İstanbul'un ilk Modern Cezaevi Hapishane-i Umûmî
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
SAYI 163 I KASIM 2025 I FİYATI 100 TL | KKTC 130 TL | AVRUPA 15 €
İstanbul Tefrikası VI
Bir Zamanlar Sultanahmet Meydanında Bir Hapishane Vardı:
İstanbul'un ilk Modern Cezaevi
Hapishane i Umûmî
1871'İN OCAK AYINDA RESMÎ BİR TÖRENLE AÇILAN HAPİSHANE-İ UMÛMÎ, OSMANLI'NIN MODERN ANLAMDAKİ İLK HAPİSHANESİYDİ. SULTANAHMET MEYDANI'NDA BULUNAN, BİR KISMI İBRAHİM PAŞA SARAYI'NA, ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜ DE MEHTERHANE KIŞLA BİNASINA DAHİL EDİLEN HAPİSHANE-İ UMÛMÎ, 68 YILLIK ÖMRÜNDE HEM OSMANLI HEM DE CUMHURİYET DEVİRLERİNE ŞAHİTLİK ETTİ. GEREK İŞGAL ETTİĞİ MEVKİ GEREKSE MİSAFİR ETTİĞİ NAMIK KEMAL, AHMED MİDHAT EFENDİ, MİZANCI MURAD, CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI GİBİ MEŞHUR ŞAHSİYETLER HASEBİYLE HEP GÖZ ÖNÜNDE OLAN BU MEKÂNDAN HATIRDA KALANLAR...
Oktay Türkoğlu
Kültür Tarihçisi
Bugün turistik bir lokasyon olarak bir insan hercümerci içindeki Sultanahmet veya At Meydanında bir zamanlar bir hapishane, hem de modern anlamda Osmanlı’nın ilk hapishanesinin olduğunu bilmek hayli şaşırtıcıdır. Fakat durum bundan ibaret değil. Bu hapishanenin bir kısmı günümüzde Türk ve İslâm Eserleri Müzesi (TÎEM) olarak kullanılan Pargah İbrahim Paşa Sarayına dâhil etmişti. Hapishane binasının ana yapısı ise evvelden II. Mahmud’un yaptırdığı Mehterhane Kışlası'ydı. Aynı zamanda birçok önemli tanıklığa ve hatıraya ev sahipliği yapan bu yitip gitmiş cezaevinin hikâyesine daha yakından bakalım...
27 Ağustos 1870’de çıkan padişah iradesiyle inşasına başlanan Hapishane-i Umûmî 1871’in Ocak ayında resmî törenle açılmıştı.1 Kapısındaki, Hattat Sami Efendinin nefis bir celî sülüsle yazdığı “Habishâne-i Umûmî | 1287” kitâbesi de bunu göstermekteydi (Görsel la-lb). Osmanlı topraklarında açılan ilk modern hapishane olan bu bina, İnsanî standartlar itibarıyla, daha önce Haliç Tersanesi ve
Baba Cafer Zindanı gibi yerlerdeki hapishanelerden net bir kopuşu gösteriyordu. Nitekim açıldıktan sonra hapishaneyi enine boyuna gezen Basiretçi Ali Efendi, “burada gördüğüm tanzimat ve tanzifata gelince Avrupa hapishaneleri de bu kadar olabilir” yorumunu yapmıştır.2
Konum olarak bugünkü Defter-i Hâkanî (Ayasofya Deneyim Müzesi) binasının Firuz Ağa Camiine doğru olan tarafında, biraz içerlek bir noktada kalan üç katlı bir bina idi (Görsel 2). Vakanüvis Ahmed Lütfi’nin, “Sultan Ahmed civarı gibi ortalık yerde...” olmasına anlam veremediği hapishanenin, “seyr ü temâşâsına halkı da’vetden de bir mana bulamadığımı kayd ve tahrîre mecbûr
Görsel 1a-1b: Sami
Efendi'nin haltıyla Hapishane-i Umûmî kitâbesi (Encümen Arşivi).
Görsel 2: Dikilitaş'ın arkasında, en uçta gözüken hapishane binası (Henry Duval, 1900-20 arası, Bibliothèque Nationale de France).
oldum. Hapis-hâne’nin hüsn-i hâl ve mahâll-i huzûr ve rahat olduğunu halk görsün de oraya özensin mi demektir bilmem?” diyerek konumunu imalı bir şekilde değerlendirir.3
Hapishanenin isminin bazı kayıtlarda “Mehterhane” olarak geçmesinin nedeni, büyük bir kısmının Sultan II. Mahmud devrinde inşa edilmiş Mehterhane Kışlasının binalarından oluşmasıydı. Esasında hem Def-terhane hem de hapishane, Pargalı İbrahim Paşa Sarayının arazisinin içindeydi. Bulunduğu mevkiin öneminden olsa gerek hem Osmanlı hem de Cumhuriyet devirlerinde sarayın birçok noktasına tecavüz edilerek alanı hayli küçülmüştür. Muhtemelen Mehterhane yapılırken olduğu gibi hapishane inşası sırasında da saraya mahsus bazı kısımlar kullanıldığı gibi bazı yeni ilâvelerle de hacmi genişletilmiştir.4
İçinde hamam, cami, kilise ve hastanenin de olduğu hapishanede aynı zamanda marangozhane ve terzilik, bakırcılık, kalaycılık, kuyumculuk, çorap örme, saat ve kundura yapım
atölyeleri bulunuyordu. Mahpusların yaptıkları işlerin karşılığında kazançlarının bir kısmı cezaevi yönetimine, bir kısmı kendilerine kalıyordu. Bunların yanı sıra şehirdeki yetim çocuklar burada toplanarak onlara okuma yazma talimi yaptırılır, yatacak yer dahi tahsis edilirdi.5
Hatıralar arasında seyahat Buranın en meşhur ve ses getiren mevkufu hiç şüphesiz ki Namık Kemal’di (1840-1888). Abdülhamid’e uçurulan jurnallerde onun kendisi aleyhine bir politika güttüğüne kanaat getirilince beş buçuk ay burada tutulan “Vatan Şairi”, sonrasında 19 Temmuz 1877’de Midilli’de “ikamete memur” edilmişti. Kemal’i hapishanede iken arkadaşları yalnız bırakmıyordu. Bunların arasında Teodor Kasab (sonra hücre arkadaşı da olacaklardır), Sami Paşazâde Sezâi ve Menemenlizâde Rifat beyler gibi kimseler de vardı. Sami Paşazâde Sezâi her geldiğinde yanında şairin çok sevdiğini bildiği Hacı Bekir’den bergamot şekerleri getirmeyi de ihmal etmiyordu. Gelen gidenin bu hesapsızlığı, “Kemal Bey mahbesini de inkılâp merkezine döndürdü!” şeklinde yankı uyandırmıştı.
Namık Kemal üzerine muhalled bir biyografi kaleme almış olan Mithat Cemal Kuntay daha evvel Magosa zindanında yatmış şair için burasının hiç ürkütücü olmadığını söyledikten sonra, “Hapishanenin ‘mer’i-y-yü’l-hatırlar odasında oturan Kemal için Hapishane-i Umûmî evinden rahattı. Onu görmeye gelen dostları da hapishaneye evi kadar kolay giriyorlardı. Hatta bu odanın evinden güzel tarafı vardı: Kemal’i her gidişlerinde buluyorlardı. Bu da Kemal’in dostlarına Sultan Hamid’in bir lütfuydu” diyerek nükteli bir şekilde onun buradaki vaziyeti hakkında bilgi verir.
Bu hususta şairin oğlu Ali Ekrem, hatıratında ilginç bir şey anlatır. Mütalaasına göre babası buradayken Sultan Hamid bir cuma selamlığını
Sultanahmet Camiinde kılmayı irade buyurması onun mahpushanede bulunup bulunmadığını kontrol etmek içindi. Çünkü “Kemal hapishanede ise hiç şüphesiz penceresinden alayı temaşa edecek, padişah da kendisini görecekti. Filhakika öyle de oldu. (...) Tam hapishanenin karşısına gelince Sultan Hamid başını çevirerek babamın bulunduğu pencereye uzun uzun baktı.”6
Buranın misafirlerinden biri de Ahmed Midhat Efendi idi (1844-1912). Gedikpaşa Tiyatrosuna Vatan Yahut Silistre’yi izlemek için gittiği sıra ah-konan A. Midhat Efendi, Hapishane-i Kebir olarak söz ettiği bu yer hakkında, “Kapıyı vurup ömrümde ilk defa olarak girdiğim yerde acı acı düdük seslerini dahi işitince bana bayağı bir ürküntü geldi. Kendimi yılanlı bir yerde zannettim” ifadelerine yer verir. Buna karşın tasavvurundaki hapishane ile karşılaşmayan Efendiye bir de burada görevli memurlar kendi yataklarını ikram edince bu durumdan “mütaacibane memnun” olmuştu.
Neden hüküm giydiğini düşünmekle geçirdiği huzursuz bir gecenin ardına boş kalmanın verdiği can sıkıntısı da eklenmişti. Bu sırada aynı anda hapse atılan ve “Midhat Efendi ile Kemal Bey takımı arasında münasebet yoktu” diyerek benzer şaşkınlığı paylaşan Ebüzziya Tevfik’in tek bir ciltte bir
Alman Mavileri'nin haritasında hapishanenin kadınlar bölümü "Prison des Femmes" diye gösterilmiş.
|
KADINLAR KOĞUŞU DA VARDI |
|
Hapishane yalnız erkeklere mahsus değildi; Firuz Ağa Camii tarafına daha yakın ve erkek bölümüne nispetle biraz daha küçük bir kadınlar koğuşu da vardı (Görsel 3). Basiretçi Ali Efendi'nin “bir konak heyetinde" diye büyüklüğü hakkında bilgi verdiği23 bu koğuşun sıhhî açıdan bazı sıkıntıları vardı. Burası hakkında Tepeyran'ın "açık lağımlı avlusu"ndan bahsederek "müteaffin (çürümüş, kokuşmuş)" yakıştırması yapması ile 1915-18 yılları arasında burada hapis yatmış Vartuhi Kalan-tarîn cüzamlılar odasına girdiğinde gördüğü "kocaman yağ lekeleriyle kaplı ve pislikten neredeyse renk değiştirmiş tahta zemin" gözlemi birbirini teyit ediyor.24 Ermeni komitacılarla iş birliği yapması üzerine buraya atılan Kalantar, ayrıca salının kadınların, cumanın ise erkeklerin görüş günü olduğunu ve "sağlık imkânları eksiklerine rağmen buranın en iç rahatlatıcı yanı"nı teşkil ettiğini de dile getirir.25 |
senelik neşriyatını ihtiva eden Mec-mua-i Fünûn’u vermesiyle bir nebze kurtulmuştu. Kendisine hapsiyle ilgili hiçbir izahta bulunulmayan bu birkaç günlük hapis hayatından sonra bazı Jön Türkler ile birlikte Rodos’a sürgün edilmesi kararlaştırılmıştı.7
Sözünü ettiğimiz üzere Yeni Osmanlılar Tarihi müellifi, matbaacı Ebüzziya Tevfik (1849-1913) de Rodos sürgününden önce bir gece burada kalmıştı. Ebüzziya, hapishanenin konumuna da atıf yapan, “Firuz Ağa Camiine dik olan sokağa girerken sol taraftaki toprak sokağa yüzümü döndürüp evime baktığımda henüz üç yaşında olan oğlum Ziyayı lalasının sürmekte olduğu sepet araba ile kapıdan çıkarken gördüm” sözleriyle hapishaneye girdiği anı özetler. Tam Güllü Agop’un sahneye koyduğu Vatan Yahut Silistre oyununun halk nezdinde yarattığı heyecanın yaşandığı günlerdir. Bu sırada Ebüzziya, kendi gazetesi Sirac’da muhalif birtakım yazılar kaleme almış; Sultan Abdülaziz’in Viyana sergisini ziyaret edip etmeyeceğiyle ilgili yazısında hiçbir methiyede bulunmayıp Abdü-
laziz’den yalnızca “padişah” diye söz etmesi gibi sebepler kendisine menfa yolu göstermişti.8
“İkramın bu kadarını fazla bulduk”
İttihatçıların basın ayağındaki sözcüsü konumunda olan Tanin gazetesinin sahibi ve başyazarı Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957) Balkan hezimetlerinin ardından Divanıharp tarafından yargılanmak üzere Cavid Bey ile birlikte burada tutulmuştu: “Mehterhane kapısında arabalardan indik. Bir sancağa mutasarrıf yahut bir vilayete vali tayin edilmişiz gibi hapishane müdürü ve memurları tarafından kapıda karşılandık (...) Müdür, icap eden hazırlıkta kusur etmiş ve misafirleri karşısında mahcup kalmış bir ev sahibi sıfatı ile kekeleyerek: ‘Odalarınız hazırlanıncaya kadar efendim...’ diye bize kendi odasını işaret etti. Buraya girdik. Geniş bir oda idi. Bize Sultanahmet Meydanına bakan odalardan ikisini hazırlıyorlardı. Odaların hangisini emredeceğimizi sordular ve bizi oda beğenmeye davet ettiler. İkramın bu kadarını fazla bulduk. ‘Hangisi olursa olsun...’ diye lakayt kaldık” diyerek içerideki vaziyeti bildirir.’
Meşrutiyet’in ilanıyla şehir bir panayır yerine dönmüş, oluşan uçucu hürriyet ortamından umumi hapishanedeki mahkûmlar da nasibini almıştı. Hüseyin Cahit Bey bunu, “en müthiş caniler serbest bırakılmıştı” diyerek endişeyle dile getirir.10
Bu tarihten sonra ise İttihatçılar için bir kapatma mekânı hâline gelen Hapishane-i Umûmînin misafirleri arasında Rıza Tevfik de (1869-1949) vardı. İttihatçılara muhalefet etmek için kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkasının üyesi olan Feylesofun 1912’de Büyükada’da yaptığı bir konuşma seçim kurallarına aykırı bulunduğu için bir ay kadar hapse mahkûm edilmişti. Serab-ı Ömrüm müellifi Rıza Tevfik bir mektubunda, buradaki manzarasının ilhamıyla “misafir
fakat mücrim bir misafir gibi işgal etmekte olduğumuz odada bir gecenin ne şairane, ne sahirane cilveleri var!...” dedikten sonra, Sultan Ahmed Camii’nin “kudsi kubbeleri’nin ona verdiği ilhamlardan bahseder ve kendi portresini, “ey genç ve civanmerd evlatlar!.. Ey vatanın ümid-i istikbali olan müfekkireler!.. Uyumayın!..
Hayyalelfelâh!..” diyerek bir müezzin; ancak elbette hürriyete davet eden bir müezzin olarak çizer11 (Görsel 4).
31 Mart Vakasının tetikleyicilerinden biri olmakla suçlanan Mizancı Murad (1854-1917) da buraya yolu düşenlerdendi. Haziran 1909’da Rodos’a sürülmeden önce burada kısa bir süre kalan Mizancı Murad, “büyük avluda muahharen inşa edilmiş ahşap odaların birine tıkıl(mıştı). Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı romanının müellifi, “etrafa nazar edince ağaçlarla kısmen gölgelenmiş olan o cesîm avlu içinde(ki)” insanları belki diğer muharrirlerden olmadığı kadar çok gözlemlemişti. Bunlar hakkında hatıratında uzun sayılabilecek denli tafsilat veren Murad Bey 12 yaşındaki bir çocuğun mahkûm edilip hapishanede başıboş bırakılmasından hareketle; “hapishanenin hikmet-i
Görsel 4: Rıza Tevfik'in, "Habishâne-i Umümî'den Rübâb'a bir selâm" diye imzaladığı fotoğraf.
Görsel 5a: Hamid Aytaç'ın hattıyla "es-Sabrü miftâhü'l-ferec".
Görsel 5b: Ayasofya'nın minaresinden At Meydanı. Görülen üçgen parsel Millet Bahçesi. Arkasında ise hapishane göze çarpıyor (Nurhan Atasoy'un İbrahim Paşa Sarayı'ndan).
vücûdu ‘terbiye-hâne’ olmaktır. Oradan çıkan şahıs, girer iken bulunduğu halde farklı bulunmazsa mak-sad-ı esası kaybolmuş olur” diyerek içerideyken bile sistemi eleştirmekten geri durmaz.12
Mizancı Murad’ın değindiği hususlardan biri de burada, “kasıktan koltuğa kadar kırmızı veya siyah kuşaklı kabadıylar(ın)” varlığıydı. İstanbul’un bu “sayılı fırtınaları”nın taşkınlıkların ardından kendilerini burada bulmaları elbette tabii bir vaziyetti. Sermet Muhtar Alus’un Onikiler adlı romanının başkahramanı olan Arap Abdullah ve Kavanoz Mehmet gibi bıçkınlar buraya postu serenlerden bazılarıydı.13
Muhtelif valiliklerde ve Dâhiliye Nâzırlığında bulunmuş, Küçük Paşa müellifi Ebubekir Hazim Tepeyran’ın (1864-1947) burada tutulmasının sebebi Kuvâ-yı Milliye taraftarlığı ve geçmişe dönük olarak Yıldız yağması
meselesindeki dahli idi. Zâlimâne Bir İdam Hükmü adındaki hatıratı 20 yıl önce diye sözünü ettiği 1920 senesinde, “geceleri küçük kâğıtlara yazılarak yatak altına saklanmak, akraba ve dostlarımdan hapisaneye gelenlere parça parça verilerek dışarıya kaçırılmak suretile” burada yazılmıştı.
Burada kaldığı sürece etrafı ve insanları gözlemleyen Tepeyran’ın bu izlenimlerinde bulunduğu vazifelerin de etkisinin olduğu anlaşılmaktadır. Mesela 1909’da İstanbul şehremini-liği yapması, “çocukların seyyar bir çiçek gibi gezindikleri” diye sözünü ettiği Millet Parkının yerini, “İkinci Vilhelm Çeşmesinden Ziraaat Neza-reti’ne doğru iki müstakil parçalarını fasleden bölük birkaç metre daha ileride camiin büyük kapısı önüne getirilmesi lâzım gelirken büyük âbideyi ihmal ederek onun karşısında oyuncaktan başka bir vasfa şayan olmayan Tapu Dairesini tercih eden mühen
disin gafleti” olarak yorumlaması bu meyandadır. Yine hapishane duvarında gördüğü “oldukça kötü bir sülüs yazı ile duvara yazılmış olan es-sabrü miftahü’l-ferec’ (sabır, kurtuluşun anahtarıdır) ibaresi’ne ayrı bir dikkat nazarıyla bakıp imlasının yanlışlığından da dem vurması, gençliğinde yazısının güzelliğinden dolayı rik a hocalığı ve kâtiplik yapmış olmasıyla alâkalı olmalıdır14 (Görsel 5a-5b).
Rejim muhaliflerinden roman kahramanlarına...
Cumhuriyet’in ilanından sonra da burası işlevini sürdürmeye devam etti (Görsel 6). Gazeteci ve yazar Zekeriya Sertel (1890-1980) İstiklâl Mahkemeleri tarafından Sinop’a sürgüne yollanmış, döndükten sonra kurucuları arasında yer aldığı Son Posta gazetesinde çıkan, hükümetteki bir yolsuzluğun ifşa edilmesiyle ilgili haber sebebiyle, genel afla salınıvereceği bir buçuk sene boyunca buraya kapatılmıştı. “Bizans döneminden kalmış eski bir harabe” diye nitelendirdiği hapishanede binlerce mahpusun varlığından söz eden Sertel, müdür ve doktorlar tarafından burada “selefleri benzer şekilde” misafir gibi karşılanmıştı. Sertel’in hapishane ortamı hakkında verdiği en çarpıcı bilgi, ağır hükümlülerin yattığı büyük koğuşla alakalıydı. İçeri girer girmez “kalın ve koyu bir rutubet ve kömür kokusuyla” ciğerleri dolan Sertel, içeride 500 kadar insanın olduğunu söyledikten sonra, “herkesin yatağının önünde yarı yanmış bir mangal havayı zehirliyordu. Dante’nin cehennemi bundan daha kötü bir yer olamazdı. (...) Ölümlerini çabuklaştırmak ve bu cehennemi
HAPİSHANENİN İSMİNİN BAZI KAYITLARDA "MEHTERHANE" OLARAK GEÇMESİNİN NEDENİ, BÜYÜK BİR KISMININ SULTAN II. MAHMUD DEVRİNDE İNŞA EDİLMİŞ MEHTERHANE KIŞLASI’NIN BİNALARINDAN OLUŞMASIYDI.
hayali bir cennete çevirmek için esrar içiyorlardı. İnsanlıklarını unutmuş, sanki hayvanlaşmışlardı. Bunlar toplumun posalarıydı” diyerek trajik bir hapishane portresi çizer15 (Görsel 7a-7b).
Görsel 7a: Hapishanenin erkekler kısmında avludan bir görünüm (Seda Özen'den).
Hapishane-i Umûmî kimi öykü ve romanlardan da kendine yer bulmuştu. Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın (1890-1973) Sertel’in çıkardığı Resimli Hafta adlı dergide Hüseyin Kenan müstear ismiyle neşrettiği bir dizi yazının mevzuunun arka planını Hapishane-i Umûmî teşkil ediyordu. Bunlardan biri “Hapishanede Ölenleri Nasıl Gömerler” serlevhalı bir anlatıydı. Kabaağaçlı’nın mütareke devrinde siyasî sebeple mahkûm olan birisinin nezdinde hapishanedeki kötü koşulları ironik bir dille anlattığı bu hikâye16 ve benzerleri İstiklâl Mahkemesi tarafından Bodrum’a sürülmesine neden olacaktı. Sürgünü bittikten sonra da burada yaşamayı sürdüren Cevat Şakir, kendisini özdeşleştirdiği bu yerden dolayı Halikarnas Balıkçısı17 olarak anılmaya başlanacaktı.
Ömer Seyfeddin’in (1884-1920) Efruz Bey adlı romanında, sahte hürriyet kahramanı Efruz Bey, foya
sı meydana çıkınca kendisini birkaç günlüğüne de olsa burada bulmuş, çıktıktan sonra Meşrutiyet’in ilanı akabinde kendisini taparcasına yücelten halk tarafından unutulup gitmişti.18 Reşat Nuri Güntekin (1889-1956) En Büyük Ceza adlı kısa öyküsünde, Halim Selim adında, maişetini yazarlıkla temin eden karakterin hapishanede geçirdiği günleri ve şaşırtıcı firarını konu
edinir. Karakterin ağzından, “Allah seni inandırsın, zaman zaman kendimi tedavi için sanatoryuma gönderilmiş bir zengin hasta yahut istirahat için sayfiyesine çekilmiş bir nâzır sanıyorum. (...) Bu hapishanede kendimi eskisinden milyon kere serbest buluyorum” sözlerine yer vererek, yazmaktan bunalan karakterin burada kendisi için nisbî bir konfor alanı yarattığına değinir.19
Görsel 6: Harf inkılabından sonra hapishanenin kitabesi değiştirilmiş.
|
BAZILARI İÇİN EDEBÎ MAHFİL |
|
Yakın tarihimizin çalkantılı hayatlarından biri Ali Kemal (1867-1922) de soluğu bir süre burada alanlardandı. Avrupa seyahati sonrası gerek yazdıkları gerekse bir arkadaşı ile gizli bir cemiyet kurma teşebbüsü haber alınınca beş-altı ay kadar buraya kapatılmıştı (1888). Mehterhane diye sözünü ettiği hapishanenin koşullarını korktuğu gibi bulmayan, üstelik iki günde bir dışarı çıkma ruhsatı alıp Beyoğlu'na varıncaya kadar gezen Ali Kemal, hapishane hücresini de Mülkiye'den kendisini ziyarete gelen dostları ile "bir mahfel-i edebe (edebî mahfile)” çevirmişti. Öyle ki "belki İstanbul'un en serbest, en metin bir yeri o hücre-i mahbes idi.. (...) Bu meclis böyle az çok bir şetaret içinde devam ediyordu, zincirlerimiz o derece ağır gelmiyordu" diyerek içerideki atmosferi nakleder.26 |
Görsel 7b: Hapishanenin içinden (Seda Özen'den).
Ve vade doldu!
1939’a gelindiğinde artık hapishanenin yıkılması kararlaştırılmıştı. Fakat bunun bir kültürel miras olarak İbrahim Paşa Sarayı için yapılacağını düşüyorsanız yanılırsınız. Üstüne üstlük Cumhuriyet gazetesindeki haberde, “meşhur İbrahim Paşa Sarayının bakiyesi de bu meyanda yıkılarak ortadan kaldırılacaktır” denilmesi işin vahametini ortaya koymaktadır.20 Tüm bunların sebebi ise yerine Mimar Sedad Hakkı Eldem’in tasarımı olan Adliye Sarayı’nın yapılacak olmasıydı! O zamanlar işlerin başında olan Cumhuriyet müdde-i umûmîsi Hikmet Onat, “İstanbul’un yeni bir adliye binasına kavuşmasını beyhude yere geciktiren harap binanın İbrahim Paşa devrine ait bir kervansaray olduğu tahakkuk etmiştir. Hapisane binasiyle birlikte burasını(n) da yıkılacağı tabiîdir” diyerek hapishane ile birlikte sarayın müştemilatına ait bir bölümün de başka bir saray için yıktırılacağım bildirir.21
Yalnız şunu söylememiz gerekir ki her devirde bir kör kazma iptilası varsa da bu yıkımları tasvip etmeyen insanların da olduğu muhakkaktır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yunus Nadi,
Tahsin Öz ve Hüseyin Cahit Yalçın gibi kimseler bahsi geçen yıkım kararına karşı tutum sergilemişlerdir22 (Görsel 8).
Açılışı büyük bir tantanaya sahne olan ve Osmanlı İstanbul’unun modernleşmesiyle muvazi olarak muadillerinden farklı bir konuma sahip olan Hapishane-i Umûmînin ömrü 68 yıl kadar sürmüştür. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet devirlerini yaşamış bu hapishane gerek işgal ettiği mevki gerekse misafir ettiği şahsiyetler açısından hep göz önünde olmuştur. Vadesini doldurduğunda ise yalnız kendi bünyesi değil, Mehterhane ve İbrahim Paşa Sarayının tarihlerinden de bir şeyler yitip gitmiştir.
Görsel 8: Hapishanenin yıkılması kararı basında da yer bulmuştu (Cumhuriyet. 21 Haziran 1939).
Dipnotlar:
-
I. Gültckin Yıldız, Mâpushane: Osmanlı Hapishanelerinin Kuruluş Serüveni (1839-1908), İstanbul: Kitabevi, 2012, s. 269,275.
-
2. Basiretçi Ali Efendi, Şehir Mektupları, Haz. Nuri Sağlam, İstanbul: Erdem, 2017, s. 18.
-
3. M. Münir Aktepe (Haz.), Vak’a-nüvis Ahıned Lütfı Efendi Tarihi, Ankara: TTK, 1999, c. 12, s. 100-01.
-
4. Nurhan Atasoy, İbrahim Paşa Sarayı, İstanbul, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi, 1972, s. 43.
-
5. Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2000, s. 180; Basiretçi, age, s. 18,459.
-
6. Mithat Cemal Kuntay, Namık Kemal, İstanbul: Alfa Yayınlan, 2019, s. 1236, 1240,1261-62,1294; Ali Ekrem Bolayır, Hâtıralar, Haz. M. Kayahan Özgül, Ankara: Hece Yayınları, 2007, s. 57-59; Sadettin Nüzhet [Ergun], Namık Kemal: Hayatı ve Şiirleri, İstanbul: Yeni Şark Kitaphanesi, 1933, s. 66-67.
-
7. Ahmet Midhat, Menfa, Haz. İsmail Cüneyt Kut,
Tarih ve Toplum Kitaplığı, 1988, s. 75-83; Ebüzziya Tevfık, Yeni Osmanlılar Tarihi, Haz. Yakup öztürk, İstanbul: Kapı Yayınları, 2019, s. 368.
-
8. Ebüzziya Tevfık, age, s. 367-375; Ömer Faruk Şeri-foğlu (Haz.), Kültür ve Sanat Hayatımızda Ebüzziya Ailesi, İstanbul: Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi Yayınları, 2020, s. 28-31.; Ziya Ebüzziya,”E-büzziyâ Mehmed Tevfık”, TDV Islâm Ansiklopedisi, 1994, c. 10, s. 375, Çevrim içi erişim: https:// islamansiklopedisi.org.tr/cbuzziya-mehmed-tevfik (20.10.25).Tanpınar, A. Midhat Efendinin hapsinin sebebini bilmeyişi hakkında, “Ona bakılırsa Namık Kemal ve arkadaşlarının kurbanı gibidir. Hakikatte ise Dağarcık’tâki neşriyatının çoktan beri dikkati üzerine çekmiş olması lazım gelir. Din meselesi, fakirlik etrafında yaptığı edebiyat, Lamarck’tan bahsediş Abdülaziz devrinin hoşuna gidecek şeyler değildi" diyerek yorumda bulunur. Bkz. Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2016, s. 422.
-
9. Hüseyin Cahit Yalçın, Sıyası Hatıralar: Meşrutiyet Devri Hatıraları, Haz. Necati Tonga, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2025, c. 1, s. 722.
-
10. Hüseyin Cahit Yalçın Talât Paşa, Haz. Göktürk Ömer Çakır, İstanbul: ötüken Neşriyat, 2023, s. 42.
-
11. H i I m i Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Rıza Tevfik, İstanbul: Halk Basımevi, 1950, s. 25-27; Rıza Tevfik, “Sabâh-ı İntibah”, Rübâb, sy. 5, s. 33-34; “Feylesof Hapiste”, Sabah, 8 Şubat 1327/21 Şubat 1921.
-
12. Celile Eren (Ökten) Argıt, Mtzâncı Murad Bey’in II. Meşrûtiyet Devri Hâtıraları, İstanbul: Marifet Yayınları, 1977, s. 106,115,118-119.
-
13. Refi’i Cevad Ulunay, Sayılı Fırtınalar, İstanbul: Bolayır Yayınevi, 1973, s. 131.
-
14. Ebubekir Hazım Tepeyran, age, s. 50,147,166; Osman Nuri Ergin, İstanbul Şehreminileri, Haz. Ahmed Nezih Gaiitekin, İstanbul: İBB Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1996, s. 215-16
-
15. Zekeriya Sertel, age, s. 180.
-
16. Resimli Hafta, Nr. 30,26 Mart 1341/26 Mart 1925, s. 6.
-
17. Bodrum’un antik devirdeki ismi.
-
18. Ömer Seyfettin, Efruz Bey, İstanbul: Erdem Yayınları, 1984, s. 57.
-
19. Reşat Nuri Güntekin, Olağan İşler, İstanbul: İnkilâp Kitabevi, 2020, s. 62.
-
20. “Umumî hapishane binası nihayet yıkılıyor”. Cumhuriyet, 21.06.1939, s. 9.
-
21. “Yakında yıkılacak olan İstanbul hapisanesinin yerine Modern bir adliye sarayı yapılacak”, Ulus, 21.06.1939, s. 2.
-
22. Gültekin Yıldız, age, s. 281.
-
23. Basiretçi, age, s. 19.
-
24. Ebubekir Hazım Tepeyran, Zâlimâne Bir İdam Hükmü, İstanbul: Millî Mecmua Basımevi, 1946, s. 49,134; Vartuhi Kalantar, Hapishane-i Umûmi Kadınlar Koğuşu, Çev. Artun Gebenlioğlu, İstanbul: Araş Yayıncılık, 2004, s. 48.
-
25. Vartuhi Kalantar, age, s. 88,100.
-
26. Ali Kemal, Ömrüm, Haz. M. Kayahan özgül, Ankara: Cümle Yayınları, 2016, s. 185-86
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder