin sözlerini biraz da müstehzi bir edayla ciddiye almazlar. O ise devam eder,
· - “Vallahi karıştıracağım, billahi karıştırıp çorba yapacağım.”
Bir gün Şeyh Ferid Efendi ansızın,
· - “Karıştırdım.”
diye nida eder. Yıllardır “Karıştıracağım” derken gelecek zaman kipi kullanan Ferid Efendi’nin geçmiş zaman kipi kullanarak söylediği bu sözle kailinin bir hafta sonra patlak veren I. Dünya Savaşı olduğu rivayet edilir. 159
Hamam - Thomas Allom
EYÜPLÜ DELİ HİDAYET
Rivayete göre, bir gün iftara dakikalar kalmışken Hidayet de mutat olduğu üzere iftar vaktini merak eder. Sürekli aynı kapıyı çalıp evin hanımına saatin kaç olduğunu sorar.
Çemberlitaş Divanyolu, Enc. 1059- 4 Haziran 1949
Son devrin hatıralarda derin iz bırakan divânelerinden Hidayet, Eyüp’le anılmakla birlikte vaktinin çoğunluğunu Çemberlitaş muhitinde geçirir. Özellikle Ramazan ayında etrafta gördüğü herkese saat soruşuyla hatırlanır. Kimi görse,
· - “İftara ne kadar kaldı?”
diye sorar. Hidayet, iftarın cazibesine de kapıldığından olsa gerek, evlerin kapısını çalar, çıkan genç ya da yaşlı hanıma,
· - “Hanım nine, topun atılmasına ne kadar kaldı?”
der. Rivayete göre, bir gün iftara dakikalar kalmışken Hidayet de mutat olduğu üzere iftar vaktini merak eder. Sürekli aynı kapıyı çalıp evin hanımına saatin kaç olduğunu sorar. İlkin meczûbdur diyerek hoş gören ev sahibesinin sabrı tükenir. Hidayet bir kez daha kapıyı çalınca, ev sahibesi kapıyı açar ve
· - “Yine mi sen?”
diyerek Hidayet’in suratına bir tokat aşk eder. Hidayet de her zamanki masumluğuyla,
· - “Nihayet top patladı,”
diyerek cebinden çıkardığı zeytinle orucunu açar.
PAZAROLA HASAN BEY
Devrinin en tanınmış simalarından olan Hasan Bey, karşılaştığı kişilere mesleğine göre 'Pazarola bakkalbaşı, Pazarola Fırıncıbaşı" diyerek selam verdiğinden, ‘Pazarola’ lakabıyla anılır.
Unkapanı’nda Atlamataşı Caddesi üzerinde ahşap bir evde yaşardı Hasan Bey. Onu doğururken annesi vefat etmiştir. Başı biraz büyükçedir. Devrinin en tanınmış simâlarından olan Hasan Bey, karşılaştığı kişilere mesleğine göre “Pazarola bakkalbaşı, Pazarola Fırıncıbaşı” diyerek selam verdiğinden, “Pazarola” lakabıyla anılır. Bu şekilde selamlanan kişiler, kendilerini talihli addederler. Yaşadığı dönemde Ahmed Rasim, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey gibi birçok yazarının yazılarına konu olan Pazarola Hasan Bey, elim bir trafik kazasından sonra pek insan içine çıkmaz. “İstanbul’un en Maruf adamı: Pazarola Hasan Bey” adlı yazısında Osman Cemal Bey, Pazarola Hasan Bey ile arasındaki şu konuşmaya yer vermektedir:
PHB: Gazetecibaşı, artık bana müsaade, ben tekkeye gideceğim.
OC: Hangi tekkeye?
PHB: Küçükmustafapaşa’daki Karasarıklı’ya.
OC: Sen hangi tarikattansın?
PHB: Rufai’yim! Ya sen?
OC: Fakiriniz de Sâdî.
PHB: Öyleyse aramızda pek fark yok, süt kardeşiyiz demek… 160
Pazarola Hasan Bey
Hasan Bey halfan arasında
DİLSİZ ARAP 161
Rivayete göre Üsküdar çarşısında dolaşırken mütemadiyen Aziz Mahmud Hüdayi Dergâhı’nın bulunduğu tarafa yönelir ve ellerini kaldırarak dua etmeye başlar.
“Dilsiz Arap” adıyla tanınan bu zât, Üsküdar’da yaşamıştır. Üsküdar’ın sırlıları arasında sayılan bu zât, zahirde dilsiz manâda muhtemeldir ki nice dillilere dil haznesinden konuşur.
Rivayete göre Üsküdar çarşısında dolaşırken mütemadiyen Aziz Mahmud Hüdayi Dergâhı’nın bulunduğu tarafa yönelir ve ellerini kaldırarak dua etmeye başlar.
Dilsiz Arap, bir gün İskele Camii İmamı Nafiz Hocayla karşılaşır. İşaret diliyle ona aç olduğunu anlatmaya çalışır. Hoca da onu yakındaki bir sütçüye götürür ve karnını doyurur. Nafiz Hocanın bu cömertliği karşısında Dilsiz Arap da uzunca bir duada bulunur. İcabet kapısı açık olmalıdır ki duası tez vakit karşılık bulur. Nafiz Hoca ikametgahına döndükten sonra zili aralıksız çalar. Her gelen arkadaşı, Hocaya yiyecek bir şeyler bırakıp gider. 162
Üsküdar. Library of Congress, LOT13428, no. 006
SÜKÛTÎ DEDE
Üsküdar'ın cezbelilerinden olan Sükuti Dede, başında Mevlevi arakıyesi ve üzerinde uzunca bir entariyle dolaşır.
Üsküdar’ın cezbelilerinden olan Sükûti Dede, başında Mevlevi arakıyesi ve üzerinde uzunca bir entariyle dolaşır. Entarinin cebine domates, kibrit vb. doldurur. Galata ve Üsküdar Mevlevihanelerinde postnişinlik yapmış olan Ahmed Celaleddin Dede, bir defasında Sükûti Dedeyi sıkıştırıp zamanın kutbu’nun kim olduğunu öğrenmek ister,
· - “Dede sen bilirsin; söyle bana zamanın Kutbu’nun kimdir?”
Sükûti Dede,
· - “Aman Sultanım, fakir ne bilsin?”
diyerek bu soruyu savuşturmak ister ancak Ahmet Celaleddin Dede’nin celâline dayanamayan Sükûti Dede,
· - “Sultanım, siz de biliyorsunuz ya zamanın Kutb’unun karşısında durduğunuzu,” 163
cevabını verir. Sükûti Dede’nin Üsküdar’daki yarenlerinden biri de Arap Hoca namıyla tanınan bir zâttır. Arap Hoca’nın Müslüman cinlerden oluşan çok sayıda hüddamı olduğunu söylenir. Arap Hoca kendine gelenlerin cüz’i bir şey karşılığında ya da bunu veremeyecek durumdalarsa bilâbedel görür. Geceleri bekçilik yaparak ailesini geçindiren bu zât, bir gün geçimlik konusunda bir sıkıntıya düşer. O zihninde bu sıkıntılarla endişelenedursun, kapısı çalınır. Kapıyı açınca karşısında Sükûti Dedeyi görür. Sükûti Dede,
· — “Hoca, senin evinde tavan arasında iki baston var. Birini bana ver; diğeri senin olsun.”
der. Arap Hoca hemen tavan arasına çıkar. Etrafı biraz araştırdıktan sonra iki baston bulur. Birini Sükûti Dede’ye verir. Diğerini de satıp ihtiyaçlarını karşılamak için Kapalıçarşı civarına gider. Kapalıçarşı civarında karşılaştığı bir kişi,
· - “Bastonunu satar mısın?”
der ve ince bir işçilikle yapılmış bastona Arap Hocayı bir süre sıkıntıdan kurtaracak kadar yüklü bir meblağ öder. 164
Derviş İBB Atatürk Kitaplığı, Krt_005402
ADAM OL MEHMED EFENDİ 165
Adam Ol Mehmed Efendi, karşılaştığı kimseleri ‘Adam Ol' diyerek selamladığı için bu adla anılmıştır.
Yakın sayılabilecek bir dönemde (20. yüzyıl başları) Beykoz civarında yaşayan Adam Ol Mehmed Efendi, karşılaştığı kimseleri “Adam Ol” diyerek selamladığı için bu adla anılmıştır. Devletten ya da çevresinden asla bir maddî yardım talebinde bulunmamıştır.
Rivayete göre bir gün Keçecizade Fuad Bey, Şirket-i Hayriye müdürü Hâfız Vehbi Bey’le yemek yemek için Beykoz’a giderler. Dönüş vakti gelince, vapurda yerlerini alırlar. Yolcular vapura bindikleri sırada Adam Ol Mehmed Efendi de iskelede belirir. Reşad Fuad Bey, Adam Ol Mehmed Efendi’nin bilet parası olmadığı için vapura binmediğini düşünür. Ancak, Adam Ol Mehmed Efendi’nin herhangi bir yardımı kabul etmediğini bildiğinden, elinden bir şey de gelmez. Vapur demir alacağı sırada Mehmed Efendi onlara gülümseyerek,
· - “Adam ol, adam ol,”
diye nida eder. Nihayet vapur kalkar ve Eminönü’ne ulaşır. Vapurdan inerlerken, Adam Ol Mehmed Efendi’nin karşılarına geçtiğine ve gülümseyerek
· — “Adam ol, Adam ol!”
dediğine şahit olurlar.
Boğaz, Abdullah Frères
MORTUCU SALİH
Salih Efendi'nin 'Mortucu' lakabı, cenaze takibindeki maharetinden gelmektedir.
Üsküdar meczûbîninden Mortucu Salih, rengi neredeyse belirsiz bir hale gelmiş paltosu, dizleri yırtık ve genellikle bir iple bele dolanan pijamayı andıran pantolonu, konçları yerleri süpürecek denli büyük çorapları ve parmakları dışarıda bırakacak delikleri bulunan ayakkabılarıyla nevi şahsına münhasır bir şahsiyettir. 166 Salih Efendinin “Mortucu” lakabı, cenaze takibindeki maharetinden gelmektedir. 167 Üsküdar meczûblarının başlıca uğrak yerlerinden olan Aktar Hocalar’ın aktar dükkanına gelip,
· - “Cenaze var mı?”
diye sorar. Eğer o gün dükkândan cenâze levâzımı satılmışsa, derhal Karacaahmed Mezarlığı’na koşarak cenâze sahibinden sadaka alır. 168
Bir defasında Ahmed Düzgünman, Salih’e giymesi için bir pardösü verir. Her ne kadar pardösü ona duyulan şefkatten ötürü verilse de Salih celallenir ve Ahmed Düzgün-man’a çıkışır,
· - “Ulan sen benim rızkıma mâni mi olmak istiyorsun? Benim paltom var. O da bana yetiyor. Senin verdiğini giysem, kimse artık bana sadaka vermez.”
Daha sonra pardösüyü lime lime eder.
Selviler ve Mezarlık, Üsküdar; LOC, LOT13428, no. 005
Notlar
· 1. İbnü’l-Arabî, Fütuhatı Mekkivye- Fütüvvet Etti ve Meczuplar, tere. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2015, s. 91-92.
* Bu kavramlarla alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Meczuplar”, DİA, c. 28, s. 284-285; İbn Haldun, .Mukaddime, tere. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 2007, c. 1, s. 306; Michael W. Dols, Mecnun - Ortaçağ İslam Toplumunda Deli, Pinhan Yayınları, İstanbul 2013, s. 489-500; Eyüp Öztürk, Velilik ile Delilik Arasında, Kitap Yayınevi, İstanbul 2013, s. 73; tasavvufta cezbe konusuyla alakalı olarak bkz. Sühreverdî, Tasavvufun Esasları (Avârifu’l-Meârif), tere. H. Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Erkanı Yayınları, İstanbul 1989, s. 62; Sarı Abdullah, Semaratu’l-Fuad (Gönül Meyveleri), Osmanlıca-dan sadeleştiren: Yakub Kenan Necefzade, Neşriyat Yurdu, 1967, s. 51.
· 2. Yenişehirli Avni, Delilerin Aynası (Mi’rât-ı Cünün), haz. Abdulkadir Erkal, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul 2014,s.124.
· 3. Tacizâde Ca’fer Çelebi.
· 4. LH,s.576.
· 5. Dıww terimiyle alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. DİA, “Divane,” c. 9, s. 435.
· 6. Müslim, Birr 138
· 7. EÇ,I.Kitap,s.37.
· 8. Mustafa Özdamar, Meczublar, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul 2009, s. 83.
· 9. Ayvansarâyî Hüseyin Efendi, Hadikatul-Cevâmi, haz. Ahmed Nezih Galitekin, İşaret Yayınları, İstanbul 2001, s. 321.
· 10. Bkz. İA,c. 8,s. 4394.
· 11. İA,c. 8,s. 120.
· 12. İ.R.,c.5,s.253.
· 13. EÇ, I. Kitap, s. 36.
· 14. EÇ, I. Kitap, s. 38.
· 15. Cebe, zırh ya da silah gibi anlamlan içerir; cephane kelimesi de aynı kelimeden türemiştir.
· 16. EÇ, 1. Kitap, s. 38.
· 18. EÇ, I. Kitap, s. 38.
· 19. Bkz. İA, c. 8, s. 4516.
· 20. ÎE, s. 139-40.
· 21. TE, s. 139.
· 22. İR, c. 5, s. 297.
· 23. http://mufidyuksel.com/fatih-nisancada-fatih-devri-bayrami-mesa-yihinden-keskin-dede.html
· 24. Süheyl Ünver, İstanbul’un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanlar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1976, s. 71.
· 25. Bkz. Önder Kaya, Yitip giden İstanbul, Timaş Yay, İstanbul 2011.
· 26. Süheyl Ünver, İstanbul’un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanlar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1976, s. 74.
· 27. İE,s. 138.
· 28. İ.R.,c. 5,s. 359.
· 29. İE,s. 289.
· 30. İE,s. 140
· 31. bkz. İA, c. 1, s.78.
· 32. EÇ, I. Kitap, s.37.
· 33. EÇ, I. Kitap, s.43.
· 34. Bkz. İR, c. 5, s. 357. Köprülü Kütüphanesi’ndeki Hafız Ahmed Paşa Kısmında No. 354 v. 46’da Yâ Vedûd Sultan semtiyle alakalı şu beyit yer alır:
Kim ki Esma çekerek nail olur mahbube
Yâ Vedûd iskelesinden yanaşılır Eyüb’e.
· 35. İR,c.5,s. 361.
· 36. İR, c. 5, s. 299
· 37. TM, s. 137.
· 38. EÇ,1. Kitap, s. 162-163.
· 39. Uzun saçlı; bazı dervişler, kalenderâne bir giyim tarzı benimseyip saç ve sakallarını uzatmaları nedeniyle bu adla anılmaktadırlar.
· 40. EÇ,I. Kitap, s. 162.
· 41. DBİ, c. 3, s. 106; ayrıca bkz. SO, c. 2, s. 423.
· 42. EÇ, I. Kitap, s. 163.
· 43. OTH,s. 422.
· 44. İA, c. 1, s. 307
· 45. SO,c. l,s. 105.
· 46. LH,s.592.
· 47. OTH, s. 422
· 48. OTH, s. 428.
· 49. EÇ, I. Kitap, s. 160.
· 50. OTH,s.428.
· 51. Mâide, 45.
· 52. EÇ,I.Kitap,s. 161.
· 53. OTH,s.422.
· 54. bkz. Özdamar, Meczublar, s. 142-145; ayrıca bkz. ÎA, c. 1, s. 345.
· 55. OTH, s. 423.
· 56. bkz. Reşad Ekrem Koçu, Tarikimizde Garip Vakalar, Varlık Yayınevi, İstanbul 1971, s. 125.
· 57. OTH, s. 426; Ayrıca bkz. Özdamar, Meczublar, s. 146-147.
· 58. TM, s. 131
· 59. SO,c. 2,s. 616
· 60. TM, s. 65-66.
· 61. OTH, s. 422.
· 62. OTH, s. 422.
· 63. EÇ, I. Kitap, s. 162.
· 64. Bkz. OTH, 422.
· 65. EÇ, I. Kitap, s. 163.
· 66. Eremya Çelebi Kömürciyan, XVII. Asırda İstanbul, tere. Hrand D. Andreasyan, Eren Yayıncılık, İstanbul 1988, s. 22-23; ayrıca bkz. Reşad Ekrem Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar, Varlık Yayınevi, İstanbul 1971, s. 125
· 67. OTH, s. 422
· 68. a.g.e., s. 423.
· 69. LH,s.591.
· 70. EÇ,I. Kitap, s. 161-162.
· 71. LH,s.593.
· 72. Özdamar, Meczublar, s. 63-67.
· 73. bkz. İ.H.Konyalı, Üsküdar Tariki, Türkiye Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1976, c. I,s. 375.
· 74. LH,s.592
· 75. Özdamar, Meczublar, s. 63-64.
· 76. OTH,s. 440.
· 77. Hadikatü’l-Cevâmi,s. 145-146
· 78. EÇ, I. Kitap, s. 157.
· 79. İstanbul'un Kitabi, Fatih Belediye Başkanlığı Kültür Yayınları, İstanbul 2012, c. 3, s. 714.
· 80. Özdamar, Meczublar, s. 89.
· 81. EÇ, I. Kitap, s. 162.
· 82. SO,c.I,s. 174.
· 83. bkz. Özdamar, Meczublar, s. 92.
· 84. EÇ, I. Kitap, s. 162
· 85. Özdamar, Meczublar, s. 92
· 86. EÇ, I. Kitap, s.162.
· 87. OTH, s. 422.
· 88. EÇ, I. Kitap, s.162.
· 89. bkz.DBİ,c. 5,s.325.
· 90. EÇ, I. Kitap, s.162.
· 91. Hadikatü’l-Cevâmi, s. 323
· 92. EÇ, I. Kitap, s.163.
· 93. EÇ, 1. Kitap, s.164.
· 94. EÇ, 1. Kitap, s.164.
· 95. EÇ,I.Kitap,s.162.
· 96. EÇ, I. Kitap, s. 163; ayrıca Özdamar, Meczublar, s. 90-91.
· 97. İE,s. 188
· 98. EÇ,I.Kitap,s.163.
· 99. OTH, s. 422.
· 100. EÇ,I.Kitap,s. 162.
· 101. EÇ, I. Kitap, s. 163.
· 103. OTH, s. 430.
· 104. Özdamar, Meczublar, s. 150.
· 105. OTH, s. 430
· 106. SO,c.2,s. 616.
· 107. TM, s. 102.
· 108. TM, 104.
· 109. A.ge., s. 104-105
· 110. TM, s. 110.
· 111. TM, s. 98.
· 112. TM, s. 112.
· 113. TM, s. 113.
· 114. TM, s. 115.
· 115. bkz. Doğan Pur, Eski İstanbul Meczûbları, Kültür Dergisi-İstanbul Özel Sayısı, sayı 6, Ktanbul-2007, s. 76-80.
· 116. SO,c. l,s. 179.
· 117. Bkz. İstanbul'un Kitabı, c3, s. 310.
· 118. bkz. İE, s. 245.
· 119. bkz. Özdamar, Meczublar, s. 97-98.
· 120. TM, s. 121-122; Özdamar, Meczublar, s. 138-139
· 121. TM, s. 121
· 122. TM, s. 123.
· 123. TM, s. 123-124.
· 124. TM, s. 105-106.
· 125. OTH,s. 446.
· 126. DİA, Fatma Sabiha Kutlar, “Mustafa Sâmi Bey,” c. 31, s. 355
· 127. TM, s. 107-108, Özdamar, Meczublar, s. 127-128.
· 128. TM, s. 107.
· 129. TM, s. 108.
· 130. İR,c.5,s.323.
· 131. Defter-i Dervişan-Yenikapı Mevlevihânesi Günlükleri, Haz. Bayram Ali Kaya-Sezai Küçük, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul 2011, s. 109.
· 132. A.g.e., s. 363.
· 133. Özdamar, Meczublar, s. 93.
· 134. Bkz. DİA; c. 7; s. 417
· 135. M. Fatih Çıtlak, Huzur Defteri, Sufi Kitap, İstanbul 2014, s. 55.
· 136. Mehmet Nermi Haskan, Eyüpsultan Tarihi, “Mezarlıklar,” Eyüp Belediyesi, İstanbul, s. 276.
· 137. SO, c. I, s. 308.
· 138. DBİ,c. 8,s. 119.
· 139. DBİ,c. 8,s. 288.
· 140. İA,c. 3, s. 1697-1698.
· 141. DBİ,c. 5, s. 319
· 142. Osman Cemal Kaygılı , İstanbul'un Meşhur Meczûbları ve Bazı Meşhur Tipleri, 1943, s. 41.
· 143. Bkz. DBİ, c. 1, s. 360.
· 144. İA,c. 2,s. 644-645
· 145. İbrahim Alâettin Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, Yedigün Neşriyat, İstanbul 1945, s. 105; Halit Dener, Süleymaniye Umumi Kütüphanesi, Maarif Basımevi, İstanbul 1957, s. 60-61.
· 146. İstanbul Kitabı, c. 3, s. 94,354.
· 147. DBİ,c. 3,s. 107.
· 148. Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar Ah Üsküdar, Kubbealtı Yayınları, İstanbul 2013, s. 123-124; ayrıca bkz. Türkan Alvan, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi, FSM Vakıf Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013.
· 149. Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Yayınları, İstanbul 2015, s. 81.
· 150. Üsküdar Ah Üsküdar, s. 124.
· 151. bkz. Mustafa Özdamar, Dersaadet Dergahları, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul 2007, s. 279.
· 152. Hicran Göze, Kadıköylü Yıllarım, Kubbealtı, İstanbul 2007, s. 82-83.
· 153. İA,c. 3.s. 1191.
· 154. İA,c. 3,s. 1192.
· 155. Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul
2003, s. 387.
· 156. bkz. Mustafa Özdamar, Meczublar, s. 99-100.
· 157. Köpekçi Hasan Baba ve İstanbul'da bulunan diğer meczûblarla alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Doğan Pur, Eski İstanbul Meczûbları, Kültür Dergisi-İstanbul Özel Sayısı, sayı 6, İSlanbul-2007, s. 76-80.
· 158. Özdamar, Meczublar, s. 100.
· 159. Cemâl Anadol, Anadolu’yu Aydınlatanlar- Peygamber Mucizeleri, Evliya Menkıbeleri, Melda Yayınevi, İstanbul 1984, s. 123.
· 160. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yavuz Selim Karakışla, Eski İstanbul’un Delileri, Pazarola Hasan Bey, Toplumsal Tarih Dergisi Yayınları, İstanbul 2006, s. 62-63.
· 161. Üsküdar Ah Üsküdar, s. 124
· 162. Üsküdar Ah Üsküdar, 124-125.
· 163. Bkz. Üsküdar'da Bir Attar Dükkânı, s. 77.
· 164. A.g.e., s. 79.
· 165. Bkz. Özdamar, Meczublar, s. 102-104.
· 166. Üsküdar'da Bir Attar Dükkanı, s. 73.
· 167. A.g.e., s. 73.
· 168. Üsküdar Ah Üsküdar, s. 132-133.
Kaynakça
A. Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınlan, 5 Cilt, İstanbul 1996.
Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar Ah Üsküdar, Kubbealtı Yayınlan, İstanbul 2013.
----------, Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Yayınlan, İstanbul 2015.
Ayvansarâyi Hüseyin Efendi, Hadikatü'l-Cevâmi, haz. Ahmed Nezih Galitekin, İşaret Yayınlan, İstanbul 2001.
Cemâl Anadol, Anadolu’yu Aydınlatanlar - Peygamber Mucizeleri, Evliya Menkıbeleri, Melda Yayınevi, İstanbul 1984.
Bayram Ali Kaya - Sezai Küçük (haz.), Defter-i Dervişan-Yenikapı Mevlevihânesi Günlükleri, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul 2011.
Doğan Pur, “Eski İstanbul Meczûbları,” Kültür Dergisi-İstanbul Özel Sayısı, sayı 6, İStanbul-2007, s. 76-80.
Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2003.
Semavi Eyice vd. (haz.), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı ortak yayını, İstanbul 1993.
Ebu’l-Kasım en Neysabûrî, Akıllı Deliler (Ukalâ’u’l-Mecânîn), tere. Yahya Atak, Şûle Yayınlan, İstanbul 2010.
Enfi Hasan Hulûs Halveti, “Tezkiretü’l-Müteahhirin” XVI.-XVİI1. Asırlarda İstanbul Velileri ve Delileri, Haz. Mustafa Tatçı-Musa Yıldız, MVT Yayıncılık, İstanbul 2007.
Eremya Çelebi Kömürciyan, XVII. Asırda İstanbul, tere. Hrand D. Andreas-yan, Eren Yayıncılık, İstanbul 1988.
Evliya Çelebi, Seyahatname, haz. Orhan Şaik Gökyay, c. I, YKY, İstanbul 1996.
Eyüp Öztürk, Velilik ile Delilik Arasında, Kitap Yayınevi, İstanbul 2013.
Ferhat Aslan, İstanbul Efsaneleri, Kültür AŞ Yayınları, İstanbul 2015.
Halit Dener, Süleymaniye Umumi Kütüphanesi, Maarif Basımevi, İstanbul 1957.
Hicran Göze, Kadıköylü Yıllarım, Kubbealtı, İstanbul 2007.
İbn Haldun, Mukaddime, Dergâh Yayınları, tere. Süleyman Uludağ, İstanbul 2007.
İbnü’l-Arabi, Fütûhâtı Mekkiyye - Fütüvvet Ehli ve Meczuplar, tere. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2015.
İbrahim Alâettin Gövsa, Türk Meşhurları Ansiklopedisi, Yediğin Neşriyat, İstanbul 1945.
İstanbul'un Kitabı, Fatih Belediye Başkanlığı Kültür Yayınları, İstanbul 2012.
M. Fatih Çıtlak, Huzur Defteri, Sufi Kitap, İstanbul 2014.
Mahmud Cemaleddin el-Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, haz. Mehmet Serhan Tayşi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013.
Mehmed Nazmı Efendi, Osman/ı/arda Tasavvufi Hayat – Hediyyetü’l-İhvân, haz. Osman Türer, İnsan Yayınları, İstanbul 2005.
Mehmet Nermi Haskan, Eyüpsultan Tarihi, “Mezarlıklar," Eyüp Belediyesi, İstanbul.
Michael W. Dols, Mecnun - Ortaçağ İslam Toplumunda Deli, Pinhan Yayınları, İstanbul 2013.
Mustafa Özdamar, Meczublar, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul 2009.
----------, Dersaadet Dergahları, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul 2007.
Osman Cemal Kaygılı, İstanbul’un Meşhur Meczûbları ve Bazı Meşhur Tipleri, 1943.
Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1958.
----------, Tarihimizde Garip Takalar, Varlık Yayınevi, İstanbul 1971.
Sarı Abdullah, Semaratu’l-Fuad (Gönül Meyveleri), Osmanlıcadan sadeleştiren: Yakub Kenan Necefzade, Neşriyat Yurdu, 1967.
Süheyl Ünver, İstanbul’un Mutlu Askerleri ve Şehit Olanlar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1976.
Sühreverdî, Tasavvufun Esasları (Avârifu’l-Meârif), tere. H. Kâmil Yılmaz-İr-fan Gündüz, Erkam Yayınları, İstanbul 1989.
Türkan Alvan, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi, FSM Vakıf Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013.
Yavuz Selim Karakışla, Eski İstanbul’un Delileri, Pazarola Hasan Bey, Toplumsal Tarih Dergisi Yayınları, İstanbul 2006.
Yenişehirli Avni, Delilerin Aynası (Mi’rât-ı Cünûn), haz. Abdulkadir Erkal, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul 2014.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder