Şaşı Hafız ve Maruf Nüktedanlar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Üsküdarın ( 40
-
50 ) senelik meşhur şahsiyet
ve komik simaları ve: kahkahalarla gülüne-
cek fıkralar, hikâyeler, menkıbe ve hatıra-
lar ki, - mübalâğasız - hiçbiri görülmemiş
ve işitilmemiş denilebilir.
Muharriri :
SALİH SAİM UNAR
Tevzi Yeri :
Tefeyyüz Kitaphanesi
İSTANBUL
KÜLTÜR MATBAASI
1 9 4 1
SALİH SAİM UNAR
Ne lâtif, ne dilnüvaz ve ne kibar bir isrm değil mi? İstanbulun bu gözbebeği beldesi, haddizatinde neka- dar mavhiyetkâr ise, o kadar da kıymettar ve cazibe- dardır; calibi enzardır.
Hakikat, herkes, hemen bütün İstanbul halkı, - umum ve husus ifade eden tatlı bir ifade ile - Üsküda- ra bayılır...
Her gün, oraya binlerce ve on binlerce yolcu çıkaran Şirket vapurları bile, elinden gelse, bu mübarek şehri her def’ai rüyet ve ziyaretinde bayrakla, düdükle selâmlamak ister.
Üsküdarımızda, zikre şayan neler ve neler vardır. Bir kerre ve evveli emirde Mihrü Mahların, Gülnüşla- rın, Kösemlerin ve hemen hepsinin sevgili ve mübarek anneleri olan Atîk Nûrbânuların ve muhteşem Selimive- nin çifte ve tek minareli Selâtin camileri, o, canım abi- datı mübareke hürmetle, takdisle celbi enzar eder, durur.
Sonra, eâzımdan, eslâftan- ezelden ebede müntehi bir varlıkla - ebrar ve ahyara ve bilcümle ümmeti merhumeye en çok sinesini açan bu ülkedir.
Onu, herhangi bir suretle lisanı beyana alan ta- rihfer, kendisine (Medinei Üsküdar) demişler, Kâbe toprağı namını vermişler ve tekrim edegelmişlerdir.
★ ★
İstanbulumuzun eflâke ser çeken Fatih, Süleyma- niye, Sultanahmet, Sultan Selim, Nuruosmanî ve tâ, E- dirnekapısının Mihrümah minareleri, seher vaktinden itibaren geceli gündüzlü her bakışında, ilkönce Üskü- darı görür. Üsküdar, aziz İstanbulun bir cüzüdür; bir cüz’ü tammı ve müstezatlı bir şiiri gülbuyü gülfamıdır.
Acaba diyorum, eski bir şairi hassas, şu cânistinas beytini Üsküdarın maneviyetine hitap ederek mi söylemiş?
Misali Kabe, eyâ, nuri didei uşşak;
Gören cemalini müştâk, görmiyen müştak.
Evet, Üsküdar âşıklara bir kıblegâh, müştâklara bir Kâbetullahtır.
Cenabı Hak, bu dünya cennetini, îstanbulun bu yegâne ziyneti, bu Türk beldei mümtaz-ü şerefmeda- rını diğer kardeşlerde, kardeş memleketlerde beraber, bizlere medarı fahr-ü- imtiyaz ve masuni afat-ü- âraz buyursun...
Son zamanlarda, sanki son zamanlarımı görmek ve bana, istifsarı hâtır sadedinde bir def’a daha iltifat etmek emelde ziyareti âcizaneme şitabân olan eski dostlarım hikmeti Hüdâ hemen bir ittifakı fikrü lisan ve tevhidi lûtfi beyan ile:
(Yahu, dediler, sen, neden böyle senelerden ve se- nelerdenberi, - senin tabirinle - kûşenişini inziva ve destkeşi ezvakı hevasın; Neden böyle kendini koyuverdin? Yani hali hayatta iken dünyadan el çektin.. Hayır, hayır, biz buna cidden razı değiliz. Ve sen ki esasen şetaretü nes’eden ve şevku neşveden terekküp etmiş, kalplere girmiş ve gönüllere daima ferahü sürür, zevki hubûr vermiş kalendermeşrep bir deryadilsin. Ve biz, biliyoruz ki, her dem terütaze fikrü dimağında, sezayi hayret hafızanda binlerce menkıbe ve hatıralar vardır; ne olur ve ne olur, bunları arasıra kısmen olsun der- leyüp toparlasan ve takdirkârlarının şükran nazarına koysan!.)
Bu arada bir istitrada lüzum görüyorum: Ziyaretçilerimin muhataba sırasında - bence çok dikkate şayan - sarf ettikleri şu: “Yani hali hayatta iken, dünyadan el çektin” cümlesi, bana o kadar tesir etmiştir ki, evime gelen misafirlerimi, yarın öbür gün, tabiatiyle kabrime gelecek birer zair gibi görerek kendilerine:
Bir misafirhanedir ey zairan,
Var mıdır dünyada hiç atmış temel? Şöyle üç beş gün zavallı âdemi, Aldatır, tevkif eder amma emel.
Çareler yok, akıbet bir gün gelir, Bir avuç toprağa kalbeder ecel.
Yâdıdır izaz eden insanları, 4 Âdeme lâzım; evet hüsni amel!
Demek ve marizü mâlûl, zarü nizar-ü- melûl, cismü canımın, kırık dökük ifadelerini, .böyle birkaç cümlei tarumar ile, fakat üzerinde tevakkuf edilecek ve dikkatü ibretle göz gezdirilecek manidâr bir kitabei sengi me- zâr seklinde dökmek istemiştim.
Bu kadarcık samimî bir hasbihal ve kalbî bir arzu, bende bir tesir uyandırdı. Ve tatlı bir rüya ile uyanıyor gibi oldum.
Maziye ircaı nazar ederek hayli düşündüm ve dedim ki:
“Yâ Saim,
Sen, filvaki fi tarihinde, tehzibi ahlâk ve tenviri efkâra dair on on beş parça eser kaleme aldın, risaleler bastırdın ve zamanın herhangi bir yevmî ve haftalık gazete ve mecmualarına edebî, İçtimaî yazılar yazdın. Ve kadirdânlarının gönüllerine gerçi dallı budaklı mey-
vadâr ağaçlar gibi kökler saldın. Fakat mademki hak lisanı olan halk ağzından hakkında yeniden büyük bir teveccüh ibraz ve izhar ve günden güne hamîdekamet ve bitâbü takat olmana rağmen ısrar ediliyor. O halde, mütevekkilenlâllah, şöyle bir deryayı bîintihayi fik- retü hayale dal, ve bir müddet müfekkirenle »baş başa kaldıktan sonra, hamei aczü tahdisi ele al!..”
★
★
★
Gene bir hayli düşündüm. Hangi zemini bahsü kelâm üzerinde yürüyeyim? Hangi mevzuu meram üzerinde kalem yürüteyim? İçimden aldığım emir, gönlümde vücuda gelen bir arzu, her şeyden evvel, evet zihnü fikrimde yerleşen, mahfazai idrakü dimağıma desti manevî ile yerleştirilen binlerce ve binlerce menkıbe ve hikâyeleri, derpişi nazar etmekliği icap ettirdi.
★
★
★
Doğma büyüme (Kabataş — Gümüşsüyü) lu olduğum halde, kader, beni senelerden sonra, Üsküdara şevketti. Ve (1310) Rumî senesinde burada teehhül ettim ki, 45 — 50 senelik ikametim, bugün beni herhalde Üsküdarın yerlilerinden telâkki ettirebilir. Ve işte yalnız bu ikinci darü diyarıma, güzel ve mübarek Üs- küdarıma dair yarım asırlık hatıralarımın zikre şayan olanları toplansa, gene ciltler teşkil edecek muazzam bir eser vücuda gelir... Bu âciz kitabıma, “Üsküdar ve Üsküdar Hatıraları” namını verirken, yazacağım fıkra ve hikâyelerin, - secili bir ifade ile - nadirlerin nadiri, bâkirlerin bâkiri olduğunu düşünmek zevki, bana ayrıca medarı tesevvuk oldu. Ve sevindim.
Şimdi maziye ircai nazarla, neler görüyorum ve neler, neler hatırlıyorum bilseniz...
O zamana, o zamanlara ait Üsküdarın yüksek simaları maruf şahsiyetleri; eczümle Bursalı Riza ve kardeşi Hacı Senih Efendiler, Kâzım Paşalar, şair Talât ve hattat Talât’lar, şair Ali Fakrî ve Safîler, Hicriler, İbrahim Refetler, Zarifi Ahmet Beyler, şair Ali Salâhîler, müderris Vildanlar, Nâzım ve Osmanlar, Hoca Sabriler, ve musikî üstatlarından Üsküdarî Sait Efendiler ve emsalinin bir araya geldikleri zaman, edilen sohbet ve vücuda gelen bezmi mahabbet, meclisi ilmü edeplerine dahil olanlar için, hakikaten cihankıymet bir saadet idi...
Sevgili Üsküdarımızın İhsaniye semtinde asırlar- danberi, (Çiçekçi Kahvesi) namını alan gayriasrî kahvehane bahçesini, nazarrüba ve rayihadar çiçekler; sarmaşıklar gibi, dairenmâdâr saran, dolduran erbabı şiirü san'at ve zaikadârânı irfan-ü- fazilet yanında - şunda beş on kişi kalan - biz tekrimkârları, daima birer vaz’ı hürmet alır, onların her hal-ü-kaline, İlmî, e- debî mübahase ve hasbihaline hayran kalırdık...
★ *
O, minimini kahvehane bahçesi, bize yalnız karşısındaki duvarla köşedeki çeşmeden ve solda kalan mezarlıklı caddeden başka, zâhiren bir şey göstermediği halde, manen her anü dakika bizleri Çamlıca mesirelerinde dolaştırır, pınarlara, su başlarına ulaştırırdı. Ve o onar para mukabilinde içtiğimiz birer koyu nar veya akiki kıymettar rengindeki çaylar, kuvayi şamme- ve zaika üzerinde, şerabı Kevser kadar lâtifü rayiha- dâr tesirler uyandırırdı.
Benim bu kitapta her şeyden evvel yazmak istediğim Üsküdarın yerlilerinden mizah vadisinde, nükte- perverlikte, hikâye ve menkıbe zenginliğinden, âdeta
merhum meddah İsmet ve Sürûrîlere, meşhur Karagözcü Arap Ömerlere, ortaoyuncu Ahdi, kocakavuklu Ham- dilere ve peşekâr Âgâh ve İsmail Efendilere, kambur Mehmetlere, Kel Hasanlara ve bizim Körbakkallı Fe- him ve Ağahamamlı Şevkilere ve gene bizim Divitçilerli Hayalî Salihlere, Muzikali Garip İhsanlara, Findıklılı İsmet Beye ve emsaline taş çıkaran üç beş mühim şahsiyetten bahsetmektir ki, - cümlesine rahmetler olsun - bunların içinde de baş tacı (Şaşı Hafız) ı başa almak bir kadirdanlık olur. Zira, o, olur şey değildi. Ve denilebilir ki, başlı başına bir kitabı mizahtı...
★
Asrımızın ikinci bir (Nasreddin) i olan bu irfanı mücessemini, bütün Üsküdar halkı, sinesine basmış ve onu bir topkandil gibi, nazargâhı Hüda olan kalplerinin, mabedi manevîlerinin sakfı muallâyi hubbü ih- lâsına asmışlardı...
O, öyle bir bahşayişi hilkat ve şayanı tekrim bir mevcudiyet idi ki, (nev’i şahsına münhasır) tarifi na- direkârü beliğinin bihakkin varislerindendi denilebilir.
★ ★
Sonra, onun refiku hemdemi (Alaycı Tevfik) 1er, (Karantinam İsmail) 1er, ve yine bu meyanda (Müzikali Mahmut) 1ar, (Müzikali Dayı Servet) 1er sanki za- rafetü letafetin, nükteperdazlığın, hazırcevaplığın, (bezmarâ) lığın canlı birer timsali; aynı zamanda kâinata metelik vermiyen meteliksiz ricali idi.
İşte hatıra gelebilen fıkra ve hikâyeleri ki, yüzde doksan işitilmemiş ve bir (Letaif Kitabı) na geçmemiştir. Hattâ bugün merhumların hayattar dostları olan ve pek pek beş on kişiden ibaret kalan ihvanı kadîm bile bunlara abdi âciz kadar, vâkıf değildir. Ve onda sekizini duymamışlardır bile...
Şu halü meale atfı kanaatle hükmediyorum ki bu fakiri nutku tahrire, hemen her muhterem kari, lütfen dua edecek ve: (Yaşa Salih Saim, bize her saati bütün bir hayata bedel, o derece zevkaver ve bibedel günler yaşattın. Bunların - alelıtlak - hiç mi hiç birini, gerçekten işitmemiş ve bir yerde görmemiştik.) diyecektir.
★
★ ★
İşte rastgele yazmağa başlıyorum. Hiçbir fıkra ve hikâyede, takdim, tehir yoktur. Hatıra hangisi geliyorsa, âciz, fakat tahdiskâr ve hakikatnüvis kalemim, derhal nakşi sahifei rüzgâr ve ihvanı kirama yâdigâr ediyor.
Eğer, karaladığım şeyleri, sizinle beraber toplu bir halde mutaleaya imkânı hayat bulur ve bu sinnü- sâlimde, yine aziz karilerimle - gençlikten kalma - birkaç kahkaha da ben atmağa muvaffak olursam, çok görülmez sanırım.
Zira, kurulalıdanberi, herhangi bir hâdise ve hâ- letine karşı, mütehassisini beşere:
Bilemem eyliyecek hande midir; girye midir?
İstifsarı manadarını serdettiren ihtiyar dünyada, benim gibi bir ihtiyarın, muvakkat ve birkaç gülmesi, kuvvei maneviye ve ahvali sıhhiyesi üzerinde, hüsni tesir göstererek belki bir müddet daha, aranızda şenü şatır ve mesrurülhatır ömürgüzâr olmasına bais olur.
Maahaza, ben yine kendi hesabıma:
Nasıl olup geçecek, var bu günün encamı,
Beni ancak düşüren mihnete fikri ferda..
Beytini yadü inşattan fariğ değilimdir. Cenabı Hak, cümleye hüsni afiyet ve hüsni akıbet ihsan buyursun.
1 Kânunusâni 1941 Üsküdar: Salih Saim Unar
Şaşıya bir gün, aşinalarından biri:
(Yahu! demiş, ne zaman seni görürsem, dikkat «- diyorum, işim rast gitmiyor.)
— (Tabiî değil mi? demiş... Benim, evden çıkar çıkmaz, ilk merhabalaştığım ya, Çingene Tâlip veya Baba Ali. Gel, de benden hayır bekle!..
Merhum, Üsküdarın (Atpazarı) semti marufunda otururdu ki, burası da alelekser, Çingenelere makar idi.
Teravih namazında, iki rik’atte bir, iki tarafa selâm verdiği sırada, ilk safta namaz kılan bir adamın muttsıl saate baktığını görünce dayanamamış:
— Efendi, demiş, sen namaz kılmağa mı geldin, yoksa beni provaya mı?..
Şaşı demişler, Secdeden o kadar çabuk kalkıyorsun ki, “Sübhane Rabbiyelâlâ” yı kabil değil, üç defa tekrar edemiyoruz.
Cevap vermiş:
— Yahû! İş, başını yere koyup kaldırmaktadır; ben bir defa bile demiyorum!
Hazrete, bir zaman, Karaca Ahmet mescidi imametini tevcih etmişlerdi.
(Efendi, demişler, bu kadar cami dururken, böyle ölüler içindeki camiin imametini neden kabul ve deruhte ettin?
— Asıl hüner burada, “Mûtû keble en temûtû” sırrına mazhar oldum.
Vaizin hitamında dua ederken:
Küffarı hakisarı perakendevü perişan eyle yarab- bi! yi müteakip hasrü tahsis ile:
Ezcümle,... kavmi lâînü yezidini...
Derdemez, oğlunun o gazada şehadeti vaki olan ihtiyar bir adam, gayzü hiddetinden gayrıihtiyarî, bağıra bağıra:
“Âmin avratını... âmin” deyince, Şaşı, şaşalamış ve: “Ulan sus! Burası cami!,, diye bağırmış...
★
★
★
Belki üç beş yüz cemaatli bir cenaze alayında, mevtayı, Şaşıya tezkiye ve dua ettirmişler. Cenaze defnedildikten, iş olup bittikten sonra, tevzii sadakata memur zat, Şaşının eline kâğıda sarılı ufak cisimde bir para sunmuş. Bir de açıp da, bunun beş kuruşluk gümüş çeyrek olduğunu görür görmez, derhal adamın yakasına sarılarak:
(Efendi, demiş. Ya, sen utan! Yâ, bu benim üzerimdeki en aşağı kırk elli liralık esvap veya verdiğin şu çeyrek..)
İşitenlerin kopardıkları kahkahalar içinde, Hazre- te, altın para beş lira vermişler... ★ ★ ★
Şaşı, hitamı vaizi müteakip duaya başlıyacağı ve: “Filânın ve filânın ruhuna” diye fatihalar gönlereceği bir sırada, iriyarı bir adamın elden ele uzattığı kâğıdı eline alır. Ve bakar ki, kâğıt, belki otuz kırk merhumun esamisini ihtiva ediyor. Hemen:
— Hemşeri der, beş mecidiyeni alırım. Postahane bile, Selâniğe kelime başına telgraf parası olarak (2) kuruş alıyor. Bir kere şu kâğıttaki yüzlerce kelimeyi hesapla; bir de ahiretin mesafesini göz önüne getir! Ne- kadar insaflı bir duacı olduğumu anlarsın!
Gene bir gün, vaiz biteceği sırada, Şaşıya bir kâğıt uzatılır. Okuyup da fakir adamın Edirneye gidebilmesi için cemaatten, cem’an birkaç lira şimendifer parasının toplanmasının temenni edilmesini anlayınca:
(İyi amma oğlum, der, sen bu hanımlardan Edirneye kadar şimendifer parası istiyorsun. Ve bu, şöyle böyle epey bir mangır eder. Halbuki, bunlar beni şu otuz ramazan için bu Doğancılar camiinden, beş on dakikalık arası olan (Atpazarı) na bir kere olsun adi araba ile bile gönderemediler. Onun için pek zannetmiyorum.) ★ ★ ★
Sadrazam Mahmut Nedim Paşanın kıymetli ve güzide adamlarından Lûtfi Ağanın, (Hazreti Hüdaî) kabristanına defnedilmesi üzerine, Müzikali Mahmut, türbedara:
— Efendi, der, Lütfen Kâzım Paşaya söyleyiniz. Dilini tutsun. Lûtfi Ağa, yanına gömüldü.
★
Mahmut bir gün dergâhta Gülşen Efendiye:
(Efendi Hazretleri, demiş, eskiden ihtiyarlar, sıb- yanlar ve kuzular, müçtemian yağmur duası için yüksek ve engin yerlere çıkarlarmış. Burada bugün bu türlü bir kalabalık var ki, maksada kâfi görüyorum. Emir buyursanız da bendeniz, bunları refakatime alarak şöyle Çamlıcaya kadar uzansak ve bir aylık duasına çıksak...)
♦
Şu pek şık fıkrayı, rivayet ve hikâyet üzerine değil ; yani eski bir tabiri, tabiri arabîi şehîri ile “elûhdetü alerravi,, demiyerek kaydediyorum ki, bizzat âcizlerde kendisi arasında vaki bir muhaveredir:
(1910) senesi mayısı evailinde - (30 sene evvel) - ve Kabataş iskelesinde Üsküdara geçmek üzere, Araba
vapurunu bekliyorduk. Hiç unutamam, halen Çamlıca- da mukim Hazinei Hassa müsteşarı Hoca Hafız Fevzi Bey de yanımızda idi.
(Mahmut, dedim, haberin var mı? 18/19 mayıs 910 gecesi, Haley kuyruklu yıldızı doğarak Kürei Arza çarpacak ve kıyamet kopacakmış!..)
Derhal: “Rabbim tekaüt sandığını saklasın!”
Dedi ve ilâve etti: (Yâhu! Ben, daha bugün tekaüt edildim.)
Dayı Servete bir gün:
Dayı, dedim, çocukların oyuncağını Bonmarşeden veya Pazar Almandan mı alırsın?..
(Ne söylüyorsun yahu!, dedi. Benim oğlanla kızın oyuncakları ipe dizilmiş onarparalık kuru, kuzu kestane ve kurumuş limon kabukları, bir de istimalden sakıt ’ i
ve parçalanmış kuyu zincirlerinden ibarettir. Bunlarla, şıkkır, fıkkır, oynayıp dururlar...
Gene bir gün:
Dayı, dedim, sabahları saat kaçta evden çıkarsın?
Cevap verdi:
— Ne saati yahu! (76) haneli koca mahallemizde saati olan bir ev, hatırlıyamıyorum, Arabalı düdüğünü öttürünce, ben vazifeme giderim. “Has yufka, telkada- yıf” sesini de duyunca bizim kadın (ikindi) ye durur.. Ve işte bizim evin duvar ve cep takvimleri ve “saâti Evkafı!...”
Mezahip müdürü Ziver Bey, bir Ramazanı şerif akşamı, yârân ve ihvanı iftara çağırmış. Davetliler arasında Şaşı ile Balabânî Şeyh Hüsnü de varmış. Bunlar, sofrada, yanyana ahzi mevki etmişler.
İşkembe çorbasından bir kaşık bile almıyan Bala-
bânîye Ziver Bey, Hüsnü Efendi, dikkat ediyorum, hiç buyur muyorsunuz. Demiş ve onun yerine hemen Şaşı cevap vermiş:
— Efendim, demiş mekruhtur diye ağzına işkembe almaz. Kerahet zamanını, pek iyi bir halde...) ve Bala- bânînin kulağına da eğilerek: Ulan köpoğlu, sen ne.......................................................................... yersin ki, işkembe filân onların yanında hiç kalır) demiş...
Şaşıyı, bir gece de Şehzade imamı Süleyman Efendi iftara davet eder. Sofradakiler, çorbadan itibaren sıralanan, kalkıp konan yemeklerin hepsinde fodla bulunduğuna şahit olurlar.
Şaşının her gelen yemeği şöyle bir parmaklayıp karıştırdığını gören Süleyman Efendi:
— Hafız Efendi, ne arıyorsunuz? Sualinde bulunur bulunmaz, koca Şaşı derhal:
— Fodlacı Basıyı Efendim...
Demiş.
★
★
★
Doğancılar camii şerifinde bir gün vaizi müteakip : (Ey hanımlar, demiş, size karşı içimde ukde kalan bir keyfiyeti söylemekten kendimi alamıyacağım. O, da şudur ki, şunda şehri gufranın çıkmasına dört beş gün kaldı. Ve görüyorsunuz ki, ben böyle mübarek bir ayı sizlere vâzü nasihat etmekle geçirdim. Yani daha bir gün fasıla vermedim. Ve îstanbula geçip de bir camii ziyaret etmedim, bir vâiz ve hafız dinlemedim.
Kiminizin pederi; kiminizin mahdum veya damadı, her gün vazifelerine gidip geldikleri ve sîzlere türlü türlü yemişler ve çörekler getirdikleri halde, içinizden birisi de bu âciz için bir tek Karaköy veya Çakmakçılar simidi ile hatırımı sormadınız. Doğrusu işte bu, o kadar gücüme gitti. Ve affedersiniz, bu hali, hiç hiç
te nezahet ve dirayetinizle kabili telif bulamadım.) der ve derhal, “Süphane Rabbiyel, aliyyülâlelvehhab!” diye duaya başlar.
Vaktaki ertesi gün, ikindi vakti camii şerifin havli pâkinde ve son cemaat yerinde ne görülse iyi?... Rengârenk kâğıtlara, beşer, onar tane sarılmış yüzlerce çörek ve simit... Oraya kokulu baharlı bir mesirei ferahfeza ve dilküşa manzarası vermişti, olur şey değil!..
Şimdi şu muhavereye dikkat buyurulsun...
Kadınlara nisbetle yüzde on teşkil edebilen erkek cemaat içinde bulunan şair ve şeyh Ali Fakrî Efendi:
— Şaşı der, simitlerin en aşağı 50 tanesi benim...
— Bir tane bile vermem. Onları ben, anlımın teri- le kazandım. Onlar benim hakkı kelâmım ve hakkı taamım. Gelecek Ramazana kadar yiyeceğim; defol buradan....
— İyi amma pişman olursun. Ve hattâ rezilü rüsva.
— O, ne demek? Ne yaparsın sanki?...
— Onu ben bilirim ve haydi yapacağımı söyliye- yim: îsmailin kıraathanesi önünde her akşam, “Hasan Pasa fırınının! Hasan Pasa karakolunun...!” diye simit satan (Celâl) in eline beş on kuruş verip eğer:
— Efendim, buyursunlar. Taze, taze; Şaşı Hafızındır.
Diye bağırtmazsam...
Şaşı, ulan der, dünyada bu hatırıma gelmemişti. Ayağını öpeyim. Sakın ağa; istediğin simitleri verdim gitti...
Merhum, hep ufak camilerde ve kadınlara vaiz e- derdi. Bir gün: Yahu, dedim, lehülhamt, talâkati lisan ve cezaleti kalü mekalin var. Neden bir gün, de şöyle Ayasofya veya Kılıcalipaşada vaiz etmezsin. Ve seni bil-
miyen yüzlerce, binlerce erbabı irfana hüsnü teşhis eylemezsin?...
Aşkolsun, dedi, bir kere Ayasofyayı filân bırak. Şu ikinci olarak zikrettiğin (Kılıçali) de kürsüye çıksam. Ve cemaatin biri, de mühim bir mesele sorsa.. Haydi onu: “Mesele cidden gayet mühimdir; def’aten cevap verilemez. Bu gece, Mülteka ve (Damad) a ve Ha- lebîye filân bakmalıyım; sana bu bapta keyfiyeti vü- suk ve sıhhatile yarın bildiririm.” diye atlatırım.
Ya, maazallah, ağzımdan zülfiyâra dokunacak bir şey kaçırır da (hafiye) lerin lûtfi delâletile rıhtımda istim üzeri müheyyayi hareket vapurlardan birine şerefyabı irkâp ve menzili meçhule doğru rehyap olursam... İyisi mi benim mescitleri dolduran kadın cemaatlerim, bana yeter. Ve ben, diğer cehennemle korkutan hocalar gibi bir harekette de bulanmam. Okurum (Cennet) e ait bir (Ayeti kerime) ; hepsini daha hayatlarında (Firdevsâşiyân) ederim.
— Peki amma girebilecekler mi bakalım?
— Adam, dedi, düşündüğün şeye bak. Ben o gün, alacağım paralara bakarım. Ahrette ve milyonlarca kalabalık arasında kim kime...
★ ★
Şaşı, dedim, şu Balabânînin tumtıraklı, katmerli duasına ne dersin ve zannediyorum takdir edersin.
(Köpoğlu, dedi, secili, kafiyeli dualar içinde ve cemaatin coştuğu sıralarda, meselâ (nümayân eyle!; dı- rahşân eyle! ve âzadei narü mîrân eyle Yârabbî!) derken; “Elbasân eyle, Kel Hasan eyle, düztabân eyle!” diye öyle yutturur ki, olmaz) dedi.
Şaşının en güzide fıkralarından:
Şaşı, demişler, sen, ne vefasız; ne hakikatsiz ve ne acı gün dostu olmıyan bir adammışsın.
— Ulan, ne olmuş? Bu hükümler, neden ileri geliyor? Anlatın bakayım...
Anlatmışlar:
— Senin belki de yarı masırlık arkadaşın, hembez- mi leylü neharın ve yâri gamharü gamküsarın (Alaycı Tevfik), ölmek üzere, seni özlüyor; Şaşı nerde? deyip duruyor. Hâlâ, iyadetine gideceksin hâ!...
Koşmuş ve selâmdan sonra :
(Tevfik, demiş, köpoğluları, nekadar da îzam ettiler; adeta senin için son saatlerini yaşıyor; yâ, öldü, ya ölecek dediler. Halbuki, sende henüz (marazı mevt) göremiyorum. Bilâkis domuz gibisin.. Hem ölürsen ne olur sanki, kıyamet kopmaz ya?...) demiş.
Alaycı Tevfik, (doğru amma, Şaşı, demiş, iş ölmekte ve öleceğimde değil, bu kadar seyyiatımla ahrete gidecek yüzüm yok. Orada dağlar kadar günahımla nasıl arzı vücut elerim, diye düşünüp duruyorum. Yalnız ak- samdanberi bir medari teselli buldum. Ve onunla biraz geniş nefes almağa başladım.) demiş ve ilâve etmiş:
Bana nisbetle sen her halde günahı daha az bir adamsın, ne yapar yapar, kendini kurtarabilirsin. Bunun için seni bedel göndermeği düşünüyor ve bunda cidden bir isabet görüyorum.
Şaşı, derhal: (Sus ulan edepsiz, .şimdi tepelerim ha, sen orada “ne yaparım; ne ederim?” diye düşünme ulan, ölmene bak, senden daha, yüzsüz, daha berbat herifler gitti.) demiş!...
♦
★ ★
Kitabın mukaddimesinde (bunların nadirin nadiri;
Üsküdar — 2
bakirin bakiri olmasındaki zevk, bana adeta medarı şevk oldu. Teşevvuk ettim.) demiştim.
Bakınız, kaillerini - isim ve hüviyetlerde - mahfa- zai idrakimde sakladığım şu fıkra, ve hikâyeleri, hiç işittiniz mi? \
Komşulardan üç beş hanım, hembezmi muhabbet iken, kapı çalınır. Ve hane sahibesi, müvezziin elinden bir mektup alır. O sıralarda edilen muhabbet ve meclisi musahabette bahşı ziynet eden keyfiyet, filân hanımların gelecek hafta vaki olacak cemiyetlerine dair imiş.
Tesadüfün, binde; belki de yüz binde bir vukua getirdiği hale bakınız:
(Cemiyetimizin bazı esbaptan dolayı gelecek haftaya tehir edildiği...) şeklü suretinde münderiç malûmatı müessife elde edilirken, içlerinden, (Ş) hanım, derhal, olanca saffetile:
(Vah, vah, der; acaba hangisinin esvabı?..) meğer, gelinin veya kaynananın esvaplarından birini, terzinin yetiştiremediğine atfı idrak etmez mi? İşte bu, bu- kadar olur.
Aylardan; hattâ mubalâğasiyle senelerdenberi mektubunu almadığı zevcinden günlerden bir gün, mü- vezzi elinden sıhhat telgrafı alan bir hanım, müvez- zie ne dese iyi?.
İnanmam oğlum, beni aldatıyorsunuz ve yemin eder: (Bu yazı bizim efendinin değil!).
Gene komşulardan bir hanım, hitamı salâtı müteakip ervahı müslimîne ithafı fâtihat eylediği sırada bir türlü:
Çihar yâri güzin hazaratının ruhlarına dahi) iba-
resini okuyamaz, beceremezmiş. Yanındakiler, dikkat etmişler. Ve her zaman, (dört çihar efendilerimizin ruhlarına dahi) deyip duruyor! Nasıl?..
★
★ ★
Fıkralar arasında bahsi geçen (Balâbânî Şeyh Hüsnü Efendi) yi herkes (duagûyi şehir) namile anar, gazeteler de indelicap kendisini hep bu (vasfı mümeyyiz) le yazardı.
Bu zat, filvaki fevkalâde tumtıraklı ifadeler ve girift tâbirler; hattâ tetabuu izafât ile süslediği mufassal duaları, dinliyenlerin huzuru hayretü takdirine, kıymetli acem halıları gibi sererdi. O kadar ki, bu dualara şahit olanlar, aşku şevkin galeyana geldiği manasını iş- rap eden yüksek ve titrek sesli (amin) lerile hedefi icabete mukarin olduğuna kanaat beslerlerdi.
Fakat Şaşı Hafızın, alay tarzındaki telâkkiyat ve telkinatı derecesinde değilse de tekerlemelerin, pek de kaide ve belâgat lâzimelerine tevafuk etmediği erbabına hemen her cümlede malûm olurdu.
Bir gün, kayınpederim, zurafai ulemadan müfti ve hatip Kasım Efendi:
— Oğlum, dedi, artık dayanamadım; bugün söylemek ve sual etmek ıstırarında kaldım. Siz ki hemen kâinatı tenkit ettiğiniz ve her kim lisan hatasında ve sehvi kalemde bulunsa, belki de yüzüne karşı - yalnız (affedersiniz) kavlü kaydile - derhal tashih eylediğiniz halde; daha daha meşhur bir sairimizin hakkınızdaki:
Nekkadi hatiâtı efaM ki, dilinden Azâde kalan kimse tahattur edemem ben.
gibi çok kuvvetli beytine rağmen, nasıl oluyor da, bu zatın duasına hiç ses çıkarmıyor, hattâ karşısında mes-
ettiği sırada, biçare Dayı, artık dayanamayıp ayağa kalkarak:
— Efendi, oldu olacak, ayağını öpeyim, diye bağırmış: Beni de: Saatlerce su kuru hasır üzerinde otura otura kaba etleri sarığı burmaya ve kuru hurmaya dönen ve sabrü sükûnu tükenen; daha daha şu dakikalarda ölümünü seve seve istiyen Dayı Servetin dahi ruhuna diye merhumların arasına katıver.) deyince halk, gülmeden katılmış!..
★
★
★
Şaşı Hafız, bir gün bir mecliste kocaman sarıklı. bir zat görmüş.
(Efendi, demiş, ben sizi bugün burada birinci , defa görüyorum. Zati âlileri kimsiniz? Söyleseniz de teşerrüf etsem..)
— Efendim, demiş, bendeniz Derviş Mehmet... Beş. on günlük mühtediyim.
— Öyle ise, der, şimdi şu sarığı çıkar ve küçült!
Su sözleri de ilâve eder:
(Behey cüretkâr! Ben, (Kalû belâ..) danberi müslüman olduğum halde, sarığımı o kadar büyültemedim. Hiç burada bir haftalık müslümana bu derece büyük sarık sardırırlar mı? Sende hiç insaf ve saygı denilen nasibeler yok mudur? .
Herif şaşırır ve işitenler kahkahayı bastırır.
★
Bir bayram günü eski Şeyhülislâmlardan birinin kabul salonunda, rütbelerine göre, muhtelif renkte (cübbe) ler iktisa etmiş hocalar toplanır ve (takbili damen) merasimini müteakip ahzi mevki ederler.
Kadîm kaide ve âdet, yalnız (yumuşak lâtilokum) ikramından ibaret imiş. Herkes, âdeti yerine getirdiği ve lokumları (geviş) getirir gibi ağızlarında çekiştirdiği sırada, Şeyhülislâm, kahkahaları salıverir. Meğer, biçare (ricali ilmiye) ye edilen ikram, şekerli unlara boğulmuş birer (akciğer) değil miymiş?... ★
Benim gibi doğma, büyüme (Kabataş = Gümüşsüyü) lu bir arkadaşım vardı ki, o zamanlar, Beyazıtta bulunan (Birinci Dairei Belediye) ketebesinden idi.
Kalem arkadaşları, her sene mi her sene takılırlarmış. Ve: “Yâhu! Ne olur Mehmet, bu sene olsun bize bir aşure yedir ve şöyle bir hayrın sevabını geçmişlerinin ervahına değdir...”
Cuma günü geliniz! demiş. Gitmişler. Sofradaki muhteşem ve herhangi bir icap ve lâzimesile dilfirip ve nazarrüba aşure kâsesi, gözleri, gönülleri açmağa başlamış. Hemen hepsi - içlerinden - olmaz şey, demişler; fakat, cümlesi birden uzattıkları kaşıkları ağızlarına götürdüklerinde birbirine girmişler. Sofrada bir her- cümeçtir başlamış. Ortalık berbat bir hale gelmiş. Çıkaran çıkarana...
Meğer, o kocaman kâsenin içi, yukarısında pek pek iki parmak tutan ve dondurulan; yani kaymak tutturulan e ziynetli ve didearâ aşureye kadar, kâmilen ince sa- man dolu değil miymiş?... Beş on dakika sonra, yeniden kurulan ve müteaddit et’ımei nefîse ile mâlâmâl o- lan ikinci ve hakikî sofra, biçare misafirleri tatmin ede- bilmiş...
İşte, aziz kariler, bence (muziplik) bu kadar olur; onlar ermiş müradına.. Baki:
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş!..
-SON-
Bu kitabı, muharririn daha çok calibi dikkat diğer
eserleri takip edecektir.
Fiyatı : 15 Kuruş
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder