Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
REŞAT EKREM KOÇU TÜRK GİYİM KUŞAM VE SÜSLENME SÖZLÜĞÜ
Sümerbank Kültür Yayınları 1969
SOMERBAMK KOLTOR YAYINLARI : 1
1. Basım : 6.000
BAŞNVR MATBAASI - ANKARA 1967
T ü R J<
• •
CilYIM, l<VŞAM VE SÜSLENME
SOZLOC/ü
REŞAD El<REM J<OÇV
ÖN SÖZ
Bu sözlüğün kıymeti, bu konuda milli kütübhanemize konulan ilk eser oluşudur.
Giyim, kuşam ve süslenme ile ilgili Türk sanatları ve Türk kuma^ları üzerine değerli eserler vardır. Fakat giyim, kuşam ve süslenme konusunda bir araştırma yapacak olanlar ancak Türkçe dil sözlüklerine ve ansiklopedilere müracaat durumundadırlar. işte şu anda elinizde bulunan bu kitab, böyle bir durumda kalmış bir yazarın duyduğu ihtiyaç ile vücud bulmuştur.
İçlerinde çok muteber eserler de bulunan dil sözlül<lerinde, ansiklopedilerde, ve tarih deyimleri ve terimleri üzerine yazılmış kitaplarda tezadlarla, hatalarla, ve hatta bazen fahiş hatalarla karşılaşdım. Türk giyim, kuşamı ve süslenmesi üzerine tarih kaynaklarında ve edebi metinlerde rastladığım bazı isimleri, tarifleri de o eserlerde hiç bulamadım.
Giyim, kuşam ve süslenme konusunda, araşdırmasını bilenler için tarih kaynaklarımız zengindir, bu kaynakların arasına divanları da koymak lazımdır. Halk şiirleri; türküler, koşmalar, semailer, destanlar ise bir hazine halindedir. Kalender meşreb şairlerimiz, mahbub yahud mah-bube, sevgilUerini çeşidli manzumelerle överlerken, onların güzelliklerini, giyim ve kuşam ve tuvaletlerini tarif ederek anlatmışlardır. Bu tarifleri de hurda teferruatı ile ve en doğru şekilde yapmışlardır.
Şu anda elinizdeki bu kitap, yıllar boyunca güç toplanmış notların alfabetik tasnifi ile vü-cud bulmuştur. Karşılaşdığımız hatalı kayıdlar da maddelerinde bi'lhassa gösterilmiştir. Kemali hi-cab ile arz ederim, kalemime güvenebilirsiniz.
Hiç şüphesiz ki bu sözfüğün de noksanları vardır. Bilhassa zamanımızın giyimi ve kuşamJ ve süslenmesi üzerindeki isimlerin gereği gibi tesbiti, ve durmadan değişen modaları takib etmek beşeri gücümün üstünde kalmışdır.
Bu sözlüğü resimlendirirken, belki tenkid edilebilirim, el ile yapılmış şirin resimleri fotoğrafa tercih ettim. Resimılerin bir kısmı bu sözlük için sureti mahsusada yapıldı, bir kısmını da kendi arşivimden aldım, ki onlar da nezaretim altında sureti mahsusada yaptırılmış mülkiyetim altında resimlerdir. Fakat emek istismar etmedi,m, onlardan, arşivimden sözlüğüme, akademik bir hediye olarak faydalandım. Bu hususu bilhassa kaydediyorum.
uTürk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü.. nü milli kütübhanemize koyarken, bana bu imkanı bahşetmiş olan Sümerbank'a şükranımı arz ederim.
REŞAD EKREM KOÇV
SUNUŞ
Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü'nü Türk Kültürünün hizmetine sunuyoruz.
Sümerbank'a bu hizmet fırsatını veren, Sözllüğü uzun ve titiz bir emekle meydana getirmiş değerli yazar, ünlü tarihçi Sayın Reşad Ekrem KOÇU'ya bu vesileyle teşekkür zevkli bir borcun da ötesindedir.
Kendi sahasında ilk sözlük olma özelliği ile umuyoruz ki bu eser, bu konuda belki bütün bir ihtiyacı değil, fakat büyük bir ihtiyacı herhalde kar-şılıyacak, ve şüphesiz, giyim-kuşam'ın temel malzemesini teminde büyük yeri ve gücü olan Sümerbank'ın yayın alanındaki bu konuyla ilgili boşlukları doldurma çabaları da devam edecektir.
Kısa zamanda çok daha iyi başka baskılarını da yapmak durumunda kalmaktan ayrıca haz duyac.ağımız, yeni yayın düzenimiz içinde Kültür Yayınlarımızın (1} numarasını verdiğimiz bu sözlüğün, diğer kültür yayınlarımıza çok değerli ve verimli bir öncü olacağına inancımız büyüktür.
Saygılarımızla sunarız.
SüMERBANK
A
ABA, Kaba ve kalın bir yünlü kumaş, bu kumaş-dan yapılan esvab; potur, hınka, ceibiken, bil hassa paltoya da aba denilir. Küçük esnaf ve ayaktakımı ile dervişler, hali vakti yerinde olduğu halde yaradılışı dervişane kimseler tarafından giyilirdi.
Onyedinci yüzyıl ortatarında yaşamış Abaza Mehmed Paşa zevkli, zarif giyim kuşamı ile İstanbulluları hayran- bırakmıştı; tuvalete, süse düşkün bütün gençler kendisini taklid ederlerdi; ki bunların başında da devrin genç hükümdarı Dördüncü Sultan Murad bulunmuştur. Abaza Mehmed Paşanın abadan ıkesdirip giydiği ve padişah tarafından taklid edilen bir cebken, büyük şehirde derthal moda olmuş, «Abaza Kesimi AOa Cebkenler» bütün İstanbul gençlerinin sırtlarında görülmüştü.
Geçen yüzyıl başlarında Alemdar Mustafa Paşanın pek kısa sürmüş sadırazamlığı devrinde Sek!ban adı ile yeni bir asker ocağı kurulduğunda neferlere abadan dizlik ve tozluk yaptırılmıştı.
Abadan şalvar, potur, cebken, salta, yelek, cüıbbe, yağmurluk, mest ve terlik yapılır-dı· Sultan Abdülazizin bir çift aba terliği Top-kapı Sarayı Müzesindedir.
Kalın kumaş olan abadan ne yapılır ise hepsi kışlık idi; ortalık soğumaya başlayınca : «Abaları sandıiktan çıikarımalı!..» denilirdi. Abadan palto, kaput ise içine su geçirmediği için bilhassa yağmurlu havalarda giyilirdi, Ende-runlu Fazıl Bey :
Bilinir kadri aba mevsimi biran olsun
(Abanın kıymeti yağmurlar başlayınca bilinir) diyor.
Servet sahibi kibar kimseler nazarında aba giymek, yoksulluk alameti sayılır idi. Sün-bülzade Vehbi «Lütfiye» isimli eserinde gençlere şöyle nasihat ediyor :
Mali mevcudu idüb mahvü heba
Yakışır mı giyesin sonra aba
(Elindeki ma·lını israfla mahvederek
Sonra aba giymek yakışır mı )
Memleketim'izin hemen her tarafında aba yapılmıştır. lstanbulun eski el tezgahlan arasında abacılık da hayli meşhurdu. Eski esnaf nizamnamelerinde abacıların abanın sıkını ve iyisini işleyip satrnağa mecbur oldukları yazılıdır.
Onyedinci yüzyılın ıbüıyülk yazarı Evliya Çelebi seyahatnamesinin İstanbuldan bahseden birinci cildinde albacıları ıBüyüık Kapalı Çarşı esnafının en namlılarından ve Eski Bedestenin dış esnafından gösteriyor; yine onun ikaydına göre onyedinci yüzyılın ortalarında İstanbul'da 300 dükkanda usta çırak 700 nefer abacı olduğu öğreniliyor. Ordu - Esnaf a layla-rında da estki ıbedesfıenliler ile lbera'ber geçerlermiş. Geçen yüzyıl sonlarına doğru a'bacılar lstanlbulda Zındankapısı ile Odunkapısı arasır-da toplanmışlardı, ki şehir rehlberi haritasında Zındankapısı Caddesi diye gösterilen yol son zamanlara ıkadar ıhalik ağzında Abacılar Caddesi diye anılırdı.
Bu kumaş ve esvab adına bağlı halk deyimleri vardır, «Abayı yakmak.» tâbiri aşık olmak, bir güzeli sevmek anlamında hâlâ kullanılır; «Abası yanık» da aşık demekdir. En küçük bir il·gisi olmadığı halde herhangi bir işe, meseleye, söze karışanlara da: «Abacı, ke-beci, sen neci!..» denilir. Rindane, kalenderane hayat için de : «Bir abam var satarım, nerde olsa yatarım.. » sözü vardır-Bektaşi ağzı bir nefes :
Canlarına hu merhaba Dergahına geldim Baba Hizmetinde köçek olam Yalın ayak sırtda aba
Seher vakti bülbül olam
Sende gonca bir gül olam Sende açam sende solam Dergahına geldim Baba
Aşk ateşi yakdı dili
Pervaneveş oldum deli Pirim Hacı Bektaş Vefi Yalın ayak sırtda aba
Yunsun beni can erenler Gülşeninde gül derenler Virmeyüb sır ser verenler Dergahına geldim Baba
Postu serem dergahına Himmetinle yüz arına Köçek Ömer dirler bana Yalın ayak sırtda aba
( Pervaneveş = Pervane gibi)
ABAZA KESİMİ, ABAZA MODASI, Onyedinci
_yüzyıl ortalarında Dördüncü Sultan Murad zamanında Pâdişâhın gözdelerinden Abaza M^-med Paşa, yüzünün pek alımlı güzelliğine ve atlet yapılı vücudunun çalak hareıketlerine yaraşan kendine has giyim kuşamı ile ayrıca ^h-ret kazanmış, başta padişah gelmek üzere ls-tanbulun kiıbarları, !bilhassa kibar ve zengin gençleri tarafından taklid e,dilmişti; ıbu modaya göre kavuklara «aıbazalı kavuk», cebken ve kaftanlara da «a:baza kesimi cebken», «abaza kesimi kaftan» denilmisti; tarih kaynaklarımız bu kavuk şekli, ve cebken, kaftan kesimleri hakkında bil·gi vermiyor.
ABDESTLiK, «Abdest alır iken giyilen kolları dirseğe kadar kısa bir cübbe» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türkl); «Zeylbeklerin giydiği bir nevi uzun ve geniş cübbe» (H. Kazım, Büyük Tür:k Lügatı); M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde yine cübbe diye tarif ederek Aydın ve Bursa vilayeti zeybekleri tarafından giyildiğini söylüyor. Zeybeklerin cübbe giymediklerine göre Ab-destliğin, a bdest alır iken kolların rahat sıvanmasını sağlayan kısa !kollu lbir ce!Ykenin adı olması gerekir ki eski zeybek resimlerinde böyle kısa kollu cebkenler çıok görülür (Bk.: Cüb-te; Cebken; Câmedan); gömlek kollarının dir-sekden bileğe kadar aşağı kısım abdestlik kolunun dışında kalır.
AÇIK SAÇIK GEZME YASA(:;I, Türk müslüman kadınının örtü altında yaşadığı yüzyıllarda kadınların sokaklarda açık saçık denilebilecek şekilde aşırı süslü ve erkekleri tahrik edecek nümayişli kılıRla dolaşmamaları hakkında bir yasak ilan etmek zarureti, ilk defa olarak onsekizinci yüzyıl ortalarına doğru Üçüncü Sul'tan Ahmed devrinde sadrıazam Damad Nevşehir:li lbrahim
Paşa zamanında 'lstanbul kadınları için duyulmuştur.
Lale Devrinin büyük vezırı, zamanının lüks salgını yüzünden kendisi ile yaranının mu-taassıb muhalifleri tarafından dile düşürüldüğünü görmüş, çirkin dedikoduların önünü almak için lstanbul kadınlarının kılık ve kıyafetine bir düzen verilmesini istemiş ve bir ferman ilan ·ettirmişdi ki bugünkü dile çevrilmiş sureti şudur :
«İstanbul Kadısına ('İstanbul Başyargıcı ve Yeniçeri Ağasına (İstanbul Emniyet Müdürü) ve Bostancıbaşı Ağa'ya (lstanıbul Deniz Zabıtası Amiri);
«lstan:bul memleketimizin yüzsuyu, ulemâ, sulaha ve üdebâ beldesidir; halikının da günlük ikılılk lkı1yafotinin şeriat emrine uygun olması devlet namusu gereğindendir. Faikat harib-ler ^ü^ünden çoık mühim işlerle uğraşılıriken bu husus ihmal edilmiştir. Bazı yaramaz kadınlar bunu fırsat bilip sokaklarda halkı başdan çı-ıkarmak maksadı i!e aşırı süslenmeye başlamışlardır. Yeni biçimlerde çeşidli esvablar yaptırdılar, hıristiyan kadınlarını taklit ederek başlarına acaib serpuşlar geçirdiler. Nice utanc verecek biçimler çıkarıp namus edebini tamamen ortadan kaldırdılar. Biribirinden görerek bu hal namuslu kadınlar arasında da yayıldı. Kadınlar bu yeni çıkma esvablardan yaptırmaları için kocalarını zorlamaya başladılar; zenginler bu yüzden fazla para harcayarak .israf ile günahkar oldular, kudreti olub da karılarının istediğini yerine getirmeyenlerin de evlerinde geçim tadı kalmadığı öğrenildi.
ıBundan !böyle !kadınlar lbir karışdan ziyade ıbüyüık yalkalı ferace :ve üç değirmiden fazla baş yemenisi ile sokağa çıkmayacaklardır. Feracelerde süs olarak bir parmakdan enli şe-rid kullanılmayacakdır. Bu yasakları dinlemeyecek olan kadınların sokakda yakalarının kesileceği ve esvablarının yırtılacağı ilan olunsun. Dinlememekde ısrar edenler yakalanıp başka şehirlere sürüleceklerdir· Bunu mah,al-le imamlarına kesin olarak bildiriniz. Bu yasakları dinlemeyen terziler ve şeritciler de ayrıca şiddetle cezalandırılacalktır. Yasaıkların tatibi-ıkinde ihmaliniz görıülürse siz de şid<:Ietle ceza göreceksiniz. ıHaziran 1725».
İstanbul kadınlarının uygunsuz takımı zabıtanın en küçük bir gevşekliğinden is1ifade ederek, yukardaki fermanda kullanılan tabir ile, halkı başdan çıkarmak maksadı ile açılıp saçılırlar, bilhassa yazın mesirelere, muhakkak ki olgun bir zevkin eseri, pek şCıhane kılık kıyafetlerle giderlerdi. Aşağıdaki satırlar da 1751 de Bostancıbaşı Ağaya hitaben yazılmış bir fermandır:
«Bahar mevsimi geldi, kadın taifesinden bazılarının gezme bahanesi ile Üsküdardan Kısııklı, Bulgurlu, Çamlıca, Merdivenköy ve et rafına, bazılarının da Beykozdan Akbaba, Dereseki, Yuşa denilen yerlere ara balarla gidip açık saçık dolaştıkları ve çeşitli rezalet ve şenaatlere cesaret ettikleri sözlerine inanılır kimselerden haber alındı.Bundan böyle ıkadınların oralara arabalarla gitmeleri yasaktır. Giden kadınlar ve ıkadınları götüren arabacılar şiddetle cezalandırılacaklardır.»
Kadınlar hakkında açık saçık gezme yasaklarından biri de İkinci Sultan Abdülhamid devrinde 1889 eylülünde gazetelerle ilan edil-mişdir; ilan sureti şudur :
«Resmi - Şimdiye kadar yapılan tenbihle-re aykırı olarak bu aralık müslüman kadınlarından bazılarının İslam edeb ve namusuna aykırı açık saçık gezmekde oldukları görülme'<'E> dir. Bu halin önlenmesi için zabıtaya şiddetli emirler verilmiştir».
Fakat devlet yasakları ile bu hallerin önüne geçilemedi. Kağıthane, Göksuda sandal, kayık sefaları, Büyük Kapalı Çarşıda, Direkler-arasında ramazan akşamları piyasaları, İstanbul hanımlarının şCıhane bir zerafet içinde güzellikleri teşhir ettikleri yerler oldu.
Yasakların yanı sıra açık saçık hanımlar tehzil yollu şarkılar ile de dile düşmüşlerdir. aşağıdaki kıt'a 1915 - 1918 arasında çıkmış b:^ şarkıdandır :
Yandan yırtmaç çarşaflar
Göriinüyor tombul bacaklar Kapanın şeytan postallar Bayılıyor .sizi gören esnaflar...
Zamanımız için kadının açık saçıklığı diye bir mesele yoktur; ve kadınlarımız kızlarımız arasında sokaklarda mayo teşhir eden mankenler de henüz çıkmamıştır.
Elinde teber, kolunda keşkül ve başında Ahi Tacı ile bektaşi
(R.E.K. Arşivi)
ADAMLIK, Orta tabakadan ve ayak takımından kimselerin, giye geldikleri elbise çeşidi ne olursa olsun her güne kullanmadıkları bir kat temiz ve yenice esvabları karşılığı bir deyimdir.
AGABANi, Bir çeşid beyaz bez olup üzerine safran sarısı ipek ile yapraklı dallar işlenmiştir. En güzelleri Bursada yapılmış: «Bursa ağaba-nisi» diye aranmışt:r.
Ağabaniden sarık, yorgan yüzü, boğça, bebek kundağı yapılmıştır. Ağabanı sarık saranlar da esnaf tabakası, tüccar olmuşdur, ve onların günlük hayat içinde alameti farikaları, sosyal sınıflarını bildiren nişanları olmuşdur.
AHİ TACI, « Kaadirl tarikatının Ahi koluna mensup şeyhlerin giydiği tacın (serpuşun, kavuğun) adı. Beyaz çuhadan, içi pamuklu, sekiz dilimli idi. Üzerine yeşil sarık sarılırdı» (M Z. Paka-lın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri.)
Bu tacı Bektaşiler de giyerdi.
AKARSU, «Altın ve platin üzerine yalnız bir sıra pırlanta ile yapılan modası geçmez bir nevi sade gerdanlığın ismidir; 200 - 300 liradan başlayarak (pırlantalarının değerine göre) binlerce lira edenleri vardır». (Nureddin Rüştü Büngül, Eski Eserler Ansiklopedisi, 1939).
Tulumbacı ağzı bir ayaklı mani :
Adam aman... akar su
Gelin kızlar gerdanına pek yaraşır akarsu Deli gönül her güzele gürül gürül akar su
AKLIK, Bakınız : Düzgün
Akarsu
ALACA, Umumiyetle kırmızı zemin üzerine sarı çubuklu bir pamuklu kumaştır; ipeklisi de dokunmuştur, pamuklu alaca ve ipekli alaca diye ayrılırlar; Anadolunun hemen her tarafında el tezgahlarında çok eski zamanlardan beri dokuna gelmiş, bu arada Tire ve Erzincan Alacası alacaların en iyisi olarak tanınmıştır. Çok dayanıklı bir kumaş olup pamuklu aiacalar Anadolu köylüsünün erkeklerine mintanlık, kadınlarına şalvarlık, entarilik olmuştur. Şehirlerde de halayık, hizmetkar entari ve şalvarları, uşak ve yanaşma mintanları alacadan kesilmiştir. İpe1kli alacalar ise bilhassa Şam'da dokunurdu ve Şam Alacası diye meşhurdu; pamuklu alaca giyenler, ipekli alacadan da bayramlık şalvar ve mintan giyerlerdi.
İstanbulda alacacılar Eski Bedesten esnafından idi; Evliya Çelebinin kaydına göre XVll. yüzyılda İstanbul'da alacacılar 70 dükkan, 100 nefer idi; Yenikapı - Aksaray - Fatih hattı ile sınırlanabilecek orta halli halk mahallelerinde bir çok alaca tezgahla,ı vardı; Tire, Erzincan ve Şam alacalarının taklidleri dokunurdu.
Dedi ki alayım sana çamaşır Alaca mintan hem don ile çakşır Külaha oyalı çevre yaraşır Yürü gel çarşıya yürü be şehbaz
(Galatalı Çorbacı, Serancam Destanı J
ALAY ELBİSESİ, İmparatorluk devrinde padişahla-ların kılıç kuşanma alaylarında veya her hangi bir vesile ile yapılan kabul resimlerinde protokola dahil kimselerin ve askerin giydikleri
yüksek üniformaları karşılığı kullanılmış bir
deyimdir.
ALIN ÇATKISI, Tanzimattan önceki devirde ıkadın-ların baş tuvaletlerinde kullandıkları bir saç bağının adı; «Geysôbend» de denilir; iki parmak kadar kalınlıkda bürüncükden veya can-fesden, yahut kadifeden bir kordela - şerid olub üzeri renkli ipekli veya sırma ile işlenir, süslenirdi; saç' taranıp örüldükden sonra, örgüler salınır, alın üstüne taranıp dökülen kaküllerin perişan bir şeıkilde savrulmaması için üstünden, bu sırma, ipek ·İşlemeli alın çatkısı altına alınırdı, ve çatkının iki ucu arkadan bağlanır, düğümü saç örgüleri altında kalır, görünmezdi. Alın çatkısının azıcık daha geniş
SÜSLENME SÖZLÜĞÜ^
11
Alın Çatkısı
Alay Elbisesi ile Yeniçeri Ustası (Aşçısı) ve Karakollukcu Mutfak Neferi) (R.E.K. Arşivi) .
bir nev'ine de «Kaşbasdı» denilirdi, onlar da aynı kumaşlardan ve yine işlemeli, pek güzel şeyler olarak yapılırdı, fakat bir saç bağı olarak değil de, başı ağrıyan kadınlar tarafından alınlarını s:ıktırmak için kullanılırdı (Bık.: Kaş-basdı). Topkapı Sarayı Müzesinde hakiki sanat eseri pek nefis, pek kıymetli alın çatkıları ve kaşbastılar vardır.
Alınçatkısı bagiamış Izmirli kadın, 1880-1890 (Kıyafeti Osmaniye Albümü)
ALLIK, Eskiden «Yüz Yazması», zamanımızda da «Makiyaj» denilen yüz boyamasında kullanılan kırmızı boyanın adı, ki zamanımızda ona da «Ruj» deniliyor.
Eski toplum hayatımızda allık yanak ve dudak üstünde yalnız kadınlar tarafından kul-lanılm:ştır; bir de orta oyunlarında «Zenne» (Kız - Kadın) rollerine çıkan oyuncularla köçek oğlanlar yanak ve dudaklarına allık sürerlerdi ki hem zenneye çıkan oyunculara hem de köçek oğlanlara iffetini gidermiş erkek diye bakılırdı ve istisnasız öyle idi\lr. Ancak Meş-rutiyetden (1908) sonradır ki ve yalnız İstan-bulda, İstanbulda da aşırı alafrangalık yolundaki ailelerin delikanlıları yanaklarına pudra ile beraber hafif bir penbelik vermişler, ve dudaklarını da yine hafifce boyamışlardır.
Kadın makiyajında allık olarak herhangi. bir zararsız kırmızı boya ıkullanılmıştır, ve at-tarlar tarafından «Gaz Boyaması» adı ile satılmıştır. Gaz denilen incecik tülbendler kırmızı boyaya batırılır ve boya o tülıbend üstünde toplanıp kurur idi. Boyanacak hanımlar yanaklarını gül suyu ile hafifce ıslatırlar ve sonra küçük bir parça Gaz Boyamasını cild üzerinde gezdirerek yüzün gereken yerlerini allandırır-lardı· Dudak boyamak için de dudağı dil ile ıslatıp üstüne gaz boyamasını sürmek kati gelirdi. Hiç şüphesiz ki zerilfetle, letafetle boyanmak el yatkınlığına dayanan bir hünerdi; eski makiyajda allık, yüzü beyazlandıran aklık (düzgün), kaşları boyayan rastık, kirpikleri boyayan sürme ile beraber bu işlerin mOtahassısı kadınlar, «Yüz Yazmacıları» vardı, aynı zamanda saç tanzim ederler, kakül keserler, kadın berberliği yaparlardı, ve evleri zamanımızın güzellik salonları gibi süslü kadınların uğragı idi; yüz yazmacılığı ile geçinirlerdi, kibar hanımefendiler tarafından ise konaklara davet 'edilirlerdi (Bakınız: Yüz Yazması; Düzgün;
Rastık; Sürme; Ben)
Sokağa aşırı derecede allıklı çıkmak eski toplum hayatımızda hoş görülmemiştir; öyle kadınlar «Haspa» olarak darngalanmışlardır. Aşağıdaki manzume geçen yüzyıl sonlarında yaşamış ünlü halk şairi Üsküdarlı Aşık Razi tarafından kendisine ayak takımından oynaş oğlan
arayan allıklı yaşlı ve zengin bir yosma için alay yollu yazılmışdır:
Şehbazımı görmüş a!lıklı hanım Laf atmış oğlana: «Ah benim canım Kayıkçıgüzeli bıçkın levendim Yandım ateşine kaynadı kanım .. » Şöy!e bir şOhane çakınca işmar Peşil\e t^kılmış şah balabanım Yosma nigar aşmış çift otuzunu Düşünür mü anı o daltabanım Hele açılsın gör hanım kesesi Fit olur oynaşa kopuk civanım
ALPAK, ALPAKA, Alpaka, Güney Amerikada develer ailesinden yünü çok güzel bir hayvanın adıdır; onun yününden ipek ve pamuk karıştırılarak dokunan gayet yumuşak, parlak bir kumaşa da alpaka denilmiş1ir. Bize önce Av-rupadan gelen bu yünlü kumaşlar «Alpak» adı ile kibar tabaka hanımları için kışlık çarşaf ve beyler için de kostüm için pek makbul olmuştur. Türkiyede tekstil sanayii dünya ölçüsünde birinci kademeye yükseldikden sonra çok güzel alpakalar dokunmaya başlamıştır.
Aşağıdaki manzume Üsküdarlı Aşık Razi-nin bir hicviyesidir:
Dulun kibarıdır çarşafı alpak
Para ayıb örter doğru söz elhak Lebleri mercandan gözleri zümrüd Olsa da geysuler bir samur kalpak Kayıkçıdan oynaş olur mu ona Pırpırı kıyafet hem yalın ayak Sevmişse oğlanı evlad yerine Hanımda alın ak etek pirü pak (Geysu = Saç, kakül)
ALTI KAVAL ÜSTÜ ŞEŞHANE, Giyim kuşam üzerine halk ağzı tekerleme bir deyim; «altı üstüne uymayan kılık kiyafet», «yoksulluğu sırıtan özenti süslenme» anlamındadır:
Başındaki keçe külahı yağlı
Gel gör ki Kandilli Yazması bağlı Tıral.:uzon bezi yırtık gömleği Som sırma işleme çuha yeleği Oonca gezer yokdur ne çakşır şalvar Velakin belinde hindkar1 şal var Parmağında elmas yüzüklü kopuk Yalın ayaklarla vuruyor topuk Yörük ağzı ile gaayetle dilbaz Altı kaval üstü şeşhane şehbaz
ALTIN, ZİYNET ALTINI, Kadınlı erkekli Türk süslenmesinde, tuvaletinde bilezik, yüzük, küpe, iğne, gerdanlık, saat, saat kordonu, gömlek kol düğmesi, esvab düğmesi (kopçası), esvab iş-
lerrıesi (sırma) olarak altının çok geniş bir yeri olmuştur; ve bu eşyanın içinde bilezikler, yüzükler, küpeler, iğneler, saatler, kol düğmeleri ayrıca çeşidli kıymetde elmaslar, ve zümrüd, yakut, firuze gibi sair kıymetli taşlarla bezenmişlerdir (Bk. : Bilezik; Küpe; Yüzük; İğne; Broş; Saat; Kol Düğmesi; Gerdanlık). Fakat Türk kadın süslenmesinde, tuvaletinde ayrıca altın paralarımız da mühim yer almıştır. Baş ve göğüs ziyneti olarak devletin altın paralarından, kuyumcu eliyle birer küçük halka eklenerek, tepelikler, gerdanlıklar yapılmış, devlet parasının piyasadan bu suretle çekilmesini önlemek için yine devlet eliyle darbhanede parn şeklinde ve tıpkı para gibi devrin padişahının turasını ve baskı tarihini taşıyan ziynet altınları basılmıştır. Bu ziynet altınları dizi dizi gerdanlık gibi takılmış, kadın hotozlarını, feslerini süslemiştir. (Bakınız: Tepelik).
Aşağıdaki 'kıt'a Enderunlu Vasıf'ın bir mahalle karısı ağzından kızına nasihat yollu yazdığı meşhur manzumesinden alınmıştır:
Boyun altınını gerdanına tak dizim dizim Zendostanı salın oğundur sızım sızım Etme heves seviciliğe gel kadın kızım Görüb bıçakla urur seni sonra baldızım Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol!
ALTIPARMAK, Alaca denilen kl'maş;n bir çc:şidı-nin adı (Bakınız: Alaca) Asıl alaca umumiyetle kırmızı zemin üzerine sarı çubuklu olarak dokunur, «altıparmak» da çubuklar sarı, siyah, beyaz, mavi, yeşil ve mor altı renk üzerinedir.
AMERiKAN, AMERİKAN BEZİ, (Bakınız: Bez)
AMMAME, Başa giyilen her ne ise, külah, kavuk veya fesin etrafına sarılan ve renkleri beyaz, siyah yahut yeşil olan tülbend sarığın ulema ağzındaki adı (Bakınız: Sarık).
ARAKÇİN, Kenarlarının ve içinin ter ile yağlanıp kirlenmemesi için külah veya kavuğun altına giyilen takkenin adı (aı-ak arabca ter; çln de farsca elden = toplama kökünden toplayan anlamındadır; arakçin mürekkeb ismi ter toplayan manasındadır); halk ağzında «Terlik» denilir.
Her hangi bir bezden sadeleri ve gayet ince pamukluları olmak üzere iki çeşit idi; sade olsun pamuklu olsun arakçinlerin dikişine
de son derecede özenilirdi; M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» eserinde : «İst2nbulda Büyük Kapalı Çarşının Dua Meydanı denilen yerinde bazı ev kadınları sıçan dişi tabir ettikleri göz görmeyecek ince dikişle dikdikleri arakçinleri 5 - 6 kuruşa satarlardı» diyor.
Şu zarif mısra XVIJI. yüzyıl Şairlerinden Sa-bit'indir'
Arakçinin alub aşık döküldü geysuvanı yar ( Geysuvan = Saçlar, kaküller)
'\
ARAKİYYE, Tiftikden yapılmış ince, hafif bir külahın adıdır; ismi arabcada ter manasına arak'-dan gelir, «ter emici, ter toplayıcı» anlamındadır, «arakçin» den farkı, sokağa çıkılır iken arakiyyenin üstüne ayrıca başka bir külah veya kavuk giyilmemesidir (Bakınız: Arakçin) Arakiyyeyi bilhassa dervişler, dervişlerin fukarası, kalenderleri giyerlerdi.
ARI RESMİ NAKIŞLI AMELE KAZAKLAR!, 1950 ile 1960 arasında İstanbulda türlü işlerde çalışan bekar uşağı ameleler arasında bu kazakları giymek adeta bir amele modası olmuş ve ls-tanbı uldan Anadoluya, küçük kasabalara, hatta köylere kadar yayılmışdır.
Çoğunun arasına pamuk ipliği de katılmış kaba yünden makina örgüsü ve daima göze çarpar renklerde bu kazaklar istisnasız kolsuz olup göğüslerinde, ve göğsü hemen tamamen dolduran bir arı nakşı taşımakta idi.
Bu nakış, «Arı gibi çalışkan» sozunun amele hayatında bir sembolü bilinmiş, ayrıca, o diyar garibi bekar uşakları tarafından lstan-bulda kendilerini işsiz bırakmayacak bir tılsım gibi görülmüşdü. Mağazalardan ziyade işportalarda satılmış, ve geniş ölçüde Anadolu pazarlarına sevıkedilmiştir.
Bazı trikotajcılar aynı cins ıkazaiklara arı yerine kelebek resmi nakşettirmişler ise de kelebek, arının gördüğü rağbeti görmemiştir.
ARKALIK, Saka arkalığı ve hammal arkalığı ola-raık iki çeşiddir, birbirine benzemeyen iki ayrı şeydir.
Saka arkalığı, meşin kırbalar!a su taşıyan eski sakaların, kırbayı çeşmeden doldurduk-dan sonra arkalarına vurdukları zaman, esvab
Bez kasketli, külot pantalonlu, yalın ayağı yarım pabuçlu ve An nakışlı kazak giymiş te kar uşa^ amele tipi, 19^1W.
Çeşme başında arkalıklı ve kırbalı mahalle sakası ile kenarın gizli mahalle kızı (Preziosi’nin bir suluboya resminden az değiştirerek Sabiha Bozcalı eli ile, İstanbul Ansiklopedisi, (R.E.K. Arşivi).
ve çamaşırlarının, serpilecek veya sızacak su i1e ıslanmaması için giydikleri meşin yeleğin adıdır. Kendine mahsus kesimi vardı : kolsuz. omuzları geniş, boyu da sırta giyilen cebken, camedan, salta her ne ise onun lıoyundan uzun olurdu. Göğüs kısmı tamamen kavuşdu· ğu halde iliği düğmesi yokdu. Kışın arka sa· kalarını soğukdan da muhafaza ederdi.
Küfe dolusu ağır yük taşıyarı eski seyyaı· manavlar da, yürürken küfenin sırta ızdırap vermemesi, esvabı yıpratmaması için saka ar· !kalığın tam benzeri bir meşin yelek giyerlerdi; fakat her neden ise onlara manav arka-■lığı diye ayrıca isim verilmemiştir.
İstanbulda yangınlara karşı, Lale Devrin. de Yeniçeri Ocağına bağlı ilk Yangın Tulumbacıları Ocağı teşkilatı kurulduğunda, yc:ngın tulumbalarına çeşmelerden su taşımak için de mahalle sakalarından bir kısmı görevlendirilmiş idi, bu sakaların arkalıkları da mlrlden verilmişti; yangın sakalarının arkalıklarının sırt kısmının tam ortasına sonraları bir alameti farika olarak Bayazıd Yangın Kulesinin bir resmi nakşeditir oldu.
"":.."angın Sakası arkalığı (R.E.K. Arşivi)
Hammal arkalıklarının bu sözlükle ilgisi yokdur; fakat şunu da kaydedelim ki, arkalıklı sırt hamalları memleketimize gelen yabancı ressamlar için zengin kcırıulardan biridir.
ASA, «Uzun el değneği, dayanacak uzun sopa; ekseriya başı topuzlu olur; altın ve gümüşle
müzeyyen olarak bazı millet ve taifelerde riyaseti cismaniye ve ruhaniye alameti ad olunur» (Şemseddin Sami, Kaamusi Türkl).
Bizde bastondan önce yüz yıllar boyunca, hem bir dayanak, hem de mevki, memuriyet alameti olarak protokol icabı kullanılmıştır.
Yeniçeri Ocağında Çorbacı Ağadan itibaren büyük rütbeli zabitler, Yeniçeri Ağası, Osmanlı Sarayının büyük rütbeli zabitleri, Divanı Hümayun teşrifatında görevli ıbüyük memurlar, Sadırazam, Vezirler, Seyihülislam, Kadıasıkerler, ulema, tarikat şeyhleri mevıkllerinin alameti olarak asa kullanmışlardır.
Sultan İbrahimin idamı için saraya gidildiğinde, bu işi görmek istemeyen Cellad Kara Ali kaçıp saklandığında, Sadırazam ihtiyar Sofu Mehmed Paşa celladı saklandığı yerden elindeki asa ile döve döve çılkarmışdı.
Abanozdan, gül ağacından, ayrıca tezyin edilmiş çok kıymetli asalar yapılmıştır; asanın bastondan farkı, baş tarafının bir topuzla bitmiş olması ve uzun olmasıdır; uzunluğu kullananın omuz boyu hizasında olup asa topuzundan tutulduğunda el de o hizada kalkmış olur, asa ile yürünür iken asa ekseriya baston gibi bitiminden değil, üst kısmında münasib bir yerinden tutulur. Asa üzerine şu zarif beyit Koca Ragıb Paşa'nındır :
Muharriki dil olur dilrübiya muhtacız Zamanı za'fı kuvadır asaya muhticız
(Gönül oynatacak bir gönülçekiciye muhtacız
Tüm · kuvvetlerimizden düşkünlük zamanıdır, ona asli gibi dayanmaya muhtacız)
ATKI, BOYUN ATKISI, OMUZ ATKISI, Kışın soğuk-dan !korunmak için lboyun atikısını erkekler, omuz - sırt atkısını da kadınlar kullanır; ka. dınlar atkıyı yazın akşam veya gece serinliğinde de kullanırlar.
Atkıya boyun şalı, omuz - sırt şalı da denilir. (Bakınız : Şal).
Atkıya, fransızca karşılığı «Cache-col» kelimesi Türk ağzına göre azıcık değiştirilerek ıkaşkol - ıkaşkul da denilir.
Er:kek atkıları kuşağın kısası şeklinde, kadın atkıları boğça gibi değirmi şekillidir· Erkek boyun atkıları pamvklu, yünlü, ipekli, her
zevke göre renk renık, sade veya türlü nakışlı, sureti mahsusada atkı olarak örülürler, veya bu maksadla dokunmuş kumaşlardan olur, el örgüsü olanları, makina örgüsü olanları vardır.
Kadınlardan, kızlardan atkı kullananlar pek az kalmıştır. Halbuki eskiden, Türk kadınlarının örtü altında bulunduğu devirlerde kışın bir kadın bilhassa sokağa çıkarken atkısını da muhakkak alır, çarşaf pelerinin altında elinde taşır, icalb ettiği zaman çarşaf pelerinin üstüne ataraık sırtını ve omuzlarını sarar, soğuğa ıkarşı^korunur idi. Kadın atkılarının çevresi at-ikının ipliğinden püskül saçaklı, örgü dantelli, her halde süslü olurdu.
Erkek atkılarının iki ucuna da yine atkının ipliğinden veya kumaşından püsküller, saçaklar yapılır.
Zamanımızda dar gelirli ailelerde boyun atkısı erkeklerin önemli kış eşyasından sayılır. Kışın bir palto tedarik edemeyen erkek ve erkek çocuklar işlerine, okullarına giderken, sırtlarında bir ceket, boyunlarını ve göğüslerini atkıları ile korurlar. Bundan ötürüdür ki kış mevsimi ağzında büyük şehirlerde, bilhassa İstanbulda erkek boyun atkıları işporta mallarından olur, sokaklarda satılır.
Şık bir ertkeğin boynundaki atkısı, kumaşı-nİn cinsi ile, örgüsünün nefaseti ile, nakşının güzelliği ve rengi ile ilk göze çarpan eşyasın-dandır, sokakta palto altında esvabı görülmeden atkısı görülür. Tuvaletine düşkün olanlar bir boyun atkısı alırlarken hayli titizlik gösterirler; başkaları tarafından beğenildiği zaman da: «Londradan aldım..», «Parisden geldi.. > diye övünenler çok görülür.
Zamanımızda erkek atkılarını veya benzerlerini kullanan sportmen kadınlar ve kızlar pek çokdur.
ATLAS, lpekden dokunmuş esvablık bir kumaş olup al, mavi, yeşil, sarı daima düz renklidir, ve üzerinde hiç bir tezyini motif bulunmaz; incesi ve kalını olur, fakat her iki çeşidi de sertcedir, el ile dokunulduğu zaman kendine has tatlı bir hışırtı çıkarır. lncelerinden orta halli ailelerde kızlar için gelinlik, oğlanlar için sünnetlik entari kesilir, genç kadınlar ve delikanlılar için de entari altına giyilen şalvar yapılırdı.
XVll. yüz:yılın ilik yarısında Lale Devrinin büyük şairi Nedim, yeşil atlas şalvarlı 'bir gıüze-li bir gazelinde şöyle tasvir ediY,or :
Unutturdu bana servi revanı dün gülistanda
Efendim bir uzun boylu yeşil atlaslı afet var
Henüz on ikiden onüç gün eksik yaşı amma kim
Ayın ondördünü yad ettirir bir mah tal'at var
Şu kıt'a da söyleyeni meçhul bir destan-dandı·r :
Nail olub dillerine
Ol güzelin yollarına
Kol dolayub bellerine
Atlasu diba çekeriz
Aşağıdaki beyit de bahtdan şikayet yollu »ylenmiştir:
Kimi seyrana çıkar atlasu diba giyerek
Kimi mendil bulamaz dideden eşkin silecek
ROhl'nin şu beyti de dervişane söylenmiş-dir:
Sırtında görüb gayrilerin atlasu diba
Gam çekme kim sırtımda benim kiihne abi var
Avniyeli Efendi (R.E.K. Arşivi)
XIX. yüzyılda Osmanlı sarayında atlas kışlık kumaş olarak kabul edilmişti. Hafız İlyas Efendinin «Letaifi EnderOniye» isimli eserinde kaydettiğine göre enderunlular arasında kışa da «Atlas Mevsi» denilirmiş.
(Mah tal'at = Ay yüzlü; Dide = ^z; Eşk = ^zyaşı.)
AVNİYE, Bilhassa Abdülaziz zamanında (padişahlığı 1861 - 1876) çok yaygın olarak giyilmiş kukuletalı bir yağmurluk kaputun adı; bedeni bol, kolları bol, etekleri ayağın incik kemikleri hizasına ikadar inerdi, kadimden !beri asker ocaık-larında kullanılmış yine kukuletalı bir yağmurluk gocuğun tadili ve kol ilavesi ile yapılmıştı.
Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ordu zabitan ve erıkanına kışlıik sdkalk kisvesi olarak kabul edildiği için paşanın adına nisbet-le «Avniye» denilmişti. Devetüyü ve siyah çuhadan yapılırdı; önünün hem düğme hemde ilik tarafları kenarı, kukuletanın etrafı, omuz ve yan dikişleri ve kol dikişleri çuhanın renginde bir şeridle çevrilirdi.
Kışın sıcak tutar, yağmurlu havalarda şemsiye aratmaz, iyi bir çuhadan yapılanı eskimek bilmez, mütevazı, babayani bir kisve idi. Alafrangalığa düşkün olmayanlar tarafından elli yıl !kadar seve 'Seve giyilmiştir. Devrin padişahı Abdülazizin de sırtında avniye ile çekilmiş bir fotoğrafı vardır.
AVRUPA, ikinci Sultan Mahmud devrinde Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı 1826 dan sonra ve bilhassa Tanzimat Devri denilen Abdülmecid ve Abdülaziz zamanlarında Terklerin Avrualı kılık ve kiyafetine rağbet etmeye başladıkları sıra kadın ve erkek saç kesimi ve tuvaletinde de değişiklik oldu. Kadınlar alın boyunca iki kaşın üstüne top kakül bıraktılar; delikanlılar ve büluğ çağındaki oğlanlar da saç uzattılar ve uzattıkları saçları Avrupalılar giibi yandan veya ortadan taradılar; kadınların top kaküllerine ve delikanlılarla mürahik oğlanların taranmış uzun saçlarına «Avrupa» adı verildi. Bu yeni saç modası mutaassı blar tarafından hoş karşılanmadı. Devrin zihniyetini gösteren şirin bir fıkradır; şair devlet adamı Ethem Pertev Paşa iki oğluna, yine o devirdeki kiyafet inkilabına uyarak setire pantalon giydirmiş (Bakınız: Se-
tire; Pantalon) ve padişaha götürmüştü; SuJ. tan Mahmut çocukları okşayıp sevdikten son. ra: «Başlarını tıraş ettirmişsiniz .. saçları da Av-l'upa olsun!..» demişti. Pertev Paşa mazeret olara,k nezle olduklarını söyleyince de: «Alışırlar, alışırlar.. saçları Avrupa olsun!..> diye emrinde ısrar etmişti.
Aşağıdaki manzume, adını tesbit edemediğimiz muhaf^za:kar ıbir şair tarafından setire pantalonlu ve saçı Avrupa lbir genç paşazadeyi alaya alma yollu yazılmıştır:
Pek yaraşmış ak pantalon mum gibi Peşindeki aJıkları kum gibi Güzel beyim civanların içinde Taze çıkmış sakızlı lokum gibi Gönül çeker saç kesimi avrupa Güzel beyim hem nazlıdır hem hoppa Davet itsem aceb gülüm gelir mi Hane viran hem. semtimiz pek sapa Uşak olsam ben giydirsem ben soysam Avrupayı hem !arasam hem koksam
AVRUPA, AYROPA, ikinci Sultan Mahmud devri sonları ile ibilıhassa Tanzimat devrinde Tıürlk-lerin Avrupalı ıkılılk ıkiyafetine rağbet etmeğe başladıkları sırada, batıdan alınmış giyim kuşam eşyasına, «Avrupa yelek, avrupa entari, avrupa yelpaze» gibi bir avrupa ismi eklenirdi; «kostüm, rob» gibi isimler sonra sonra kullanılmaya başladı.
Avrupa kelimesi de sarayda ve konaklardaki zenci veya haıbeşl halayıklar, çer!kes ca-riyeler ile cariyelikden gelme hanımlar, ve onlardan alınarak halk ağzında «Ayropa» şeklini almıştı.
M. Z. Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şunları yazıyor : «Ayropa hazinedar kalfaların giydikleri bir nevi elbisenin adı idi. Beden ve kollarına göre göğüsleri düzce inişle pek az açık, belden bir i<arış aşağı etekli, kenarları vaktin modasına göre müzeyyendi. Bu biçim Avrupadan geldiğinden galat olarak bu ismi almışdı». Pakalı-nın tarifinden bir elbise çizmek zordur; etek tarifinden «bolero» dem^ istediği tahmin edileıbilir (Bk : Bolero).
Başında dalfes, üstünde cebken, fermene, elifi şalvar, belinde kuşak, çıplak ayaklarında ökçeleri basık tulumbacı yemenisi ( Kamerçin-şıp_tık) ile Avrupa kesimi top kaküllü İstanbul delikanlısı, 1885 - 1890.
(R.E.K. Arşivi)
Avnıpa, Ayropa
AYAK, ÇIPLAK AYAK NİZAMI VE ÇIPLA,K AYAK MODASI, (Bakınız : Çıplak Ayak Nızamı)
AYAKKABI, (Bakınız : Başmaık, Bot, Cermuık, Çapula, Çizme, Çedik, Edik, Fi/ar, Fotin, Galata Ye-
Başında hotoz ile Avrupa modası bluz-etek giymiş İstanbul hanımı (Müsahibzade'den)
menisi, iskarpin, Kaloş, Kamerçin, Katır, KlJn-dura, Mest, Mercan Terlik, Merkup, Mokasen, MOze, Nalın, Pabuç, Pantufla, Patik, Postal, Sanda/, Takunya, Terlik, Tomaik, Yemeni).
AZİZİYE KAUB FES Sultan Abdülazizin (Padişahlığı 1861 - 1 876) giydiği fesin kalıbında olan feslere verilmiş isimdir (Bakınız: Fes); devrin ricalinden ayaktakırnına varıncaya dek o devirde hemen herkes tarafından giyilmiştir, başlıca hususiyeti alt kısmının gayet geniş olup kulak hizasına kadar inmesi, kenarı ile üst tablası arasının da kısa olmasıydı. Püskülü ilk burma püsküllerden, kalın, fakat Abdülmecid devri feslerinde olduğu gibi fesin kenarını aşmaz, kenar hizasmdan kesilirdi (Baıkınız: Püskül) .
Sultan Azizin başında Aziziyekalıb fes (R.E.K. Arşivi)
Abdülaziz tahtdan indirildikden sonra aziziye kalıb fes giyenler hoş görülmeyeceğinden dolayı bu kalıb fes modası yerini «Hamidiye Kalıb feslere» terketti, ve fes ıkalııbcısı düifrjkan-larından aziziye kalıplar kaldırıldı.
B
BABAYANE KIYAFET, Halk ağzında «babayani» denilir; yaşlı, ihtiyar tarz ve halinde görünm·e, genç adamın yaşından beklenmeyen vekarlı halidir; yaşının hakkı olan tuvaleti, süsü yapmayan, şıklık kaygusu gütmeyerek giyinen er· kekler hakkında kullanılır.
BAGDAD GÜLÜ, Derviş tuvaleti deyimlerinden; «Kaadirl şeyhleri tarafından giyilen tacın tepesine dikilen ufak kıt'ada dairevi çuha parçasının adı; iç içe üç çuha parçası olub kenarları örülürdü, çuha {g1ül) yeşil, örgüsü de tbeyaz ibrişimle olurdu» (M. Z. Pakalın).
BAGIR YELEGI, Eski devirlerde bir asker yeleğinin adı; köseleden yapılırdı; zırhın vücudu ra-·hatsız etmemesi için zırh altına, zırh ile gömlek arasına giyilirdi.
BAHRİYELİ KIYAFETİ, BAHRİYE NEFERİ ÜNİFOR-.MASI, Yazın beyaz ketenden ve kışın siyah şayak-dan bahriye neferlerinin ve Bahriye Gedikli Okulu (Assubay Okulu)'öğrencisinin üniforması askeri üniformaların içinde en güzelidir; Bilhassa ön kısmı göğüs ortasına kadar açık, dekolte, ve arka kısmı omuzlardan aşarak sırta dökülen, kenarları beyaz çubuklu mavi yaka (palet), dalgaları köpüklü denizin çok ince zevk ile bulunmuş remzidir.
Palet, evvela lngiliz donanmasında 1805 den sonra kullanılmıştır. Denizi temsil eden mavi zemin üstündeki üç beyaz çizgi Amiral Nelsonun (ölümü Trafalgar'da 1 805) üç büyük deniz ZJaferine işarettir (Sen Vensan, Abukir, Trafalgar). Palet altındaki siyah kravat da onun ebedi matemidir. Bu büyük amiralin hatırasından doğmuş güzel kıyafet milliyet kay-gusuna düşülmeden ufak farklarla beynelmilel olmuştur.
Türk donanmasında geleneksel Kalyoncu kıyafetinin terk edilerek bu :bahriyeli üniformasının ne zaman kabul edildiğini kesin ola·
rak tesbit edemedik; 1853 Kırım harbi içinde, veya bu tarihden az evvel olması gerekir. ln-giliz donanmasındaki ilk şeklinde, bugün baş-dan geçirilerek giyilen bluzun yerinde, yine paletli ve bizim cebkenimize benzeyen kısa etekli, etek kenarı bel hizasında bir ceket vardı, bu ceketin önü iki sıra düğmeli, fakat düğ'." meler iliklenmezdi, yani ceketin iki yanı tamamen kavuşmaz, ancak yaka ucundan tutturularak ceket kapanmış olurdu, ceketin altında da bir yelek, bazan bir gemici fanilası bulunurdu. Bizdeki ilk bahriye neferinin üniforması da öyle idi, şu fark ile ki, başa kep yerine fes giyilmiş, bele de eski kalyoncu kiyafetinin hatırası olarak kırmızı bir ıkuşak sarılmıştır; ku-
Bahriye Sibyan Bandosunda trampetci (R.E.K. Arşivi)
şak üstüne de tokası tek çapalı bir palaska bağlanmıştır. Paletde de, mavi zemin üzerine üç tbeyaz çizgi yerine yine mavi zemin üzerinde iki kırmızı çizgi, şerid kabul edilmiştir. Türk bahriye neferinin bu üniforması 1908 meşrutiyetine kadar devam etmiştir. Meşrutiyetden sonradır ıki, avrupa devletleri donanmalarında-ıki değişikliğe uyularak ceket yerine başdan geçme ıbluz giyilmiş, paletin i:ki :kırmızı çizgisi de, çok daha güzel üç beyaz şeride tahvil edilmiştir. Yaka altına, ıiyongası dört köşeli muska şeklinde ve sabit, arkada yaka altındaki kolanlarından !bağlanıp 'taıkılır bir siyah !kravat ilave edi!mişdir.
Birinci Cihan Savaşı içinde, Enver Paşa Türk ıkara ordusu askerine kendi ad.ına nisbetle «Enver!» denilen bir serpuş giydirirıken, Bahriye Nazm Cemal Paşa da deniz erleri için sünnet çocuklarının takkelerine benzeyen ve herhalde çok çinkin olan bir serpuş giydirmiştir, o
Dalfesli, cebkenli, fistanlı ve bacak.lan tozluklu Bahriye 'Mektebi talebesi; 1862 - 1863.
(R.E.K. Arşivi)
Cemall'li bahriye neferi, 1915 - 1923 CR.E.K. Arşivi)
zamanlar bahriyelilerin serpuşuna da «Cemali» diyenler olmuştur. Bu takke serpuşun alt kenarında fırdolayı bir siyah kordela dolaşmak-da, kordelanın iki ucu da arkadan, bir karış kadar, sırt üstüne sarkmakda idi; serpuşun alın üstüne gelen ön kısmında da neferin hizmet gördüğü yer, yahut efradından !bulunduğu harb gemisinin adı sarı ipekle işlenmiş olarak yazılırdı. Cumhuriyet devrinde şapka inkılabından sonra bahriye neferleri için de bugün giyilen kep kabul edilmiştir, ve bahriyeli keplerinin de en güzel şeklidir.
Elimizde eski bahriyeli kıyafeti üzerine çok kıymetli iki garib fotoğraf vardır; bu resimler, Keçecizade izzet Fuad Paşa tereıke-sinden bazı evrak arasında elimize geçmiştir. Bu resimlerden birinin arkasında kurşun kalemi ile «Rifat Beyin bahriye talebelerinden» cümlesi yazılıdır; bahriye talebesi denilen gencin başında, püskülü fes kenarını üç parmak
B^ye Neferi : 19^ — 1^ CR.E.K. Arşivi)
kadar aşmış fes, sırtında helali gömlek, onun üstünde ön kısmı tamamen işlemeli, kolları yalnız omuz ibaşından rabtedilmiş olup iç dikişsiz, aşağıya birer ıkanad gibi sarkan bir ceb-:ken, ve belinde de bir kuşak vardır; pantalon yoktur, genç uzun paçalı ve ıbeyaz bezden bir don giymiş olup onun üstünde de Yunanlı e; , zonlar gibi !kırmalı bir etekliık bulunmaiktadır. bacaklarına da ayak üstünü tamamen örten ve diz kapağına kadar çıkan bir tozluk geçirmiştir, öyle ki, donun etek altı ile tozluk üstünde, ve diz kcıpağı hizasında küçüık bir parçası gö-rülmektedir· Talebe denilen bu gencin Heybeli Adadaki Bahriye Mektebi talebesi mi, yaıhut Tersanedeki çırak bölüklerinden birinin efradından mı tayin edemedik Aynı üniforma ile İzzet Fuad Paşanın da 2 - 3 yaşlarında görünen bir çocukluk resmi vardır, paşanın doğumu 1860 olduğuna göre resimlerin 1862 - 1863 arasında çekilmiş olması gerekir, Sultan Azizin ilk saltanat yıllarıdır. Osmanlı donanmasını
Avrupanın sayılı deniz kuvvetlerinden biri haline getirmiş olan bu padişahın ilk saltanat yıllarında baıhriyeli kiyafetini de değiştirmek is-. tediği, fakat bulunan ıbu acaip efzon taklidi, yahut lsıkoç taklidi etekli:kli neferlerin pek geniş bir ekseriyet, hatta milletce beğenilmediği için pek tezine de kaldırıldığı söylenebilir.
(Bakınız : Kalyoncu; Çıplak).
BAHRiYELi ÇOCUK ESVABI MODASI, Bahriyeli nefer üniforması o kadar güzeldir ki geçen ·yüzyıl sonları ile bu yüzyıl ıbaşında önce Avru-pada, oradan gelenek bizde, bilha^. istanibulda
Sultan Abdülazizin oğlu çocuk prens Mahmud Celaleddin'in sırtında amiral üniforması ('R.E.K. Arşivi)
Bir bey oğlu çocuk sırtında Bahriye neferi esvabı ('R.E.K. Arşivi)
ve lstanbulun yüksek kibar muhitinde erkek çocukların giyiminde moda olmuştu. Avrupada hükümdar hanedanlarında (başta. lngilterede Hanover - Vindsor, Almanyada Hohenzollern ve Rusyada Romanof hanedanlan) 12 - 14 yaş arasındaki prenslere, pantalonu eteklikle değiştirerek küçük prenseslere, bizde de aynı yaşdaki paşazadelere, beyzadelere bahriye nefer esvabı giydirilmiştir. Osmanlı hanedanı bu modada Avrupadan ayrılarak o yaşlardaki şehzadelere (Prenslere) civelek bahriye neferi ki-yafeti yerine amiral üniformasını tercih etmişlerdir, Sultan .Azizin çok dilber bir çocuk olan en sevgili oğlu Mahmud Celaleddin Efendinin amiral üniforması ile şirin bir bahriyeli fotoğrafı vardır.
Erkek çocuklara giydirilen bahriye neferi üniformasında aslına nisbetle küçük bir değişiklik yapılmış, neferlerde pantalon üstüne etekleri düz olarak dökülen bluz yerine, çocuklara, etekleri pantalon üstüne pot olarak dökülen bluz - ceket yapılmış olmasıdır, palet -yaka altından da geniş ipekli bir boyun bağı bağlanmıştır.
BARATA, Çuhadan yapılan, ucu kıvrık ve uzunca bir nevi külahın adı; kelimenin aslı İtalyanca-dır, «barreta» dan bozmadır. 1826 da Yeniçerilerin kaldırılması ve o büyük vakayı takib eden inkılablardan önce Bostancı Ocakları efradı ile Sarayı Hümayunun diğer kaba dış hizmet
ocakları efradının serpuşu idi; aralarında pek ehemmiyetsiz farklarla «Bostancı Baratası>, «Haseki Baratası» gibi isimlerle çeşidleri vardı. Kırmızı, beyaz, devetüyü renklerinde olurdu.
Geçen yüzyılın rind ve külıhan'ı' şairlerinden Enderunlu Fazıl Bey başı baratalı güzel bir genci şu meşhur şarıkısı ile tasvir etmişdir :
Ah ol pakize eda aşıkı zarın canı İki renk ile esir itti dili nilinı Kahice sarı kah al giyer kaftanı Biri safran sarısıdır biri tavşan kaanı
Al giyse açılır verdi ruhi nemnaki Bütün al üstüne al ol vücudi paki Bütün al üstüne al ol vücudi paki Kan ider gamzeleri şivesi hüsnü anı
(Ah ağlayan aşıkın canı olan o saf kurumlu güzel İki renk ile esir etti inleyen gönlü Bazan sarı bazan al giyer kaftanı Biri sarfan sarısı biri tavşan kanı
Al giyse nemli yanağının gülü açılır
O tertemiz vücudu bütün al üstüne al
Barata al, yüzü al, akıl kavuşdurmayı ya^ma ediyor
Süzgün gözü, nazı, güzelliği çekiciliği kan eder.. )
Başı Baratalı Bostancı Neferi ('R.E.K. Ar.^ivi)
BASMA, Kumaşlar yüzyıllar boyunca türlü renk ve desenlerle dokunurken süslene gelmişlerdi. Türk kumaşlarının geometrik veya üslublaştı-rılmış çiçeklerden mürekkeb süs motifleri gayetle zengindir. Renklerin ahengi, tatlılığı, hatta bazan zıd renklerin çekiciliği ile eski kumaşlarımız bugün çok yüksek kıymetler taşımaktadırlar.
Aslı düz. beyaz doıkumanın çeşitli süs-motifleri basma sureti ile süslenmesi, Türk süslemeciliğinde «Yazmacılık» adını almışdır. Eski Türk yazmaları arasında şaheserlere rastlanır, en güzelleri de Rumelide, lstanbulda Kandilli'de, ve Bursada yapılmışlardır. (Bakınız : Yazma; Kandilli Yazması). Fakat bu yaz-
malar küçük ölçüde kumaşlar üzerine yapılmışlardır, Yorgan Yüzü, Boğça, Baş Yemenisi gibi.
Süs motifleri basma usulü ile yapılmış ve metreler boyunca ilk pamuklu ve keten ve ipekli kumaşlar memleketimize geçen yüzyılın ikinci yarısında Avrupa mamulatı olarak gelmiş ve «Basma» adı ile anılarak aşağı ve orta
Başında yemeni, çiçekli basma entarinin etekleri başka renkde, bilhassa kırmızılı basma şalvarının içinde lavanta çiçeği satan çingene kızı ('R.E.K. Arşivi)
Basma mintanlı, başında kumaş kask_et, mintan üstünde yelek, kadife külot pantalonlu ve çıplak ayaklı sandalcı; 1950 ('R.E.K. Arşivi)
görülmemiştir. Basmanın her tabaka halk arasında yayılması, hanımların sırtında da görülmesi Cumhuriyet devrinde başlamıştır.
Adi basmanın içi ve yüzü perdahlıdır. İçi havlı (tüylüce) ve dışı perdahlı olanlar «Pazen>>, içi perdahlı ve dışı havlı olanlar da «Divitin» adını taşır.
Basmadan erkeklere mintan, zıbın, gecelik hırkası, geceliık entarisi, pijama, kadınlara da dış donu (şalvar), mintan, entari, hırka yapılır.
Türkiyede ilk basma fabrikası Cumhuriyet devrinde Sümerbank tarafından kurulmuştur.
BASTON, «Yürür iken dayanarak kuvvet almak için erkekler, nadiren de kadınlar tarafından kullanılan alafranga zarif değnek» (KaamOsi Türkl) . Yere basan ucu daima ince olup yukarıya doğru kalınlaşır, el ile tutulan yeri, sapı, bazan üst ucunun kıvrılması ile vücuda gelir, bazan da altın, gümüş, fildişi, abanoz gibi şeylerden ayrıca yapılarak dümdüz değneğin üst başına geçirilir. Baston saplarının içinde kuyumcu yahut heykeltraş elinden çıkmış ^-nat kıymeti taşıyanları vardır; değnek kısmı da ağacının cinsine göre ayrıca kıymetlenir, gül ağacından, kirazdan, abanozdan, bambu -kamışdan bastonlar en makbulleridir.
Memleketimizde baston kullanma ondo-
tabaka halk arasında ve köylü arasında büyük ilgi görerek yayılmıştır. En ma:kbulleri de süs motifinin çekiciliği yanında boyasının da has, solmaz olanları olmuştur.
Türkiyede «Basma» denilen kumaşın Fransızca karşılığı «Emprime» dir; yine Avrupadan ipekli basmalar da gelmeye başlamış, onlar da Türkiyede Fransızca adı ile «emprime» diye anılmış, orta ve yüksek tabaka arasında rağbet bulmuştur (Bakınız : Emprime)
İlk pamuklu basmalar arasında öylesine zengin ve güzel çiçek 'tezyinatlı olanları bulun-muşdur ki, bunlar, zengin tabakanın taze kadın ve kızlarının da isteğini çekdiği halde, bir basma entari :kesdirip giymek imkanını bulamamışlar, basma giymek, muhitlerinde hoş
kuzuncu yüzyıl ortalarında başlamış ve yayılmıştır, ondan önce yüzyıllar boyunca «asa» kullanılmıştır. (Bakınız : Asa)
Tü^kiyede ilk defa baston kullananlardan adı bilinen zat garblılaşma yolunda ilk kiyafet inkılabını yapan İkinci Sultan Mahmud'dur. Ulema sınıfından ilk baston kullanan da, yine o devrin aydın kafalı hocalarından olup 1849 da vefat eden Kethüdazade Mehmed Arif Efendidir. Derin bilgisi ve hududsuz hürriyet aşkı ile ve ayrıca nüktedanlığı ve zerafeti ile zamanının pek seçkin bir siması olan Mehmed Arif Efendinin bastonu üzerine çok şirin bir fıkra nakledilir; birgün Beşiktaş Mevlevlhanesinde bir yobaz Efendinin bastonunu kasd ederek :
— Bu frenk değneği de kimin?.. diye ^ runca zarif adam :
- Benim... demiş, ben onu sünnet ettirdim, müslüman oldu!
Baston İkinci Abdülhamid devrinde yaş icabı veya her hangiıbir ihtiyaç ile bir dayanak olmaktan çıkmış, kullananı ayak takımından ayıran ıbir alame1i farika gibi telakıki edilmişti; genç yaşlı bütün memurlar baston ıkullanmaya başladılar; hatta gençler arasında baston, mavi . camlı gözlükle beraber bir aşırı şıklık, alafrangalık icabı bilindi; bazı gençler, fotoğraflarını bile ellerinde bastonları ile çıkartır oldular. Şıklık, alafrangalık yolunda baston şarkılara, kantolara giıcdi; şu muhayyer şarkı o devrin en büyük musikişinaslarından Şevki Bey tarafından bestelenmiştir.
Bir belakeş aşıkı sadık değil de ya neyim
Çeşmi mestim bak bana ben şık değil de ya neyim Meh cemalin vaslına layık değil de ya neyim
Çeşmi mestim bak bana ben şık değil de ya neyim
Nev zuhur gözlükler nadide baston bende var Giydiğim elbisei zibayı cana Mir yapar Sen beğenmezsen benim şıklıkda emsalim mi var Çeşmi mestim bak bana ben şık değil de ya neyim
(Bela keş = Bela çeken, belaya uğramış; Çeşmi mestim = Sarhoş gözlüm; Meh cemal = Ay yüzlü; Elbisei z1ba = Süs!ü esvab; Mir = Geçen asır sonunda meşhur erkek terzisi bir İngiliz; Nev zuhur = Yeni çıkma).
Şu nihavend kanto Virjini Hanımındır :
Ben şıkım gözleri süzerim Beyoğlunda daim şık gezerim Karnavalda ben de maske giyerim Matmazellerle kol kola dans ederim Ben şıkım balolara hep giderim Kaş oynatır gözlerimi süzerim Glase iskarpin modadır moda Güzel matmazel!er benimle baloda Dansdan sonra eğlenirim büfede Şıklıkda yektayım gaayetle hoppayım Pek şık gezerim hem de alafranga Elde baston gözde gözlük moda Gezerim daima böyle baloda
Aşağıdaki nihavend kanto da Şamran Hanımındır :
Pek çok gezerim hem de çok gezerim Etrafıma her dem gözler süzerim Severim derler bazı zevzekler
Hiç kimseye ben aslaa kulak asmam Etrafıma ben aslaa bakmam
Şimdi modadır hem pek arnuvudur Gözde gözlük elde baston çekilir pardon İskarpin glase elde yelpaze Kendime isterim böyle maşuka
Şarkıda da kantolarda da, gözünde gözlük, elinde baston ve glase iskarpinli şık beylerle bir alay aydın olarak görünmektedir.
Ş11klık alameti baston modası elli yıl kadar devam etmiştir, fakat memleketimizde zarif, haıkikaten güzel ıbastonlar yapılamamış, ve hatta yapmak için de uğraşılmamıştır, bütün zarif, güzel bastonlar Viyanadan, Parisden veya Londradan gelmiştir. lstanbulda ithal malı en güzel bastonları satan mağaza da Sultan Hamamında İngiliz isimli bir rum, Roben-son olmuştur. Şevki Beyin şarkısında adı geçen Mir de, o devrin en namlı bir terzisidir·
İkinci Abdülhamid ince marangozlukda fevkalade bir hüner sahibi idi, Yıldız Sarayında hususi bir marangozhanesi vardı, burada kiraz ve gül ağacından kendi eli ile pek zarif bastonlar yapardı ve onları sevdiklerine hediye ederdi. Yunan Harbinde İstanbul'a getirilmiş yaralı askerlere Yıldız Sarayında bir ziyafet vermiş, yemekden sonra da bacaklarından ma-101 kalmış olan neferlere kendi yaptığı bastonları kendi eliyle hediye etmişdi.
Topkapı Sarayı Müzesinin Hazine Salonlarında gayetle kıymetli murassa (elmaslar ve sair kıymetli taşlarla donatılmış) bastonlar vardır. Yine aynı müzenin İstanbul Billurları Salonunda bulunan Çeşmi Bülbülden (Bir Türk billurunun, kristalinin adıdır) kristal bastonlar koleksiyonu kıymetine baha biçilemez değerdedir.
1918 mütarekesinden sonra İstanbul gençleri arasında bambu-kamış bastonlar moda oldu, o devrin mizah mecmualarındaki karikatürlerde şık lstanbul küçükbeyleri hep kamış bastonludur.
1925 - 1930 dan sonra, muhtaç olanlar, allller müstesna baston kullanılmaz olmuş gibidir, mesela memleketimizin en büyük şehri lstanbulda tek bastoncu dükkanı ,kalmamıştır. Bazı şemsiyeci/erde ve seyyar satıcılar elinde baston adı altında şeklen bastona benzer ^ palar satılmaktadır.
lstanbulda Beyıkozun arıkasında Dereseki Köyünde ihtida! el tezgahlarında baston yapan üç dört atölye, 1966 da hüWn Türkiye piyasasının ihtiyacını karşıladıktan başka Suriyeye de baston ihraç ediyordu.
BAŞA ÇİÇEK TAKMAK, Cumhuriyet devriminden önce, müslüman Türık ıkadını örtü altındadır. Fakat Başıbakanlıık arşivindeki esıki Divanı Hümayun defterindeki kayıdlar aydın olarak göstermektedir ki örtü altındaki kadın da açılıp saçılma istemiş, ve devir devir, kadınların sokak kıyafetini kesin olarak tarif ve tayin eden, sokaklarda ve mesirelerde tavır ve f-:areketle-rini kontrol altına alan yasaklar çıkmıştır.
Erkeği tahrik yolunda bir işaret, argo tabiri ile bir işmar olabileceğinden, kadın, sokak kılığı ne olursa olsun, ferace, bürgü, çarşaf, üstlüğijnün her hangi bir yerine çiçek ta-kamadıkdan başka, çiçeği eline bile alamazdı. Elinde bir çiçek ile sokağa çıkan kadın derhal haspalık, kahbelikle damgalanırdı. Bir kadın başında çiçek, ancak kendi evinde ve helali olan kocasının karşısında süs olmuştu; hatta öyle ki, eski Türk kadınları sabah tuvaletlerini, çiçek bulamasalar dahi, başlarındaki yemeninin bir kenarına bir yeşil yaprak iliştirerek tamamlamışlardır. Her sabah kocasının ikarşısına başında bir çiçek veya yeşil yaprakla çıkan kadın : «Sana karşı sevgim, aşkım daima tazedir!..» demek istemiştir.
Örlü kalkdıktan, Türk kadını kesin hürriyetine kavuşduktan sonra çiçek bir baş süsü olmamış, fakat bir gül, bir küçük demet mor menekşe, bir top yasemin kadın ve kız esvab-larının yakasını süslemiştir, fakat hakiki çiçeği mücevher çiçeklere tercih eden kadınlarımız her nedense ender görülmektedir.
Erkeğe gelince, zamanımızın serpuşu olan şapka, bir çiçek taşımaya uygun değildir; açık başta ise çiçek taşınacak tek yer kulak arkasıdır, o da ciddiyet, vekar ve edebe uygun değildir, külıhanl, bıçkın nümayişidir. Zamanımızda ayak takımından bazı gençlerin, yine o tabakadan olup da gençliğini geçirmiş fakat haşarılığını bı-rakamamış kimselerin kulak ardlarında, yahut bez kasketlerinin kenarında bir çiçek görülür. Bir hakikattir ki çiçek, erkek başı için de bir süsdür.
Fes devrinde, kenarından perçem, kakül taşmış bir erkek başında ve o saçlar arasında bir de çiçek bulundurmak bir külhani, bıçkın süsü idi.
Fakat fonzimatdan önceki devirlerde çiçek, erkek başının, bilhassa her tabakadan
delikanlı başının en makbul süsü olagelmişdi. Kavuk ve külahın üzerine sarılan destar, bir tülbend veya yemeninin kıvrımları bir çiçek +aşımaya çok uygun yerdir, hatta böyle bir süsü ister, bekler giıbidir.
Fatih Sultan Mehmed ile Barbaros Hayreddin Paşanın ellerinde çiçekle minyatürleri vardır; biri karada biri denizde kılıçlarını arşa asmış bu cengaverlerin kokladıkları gülleri ve karanfilleri başlarındaki destarın bir ıkıvrımına iliştirmelerine mevki ve şöhretleri mani değildi. Birinci Sultan Mahmudun sırkâtibi Salah! Efendi bu hükümdarın bir sabah hasbahçede dolaşırken bir karanfil kopararak destarına takdığını yazıyor.
Onsekizinci yüzyıl sonları ile ondokuzuncu yüzyil sonlarında yaşamış şair Enderunlu Vasıf, bir nevcivan şanında yazdığı şarkısında güzel gencin başını güllerle süslemektedir :
Sular gibi gülza^ı safaya ak efendim Destarı peişanına güller tak efendim Gel halimi bir gör de yakarsan yak efendim Sensiz bana hasret neler etti bak efendim
Son Yeniçerilerden Çardak İskelesi Kolluğu çorbacısı halk şairi Galatalı Hüseyin Ağanın destan mecmuasında «İşmar babında» diye uzun ve son derecede şayanı dikkat bir manzume vardır. Hakikate ne kadar uygundur bilemeyiz, bu manzumeden öğreniyoruz ki, Yeniçerilerin o azgın devrinde türlıj rezllane tecavüzler uluorta yapılırken lstanbul gençle^ rinin başlarına taktıkları çiçeklerin ayrı ayrı manası olmuşt,ur, hatta çiçek, ıbaşlara o manalarda bir işaret, işmar olarak takılmışdır :
Gül ise takdığı nazlıyım demek
Yok ise altunun boşuna emek
Civan başında ger kızıl karanfil Kanludur o afet yolundan çekil *
Var ise başında bir sap sünbülü
Bir tabur yiğittir seven o gülü
*
Benefşeli garib yetim uşakdır Hediyesi filar çorab kuşakdır *
Varsa ger fetanın başında zerrin Manası meclisde bade isterin
*
Varsa ger serinde yasemen dalı Bil ki ol mahbubu zaba baltalı
BAŞLIK, Gelin başı süslemede kullanılan tacın adı; muhakkak tac şekl'inde olmayan, her hangi bir şekilde, mesela bir sorguç, bir çiçek demeti şekli verilmiş, fakat mutlaka gelin başı süs-^emede kullanılan mücevherler de «Başlık» adını taşırdı. Yakın geçmişe kadar memleke1i-mizde, bilhassa İstanbulda en dar geçimli ailelerin kızları dahi evlenirlerken gelinlik tuvaletleri muhakkak bir başlıkla tamamlanırdı. Üzerindeki taşların, mücevherlerin ve kuyumculuk işinin değerine göre hazır bir başlık, 1939 da, antikacı Nureddin Rüştü Bungül'ün «Eski Eserler Ansiklopedisi» adındaki eserinde ki kaydına göre 200 - 300 liradan 10.000 liraya kadar alınabiliyordu., Bilhassa kibar ve rical düğünlerinde gelin kfz•· ın mücevheratı ve bu başlığı, gelin görmeye '^elenlerin ağzında semtin, mühitin haftalarca süren sohbet, dedi kodu konusu olurdu.
Her aile kesesi gelin kızına bir başlık edinmeye imkan vermediği için bu düğün geleneği büyük şehirlerde, bilhassa lstanbulda «Baş-lıkcı» denilen bir takım kimselerin ortaya çıkmasına sebep olmuştu, bunlar bir gelin kıza başlık satın alamayanlara b!r iki gün için kira ile başlık verirlerdi. Başlıkcılar umumiyetle esnaf tabaıkasından zengin dul kadınlar olmuştur. Bazı kibar hanımefendiler de kendi ağır gelinlik başlığını hayrına, sevabına emaneten vermekle tanınmışlardır. Başlıkcılar başlık kiraladıkları düğün evlerinde davetliler arasında bulunurlar, düğün evine bir gün <Öncesinden gelirler, bir iki gece düğün evinde yatarlar, gelin başı süslemede de görgü bilgi sahibi oldukları için bu işi ele onlar yaparlardı. Başlık kirasının peşin verilmesi adet idi, gerdeğin ertesi günü de emanetlerini alıp giderlerdi.
Başlıkcılar düğünlerde kira ile yalnız başlık, gelin tacı değil, gelin için, ve düğün evinin sair kadınları için yanlarında yine kira ile verilmek üzere iğne, küpe, bilezik, yüzük, broş, gerdanlık gibi mi..icevherler de bulundururlardı. Bu kira müc^vherlerinin hemen hepsi, düğünlerde görüle görüle pek çok kimse tarafından tanınırdı, mese!a : «Gelinin başlığını Reşide Hanımdan kaldırmışlar!..», «Kaynananın kulaklarındaki armud biçimi zümrüd küpeler de Reşide Hanımındır..» denilirdi· Baş-lıkcılar düğün evlerine yükde hafif bahada
ağır bir mücevher çekmecesi ile giderlerdi. Başlıkcılık tehlikeli iş ve şöhret olmuştur; Sü-leymaniyede bir konakda oturan, ve elmaslarının çokluğundan ötürü «Yarım İstanıbul» lakabı ile anılan Başlıkcı Cevriye Hanım, 1839 da zenci bir halayığı ile beraber mücevherleri yüzünden öldürülmüştü.
Gelin başlarının tac başlıklarla süslenmesi Abdülmecid zamanında başlamı'.? idi, daha önceieri mücevher çiçeklerle süslerıirdi. Zamanımızda ise gelin başlarının süsü mum çiçekleri, limon çiçekleridir.
BAŞMAK, Eski :bir ayakkabı adı; yüzyıllar boyunca halk, asker, kadın ve erkek ve çocuKlar/tara-fından giyilmiştir. Yemeni biçiminde idi, üstü açık ve ön kısmı parmakları tamamen örterdi, yemenide ise parmak aralıklarının lıitimi görünebilir, hatta Galata Yemenisi ayağı ancak parmak uçlarından tutardı (Bakınız : Yemeni; Galata Yemenisi; Cezayir Kesimi).
Başmak'ın burnu küt, yuvarlak, arka kısmı da sert idi, yani yemeni arkası gibi icabında basılıp topuk altına alınamaz, topuk göstererek giyilemezdi, içindeki ayağın topuğu görünmezdi. Tabanı da yemeni tabanı gibi ince olmayıp kalın köseleden kesilir, fakat tabanına kundurada olduğu gibi de nalça ve ıkabara -çivi çakılmazdı. XVlll. Yüzyıl padişahlarından Üçüncü Sultan Osman kadın, cariye yılışıklık-iarından hoşlanmazdı, sarayının hareminde dolaşırken cariyelerin yol0n2 çıkmasından son derecede sinirlenirdi; !: aşmaıkları:ıırı tabanına gümüş kabaralar çakdırmış, ayak sesini duyan kadınların da yolundan kaç:p gizlenmelerini şiddetie emretmişti.
Gayri müslimlerin başmak giymesi yasaktı. Başmaklar giyenin işine, mevkiine göre sa· rı, ıkırmızı, siyah sahtiyandan olurdu. Burnu küt, yuvarlak olduğu için çarşılarda en taraklı ayaklar için de hazır başmak bulunurdu. Kadın başmağının erkek başmağından farkı küçüklüğü ile taban astarı idi, kadın başmağına taban astarı olarak sahtiyan yerine bir atlas parçası konurdu.
Başmağın dış tabanı da yemeni gibi düz olup içinden gayet kısa bir ökçe konurdu.
İstanbulda Büyük Kapalı Çarşıda Kavaflar Çarşısında kadın başmağı satan dükkanlar ay-
rı bir grup halinde toplanmıştı, sebebi de, başmak almaya gelen kadınların ferace eteğini kaldırarak bacak ve ayak gösterme mecburiyeti, bu esnada yabancı bir erkeğin de dükkanda bulunmasının mahzurlu oluşu idi; baş-makcı da yabancı ıbir erkek ise de esnaf namusu kötü nazarına engel bilinirdi. Aşağıdaki hiciv yollu beyit Sünbülzade Vehbinindir :
Seyreclüb başındaki kız yaşmağ•nı Bus iclercli eğilüb başmağını
BAYRAMLll(, Bir yıl içinde iki dini bayramda yeni, hiç olmazsa temiz esvab ve ayakkabı ve serpuş giyrneık eski toplum hayatımızda çbk önem verilen şeydi; en mütevazı ailelerde, hatta hanlarda, bekar odalarında oturan bekar uşaklarında bile bayram günleri için hazırlanan, saklanan giyeceklere «bayramlık esvab», «bayramlık palenç, kundura», «bayramlık fes, külah» denilirdi. Zamanımızda bayramlık, hali vakti yerinde ailelerde yalnız, çocuklarda kalmıştır (Bakınız : Adamlık) .
BAZÜBEND, «BazO, kolun dirsek ile omuz arasındaki kısmıdır» (Türk Lügatı) ·
Divan şairleri güzelleri öven şiirlerinde onların bazOlarını da unutmamışlar, ve hemen istisnasız ya gümüşden ya billurdan olduğunu söyl-emişlerdir :
Bazuyi latifi şahi simin
( Şeyh Galib)
(Güzel bazOsu gümüş dal)
Ben mi saki olayım bezme dururken sevdiğim Böyle simin sakler billur bazOlerle sen (Nedim)
(Ben mi saki olayım muhabbet meclisine, dururken sevdiğim Böyle gümüş bald•rlar, billur bazOlarla sen..)
Antikacı merhum Nureddin Rüştü Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli kitabında BazObend maddesinde şunları yazıyor :
«Nushadan azmadır. Üç köşe gümüşden yapılır, içerisine nusha konulan kutucuıklardır. Bunlar kabartma ve telkari sanatlarla süslenir». Tamamen yanlıştır, meşhur antikacının bu tarifinin bazObend ile hiç ilgisi yoktur; boyuna asılıp taşınan, yahut cepte veya koyunda muhafaza edilen nusha (Muska) nın eksik bir tarifidir.
BazObend, içinde nusha (muska), veya kimlik nişanı, yahut da altın ve mücevher bu-
lunan bir mahfaza olup, adı üstünde, kolun bazu denilen kısmına bağlanıp taşınır. Taşıyanın içtimai mevkiine göre sahtiyandan, sudan müteessir olmaz kumaşlardan, gümüşden ve altından bazubendler olmuştur. Hatta bir kısmı eimas ve sair kıymetli taşlarla tezyin edilmiştir, onlara da murassa bazubend denilmiş-dir. Dirsekle omuz arasına bağlandığı için, herhangi bir sebeb ile, mesela günde beş defa abdest alınırken kollar sıvandığında gorun-mezdi; bir kişinin bazObent taşıdığı ancak gövde çıplak olduğu zaman, mesela hamamda görülebilir idi. BazObentler 2 - 4 parmak enliliğinde olurdu.
BazObend bir nusha (muska) olduğu zaman, yazılı ıkağıt bir: muşambaya sarılır, sonra bazObendin içine yerleştirilirdi. Altın, yükde hafif bahada ağır mücevherler de yine önce bir beze istif edilerek araları göz göz dikilir, sonra bazObendin içine konulurdu, ve öylesine muhkem, girift düğümlerle bağlanırdı ki çalınmasına imkan bulunamazdı, ancak yollarda eşkiya eline düşüldüğü zaman ölüm tehdidi ile sahibinin gözü önünde gasbedilebilirdi. Kimlik olarak kullanılan bazObendler ise, altın, gümüş, murassa, lbir süs eşyası olurdu. Seya· hata çııkmış bir zat, gittiği yerde bir çarşı hamamına girdiğinde sayunupta bazOsunda böyle bir bazObend görüldü mü, kibarlığı, zenginliği derhal anlaşılır, hamamcılardan aşırı hürmetle hizmet görür idi.
Geçen yüzyılın dili zehirli hiciv şairlerinden Süruri, hiç sevmediği şair Aynl'yi şu ağır kıt'a ile hicvetmiştir :
Laf icler Ayni bizim karı yazar Mushaf diye Harfgiriine yalan söyler ki yokdur gaayeti Belki yazmışdır o yosma kendi bazObendine Rağbeti zenclostan için muhabbet ayeti
Eski ıkervan yolcuiuklarında kervanlar eşki-ya pusular.ına düşdüğünde bütün kervan halkı ıbir donca soyulurlardı; bazuıbendlerinde altın veya mücevher büyük bir servet taşıyanlar adi sahtiyan bazOıben,d kullanırlar, kendileri de kalender derviş kılığına girerlerdi. ıbazan eş-kiya gaflet eder, dervişdir, muskadır diye :ba-zObendlerine dokunmazlardı. Son bazObend 'kullananlardan birisi Bitlisli Ali Çamiç Ağa adında kalender bir halk şaırı olmuştur, başından şöyle bir macera geçmiştir; gençliğin-
SÜSLENME SÖZLÜĞÜ
Meddah hika, yelerı· nd ek"ı kolu bazılbendli s, ehzade-prens tı. pı.
('R.E.K. Arşivi)
Bazubend
de Düzceden lstanbula bir Nakşl dervişi kılığında gelirken bir handa tanıdığı 17 - 18 yaşlarında bir çerkes delikanlısı yoldaş olayım diye yanına takılmış, pür silab, vechen de o kadar dilber ıbir genç imiş :ki Çamiç Ağanın yüreğine en küçük bir şüphe· düşmemiş. Heyıbe-sinde elli altını, bazObendinde de aile yadigarı kıymetli iki zümrüdü varmış. Şehbaz genç ıssız bir derbend içinde : «Şimdi onumuze eşkiya çıksa ne yaparsın?» diye sormuş. Çamiç Ağa da : «Beni soyar, canıma kıymazsa aldığını helal ederim!» deyince oğlan bıçağını çekmiş : «Derviş, soyun bakalım!..» demiş. Ali Çamiç Ağa'yı yalın ayak ve bir iç donu ile çını çıplak bırakmış, heybesini de alarak kaçmış. Ağa şöyle anlatıyor : «BazObendimi göstere rek :
- Muskayı da vereyim mi?.. dedim.
- İstemem! .. beni de seni ıkoruduğu gi-ıbi korur!.. dedi.
«Uğursuz derbentden canımla çıkınca ıbir Bektaşi dergahına sığındım. Üstüme çul çaput birşey!er verdiler, ve oğlanı tarif ettiğimde tanıdılar : - Meşhur şaki Laz Dimitrinin yetiş-dirmesi Çerkes Ali olacak!. canını bağışladığına şükret dediler. Serde şairlik var, bu macera üzerine şunları yazdım :
Yollar dağ bayı·r orman Kuş uçmaz derbendi var Yanında yoldaş diye Şaki şehlevendi var Kubur tabanca bıçak Yatağan kemendi var Ol şakiye dervişin Silahı yok fendi var Sırrın açmaz kimseye Babasının pendi var Hattı mücevher ile Kolda bazubendi var. ..».
Manzumenin nüktesi son beyitdedir; ıçın-de zümrütleri bulunan bazObendi için genç hayduda muska demişdir, onun içindir ki «hattı müvecher ile», yani «mücevher yazı ile ba-zObend» diyor.
Topkapı Sarayı. Müzesi hazinesinde İran Şahı İsmail Safevl'nin bir bazObendi vardır ki Çaldıranda uğradığı bozgunda Yavuz Sultan Selim'in eline geçdiği tahmi^ ediliyor.
Meddah hikayelerinde şöyle bir macera türlü şekiHer ile çok tekrarlanmıştır: Padişah kıyafet değiştirip, ekseriya bir derviş kılığında seyahata çıkar, bir güzel köylü kızı görür, başlık parasını vererek evlenir ve köyden ayrılır ike,n terk ettiği garib karısına elmaslı bir bazOıbend verir: «Gebe kalır isen eğer çocuğum kız doğarsa bunu satar, parası ile kıza çeyiz yaparsın, yok evladım erkek olursa, büyüyünce bunu koluna ıbağlarsın, falan ülıkede falan şehre gelsin, beni arasın bulsun!..» der. Ve o ıköylü kızı muhakıkak oğlan doğurur, güzel prens, kolunda bazOıbendi ile bir gün yola dü-şer, başından türlü macera geçer ve nihayet o bazObend ile padişah babasını bulur ve anasını da saraya getirtir.
«BEATLE» KESİMİ SAÇ MODASI, Zamanımızda bir dünya meselesi olan asi, çılgın gençlik içinde mürahik veya yüzleri henüz tüylenmiş delikanlılar arasındaki modalardan biridir.
«Beatle» !er, yine o asi gençlik arasından lngiltere'de çıkmış çalgıcı - şarkıcı dört oğlanın müşterek lakabıdır. Bu oğlanlar, alınlarında, kaşlarını tamamen örten top kaküller bırakmışlar ve saçlarını da kız - oğlan arası denilecek şekilde uzatmışlardır. Benzetmemiz yerindedir sanırız; eskiden evlere a lınan besleme kızların uzun saçları arasındaki bitleri temizlemek için zehirli maddeler kullanmakdan çekinenler, yıkamak ve ayıklamak suretiyle temizlikde çok üzücü ve yorucu olduğu için kızların saçlarını sıfır numara makina ile kesdirirlerdi• ve sonra saçlar uzamaya terkedilirdi- Besleme kızlar bir müddet entarili oğlana döner, saçları uzadıkca
da kız ile oğlan arası bir kafaya sahip olurlardı. Beatle \kesimi saç modası işte o eski besleme kızların başlarının hemen tıpkısıdır.
Bu saç kesimi 1963 - 1965 arasında İngiltere'den bütün dünyaya yayılmıştır, bu arada memleketimize de girmişdir. En yayg<n i:aii İs-J:anbulda görülür.
Yine zamanımızda, yine o asi gençlik arasında kız - keşiş saçı gibi omuzlara kadar dö-kü!en uzun saçlı oğlanlar, delikanlilar görülmektedir; bunlar çoğunluk ile bıyık ve sakal da salmaıktadırlar. Alın ortasından ikiye ayrılarak iki yana atılan bu uzun saçlar oğlanlara ve delikanlılara garib de olsa, acaib de karşılansa bir güzellik vermektedir, hatta ter bıyıi<!: ve zülüfe benzer sakallı olanları, Rönessans ressamlarının İsa Peygamber portrelerine benze mektedirler (Bakınız : Saçlı Delikanlılar); fakat Beatle kesimi saç, bilakis, aslında güzel biı· oğlanı, delikanlıyı çirkinleştirmektedir. Kendisinı bu modaya kaptıran gençlerin güzelliği kıymetlendirmede zevk yoksulu olduklarını kabul etmek gerekir.
Hayranları genç kızlar için «Beatle» !erin baş resimleri ile süslü eşarplar, çarığa benzer patikler yapılmış, bunlar da, kendi tabirleri ile sanat, müzik hayranı ve muhakkak ki anaya ıbabaya asi bazı kızlarımız arasında rağbet gör-müşdür.
BEDENKAR, Kısa etekli bir kaakum kürkün adı; kibar, zengin tabakanın gençleri tarafından giyilirdi; haremlerde de kız kürkü idi (Bk. : Kaakum).
BEDENNUR, Kısa etekli bir samur kürkün adı; kibar, zengin tabakanın gençleri tarafından giyilirdi; haremlerde de kız kürkü idi (Bakınız : Samur) .
BEN, Batı Türkçesinde yüzde yahut vücutta kumral veya siyah nişan; yüz benleri, yerine göre, kadın veya erkek bir genç yüzünde bir güzellik motifi olmuştur; bundan ötUrüdür.ki o güzellere «Benli Ayşe», «Benli Fatma», «Benli Ali», «Benli Ahmed» gibi lakab dahi o:a gel-mişdiı·. Aşık Beşe yüzdeki «ben» i bilhassa bir güzellik nişanı olarak kabul ediyor :
Hangi yüz ki ande ben var ola Bin kişinin gönlü ande zar ola
Yanağı laden benli İstanbul hanımı. 1880 - 1890 (R.E.K. Arşivi l
Yüz beni, küçük ve bir kaçı bir arada olursa onlara da «Püskürme ben» denilmiştir; çizgileri düzgün ve kaş göz nakşı hoş yüzlere püskürme benler de ayrı bir halavet, letafet ver-mişdir; Nedim, Lale Devrinde püskürme benli bir dilberi şöyle tasvir ediyor :
Şivesi, nazı, edası, hanciesi pek bl bedel
Gerdeni püskürme benli, gözleri gaayet güzel
Yüzün uygun bir yerinde bir benin, yahut püskürme benlerin güzellik nişanı bilindiği zamanlar, bensiz dilberler, yüzlerinde seç-dikleri bir yere ve yaraşık alan büyüklükde «laden» denilen maddeden sun'I bir ben yapıştırmışlardır. Laden, Girici P»dasında yetişen bir cins çalıdan elde edilir zamkdır; balmumu kıvamına getirilerek küçUk bir parçası koparılır, ben yapılırdı.
Tanzirr.ata kadar devam etmiş eski bir ls-tanbul adetidir, gelinlerin yanağına ladenden muhakkak bir ben konulur, bu sur.'I gelin ben-
leri aynca <ıitın ile yaldızlanırdı, buna da «hal-i zer» der!erdi. O zamanın gelin duvakları da al valadan yapılırdı. Böylece al duvaıklı, saçları altın telli gelin kızın yanağında bir altın ben, diğer asımı takımı a^asında muhakkak ki şirin bir süs oiurdu.
Onaltıncı yüzyıl şairlerinden Gelibolulu Ka-!ip Sun1! o devrin gecelerinde tek ışık vasıtası olan mum şanında ya:zdığı manzumede mumu, zifaf gecesinde ayaklarına kına yakılmış, saçına sırma altın teller takılmış, yanağı altın benli bir geline benzetiyor :
Arus oldu bu gice şem'i rana Anınçün yakdılar payioıe kına Saçına sırma altın teller etmiş İzarı üstüne lıal-i zer etmiş.
Eski şairlerimiz «Ben» yerine ekseriya onun arapçası olan «Hal» kelimesini kullanırlar.
BERBER KIYAFETİ, Eski berber dükkanlarında temizliğe son derecede dikkat edilirdi, 1826 da Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihe kadar da müstakil berber dükkanı yoktu, en küçüğünden en büyüğüne, mükellefine kadar kahvehanelerin bir köşesi berber dükkanı olarak tanzim edilirdi, küçük kahvehanelerde kahveci bizzat berberlik yapar, büyük kahvehanelerde de en usta berberler çalışırdı. Düıkkanlarda zeminin taş döşeli olması, berber kalfaları ile çıraklarının, kahvehane çıraklarının, uşaklarının yaz ve kış yalın ayak, ve yalın ayaklarında nalınla çalışmaları kadılık (belediye) nizamı ile mecburi idi. Bu mecburiyetin, çıplak ayağın çorablı ayakdan daha kolaylıkla temiz tutulacağından ileri geldiği muhakkakdır.
Çıplak ayaklı berber çırak ve kalfalarının kendilerine has bir kıyafetleri, tuvaletleri vardı, sırtlarına ne giyerlerse giysinler ilk şart tertemiz olması idi. İç gömleğinin ve onun üstündeki mintanın kolları dirseklere kadar muhakkak sıvanır idi. Gömlek üstüne göğüs kısmı işlemeli bir fermene - yelek, yahut yine işlemeli bir camedan, kısa kollu cebken giyilirdi. Be!e bir kuş::ık, kıymetli bir şal kuşak, kendileri böyle bir k uşak tedarik edemezlerse ustaları tarafından, dükkanın şerefi icabı em§neten kuşatılır, kuşağın üstüne de ibrişimden bir fu-
Dalfcsli, camcdanlı, mintanının kollan sıvalı, çıplak ayakları nalınlı berber çırağı ( aninedar-aynacı çırak);
1850 - 1865
(R.E.K. Arşivi)
ta, peştemal bağlanırlardı. Başlarına en eski devirlerde beyaz keçeden külah, sonraları fes giymişlerdi; keçe külahlarına bir ağabani sarık sararlardı, fes devrinde feslerini de ya ağabanı sararak, yahud sarıksız, dalfes giydiler. Fes devrinin ilk zamanlarında da feslere tel ipek-den büyük mavi püsküller takıldı, öyle ki püs-:zül fesin a!t kenarını aşar, hemen omuza kadar inerdi. 1826 dan sonra benber dükkanları istikla-'ine kavuştu, yeni açılan kahvehanelerin birer :<Öşes,inde de yine bir berber dükkanı ıku-,·uidu, bu devirde genç berberlerin kakül, perçem salarak tuvaletlerine ayrıca revnak vermeleri de adet oldu.
Çıplak ayaklara giyilen nalınlar da alelade şeyler olmamıştır, ya abanoz, yahut şimşirden yapılmış olan nalınlara kadifeden, atlas-dan tasmalar konmuş, tasmaların üstü de ayrıca sırma işlemeler, hurda inci işlemeler, ayna
parçalarıyla süslenmişdir. XIX. yüzyılda yaşamış kalender şairlerden Beşiktaşlı Gedal'nin aşağıdaki mısraları eski berber tuvaletini en güzel çizmiş satırlardır :
İbrişim fO!e güzel gerçi yaraşmış beline Sırma tasmalı nalın payine, mikras eline.. (Sırma tasmalı nalın ayağına, makas eline..)
Geçen yüzyıl sonlarına kadar berber dükkanlarında tıraş koltukları yoktu, berberler tıraşı, müşterinin başını dizine yatırarak yapardı. Tıraşdan sonra «sıtıl» denilen tavandan asma ibriklerle baş yıkanırdı, kolonya yerine güi suyu kullanılırdı. Çıraklar da müşteriye gümüş el aynaları tutardı ki bundan ötürü berber çıraklarına aynacı anlamında «Aylnedar» da denilirdi.
BEZ, Pamukdan veya ketenden dokunmuş kumaş, rengi daima beyaz olur. ipliğinin cinsine, dokunuş tarzına, kalınlığına, inceliğine, yumu
şaklığına, sertliğine, kabalığına göre ml:Jhte-I if cinsleri olup, «Amerikan Bezi", «Trabzon Bezi», «Yelken Bezi» gi:bi isimler alır, bir k ısmı da «Tülbend» ve «Patisıka» gibi tamamen hususi isimler taşır.
Kullanıldıkları yerlere göre de isimleri vardır, giyim kuşamda iç çamaşırlığıdır, o yönden «Don Bezi», «Gömlek Bezi» diye ayrılır, başa örtülenine de «Namaz Bezi» denilir·
Enderunlu Vasıf İstanbullu mahalle karısı ağzından kızına hitaben yazdığı meşhur na-sihatnamesinde şöyle diyor :
Yüz suyu dökme kimseye yok şimdiden tezi Aldır babana anterilik mavi bir gezi Gayrı ayıbdır bürünüb bir namaz bezi Olma sokak süpürgesi. hanım hanımcık ol
Zamanımızın halk şairlerinden. Bitlisli Ali Çamiç Ağa da türedi bir genci şöyle hicvediyor:
Saç kepekli, perçem yağlı Bacağı bilmez don bezi Şu dünkü daltaban dağlı Öğrenmiş moda fantezi Şimdi sönük Kurbağalı Plajlar der açar bizi
Halen İstanbulun ayak 'takımının, hatta orta tabakanın· bilhassa erkeklerinin ve oğlan
çocuklarının, amele boyundan bekar uşaklan-nın don ve gömlek iç çamaşırları, ve askeri dikim evlerinde dikilen asker çamaşırları Amerikan Bezinden yapılır. Yine Ali Çamiç Ağanın bir hicviyesidir :
Yaraşık aldı mı sen beyzadeye Han hamam satasın mahbub badeye Yalın ayak bez don ile perişan Tuğla harmanına düş Libadeye
Eskiden de ayak takımı bekar uşakları Trabzon Bezinden iç donu ve iç gömleği giyerlerdi :
Trabzonbezi don ile gömlek Bekar uşağıdır o rOyi melek Levendane reftar ider kollukda Çorbacının nuri aynı civelek ( Galatalı Hüseyin)
Kapılarında iç oğlanı, köle, uşak, arabacı, seyis, ispir, kayıkcı, bağçıvan, yanaşma, ayvaz gibi türlü isimlerle yüzlerce nefer bekar uşağı toplanmış eski kibarlar ve rical bu horandanın üstünü başını da yaparlar, bu arada çamaşırlıkları için gereken Trabzon Bezini yerinden sureti mahsusada getirtirlerdi. Müverrih Peçe-vili İbrahim Efendi Kanuni Sultan Süleymanın ünlü defterdarı lskender Çelebinin hususi hayatını anlatırken : « ... yalnız 6200 kölesi varmış, kapı kulları için her sene Trabzondan bir gemi dolusu tez gelirmiş, yine don ve gömleklerine yetişmeyüb tamamlamak için çarşıdan da bez alınırmış..» diyor.
Yukarda çamaşırlık bezin rengini beyaz olarak kaydettik. Memleketimizin bazı bölgelerinde kara bezden, beyaz iç donu üzerine sokakda giyilir Kara Sokak Donu da yapılmış-dır, bezin kalıncasından olan bu kara donların kumaşı sokağın tozu, çamuru ile tez kirlenmemesi için bilhassa boyanırdı.
BiÇKiN KIYAFETİ, «Bıçkın», bıçak ve bıçkı isimleri gibi Biçmek kökünden bir isimdir. M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde : «Haylaz, çapkın, külhanbeyi yerinde kullanılır bir tabirdir» diyor. Bu tarif müphemdir, zira haylaz, çapkın ve külhanbeyi arasında farklar oldukdan başka bıçkın da kendi başına bir tipdir. Bıçkın, zorba kabadayı, vurucu kırıcı haytanın körpesi, gen- cidir, ve daima bir haytanın, şeririn kanadı altında bulunur. Böyle bir ağası olmayan fakat
Bıyık 36 TÜRK GİYİM, KUŞAM
_^^^^^^^^^^^^^^— — ^^^^^^*^—^^^^_^^^^^^~‘^^^^^^^^—^^^^^^^^^^^^_ —
o yoi!ara hevesli gençlere «Bıçkın meşreb» de-nil:r. Toplum haya1·ımızda Bıçkın veya Bıçkın Meşreb gençleı·;n devir devir kendilerine has bir kiyafetleri, bir acaip nümayişli giyim kuşam t2rzları ola gelmişdir. Zamanımızda bu tipin dünyaya yayılmış adı «Asi Gençlik» dir.
Perçem, zülüf, kakül salmak; yalın ayak, sine uryan dolaşmak; levendane çalım (kabadayı, haydud, korsan çalımı); fesi, külahı kaş üstüne eğmek; çıplak ayağında yemeni, kundura varsa ökçes:ni basarak ve pantalon, şalvar paçalarını da sıvayarak topuk göstermek; ceketi, cepkeni, camedanı giymeyerek omuza· atmak; şakağında, kulak ardında bir çiçek bulundurmak; kuşağın bir ucunu yere doğru sarkıtmak; bıçak taşımak ve bıçağın kabzasını göstermek; yalın ayak dolaştığı halde elinin bir parmağında her ne bahasına olursa olsun bir elmas, zümrüd, yakut yüzük bulundurmak; vücudunun görünen bir yerinde, ve hatta bir kaç yerinde kolda, bazôda, el üstünde, göğüs de, baldırda bir dövme bulunmak bıçkın tuvaletinin şartları idi. Bu kılık, kiyafet vücut yapısı ve yüz çizgileri ile yakışıklı ve güzel bir genç için muhakkak ki cazip olmuştur, albenisi olan bir görünüşdür, bundan ötürüdür ki bıçkın meşreb güzel geneler divan edebiyatı-mn kalender şairleri tarafından daima övülmüşlerdir, fakat biz «hakiki bir bıçkın olmaları da asla temenni edilmemiştir» diyebiliriz.
Tahmin ettiğimize göre XIX. yüzyıl başlarında g^nclere nasihat yollu yazılmış bir bıçkın kıyafetini de tarif etmektedir, cemiyet bilgisi bakımından değerli bir vesikadır :
DER VASFI BiÇKiN
Şartı evvel şu ki Şehir Uşağı Onbeşin üs^üncle otuz aşağı Şartı sanı ar ve namus olmaya Şartı salis iisi aııa babaya Şartı r^bi sırım gibi hem çalak Şartı hiim1s ola g^ayetle bibak Kaş gi:iz yerinde ola altıncı şart Meftun ola gören er ile avrat Ola hem vücudu özürden salim Diyeler ona Yusuf misalim Yedir.ti şart mey nOş ide ruzü şeb Saki ela meclisde ol şekerleb Şartı diger tiz el ata hançere Hem destinden bıçak düşmeye yere Dahi merdlik davasını gütmeye Hasmı kavi c!an yere gftmeye
Perçemi kakülü külahdan taşa Hak budur yaraşuk o şahin başa Belinde beş arşun ola kuşağı Çarh urur yürürken şalvarın ağı Sinesi küşade sayf ile şita Çakılbaş memeler görünsün halta Bale!::· çıplak ola itlik nişanı Mem ayağı yalın olmakdır şanı Okçelerin basub göstere topuk Şanlıdır topuğun pek vuran kopuk Aclenıiyet !?anıtı· heder etmi,dir Nefis havası rahine gitmişdir Nasib ola hidayet ol gümraha Növbe ile geçmiş cümle günaha Ey oğul sen emrin !uta gel Hakkın Ayağın uydurma bıçkına sakın Bakıra çıkarma altun adını Hedef etme lanete ecdadını
Köylüden bıçkın çıkmadığı, bıçkınların anaya babaya asi şehir uşakları olduğu söyleniyor ki zamanımızın asi gençliği geçmişin bıçkınlarının yerini almış olmaktadır, asi gençliğin kılık kıyafeti de bıçkın tuvaletindeki ruh haletinin hemen aynıdır. Zamanımızın halk şairlerinden yü:z:yıl boyu yaşamış ıbir pir olan Ali Çamiç Ağa da bir asi gencin portresini şöyle çızıyor:
Pırpırılar şahı kayıkçı sandım Beyzade dediler billah utandım Dilinde türkçenin küfrü küspesi Firengin itine taklid kisvesi Atmış da hicabın o ruyi taze Bir turfa kılıkla olmuş kepaze Memeyi göbeği misali köçek Teşhiri marifet bilmiş o çiçek
B:çkın kıyafetine, modasına geçen yüzyıl başlarında «Cezayir Kesimi» diye ayrıca bir isim verilmişti (Bakınız : Cezayir Kesimi).
BIYIK, «Üst dudağın üstünde çıkan kıllar» (Türk Lügatı).
Yüze yaraştır: lmış muhtelif şekilleri olan b:yık, yüzyıllar boyunca toplum hayatımızda sadece sahibinin tuvalet zevkine ba^lı kalmamış, onun içtimai mevkii bakımından da bir mana ifade etmişdir. Önce Ş.Unu kaydetmek gerekir ki yüksek tabakanın bıyık kesimi ve terbiyesi orta tabaka, esnaf ve avamdan farklı olmuş-dur.
Yüzyılımız başlarında 1918 - 1919 yıllarına, yani Birinci Cihan Harbi sonuna kadar Tür1kler
bi)l;ği erkeklik alameti bilmiş ve bıyrk asla kesilmemişdir. Delikanlılar, içtimai mevkilerine göre bıyıklarının şekli ve terbiyesi ile pek ti1izce meşgul olmuşlardır. Hatta yaşları küçük olduğu halde boyca serpilmiş erkek çocuklar, kız gibi tüysüz dolaşmaktan hicap duymuş, bıyık kıllarının bir an önce bitmesi için bir takım yağlar, mesela fındık yağı sürmüşlerdir.
Bıyıkdan azıcık sonra biten sakal, genç vüzünde biı· müddet tıraş edilmiş, sakalın salıverilmesi de dini merasim ile, bir dua cemiyeti ile ola gelmişdi. (Bakınız : Hat; Sakal)
Yüzde, üst dudakla burun arası, bıyık yerinin darlığı genişliği de bıyık tuvaletine tesir eder.
Sabilik çağını atlamış fakat henüz bıyık tüyleri belirmemiş erkek çocuklara «$abıem-red» denilirdi, «şab» genç, «emred» de tüysüz demekdir.
Bir oğlanın, bünyesine göre 16 - 17 yaşlarında, bazan daha erken bıyık tüylerinin belirmesine «Bıyığın terlemesi» denilirdi, böyle olan gençler de «Terbıyık» diye tarif edilirdi.
Tüyler kıllaşdıkdan, bıyık gelişdikden sonra, yukarda da kaydetdik, yüz sahibinin yalnız zevkine göre değil, işe, mevkie göre bir şekil alırdı.
Sünnetişerlfe üzere adeta bıyık - Kibar tabaka, hemen bütün memurlcır, efendiden kişiler uçları dudak kenarlarını geçmeyen kararınca bıyık uzatırlar, bıyığın dudak ıkenarı da sünnetişerlfe üzere 'kırpılırdı, yani bıyık teli dudak üstüne düşmezdi, bıyık altında üst dudak, tam şekliyle görünürdü.
Karanfil Bıyık - Kararınca uzatılmış bıyığın alt kısmı sünnetişerlfe üzere kırpılmaz, fakat alt kıllar haliyle de bırakılmaz, kıvır kıvır ıop-lanır, üstüne bıyık kılı düşmemis üst dudak yine tam şekliyle gör[jnürdü. Fakat herkes bıyığına bu şekli veremezdi, karanfil bıyık için, bıyık kıllarının aslında kıvırcık olması gerekirdi. Katib, şair bıyığı idi, güzel bir yüze de gayetle yaraşırdı.
Gaytan Bıyık - Altdan azıcık kırpılır, üst-den derinden alınır, uçları da ağız kenarların· dan aşağı doğru azıcık sMkardı; esnaftan gelişmiş gençler, ayak takımı ıbıyığı idi.
Pala Bıyık - Alt dudak kenarı kırpılır, üst ık:ilar hali üzere bırakılır, ve alabildiğine uzatı-
Bıyık
—^^^^^^^^^^^^•^^^^^^^^^^^^^—^—^^^^^•-^—^=-^~^—^^^^^^^^^^^^^^^^=—^^^^^^=^^=^~‘ ^^^^K, —• ^^^^^■^^^—.—^^^.•—^—^^^^^^^^^_
iırdr;gJr :d!ar iyice buru!ur, uçları burularak sivri!i iiir, burun hattına amud vaziye^de, yüz çevresinden, yanaklardan en az dört beş par-m2k dışarı çıkardı; yaşı en azdan otuzu bulmuş kab2dayı, zorba, yen:çeri bıyığı idi.
Burma Bıyık - Palaoıyığın daha incesi, kıl-'arının çok gür olmayanı; hali üzere bırakılıp uzatılm:ş kıllar parmak uçları ile burulurdu; es-n2f şehbazı, genç yeniçeri bıyığı idi.
Pos Bıyık - Hali üzere bırakılıp büyütülmüş bıyık, alt kenarı parmak uçları ile toplanır, dudak üstüne kıl sarkmamasına dikkat edilir, fakat bıyık burulmaz, ucları sivriltilmez, yüz çevresinden dışarı taşmaz, uç kısmı dudak bitiminden aşağı doğru tel tel sarkardı; rindlerin, 'kalenderlerin, feleğin türlü cilvelerini görmüş olanların bıyıık tuvaleti idi.
Bektaşi Bıyığı - 'Bir Pos bıyııkdır, şu fark ile ki bıyığın alt kılları toplanmaz, üst dudak, hatta bütün ağız üstüne dökülür, ağzı tamamen örttüğü de olurdu.
Yasdık Bıyık - Yeniçerilik devrinde çorbacı ağalardan itibaren bütün yüksek rütbeli yeniçeri zabitlerinin bıyık şeklidir. Bir nevi pala bıyık olup; sakal tıraş edilirken bıyık altına rastlayan sakal kılları kesilmez, uzatılır, bu sakal kılları bıyık 1kılları ile 'karışır, bıyığa yasdıık: olan o sakal kıllarının ucu da bıyık kılları ile beraber burulur, sivriltilirdi. Yasdık bıyıklar yüze ayrı bir heybet verir idi.
Pis Bıyık - Bıyık kılları gür çıkmaz, kıl araları köseç, güve yeniği gibi olur ve bıyığa bi.r şekil vermek imkanı bulunamazsa bu isimle anılırdı, erkek için bir kusur, ayıp ıbilinirdi.
Yüzyılımız başının şöhretlerinden Mah-'11Ud Şevket Paşa palabıyık sakallı, Niyazi Bey pc:dabıyık sakalı matruş, Hüseyin Cahid Bey uçları hafif yukarı burulmuş karanfil bıyıklı, şair Ahmed Vefa Bey tam karanfil bıyıklı, Filozof R;za Tevfik Bey, Dr. Besim Ömer Paşa ve Tanburi Cemil Bey bektaşi bıyıklı idiler.
Bir resmine göre Yavuz Sultan Selim sakalı matruş yasdıkbıyık!ıdır.
Bizde bıyık tıı-aşı, Birinci Cihan Harbinin · içinde uçlarından kırpılmak ve dudak üstünde kıldan bir yasdıkcık halinde bırakılmakla başladı, ona da «Kırpık Bıyık» adı verildi, sonra bıyıklar tamamen tıraş edilmeye başlandı.
Bıyık modası, bilhassa gençler arasında ikinci Dünya Harbi sonlarında, 1950 den sonra başladı, ve aldı yürüdü.
Posbıyık ve Palabıyık isimleri kullanılmaktadır. Gaytanbıyık dilden düşmüş, Karanfilbı-yık ve Yasdıkbıyık isimleri de tamamen unutulmuştur.
Gençlerin yüzündeki· yeni bıyıkların çoğu bütün bu tabirlerin dışındadır. Amerikalı ünlü sinema yıldızı mütevaffa Douglas Fairbanıks'ın adına nisbetle Douglas Bıyık memleketimizde yeni bıyık modasının ilk örneği oldu, şöyleki altı ve üstü derince kırpılır, bıyık ince bir şe-rid şeklini alır, dudak bitimlerini de azıcık geçerek uçları kesilir, uç kısmı da orta kısma nis-betle daha kalıncadır. Dug\as kesimi bıyık sonraları daha daha inceldi, dudak üstünde bir sıçan kuyruğuna benzedi, bir delikanlı, genç adam yüzüne yakışdığı asla söylene mez. Bir zamanlar !kadınların, !kızların ıkaş yol-malarıtia benzeyen bir moda hastalığıdır.
BİBER OYA, Baş yemenilerine dikilen oyalardan idi, biber oyalı yemenileri de bilhassa delikan· lılar kullanırdı.
Oyanın esası 2 - 2,5 santim boyunda kırmızı bir sivri biberdir; mücessem olarak örülen bu kırmızı bibercikler ya bir kafes örgünün a ltında sıralanır, yahut bir biber yaprağı ile
Biber Oya
bir biber çiçeğinin ortasından sallanırdı, ikinci şeklinde yaprak yeşil, çiçek beyaz ve biberler, değişmez renk olarak kırmızı olurdu. Bir delikanlı, hele güzel bir delikanlı başındaki beyaz keçeden külah üstünde kırmızı biber oyalı bir yemeninin, o devirler için pek şirin bir süs olduğu muhakkakdır :
Külahında yazma Kandilli işi Oyası biber ya karanfil dişi Pek yaraşır kaş üstüne eğişi Adını sorarsan Berber İsmail ( Galatalı Çorbacı, Berber İsmail Destanı)
BİLEZİK, Kadın kolunun bilek ile dirsek arası süsünün adı; bir mürekkeb isimden kısaltılmışdır.; «bezek» süs demeıkdir; «Bilek bezeği» de «bilek süsü» olup zamanla ıkısalıp «Bilezik» olmuştur. Çok eskiden beri kadınlarımız kollarını altından, gürnüşden, altın ve gümüş üzerine elmas, zümrüd, yakutlar ve sair kıymetli taşlarla murassa, ve billurdan bileziklerle süslenmişlerdir; bazan ağır ıkıymetde tek bir bile-zi1k ta:kılmış, hazan da kollar bileıkden dirseğe ıbileziklerle donatılmışdır.
Azeri şairlerden şayık Tabibzade ıkadını, bilezik de dahil mücevherler değil, analık duygusunun ve şahsiyetinin süslediğini söylüyor :
Bezek bezek diyorlar cevahirat değil Cevahirat bugün ziyneti hayat değil Hakiki validenin en şerefli bir bezeği Edebli uslu çocukdur tecemmülat değil
Altun ve gümüş bileziklerin şekillerine göre devir devir bir modası olmuş, bir bilezik şekli pek çok kadınların kollarında görülmüş-dür; Haleb işi bilezikler, altın ve gümüş telkari bilezikler, «Kayseri Burması», «Trabzon Hasırı» adı verilmiş bilezikler gibi. S€:de altın ve gümüş bilezikler, kuyumcular tarafından maliyetine yüzde belli bir kar, el emeği hakkı konularak satılır. Murassa bileziklere gelince, taşıdıkları kıymetli taşların değerine göre binlerce liraya satılır, alınır.
Kıymetli kadın kol saatleri, zamanımızda, kıymetli taşları arasında bir de saat taşıyan altın bilezikler şekline girmiştir.
BİNDAlll, Eski bir kumaş adı; ipekli kumaşların, kadifelerin Üzerleri kılabdan ile iri yapraklar ve dallar işlenmiş olanlarıdır. Bindallılardan
umumiyetle entari kesilirdi, bazan da mintan y-apılırdı. Hem erkekler hem kadınlar tarafından kuilanılmıştır. Esnaf takımı, esnafın da bilhassa gençleri giyerdi. Boylu boslu, kaşı gözü yerinde, eli ayağı düzgün esnaf civanlarını açan bir kumaştı; bu bakımdan al benisi olan bazı gençlere laıkab olarak da ıkalırdı : Bindallı Mustafa, Bindallı Ahmed gibi.
Son yeniçerilerden halk şairi Galatalı Hüseyin ağa, biri helvacı çırağı ve 56. Yeniçeri Ortasında da nefer, öbürü de 64 üncü orta neferlerinden bir çulha iki genci şöyle tasvir ediyor :
Peşlemalı ince belde o melek Bindallı anteri üstünde yelek Refıarı şuhane gaayet civelek Helva döker fıstıklı ak mermere Ellialtı nişan vermiş dilbere *
Bindallı a11teri belde al kuşak Dökmüş kaküllerin altunlu başak Şimşir nalin ile elinde arşak Çulha şahım tıkır tıkır şanlıdır Gümüş bazô altmışdört nişanlıdır
( Bakiniz : Dövnıe).
BİNİŞ, Biizan şedde iie «Binniş» telaffuz edenler de olur; eski milli kiyafetimizde yüksek tabakadan ve bilhassa ulema efendilerin giydiği bir nevi cübbenin adı; avamın giydiği cübbeden farkı bedeninin daha geniş, kollarının da daha bol ve uzun olması idi. Kış için yünlüden, yaz için ketenden, sofdan !kesilirdi; rengi de-vetüyü, ekseriya da siyah olurdu. Sünbülzade Vehbinin hiciv yollu bir bey1idir :
Binişinin de yakası yağlı idi Kuşağı göğsünedek bağlı idi
Eski teşkilatta, mesela alay çavuşları gibi bir takım kimseler de b:niş giymişlerdir; onları ulemadan kavukları ayırt etmiştir; binişlerinde de hususiyet olmuştur; gayet geniş olan kolun arka tarafı dirsekten yene kad^r yırtmaçlı, ve kol, aşağı safındığı zaman, eli tamamen örtecek kadar uzun olmuştur.
:\lay Çavuşu sırtında biniş ('R.E.K. Arşivi)
BLUCİN PANTALONLAR, (Blue Jeans) Bu ismin söylenişini Türk Ansikiopedisi «blu cinz» diye kaydediyor; fakat memleketimizde halk ağzında biucin denile gelmektedir. İlk defa Ameri-kada imal edilip dünya yüzüne yayılmış, bu arada memleketimize de gelmiş, bilhassa erkek panr2\on1arı hali vakti yerinde ailelerin garabet düşkünü oğulları ile amele, işçi ve ayak takımı arasında çok rağbe1 görmüşdür. Tjrk Ansiklopedisi- şu malumatı veriyor : ,,3Jue, İngilizce mavi demekdir, jeans de bir nevi İ<.umaşın adıdır; koyu mavi renkde, kabaca bir kumaşdan yapılmış spor pantalon. ilkin :<ovboyların, köylü ve işçilerin giydiği bu pan-uion çeşidi gitgide şehirlerde de kullanılmaya başlam!ş ve moda haline gelerek yayilmış-dır. Erkek, kadın ve çocuk blucinleri vardır. Umumi vasıfları arasında şunlar göze çarpar : Bacakdan yukarı kısmı bedene iyice yapışır; paçaları düz, manşetsizdir, (fakat, bacağın boyundan mutlaka uzun yapılır veya satın alınır,
Büroda çalışan kız üstünde Blucin Pantalon ('R.E.K. Arşivi)
öyle ki, giyildiğinde paçalar bir veya iki kıvrımla yukarı sıvanır, ve sıvandığı zaman ayağın topuk üstü, incik kemiği seviyesini bulur). Kumaşın ters yüzü, içi açık mavi ile karışık beyazdır. Astar ve düğme kullanılmaz; kemer bir çıt çıt ile sıkılır. Dikişler üstden, kırmızı ip-li1kle ve çiftdir. Önü fermuar ile kaparnr. Kadın panta!onlarında fermuar iki yandadır. Arkada ve önde ikişer cep vardır. Ön cebler, ağzı açık ve içeriye doğru verev şekildedir. Er-ıkeıkler, işçi tulumlarında olduğu gibi bir bacak cebi de bulundurabilirler. Cebler köşelerinden birer bakır zımba ile tutturulmuştur. Kumaş, yıkandıktan sonra çekmez cinsdendir».
Haz:^ satılan blucinler önceleri Amerika-dan ithal malı olarak getirilmiş, 1955 - 1956 danberi de yerli mamuiat arasına girmişdir; yerli blucin pantalonlar «kot» adı verilen bir çeşid !nce çadır bezinden yapılır. 1961 de 2025 liraya satrlmakta idi; hakiki Amerikan blucinleri de 100 - 150 lira arasındadır.
Aşağıdaki kıt'a çağdaş büyük halk şairi Ali Çamiç Ağanındır :
Üç kız geçdi önümden Güldüler sinsi sinsi. Kurd kocamış nideyim, Ömrün iki ellisi.
Horoz gözüm çöplükde, Seçsem dedim hangisi. Sordum şu pir gönlüme, Dedi blucinlisi.
Çırak oğlan üstünde Blucin Pantalon ('R.E.K. Arşivi)
BOBSTİl'lER, Zamanımızdaki asi - çılgın gençliğir. 1943 -1944 arasında öncüsü olmuş bir kuşağa memleketimizde verilmiş isimdir; kılık kıyafetlerde ve tuvaletde garabet aramış delikanlılar ve genç kızlardır. Bilhassa kaydetmek !â-zımdır, zamanımızın asi gençliği arasında ayak takımından delikanlılara ve kızlara çoğunlukla rastlandığı halde Bobstiller ekseriyetle aydın gerıçliğe ve geçim bakımından da varlıklı ailelere mensub idiler. Garip kılık kıyafetleri de pahalıya çıkmakta idi.
Bobstillerde tarife değer bilhassa kız kıyafetidir. Kızlar, bluzlarının üstüne kız hüviyetine göre değiştirilmiş erkek ceketleri giymişler, uzun saçlarını ipek ağlar içine almışlar, başlarına şapka diye, acaip külahlar, hatta sı-mitci tablakarlarının başlarına koyduklan hai-ka şeklindeki yasdd<c;kiarın ipek!isini, kadifesini koymuşlardır. Eteklikler diz kapaklarının çok yukarısına çıkmış; cömertce teşhir edi!sn bacaklara varla yok arası gayet ince çorablar geçirilmiş, bir kısmı çorabı da atara:< baldır bacak çıplak do/aşmışlar, ayakların tırnaklan mercan rengine boyanmış ve ayaklara dört ıbeş parmak, belki de daha fazla yükseklikte mantar tabanlı iskarpinler geçirmişlerdir. El tırnakları aşırı uzatılarak mercan rengine, dudaklar da hudud/arını çok taşkın olarak kırmızıya boyanmışdır. Kulaklara, taşlan yalancı elmas, şatafatlı, gösterişli büyük küpeler asılmış, pa:·JTıc:!:lc:^ \le bil: '.(/er, kolla; aynı boydan
Bobstil İstanbul kızı «Moda sevimli bir delilikdir», Cemal Nadir (Amcabey .Mecmuası, 1944)
iri yüzüklerle, kalın kalın bileziklerle donatılmıştır. Uzun kayışlı çantalar kayışlarından omuzlara atılarak taşınmıştır.
Bobstil delikanlılar da tabanları kalın köseleden veya kalın kauçukdan ağır ayakkabılar, gayet bol ceketler, dar kenarlı kumaş şapkalar giymişlerdir.
Bobstillik süslenmeyi kabalıkta, kalınlık-da, ağırlıkta, şangırtıda aramış bir modadır. Devrin büyük humorist.i Cemal Nadir Güler çizdiği bir Bobstil Kız karikatürünün altına: «Moda, sevimli bir delilikdir..» sözünü yazarak bu sa\g;nı çok güzel irade etmiştir.
BOGASI, «Astarlık seyrek dokunmuş bez» (Türk Lugatı). Dil bilgini Hüseyin Kazım Bey bu ismin aslının İspanyolca «Bocaci = Bokaci» olduğunu gösteriyor. M.Z. Pakalın «Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şunları yazıyor : «Amerikan bezine benziyen ve kaput bezini de andıran bir nevi bez; pamuk ipliğinden dokunurdu. Astar'lık seyrek
bezdir; İstanlbula ·taşrada dokunup getirilirdi; astarlık olan boğasının rboyanmamış :beyazının onaltıncı yüzyılda ıkefen olarak cfa kul/anıldığı-nı müverrih Selanikli Mustafa Efendi yazıyor.»
Astarlık bir bez olan boğası amele ırgat sırtı için gömleklik olarak da kullanılmıştır, aşağıdaki iıki beyit «HOıbannamei Neveda» isimli manzum risalede yanaşma civan tarifin-dedir :
Gömleği ol garibimin boğası Boğaz tokluğuna tutmuş ağası Yatağı hasırdır yorganı çaput ı<ışın bile görmez kepenek kaput
BONCUI<, En küçükleri toplu iğne başı kadar, ceviz büyüklüğünde olanları da vardır, eşya ve esvab süslemede ku/!anılır cam habbeleri, damlaları olup ortaları bir nakış iğnesi geçe- . cek genişlikte deliktir; bu cam parçalarının «bonwb luğu bu delik iledir.
Küçücük boncuklar çeşitli renkferde olup bilhassa oyacılıkda kullanılır; rengarenk çiçek motifleri ile emsalsiz güzel/ikde Boncuk Oyalar vardır; fakat, yemenilerin, greplerin kenarına dikilen bu boncuk oyalar, göz alan güzelliklerine rağmen daima ayaktakımı harcı bilinmiş, hatta orta tabakadan kadınlar bile boncuk oyalı yemeni ve grepleri başlarına sarma-mış/ardır.
Küçücük bcncuklar esvap işlemeciliğinde de ku!lanılmışd;r; altın ve gümüş tellere, pullara, ve hurda incilere nisbetle çok daha ucuz, ve türlü renkleri i:e ayrıca göz çekici olduğundan çengi karı ve köçek oğlan esvab!arı boncuklarla işlenir, süslenirdi.
Küçük boncuklarla yine avam harcı olmak Uzere kadın cebkenleri, terlikler, kundak çocuğu takkeleri işlenmiş, boncuklu pa:-2 keseleri örülmüştür.
Şurasını kesin olarak kaydetmek gerekir ki kiıbar süsüne boncuk asla girmemiştir, ki· bar harcı işleme maddesi, irili ufaklı, yerine göre daima inci olmuştur.
Geçen yüzyıl başlarında bir ara siyah bon· cuk işlemeli kadın bluzları moda olmuş idi; entari yerine Avrupa kesimi eteklik bluz giy· meye başlamış Türk kadınlarından bu boncuk işlemeli bluzları giyenler de yine esnaf tabakasından tazeler olmuştu.
Az irice, nihayet fındık büyüklüğünde mavi boncuklar da nazar!ıklarda kullanılmış-dır, bilhassa çocukların fes püsküllerine, baş yemenilerine, esvablarının omuz başlarına dik il m iştir; bazan da ipek veya pamuk ipliğ i iie el veya ayak bileklerine t^kılmışdır. Kibar nazarlıklarında mavi boncuğun etrafı çeşitli kıymetli taşlar veya . incilerle de ayrıca süslenirdi, ve üzerinde «Maşallah» yazılı bir altın plak eklenirdi.
Çengi kız ve köçek oğlanların bütün hüneri ayaklarında, ayaklarındaki oynaklık, kıv-raklıkda olduğundan çengi ve köçek tuvaleti ayak bileğine takılmış bir mavi boncukla tamamlanırdı.
Yani basmış gUlüm onbeş yaşına Su-:ma çekmiş i:<i keman kaşına Pek yaraşmış mavi nazar boncuklu Ak keçeden küJ;h şahin başına
( Galatalı, İ^mar Destanı )
Es;nerin dilberi gördüm bir peri
Kakülün avrupa kesmiş berberi
Ayak bileği'1cle mavi boncuğu Bildim köçekler!n odur serveri
{ ^alatalı, Kıbti Köçek Destanı )
BOLERO, Yakın geçmişte alafranga hanımların bilhassa sabahlık olarak giydikleri bir ceketin adıdır ki bedeni ve kolları bol olup göğüs kıs-
mı aşağıya d:.iz olarak dökülürdü, eteği de belden bir karış kadar aşağıya inerdi. Duble yahut düz yakalı olur; yakası, önü, kol kapağı, dantelâlarla süslenirdi. Sabah rehaveti için-de 'JÜcudu ferah tutan bir ceket i d i.
BOT, Fotinin uzun konçlusu; bir erkek ayakkabısı elan fotinin koncu ayak bileğinde incik kemiğinin az üstüne kadardır, botun ıkoncu ıbaldır ortasına, diz kapağının bir karış altına kadar çıkar (Bakınız: Fotin).
Fotin erkek ayakkab;sı olduğu halde şe-ki I ve derileri çok farklı olarak bot, geçen yüz yıl sonları ile yüzyılımız başlarında kadınlar tarafından da gi yil m işdir.
Erkek botları daima vidaladan kesilir, yapılır; kış ayakkabısıdır, önden bağlıdır, golf pantalonla, yahut düz pantalonun parçaları katlanarak bot koncu içine alınarak giyilir. Çamura, kara karşı ayağı en iyi koruyan ayakkabıdır, fakat daha ziyade şehir dışı, gezi, av ayakkabısıdır.
Milli Mücadele yıllarında, başta Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), serpuş olarak Kemali Kalpak, bir avcı ceketi ve ayaklarda bot, bu büyük mücadeleye katılm:ş olanların, Anado-ludaki bütün memurların, öğretmenlerin hemen alameti farikası gibiydi. Günlük iş ha yatına da bot i l e g i dil i rd i. Ha l i d e E d ib (Adıva r) Hanım da çarşafla erkek botu giyerek dolaşmıştır. Zamanımızda pek az yapılır, giyilir ol-ff, uştur. Hali vakti yerinde avcıların ayaklarında görülür. Burnu toparlak ve bombe maska-retalıdır.
\/idaladan bir fotin üzerine geçirilen köseleden getir de botun yerini tutabilir (Bakı-^.z : Getir) .
Geçen vüzy;J sonları ile yüzyilımız başla-r1nda giyilen kadın botları, daima süslü, şık hanım, hatta •kokot ayakkabısı olmuştur. Ökçesi yıj:<sekce ve kalrn, burnu sivri olup en iyi, ince giaseierden kesilirdi; önden bağlanır, erkek botlarının bağları adi kalın fotin bağı iken kadın botlarının bağları ipek şeridlerden, çok cazip renklerde kordelalardan olurdu. Kadın botu memleketimizde alafranga modalardan biri olmuştur. Birinci Cihan Hatibinden sonra giyilmez olmuştur, zamanımızda tamamen unutulmuştur.
BOYUNA KIRMlZI MENDİL BAGLAMA MODASI, Eski zamanlardan beri boyuna veya al:na bağ-lanagelmiş bir yemeniye dilimizde «Çenber» adı verilm'ışd'ır (Bakınız : Çenber; Yemen'ı). Avam, ayak takımı harcı olan çenberin yerini zamanımızda çenberden çok daha küçük olan mendiller tutmuştur diyebiliriz; fakat 1943 -1945 arasında boyuna bir mendil bağlama en büyük şehrimiz İstanbulcia bir apaş modası salgını olmuştu. Boy boy, yaş yaş, kırç11, kır-ranta, gene, mürahik, şabıemred oğlan mendilleri boyunlarına sırf bir bıçkınlık, apaşlık mümayişi olarak ıbağlamışlardır. Manalandırıl-ması çok güçtür, o yıllar arasında boyunlara bağlanan mendiller de istisnasız düz kırmızı renkli mendiller olmuştur, ve bunlar sokaklarda, köprü üstünde işportalarda satılmış, ıbazı mektepli oğlanlar ve kızlar bile birer kırmızı mendil alarak boyu,;la:-;na bağlam:şlar, bu apaş modasına ayak uydum1uş!ardır·. Salgın
1943 — 1945 yıllarının boynunda kırmızı mendil bağlı apaş tipi
('R.E.K. Arşivi)
bazı yazarların dikıkatini çekmiş, boyunlardaki kırmızı mendilleri sins; bir anarşist nümayişi olarak görmek islemişlerd:. Çağdaş büyük halk şairi B'ıtl'ıs1i Ali Çarniç Ağa dayısının torunu b;r mürah:k kopuk oğlanı şöyle tasvir etmişdir :
Usliinde ne hoca, ııe usta hakkı Yih karamız oldu dayımın Hakkı Henüz onbeşinde, belinde kama Akran emsalinde yok iken çakı Kaldırım deper de yalın ayakla Her akşam devirir bir şişe rakı Perçemli zülüflü fiyaka caka Abdest namaz bilmez unutmuş Hakkı Boynunda bıçkınlık nişanı mendil Uygunsuzlar ile hep intibakı Namlı gangsterdir bir gün soyarsa Hiç şaşmam ko'!koca şu Deniz Bankı
BOYUNBAGI, Kravat. Bu güze! Türkçe :sim var iken kravat kelimesinin kullanılması garibse-necek dil münasebetsizliklerindendir. Çeşidie-ri pek çok ve bağlanişları da çeşidlidir.
Bizde boyunbağı, avrupal setire (ceket) panta!on giyilmesi ile beraber başlamıştır, halık arasında yayılması 1853 Kırım Harbinden sonra 1860 - 1875 arasındadır. Bilhassa gene-ler arasında hem şıklık, hem alafrangalık alameti bilinmiştir. Boyunıbağların renkleri de devir devir moda konusu olmuşdur.
1887 - 1889 arasında ölen külhani şairlerden Beşiktaşlı Gedai, boyunbağı bağiayıp takmış bir lstanbul gencini meşhur bir koşmasında şöyle tasvir ediyor:
Melahat bağında gördüm bir afet Henüz bulmuş onuç ondört çağını Ol sim gerdanına ol servi kaamet Galibarda bağlar boyunbağını
Giymiş sıkma car.fes ...... var
Parlak kunduranın yüzüne basar Zelzeleye verir alemi sarsar Salladıkça şalvarının ağını
Taze gülden nazik !er gül yanağı GeysOleri sünbül lale dudağı Naz ile sarkıtmış belden aşağı Saat kordonunda zer saçağını
Saat kordonunun alım püskülü sarkmış, rugan pabuçlu, ardında şalvar ağı sallanır ve galibarda (menekşe-viyole) renkde boyun-
bağı bağlam:ş küçük delikanlının portresi muhakkak ıki şirindir. Mutaassıb zümre boyunba-ğını uzun zaman, şapkadan bir kademe aşağı bir frenk işi görmüştür, ne kendi!eri bağlamış, ne de yakınlarına bağlatmıştır, hatta alay yollu, boyunbağına «Medeniyet Yuları» denilmiştir.
Esnaf tabakası ise, taassub bahis konusu olmasa da, boyunbağını, sadece bir şıklık iddiası olarak görmüş, ve şıklığı da esnaf hayatının sade ciddiyeti ile bağdaşdıramamıştır. Son zamanlara gelinceye kadar, tatil günlerinde ve bayramlarda bile esnaf gencleri boyun-bağı bağ!amamışlardır, bağlayanlar da muhitlerinde asla hoş görülmemişlerdir.
Fakat zamanımızda ise bilakis, ırgat, amele, mesela bağçıvan yanaşması, fırın hamur-karı ve hamam uşağı bile pazar tatillerinde, dini ve milli bayram günlerinde büyük ekseriyetle adamlık esvablarını giyerler iken rengi parlak, göze çarpan bir boyunbağını bağlamayı da ihmal etmezler, ve o boyunbağı ile ha-kikcıten şıklaşmış olduklarına inanırlar. Zamanımızda boyun bağı mağazlardan başka seyyar satıcılar eliyle işportalar içinde sokaklarda satılmaktadır. Bu esnafın müşterileri de, yukarda kaydettiğimiz amele, işçi, çoğunlukla bekar uşaklarıdır; fakat maalesef, alıcısının satıcısının ağızlarında da boyunbağı yerine «kravat» ismi ile satılır, alınır.
Boyunbağı başlıca dört çeşit üzerine yapı-iagelmişfr :
-
1. Ortalama 120-150 santim uzunluğunda, ucu sivri kesilmiş 6-7 santim eninde bir genişlikle başlayarak gittikce daralır, boyuna, enseye gelecek orta kısmı 2-2,5 santim ^nindedir, öbür ucu da hemen aynı genişliği muhafaza eder; boyunbağının en yaygın şek-:;dir; kaidesi üstte, tepesi altda üçgen şeklinde bir topuz düğüm yapılaraik bağlanır ve iki ucu bu düğüm içinden geçerek geniş tarafı üste ge:mek üzere gömlek önünde boğazdan göbeğe doğru düşer, sankar. Yakın zamanlara kadar kibadar zenginler boyu:ıbağlarını kıymetli bir taş veya şahdane bir irci taşıyan ve sureti mahsusada yapılan bir boyunbağı iğnesi ile ayrıca süslerlerdi, zamanımızda iğne modası ka!ikmış gibidir, onun yerine, gömlek üzerine yelek giyilmediği zaman boyunbağının
Şalvarlı, cebkenli, fermeneli, dalfesli, Avrupa perçemli ve ç.orabsız ayaklan tulumbacı yemenili bir İstanbul delikanlısında yakası kolalı frenk gömleği ile boyunbağı
('R.E.K. Arşivi)
göğüse sarkan kısmının düz durması için bo-'yL'n bağı maşaları kullanılıyor, bu maşaların içinde a!tun, gümüş gibi kıymetli madenlerden yapilmış ve hurda elmaslar taşıyanları vardır, fakat erkek mücevherlerinden sayılan boy:..ınbağı iğnelerinin yerini tutmamışlardır.
Boyunbağını günlük giyim kuşamının icabiarından kabul etmemiş, işi icabı bağlamak zorunda kalmış bazı kimseler bir kere bağ-iadıkdan sonra uzun zaman çözmezler, çıkaracakları zaman düğüm yerinden gevşeterek bir kemend halkası gibi başlarından çıkarırlar, takacakları sırada da yine başlarından geçirip düğümü s,kış;:miar; boyunbağı şahsiyetini kaybeder, kolanlaşır.
-
2. Plastron Boyunbağı. Memleketimizde aynen kullanilmış olan bu isim fransızcadır, zırhın ön tarafı, göğüs kısmı anlamındadır. Geniş bir boyunbağı olup gayet bol ve büyük
Börk, Bürk
SÜSLENME SÖZLÜĞÜ
45
bir düğümle bağlanır, öyleki bu büyük düğüm ve düğüm dışında kalan boyunbağı uçları gömlek önüne yayılır ve gömleğin ön kısmını tamamen örter ve gömlek üstüne mutlaka yelek giyilir, gömleğin yalnız kolalı yakası görünür. Plastron boyunbağı geçen yüzyıl sonlarında bizde kusursuz Avrupalı hayatı yaşayan pek kibar tabaka, kibar aydınlar, edipler ve diploma1 lar tarafından bağlanmış ve boyun-bağı düğümünün tam ortası da ya bir inci veya pırlanta taşıyan bir iğne ile süslenmiştir. Bu boyunbağı zamanımızda tamamen terkedilmiştir.
-
3. Papiyon (Kelebek) Boyunbağıı. Dar ve boydan boya hemen aynı genişlikde bir boyunbağıdır; kelebeği andıran bir fiyonga yapılarak düğümlenir, ,bağlanır. Geçen yüzyıl sonları ile yüzyılımız başında bizde aydın tabakanın şık beyleri tarafından bağlanmıştır. Zamanımızda ender görülmekle beraber papiyon boyunbağlı bir kimsenin giyiminde daima bir dikkat göze çarpar. Zamanımızda siyah ku-maşdan olmak şartı ile papiyon boyunbağılar birinci sınıf ve lüks gazino ve lokantaların garsonları ile sahne okuyucuları (hanende) bazı delikanl·iiarın boyunlarında görülmektedir.
-
4. Fular (Çevre) Boyunbağı. Amele ve işçinin boyunlarına ter emme için bağladıkları mendillerden, çevrelerden mülhem bir bo-yunbağı şekli olup güzelsana11ar işçileri ressamlar, heykeltraşlar, şairler tarafından bağla-na gelmiştir, hatta onların alameti fari:kası, nişanı olmuştur. Yakın geçmişde kibar ailelerin erkek çocuklarına da fular boyunbağılar bağlanırdı. Gayet geniş ve uzunca kesilmiş ince bir ipekli kumaş parçası olup kelebek boyun-bağı Q'ibi bir fiyonga düğümle bağlaı.ır, fakat boyurıibağının fiyonga ,kulakları ve uçları gömlek önünde bir çiçeği, bilhassa kasımpatını andıran bir top halinde dökülür.
Düğümü sabit olarak yapılmış, gömle'.k yakası altından geçecek bir lastiğe raptedilmiş «hazır bağianmış» boyunbağları da vardır, lokanta ve gazino garsonlarının siyah kelebek boyunbağları bu çeşittendir. ıBu hazır bağlanmış boyunbağları eskiden beri vardır; boyun-bağını severek, isteyerek değil, vazifesi icabı
boyunbağı bağlamak mecburiyetinde olan memurlar tarafından zoraki kullanılırdı.
Şık bir erkek için esvab dolabında yerine esvabına göre kullanılmak üzere en azdan 100150 boyurıbağı bulunmak gerekir. Boyunbağı-ların en kıymetlileri sureti mahsusada boyun-bağılık dokunmuş ağır ipekli kumaşlardan olanlarıdır. Memeleketimizde boyunbağcılık hayli gelişmiş olduğu halde hala en makbul boyunbağıları Avrupa işi olanlardır, bilhassa Fransız, İngiliz ve ltalyan boyunbağlarıdır.
Burada ipekli örgü jarse boyunbağıları da bir beşinci çeşid olarak ^aydedebiliriz.
BÖRK, BÜRK, «Külah; Yeniçerilere mahsus beyaz keçeden veya beyaz çuhadan (?) baş kisvesi» (Hüseyin Kazım, Büyük Türık LOgatı).
Saltanat tacın giyen alemde mağrur olmasın
Nice sultan börkün almışdır beyim badi hazan
( Baki)
«Sa1^anat tScını giyen ( mec2zen; yüksek nıevki sahibi O:an) mağrur olmasın, beyirn, güz rüzgfırı nice sultanın başından bôrkUnü almışdır.»
«Üsküf» adı da verilen yeniçeri börk'ü, yeniçerilerin merasim başlığı idi, günlük hayatlarında keçe kavuk giyerler, üstüne burma tülıbend, sarık sararlar idi (Bakınız: Burma Sarık).
Börkün - Üsküfün üst k;smından arkaya, zamanımızdaki bahriye neferlerinin palet de-ni\en geniş mavi yakalarını andırı^, müstatil şeklinde bir keçe parçası kıvrılır, börkün tepesinden neferin omuzlarına kadar iner ve enseyi tamamen örterdi; bu keçe parçası-r:a da «Yatırtma» denilirdi. GOya ilk yeniçeri neferinin sırtını sıvazlayan Hacı Bektaş Veli'^ nirı cübbesinin kolunu temsil ederdi; bir ocak efsanesidir, malumdur ·ki Hacı Bektaş Veli, Yeniçeri Ocağının kuruluşundan çok önce vefat e1mişdir.
Börkün başa geçen kenarında ipek veya sırma işlemeli bir zırh - süs vardı; ön kısmının ortasında da «kaşıklık» veya «tüylük» denilen bir parça eklenmişdi; buraya sefer yolunda neferler kaşıklarını sokardı derler; törenlerde, alaylarda ise kaşıklığa, neferler kıdemlerine,
Gençliğincie bur yeniçeri olan Mimar Sinan'm başında Börk-Üsküf (R.E. Koçunun Yeniçeriler adlı eseri için S. Bozcalı yapdırttığı bir resim
('R.E.K. Arşivi)
küçük zabitler rütbelerine göre turna kuşu telleri, balıkçıl kuşu telleri, düz sorguçlar, süpürge sorguçlar takarlardı, hem renk ve hem de şekilleri ile katıldııkları törenlere, alaylara bir şatafat verdikleri muhakkaktır.
Yukarıdaki tarifte de kaydettiğimiz gibi Hüseyin Kazım Bey, börkün çuhadan da yapıldığını yazıyor; biz yeniçeri börkünün mutlaka keçeden yapıldığını kaydedeceğiz.
BROŞ, «Kad;nların göğüse veya başa ta'kdıkları mücevherii büyük iğne» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türk!). Kelimenin aslı frans:zcadır, Türk kadınları «Boroş» diye söyler; bu isim dilimize 1839 dan sonra, tanzimat devrinde girmiştir; daha önceleri, başa, başdaki hotoz-
!ara takılan elmaslı iğnelere, şekillerine göre «kuş iğne», «çiçek iğne» denilir, göğüse takılan büyük mücevherli iğnelere de «Pençe» ismi verilmişti; mücevıherli göğüs iğnelerinin bir meşhuru da «Kabakçiçeğ:,, diye anılırdı (Bakın:z: Pençe; Kabakçiçeği).
BURKA, Peçenin arapçası; eski metinlerimizde peçe k?rşıiığı oiara1k çak rastianır; bazan her hangi bir sebeple yüzünü gösterme:, istemeyen erkekler de yüzlerini bir bez ile örterler ve yalnız gözlerini açıkta bırakırlardı, onlara da «burka',, denilir idi ki zamanımızın maskes; karşılığıdır.
BURMA BIYIK, Bakınız : Bıyık.
BURMA SARIK, Yeniçeri Asker Ocağından çıkmış bir sarık şeklinin adi; sarıklık kı;maş her ne
Burm:ı sarıklı ve cübbeli yeniçeri çuhadan ('R.E.K. Arşivi)
ise, nıesela tülbend, önce bir ha!at gibi burulur, külaha ka\ıuğa o şekilde dolanır, sarı-iirdı.
Heybetli göründüğü için cengaverlik, ka-badayı!ık nümayişine elverişli olduktan başka, düz sarığa nisbetle hem geç kirlenir, hem de kirini hemen göstermezdi, bekar uşağı asker hayatına eiver·işliydi.
Mimar s:nanın kabir taşındaki sarık bir burma yeniçeri hasekisi sarığıdır.
Baklava ailesinden bir hamur tatlısının adı da bu sarık şekline nisbet!e «Sarığıburma» dır.
BURNUS, «Başlıklı (Kukuletalı) maşlah» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı). Bornus da denilir.
Daima beyaz yünlüden kesilir, yapı!ır bir arab ustlüğü (pardesüsü) dür; bir kenarı giyecek olanın omuzundan ayak bi!eklerine, hatta topuk hizasına kadar boğça gibi dört köşeli bir kur:ıaş parçasından ibarettir: üste gelen kenarının ortasına bir başlık, kukuleta eklenmiştir ve iki yan kenarlarında da kol gececek birer delik vardır; kollar bu deliklerden geçirilir, başa kukuleta geçer, yani burnus giyil-· mez de insan burnusa sarınır; pelerin gibi.
Bilhassa Şimali Afrikada Fas, Cezayir, Tunus, Trablusgarb halkı tarafından kullanılmış olup Türkiyeye gemiciler tarafından getirilmiş ve memleketimizde yine onlar tarafından kullanılmıştır, öyleki burnuslu bir kimse hemen daim6 bir tersane!i, bir gemici olarak kabul edilmişdir. Anadolu çobanlarının geceleri ve bilhassa kışın kullandıkları kepenek, arabın burnusuna nisbetle çok daha mütekamil, geliş-mış üstlükdür (Bakınız : Kepenek).
Aynı kesimde, şu fark ile ki, kukuletanın iki yanındaki parçaları omuzları ör·tecek şekilde dikiim;ş, deliklere de birer kol eklenmiş hamam havlularına da «Burnus» denilir. Hamam burnusları zamanımızda evlerde ve plajlarda kullanılmaktadır; çarşı hamamlarımızın hamam takımları arasına girmemesi temenni olur.ur, zira Tünk çarşı hamamının, yııkandıktan sonra, belde peştemal, omuzda havlu, başda
havlı_; i!e xend:ne has şir:n ıbir gö:-ünüşl.:: olan ananevi hamam çı'<.ışı :<uşam:nı bczaca•ktır. İstanbul kadıniarının e^ki üstlıüklerinden «yel-d:rme» de burnusu 1aklidden çı'kmışciır denilebilir (Barkınız : Ye!dirme).
Tersane çıplakları çavuşu omuzunda Burnus ('R. E.K. Arşivi)
BURSA ÇEKMESİ, «Bir çizgisi ipek, bir çizgisi iplik, ve yoliu yollu dokunan bir kumaşın adı; Bursada dokunduğu için bu ismi almışdı. Orta derecede bir kumaşdır» (N. Rüştü Büngül, Es-i<i Eserler Ansiklopedisi).
BÜRGÜ, Kasabalarda ve bilhassa köylerde kadınların sokağa çıkar iken dini örtünme yolunda başlarının üzerine atarak büründükleri bir çarşafa verilen isimdir; yatak çarşafı gibi düz ve peştemal gibi müstat:ı şeklinde bir örtü olup başa enlemesine atılır, baş ile beraber gövdeyi tamamen içine alır ve el ile iç tarafından tutularak bir ucu ile de yüz örtülür, öyle ki bür-
Çarşaf bürgülü Vanlı kız, 1880 - 1890 (Kıyafeti Osmaniye Albümü)
gü ile sokağa çıkmış bir kadının yüzünde yalnız gözleri görülür, kollar ve eller bürgü içinde kalır.
Dört köşe çarşaftan bürgülere «car» adı verilir.
BÜRÜNCÜK, Ham ipekden pek az mikdarda keten ipliği katılarak dokunur yazlık eski güzel bir kumaşımız; ten üstüne giyilen iç gömleği, nadiren de lüks olarak iç donu yapılırdı. Tül gibi incesi ve az kalıncası oluı·du, fakat incesi gayet hafif, tüy gibi olmakla beraber tijl gibi şeffaf değildi. İnce bürüncük kız, kadın çamaşırlığı, kalıncası da erkek gömlekliği idi; ve
erkeklerin giydiği bürüncük iç gömleklerine helali denilirdi. Avam ağzında bürüncük «bürümcük» şeklinde telaffuz olunur. Merhum antikacı Nureddin Rüştü Süngü/ «Eski Eserle:-Ansiklopedisi,, isimli eserinde bu kumaşı Bürümcük telaffuzu ile kaydederek şu malumatı veriyor :
«Kıvratma dedikleri bükülmüş {ham) ipekden kıvırcık olarak evlerdeki tezgahlarda dokunan en kıymetli Türk çamaşırlığı bir nevi ipek bezdir. Bunların iplik karışığına da helali derler. GOya ipek kumaş ve ipek bez giymek erkeklere haram olduğundan biraz keten veya pamuk ipliği ile bürümcük helali oluverirdi. Kolay eskimez, kullanışlı, en iyi, en güzel bir çamaşırlıktı».
Asla boyanmazdı, kendi tabii rengi tatlı açık kremdi. Bazan dokunur iken kanarya sarısı, kiremit .alı, açık mavi ve muhtelif genişlikte ipek çubuklar atılırdı; kadın bürün-cükleri de kafes çubuklu dokunurdu. Dört parmak enliliğinde, ekseriya mor kafesli ıbir bürüncükden de yazlık yatak çarşafı, cibinlik yapılırdı.
Ayak takımının giydiği adi bez gömleklerin yanında bürüncük yüksek tabaka harcı ça-ımaşırlıktı. Ayak takımından şehbaz gençlerin, mesela bir yaz günü için iki çifte kayıkta işleyen iki tuvana gene hamlacı, kürek başına küfür küfür helali gömleklerle geçip oturduklarında, kendilerini pek haklı olarak süslenmiş bilirlerdi. Kibar ve rical de hususi kayıklarının hamlacı/arına, günlük hizmetlerindeki çubuk-dar gençlere, uşaklara birer servet gösterisi olarak bürüncük, helali gömlekler giydirirlerdi.
Aşağıdaki kıt'a ayaktakımı boyundan bü-rüncük gömlekli bir şehbaz portresidir :
Külahın o samur kaşlara eğmiş
Cezayir kesimi beyazlar giymiş Helali gömlekle of kalyoncuyu işittik geçende Hünkar beğenmiş
c
CAME, <ı:Farsca isim, arkaya giyilen şey, libas,
esvab» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı).
Zamanımızda artık hiç kullanılmıyor. Şu beyit, XVlll. yüzyıl Türk şiirinin seçkin temsilcisi Nedimindir :
Ey şelıi lıübamın eyle ol kaddi mevziine sen Rengi gülden came büyi yasemenden pirehen
(Ey güzeller şahım, o pek düzgün, pek yakışıklı vücuduna Gülün renginden esvab, yasemin kokusundan gömlek yap... )
Eskiden günlük sohbet dilimizde «camei matem = yas esvabı», «Câm-ei fena - yokluk esvabı (mecazen : Kefen)», «Camei lyd = bayram esvabı», «camei mihnet = mihnet, bela, sıkıntı esvabı» gibi mürekkeb isimler de kullanılmıştır :
Yeni biçdl bu camei mihneti Felek bana giydirdi o hil'ati (İzzet Molla)
( Hil'at : Kaftan)
Vücudu içine alıp saran «yatak» karşılığı olarak mecazen «came hab = uyku esvabı» ismi, bilhassa eski şairlerimiz tarafından pek çok kullanılmıştır :
Dide mahmur ve giriban çak, kakül tarümar Hayret efzadır kıyamın dmehabından senin ( Mahmut Nedim Paşa) (Göz mahmur, yaka açık, kakül darmada^ın Yatağından kalkışın göreni çileden çıkarır.) *
Benimle bir gececik camehaba girmez misin Beni günaha sokup sen sevaba girmez misin
Farscada «şûriden = yıkamak» kökünden bir takı ile «CameşOr» ismi «esvab yıkayıcı» anlamında kullanılır; bu isim de Türkçeye «çamaşır>> şeklinde bozularak alınmış ve «kirlendikçe yıkanıp, temizlenip giyilen içlikler» karşılığı kullanılmışdır ki çamaşırın başlıca iki parçası ten üstü.ne giyilen gömlek ile dondur (Bakınız: Çamaşır; Don; Gömlek).
CAMEDAN, Camadan da denilir; eskiden giyilen ıkısa ve kolsuz, ön tarafı çapraz kavuşur bir yelek; bilhassa ayak takımı,· avam, esnaf giyerdi; çuhadan yahud kadifeden kesilirdi; göğüs kenarları, yaka etrafı şeritlerle, ince kor-
donlarla süslenir, bazan iki ön parçasının alt köşeleri i!e alt ve ön ıkenarları veya etrafı sırma işlemeli olurdu; ön kısım kenarlarının ceviz büyüklüğünde ve her kenarda en az 7-9 adet olmak üzere örgü düğmelerle süslenmesi de camedanın hususiyetlerindendi; ve en makbulleri de sırmalı kadife camedanlc;ırdı. Çuha olsun kadife olsun, sade veya sırma işlemeli al ve mor gibi parlak, göze çarpan renkler tercih olunurdu, yukarda kaydettiğimiz boylardan bir delikanlı, bir mürahik genç için güzel bir camedan daima cazip, sahih olmak, giyilmek istenilen bir şeydi. Pırpırı, afili, cakalı, reftarı levendane bir şehbaz gencin tuva !etine ayrıca revnak verirdi.
Köçek, rakkas oğlanların çoğu da, XIX. yüzyılın ikinci yarısında bilhassa raksa çıkar iken, çıplak gövdeleri üzerine sadece bir ca-
Camedanh Tulumbacı (R.E.K. Arşivi)
CANFES, Eski ipekli kumaşlardan biri, gayet ince, mat ve daima düz renk olur; sarı, mor, yeşil muhtelif renklerdeki canfesin en makbulü de al canfes olmuştur. Yazlık ferace, şalvar, mintan yapılırdı; zenginin, kibarın kullandı^ı ·kumaşlardandı. Mat olan sathı hareli, dalgalı görünür, onun içindir ki şairlerimiz güzel kız-!arın ve delikanlıların yüzlerinde dalgalanan utanç kırmızilığını canfese benzetirlerdi' :
Pek bakma yüzüne dilberim toydur
Al canfes misali hicabın alı
^
ı: ğrl aurur şihın başında dalfes
Ruhsiri aline reşk ider canfes
( Reşk ider: kıskanır, hased eder)
CAR, «Kadınların sokağa çıkarken büründükleri değirmi (kare) çarşaf» (Kaamôsi Türk!). Car adı farsca 4 karşılığı «çehar, çar» dan, dolayısı
Cfunedan
meclan geçirirlerdi; köçek cameclanlarının bir hususiyeti çok kısa oluşu idi, eteği meme başlarını ancaık örter; köçek şalvarı da göbek çukuru altına düşürüldüğü için, bele sarılan kuşak da şalvar uçkurluğu hizasından dolanır, var ile yok arası cameclanın önü de iliklenmez, köçek, raks meydanına hemen yarı üryan çıkmış olurdu. Kalender meşreb şairler kalemi ile camendanlı delikanlı tasvirleri pek çoktur, içlerinde diğer bazı tuvalet motifleri ile hakikaten pitoreks portreler vardır :
Top sırma sünbül kaküllü melek Cimedan altında helali gömlek Baldırı çıplak bıçkın civelek Yanağında ebri şafak hicabı Koltuğunda Leyli Mecnun kitabı *
Al fesinde kırmızı karanfili
Hem al cimedan gaayet afili Gördün mü Adalı Tiryandanfili Molla Beyin nevhat hamlacısıdır
*
Yusufum dokunmuş ipek sırmadan Pek açmış oğlanı şu mor camedan Ak bezden şalvarlı hamlacı fidan Hanımın aynaşı şahı hübandır
'Birinci Cihan Harbi yılları içinde came-
dan giyenl·er görülürdıü.
Beyaz carlı., siyah peçeli Trabzonlu kadın, 1880 - 1890
(Kıyafeti Osmaniye Albümünden)
ile değirmi olmasından gelir. Sureti mahsusa-da kadının .tesettürü için dokunur bezler ve-·ya ipekliler idi; bezi avam, ipeklisini zenginler, kibarlar kullanırdı; ipeklilerinin kılabclan işlemelileri olurdu; Bağdadda, Halebde, Şam-da, Bursada dokunanları en makbulleri idi. Carın «Bürgü» den farkı (Bakınız : Bürgü), sarınılıp bir. ucu da baş üzerine atıldıktan sonra yüzün siyah bir peçe ile örtülmesi idi; Bür-güde ise yüz örtülmez, burun üstünden bür^ gü kenarı ile elle kapanır, kadının yalnız gözleri görünürdü. Eteklik, pelerin ve peçeden mürekkeıb çarşaf çıkıp yayılınca, çarşata da «car» diyenler oldu. Nureddin Rüştü ıBüngül «Eski Eserler AnsikJopedisi»nde car için «Bir nevi şal ismidir, bir zamanlar kadınlar bunu başlarına alır, tesettür vazifesi gördürürlerdi» diyor; ipekli carların ağır !kumaşlar olması do layısı ile, bizce, onun için bir şal adıdır demek, yakıştırma bir tarif olur.
CEBKEN, Zamanımızın ceketi yerinde askere, esnafa, rencbere mahsus eski bir üstlüğün adı, en makbulleri çuhadan kesilirdi, ayak takımı adi kalınca bezden de cebken giymişlerdir.
Gömlek üstüne giyilir, giyenin yaşına, içtimai mevkiine, mesleğine göre altında uzun paçalı çakşır, diz çakşırı, potur, şalvar, hatta kara bez don bulunurdu.
Yakası düz kesim, önü düz veya çapraz, eteği kısa, ancak bele kadar inerdi ve kolları uzun, el üstüne kadar düşerdi.
Kol kesimi iki türlü idi, biri bilinen ve zamanımızdaki bütün üstlüklerde olduğu gibi bedene fırdolayı dikilerek rabtedilirdi; diğer kesiminde ise kol cebken bedenine yalnız omuz başında dikilerek rabtedilir, koltuk altı yelek gibi oyuk, açıık kalır, kolun alt açıklığı ise dirsek içi hizasına kadar iner ve kol dikişi o noktadan kol ağzına kadar uzanırdı. Koltuk altı ile dirsek içi arasındaki açık kalan yerden gömlek kolunun kumaşı görünürdü.
Yaşlıların cebkenleri siyah veya kahve rengi, gençlerin de al ve mavi renkli kumaşlardan kesilir, giyenin varlığına göre yaka ve kol kenarları, önleri, etek köşeleri ipekle, sırma ile işlenir, süslenirdi. Eteğinin kısa oluşu, altından bele sarılmış :kuşağın görünmesi,
Cebken
vücudu uzun gösterir, givende biraz da civeleklik varsa, hakikaten güzel, pitoresk bir. üstlük idi; hele bir şehbaz delikanlı vücudunda, kısa diz çakşırı üstünde, baldırlarda aynı kumaşdan işlemeli tozluklarla, yalın ayakda kırmızı sahtiyan filarlar ile, yahud tozluık yerine ayağa geçirilmiş çiçek naıkışlı çorablarla gayetle yakışık alırdı. ıBazı zevk sahibi zenginler kapılarındaki genç uşaklarına sırmalı cebkenler giydirerek akran ve emsal arasında nümayişden hoşlanırlardı.
Tanzimatdan önceki devirlerde, yüzyıllar boyunca, lstanbulun yaşlanmış nazenin hanımları, yaşlı dul yosmaları taze civan ile gönül eğlendirmek için Ya çıplak ayaklarının adımına altın sayarak, yahud yollarına hasna ve müstesna cariyeler çıkararak yeniçeri civeleği, bıyıkları yeni terlemiş acemi kolluk neferi, kaşı gözü yerinde, eli ayağı düzgün fırın uşağı, kayıkcı şehbazı, şekerci, gözleme-ci, ıhelvacı, hallaç, yorgancı, terlikci esnaf dilberi bir toy oğlanı avlatır ve onu slnei mu-haıbbete çekerdi, ilık işlerinden biri de alımlı çalımlı oynaşı delikanlının kiyafetini değiştirmek, şehbazına en ala çuhadan bir kat esvab kestirmek, bu arada oğlanın sırtına sırma işlemeli bir cebken giydirmek olurdu. Meddah hikayelerimiz bu sahnelerin tasvirleri ile doludur.
1930- 1935 arasında .çok yaşlı olarak ölmüş Eskizağralı Hoca Tahsin Efendi al çuha-
dan sırmalı cebken giymiş İstanbullu bir delikanlıyı şöyle tasvir ediyor :
Samur kaşlar olmuş alın yazısı Güzellik beratının yalın yazısı Şekerin pekmezin balın yazısı Al çuha cebkenli yar fidan boylum
Kirpikleri Selaniğin oyası
Has mavidir gözlerinin boyası Huri gilman anasıyla babası Al çulv!ı cebkenli yar fidan boylum
Aşağıdaki kıt'a da Enderunlu Vasıfın bir şarkısındandır :
Eskirse bana haber yollama cebken kadifen ŞimdengerO geçmez bana hiç nazü latifen ZBhir iderim gayr ile ülfet ne vazifen Küsdüm sana ben nafile yalvarma barışmam
CEZAYİR KESİMİ, Üçüncü Sultan Selim ile Dördüncü Sultan Mustafa devirleri ile ikinci Sultan Mahmudun Yeniçeri Ocağını kaldırdığı
1826 yılına kadar geçen zamanında İstanbul bıçkınları ve havai meşreb gençleri arasında moda olmuş bir kıyafet ve tuvalete verilmiş isimdir.
Yalın ayak, baldırı çıplak, göğüs bağır
Başında Bostancı Baratası, bez gömlekli, bez donlu, ayakları çıplak ve Sine Perçemli kayıkcı şehbazı
R.E.K. Arşivi
açık şehbaz, cundaıbaz gemici, kalyoncu kıyafetinden ilham alınmış ve İstanbul halkının da Cezayirlileri yaman gemiciler olarak tanıdığı için bu kıyafete o memleketin adına nis-betle Cezayir Kesimi denilmişti. Muhakkak ki arada mühim farklar vardır, zamanımızın ek-zistansiyalist asi gençliğinin kılık ve kıyafeti bir yüzyıl önceki cezayir kesimli delikanlıları hatırlatır.
Başa sarık ve ıbele de kuşak olarak gayet kıymetli bir Hind veya lran şalı sarılırdı. Mutlak fakrü zaruret içinde olan gençlerden kendisini bu havaya kaptıranlar bir şal tedariki uğrunda çok büyük fedakarlıkları tereddütsüz göze alırlar idi. O devrin bir şairi olan Ende-runlu Vasıf'ın bir şarkısında bu acı hakikat pek açık gösterilmişdir :
Zülfün düşer kaş üstüne Kah çeşmi ayyaş üstüne Neyse recan baş üstüne Tek sen beyim yar ol bana
Yoluna ey nevres nihai Olsun feda mecmOi mal Bir ^al nedir çift ile al Tek sen beyim yar ol bana
Sırta bezden yahut bürüncükden bir ten gömleği giyilirdi (Bakınız : Bürüncük); bu gömleğin yakası asla iliklenmez, açık durur, hatta önü öylesine açılırdı ki göğüsde meme tomurcukları bilhassa teşhir edilirdi. Bazı aşırı bıçkınlar ise bunu hiç giymezlerdi. Göğüsü kıllı veya kıllıca olan şehbazlar o kılları ustura ile tıraş ederler, tam göğüs ortasında yalnız bir tutam, sekiz on tel kıl bırakırlar, bu kıllara birer küçük inci geçirip düğümlerler, kılın birine de bir mavi nazar boncuğu takarlardı, bu incili ve nazar boncuklu acaip püsküle de «Sine Perçemi» derlerdi (Bakınız : Sine Perçemi) Zengin bir hami bulamayıp başına ve beline kıymetli bir şal, sırtına işlemeli bir camedan, diz çakşırı tedarik edemeyen pek yoksul ve garip yiğitler de bez gömleklerinin yakasını açarlar, inci yerine de boncuk dizereık sine perçemi nümayişi ile yalın ayaklarını bu itlik modasına uydururlardı.
Ten gömleği üstüne, yahut çıplak ten üstüne, gencin kudretine göre kadifeden, çuhadan som sırma işlemeli bir camedan, ferme-
Avrupa egv erlı", sırına haşalı ve gum·· u··ş üzengili at ÜS· tu.. nde Cezayir Kesı. mlı. ayaklan çıplak küçükbey (R.E.K. Arşı.vı" )
ne veya bir cebken giyilirdi (Bakınız: Came-dan; Fermene; Cebken). Bu üstlüğün altında aynı ıkumaşdan veya ak dimiden paçaları diz kapağının üç beş parmak üstünde kalan bir diz çakşırı bulunurdu, öylesine ki zamanımızdaki deniz mayolarından farkı paça ağzının bol, ağ kısmının körüklü olmasıydı.
Yaz ve kış ayaklarına asla çoraib gİ"fmez-lerdi, topuklardan diz kapaklarının üstüne kadar bacak tamamen çıplaktı. Yazın sokakta da çıplak ayakla daltaban dolaşmak makbul nü-mayişdi. Fakat ayaklarına bir şey geçirmek isteyenler «Galata Kalyoncu Yemenisi» de denilen bir çift Galata Yemenisi giyerlerdi. Bu yemeninin hususiyeti, arka kısmının gayet kısa, ön kısmının üstünün de gayet az oluşu idi, yani, arkadan topuğu bitimine yakın şöyle bir tutardı: Öyle ki, kendi tabirleri ile, tüysüz bir genç ise «Elma Topuk», bir nevhat feta ise c'ı'umru Topuk», dörtkaşlı yiğit ise «Gülle Topuk» hemen hiç kapanmamış olurdu. Mahud yemeninin üst ön kısmına gelince, orası da ayaık parma1klarının ancaık tırnaklarını örter, parmak enleri, araları görünürdO.
Serince ve soğuk havalarda omuza bir Cezayir hornusu atılırdı. Bel şalına mutlaika bir yatağan bıçak yerleştirilirdi. Tedarik edebilen bıçağın yanına bir tabanca koyard ı; bıçak kabzasının ve tabanca kundağının şal kıvrımının dışında kalması ve görülmesi modanın icablarındandı.. Şalın bir ucu da, topuk ardınca yerde sürünürdü; Enderunlu Vasıf bu nümayişi de şöyle övüyor :
O gül endam bir al şale bürünsün yüriisün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün
Bu bıçkın modası kılığı lstanibul gençle-rını öylesine sarmışdı ki, ayak takımından esafil ve erazilin çıkardığı Cezayir Kesimi, orta tabaka şöyle dursun, en kibar, en asil ailelerin evladlarını da cezbetmiş, peşlerinde lalalar, uşaklarla sokağa çıkarılan nice beyzadeler, paşazadeler Cezayir Kesimi hayta kılığı ile ls-tanbul sokaklarında yalın ayak, baldırı çıplak, daltaban yıllarca kaldırım tepmişler, kuşak sÿ-rümüşlerdi. Pek nazlıları da altlarında bir kü-heylan, som sırma işlemeli eyerlerin gümüş üzengilerine çıplak ayakları ile basarak, ellerinde sapları elmaslı ipek şemsiyeler, sırmalı
cezayir kesimi tuvaletleri ile haşertat alkışı toplamışlardı.
1808 de Alemdar Mustafa Paşa lstanbula gelerek ıbir saltanat darbesi ile Dördüncü Mus-tafanın yenine Osmanlı tahtına ikinci Sultan Mahmudu çıkardığında lstanibul gençlerini bu kılık ve kıyafetde bulmuştu. Alemdarla beraber lstanbula gelen Rumeli ayanlarından Se-rezli İsmail Bey, taht şehri lstanbulu görsünler diye 16 ile 18 yaş arasında iki sevgili oğlunu da yanına almıştı. Kendisi şehir içinde !bir konak tutup oturmaya lüzum görmemiş, kısa bir zaman kalacağı için Çırpıcı Çayırında askerlerinin ordL·gahında çadırda oturuyorlardı. Hergün iki küçük delikanlıyı, yanlarında akıllı uslu bir kaç adamı ile şehri gezip görmeye gönderiyor idi. Cezayir Kesimi bir bıçkın kılığı olmakla beraber gençlik güzeliğini teşhir bakımından pitoresk !bir tuvaletti, Is-
Arkasında lalası ile Cezayir Kesimli Küçükbey; 1790 - 1808 (R.E.K. Arşivi)
mail'beyzadeler de onun cazilbesine kapıldılar ve lstanlbulun en namlı terzilerinden birine birer kat Cezayir Kesimi camedan ve diz çakşırı sipariş ettiler, namlı bir yemeniciye de birer çift Galata Yemenisi ısmarladılar. Yanlarındaki adamlar bunu beye haber verdi. lsmail ıBey ciddi, çok sert, ve evladları ile yüz göz olmamış bir baba idi, iki oğluna da hak ettikleri dayağı atabilir ve o apaş kılığına girmelerini şiddetle men edebilirdi, fakat oğullarının sair bendeganı önünde küçük düşeceklerini düşündüğünden kızmış bir baba yerine işini çok iyi bilen bir mürebbi oldu. Evvela siparişleri alan terzi ile yemeniciye haber yolladı, çocukların istediklerini kendisinden emir gelmedikçe vermemelerini tenlbiıh ettirdi. Sonra kendi kapısında seyis, aşçı yamağı, hammal, dalkavuk adamlarına hazır aldırttığı Cezayir Kesimi esvablar gıiydirdi ve askerlerine emir vererek o Cezayir kesimlilerle alay ettirdi, bunu gören lsmailbeyzadeler de ısmarladıkları es-vabları ve yemenileri aldırtmadılar, giymediler.
Müverrih Şanizade Ataullah Efendi Hicri 1224 (miladi 1809) yılı vakaları arasında o devrin pek çeşitli olmuş apaş kıyafeti ve modası üzerine şunları yazıyor :
«Sefihane süslenmekden sakınmak islamiyet şiarından iken zamanımızın halkı birbirinden görerek cehalet, nadanlık ve bilhassa ar ve edeb noksanlığından delikanlılar kadınlar gibi süs ve alayişe düşmüşdü. Hele avam ve ayak takımı, insanlık kadir ve itibarını kılık ve ıkiyafetde sandılar, alasından ve adisinden türlü türlü acaib tarzda giyinip kuşandılar; mesela bostancı neferi baratayı, ser-dengeçti destan, iç ağası üst kaftanı ve kavuğu, yobaz softa tetimmesini terkedip kimi başına cezayirl ve kimi lahuri ve keşmlrl ve kimi de rizal ve marpiç şal sarınarak Tersane hademesi gibi bir heyet peyda ettiler. Kimi bornus, diz çakşırı ve tozluk giyip beline gümüş ıkakmalı yatağan bıçağı takarak meyhane ve kahvehane ve meslrelerde fodulluk edip dolaşdılar. Uygunsuzluk edip kavga çıkarıp yakalandıkları zaman da sorguya çekil·ince 'kimi bayrakdar, kimi iç ağası, kimi bostancı ve eski püskü bir yadigar olduğu anlaşıldı. Herkes bir acaib kiyafetle biperva icrayi habaset
ederdi. Bir takımı şer'an ve aklen memnu, ağı yerde sürünür kaftan giyer, sünnet çocukları gibi kaftanlarının ağını tutup yürürlerdi. Ayaklarında ucu hanım ıgnesi, üstü ayağının yarısını örtmez, parmaklarının bitişik yerleri görünür papuçla dolaşırdı. .. ».
CİVAN KAŞI, Bilhassa tülbend üzerine gayet ince altın tel ile yapılır bir nakşın, işlemenin adı, ki bu tülbendler de sarıklık olarak ve bilhassa gençler, taze civanlar tarafından kullanılırdı. Lale devrinin büyük şairi Nedim kavuğuna Civankaşı işlemeli tülbend sarmış dilber bir mürahik genci meşhur bir şarkısında şöyle övüyor
Bir civankaşı sarık sarm.ıJ efendim başına Sürme çekmif itrıfahiler sürünmÜJ kaaşına Şimdi girmiş dahi tahminimde onb^ yaşına Gül yanaklı gülküli kerrakeli mor hareli
Şairin «Sürme çekmiş.. » demesinin de o devrin tuvaleti üzerinde ayrıca kıymeti vardır, o zamanlar erkekler, delikanlılar da göz-lerir:ıe sürme çekmekde ve kaşlarına da güzel kokular sürmektedirler. (Bakınız : Sürme; lt-rışahl; Kerrake; Hareli).
CİVAN PERÇEMİ, Külahın altından çııkııp civan alnına dökülmüş saça benzeyen ıkıvrıık yapraklı lbir otun adı; bu otun yaprağını taıklid ile yapılmış bir oya motifine de «Civanperçemi» adı verilmiştir. Etrafı civanperçemi oya ile süslenmiş baş yemenilerini, greplerini bilhassa, gönülleri taze ıkalmış yaşlı nazenin hanımlar, kolları arasında şehbaz yiğit sarma iştiyakında olan ıkart
Civan Perçemi Oya
yosmalar kullanır, hiç olmazsa, civan adını baş üstünde taşımakla müteselli olurlardı; aşağıdaki manzume böyle ıbir lstanbul hanımının tasviridir :
Çift otuzu aşmış yaşı Ocakda mercimek aşı Başında civanperçemi Gözler olmuş artık şaşı Şöyle olsun boyu, bosu El, ayağı, gözü, kaşı Deyüp çeker aguuşuna Taze yiğit şahinbaşı Hacıbektaş Ocağından Pulad ha.,çerli yoldaşı Ya kalyoncu bir cundabaz Hamlacı nefer dadaşı Mani değil bir daltaban Uşak olsa da oynaşı Saka oğlan hamurkarın Pırpırının samurkaşı Bir zeberdest civan olsun Ayırd etmez gül haşhaşı Sorsalar ger kendi yaşın Kaç yıllık yol suyun başı Duymazlanır semtin söyler Kızkulesi ya Kıztaşı
CiVELEK PEÇESİ, Onyedinci asrın ikinci yarısında devşirme kanunu kaldırılıp Yeniçeri Ocağının kapısı halkın ayak takımına açılınca, yeniçeri olmaya heveskar gençler gayet çok olduğundan, kadro ihtiyacının kat kat üstünde müracaat karşısında bir de namzed defteri açıldı; ocakda yer açılıp aceminefer kaydedilinceve kadar bu namzedlere de yeniçeri nazarı ile bakıldı, yalnız «ulQfe,, denilen asker gündeliği bağlanmadı; namzedler de asıl neferler
gibi kışlalarda yatıp kalkdılar, hangi orta'ya (tabura} ayrılmışlar ise o orta'nın sofrasından da yemek yediler. Bu namzedlerin hemen
hepsi 15-18 yaş arasında gençler olduğu için kendilerine «Civelek, Yeniçeri Civeleği» adı verildi. Ocak disiplinin bozulduğu devirde yeniçeriler kışlalarında yatmamaya başlamışlar,
bı:;kar odalarında, hanlarında, kahvehanelerde mekan tutar olmuşlardı. Civelekler de, müstakbel yoldaşlık yakınlığı ile namzedi olduğu ortanın pençeli bir kabadayısını kendilerine hami bilerek onun koltuğu altına sığınmış, onun odasında, yatıp kalkmış, uşağı olmuş ve
«falan ağanın, beşe'nin, çorbacının civeleği» diye anılmışlardı. Civelek hamisi yeniçeriler
de, hepsi ayak takımından ve büyük ekseriyeti kaşı gözü yerinde, eli ayagı düzgün gençler olan civeleklerini, sözde kötü kişilerin gözlerinden korumak için, yüzlE:rine hasır püskülden yapılmış birer peçe takmışlardı. Bu peçeli delikanlı tuvaleti de elli yıldan fazla devam etmişti. Peçeli civelekler 1826 da Yeniçeri Ocağı ile beraber kaldırılmışdır. Adı bilinmeyen bir halk şairi peli'eli civeleği şu kıt'a ile övüyor
Helaldir anasından emdiği süt
Kollukda civelek kuzu yap büyüt
Hem muhabbet ile vir hoşça öğüt Hem unutma sırma püskül peçeyi
Halk şairinin sözünden civeleklerin sırma püskül peçeler de kullandıkları anlaşılıyor.
Üsküf-Börk -ile Peçeli Civelek
Burma sarık ile Peçeli Civelek
CUNA, CUNA YAŞMAK, «Tülıbend nev'inden bir ince bez, bu bezden yapılan yaşmak» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terim-gatı).
lrz ehli olan avret bağlanmaz yaşmak cuna Öyle oynak haspanın eri elbet koçuna Çarşının ortasında bir rezalet curcuna Kendi diliyle saçdı dardağan darısını İmam üç talak ile boşadı karısını
CÜBBE, «Arabca isim; en üste giyilen geniş ve bol el:bise» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lu-gatı). *
Şemseddin Sami Bey «KaamOsi Türkl» de cübbeyi şöyle tarif ediyor «arabca isim; ilmiye kıyafetinde (Medreseliler ıkiyafetinde) biniş altına giyilen üstlük libas ki darca olup bunun !kısasına abdestlik derler».
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimle-
ri ve Terimleri» isimli e:: erinde Şemseddin Sa-rninin tarifini aynen alarak şunları ilave ediyor :
«Mintan yakası gibi iki santim kadar vu-muşak yakası vardı. Dizden aşağı gelecek derecede uzun, ve düz idi (?), kolları sade idi (?). Her türlü ve her renk kumaşdan yapılabilirdi. Kışlıklar alelekser kazmirden, yazlıklar sof yahut şaliden yapılırdı. Düz olmak şartı ile ipekli kumaşdan da yaptıranlar vardı. Medreselerde oturanlarla (softalarla) imam ve ha-tibler cübbe ile gezebildikleri halde ilmiye ricali dışarda cübbe ile gezemezlerdi, cübbe yerine lata giyerler idi. Yeniçeri solaklarının üste giydikleri elbiseye de cübbe adı verilirdi; Şam kumaşından veya beyaz ipekden yapılan bu cübbelerin arka etekleri dizden biraz aşağıda, önleri de daha kısa idi...».
Cübbe, medrese softaları ile cami ve meş-cidlerdeki hademei hayratın (imam, müezzin ve kayyum efendilerin) giydikleri bir üstlük-dür; yakası, mintan yakası gibi iıki parmak yükseklikde olup, kolları bol, el üstüne düşer
Divanı Hümayun Çavuşu sırtında cübbe (R.E.k. Arşivi)
uzunlukda olur, ete<kleri de diz kapağı altına kadar iner. Daima düz renk, bilhassa devetü-yü ve siyah kumaşlardan, yazın sofdan veya siyah ketenden, kışın da yünlüden kesilmlş-dir.
Yukardaki tariflerde noksanlar, yanılma-tar, hatalar vardır; cübbe biniş altına giyilme-miştir, aslında biniş, kibar ulemanın giydiği bir cübbenin adıdır. ipekli kumaşdan da cübbe kesilmemişdir (Bakınız: Biniş; Lata).
Eski teşkilatta ilmiyeye mensup olmayan bazı kimseler (mesela Divanı Hümayun çavuşları, yeniçeri çuhadarları) da cübbe giymiş-
!erdir; onları ulemadan ayırd eden kavukları olmuştur.
Cübbe ile beyaz tülbend sarık, ilmiye sınıfına, medreselilere bir alameti farika, nişan, damga haline gelmişti.
Zamanımızda Cübbe ile fes etrafında beyaz tülbend sarık imanıların resmi kıyafetidir; fakat ancak vazife başında, cami ve mes-cidlerde namaz kıldırır iken ve cenaze törenlerinde giyebilirler.
Aşağıdaki beyit ROhi'nindir ;
Bir nahalefi cübbe vü destar ile görsen Eylersin anın cübbe vü destarına ikram ( l’lâha'ef = Uğursu, şerir.)
c
ÇADIR, Şemsiyenin eski adı; bilhassa Rumeli T\.irk-leri geçen yüzyıl sonlarına kadar şemsiyeye çadır demişlerdir; aslında da o alete çok daha UYgun bir isimdir. Arabca isim olan «Şemsiye» güneşlik demektir, fakat yağmura karşı kullanıldığı zaman da aynı ismi muhafaza ediyor, hatta zamanımızda, bilhassa er:keklerde, güneş ışınına karşı korunmakdan ziyade yağmurluk olarak kullanılır.
Çadır adı artıık kullanılmıyor; hem güneşde gölgelenmek, hem yağmura karşı ıslanrr.::ımak ıçın >kullanılan aletin çadır adını ihya etmek «Şemsiye» ye karşı çok daha güzel olur( Bakınız : Şemsiye).
ÇAKMAK PABUÇ, «Burnu sivri ve yukarıya doğru kıvrık eski bir pabucun adı» (Şemseddin Sami; KaamOsu Türki).
Eskiden büyük şehirlerde, bu arada istan-bulda yalnız avam tarafından giyilmiştir, ve ekseriya da mest ile giyilirdi; ökçeleri demir nalçalı ve tabanları da demir kabaralı {çivili) olurdu. Kadınlar tarafından da giyilmişdir. Zamanımızda doğu illerimizde çakmak pabuça rastlanır; ,hatta oralardan kalkıp her hangi bir işde çalışmak için İstanbula gelenler de bir müddet ayaklarındaki çakmak pabuçları ile dolaşırlar.
ÇAKŞIR, Zamanımızda, çeşidinin adı ne olursa olsun erkek esvabının iç donu üstüne giyilen parçası pantalon adını taşır. Cemiyetimize pantalon Tanzimat adını verdiğimiz uyanık mut-lakiyet devrinde, geçen yüzyılın ilk yarısında ikinci Sultan Mahmud zamanında girmiştir. Bize batıdan gelen pantalondan ewel erkeklerin iç donu üstüne giydikleri şeyler Çakşır, Şalvar ve Potur olmuştur. (Bakınız : Şalvar, Potur); bunlara bazı bölgelerde Karadan ve Zıb-ıka gibi şeyler de eklenmiştir (Bakınız : Kara-don; Zıbka).
Çakşır iki çeşiddlr ve her iki çeşidi de mü
rahiklik çağından başlayarak yaşları kırkbeşin altında genç erkekler, ve bilhassa koşarlı hizmet erleri, asker ocaklarında neferler, çavuşlar, resmi dairelerde muhtelif isimler taşıyan hademeler, kavaslar, rical ve kibar dairelerinde. de yine hizmet çeşidlerine göre türlü isimferi olan uşaklar tarafından giyilmiştir.
Çakşır belden, uçkurluğuna geçirilmiş bir uçkur ile bağlanırdı. Diz kapağından aşağısı, baldırı örten kısmı birden daralır ve baldırı, ayak bileğine kadar bir toziuk gibi sarardı; bazan paçası serbest biter, yani ayak, çoraplı veya yalın, açıkda 'kalırdı. Sazan da çakşırın paçasına ince sahtiyandan bir mest dikilerek eklenir, yani çakşır giyilirken mecburen ayağa da bir mest geçirtlmiş olurdu. Mestli veya mestsiz, bu tarifimiz çakşırın birinci çeşididir. ikinci çeşidine «Diz Çakşırı» denilirdi, bilhassa, se-
Yeniçeri neferinde diz çakşırı (R. E. K. Arşivi)
Şatuda mestli çakşır (R. E. K. Arşivi)
ferli olmadıkları zaman yeniçeriler tarafından giyilirdi. Alt kısmı tamamen hazfedilıniş, yani paçası diz kapağının üstünde kalmış, baldırı, bacağı örtmeyen bir çakşırdır. Tereddütsüz eski Türıklerin, ecdadımızın !kısa pantalonudur diyebiliriz.
Diz çakşırı giyenler baldırı çıplak dolaşırlar, bazan da baldırlarına, diz kapağı altından ayak bileğıine kadar bir tozluk geçirirlerdi.
Tarihi edebiyatımızda çakşırdan bahsederek en renkli sahneyi, çok zengin bir lstanbul kibarı olan ve XV!I. Yüzyıl ortalarının büyük şöhretlerinden müverrih ve şair Şeyhülislam Karaçelebizade Abdülaziz Efendinin hususi hayatını anlatır iken Naima Efendi çiziyor : « ... tazeru pehpare beş altı tane nazenin hizmetkarı eksik olmazdı. Pak damen ve salih idiler. Lakin müşahedei cemali huban ile mütelezziz olub of makuufe sureti siyreti mahbub çelebileri evlad yerine terbiye idüb olkutub yazdırıb çırağ etmeye mail idiler. Hatta mahdumlara eyyamı şitada Hind Alacası ve Mirza Boğası ka-
pama, ve şal kuşak, ve eyyamı sayfda ince Kırım Kesimi beyaz sade ve som sırma kolan kuşak kuşatup, eyyamı mutedilede süt mavisi ince bez Çentiyanlar giydirip Çakşır giydirmez imiş. Vesadelerinin yırtmaç şikafı şatır eteği misal iki karış mıkdarı olub bir iki yerden rabt için altın kopça dikerler imiş ki misafir huzurunda açılmamak için yırtmaçlar iliklenir idi. Sair vaıkitde küşade olup esnayi hizmetde sür'-atle gidib ge!dikce (Çakşır olmadığından) tu-lanl yırtmaçlardan simin topukların şaşaası meclise pertev salardı. Efendi hazretleri bu veçhile topuk seyri ve Kırım Kesimi esvaıbın şi-kafından ayinei sine temaşasın idüp ıbu kadarca ıkanaat ederlermiş» (Bakınız: Kapama; Çin-tiyan; Alaca)
lstanbulda Çakşır giyen gene uşaklar umumiyetle diyar garibleri olmuştur..
Bacakları tüylü güvercinlere güzel bir benzetiş ile «Çakşırlı» denilir.
Son yeniçeri zorbalarından Çardak Kolluğu çorbacısı ve halk şairi Galatalı Hüseyin Ağa gayetle uzun «işmar Destanı» adını verdiği bir manzumesinden çakşırlı genç bir cebeciyi şöyle tasvir ediyor :
Tırabuzun bezi ala çamaşur
Hele güllü mintan gaayet yaraşur
Pek açmış Londrin çuhadan Çakşur Paçalı güvercin misin be afet
Çakşır hemen istisnasız çuhadan kesilir, dikilirdi; rengi de asker ise sınıfına göre, d^ ğil ise zevke göre ya devetüyü yahud mavi olurdu.
Çakşır bazı metinlerde imlası bozularak «b yerine «ğ» ile «Çağşır» şeklinde görülür. Telaffuzda ise dil Çakşırdan ziyade Çağşıra kaçar; hata sayılmamalıdır.
XVll. yüzyılın ilk yarısında yeniçeriler tarafından feci bir şekilde öldürülen İkinci Sultan Osmanın kan davasını güderek Doğu Ana-doluda isyan eden Abaza Mehmed Paşa eline geçirdiği Yeniçerileri feci işkencelerle öldürtmeye başladığında o taraflarda bulunan Yeniçeriler kıyafetlerini tebdil ederek lstanbula kaçar olmuşlardı. Yolları tutmuş olan abazalılar yolcuları çevirirler şalvarlarını sıyırtarak bacaklarına bakarlardı; Yeniçeriler Diz Çakşırı giydikleri için diz kapaklarından aşağısı üstüne
Nizamıcedid neferinde paçalı-tozluklu çakşır (R. E. K. Arşivi)
nisbetle güneş yanığı olurdu. Yeniçeri olmadığı halde Diz Çakşırı giymek itiyadında olan pek çok anadolu köylüsü o yıllarda yeniçeridir diye abazafıfar elinde öldürülmüşlerdir.
ÇALMA, «Sıvama olmayıp ötesinde berisinde bir takım işleme çiçekleri olan sarıklık bir bezin, tülbendin adı, böyle bir bezden, tülbendden sarık» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türk!).
Ulema sarıklık olarak düz beyaz tülbend kullana gelmişdir; çiçek işlemeleri beyaz zemin üzerine serpme işlenmiş çalmayı, ulema sınıfından olmayıp da ulema zeyninde, kılık kıyafetinde görünmek isteyenler kullanırdı; adı tesbit edilememiş bir şair sarıklık olarak çalma kullanan birini şu beyit ile hicvetmiştir
Büyük çalma sarar ziyade sefih
İder başına karlı dağı şebih
(Öylesine sefih ki büyük çalma sararak
Başını karlı dağa benzetir... )
ÇAMAŞIR, Farscada «şOrlden = yıkamak» kökünden bir takı ile «cameşur» ismi «esvab yıkayıcı» anlamında kullanılır (came = esvab; Bakınız : Came) ; bu isim türkçeye «çamaşır» şekline sokularak alınmıştır ve «kirlendikce yıkanıp, temizlenip giyilen içlikler» karşılığı günlük sohbet dilimizde kullanıla gelmektedir; çamaşırın başlıca iki parçası ten üstüne giyilen gömlek ile don, iç gömleği ile iç donudur.
Kayıkçı şehbaza hanım kancası Geldi bayramlık bir hamam bcğ;ası Donanmış içinde ala çamaşır Donunun sırmalı uçkur paçası
Bürüncük gömleği ipek peştemal Sırmalı havlular çevre destimal ^üzel ayakların gülllü çorabı ince narin bele bir !ahiri şal
( Galatalı Çorbacı, Kayıkçı Destanı)
(Bakınız : Don; Gömlek; Çoraıb; Mintan)
ÇAPRAZ, Göğsü çapraz kavuşan kısa bir yeleğin adı; göğüsleri çapraz kavuşan ve salta denilen kısa ceketlere de, giyenlere nisbetle «Aşçı Çaprazı», «Laz Çaprazı» denilirdi.
Daima aşağı taıbaka halk, ayak takımı tarafından giyilmiştir. Hüseyin Kazım Bey «Büyük Türk Lügatı». nda Aşçı Çaprazını «iki yanı pafta1ı kavuşdurma yelek» diye tarif ediyor. Giyim kuşam konusunda pafta, eşyaya süs olarak dikilen oymalı nakışlı madeni (ekseriya gümüş) !evhacıkların adıdır. Üstlüklerin göğüslerine işlenen büyük parça işlemelere, veya süsleme ıkasdı ile dikilen başka kumaşdan parçalara da pafta denilir.
Paftalı çapraz
Laz Çaprazı ise, Anadolunun Doğu Karadeniz yalısı halkının giydiği «Zıbka» yahud cZıvga» denilen ağı körüklü, bacakları vücuda yapışan kara donun üstlüğünün adıdır. (Bakınız : Salta; Zıbka).
Geçen Yüzyıl sonlarında yaşamış kalender halk şairi Üsküdarlı Aşık Razı «Laz Çaprazı» giymiş Karadeniz yalısı uşağı gene bir ıkayı'kcı-nın tuvaletini şöyle tasvir ediyor :
Yemiş İskelesinde gördüm nevhat bir liizı Sürmeneli Hopalı kayıkçının palazı Yalın ayak daltaban fetaların serveri Sırım gibi tığ gibi bıçkın yalı haylazı Tasvir ideyim size perçeminin telinden Gülle topuklarnadek şöyle hümapervazı Çatık ebruler tura güzellik beratında Gümrah kakülleridir celi divani yazı Gaayetle hoş yaraşmış çapkına kara donu Ak bez gömlek üstünde kara zıbka çaprazı Sarmış şahin başına kara korsan puşusu Hemşehrisi dayının zeberdest Şah Ayvazı Üç telli cura ile meydanı muhabbetde Reşlc ider halay depen ayaklarına tazı Mestane hem şuhane sallayarak çenberin Basar acı narayı davudi hoş avazı
Karadeniz yalısı uşağı kayıkçı üstünde laz zıbkası ve laz çaprazı
Balkan Harbi gönüllüsü gÖğsünde çapraz fişeklik (R. E. K. Arşivi)
ÇAPRAZ, «Çapraz takılan fişeklik, palaska, Silahlık» (Şemseddin Sarni, Kaarnôsu Türki); «Eskiden kuşak üzerine takılan silahlık, yahud cebe (zırh) maden kuşak haıkıkında ıkullanılır bir tabirdir» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Çapraz, gövdeye takılan fişeıklik ile sağ omuz üstünden geçen kılıç 'kolanlarının adıdır.
Fişeklik ile eski Türk erkeğinin gıyım kuşamında çok önemli bir yeri olan silahlık o kadar ayrı şeylerdir ki Şemseddin Saminin onları çapraz adı altında toplaması hatadır; fişeklik, göğüs üzerine çapraz ve çift olarak takılabildiği halde, meşinden - köseleden yapılan ve içine tabanca ile pala, yatağan gibi kesici si-la1hlar yerleştirilen silaıhlıık daima tek olarak kulllanılmış ve bele, 1kuşaık üstüne yerleştirilerek bağlanmışdır. Eski ıbazı sınıf asıkerlerin kul-larıdığı, üzerinde bulunan halıkalara ıkesici silahların takıldığı madeni kuşaiklar da öyledir,
daima tek 1kullanılmış ve bele düz olarak ıbağ-lanmışdır; kuşak üstünde kullanılır diyerek doğru bir tarif yapan Pa1kalının onları çapraz maddesinde zikretmesi, ve bilakis çaprazda kaydedilmesi gereken fişeklikden hiç bahsetmemesi de büyü1k hatadır. Pakalını Şemseddin Sami Bey yanıltmış olacaktır.
ÇAPULA, Bilhassa Karadeniz yalısı halkının giydiği erkeklere mahsus bir çeşid ayakkabının adı; «Eski Eserler Ansiklopedisi» müellifi Nureddin Rüştü Büngül ile «Osmanlı Tarih Deyim ve Terimleri» müellifi M. Zeki Pakalın çapulaya, yemeninin Karadeniz yalısı halkı ağzındaki ismidir diyorlar; ve bir yaz pab,ucu olduğunu söy lüyorlar.
Çapulanın yemen.iye benzer tarafı yok-dur, ve yazlık ayakkabı da değildir; Karadeniz yalısı ahalisinin, çizmenin yanında yaz ve kış giydiği tek tip ayakkabıdır. Çapula, burnu yukarıya doğru hafifce kalkık, üst ön kısmı t.as-ma vari kapalı, arkası yukan kalkık bir dil çe-kekli, var ile yok arası ökçeli ve altı demir çivi kabaralı bir ayakkabıdır.
Yemeni, yumuşak olan arka kısmı basılarak da giyildiği halde Çapula arkası basılarak asla giyilemez.
Nureddin Rüştü bu ayakkabının adı için «Çabuk ol ha!» dan bozma olduğunu, tamamen indi bir yakıştırma olarak kaydediyor. Bu kaydı · «Çabukola» şeklinde Pakalın da oradan naklen ansiklopedisine almıştır.
Çapula Karadeniz yalısında köylü ile kasabalılarda ayak takımının giydiği kaba bir pa-buçdur; üst kısmı ön ve arka iki parça olarak kesilir ve yandan dikişlidir. lstanbul sokaklarında da o yalıdan gelmiş çoğu kayıkcılık, ma-vunacılık gibi işler tutmuş bekar uşaklarının ayaklarında yüzyıllar boyunca görülmüştür,
Çapula
uşağı
kayıkcılar, kayıklarına, kaba çapulalarını mut-!aka çıkararak kayığa yazın yalın ayak, kışın da çorabca girmişlerdir.
Çapula yalın ayakla, çorab ile, ve mest-
ile de giyilir. Bilhassa kışın yaşlılar mest ile giyerler. Zamanımızda yavaş yavaş ortadan kalkmak üzeredir.
Kalender meşreb Bitlisli Ali Çamiç Ağa bir genç Karadeniz uşağının tasvirinde, deli-
^anlının çapulasını da kaydetmektedir :
Şahinim var dalda dilberin fazı Canımla sevmişim lücuc haylazı «Kumrii avare, ahOyi vahşi» Yalı uşağıdır Uizın palazı Müjganı karadır, ebruvan kara Kara don mintanlı bir kara tazı Başına sardığı kara puşusu Açmışdır güzeli bir kat en azı Yalın ayağında Çapula ile Geride bırakır deli poyrazı
(Lücuc = Kavgacı, inadcı, kinci; Müjgan = Kirpikler; Ebruvan = Kaşlar).
ÇAREBRÜ, Bıyıkları yeni terlemiş delikanlı yuzu için kullanılmış eski pir deyim; dilimize fars-cadan mal edilmişdir, «çar» farsca dört, «ebru» kaş, «çarebrô» dört kaş, dört kaşlı demektir; doğrudan Türkçeside çok kullanıla gelmiş-dir; bilhassa kalender meşreb şairlerin nevci-van tasvirinde pek sık rastlanır. (Bakınız : Hat; Yüz Yazma; Bıyık)
Ey servi kad nevreste
Beni kıl vasla şayeste
Gayri dime aheste beste
ÇarebrO da oldun işte
Gönlümün ^öylesem derdin
Kaçup yanımdan giderdin
Ol vakit çocuğum derdin
ÇarebrO da oldun işte
Tıfliken vasfın peyledim
Hattın gelince bekledim
Yetişmezmi sabreyledim
ÇarebrO da oldun işte
{Ali Dedenin Nühüft şarkısı)
Yazup yüzümü Esma Hanım kakülümü kes Bir aşinaya varacağım sen çıkarma ses Pek pos bıyıklı pırpırıya eylem.em heves Dört kaşlı yosma şOhi cihan taze dalfes Onbeş yaşında kendime bir oynaş arayım!
(Terkibinden, Enderunlu Vasıf)
ve daima sokakta giyilmişdir, Karadeniz
ÇARIK, Köylümüzün en ycıygın ve en makbul ayakkabısı; «Aslı farsca çaruğ ismidir» (H. Kazım, Büyük Türk Lugatı)
Tuz ile terbiye edilerek gölgede kurutulmuş gönden yapılır, en makbulü de manda gönünün sırt kısmından yapılmış olanıdır. Tek parça gönden, ayak tabanı, enlerine kadar parmak üstleri, ayak etrafı ile topuğu kapatır, ve sırım ile bağlanarak ayağa geçirilir. Yalın ayak ile katiyen giyilmez; ayağa kalın yün ço-rab geçirilerek, yahut ayakla baldıra bir bez-dolak sarılarak giyilir. Köylü bilhassa çifte giderken mutlaka çarık giyer. Çobanlar, sığırtmaçlar da çarık giyerler.
Köylü çift dışında çankdan gayrı yemeni veya kundura da giyer.
Son zamanlarda bazı iş adamları eli ile otomobil ve ıkamyon dış lastiıklerinin hurdalarından da çarık yapılmaya başlanmış ve bu lastik çarıklar köylümüz arasında çok yayılmıştır, gördüğü rağbetin başlıca sebeıbi de gön çarığa nisbetle ucuz olmasıdır. Fakat bu lastik çarıklar köylünün ayak sihhatı bakımından çok zararlı olmuştur. (Çarık resmi için Kepenek maddesine bakınız)
ÇARKI FELEK, Bir işleme ve oya motifinin adı; çiçek bir göbeğin etrafında aynı yönde kıvrılmış dallar, bu dalların üstünde de yine çiçek-
Çarkıfelek işleme
ler, tomurcuklar, yapraklar bulunur ki motifin görünüşü bir çarka, fırıldağa benzer; eskiden tek rakamlarda bir uğur görüldüğü içindir ki çarkı feleğin göbeğindeki çiçeğin yaprakları ile çark dalları hemen daima tek rakam üzerine yapılırdı.
Çarkı felekli yazmalar, işlemeler, oyalar hem genç işi, harcı olarak bilinir, hem de başı dumanlı, sevdalı manası taşırdı; evli tazelerde hoş görülmez, oynaklık, fingirdeklik nişanı bilinirdi. Harem muhabbeti alemlerinde ise züre-falık (safizm) yolunda gönül eğlendirenlerin ise adeta alameti farikası idi; çengi karılar, kolbaşılar {haremleri eğlendiren oyuncu kolları organizatörü kadınlar) tarafından çarkıfelek oyalı veya işlemeli yemeniler, grepler tercih ile kullanılırdı. Bıçkın oğlan başında ise : «Bir kızda gözüm var» manasına alınırdı. Yaşlı yosmalarda : «gönlüm hala tazedir» diye kullanırlardı.
Varsa ger nigarın çarkı feleği Nevcivan perçemi gönül tüneği
( Galatalı Çorbacı, İşmar Destanı} *
Sürmeli rastıklı yüzü boyalı Yemenisi çarkı felek oyalı Gönül taze ne gam olsa yaşın Merdiveni yetmiş beşe dayalı Şehbaz oğlanlara açar kapuyu Aksarayda konak, Bebekde yalı •
Kız nedir o çarkı felek başında Sakayı mı sevdin çeşmebaşında
ÇARLİSTON PANTALONLAR, Çarliston Birinci Cihan Harbinden sonra çıkmış bir dansın adı oiup Tünkiyede salgın halini alışı 1925 - 1927 arasındadır.
Cumhuriyet devrinin ilk heyecanlı yılları idi; batılı hayatı yolunda her sahada gelişmeler sağlanırken eğitim müesseselerinde gençliğe dans öğretilmesi okul hayatı içine alınmış, memleketin her tarafında kız ve erkek liselerinde birer gramofon ile dans havalarının plakları temin edilmiş, öğle teneffüslerinde ve son derslerden sonra öğrencilere dans dersleri verilmişdi. Vals, tango ve fokstrot gib; dans şekilleri yanında çarliston gençliği en çok coşturan bir oyun olmuştu. Bu dansın esası bir ayaık ve bacak oynatıp çarpma idi, kavalyelerin bu hareketlere mübalağalı bir ifade vermek için pantalon paçalarında bir değişiklik
yapıldı. Diz kapağı ıkısmı dar, dizden ayağa doğru gittikce genişleyen bir kesim kabul edildi, öyleki çarliston pantalonun paçası bir yandan yerde süründü, bir yandan da pabucu tamamen içine alacak kadar geniş oldu; lstanbu-lun eski tulumbacı kesim pantalonlarının hemen aynı, hatta onların çak daha aşırısı idi; bu yönden, o zamanlar eski tulumbacı artıkları da dans ile hiç ilgileri olmadığı halde çarliston pantalonlar yaptırıp giydiler. Günlük hayat içinde çarliston pantalonlarla sokakda dolaşanların pantalon paçaları, köçek oğlan eteklikleri gibi çalpara çalardı. Bu pantalonlar gençlerin üzerinde kötü tesirler yaptı, giyenler bir bıçkın, külhanbeyi edası takınmaya başladı. Nihayet mektebli gençlerin çarliston kesim pantalon giymeleri yasak edildi.
ÇARŞAF, Müslüman Türk kadınının mutlaka örtü altında bulunduğu devirde kadının sokak es-vablarından birinin adı.
Dilimizde, biri yorgana kaplanan, diğeri şilteye örtülen iki yatak örtüsü de çarşaf adını taşır. Kadınlarımızın örtünmesi, bu çarşaflardan birini başlarına atarak sokağa çıkması ile başlarnışdır, ve yüzyıllar boyunca bu örtünme şekli köylerimizde devam edegelmiştir. Baş-
Karikatürde çarşaf
«Bunlar m?.. penguen kuşları!..»
<Necmi Rıza; Akbaba Mecmuası, 1962)
Karikatürde çarşaf
«Kilid kafes namusu koruyamazıı Kadının bacağına asılı kağıdda: «Yarın aynı yerde buluşalım» yazılıdır
(Ahmet Münif; Aydede Mecmuası, 1922)
ta lstanbul, büyük şehirlerimizde ise müslüman Türk kadını «Ferace ve Yaşmak», ve «Yeldirme ile Başörtüsü» nden mürekkeb sureti mahsusada kesilip dikilen sokak esvabları giymişlerdir (Bakınız : Ferace; Yaşmak; Yeldirme, Başörtüsü; Namazbezi).
Ancak geçen Yüzyıl sonlarına doğrudur ki, önce İstanbulda, sonra Anadolu ve Rumeli-nin büyük şehirlerinde üç parçadan mürekkeb ve yine «Çarşaf,, adı verilmiş bir kadın sokak esvabı çıkmıştır. Ferace ve yeldirme gibi sureti mahsusada bir sokak kıyafeti olan bu yeni çarşafın üç parçası şunlardır: 1 — Yüzü örten peçe; 2 — Baş ile beraber gövdenin üst kısmını örten pelerin; 3 — Gövdenin belden ayaklara kadar olan kısmını örten eteklik.
Bu yeni çarşafın taammümü, kadının sokakta örtülü gezmesi üzerinde titiz bir dik-ıkatle duran İkinci Sultan Abdülhamid zamanındadır. Ki o devrin il•k çarşafları, açık
Karikatürde çarşaf (Yalçın Çetin; Akbaba Mecmuası, 1962)
saçıklığa pek müsaid olan Ferace ile Yaşmak'-ın yanında çok kapalı bir sokak kıyafeti olmuştur. Fakat 1908 meşrutiyetinden sonra, bilhassa, lstanbulun şık hanımları, Tanzimat devrinde doğmuş Türk alafranga çevresine mensup hanımlar çarşaf kesimlerinde gittikce açılan yeni yeni modalar çıkarmışlardır. Etekleri, pelerinleri kısaltmışlar, peçeleri inceltmişler; peçe evvelce mutlaka yüz üstüne indirilirken ıbaş üzerine atılmış, yLlz açılmış ve peçe çarşafın ::ıir çeşit süsü olmuştur, ve çarşaf adeta süslü 1Jir sokak kostümü olmuştur, öyle ki çarşaf, açık saçıklık nükteleri yolunda karikatüristlere bir konu olmuştur.
Mehmed Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Çarşaf maddesinde Mehmed İzzet Bey adında bir muharririn «Rehberi Umûri Beytiye» adındaki kitabından naklen şu mâlûmâtı vermektedir :
«Çarşaf, giyen kadının kudr^tine, mevkiine göre tafta, saten dö !iyon, saten düşez, grep dö şin, lahurakl, şayak gibi ipekli, yür.ılü, pamuklu kumaşlardan biçilir, dikilir; arzuya, zamanın modasına göre çeşitli şekillerde yapılırdı. Giyime, kuşama hevesli olmayan, kendisini gösterme kaygusu olmayan kadınlar da çarşaflarını hazır çarşaf satıcılardan almışlardır.
Tazelerin ağırbaşlıları siyah, laciverd, mor, ;ıüvez, nefti renklerde tafta, saten dö !i-yon, saten düşez, grap dö şin gibi avrupa kumaşlarına rağbet ederlerdi. Fazla âlayişe dü^ kün, hoppa, hafif meşreb tazeler de göze çarpan renkleri, saksonya mavisini, türküvazı, tirşeyi, cam göbeğini, erguvanlyi, leylaıklyi, yav-ruağzını tercih ederler.
Peçelerin kalınlı inceli çeşidleri, tülümsü-leri, ajurluları, nakışlıları çıktı. 1900 den önce gugurik tabir edilen tepe topuzu, o tavsayınca arka topuzu moda oldu. Topuzun üstünden pelerinin yukarısı iki yana dikili çifte kordela ile başa bağlanır; altına peçe sokularak şakaklardan, çeneden iğnelenir; saçlar gür değil ise içine herhangi bir şey sokulur.
Meşrutiyetden sonra şık hanımlar üst üste iki peçe bulundurmaya başladılar. ister ikisini de indirir, ister birini kaldırıp birini bırakırdı.
Pelerinler ilık zamanlarda parmak uçlarını örterdi, sonra bele kadar kısaldı. Daha sonra dirsek hizasına çıkıtı.
Eteıklik önceleri harmanlı, geniş, ıbol idi. Kloş etek modası çıktı, yarım kloş oldu; ta-
:Karikatürde çarşaf · «Abidei Hürriyet»
(Ratip Tatar; ^baba Mecmuası, 1923)
:Karikatürde çarşaf
«— Yaz gelse de biraz açılsak! ..» (Aydede Mecmuası, 1922)
mamen daraldı, rob etekliği oldu. Etekliğin eteği yere kadar iner, ayağı kapatırdı, hatta adım atarken bir kenarından el ile tutulup azıcık kaldırmak lazım gelirdi; sonra diz kapağı altına kadar kısaldı.
Kumaşlar çarşaflık adı ile aranır, lstan-bulda en yüksek cinsleri Beyoğlu, Bağçekapu-su, Sultanhamamı mağazalarında bulunurdu> (M. izzet) .
Gayetle son moda çarşaflar altında ve yüzü kalınca bir peçe ile örtülü kadınların
cilveli reftar ve türlü türlü eda, çalım ile çapkın erkekleri peşlerine takdıkdan sonra kor-
kunç derecede çirkin, kuzguni zenci çıktıkları çok görülmüştür.
Çarşaf bazı ahvalde erkeklerin kıyafet tebdiline vasıta olmuştur, zabıta 1akibi karşısında adi veya siyasi suçluların çarşaf altında kaç-dıkları söylenir.
.Toplum hayatımızda müslüman Türk kadınının örti. rıme mecburiyeti kalkıncaya kadar kız çocukları 12 - 13 yaş arasında erkekden kaçmaya, sokakda çarşaf giymeye başlarlardı. Bir kızın çarşafa girmesi, oğlan çocuğunun sünneti gibi, aile mürüvveti bilinirdi.
Misafirliğe giden kadınlar gittikleri yerde sokak kapısından girince çarşaflarını çıkarırlar, misafir çarşafları, onlar gidinceye kadar «Çarşaf Boğçası» denilen hususi boğçalara konulurdu.
Memleketimizde kadının örtünme mecburiyeti kalkdığı halde bir çarşaf yasağı kon-mamışdır.
ÇATAL KALAFAT, Kalafat denilen bir kavuğun bir çeşidinin adı (Bakınız : Kalafat).
ÇATA.L SAKAL, (Bakınız : Sakal)
ÇATKI, (Bakınız : Alın Çarkısı; Kaşibasdı).
ÇATMA, Gayet sağlam dokunmuş kabartma çiçekli ipek kadife eski bir Türk kumaşının adı; ipekle karışık yahut som sırma tel ile ddkun-muş olanları da vardır. Hükümdar elbiseleri yapılmış en lüks kumaşlarımızdan idi. Nureddin Rüştü Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde şunları yazıyor : «Aydos, Bursa ve Bilecikde dokunmuş eski çatmaların içinde fevkalade olanları vardır; 1 x 0.50 eb'adında bir parçasının 1000 lira ettiği, ve seccade büyüklüğünde olanlarının 3000 liraya satıldığı görülmüştür (1939 daki fiatlar). Bunlar gayet ince, kilim gibi, ipek bir zemin üzerine kabartma kadifelerdir. Yavuz Sultan Selimin Aydos çatmasından esvab kullandığı söylenir.
Şimdi ele geçen çatmalar Bursa ve Bilecik mallarıdır, Aydos çatmaları görülmemektedir; yahut görüyoruz da anlamıyoruz. Kırk elli sene kadar evvel (1889 - 1 899) dokunmuş çatmaların parçaları da antika Türk kumaşı olarak 50 -80 lira etmektedir».
Meşhur antikacı müel 1 if kendi karihası eseri olarak :
Sanmayınız antikacı atması
P^ra eder Türkiyenin çatması
dıyor. Fakat merhum N. R. Büngül eserinde şöhreti çok büyük olmuş Üsküdar Çatmalarını unutmuştur ki, kitaıbında kırk elli yıl evvel dokunmuş olanları dediği Üsküdar Çatmaları-<iır.
Çatmalar elbiselik, örtülük, perdelik ve yastıklık olarak çeşit çeşit dokunmuştur. İs-tanbulda Üsküdarda geçen Yüzyılın ikinci yarısında yüzden fazla çatma tezgahı işlediği sby-
Al zemin üzerine altın · tel nakışlı Bursa Çatması Fatih Sultan Mehmedin bir kadife kaftanının kumaşı (Topkapusu Sarayı Müzesinde)
!enir. Nasıl olup da kapanmışlar, bu milli dokuma sanatımız nasıl olup da ölmüşdür, hayret edilecek konudur. Lale Devrinin en makbul elbiselik kumaşı da çatma olmuştur. Topkapı Sarayı Müzesinde esvaplar hazinesinde (koleksiyonunda) harikulade güzel ve baha biçilmez kıymette çatmalar vardır.
ÇEDİK, «Eskiden kadın ve erkeklerin giydikleri sarı sahtiyandan yapırır kısa ve bol konçlb ayakkabı; abdest alındığı vakit üzerine mesh edildiği için halk ağzında bozulup mest denilen ayakkabı şeklinde idi; altı, tabanı da yu-muşakca olurdu; sokağa çıkılır iken aynı renk-de bir de pabuç giyildiğinden Çedikpabuç denilirdi». (M.Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri); Pakalın çedik'i kadınlara
tahsis etmekle yanılmışdır; faikat bu yazar, aynı eserinde «çekme» maddesinde Çediık'in seferlere gidenler tarafından giyildiğini yazıyor ki 1kadınlar sefere gitmediklerine göre çedik'in hem kadınlar, hem enkeikler tarafından giyildiği farkında olmadan söylenmiş oluyor. Burada kendisini yanıltan da Hüseyin Kazım Bey olmuşdur.
Hüseyin Kazım Bey de Büyük Türk Lu-gatında : «Eski zamanlarda · kadınların kullandıkları sarı sahtiyandan hafif mest» diyerek çedik'i kadınlara tahsisde aynı hataya düş-müşdür. Öyle tahmin ederiz ki bu dil bilgininin yanılmasının sebebi, geçen yüz yıl sonlarında yaşamış şair Enderunlu Vasıf'ın bir ls-tanbul mahalle karısı ağzından kızına kadın terimleri ile yazdığı meşhur nasihatnamesinde çedik'i de kullanmış olmasıdır, terkibibend şeklinde kaleme alınmış manzumede bu ayak-'kabının adı geçen lkıt'a şudur :
Bir nevcivan kocaya varub it dediklerin Beş altı paça kesdire gör yediklerin Eksiklülerin er düzer eksik gediklerin Yarım pabuçla giyüb a postai çediklerin Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol
Külhani ağzı bir şarkı ise çedik pabucu bir hamlacı (kayıkcı) civanının ayağında gösteriyor :
At be şehbaz ayağından çediği Salın şöyle levendane topuk vur Payin temaşası didem gediği Salın şöyle levendane topuk vur
Çek zavrakı aşka atlas yelkeni Cezayir keslmi bıçkın cebkeni Tavkı esaretle şad it bendeni Salın şöyle levendane topuk vur
ÇEKME, Kadın ve erkekler tarafından iş başında, bilhassa üst kirletici işler başında giyilen uzun, geniş, bol bir iş şalvarının, iş donunun adı; öyle ki uçkuru bel üzerinden bağlanmaz, paçaları ayak bilekleri hizasında iken uçkurluğu koltuk altlarına kadar çıkar ve koltuk altından bağlanırdı, iş görenin üstündeki esvap hemen tamamen çekmenin içinde kalırdı, zamanımızın amele, işçi tulumuna benzer; gayetle kalın kaba bezden kesilir, yapılırdı.
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Çekme maddesinde bu iş donundan, şalvarından hiç bah· setmeyerek, şunları yazıyor :
«Sefere gidilirken çediğin üzerine giyile^ı (Bakınız : Çedik) çizmenin adı idi».
Hüseyin Kazım Bey «Büyük Türk Lugatı » nda, Şemseddin Sami Bey de «Kaamûsu Türk!» de : «Üste çekilip giyilen iş donu, iş şal· varı» demekle yetiniyorlar, ve her iki dil bil· gini de «çekme» yi bir seferli çizmesi olarak göstermiyorlar.
ÇELENK, '«Gümüş veya altın tac; sorguç, tuğ» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı). Şem-seddin Sami Beyde Kaamôsi Türkl'de : «(e.. vahir ile donatılmış sorguç» diyor. Bir baş süsü, ziyneti idi.
Osmanlı imparatorluğunda nişan ve re-dalyanın bulunmadığı devirlerde, büyük kaf-ı. rarnanlıık gösteren askerlerin ıbaşlarına kumandanları eliyle, kumandanların başlarına da serdarlar, padişahlar eliyle takılırdı. Kahra-· manlık gösterecek askerlerin rütbelerine göre de çelenkler boy boy, çeşit çeşit idi.
-
XV., XVI. ve XVll. yüzyıllarda, Türk ordularının geniş fütôhat devirlerinde başı çe-lenkli bir cengaver akran ve emsali arasında büyük saygı görürdü.
-
XVlll. Yüzyıldan bu yana çelenk'in edebiyatımızda sadece adı kaldı ve şairler tarafından güzellerin medhinde teşbih motifi olarak kullanıldı :
Zerkeş kakülleri başında çelenk
İsmi şerifini sordum ol şaha
Vahşetü nahvetle misali pelenk Dedi ağa çek git sokma günaha *
Pırpırının şahin başında çelenk
Destinde kasei şarabı gülrenk Topuk vurur raks ider mestane şuh Şahlar meclisinde olmaz bu ahenk
Keçe külahında sünbül çelengi Kenarın dilberi yosmanın dengi Sanma ruyindeki nikaabı hicab Hamlacıdır humret üzredir rengi
ÇENBER, «Boyun veya alına bağlanan yemeni» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türkl)
Çenıber, Cumhuriyet devrindeki kıyafot inkılabına kadar yüzyıllar \boyunca erkekler ve daima esnaf tabakası ve esnafın da ayak takımı tarafından kullanılmış idi. &kiden «Destimal» ve «Çevre» denilen zamanımızın mendiline nisbetle çok büyük değirmi (dört köşe, kare) şeklinde olup yazma nakışlarla süslenirdi.
Boyuna hafif bir düğümle ter için bağlanırdı; ıkayııkcı, hammal, ırgat fırın uşağı, bey.gir sürücüsü, hallac gibi kimseler terledik-ce hemen boyunlarındaıki çenberleri çözerler, yüzlerinin ve göğüslerinin terini silip yine bağlarlardı. Türlü renk ve nakışları ile bu boyun çenıberlerinin, o mühmel kılıklı, hatta pırpırı adamlara, ve onların içlerinde bilhassa delikanlılara, zamanımızın boyun bağları gibi, bir de süs teşkil ettiği muhakkakdır.
Bazan da boyuna bağlanmaz, çaprazlama katlanıp üçgen şekline konulur, orta uzun kenarı enseye ve iki ucuda göğüse gelmek Üzere boyuna atılır ve çenberin üçgen kısmı, gömlek ve cebken yakaları üstünden sırta doğru düşerdi ki gömlek, cebken yakalarını da ter ve tozla tez kirlenmekden korur idi; zamanımızda da mendillerini aynı şekilde ve aynı maksatla kullanan bazı kimselere rastlanır (Bakınız : Boyuna Mendil Bağlama).
Yine aynı boydan kimseler tarafından alına bağlanan çenberlere gelince, önce boğ-ça katlar gibi çenberin karşılıklı iki ucu, çen-ber ortasında birleşmek üzere katlanır, sonra, bu uçlar içerde kalmak üzere çenber, diğer iki uç boyunca bir daha kırılır ve çenber, kadınların alın çatkılarına, kaşbasdılarına benze-
yen bir şekil alırdı; külah veya fes başa az geri atılarak giyilir, yukarda tarif ettiğimiz şekilde hazırlanmış olan çenber de, alt kısmı alın ve kaşlar üstünden, üst kısmı da külah ve fesin alt kısmı üstünden geçmek üzere serılıp arkadan bağlanırdı; bu çenberler hem külahı veya fesi başda sıkı tutar, hem de alın terinin yüze akmasına mani olurdu. Bu alın çenber-lerinin de ayak takımından gençlere ayrıca bir baş süsü olduğunu kaydetmek gerekir; kalender meşreb şairlerimiz bu avamı tuvalet karşıs.ında kayıdsız kalmamışlardır
Kakülünü kesen berber olaydım Kakülün üstünde çenber olaydım ROyi ahmerinde o şehbazımın Terindeki ıtrı anber olaydım
( Köçek Omer Baba)
ÇENBER SAKAL, Erkek yüzü tuvaletinde sakala kesiliş şekillerine göre verilen isimlerden biridir (Bakınız : Sakal); çehe altında en fazla uç parmak uzunluğunda kısa kesilmiş bir sakal biçimidir ki zülüf bitimlerine doğru yüzü bir çenber gibi çevirir. Bizde çenber sakal, son yüzyıldanberi, adeta bir alameti farika gibi, yobaz softalar tarafından benimsenmiştir. Aşağıdaki hicviye, kendisi her türlü ahlaksız-rığı gizlice işlediği halde halkı ahiretde cehennem ateşi ile dehşete salan çenber sakallı bir yobaz vaiz hakkında söylenmiştir
Çömeziyle laübali lamelif Çenber sakalından utanmaz herif Seheri hammama varir o fasik Pak ider mi çirkin klse ile lif Sürmeli Laz Hoca nari duzaha Kütükdür didi bir dellaki zarif Elmüsemına binnakis dimlş arifan Misali i^te bu Sürmeli Latif
ÇENTİYAN, «Erkek esvabına benzeyen kadın şalvarı ki köylükde giyerler» (Ahmed Vefik Paşa, Lehcei Osman!). M.Z. Pakalın «Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimlerr» isimli eserinde bu ismi «Çintiyan» şeklinde bozarak «Paçası büzgülü geniş kadın şalvarı» diyor, ve ilk heceyi esire ile okuduğu için «çiftyandan boz-
-
• madır» diye indi bir yakıştırma yapıyor.
Bezden kesilmiş bir şalvar olan çentiyanı ıkadına tahsis de doğru değildir; Naima Efendi XVll Yüzyıl ulemasından ve devlet adamla-
rından Karaçelebizade Abdülaziz Efendinin hususi hayatını anlatır ve onun genç uşaklarının kıyafet ve tuvaletlerinden bahsederken : « ... eyyamı mOtedilede süt mavisi ince bez çentiyanlar giydirip çakşır giydirmez imiş...» diyor (Bakınız : Çakşır). XVlll. Yüzyıl şairlerinden Sabit de bir delikanlı için su beyti yazmıştır :
Görüb o şuhda ol sıkma çentiyan bendi Seyr ile tövbemizin gevşedi miyan bendi,
Ünlü müverrih ile ünlü şairin kayıdları Türkiyenin en büyük beldesi lstanbul hayatı üzerinedir; Çentiyan için A. Vefik Paşanın köylükde giyilir demesi de garibdir.
ÇEVRE, «Kenarları kıvrılmış, oya ile yahud işleme nakışlarla süslenmiş yağl11k, mendil. Yazma ve sırmalı olmak üzere iki türlüsü vardır. Yazma Çevre ve Sırmalı Çevre denilir. Sırmalı Çevrelere de Yağlık adı verilir» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Topkapısı Sarayı Müzesinde Hurrem Sultanın altın tel ve ipek işiemeli bir çevresinin köşesi (R. E. K. Arşivi)
Eski metinlerde mendil ismine rastlanmaz; yağlık adı da avam! bir isimdir; orta halli ve yüksek kibar muhitlerinde «Çevre» adı ile beraber mendil karşılığı KDestimal» ve «Ma:kreme, Makrama» isimleri kullanılmışdır. (Bakınız: Yağlık; Destimal; Makreme).
işlemeleri ile ve oyaları ile öylesine kıymetli eski çevreler vardır ki, zamanımızda antikacı dükkanlarında ve müze vitrinlerinde ec-dad yadigarı mefahir arasında teşhir edilmektedir. Eski devirlerin günlük hayatında hanımların ve hanım kızların, hatta sultanların ve hanımsultanların ve cariyelerin harem hayatında çevre, oyalarının hazırlanması ve sırma ile, ipek ile nakışlarının işlenmesi bakımından önemli bir iş konusu olmuştu; kızların çeyiz eşyası arasına girmiş, dost elinden yadigar olarak verilmiş, yavuklular elinde maşuka hatırası olarak öpüle koklana koyunlarda saklanmış; güzellikleri ve tuvaletleri ile en zarif gençlerin süsünü tamamlamış; orta tabakadan nice yetlmelerin ve dulların el emeği ve göz nuru ile namuskarane geçimlerini sağlamıştır.
lstanbulda Büyük Kapalı Çarşıda türlü çeşitleri ile çevrelerin, oyaların alınıp satıldığı bir çarşı boyu Yüzyıllardan beri Yağlıkcılar, Yağlıkcılar Caddesi adı ile anıla gelmektedir.
Romanlarında ve uzun hikayelerinde ye:-ri düşdükce eski toplum hayatını anlatan, eski adet ve eşyalardan bahseden Ahmed· Midhat Efendi «Emanetci Sıdkı» adındaki uzun hikayesinde zengin düşkünü Dimyatlzadenin dul zevcesi ile kızı Ayşe Hanımı bir müddet oya yaptırtarak ve çevre işleterek ve yaptık-iarını yağlıkcılara sattırarak yaşatmıştır, hikayesinin o faslına da «Sanat altın bilezikdir» adını koymuştur, aşağıdaki satırları oradan naklediyoruz :
«Ayşe bir oya yapmaya ve valdesi de dört çevreyi birden gergefe gererek işlemeye başladılar. Bir hafta sonra vücuda getirdikleri işleri valdesi alup çarşıya yağlıkcılara götürdü, ilk gösterdiği dükkandan oyaya on kuruş ve dört çevreye de altı kuruş verdiler. Kadıncağız : - A!. .. Al... ipliğine mi, el emegıne mi?... diye sızlanmaya başladı ise de o çarşı kurtlarını susduracak söz bulamıyordu. Yağ-lıkcı : - Bu oyada kaç paralık iplik var.. çev-
relerde de kılabdanın eseri yok.. Senden kaça almalıyım ki ve sonra müşteriye kaça satmalıyım ki ben de ne kazanmalıyım... diye çenebazlığa başladığı zaman kadıncağız şaşırıp kaldı. Az kalmış idi ki o bir haftalık emeklerini onaltı kuruşa versin. Bunların eczası (malzemesi) için Yahudiye borçları beş kuruş ise de ana kız bir hafta müddet onbir kuruşa çalışmış olacaklardı, ıkuru ekmek parası bile değildi. Bereket versin ki yağlıkcı kadıncağızı kandırabilmek için sözü uzatıp uzak dükkanlara ıkadar nazarı dikkati çekdiğinden beş dük-ıkan aşırı aksakallı bir yağlıkcı : - Hanımefendi!... buraya teşrif buyurunuz.. şu çevre ve oyalarını bir de ben göreyim!.. diye hay-ıkırdı. Aksakallı efendi bunları güzelce temaşadan sonra : - Hanım kızım!.. hakikaten güzel işlenmiş şeyler.. birisi çarşıdan bu oyayı satın almak istese elli kuruş verebilir, çevreler dahi en aşağı beş kuruş eder.. malum ya dükkancı da biraz kazanmak ister, şu yetmiş kuruşluk mala elli kuruş verir isem bana verır misiniz? .. dedi».
Omuzu Balta Çevreli İstanbul yosması, 1790 - 1808 (R. E. K. Arşivi)
Ahmed Midhat Efendi «Emanetci Sıdkı» hikayesinin zamanı için 1845 - 1850 arasını seçmiştir. Oya ve çevrelere biçilen kıymetler o zaman için küçümsenmeyecek paradır.
Yeniçeriliğin son devirlerinde namlı ls-tanbul zorbaları himaye kanadları altına aldıkları yosma nigarlara ve şıkırdım civanlara, bir köşesine mensup oldukları yeniçeri ortasının nişanı, alameti farikası işlenmiş çevreler verirlerdi ki aralarında ıkullanılan tabir ile o nişanlı çevrelere «Balta» denilirdi. Zorba hamisinden böyle bir balta çevre almış olan da onu, nişanı görülecek şekilde ya omuzuna iliş-dirir, yahut külahının tülbendine sok^r, balta çevreyi görenler de taşıyan nazeninlere yan gözle dahi bakamazlardı.
ÇIPLAK, XVlll. yüzyıl sonunda bir sınıf Tersane askerinin adıdır ki garib tuvaletleri dolayısı ile bu ismi almışlardı. Üçüncü Sultan Selin: zamanında 1792 den 1803 yılına kadar on iki yıl kaptanpaşalık yapan ve o makamda iken 01en Küçük Hüseyin Paşa tarafından ortaya çıkarıldıkları için halk ağzında bu askerlere «Hüseyin Paşa Çıplağı» da denilmiştir. Çıplaklar lstanbulda Kasımpaşada Tersanedeki
1kaptanpaşalılk sarayında bir muhafız ve merasim ıkıt'ası 'idi, bundan ötürü de ayrıca «Kap-tanpaşa Çıplağı» adını taşımışlardır.
Şatafata, nümayişe son derece düşkün olan Küçük Hüseyin Paşa bu kıt'ayı kurar iken efradını teşlilk eden geı ıçleri, boy bos, alım çalım, yüz çizgilerinin düzgünlüğü yönünden seçme olarak top!atmışdı, ve onları garibsene-ceık bir zevk ile ibrer pırpırı bıçkın kılığına soık-muşdu, şöyle ıki çıplaklar beyza dimiden kesilmiş kısa bir diz çakşırı giyerler, bellerine al kuşak sararlar, kuşaklarında da bir çift tabanca ile uzun bir bıçak taşırlardı. Ve çıplak gövdelerine gömlek giymezler, sı^ma işlemeli al çuhadan kolsuz bir yelek geçirirlerdi. Serpuşları da mavi top püskülü kırmızı Cezayir fesi idi. Yalnız çavuşları külah üstüne şal sarık sararlardı. Ayakları yalrn, baldır bacakları çıplak, sineleri uryan, kolları çıplak, Kaptanpaşa Divanhanesinde levend nümayişi ve dayı çalımı ile topuk vurarak dolaşırlardı. Garibdir ki donanmaya ve tersaneye fevkalade ehemmiyet veren ve o uğurda hiç tereddüd etmeden hazineler harcamış olan Üçüncü Sultan Selim
sık sık uğradığı Tersanede bir gün Hüseyin Paşanın çıplakları tarafından karşılanıp selam-landığında bu pırpırı kılık merasim kıt'asını gayetle beğenmişti.
Hüseyin Paşa çıplaklarının Tersanede bir hizmet yerleri de kaptanpaşanın beş çifte filikası idi, biri bu muhteşem kayığın başında vardacı - kancacı olarak durur, ikisi kıçda sancak gönderi yanında durur, on çıplak da ikişer iıkişer oturdukları oturaklarda ıkürek çe-ikerdi, kayığın her küreğini bir nefer çekerdi. Zamanımız halik şairlerinden Bitlisli Ali Çamiç Ağa ancak resimde gördüğü Tersane Çıplaklarını, filikadaki hizmetlerini de zikrederek şöyle tasvir etmektedir :
Tersane Çıplağı bir hoş civelek Pırpırı kalyoncu zeyninde melek Pek de açmış şu al kadife yelek Medhideyim size o faz oğlunu
Beş çiftede biri vardacı durur İkisi geride sancağı korur
On kürekde dahi onu oturur
Seyret kanun edeb erkan yolunu
Kaptanpaşa Çıplağı, 1795 - 1808 (R. E. K. Arşivi)
Al fesinde sarkm'ş mavi püskülü Bıçkınlık nişanı gümrah kakülü Hele nümayişi gör bak ne türlü Topuk vurup sallayarak kolunu (Zeyninde = Kılığında)
Tersane çıplakları 1808 de Alemdar Mustafa Paşanın diktatörlüğü zamanında kaldırılmışlardır. Hüseyin Paşa çıplaklarının Tersanedeki pırpırılık, bıçkınlık, şehbazlık nümayişi uzan sürmediği halde ismi unutulmamış, halk ağzında bir deyim olarak kalmış, yersiz ve lüzumsuz soyunan, yalın ayak, göğüs bağır açık dolaşanlara, çıplaklık laübaliliğinden sıkılmayanlara «Hüseyinpaşa Çıplağı», «Kaptanpa-şa Çıplağı» denilmiştir. Mesela ıbir baba, sabahleyin evin içinde bir pijama pantalonu ile yalın ayak ve gövdesi çıplak dolaşan oğlunu : «Kaptanpaşa Çıplağı giıbi dolaşmaya utanmıyor musun!. ..» diye azarlar.
Zamanımızda avamdan ve türedi zenginlerden sayıları pek çok bıçkın meşreb delikanlılar vardır ıki, ökçelerini ıbasdrkları pabuçlarını yalın ayak giyerler, çıplak tenlerine geçirdikleri gömleklerinin düğmelerini iliklemeyip eteklerini de pantalon dışında bırakarak, pantalon-larının kemerini de kasden göbek altına düşürürler, memelerini ve gobek çukurlarını külhanbeyi nümayişi ile göstererek sokaklarda, çarşı pazar içinde en küçük utanç duymadan dolaşırlar ve aralarında edeb dışı şakalar yaparlar ki bazı kalem sahibleri bunlara «Asi Gençler», « 6kzistansiya 1 isti er» isimlerini vermişlerdir. Ali Çamiç Ağa o gençleri de şöyle hicvetmiştir :
Şehri delikanlılar kaptanpaşa çıplağı Sineleri küşade yalın şehbaz ayağı Çakıl meme gösterir bir acayib nümayiş Hatta göbek çukuru meydandadır baya!jı Perçem kakül tararlar sokaklarda şilhane Filiz filiz zülüfler sarmış taze yanağı Levendane edalar bıçkın cilve çalımı İtlik şi.\m olacak hepsinin var bıçağı Kimi nevtıra^ feta kimi mürahik çocuk Haylazlıkda harcanır ilim tahsili çağı Yeııi zengin babanın baldırı çıplak oğlu Çakırcalı Efenin san şıkırdım uşağı Görür bir hacı ağa Ayvazım dir yaklaşır Çarpar kise cüzdanı virüp şöyle gözdağı Hepsinin altın adı kızıl bakır olmuşdur Zahirde gül goncesi tiynet katırtırnağı Sanma kınalı kuzu yağlı kara hiz dilber Ona nisbet beyzade Kaptanpaşa Çıplağı
ÇİıylDİK HOTOZ, (Bakınız : Hotoz)
ÇIPLAK AYAK NİZAMI, NÜMAYİŞi VE ÇIPLAK AYAK MODASI, Her zaman ve dünyanın her yerinde olduğu gibi memleketimizin ık:öyle-rinde kentlerinde kırları sokaıkları her gün milyonlarca ayak yalın, çıplak olarak dolaşır, çiğner.
Biz bu sözlükde geleneklere, nizamlara uyarak işyerlerinde yalın ayak bulunanlar ile devir devir çıkmış yalın ayak dolaşma modalarını kaydedeceğiz.
Fırınlarımız gittikce fabrikalaşıyor, eski fırınlarımızda fırın uşakları, bu arada bilhassa hamurkarlar mutlaka yalın ayak ve ayaklarında takunya ile çalışırlardı, hatta şalvar, pantalon da giymezler, iç donu ile çalışırlar, boş zamanlarında civar kahvehanelere de aynı kı-lıkda çıkarlardı.
Vapur ateşçileri yaz ve kış ocaklar başında mutlaka yalın ayak ve ayaklarında takunya ile iş görürlerdi.
Çıplak ayakla sema eden genç mevlevi (R. E. K. Arşivi)
İstanbulda eski yangın tulumbacıları, 1885 - 1887 arasından sonra, kendi aralarında kesinleşmiş bir nızam olarak yaz ve kış yangınlara yalın ayaklarla koşmuşlardır (Bakınız: Tulumbacı Kıyafeti).
Tekkelerde ve bii,hassa mevlevlhanelerde dervişler zikre, semaa, devrana mutlaka yalın ayak girerlerdi. Son yıllarda Konya Mevle-vlhanesinde Mevlanayı anma törenlerinde ihya edilen ayinlerde dervişlerin semaa çorabla ve pabuçla çıkmaları mevlevl geleneklerine tamamen aykırı ve çirkin bir şekildir, o güzel ^yin sahnesine yakışan dervişlerin çıplak ayakla dönmeleridir, ayağa çorab ve pabuç giymek, tennure yerine pantalon, sikke yerine bir bere geçirmek kadar mevlevl nızamına aykırıdır.
Eski berber dükkanlarında lemizliğe son derecede dikkat edilirdi, 1826 da Yeniçeri Ocağının kaldırıld;ığı tarrhe kadar da müstakil benber dükkanı yoktu, en küçüğünden en büyüğüne, mükellefine kadar kahvehanelerin bir köşesi berber dükkanı olarak tanzim edilirdi, küçük kahvehanelerde kahveci bizzat berberlik yapar, büyük kahvehanelerde de en usta !berberler çalışırdı. Dükkanların zemini taş döşeli olması, berber kalfaları ile çıraklarının, kahvehane uşaklarının, çıraklarının yaz ve kış yalın ayak, ve yalın ayaklarında nalın ile çalışmaları kadılık (belediye) nizamı ile mecburi idi. Bu mecburiyetin, çıplak ayağın çorablı ayakdan daha kolaylıkla temiz tutulacağından ileri geldiği muhakkakdır (Bakınız: Berber Kıyafeti).
Yeniçeriliğin son yıllarında lstanbulda «Cezayir Kesimi» denilen bir apaş kılığı salgın :halinde moda olmuştu, ıbu modanın baş şartlarından biri de sokaıklarda paıbuçsuz yalın ayakla dolaşma idi, beyzadelere, paşazadelere kadar lstanbul gençleri bu modaya çılgınca kapılmışlardı (Baıkınız : Cezayir Kesimi).
Eski lbıçıkın kıyafetinde de yalın ayak dolaşma başda gelmiştir (Bakınız : Bıçkın kıyafeti). Eski bıçkınların zamanımızdaki adı «Asi Gençlik» dir, zamanımızın işte bu ası gençleri arasında da yalın ayaık dölaşma hevesi aşikar olarak görülmektedir.
Çetin hayat mücadelesi içindeki köylü
Sokakda çıplak ayakla dolaşma modasının öncülerinden bir egzistansiyalist süslü kız (R. E. K. Arşivi)
kadınlarımız köy içinde, yolda, tarlada yalın ayak dolaşır, ayaklarına bir ayakkabı, takunya bile geçirmezler, yere yalın tabanla basarlar. ikinci Cihan Harbi sonlarına doğrudur ki şe-hirlemizde de kadınlar arasında sokağa, aşırı dekolte ayakkabları, hatta takunya - nalın kesiminde biçiminde ayakkablan ile çorabsız çıkma modası yayılmıştır. En yüksek tabakaya mensup kadınlar kızlar bu modaya uymuşlar, bahalı kumaşlardan esvapları ile ve mücevherlerini takınarak, çok diK1.{atli baş tuvaletleri ile çorapsız, çıplak ayaklarla gezmektedirler; dolayısı ile zamanımızda şehir kadınlarımızın ayak bakımı da kadın süslenmesinde önemli yer almışdır, bu bakımın başında da tırnak terbiyesi, cilası, boyası ile topuklara tatlı bir penbelik vermek gelir. Şehirlerimizde kadın ayakları pabucu da atarak yalın tabanla henüz sokağa basmamışdır; kıbti kızları ve karıları müstesna .
Fakat deneyenler çıkmışdır, aşağıdaki no-
tumuz 1957 yılında yazılmışdır :
«Dün sabah bir Amazon gördüm, yaşıdı olsaydım adı Leyladır der, Mecnunu olurdum. Derisi, gövermiş gül yaprağı renginde; tıraşl-de bir boyun üstünde Eski Yunan heykeltraş-larını imrendirecek bir baş; çenenin münha-nlsi, nar çiçeği dudakların bükümü, ağzın asa-letli büyüklüğü, burundaki hendese ahengi ve -Hind menekşesi gözler.. Büyüler insanı bunlar. Onyedi onsekiz yaşında. Tığ gibi bir boy, sabah rüzgarı gibi bir yürüyüş, uçuyor. Sırtında -süt mavisi ketenden kolsuz bir bluz, bluzun altında bir çift haşarı keçi yavrusu memecikler; ince belden diz kapakları altına kadar dökülen çiçek çiçek, dal dal bir eteklik.. ve, çıplak ayaklarında bir şey yok,· pırpırı oğlanlar, haşarı bıçkınlar gibi yalın tabanla şap şap, ve arada topuk vurarak güm güm yürüyor. Laf atabilsem. Hi,ç olmasa Nedimin bir beytini söyleyebilsem :
Kızoğlan kız nazı, nazın; şehlevend .!vazı, avazın;
Belasın ben de bilmem, kız mısın, o!llan mısın kafir?!..
diyebilsem, ve o da bunu anlayabilse...».
ÇİNTAMANI, XVI yüzyıldan başlayara!k för!k 'ku-
Türk çiçekleri arasında Çintamanı nakışlı şehzade donu
(Topkapısı Sarayı Müzesinde)
Çintamanı nakışlı bir don CTopkapusu Sarayı Müzesinde)
maşları ve dolayısı ile giyim eşyası üzerinde kullanılmış bir işleme motifinin adıdır.
Budha tasvirlerinin alnında güneş ve ayı temsil eder bir kurs (daire) resmedilir ve bud-dist aleminde bu kursa bir kudsiyet verilmiş-dir, <<taman» diye anılır. Tarnandan alınarak kumaşlarımızda kullanılmış nakış motifinin esası, ikisi altta ve biri üstte üç kursdan mü-rekkeıbdir, şöyle ki : her kurs, iç kenarlarında birleşmiş içiçe iki veya üç kursdan teşekkül eder ve bu kursların kenarları iki veya üç hilal şekli verir. işlenirken, göbekdeki daire ile onun etrafındaki hilaller ayrı ayrı renklerde, mavi, sarı, kırmızı ipekle yahut altın veya gümüş tellerle işlenir. Ayrıca Çin Ejderhası da üsluplaştırılmış, dalgalı iki çizgi halinde ifade edilmiş, ve bu çizgiler çifter çifter kursların
arasına serpilmiştir. Bazan da içleri hilalli üç kurs, üsluplaşdırılmış Türk çiçek motifleri arasına konulur.
lslamiyete Budizmden girmiş bir inana göre bu kurs işlemelerde bir uğur görülmüş, !<azaya belaya karşı koruyucu ıbir tılsım bilinmiş, bundan ötürüdür ki. bilhassa erkek ıç çamaşırlarına, gömlek ve iç donları ve _ çamaşır boğçaları üzerine işlenmiştir. Topkapı Sarayı Müzesinde Türk çiçek motifleri arasına «çintamanı» işlenmiş bir şehzade (prens) donu vardır ki sahibinin ki m olduğu tesbit edilememiştir. Çintamanı nakışların iç gömleklerinden ziyade iç donlarında görülmesi için de, bu tılsımlı motifin kudreti recO!iye ve zür-riyet üzerinde müessir olduğu söylenebilir.
Çintamanı, «Çintaman/,, şeklinde de telaffuz edilmiştir.
Çint^manı ^ışlı bir çamaşır boğç^ı köşesi
ÇİT, «Üzeri çiçekli ve şekilli pamuk bez, basma» (Türk Lugatı). Basmanın eski adı; orta tabaka halk ve ayak takımı tarafından şalvarlık, enta..: rilik ve mintanlık· olarak çok kullanılmış, za. manımızda da kullanıla gelen kumaşdır.
Bu isim «Çit» kelimesinden gelir, çit, «Üstü çiçekli ve şekilli pamuk bezi», «basma» demektir (Bakınız : Çit; Basma).
ÇİTARi, İpekle karışık pamuk ipliği ile dokunmuş sarı ve kırmızı çubuklu bir kumaş; bilhassa Şamda dokunurdu, lstanbul piyasasında halk isteği görmüş makbul kumaşlardandı. Renk
ve nakşı bu kumaşa benzeyen bir balık da «Çitari Balığı» adını taşır.
Çitari'den kesilmiş hırkası, entarisi ve şalvarı ile Ankaralı kadın; 1880 - 18M (Kıyafeti Osmaniye Albümünden)
ÇİZME, Ayağı bacak ile beraber örten, koruyan ayakkabı, koncu baldıra, hatta diz kapağına kadar çıkan uzun konçlu ayakkabı; ki bazı çizmelerin koncu, lağımcı amele çizmeleri gibi,
diz kapağını da aşar. Bazı eski Türk metinlerinde çizme karşılığı çizmenin farsca adı olan «môze» kelimesi kulanılmıştır; çizmeye «çekme» de denilmiştir.
Yüzyıllar boyunca, rnuhaıkkaık ıki şekli tekamül ederek, ameleden ırgattan padişaha kadar her tabaıka halık ve asıker tarafından kullanılmıştır. Beton ve asfalt yollar yapılmadan, kışın yağışlı havalarda, memleiket yollarının, şehir ve kasaba sokaklarının çamur yatağı olduğunda bilhassa makbul bir ayakkabıdır. Baldırı çıplak güruhu müstesna, eskiden kışın çocuklara bile çizme giydirilirdi.
Yeniçerilik zamanında atlı ve yaya kara asıkeri seferlerde daima çizme giymiştir. lstan-bulda Süleymaniyede yeniçerilerin muazzam bir Çizmeciler Karhanesi (Çizme imalathanesi) yüzyıllar boyunca faaliyetde bulunmuştur; bundan ötürüdür ki çizme denilince ilk hatıra gelen asker ayağı olmuştur; İstanbulun esnaf civanlarını öven ve «Şehrengiz» adı veri.len manzum risalelerin birinde çizmeci civanı için şöyle deniliyor :
Gazilere çizme diker elleri Çizmecinin namlıdır güzelleri
1826 dan sonra Asakiri Mansôrei Mu-hammediye adı ile yeni ordu teşkilatı kurulduktan sonradır ki yaya kara askerlerinin ayaklarına postal denilen kaba ayakkabılar yaptırılmış, çizme yalnız atlı asker (süvari) ile topçuların ayağında kalmıştır.
1826 dan evvel kapukulu askerlerine (yeniçeri, topçu, top arabacı, cebeci, kumbaracı asker ocakları efradına) her yıl bir çift çizme yerine «çizme beha = çizme parası» diye ayakkabı bedeli ödenirdi. Ev:Hya Çelebinin kaydına göre xvıı. yüzyıl ortasında lstanbul^ da 100 çizmeci dükkanı bulunuyordu.
XVlll. Yüzyıl sonlarına kadar padişahlar ve vezirler tarafından, en güzel sahtiyanlardan yapılmış çizme - mestler kullanılmıştır; yani yumuşak rnest'in koncu diz kapağı üstüne kadar uzatılarak çizme şekline konmuştur; ki bu çizme - mestlerle sokağa çıkarken aya.-ğa ayrıca sokaklık bir pabuç, kundura giyilirdi. Eski müslüman Türk evine sokak ayakkaıbı-sı ile girilemezdi; çizme giyip çıkarma da uzunca sürdüğü için . bu çizme - mestler büyük kolaylık sağlarlar idi.
Eski vezir, padişah, şehzade çizme-mest-lerinin üstleri ve konçları türlü nakışlar ile süslenirdi ki !böyle ıbir çizme Topkapı Sarayı Müzesinin padişah esvabları salonunda teşhir edilmektedir.
Zamanımızda kösele taban üzerine deri-meşin çizmeler orduda ancak sıüvarilerle top-cular ve subaylarda, sivil hayatta da itfaiye efradının, koşu atı besleme meraklılarının jokeylerin ayaklarında görülmektedir, bazı avcılar, bilhassa ördek - yaban kazı avcıları da çizme giyerler.
Yine zamanımızda işi icabı çizme giymek mecburiyetinde olanlar, amele ırgat takımı, gemiciler, balıkçılar artık lastik çizme, hatta• sun'I lastik çizmeler giymektedirler; bu lastik cizmelerin uzun konçlarının bir kısmını çizme üstüne kıvırıp koncu azıcık kısaltmak da aralarında adeta bir moda olmuştur.
Lastik çizmeler kösele tabanlı deri çizmelere nisbetle çok ucuz olduğu için gayetle yaygındır ve bu yayılışı da ikinci Cihan Harbi
Nakışlı sahtiyandan çizme-mest Topkapusu Sarayı Müzesinde (R. E. K. Arşivi)
içinde 1943 - 1945 den sonra başlamıştır. Bu arada nylon'dan gayet zarif ve şık kadın çizmeleri de moda eşya arasında yer almıştır.
Çeşitli isimler altındaki eski pabuçlar, ayakkabılar arasında eski çizmelerden bozma (konçları kesilip alınmış) ayakkabılara «katır», «katır kundura» denilirdi; bu isim üzerine eski sohıbet dilimizde şirin bir telkerleme vardır; kendini beğenmiş şımarık ve kaba türediler h^kkında kullanılır :
Çizmeden bozma katır
Ne gönül bilir, ne hatır.
Yine sohbet dilimizde haddini bildirme yolunda : «Çizmeden yukarı çıkma!» denilir. Kuvvetli rivayete göre bu söz, XVI. yüzyılda dahi sanatkar Leonarda da Vinci'nin yaptığı çizmeli bir portrede çizmeler hakkında fikrini sormak için çağırdığı bir çizmeciye ihtarından kalmış ve bütün dillere girmiştir.
lstanbulun eski ıbıçJkın delikanlıları aı'a-sında çizme giymek, ayakkabıların en baha-lısı olduğu için bir lüks sayılmıştı; yüz ve vücut yapısı ,güzelliği yanında türlü bıçkın nümayişi ve yapuğu ile beraber ayaıklarındaıki çizmeler asıl isimlerini unutturmuş «Çizmeli» lakabı ile şöhret bulmuşlardır ki aşağıdaki beyit ile kıt'a böyle iki gencin medhi yolunda yazılmış iki manzumeden alınmıştır :
Semti Tersanede gördüm güzeli Kalyoncudur şuhi şehbaz Çizmeli *
Kırk yıl İstanbulu gezdim gezeli
Hele meşrebimce ^eçdim güzeli
Bir serkeş haylazı hüma pervazı
Bıçkınlar içinde namı Çizmeli
ÇORAB, «Ayağa giyilen örme şey» (Hüseyin Kazım, Türk Lügatı).
Çorab ya el örgüsü, ya makina örgusu-dür. Zamanımızda el ile ancak köylerimizde örülmektedir; şehirlere her hangi bir işde beden kuvvetiyle çalışmaya gelmiş ve bekar uşağı olmuş köylülerimizin ayakları el örgüsü ço-rablara alışık olduğundan, onlar için el örgüsü köylü tipi çorablar ticaret metaı olarak kasaba ve büyük şehir pazarlarında da satılır.
MemlekeJıimizde makina örgüsü çorabla-rın çıkması ve yayılması geçen yüzyılın ikinci yarısı içindedir.
Önce kadın ve erkek çorabı olarak ikiye
Bir çorabın ayak üstünde görünüşü
ayrılır. Sonra ipliğinin cinsine göre üçe ayrılır, yün veya tiftik çorab, pamuk ipliğinden örülmüş tire çorab, ipek çoraıb. Zamanımızda ·ipek çorabın yerini Nylon = Naylon çorablar almış-dır. Hatta tire ve yün çorab giyenler bile çok azalmışdır.
Çorab giyildiği yere ve sair küçük hususiyetlerine göre de çeşitli isimler alır : Kısa konçlu, uzun konçlu, ajurlu, düz renkli, baget-li - desenli, dağcı çorabı, futbolcu çoralbı, varis hastaları çorabı gibi.
Halen Türkiyede çoraıb sanayiinin merkezi istanbuldur; en ince, en zarif, en lüks kadın çorabları dahi imal edilmektedir; o kadar ince, hayal gibi kadın çorapları yapılmaktadır ki bacakta varlığı ile yokluğu gözle pek güç fark edilir.
Bilhassa artist kızlar ve kadınlar çoraba büyük önem vere gelmişlerdir; eskiden tiyatrolarda kantocu ıkızlar, etek kaldırarak bacaık gösterme nümayişinde bulundukları zaman çorabın ipek güller, fiyongalarla süslü bağlarını (jartiyerlerini) gösterirlerdi. Zamanımızın &trip-tease yıldızları gazino ve pavyon sahnelerinde esvablarını ve çamaşırlarını teker tek^r çılkarıp ataraık soyunurlar ilken en şôhana hareketlerinden biri çorab çıkarmalarıdır.
Başta lstanbul, Tanzimat Devrinden önceki devirde, yüzyıllar boyunca şehirlerimizde ayak takımı ve esnaf tabakası el örgüsü kaba yün çorabı yalnız kışın, pek katı soğuklarda giymişlerdir; bahar ve güz mevsimlerinde, ve
bilhassa yazın pabuçlarını yalın ayaklarına geçirip dolaşmışlardır. Orta tabaka ve kibar hayatında ise çorab, ayaklara her gün tertemiz olarak geçirilmiş ve akşamları ayaktan çıkarılan çorap hemen kirli sepetine atılmıştır. Kirli, yırtık, ya bir ucundan ayak parmakları dışarı fırlamış yahut öbür ucundan topuk meydana çıkmış yırtıık çorap ile dolaşanlar Birinci Cihan Harbinden sonra görülmeye başlanmış-dır.
Sadece el örgüsü çorabların giyildiği devirde, Türık çorapları, üzerinde harikulade güzel örgü nakışları taşımışlardır; bu nakışların hem şekilleri hem de kullanılan renklerin cazib ahengi, örgüsü ne kadar kaba da olsa, o çorablar için tereddüdsüz sanat eseridir hükmünü verdirtir.
Merhum antikacı Nureddin Rüştü Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli kitabında çorab maddesinde şunları yazıyor : «Eski zamanlarda olsun yeni devirde olsun Tünk köyü-sü kendi çorabını kendi örer. ince fabrika ço-
Suyollu dallı çorab, topukdan konca görünüş
-
rablarına ayağını sokmaz, o çorabı giyse bile üç gün dayanmaz. Yünden ve tiftikden köylü kadınların el ile ördükleri ince erkek çorabları o kadar iyidir ki yalnız sağlamlığından değil, güzellik itibarı ile de pek aladır. Konyada, Sivasta, Antebte, Doğu Anadoluda Erzincanda, Erzurumda, ve daha bazı yerlerde çok çok güzelleri görülür. Renkli çiçekli kadın çorabları da çok güzeldir. Bir de hocaların abdest alır iken mesih caizdir dedikleri el örgüsü çorab-lar vardır; bu çorablar kilimden daha kalın ve sıkıdır, kendi kendine dimdik ayakta durabilen çorablardır. Erzurum taraflarında yapılır, deveciler giyer» (1939).
El örgüsü yün çorablanmızın düz renklileri umumiyetle beyaz yahut siyah, veya deve tüyü, koyu kahverengidir. Renkli ve nakışlı çorabların nakış motiflerinin, memleketimizin her tarafında ayrı ayrı isimleri vardır; mesela : çakmak, çulluk burnu, çenber, çarkıfelek, ceylan, ejderha, elifbe, eliböğründe, kazayağı, bülbül gözü, koyun gözü, koç boynuzu, horoz ibiği, deveboynu, gönül çengeli, kız nazı, pençe, perçem, muska, minare, selvi.. gibi yüzlerCe isim vardır.
Çoraplar ıbu motiflerden biri veya birkaçı seçilerek örülmüştür; seçme de gelişi güzel olmamıştır, motifler, çorabı giyecek kimsenin durumuna, yaşına hatta ahvali ru-hiyesine göre alınmıştır. Kadının, erkeğin, çocuğun, ihtiyarın, gelinlik kızın, ergen oğlanın çorabları ayrı ayrı motiflerle örülmüştür.
Mesela «Akıtmalı» denilen bir çorab, beyaz zemin üzerinde topukdan başlayarak konç üstünde helezoni, kıvrıla kıvrıla yükselen paralel çizgiler, renklerine ve sayısına gö-
Türk çorablarını süslemiş yüzlerce motiften bir kaçı, soldan sağa: Çakmak, Çulluk burnu, Minare, Boynuz, Bülbül gözü, Koyun gözü, Eliböğründe, Pençe, Yar tabanı, Selvi, An.
Çeşitli motiflerle süslü bir çorab, topukdan konca: Pençe, Sandalya, Kuşlar kafesler, Kırma akıtma, Selviler.
re bir mana taşımıştır, her çizgi bir evladın işareti olmuştur, kara çizgi oğlan ise penbe çizgi kız olmuştur :
Üç yavrusu var, iki kız bir oğlan
Üç yavrusu var, iki oğlan bir kız
Üç yavrusu var, iki kız bir oğlan, kızın biri uçmuş yuvadan..
Bu üçüncü çoraba başka bir köye gelin giden kız için, penbe çizgiye ayrıca ince bir siyah iplik sarılmıştır.
El örgüsü yün çorablarımız, zengin motifleri ve edebiyatı ile beraber başlı başına bir tetkik konusudur. Bu motoflerin ciddi bir etüdünden ve makina işi çorabcılıga tatbikinden sonra dünyanın en güzel çorablarını Türkiyede bulmak mümkün olacaktır.
«Gülistan = Gül Bağçesi» adını taşıyan beyaz zemin üzerine al ve kara nakışlı gayet kaba örülmüş bir deveci çorabı, aslında, emsalsiz güzellikde nakışları ile prens ayağına la-yıkdır.
Kalender meşreb şairler güzel gençlerin şanında yazdıkları manzOmelerde, onları külahlarından perçemlerinden pabucuna, topuğuna kadar tasvir ederken türlü türlü nakışlı çorablarını da unutmamışlardır :
Dağlıdır civanım Ilgaz levendi Kadrini bilmeyen sadece kendi Çiçekli çorabla reftarı bir hof Pa bürehne görsen olursun serhoş ..
Kırma akıtmalı çorab içinde Kesme billur güzelimde ayaklar ..
Şu geçen şahbaza bak Güzeller şahı elhak Yeni gelmiş dediler Helvacılara çırak Kazdağlı ya Ilgazlı Saçı görmemiş tarak Kılık kıyafetin: Tasvirden vaz geç bırak Çorabında toplanmış Cümle süsle tumturak Koncunun ilk dizisi Al üstünde ak çakmak Kırma akıtma penbe Selvi yeşil zemin ak Koçboynuzu karadır Mor sünbül saçak saçak Müşekkel ayaklara Layık çorabdır elhak Nakışlardan nakış al Çorabda işmara bak Bilsegahı uşşakdır Diyor sardığım ayak
ÇÖPCÜ ÜNiFORMASI, Büyük şehirlerimizin işlerı ve bu işler için kurulmuş teşkilatın tarihçesi bu sözlüğün konusu dışındadır. Yüzyıllar boyunca resmi kayıtlarda çöplükcü, tanzifat
amelesi ve temizlik işleri amelesi ve halk ağzında da zamanımıza kadar çöpcü denile gelmiş ameleye en büyük şehrimiz İstanbulda ilk defa olarak bir üniforma cumhuriyet devrinde kabul edilmiş ve giydirilmiştir. Cumhuriyet-
den önce çöpcüler kendi başıbozuk kılık ve kıyametleri ile çalışmışlardır.
İlk çöpcü ünifo^ması kışlık siyah çulaki-den (çula benzeyen gayet kaba şayak) ve yazın yelken bezine yakın en kabcl ketenden iki takım olmuştur :
Başda güneşlikli sünnet çocuğu takkesine benzeyen bir kep; ön tarafında ve güneşliğin üstünde bir rugan şerid ile onun da üstünde
Çöpçü üniforması (R. E. K. Arşivi)
«İstanıbul Belediyesi» yazılı madeni bir plak bulunuyordu.
Çift yaıkalı, kol ağızları tasmalı, beli kendi kumaşından kemerli ve etekleri pantalon üstüne düşer bir bluz - ceket; bluzun sol tarafında ve göğsünde çöpc:.·nün mensub olduğu ilçe adı ile kendi sicil numarasını taşıyan madeni bir plaık.
Golfumsu bir pantalon; Pantalon paçaları ile yarı baldırı ve ayakkabı üstünü örter yine ıkendi ıkumaşından kıs2 tozluk;
Ayakda asker postalının ·benzeri postal fotin.
Yağışlı havalar için kanarya sarısı renginde ve kukuletalı ve kollu muşamba yağmurluk
Sonra bu üniforma tadil edilmiştir; yine çulakiden kışlık esvabın rengi koyu kahve rengi olmuştur. Kepten şerid ve. madeni plak kaldırılmış, onun yerine, lüzumunda kulakları örtüp koruyacak aynı kumaşdan iki parça ilave edilmişdir; bu parçalar kaldırılıp kep tepesinde iliklenerek toplanır.
ÇöKü mKorm^ı
(R. E. K. Arşivi)
Yine çift yakalı bluz - ceket montgomeri oiçımi almış, yaka kesimi küçülmüş, belden kemer kaldırılmışdır.
Pantalon da paçaları tasmal ı ve düğmeli asker pantalonu kesiminde olmuş, tozluklar kalkmıştır.
Ayaklarına yine postal verilir, fakat postalı giyme mecburiyeti yokdur, kudreti olan ayağına dilediği pabucu giymektedir.
ÇUHA, «Yün mensucat (dokumalar), yünlü ku-maşdan yapilan esvaıb» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lügatı); aynı anlamda farsca «çuka» kelimesinden alınmışdır, eski metinlerin çoğunda çuka diye yazılır. Yüzyıllar boyunca yerli malı ve ithal malı olarak kullanılagel-mişdir, eski yabancı çuhaların en makbulleri de· İngiliz ve fransız çuhaları olmuşdur.
Çuhadan kadınlara kışlık ferace kesilmiş-dir; fakat çuha asıl erkek esvablarında kullanılmış, çuhadan cebken, camedan, fermene, yelek, çakşır, potur, yakın geçmişte de kaput,
avniye yapılmıştır. Çuha esvab eskilerinden de terlik yapılmıştır.
Çuha erkek esvablarında üstlüklerin göğüs kısımları, omuzları, kol yenleri, potur ve çakşırlarda da dizden yulkarı ön kısımlar, bazan paçalar ya kılaıbdan ile, ipekle yahut sırma ile ayrıca işlenmiş, süslenmişlerdir.
Bütün kumaşlarda olduğu gibi çuha fiyatları, harcanan yün çilesi üzerinden tesbit edilir, renkler de fiatlarda ufak farklar yapardı, 1582 tarihli bir fermandan İstanbul piyasasında çuhanın en makbulünün kırmızı çuhalar olduğu öğreniliyor.
Avrupadan İngiliz ve fransız tüccarları ta-rafındc;ın gemilerle getirilen çuhalar lstanbulda çuhacı esnafına devlet kontrolü altında hiç birine haksızlık olmamak üzere dağıtılıp satılırdı; gelen çuha mahdut olacağı için çuhacılar gruplara ayrılmıştı; çuha geldiğinde gruı:-lara nöbetle verilirdi. 1582 - 1584 arasında çuhacı-iar kahyalığı yapan David oğlu Sinan adında bir musevi ithal malı çuhanın esnafa dağıtım 'şine hile karıştırıp gelen İngiliz ve fransız
Çuha cebkeni kılabdan işlemeli Bursalı kibar delikanlı, 1880 - 1890
(R. E. K. Arşivi)
çuhalarını kendi adamlarına verdirlmiş, bir karaborsa kurmuş, İstanbulda çuha fiatları !birden yükselmişti; yolsuz iş meydana çıkınca işinden ıbir daha çuhacılıkla meşgul olmamak üzere atıldı.
Ateş alı gayetle parlak eski bir Venedik çuhası da memleketimizde «İskarlat» adı ile şöhret almıştı ki bu isim bu kumaşın ltalyan-ca adı olan Scarlato (Skarlato) dan 'bozmadır. Padişah maiyetinde bulundukları zaman Yeniçeriler lskarlatdan kesilmiş sırmalı alay es.. vabları giyerlerdi.
Yine eski fermanlardan ve narh defterlerinden öğreniyoruz ki hazır çuha esvab satıcıları da sıkı bir devlet kontrolü altında idiler Hazır çuha esvaıbların ıboyları, kolları, etekle ri, astarları, düğmeleri nasıl olacc'lğı teker te ker tesbit edilmişti.
Evliya Çelebi XVll. yüzyılın i!k yarısında Dördüncü Sultan Murad zamanında yapılmış büyük bir esnaf - ordu alayını tasvir ederker' çuhacılardan şöyle bahsediyor:
«Dükkan 100, neferat 107; pirleri Ebüi-hüdai Halebl'dir. Bunlar arabalar üzerine lond. rin, karkaşone, nemçe, ankone (Londra, Kaı--kason, Avusturya, Ankona) yetmiş çile çuhaları endazeleyip : - Al aaa!. bin kuruşluk!» ikibin kuruşluk!.. diyerek geçerler».
Başda yeniçeriler, bütün kapukulu askerine yılda bir kat çuha esvab verilir idi ve ne· fer başına 10 arşın çuha tesbit edilmişti; bu asker çuhaları mavi renkli olup Selanikte do· kunurdu. Askere mahsus miri çuha anbarı Is. tanbulda Darbhanenin de bulunduğu Bayazıd-taki Simkeşhanede idi. Askere lstanbulda çuha dağıtımı bir gelenek olarak her yıl ramaLan-da Kadir Gecesi başlar, üç gün sürerdi; görev !eri lstanbula uzak yerlerdeki askere de çuha yerine para olarak değeri ödenir ona da «çuha ıbeha» denilirdi. Çuha ile beraber astarlık 'bez, sarıklık dülbend ve donluk gömleklik bez dağıtılırdı.
Yüzyıllar boyunca şehir ve kasaba delikanlıları arasında, onların da garib bekar uşaklar! için bir kat çuha esvaıba sahib olmak büyük şey bilinirdi. lstanbulun eski zengin ve kibar ıkapularında yılda iki bayram bütün ben-degana bir boğça içinde esvab ve çamaşır da-
ğıtılırdı, boğçalara konulan esvab ve çamaşı r-lar da hepsinin konakdaki hizmet ve mevkiine göre ayrı ayrı hazırlanırdı, mesela bir efendinin daima yanında bulunagelir bir çubukdar gencin boğçasının içinde bir kat çuha esva:b çıkması aşırı iltifat bilinirdi.
Yaşlı, dul, zengin ve erkek canlısı lstan-bul yosmaları yalın ayaklı ve yarım pabuçu, faıkat kaşı gözü yerinde eli ayağı düzgün ve ıbıçıkın meşrep ayaık takımından delikanlıları oynaş olarak elde etmek için onlara bir elmas gül yüzük, gümüş yahut altın bir ıkoyun saati bağışlarlar ve mutlaka bir kat da çuha esvap kestirir, yaptırırlardı; yüzük, saat ve çuha esvab, ıbu üç şey o yollara sapmış olanlar arasında adeta bir gelenek olmuştu iki meddahlar ağzı ile anlatılan esıki aşk ve muhabbet hikayelerinde daima gösterilir. Aşağıdaki kıt'alar çuha esvablar ile süslenmiş pırpırı delikanlı portreleridir:
Sırma işlemeli çuhalarla giydirilip kuşatılan hanım oynaşı şehbaz
(R. E. Koçunun Çingene Sultan isimli eserine Sabiha Bozcalı eliyle yapılmış resimlerden, R. E. K. Arşivi)
Hayta
Altı kaval beyin üstü şeşhane Sırmalı çuhayla gezer daltaban Şalı var beş arşın şehlevendiine Kahve peykesinde yatar balaban
Tulumbacı
Al çuhalar kesdireyim çapkına Şehldanı kalenderan aşkına Yarıgıncıdır açar rengi ateşin
Anı gören vallah döner şaşkına
Hanım oynaşı kayıkçı
Benli Binnaz Hanım çift otuzunda Hamlacı şehbaza yakmış abayı
Kesdirdi Londrin Çuhadan cebken Çekdi aguuşine bürehne payı
Hanım oynaşı Tersane Çıplağı
Cevizli Konakdan aldım haberi
Hanım dlmehaba çekmiş neferi Ne de açmiş yahu şu mor çuhalar Dünkü çıplak olmuş şuhler serveri
Hanım oyna^ı yanaşma
Çalıdan halıya çekdi oğlanı
Anası yerinde hamamcı karı Sırmalı çuhalar samur kürk ile Ağa yapdı dünkü bitli bekarı
Hanım oynaşları
Denizde kum yosma hanımda para Çuhalar kesdirir toy oğlanlara
Hamlacı, kalaycı, yorgancı, hallaç Tazeru zeberdest pehlivanlara
ÇUHA CEBKEN ÇOCUK ESVABI MODASI, Yüzyılımız başında ve geçen Yüzyılın son senelerinde bilhassa lstanbulda her hususda tamamen ba-'tılı hayatı süren kibar Türk ailelerinin küçük erkek çocuklarına bir gelenek nümayişi olarak
giydirilirdi. Bir çocuk esvabı olduğu halde hayli pahalıya mal olan bu esvablarla küçük beyin bir fotoğrafı çektirilir, bu fantezi, lüks hevesi de bu resimle tatmin edilmiş olurdu; çocuk ailesi yanında sokağa çıkarken, bir mesireye gidilirken yine zamanın batılı kıyafeti, avrupalı çocuk tuvaleti altında bulunur, bu arada, yine bir moda olarak, bahriye, neferi üniforması kesiminde bir esvab giydirilirdi (Bakınız : Bahriyeli Çocuk Esvabı Modası.)
Paşa oğlu Çocuk üstünde çuha cebken ve potur ünlü yazar Sermed Muhtar Alus (R. E. K. Arşivi)
o
DAL, Dilimizde iki «dal» kelimesi vardır; biri isimdir, ağacın düzgün kollarına, sürgünlerine dal denilir; diğeri sıfattır, bazı isimlerin ibaşına eık-lenir ve "sade", "yalın", "çıplak" anlamlarına gelir; giyim kuşam yolunda çok kullanılmışdır: "da! kılıç", kınından çıkmış yalın kılıç; "dal hançer", kınından çıkmış yalın hançer demektir (Bakınız : Dalfes; Dalıkavuk)
DALFES, Üzerine dülbend ve çenber her hangi bir şey sarılmamış fes; böyle bir fesi g,iyen kimse (Bakınız : Dal; Fes).
Türkiyede fesi evvela Cezayirli gemiciler giymişlerdir; İkinci Sultan Mahmud devrinde ve Husrev Mehmet Paşanın kaptanı deryalığı zamanında 1826 da Tersaneliler (Bahriyeliler) için resmi serpuş kabul edilmiş, az sonra Asakiri MansOrei Muhammediye ismi ile yeni kurulan orduda da efrad ve zabıtana fes giy-dirilrnişdir; ve sonra yavaş yavaş halk arasında da yayılmışdır.
Ayak takımından mintanlı, yelekli ve dalfesli delikanlı (R.E.K. Arşivi)
Donanma ve kara ordusu mensubları dal fes giymişlerdir. Çoğunl·uk ile efrad başında görüldüğü, nefer ve çavuşlar da gençler, delikanlılar olduğu için, fes halk arasında yayılır iken yaşlılar fesin etrafına bir dülbend, çenber sarmışlar, faıkat gençler, askeri taklid ile dal fesi tercih etmişlerdir.
Siyah, mavi, top veya saçak şeiklinde çe-şid çeşid püsküllerle kırmızı fes, sırmaya, ipeğe, sünbüle, reyhana (fesliğen) benzetilen kaküllerin, perçemlerin üstünde delikanlı, nev-civan başına, çehresine; çekici ıbir güzellik, revnak vermiş, ve dolayısı ile kalender meşreıb şairlerin \kalemi ile "dalfes" kelimesi edebiyatımıza girmişdir; dalfes, dalfesli gençler için gazeller, şarkılar yazılmışdır.
Meclise geldikde dalfes Zülfüne bağlandı herkes ( Enderunlu Vasıf) *
Ayağı yer mi basar rindanı aşkın şevk ile Dalfes, 'sağar bekef geldikçe bezme ol peri ( Enderunlu Vasıf)
*
Büyütüp serde yetiştirmiş idim dalfes ile Ülfeti gayri yasağ etti gönül herkes ile Bağrına taş mı basıb kesdin anı mikras ile Dilerim Bari Hüdadan iki destin kesile Alub ol şanevü mikrasını berber eline Nice kıydın o şehin perçeminin bir teline ( Beşiktaşlı Gedil) (Sagar bekef = Kadeh elinde; mikras = makas; Şane = tarak)
DALKAVUK, Dilimizde «dal» sıfatı ile «kavuık» isminden teşekkül etmiş mürekkeıb isim; sade lu-gat anlamı ile : «Üstüne dülbend, yemeni, çen-ber gibi her hangi bir şey sarılmamış kavuk».
Dalkavuk kelimesini bugün bir tıynet, ruh haletini ifade yolunda kullanıyoruz, şöyle ıki : "Kendi çıkarı için bir zengine veya devlet kapısında yüksek mevki sahibine yardakcı-lıkda bulunan adam" anlamında kullanıyoruz; bu bir yakıştırma değildir, eski bir kıyafet nizamından gelir.
Toplum hayatımızda Tanzimatdan önceki devirde loncaları kahyaları ve "dalıka-vuık" adı ile bir sınıf esnaf vardı, işleri zengin-
leri eğlendirmek olan bu esnaf gaayetle zeli ıbir tabaka bilinirdi. Yine o devirde başa ya külah, ya kavuk giyilirdi. Külahı ve külahın çeşidini ayak takımı ile esnaf ve asker ocaklarındaki efrad giyerlerdi. Külahın üzerine işe veya mesleğe göre beyaz dülbend yahut renkli bir çenber, veya bir şal sarılırdı; bazı gençler de, bilhassa askerler dal külah olurdu, yani külahını, üstüne hiç bir şey sarmayarak giyerdi. Kavuk ise tüccarın, memurun, kibarın, ricalin, ulemanın serpuşu idi, ve kavuk, istisnasız, üzerine mutlaka bir sarık sarılarak giyilirdi; sarığın çeşidi ve sarılış şeıkli de, kavuğu giyenin toplum hayatındaki durumunu, sınıfını gösteren bir alameti farika idi.
işleri başkalarını yardaıkcılık ile eğlendirmek olan ve bir esnaf loncası kurarak zelila-ne bir yaşama yolu tutmuş bir taıkım adamlar da başlarına, ya külah ya kavuk, ıbir serpuş giyeceklerdi. Külah giyemediler, çünki sarıklı veya dal külah, her çeşidi halkın başında idi; onun içindir ki bu adamların, üzerine sarık sarılmamış bir ıkavuk giymeleri, bir "dal kavuk" giymeleri uygun görüldü. Böyle bir kavuk da, toplum hayatımızın eski kıyafet nizamında onların alameti farikası, nişanı, damgası oldu.
DALLI A.RAKiYE, «Sünbüll tarikati mensublarının giydiği bir nevi arakiye; beyaz patiskadan, tepesi sivrice, içi pamuklu, her tarafı dikişli idi; Sünbüll şeyhleri devranın ikinci faslında tacını çıkarır, bir dallı arakiye giyerdi» (M. Zeki Pa-kalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
(Bakınız : Ara:kiye; Araıkçin).
DAMASKO, İsim Şam şehrinin arabca adı olan «Dımışk» dan alınmış ve önce fransız - İtalyan tüccarları ağzında kullanılmışdır; "Şam şehrinde yapılıp halen Avrupadan gelen (1899 -1900) iki yüzlü ve :keten yahud yün karışık ,ipekli kumaş" (Şemseddin Sami, :Kaamüsu Türki); "ipekle ketenden yapılan kumaş" (H.
-
-Kazım, Hüyük Türk Lügatı.)
Damasko şam ipeklilerinin Avrupada (Fransa ve İtalyada) dokunan taklidlerinin adıdır, ıbizde kibar !kaşanelerinde düşemeliık ve
perdelik olaraık kullanılmışdır; hakiki şam ipeklilerinden de kadın şalvarları, ıkadır-ı ve erkek entarileri, erıkeıklere ev, gecelik hırkaları yapıl-mışdır; orta tabaka da kibarla taklid ile ayni şeyleri damaskodan kesfüip giymi-şlerdir.
DARAYi, «Dara, miladdan önce VI. yüzyılda yaşamış ünlü lran İmparatoru, Darios 1. (M. Ö. 521 -486); onun adından alınarak mecazen Meli•k, Hü•kümdar anlamında kullanılır» (Türk Lugatı); Darayl, memleketimize !randan idhal edilir, çeşidli renkler üzerinde kalın bir eski kumaşın adı. M. Zeki Pakalın "Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri" isimli eserinde : « ... Başvekalet arşivinde hicri 1183 (M. 1769 -1770) tarihli bir vesikaya göre sipahi binbaşıları ile yüzbaşılarının bayrakları kırmızı darayl-den yapılırdı» diyor.
Şamda d<Ykunan benzerlerine «Şam Darayi-sl», diger bir nev'ine de "Püladl Darayl" denilirdi. Evliya Çelebi XVll. inci yüz yıl ortalarında İstanbulda darayici esnafının 100 dük-ıkan 500 nefer olduğunu kaydediyor.
DARDAGAN, «Perişan, dağınık, darmadağın; perişan, dağınık şekilde sarılmış sarık» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türk!).
Eski Toplum hayatımızda mevki ve mesleğe göre sarık şekilleri tesbit edilmiş idi ve "Katibi", "Kafesi", "Burma", "Civankaşı" gibi isimler verilmişdi. Dardağan Sarık ise dağınık, per"ışan manasının yanında bir hürriyet ifade ederdi, padişahdan yalın ayaklı kayık-cıya kadar herkes sarabilirdi, mevki meslek yerine bir ruh haletini, kalenderlik, derbederlik, aşıklık belirtirdi.
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri" isimli eserinde Dardağan maddesinde şunları yazıyor : "Bir kısım yeniçeri mensublarının giydikleri başlıklardan birinin adı idi.".
Biz Dardağan adinı taşımış bir yeniçeri serpuşu, başlığı bilmiyoruz; Dardağan yu-1karda tarif ettiğimiz gibi sarığın mühmel, dağınık sarılmış şeklinin adıdır.
DELK, «Eski, yamalı dilenci hırkası» (Hüseyin Kazım, Büyük Türık Lugatı); "Dervişlerin giy-
diği eski yamalı hırka" (Şemseddin Sami,
Kaamôsu Türk!).
Edebi metinlerde çok rastlanır; bu kelimeyi renkli bir tasvir içinde kullanan şair de xvııı. yüzyıl Türk şiirini tek başına temsil edebilen Nedim olmuşdur, üstadın meşhur bir gazelinden :
Fıraki erbabı dilden zümrei zühhade dek Hep esirindir beyim hatta dili naşade dek Şöyle mest olmuş ki açılmış giribanı kaba Nafden ta bendgahı hançeri fOlade dek Mameleki şeyhim bütün hümara rehn olmuş gibi Delk ü peşminden müzehheb nushai evrade dek
(Zühhad = sofular, perhizkarlar; Giriban = yaka, boydan boya önden açılır esvablarda esvabın ön kısmı; Kaba = Kaftan; N§f = Göbek çukuru; Peşmin = Keçi kılından derviş hırkası; Müzehheb nusha evrad = Müzehheb dua yahut okunması adet edinilmiş bazı ayetler kitabı )
DERİ CEKETLİLER, Bir zamanların «Cezayir Kesim-iiler» i, «Kamerçin İskarpinliler» i ve «Bobstil-ier»i gibi zamanımız genclerinden bir kısmına alem olmuş bir isimdir (Bakınız : Cezayir Kesimi; Kameı·çin; Bobstiller).
İkinci Cihan Harbinden sonra ıbilhassa Avrupada, İngiltere, Fransa ve İta!yada, ve sonra Kuzey Amerika Birleşik Devletlerinde bir "Asi Gençlik" nesli yetişmişdir. Bunların hayat felsefesi, bir nizam, örf, adet tanımayarak diledikleri gibi yaşamak, diledikleri kılık kıyafetle dolaşmak, dünya zevklerinin tatmini yolunda hicab ve korkuyu atmakdır. Bu yollarda hatta cinayete varınca kaba kuvvet kullanmak kendilerince mubah sayılmış, ve kendi albenilerini teşhir ve bu yoldan karşısındakinin arzu ve ihtiraslarını tahrik de zevkleri arasına girmişdir. Mürahikler, nevhat deli:kanlılar, çocuk sayıla -cak kızlar, gelinlik çağda genç kızlar yalın ayak, yarı çıplak nümayişli kılıklara girmişlerdir. Resim, dans bütün sanat anlamları garib bir vahşete bürünmüş, içlerinden bu yeni anlamda hakiki sanatkarlar da yetişmiş, ve onlara bu asi gençlik birer put gibi tapmışdır. Kaba Taş Devrinin sadece hayvan derileri ile örtünen insanları hatırlanarak deriden yapılaı:ı pantalon-lar ve ceketler asi gençlik tarafından adeta bir üniforma gibi benimsenmişdir. Onun içindir ki batıda asi gençliğin bir adı da "Deri Ceketliler" olmuşdur. Bu isim Türk basınına "Meşin Ceketliler" diye geçmişdir.
Deri ceketli bir gene nesli, kızlı oğlanlı memleketimizde de hayli kalabalık olarak buluruz. Fakat hamdü şükredelim ki bizdeki şimdilik bir giyim modası salgını halindedir, ev-ladlarımız batıdaki kılık benzerlerinin düşdü-ğü levs girdabına dalmamışlardır; fakat onların avare mukallidleri, taslakcıları da olsalar sevimli bir kılıık, hoş karşılanacak bir moda değildir.
Aşağıdaki satırlar ömrü bir asrı do!dur-muş Bitlisli Ali Çamiç Ağanın bir hicviyesin-dendir :
Pırpırılar şahı kayıkcı sandım Beyzade dediler billah utandım Dilinde Türkçenin küfrü küspesi_ Firengin itine taklid kisvesi Atmış da hicabın o ruyi taze Bir turfa kılıkla olmuş kepaze Ukdei nafini misali köçek Teşhiri marifet bilmiş o çiçek Topuk vurup geçdi yanımdan güm güm Akl ile idrakim oldu kördüğüm Bir kartı viziti ya etiketi Çıplak ten üstünde. deri ceketi
DESTAR, Kavuk, rkülah, fesin etrafına sarılan sarık; sarık'ın aydınlar ağzındaki adı. Eski folum hayatında işe, mesleğe, mevkie, memuriyete göre destarın sarılma şekilleri tesbit
edilmişdi, külahın veya kavuğun (jstünde bir destar, sarık, onu taşıyan kimsenin ictimal
mevkiinin bir a lameti farikası gibiydi (Bakı -nız : Sarık).
Aşağıdaki mısra, Nedlm'in hamamiye gi-rizgahlı meşhur kasldesindedir :
Kemer küsiste prakende küşei destar ( Kemer çözülmüş, sarığın köşesi dağınık)·
Yine Nedim, esmer güzeli bir gencin başındaki sarığı gece yeni doğmuş hilal şeklindeki aya benzetiyor :
Mehi nev resmidir destarın en şuhi siyehçerde
Şu beyit de Rôhl'nindir :
Bir nahalefi cübbe vü destar ile görsen Eylersin anın cübbe vü destarırıa ikram (Nahalef = ailesinin yüz karası sefih, rezil kimse)
Mevleviler deve tüyü renginde bir keçe külah giyederdi, adına tarikat ağzında "Sikıke" denilirdi; sarığa da "Destanşerif" denilirdi. Yeşil renkli olan destan şerifi büyük dede
Bir delikanlıya hediye edilmiş hançer motifli ve aşıkane beyitli destiınal
efendilerin ve ancak şeyhin hususi izinnamesi ile sarabilirler, sair dervişler sikkeyi sarık-sız taşırladı (Bakınız : Sikke).
Padişah sarıklarına da « Destarı Hümayun" denilirdi.
Mevkiie, mesleğe göre çeşidli şekilde sa-rıık sarmak ıbir hüner, adeta ihtisas işi idi. Mesela Kafesi bir destarı sarmak, saatlerce süren bir iş idi. Padişa:h sarayında enderun ağaları içinde sarııkcı ağalar vardı. Büyüklerin kapula-rında da, vazife başında, hususi hayatlarında sdkaikda veya evde giyileceık kavuıklar ayrı ayrı şekilde sarılrnış^sarııkları ile hazır durur, ıka^ vuklar sarıkları ile ikavuikluik denilen sureti mahsusada 1yapılm^ş raflar üstünde muhafaza edilir, dül!bendleri, destarları tozlanmasın diye de Üzerlerine lkavuik örtüleri atılırdı.
DESTEGÜL, «Koll1u salta ile uzun cübbeye verilen isim; Me\,devl dervişleri bunu hücrede bulundukları sırada giyerlerdi, ayin esnasında
da Tennure giyerlerdi. Bektaşilerin de Deste-gül adını verdikleri üstlük, Hayderlden uzun, Cübbeden kısa ve kolsuz idi. Mevlevilerin Destegülü ise uzun kollu, bel hizasında niha-
. yetlenen bir nevi Hayderiye idi, Tennure üstüne de giyilirdi» {M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
DESTİMAL, Dilimize farscadan alınmışdır; el silecek şey, elbezi, yağlık, peşkir demekdir; ·fakat günlük hayat içinde makreme {mendil) gibi üstde taşınımışdır, ve yalnız yıkanan eli yüzü kurulamak için değil, yüzün terini silmek için de ıkullanılmışdır ıki Lale Devrinin ünlü şairi Nedlm'in meşhur bir gazelindeki bir beyit bunu aydın olarak göstermektedir :
Büyi gül taktir olunmuş nazın işlenmiş ucu
Biri olmuş huy birisi destimal olmuş sana
(Gülün kokusu inbikden geçirilmiş, nazın da ucu işlenmiş, sana, birisi ter olmuş, birisi de o teri silmeye yafjlık olmuş.)
Farsca olan «huy» ıkelimesinin iki ayrı manası vardır, biri "kişinin tabiatı", biri de "ter" anlamındadır, ter manasındaki "huy" yazdığımız şeıkilde gaayet kısa okunur, kişinin tabiatı anlamındaki 'huy" ise uzatarak "huy" diye okumak lazımdır.
Ucu işlenmiş nazın sevdiği güzele yağlık olduğunu söyleyen Ned\'m'in beytinden de anlaşılacağı üzere destimaller pamuk, keten ve ham ipek (bürüncük) den çok sık olarak sureti mahsusada dokunur ve dokunurken iki ucu, kullanacak şahsın yaşına göre aşıkane, rindane, dindarane beyitler, mısralar, türlü motiflerde naıkışlar ile süslenirdi, bu süsler bazan düz dokunmuş bir destimale ipekle, sırma ile sonradanda işlenirdi.
Eski toplum hayatımızda sevgililere hediye olarak gönderilen eşyadandır; hediyelik destimaller de bilhassa aşıkane işleme yazılar taşımışlardır; bir destimalde şu beyit gö-rülmüşdür :
Kabul eyle destimalim
Peripeyker mehcemalim
Hediyeyi alacak sevgili güzel bir delikanlı ise, destimalin işlemesinde bir çiçek yerine üslublaştırılmış ve yine çiçeklerle bezenmiş bir hançer resmi hemen mutlaka bulunurdu; nakışları böyle hançer motifli bir destimalde de iki ucunda birer beyit olmak üzere şu kıt'a görülmüşdür
Tuhfei aşkım ben efendim
Nazik eline layık olatn
Abdest alurken şehlevendim Busi payine fırsat bulanı
Bu ıkıt'adan da anlaşılıyor ki destimaller bir erkeğin günlük hayatında bir mescid veya cami şadırvanından abdest alırken ayak kurulamak için de kullanılmışdır.
Aşağıdaki beyit yine XVlll. yüzyıl şairlerinden Sabrii Şakirindir :
,Bir muanber destimal ile siler guya yuzun Zülfünü dilber ne dem pirayei ruhsar ider
(Yanağını ( dökülen) zülüfleri ile süslediği zaman (o) dilber, sanki yüzünü anber kokulu bir dest;mal ile siler gibidir.)
Şu beyit de Mahmud Celaleddin Paşanındır :
Matemi firkatle her dem çağlayan göz yaşımı Destimali tesliyetle saklayub silmek de güç
DEVE TABANI, «Bursada dokunan bir nevi kumaşın adı» (M. Zeki Pakalın; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Deve tabanı «Buhuru meryem» denilen bir bitkinin, otun hak ağzındaki adıdır; M. Z. Pakalının bahsettiğ.i Bursa kumasının, bu bit-1kinin şeklinden mülhem bir süs motifi taşıması dolayısı ile bu ismi aldığı tahmin edilebilir.
DiBA, Fransızların «Brocard» adını verdikleri Çiçek nakışları dokunmuş lüks bir ipekli kumaşın adı, ıki bazan türlü renklerdeki çiçeklerin ipekleri arasına altın teller de atılırdı. M. Zeki Pakalın "Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri" isimli eserinde : "Dibanın Heftrenk (Yedi renk), Acem Dlbası, Frengi Diba, Venedik D\'bası, İstanbulun telli al d\'bası gibi çe-şidleri vardı" diyor. Pek güzelleri hem memleketimizde dokunmuş, hem de doğuda İran
dan, ve batıda Fransa ile İtalyadan idhal edil-mişdir.
Ülüblaşdırılmış nar ve salkım nakışlı diba (Topkapusu Sarayı Müzesinde)
Lale devrinin ünlü şaırı Nedim meşhur bir gazelinde dibadan kesilmiş esvaıb içinde bir dilberi şöyle tasvir ediyor :
Güllü diba giydin amma korkarım azar ider Nazenirıim sayei hari güli diba seni
(Güllü diba giydin anıa, ey nazlı nazik sevgilim, dibanın gülünün dikeninin gölgesi korkarım ki seni incitir..•)
Şu beyit bektaşi şairlerden Köçek Ömer Babanın bir gazelindendir :
Telli diba ya kemha ne lazım sen dilbere
Serapa uryan olub aguşuma gel güzel
Şu beyit de bir darbı mesel haline gel-mişdir :
Kimi seyrana gider atlasın diba giyerek
Kimi mendil bulamaz dideden eşkin silecek
DiBA BİÇİMİ SAÇ MODASI, 1956 yılında İran Kraliçesi Ferah Dibanın Şehinşah Riza Pehlevi ile izdivacları sırasında bu güzel genç ıkızın saç tuvaleti memleketimizin aydın tabakaya mensub kızları arasında moda olmuşdu; küçük bir parçası alından ayrılarak kulaklarının üstünden geriye dönmüş, ve saçların geri kalan büyük kısmı başın üstünde büyük ve yüksek bir topuz halinde toplanmışdır.
DİDON • DİDONLAR, Kadimden ikinci MeşrOtiye-tiyete (1908 - 1909) kadar bilhassa lstanbulun ayaktakımı, önce yalnız Fransızlara, 1 853-1 854 Kırım Harbinden sonra da bütün avrupalılara «Didon» diye gelmişdir. Orta ve yüksek tabaka ağzında da «Fransız» isminden bozma olarak önce yalnız fransızlara ve sonra yine bütün avrupalılara «frenk» denilmişdi.
«Didon» düzme ismi, fransızların avam kısmının, bilhassa lstanbula gelmek fırsatları bulmuş fransız gemicilerinin sohbet arasında çok sık kullandıkları "Dis done.." (okunuşu Didon) tabirinden doğmuşdur.
l<ırım Harbi dönüşünde müttefik devletler (Fransa, İngiltere, Sardunya) askerleri dinlenmek üzere bir müddet İstanbulda kalmış-dı. Bu ikaamet İstanbul halkının ayak takımı arasında dedikodulara sebeb olrnuşdu : "Bir adama gel demesi kolay, git demesi zordur.. Didonlar lstanbulun havasından hoşlandılar, bakalım nasıl gidecekl'er.." diye ittifakı sağlayan Mustafa Reşid Paşa aleyhinde bir propa-
Kılığı, kiyafeti, tavır ve hareketleri Avrupalılara taklid olan türkler de avam tarafından hoş görülmemiş, onlara da, gencleri için : "Didon kılıklı çapkın", yaşlıları için de : "Didon sakallı herif" denilrnişdi. Üsküdarlı kalender haik şairi Aşık Razi 1885-1890 arasında alafranga bir genç i!e şöyle alay ediyor
Nevcivanım şıkdır şık, ana şalgam baba turp
Paytonla geçerken gör kibarane oturup
Gezmiş t_ozmuş Londura, Paris, Berlin, Viyana
Der Avrııpa bir yana, ille Paris bir yana
İki dirhem naz ile bir çekirdek cilvesi
Küçükbeyim şampanya, bizler kahve telvesi
Puduralı yanaklar, gülbenbesi dudağı
Hem nigahı mestane, içmiş Martel Konyağı
Tatlı suyun frengi Mişon, Kaspar, Andondur
Bizim beyi sorarsan çıtkırıldım Didondur
Kapatması metires, uşağın adı vale
Fransızca konuşur yanaşma ispir ile
Lavantalı tekedir, Parisde beş yıl tamam
«Lö bo jön om» unutmuş neymiş yıkanmak hamam Kapkara kabuk tutmuş ayaklarının kiri
Tahta fırçası ile yıkatmalı Monşeri!
Yine Aşık Razi, a lafranga kılıklı bir katib-le evlendirilmek isteyen kenarın yosması bir kız ağzından şu manzumeyi yazmışdır
Sırma püskül bıyıklı Arabacı Mustafam
Tığ gibi, çakı gibi bir oynaşım var ana
Gözleri camekanlı düzeni bozuk endam
Didon kılıklı katib koca mı 61ur bana
Hanı hanım kız diyen, gelin kız diyen sazı?
Nerde dalfes altında reyhan misali kakül?
Güllü mintan, al kuşak, gümüş topuk şehbazı Değişmez redingotlu hınbıla deli gönül!
Didon bilir frenkce, arabacım kuşdili.
Biri baston oynatır, biri şaklatır kamçı.
Mustafam sine uryan, sırma nakış çevreli, Didon beyin eksiği koltuk altında haçı ..
Cariye değilim ben, adım Benli Pakize
Kenarın yosmas•yım, ben Didonla olamam.
İstemem yalı konak, kulübe yeter bize, Arabacıgüzeli Mustafam da Mustafam!..
Didonlar için en yerinde tarif : «giyim kuşamlarını, tuvaletlerini yabancı alemin modalarına uydurmuş olanlar" dır; ki 1909 dan sonra "Monşerler", "Bobstiller", "Çarliston -lar", "Deri - Meşin Ceketliler" gibi isimler al-
ganda yapılmışdı.
mışlardır.
DiDON SAKAL, Frans:z kesimi t>İr sakal şekline memleketimizde ayak takımı ağzında verilmiş isim; çenenin ucunda bitiminde bırakılmış bir tutamcık sakal ki fransızlar Barbiş (Barbiche) der. Bizde aşırı alafrangalığın damgası olarak 1908 meşrutiyetinden sonra ve pek az kimse tarafından bırakılmışdir. İlık tecrübe ede;-;
gençler dile düşmüşler, hicvedilmiş!erdir :
Gördün mü sen Parisde tahsil etmiş çakalı Çenesinde Didonun bir top keçi sakalı!.
Gençliklerinde barbişleri ile tanınmış i;<! meşhur sima Prof. Dr. Asaf Derviş Paşa ile Prof. Mehmed Ali Ayni Bey olmuşlardı; her ikisi de iki büyük türk aydını idi, A. Derviş Paşa son yıllarında tamamen matruş olarak yaşad:. M.A. Ayni bey meşhur sakalını ölünceye kadar muhafaza etti.
DiMİ, Gaayet sık dokunmuş bir kaba bezin adı; ayak takımı, bilhassa kayıkcı ve gemicilerin iç donu ve gömlekleri dimiden olurdu; ıkayıkda gemide şalvar yerini tutar, ve, çoğu dimi
donlarının üstüne ayrıca şalvar, çağşır giymezlerdi. Aşık Razi 1880-1890 arasında lstanbulda Haliçde işler bir kayıkcının kıyafet ve tuvaletini şu beyitlerle tasvir ediyor :
Kütükde yaşı onsekiz yirmi
Kasımpaşalı Kayıkçı Memi
Şehbazın hüsnü şanıdır diyüb
Hoş kesmiş berber zülüf perçemi
Baldırı çıplak ayaklar yalın
Elhak ki d^er çekilse resmi
Helali bezden gömlek şikafı
İçre sinenin ayine ismi
Sırım gibidir tığ gibi çalak
Bol paça donu ak sade dimi
Şahin başında al fino fesi
Aman ne açmış külhanbeyimi
Evliya Çelebi XVll. yüzyıl ortasında lstan-bulda dimici esnafını 59 dükkan ve 100 nefer olarak gösteriyor.
DIZÇEK, «Eskiden muharebelerde dizleri muhafaza etmek için bacakların yukarı kısmına takılan zırhın adı» (M. z. Pa:kalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
DiZLİK, «Dize kadar olan kısa don, tuman» (Türk Lugatı).
-
1720 yılında lstanbulda ilk yangın tulumbacılığı teşkilatı kurulduktan sonra yangın tulumbacılarının giydikleri beyaz dimiden kısa don-pantalona dizlik adı verilmiş ve o tarih-den bu yana bu isim yalnız tulumbacı donları için kulanılmışdır. Büyük çoğunluğunu ayak takımından gençler teşkil eden yangın tulumbacılarının kıyafetleri, pırpırılık yolunda hakikaten pitoresk idi (Bakınız : Tulumbacı kıyafeti); bu kıyafetde de dizlik, tulumbacılığın adeta alameti farikası, has damgası idi.
Yangın tulumbacılığı Cumhuriyetin ilk yıllarında rkaldırıldı, tulumıbac;lığın ikiyüz senelik bir tarihçesi vardır; bu iki yüz sene içinde "dizlik" daima ve mutlaka beyaz dimiden kesilmiş, yapılmışdır. Ağ kısmı bol, Anadoluda Karadeniz yalısı halkının giydiği siyah bezden "Zıbka" veya "Zıvka" deniien don -pantalon-ların ağı gibi körüklü idi, yani bacakların hare-
Beyaz keçe külahlı, siyah fildikos fanilalı, kırmızı kuşaklı ve dizlikli, yalın ayaklı tulumbacı (R.E.K. Arşivi)
ketine, koşmaya gaayetle müsaid idi, ve Zıbka gibi de bacaıkları örten ıkısmı dar, bacaklara iyice yapışır idi, Zıbkadan farikı, Zıbka ayak bileık-!erine ,kadar iner, uzun olurdu, Dizlik ise kısa bir don idi, diz kapaklarını örter, diz kapağın -dan aşağı ancak 3-4 parmak kadar inerdi; baldırlar tamamen açıkda, çıplak kalırdı.
Eski tulumbacılık aleminin adetlerinden, kimi koşarlı iyi tulumbacı, kimi ayrıca güzelliği ile de ün salmış, bazıları da aşk va:k'alarının, cinayetlerin kahramanı olmuş pek çok tulumbacı delikanlı şanında destanlar yazılmışdır; bu destanların bazılarında o gençlerin kıyafetleri de tarif edilirken dizlikden muhakıkak bahsedil-mişdir
Dizlik keçe külah gaayet civelek Sandıkda kaçarken ben misli melek ( Mahzun Bahaeddin Destanı)
Başında dalfesi belinde kuşak Yokdur Toygarlının üstüne uşak Akdizlik üstünde mintanı kara Kaddi şemsadiyle bir altın başak
Şu beyitler de tulumbacılığa heves etmiş bir paşazade için tezyif yollu yazılmışdır :
Vermişler eline şeytan feneri Koşdurup dururlar peripeykeri Fanila dizlikle belde bir kuşak Paşazadem olmuş sandıkda uşak
DOLAK, «Bacağa, .baldıra tozluk yerine doladıkları çuha kenarı, ensiz şayak, aba» (Şemsedddin Sami, Kaamusu Türıki).
Bilhassa seyahatlarda, çiftlik hayatında, avculuk aleminde ve ordu, asker hayatında kullanılırdı. ilk çağlardan kalmadır, yüz yıllar boyunca ıkullanılmışdır. Bizde geçen asır sonları ile asrımız başında, nefer ve zabit yaya kara askeri tarafından bilhassa kullanılmışdır; dört parmak kadar eninde kuşak gibi uzun bir şayak parçası olup, kundura (postal) koncu üstünden başlanarak diz kapağı altına kadar pantalon paçası üzerine, baldıra sımsıkı sarı -larak dolanırdı. ikinci Abdulhamid zamanında, Meşrutiyet devrinde Balkan Harbinde, Birinci Cihan Harbinde, Milli Mücadelede Türık Ordusunun ünlü Mehmedciğinin bacakları daima do laklıdır; bunun âbidelerimiz üzerindeki hâtırası da Ulus Meydanında Atlı Atatürk heykeli-
nin önündeki Mehmedcikler in baldırlarıdır.
Kullanılması, sarılıp çözülmesi uzun zaman tutarak dolayısı ile sık ayak temizliğine de engel olduğu için Cumhuriyetin ilk yıllarında ordu kıyafet nizamnamesinden çııkarılmışdır; yerini önce tozluklar almış sonra da golf pan-• talon kes imi ne benzer asker pantalonları kullanılmaya başlanmışdır.
DOLAMA, «Çuhadan entari gibi, önü açık olarak ilik düğme ile kapanmayarak kavuşturulur ve üstüne kuşak bağlanır eski bir libas (esvab) » (Şemseddin Sami, KaamOsu Türkl).
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şu tafsilatı veriyor
«Dolamayı hem kadınlar, ıhem erkekler giyerdi. Önü açık (iliklenmez), belden bir İ<u-şakla bağlanırdı. Çuhadan başka çatmadan, kemhadan yapılanları da vardı. (Bilhassa) Ye-
Endernnlu Zülüflü oğlan ile Saray Cücesi üstünde dolama
niçeriler giyerdi. Kadınların giydiıkleri dolamalar, diz kapaklarından az aşağıya kadar, nisbe-ten kısa idi. Yeniçerilerin giydikleri dolamalar daha u:wn idi; yürümeye mani olmaması için eteğin (iki parça) ön. tarafları (bele sarılmış olan ıkuşağa soku larak) kaldırılır, (toplanır) idi. Kollarının !bilek yerinde (bitiminde) mintan kolu gibi dar idi. Bellerine çizgili ıkumaş-dan kuşak bağlarlardı» (M. Z. Pakalın).
Dolamayı erkeklerden yalnız yeniçeriler değii, baltacı, şatır gibi bazı saray müstahdemleri, Enderunu Hüma'yın iç oğlanları, vezir çuhadarları da giyerlerdi; iç oğlanı dolamalarının göğsü, bu esvabın ıkesimine tamamen uygun olarak kavuşma sureti ile kapatılırdı; çuhadar dolamalarında ise göğsünde bir değişilkliık yap 11 m ı ş olup göğüs ıbir sıra dü ğme il e ka pa 111 -mışdı. Posta tatarlarının giydikleri bir çeşid dolamanın da etekleri azıcıık kı^ olurdu, ona da «Tatar Dolaması» denilirdi.
DON, Vücudu belden aşağı topuklara ıkadar örten, ve bacaklar için ilki paçası bulunan ve ten üstüne giyilen bir iç çamaşırı; tasrih ile "iç donu", ayrıca "tuman" da denilir (Türk lugatı).
Erkek ve kadın iç donlarının kesimi ayrı ayrı olmuşdur.
Erkek iç donları eskiden ictimal seviyeye göre bürüncükden, patiskadan, kaba bezden (Trabzon Bezi, Amerikan Bezi gibi) yapılmış-dır. Eski erkek iç donlarının kesimi şöyle idi : ağı bol, paçalar muhaıkkak ayak bileıklerine ıka-dar uzun; beli uçıkurluklu, paça ağızları a\f'lğın rahat geçmesi için yırtmaçlı yapılırdı, ve paçaların iki başına birer paça bağı dikilirdi; belden uçkurla, paçalardan da o bağcıklarla bağlanırdı. Zamanımızda köylümüz, kasaba ve şehirler halkının muhafazakarları, büyük şehirlere iş bulmaya gelmiş köylü be!kar uşakları, ameleler tarif ettiğimiz bu iç donunu giyerler. Paçalara bağcık yerine Kik düğme yapılanları, uçkur yerine de belden düğme ile bağlananları, veya uçkurluğa lastik geçirilmiş olanları ancak yarım asırlık bir geçmişi olan iç donlarıdır.
Es'<i erkek iç donlarının bir kısmında paçalar ayak bileklerinin bir kaç parmak üstünde kalacak şekilde kısaca kesilir, ayağın rahat geçmesi için de paça ağzı bol yapılır, bu tak-
dirde ^^ bağcığı dikmeye de lüzum kal m azdı. Diz çaikşırı giymeye meabur olanların iç daları da yine beli uçkurluklu, ağı bol olur, fakat paçaları diz ıkapağının üsründe ıkalacaık şekilde kısa olurdu (Bakınız : Çakşır). Orduda neferlere verilen ve Amerikan bezinden kesilen iç donları d a uzu n paça h ve paçaları ^ğ -cıklı donlar ola gelmişdir. Diz kapağının üstünde kalan kısa erkek donları Birinci Cihan Harbinden sonra yayılmışdır.
Son zamanlarda garib bir kibarlık budalalığı, dilimizdeıki bazı kelimeleri· her nedense çirkin, laübali bulmuş, yerlerine yeni isimler kullanmaya başlamışdır; mesela, işleri icabı "pak" ve "çdlak" olması gereken ve isimleri bu sıfatlarla ahenkli olan hamam "dellak' !eri-ne "yıkayıcı" denildiği gibi, "don" yerine de "külot" ismi kullanılmaya başlanmışdır, bizce, sadece gülüne.dür.
Eskiden ayak ,takımı gece yatağa donca girmişdir. Gecel]k entarisi ancak orta tabaka ve
Başında dalfes, sırtında beyaz bez gömleği ve camedanı ve bel ağlı beyaz donu ile kayıkcı (hamlacı) tipi (R.E.K. Arşivi)
kibar tarafından ıkullanılmışdır. Halen gecelik entarisi giyenler ben gibi kalmış, avam arasında, ayaık takımında da iç donu üstüne pijama pantalonu çekenler gün günden çoğaltmaktadır.
İstanbulun eski mahalle hayatında oynaş aldığı sezilen yosma kadınların evine ma-,halleli tarafından baskın yapılır idi; eğer şüphe tahakkuk eder ve eııkek yakalanır ise karakola götürür iken kadının ferace giymesine veya herhangi bir şekilde örtünmesine izin verilir, fakat oynaşı erkek evden mutlaka don-paça (don gömlekle) ve yalın ayak çıkarılır, pabucu, esvabı eline, !koltuğuna verilir, ve baskın yerinden karakola kadar yolda türlü hakaret ve alaylara maruz kalır idi.
Eskiden evinde iç donu ile dolaşanlar sadece ayak takımı idi. Laübali yatak kıyafeti olduğu için, ev mahremiyetinde bile danca dolaşmak hoş görülmemişdir. Bir iç donu ile görülme karşılığı edebiyatımızda "donpaça" tabiri kullanılmışdır; mesela lstanbulda Bahçe-
Amele - Hamına! küfelerine kum doldurur iken daima donpaça soyunur kum gemisi tayfası tipi, 1949 (R.E.K. Arşivi)
kapusunda bir kayıkhane üstündeki bekar odasında yatağında basılıp o yatak kılığı ile iskele başında idam olunan bir ıkaatil ıkayıkcı için : "...Yamalı Bekir dedikleri kanlı yiğit da-1hi odasından donpaça alınıp iskele onunde kellesini vurdular.." diye yazılmışdır. Bir yangın tasvirinde de : ".. bir habbe alamayub donpaça hemen kuşca canlarını !kurtardılar..." deniliyor.
Büyük şehirlerde bazı esnaf, bilhassa İs-tanbulda, işi icabı, ya kapalı iş yerinde (fırın uşakları, kalaycılar gibi), yahud açıkda (gemilerden kum boşaltan, odun boşaltan ameleler ,gibi) donca, donpaça çalışagelmişlerçlir; za -manımızda dahi böyledir (Bakınız : Fırın uşakları kılık kıyafeti; Kum ameleleri kılık kıyafe -ti) .
Eski kibar tabakanın iç donları bürüncük-den !kesilmiş olmakla kalmamış, iç donları ayrıca ipekle türlü nakışlarla süslenmişdir, bilhassa Çintamanı denilen bir nakış kullanılmışdır (Bakınız : Çintamanı).
Bizde plajlarda denize girme, ve plajlarda mayo giyme Cumhuriyet devrinde başlamış-dır. Daha önce denize ya herhangi münasib bir yerden açıkda, veya deniz hamamlarından girilmişdir, ve denize de iç donları ile girilmiş-dir. Perk tenbiyeli olanlar da deniz hamamlarında hamam peştemalları sarınıp denize girmişlerdir. Halen de açıikdan denize girenlerin çoğu, mayo yerine iç donları ile yüzerler.
Kömür gemilerinin tayfaları gemide umumiyetle iç donu ile dolaşırlar, hatta yanaşdık-ları iskele civarına da o ıkılıkda çıkarlar. Fırın uşakları da kısa dinlenme zamanlarında civar kahvehanelere çıplak ayaklarında takunya, sırtlarında bir fanila iç gömleği ile donpaça çıkıp otururlar. Aslında ise o kılıkda sokakda dolaşmak ve kahvede oturmak 1909 dan bu yana yasakdır.
Evlerde pamuk atan seyyar hallaclar da kendilerine tahsis edilen bomboş bir odada, yaz günleri, soy,unarak, yalın ayak ve donpa-ça çalışa gelmişlerdir.
Kadınların giye geldikleri iç donlarına gelince başlıca hususiyeti, paçaların topuğa kadar inmeyerek baldırların yarısına kadar inmesi ve paça ağızlarının da dantelalar, oyalarla süslenmiş olmasıydı. Erkek donu olsun ka-
dın donu olsun, belden uçkurla bağlanan eski iç donlarında uçkur, donun başlı başına bir süsü bilinmişdi (Bakınız : Uçkur).
Erkekler ve kadınlar tarafından giyilmiş bir de İş Donları vardır ki Türık Lugatında ayrıca «Çekme» adı ile anılmışdır (Bakınız : Çekme), ki zamanımızın iş başında giyilen tulum-iarı yerinde idi.
DÖRT PEŞLİ, Bir kadın entarisi çeşidinin adı (Bakınız: Entarı). Basit bir entarinin gözde kısmı, ön ve arka, iki parça olarak kesilir, ve yandan birer dikişle eklenirler. Entarinin belden aşağı kısmını bolca yapmak için iki yan dikişi arasına kendi kumaşından üçgen şeklinde ıbirer parça eklenirdi, «peş» denilen üçgen şeklindeki bu parçalar da, kaidesi entari eteği hizasını tutmak ve üçgenin başı yukarı gelmek üzere eklenirdi. Entarinin belden aşağı kısmına daha zengin bir genişlikle dökülüş sağlamak için de,
Başına yemeni bağlamış dörtpeşli entarili genç kadın, 1890 - 1900
o:rı one biri arkaya, ayni şekilde iki peş daha ilave edilirdi; ve ipek/ilerden, atlasdan, sair ağır kumaşlardan :kesilen ve dört peşli denilen ':u entariler belden aşağı kısmı dalga dalga !kı-rı /arak, hele giyenler de uzun boylu ıkadınlar, 'kızlar ise, araya kumaşın tatlı hışırtıları da katılarak, giyenlere levendane bir letafet verirlerdi.
DÖVME, Dilimizdeki eski ad: ile «Veşim»; vücuda çıkmaz boya ile yapılan şekillere, nişanlara, yanlan yazılara verile gelmiş isim; vücuda dövme yaptırmaya da "Vücud dövdürmek" denilir. Tarihden önceki çağlardan zamanımıza 'k:adar gelmişdir, ve zamanımızda tamamen
avam! bir iş, zevk, süs olmuşdur. Bilhassa gemiciler arasında çok yaygındır. Yelken devrinde, denizciliğin çok çetin olduğu asırlarda vücudunda dövme bulunmayan t^k tayfaya, ge -.'.Yliciye rastlanmazdı.
Dövmenin yapıldığı yerlerden biri de mahbushaneler, zındanlar ola gelmişdir. Bu yönden de dövme zevki, süsü sadece avamı olmakdan çıkmış, apaşlık, uygunsuzluk karı, alameti olmuşdur.
Bizde Tersaneli/erden başka Yeniçeriler arasında da dövme, ocaklarına karşı taassubla bağlılıklarının en parlak nümayişi bilinmişdi. 196 ortadan (taburdan) mürekkeb Yeniçeri Ocağında her ortanın, mesela "Çatal uçlu kı-i;ç" (Zülfikar), "Ok", "Yay", "Tüfek", "Top", "Gülle", "Mızırak ucu", "Tuğ", "Çadır", "Bayrak", "Balta", "Cami", "Minare", "Minare alemi", "Cami Merdiveni", "Adi merdiven", "'Arslan", "Fil", "Deve", "Kurt", "Köpek",' "Kartal", "Şahin", "Balıkçıl Kuşu', "Kadırga", "Gemi Çapası", "Güneş Kursu", "El - Pençe", "Hilal", "Hurma Ağacı", "Selvi Ağacı", "Ma -i.cas", "İbrik", "Süpürge", "Araba Tekerleği" gibi "Nişan" adı verilen alameti farika bir resim, şekil var idi. Her yeniçeri neferi mensub olduğu ortanın nişanı.nı el, kol, bazu, baldır, göğüs gibi vücudunun görünen bir yerine dövme olarak nakşettirirdi. Ve bu dövmeler, yeniçeri 1uvaletinin baş maddesini teşkil ederdi.
Vücud üzerinde dövme taşımanın yeniçeriler arasında ne zaman başladığı kesin olarak bilinmiyor.
Bizim tahminimize göre, devşirme kanunu-'
nun kalkmasından ve Yeniçeri Ocağı kapusu-nun halkın ayak ıtakımına açılmasından sonra, XVll. yüzyıl sonunda olacakdır.
XVll. ve XIX. yüzyıllarda bütün İstanbul esnafının yeniçeri ocağına kayıdlı, lstanbulda esnaf tabakasından ve ayak takımından gençlerin, oğlan çocukların da yeniçeri taslakcısı geçindiği devirlerde, vücudlarına bir yeniçeri nişanı dövdürmek o tabaka arasında çok yaygın ıbir hal almışdı. ikinci Sultan Mahmud 1826 da Yeniçeri Ocağını kanlı bir şehir muharebesi ile kaldırdığında, ocakda kaydı olmayan pek çok yeniçeri taslakcısı genç de, vücudlarında-ki yeniçeri dövmeleri yüzünden idam edilmişlerdi.
1826 dan evvel söylenmiş bir türküdür :
Aşifte kakülün hoş kesmiş berber İşmar çakar didesinde gamzeler Bazuda baldırda çifte dövmeler İskelede piyade, aman yağlı piyade Hopalımın vurgunu belki binden ziyade
Başında şal sarılı bacağına, koluna, göğ^üne dövülmüş nişanları ve göğsünde sine perçemi ile cezayir kesimli bıçkın, 1790 - 1808
Yeniçeri kol ve bacaklarına dövülmüş nişanlardan örnekler : Vavlı bayrak, balıkçıl kuşu, çatal.kılıç (zülfikar), balta, kadırga, ok ve yay, alem, minare (R.E.K. Arşivi)
Şu beyit de o devrin ünlü şairierinden Enderunlu Fazıl Bey tarafından bazusunda ortasının dövme nişanı bulunan 71. Yeniçeri Ortasından güzel bir delikanlı için yazılmış bir gazeldendir :
Açdı bazusunu bildim ki o meh yetmişbir Gerdeninde sayılır hali siyek yetmişbir
Zamanımızdaki dövmeli vatandaşlarımızdan askerliğini bahriye neferi olarak yapmamış olanların büyük çoğunluğu o nişanları mahbüshane hatırası olarak taşımaktadırlar.
ORAL DEDENiN DÜDÜGÜ, Giyim kuşam üzerine halk ağzı deyim; «Kışın yaz kılık kıyafeti ile dolaşma» yerinde kullanılır, mesela baba zıpır oğluna çıkışır : «- Oğlum.. paltonu giysene, atkım alsana, bu havada Dral Dedenin Düdüğü gibi sokağa çıkılırmı!..». Dul kadın da hoppa kızına hitab eder : «- Eline geçeni fanta-ziyeye verdin.. işte kış geldi, kaldın mı Dral Dedenin Düdüğü gibi!..».
DUDUBURNU, «Dudu, Tûtl = Papağan soyundan türlü çeşidleri olan meşhur bir kuş ki, dili insan dili gibi kalın olduğu için işitdiği sesleri taklid eder, hatta talim edilir ise lakırdı dahi söyler. Dudu = Kadın, hanım, bilhassa ermeni kadınlarına verilen bir unvan» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türki).
Duduıburnu; tôtl denilen ve halk ağzında dudu kuşu diye meşhur kuşun gagasının kırmızımtırak sarı renginin adı.
Hangi kumaşdan ve kesimi, yapısı ne biçim olursa olsun bu renkd^ki şalvarlar, en -tariler, feraceler, hozotlar «Duduburnu Şalvar», Duduburnu Entariu, "Duduburnu Ferace", Du-duıburnu Hotoz" diye isim almışlardır.
Nar çiçeği şemsiye, Duduburnu Ferace
Bir ak yaşmak tutunmuş nakşi hayalden ince
(Aşık Ri:zi l
Yakın geçmişin kadın tuvaletinde bir hotoz "Duduburnu" adını taşır. M. Zeki Paıkalın "Osmanlı Tariıh Deyimleri ve Terimleri" isimli eserinde "Duduburnu hotoz" maddesinde şunları yazıyor :
«Eskiden kadınların başlarına takdıkları (koydukları) hotoz nevilerinden birinin adı idi. Hatırı sayılır derecede büyük olan ermeni dudularının burunlarına benzediği için bu ad verilmişdir».
Tuhaf, garib, fazla cesaretli bir yakıştırmadır. Horoz, ıkadın başının bir süsüdür; ıbir çeşidine böyle çirıkin benzetişle isim takılması asla düşünülemez, kaldı ki iri burun ermeni kadınlarının da alameti farikası değildir. Dudubur-nu Hotoz yulkarda da ıkaydettiğimiz gibi adını, kumaşının ıkırmızımtıraık sarı renginden almış idi.
Renkli kumaşlardan hotozlar gene kadınlar tarafından taşınırdı. Geçen asır sonlarında yaşamış Üsküdarlı kalender halık şaırı Aşık Razi dudu'burnu 1hotozlu yaşlı bir yosmayı şöyle hicvediyor :
Hanımımın başında duduburnu hotozu
Aguşuna çekmiş bir gül ibikli horozu Oğlanın adımına çil çil altın sayılmış Çift otuzu aşmışdır yosmanın kokorozu
DUVAK, «Gelinin veya yeni doğmuş çocuğun başına takılıp yüzünü örten tülden ve telli süslü örtıü» (Şemseddin Sami, Kaamôsu Türki).
Eski gelin duvakları gelin telleri ile beraber başın üstünden diz kapakları altına kadar inerdi. Şehirlerde ve kasabalarda beyaz tülden yapılırdı. Zamanımızda büyükşehirlerde ve bilhassa yüksek tabakadan gelinlerin baş tuvaletleri üstünde büyükce bir mendil kadar kal-mışdır. Köylü gelinlerin duvaklarında ise, bazı bölgeler için hala kırmızı tülden duvaklar tercih edile gelmişdir •
Gelibolul1u Sun'! nin bir manzumesinden XVI. yüz yılda gelin duvaklarının al valadan yapıldığı öğreniliyor; şairin bu konudaki mıs-·raı şudur :
Duvağ etmişler ana al vala
Eski toplum hayatımızda güvey, gelinin yüzünü zifaf gecesi duvağını kendi eliyle kaldırarak görürdü; ve duvağı kaldırmadan, zw-cesine yine kendi eliyle «Yüz görümlüğü» denilen bir mücevher takardı.
Duvak zifafın sabahı sahibesi tarafından sandığa konulur ve ömür boyunca telleriyle beraber saklanırdı.
Teli ile duvağı ile gelin olmak her ıkızın en büyük ideali idi; bundan ötürüdir ki gelinlik çağında yahud yeni gelin iken ölen kızların tazelerin tabutları bir duvak ve gelin telle-
Hatice Nefise Hanımın telli duvaklı kabir taşı
ri ile süslenirdi; bu hazin geleneği ebedileş-dirmiş kabir taşları da vardır; mesela İstanlbu!-da Muradpaşa Camii mezarlığında yeni gelin iken ölmüş ıbir Hatice Nefise Hanımın muhteşem ıkabir taşına bir gelin başlığı ile duvaık ve gelin telleri nakşedilmişdir.
Yeni doğmuş çocuk duvağına gelince, Annesinin gelin tellerinden bir kaç sap tel ile süslenir, ve loğusa döşeğinde anasının ağu-. şunda yatan bebeğin yüzüne, babasına gösterileceği sırada örtülürdü; ıbaıba bu sefer de zevcesine. yüz görümlüğıü bir mücevher hediye eder, kadın da bebeğin duvağını kaldırarak yüzünü babaya gösterirdi. Zamanımızda unutulmuş masum, şirin ve asli bir gelenekdi.
DÜGME, Eski türk gıyim kuşamında «düğme», gördüğü işden başka esvabın süsleri arasında yer alırdı. Tarihimizde servet ve kudreti temsil eden kTmselerin altın tel ve ipek nakışlı en ağır, en kıymetli kvmaşlardan ltesilmiş esvab-larındaki düğmeler, o esvabların maddi kıymetini yükselten elmaslardan, yakutlardan, züm-redlerden yapılmışdı. Lale Devrinin ilik yıllarında sefir zevcesi olaraık lstanbula gelmiş fngiliz edibesi Lady Montagu, Hafize Sultanın tuvaletinden bahsederken: « ... sırtındaıki erguvan renginde dolamanın kollarının etrafı ve yaıka-sından eteğine (önü) elmas düğmelerle süsl1üy-dü. {Dolamanın yakasından görünen) iç gömleğinin yaıkasında da, düğme yerinde, balklava biçiminde yontulmuş gaayet iri bir elmas vardı» diyor.
Aıkiık, firuze, yeşim gibi kıymetli taşlar ve mercan da düğme olmuşlardır; bunlara altın ve gümüşü de eıklemelk lazımdır. Halk üstlüğü cebkenleri, camedanları, fermeneleri de oya gibi örıülere:k yapılmış pek güzel düğmeler süs-lemişdir.
Zamanımızda da düğmecilik çok gelişmiş-dir, küçük güzel sanatlar arasına girmişdir. Bilhassa kadın düğmeleri arasında ze^k ile seyredilecekleri vardır. Hakiki mücevher düğmelerin yerini taklid taşlar almışdır, fakat altın, gümüş, ıbronz, ıbagza, fildişi, sun'i ıkeıhııüıba, sadet düğmelerin çok kıymetlileri· vardır.
Güzel bir vücud yapısı güzel yüzlü bir baş taşıdığı zaman açık, uryan bir sine o güzelliğe ayrı bir revnak verir; fakat bir gömlek yakasındaıki bir düğme bu temaşaya engel olur; aşağıdaıki mısralar Nedimindir
Küşad eyle aman ol düğmei zerrini bir pare
Çözülmüş düğmeler, çaki giriban nafedek imiş
Şu beyit de yine Nedimin bir gazelindendir :
Küşad et düğmemi, piri\henim aç, sinemi yokla Hele gör neylemişdir bana şemşir nigahın, gel..
DÜLBEND, «Pek ince beyaz bez, sarıklık bez» {Türk LOgatı).
Günlük hayatda çok çeşidli yerde kullanıla gelmişdir; bu arada en önemli hizmeti tababette, cerrahide görür, yara :bezleri, sargı bezleri dülbendden yapılır. Sıık ve seyrek do· kunuşuna, keten ve pamuk ipliğinden oluşuna göre çeşidleri vardır. Eski Türik giyim ıkuşa-mında da sarıklık en makbul ıbez olmuşdur; değirmi kesilen parçaları üzerine yazma usulü ile nakışlar basılarak kadınlara baş yemenileri namaz bezleri yapılmışdır.
Evliya Çelebi dülbendci esnafı için : «Pirleri Peygamberimizdir, kendileri de bir zamanlar beyaz destar sarmışlardır» diyor.
Aşağıdaıki kıt'a XVI. yüzyıl şairlerinden Kastamonulu Nihani'nindir; düz beyaL dülben-din ilmiyeden {medreselilerden) olan kimse^ !ere bir alameti farika olarak gösteriyor
Sofuluk tac ile aba oldu
Hayf kim marifet heba oldu Danişü fadlı, ehli ilm olanın Kaba dülbend ile kaba oldu
DÜZGÜN, Esıki usul makiyajda kadınların yüzlerine sürdükleri beyaz ve :kırmızı boyalar ıkarşılığı kullanılmış bir isim; ayrı ayrı olaraık da beyaz boyaya «aklık», kırmızı boyaya «allıık», yüz boyamada hüner ve zevk sahibi olub kibar hanımlara o yolda hizmet eden kadınlara da «düzgüncü» denilirdi; bilhassa düğünlerde ge-
lin kızın yüzü muhakkak bir düzgüncü eli ile boyanırdı.
Yaşlı ,yosmalar, erkek canlısı zengin dul kadınlar düzgünlerine son derecede dikkat ederlerdi. Allıık zararsız bir kırmızı boya ile sağlanır, aklıkda ise üstübeçli bir su kullanıldığı için hem yüzün taravetini tahriıb eder, hem de cildden geçereık dişler üzerinde tesir gösterir, yıllar boyunca hergün düzgünlenmiş kadınların dişleri kap kara olurdu.
Bazı kadınların üst dudakları üstünde bıyık denilecek tkadar ıkıllar ıbiter; öyle tkıllarını cımbızla veya ipekle yoldurtan !kart yosma hanım tipini Sünbülzade Vehbi şöyle hicvediyor:
Çokdur öyle bıyığın yoldurmuş
Çehresin düzgün ile soldurmuş..
Şu beyit de aynı şair tarafından allıklı
aşifte hanım için söylenmişdir
Düzgün ile yanağın al eyler
-
i .ı ile aşıkın abdal eyler
Boyalı aşifteyi Abdülhak Hamid de şöyle tasvir ediyor :
Yüzü düz9ünlü, sözleri düzme
İşi can yakma ya gönül üzme
-
XIX. Yüzyıl sonunda çıkmış bir İstanbul türküsü
Akşamdan sabaha kadar düzgünü düzme Gündüz akşamlara kadar sokakda gezme Efendi hazretlerinin gönlünü üzme
Canımdan usandım dime bu da mı moda
E
EBRÜ, (Bakınız : Kaş)
EDHEMi TAC, "(Tarikat erbaıbının giydiği) dört dilimli bir tac. Edebiyatımızda Tacı Edhem diye bir tabir vardır ki istignayı, (dünya nimetlerine kıymet vermemeyi) temsil eder; İbrahim Edhemin tacu tahtını terk etmesinden kinayedir» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri) .
İstanbulda Eyyubda Karyağdı Tekkesinde Abdi Babı;mın kabir taşında Edhemi Tac
M. Zeki Pakalın «Tacı Edhem» tabirinin istiğna ifade ettiğine örnek olarak Nef'lnin şu mısraını alıyor :
SernigOn peymanei Cem Tacı Ethemdir bana
«Cemin devrilmiş kadehi bana Ethemin Tacıdır»
Edhem! Tacı, kalenderane fukaralığı fazilet bilen bektaşiler giverdi; üst tarafı sivri olan bu külahın «Elifi Tac» denilen ve yine tarikat erbabı tarafından giyilen diğer bir serpuş ile çok yakın benzerliği vardır; yine dört dilimli olan elifi tac ile ayırd edilen tek noktası, ellfl tacın biraz daha yüksek, uzun oluşudur; bir de Edhem! Taca daima yeşil bir destar sarıldığı halde, elifi taca her çeşid destarın, hatta burma sarığın dahi dolana :bildiğidir. (Baıkınız: Elifi He).
EDİK, (Bakınız : Çekme) .
EGRİ FES MODASI, Fesin ikinci Sultan Mahmud zamanında erıkek serıpuşu olarak kabulünden 1925 de bir kanun ile Türkiyede fes giyilmesi yasak edildiği tarihe kadar gençler arasında devam edegelmiş bir modadır; eski şairlerin «eşbeh civan» dedikleri uçarlı koşarlı ve alımlı çalımlı yakışıklı delikenlılar feslerini daima bir kaş üstüne, ve tercih ile sağ kaş üzerine eğmişler, bu edaya perçem, kakül, püskül cünbüşl^ ri de katılmışdır (Bakınız : Fes; Püskül; Perçem; Geysu; Kakül). Şarıkılarda fıürkülerde eğri fesli nevcivan tasvirlerine pek çok rastlanır; aşağıdaki manzume genç bir yangın tulumbacısının tasviridir :
Çıkalım Ba§larbaşına Mailim samur k91ına Yaraşmış şahin başına Elde gümüşlü kırbacı Eğri fesli tulumbacı Koşarlı ayağı güzel
Yangıncı uşa§ı güzel Tırabulus kuşağı güzel At narayı acı acı Eğri fesli tulumbacı Gel sineye ayvazım gel
At vahşeti haylazım gel Şıkırdımım şehbazım gel Gözün nuru başım tacı Eğri fesli tulumbacı
Şirin adı Dilaverdir
Şahi huban semenderdir Hüzni'nin bahtı yaverdir Alur güzellerden bacı Eğri fesli tulumbacı
ELCİK, ELLİK, (Bakınız : Eldiven)
ELDiVEN, «Ele geçirilen ve deriden, kı.:maşdan kesilip dikilen yahud yün veya pamuk ipliğinden örülen el mahfazası; ellik, elcik de denilir» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türk!).
Köylümüz kentlimiz tarafından kadim-denberi ıkullanılmışdır; eski Türk eldivenleri de (deri, kLJmaş ve örgü) üç şekil üzerinedir :
-
1 - Parmak yerleri olmayan, hamam veya para keselerine benzeyen ve bileıkden bir bağcıkla bağlanan eldivenler; 2 - Yine kese şeklinde olup yalnız baş parmak için ayrı bir yer yapılmış olan eldivenler; 3 - Pençe şeklinda, beş parmak için de ayrı ayrı yeri bulunan e^ r:livenler.
Eski Türk deri eldivenlerde ıbilhassa ceylan ve deve derileri kullanılmış, ve sahibinin ictimal mevkiine göre, ipek ve altın tel ile fevkalade işlemeli eldivenler yapılmışdır. Deri süslemeciliğinde «çalma», «çarpma», «ıkaıbartma», «yapıştırman», «elvan ("fıürlü renık veya altın yaldızlı boyama)» denilen usulleri ile deri üstüne .pek veya altun tel işlemeler eldivenciliik-. de de kullanılmışdır.
Eldiven, giyim kuşamda, elleri soğuğa karşı korumak için evvela kışlık olarak yapılmış, ve bu yönden eldiven, köy1'ü kadınlarımız tarafından da kullanılmışdır. Eldivenin şehirli Türık hanımları tarafından mutlak ihtiyacdan ziyade süs tamamlamak için kullanılması, alafrangalık yolunun açıldığı Tanzimat devrinden sonra ıbaşlamışdır. XIX. yüzyılın ikinci yarısın-dadır ki, Avrupa mamulatı erkeık ve kadın eldivenleri Türkiyenin idhal ettiği giyim ve süs eşyası arasına girmişdir, ve yaikın zamanlara
Deve derisinden işlemeli eldiven, XVII. Yüzyıl (Topkapı Sarayı Müzesinde)
kadar, memleketimizde eldivencilik, Avrupa eldivenleri ile rekabeti düşünmemişdir. Fakat 1945 - 1950 arasında Tünk eldivenciliği birden öylesine gelişmişdir ki, zamanımızda, en müş-külpesend şık avrupalıyı tatmin edecek erkeık ve kadın eldivenleri yapılmaktadır.
Kadın eldivenleri arasında, geçen asrın sonlarında pek süslü Türk hanımları tarafından kullanılmış Brülksel dantelinden yazlık yarım eldivenleri kaydetmek lazımdır. Ağır tuvaletlerle giyilen bu eldivenler, dirsekden elde parmak enlerine kadar kolu ve eli örtmüş, parmaklar, taşıdıkları elmas 'Yl'^üıkleri ^am şaşaası ile teşhir edebilmesi için eldiven dışında kalmıŞ-dır.
ELİF, ALIN ORTASINA ELiF YAZMA, Arab asıllı Türk alfabesinin ilk harfi olan elif, «Allah» isminin de ilk harfi olduğu için yüzyıllar boyunca kutsal bir ıkıymet taşımışdır; ve bazı durumlarda, yine kutsal inanlarla yüz tuvalet ve ma-kiyajına girm.işdir.
Çocuk iken, ya1hud pek genç yaşda tahta oturtulan padişahların «Oülôs» denilen tahta oturma törenindeki muhteşem giyim kuşamları, alınlarının ortasına, ve iki kaşın arasına koyu siyah müreıkkeb ile bir elif harfi yazılarak tamamlanırdı; çocuk yahud küçük delikanlı padişahın, alnında Allah adının (ismi Celalin) ilık harfi ile, og 1 ün kendisine sadakat yemini yerecek devlet ve ordu erkanına heybetli, Celalli görüneceğine inanılırdı.
ELiFİ ŞALVAR, Sadece «Elifi» de denilir; kesimi pantalon :kesimini aynı bir şalvar; üst kısmı pantalondan genişce, asıl şalvardan dar olub ağ ıkısmı da tamamen derlenmiş, toplanmışdır ıki bir ara şalvar ağları yerde sürünecek kadar uzun olurdu. Ellfi Şalvar ıkesimi, ikinci Sultan Mahmud zamanındaki kiyafet inkilabında çık-mışdır; askerden başlayarak memurlara da pantalon giydirilir irken elifi şalvarı da ulema sınıfı, bilhassa ulemanın yüksek tabakası benim- · seyip giymeye başlamışdı.
Elifi TAÇ, Tarikat mensublarının giydiği tac (kıü-lah) !ardan birinin adı; dört dilimli olub Edhe-mi Tac'ın hemen tam bir benzeridir; tek ufak
İstanbulda Rumelihisarında Şehidler Tekkesinde Şeyh Mustafanın kabir taşında Elifi Tac
fark Ell'fl Tacın, Edhemi Taçdan daha yüksek, uzun oluşudur; en güzel örneği, Rumelihisa-rında Şehidlik Bektaşi Tekkesi mezarlığında Fatih Sultan Mehmedle beraber lstanbul cenginde bulunmuş Şeyh Mustafanın kabir taşındaki burma sarıklı elifi tacdır.
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde El'lfl Tac maddesinde : «Bektaşilerin giydikleri başlığın yassısına verilen addır» diyorki yassı kelimesinden muradının ne olduğu müıbhemdir; bir tac (külah) üzerinde yassı ıkelimesine verilecek her hangi bir şekil, tacın adı olan «Elif» adı ile bağdaşamaz. Elifi Tac, yassı değil mahturl, dört dilimli, uzun bir tacdır.
ELMA KÜRK, «Tilki postundan yapılan kürkün adı» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türk!). Ucuzca kürklerden olduğu için esnaf tabakası ile dervişane yaşayanlar ve mahalle imamları giyerdi; bir samur kürke sahib olan bir imam kendini ıkibar ulemadan sanırdı.
A haspa konudan komşudan utan İmam idi senin beş kuşak atan Var mı senin gibi erkek canlısı Her gün sokaklarda gezip kırıtan Buldun bir zeberdest şehbazı peh peh Arabacı kopuk yalın balaban Başda keçe külah perçemi yağlı
Bol paça donlu boğası mintan Rahmetli babanın elma kürkünü Giymiş de dolaşır eşbeh daltaban
(Aşık Razi)
ENFİYE MENDİLİ, Asrımız başlarına kadar enfiye çekme tiryakil.iği memleketimizde çok yaygın idi; çalışır iken zihin açar ve uykuya, uyuklamaya mani olur denildiği için mektebli gençler ve bilhassa medrese talebeleri genç yaşlarında alışır, enfiye tiryakisi olurlardı. Geçen asrın ünlü şairlerinden Enderunlu Vasıf enfiyeyi dört keyifden biri olarak gösteriyor :
Keyfin olsun dirsen alemde eğer dört üstüne Badenuş ol, taze sev, nargule iç, enfiye çek
insanı her çekişde hapşırtdığı ve o esnadaki enfiye kırıntılarının burundan ifraz edilmesi ile pis bir tiryakilikdi. Enfiye çekenler «Enfiye Mendili» denilen koyu laciverd yahud siyah renkli gaayet büyük mendiller taşırlar idi ve mendiller sureti mahsusada yapılır, satılırdı.
ENTARİ, ANTERİ, «Kelimenin aslı türkçedir, (eski yazımızda E diye okunarak) elif harfi ile yazılır, arablar bu türkce ismi almışlar, ayın harfi ile yazarak Anteri demişlerdir, (sonra bizde de arab imlası ile yazanlar olmuşdur); basma, patiska ve sair kumaşlardan yapılır uzun bir libas, düz ve süssüz kadın esvabı; eskiden er-ıkekler tarafından da giyilmişdir. Kadın ve erkeklerin iç çamaşırı ve iç donu üstüne geceleri yatağa girer iken giydikleri ve bazan ev içinde de onunla dolaştıkları uzun bir gömleğe de Gecelik Entarisi denilir» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türk!).
Entari için yukardaki tarifi yeter buluyoruz. Şehirlerimizde ve ıköylerimizde kadınlarımızın, kızlarımızın büyük çoğunlukla hala gi-yegeldikleri bir esvabdır; ekseriya kendi kumaşından yapılmış basit süsler veya ucuz hazır dantelalarla süslenir; yine kendi kumaşından basit bir kuşakla belden bağlanması entarinin hususiyetidir.
Entari, 1826 da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra İkinci Sultan Mahmud tara-
Lfıle ve karanfil motifleri ile ipek işlemeli bir şehzade (prens) entarisi, XVII. Yüzyıl (Topkapı Sarayı Müzesinde)
fından yapılan kıyafet inkilabına kadar sokak-da günlük iş veya memuriyet hayatında erkekler tarafından da giyilmişdir. Fakat erkekler sokak entarisini asla, hiç bir zaman iç donu üstüne giymemişdir, iç donu üstüne ya şalvar, ya çakşır giyilmiş, entari onun üsiıüne giyilmişdir. Bu bakımdan, zamanımızda moda olan ve etekleri pantolon üstüne salınan gömleklere benzer, şu fark ile ki, eteıkler çok daha uzun, ayak bilekleri hizasına kadar inerdi, ve o uzun eteklerin savrulmaması için de belden bir ıkuşaık ile veya bir ıkemer ile sımsıkı sarılır, bağlanırdı. Eski kıyafetlerimizi gösteren ve yabancı ressamlar tarafından yapılan gravürlerde ve eski Türk minyatürlerinde erkekler çoğunluk ile şalvar veya çaikşır üzerine entarilidir.
Çakşır veya şalvar üzerine giyilen erıkeık entarilerinin cebli olduğunu Enderunlu Vasıfın
şu şarkısı aydın olarak gösteriyor :
Kani ey mah ge^en şeb Yeniköyden beride Bir kayıkda iki büt var idi bizden geride O vesileyle söz açdım sana geldi yeri de Yazmış idim o sözü kalmış öbür anteride Vadiniz buse mi vuslat mı unuttum ne idi.
Entarili bir nevcivanı tasvir eden aşağıda-Kı beyitler, Enderunlu Vasıfın Üçüncü Sultan Selim şanında yazdığı bir kasidenin girizgahın-dadır:
O büt'ün gaayet yakışmış cilvei endamına
Sırmalı tavşankanı mintan şarabi anteri
Ayağı yer mi basar rindanı aşkın şevk ile
Dalfes, sagar be kef geldikce bezme ol peri
«U güzelim dilber endamına sırma işlemeli tavşankanı nı ıntan ile şerab1 entari gaayet yakışmış; o peri dalfes ve elinde kadehle meclise geldiği zaman, şevklerinden aşk rind-:erinin ayağı yere basmaz, (uçarlar) .. ».
Başı salma yemenili, ayağında mercan terlik ve gecelik entarili kız, 1900 (Müsahibzadeden)
Bir mahalle karısı ağzından kızına nasihat yollu şu mizahi kıt'a da aynı şairindir :
Çekdir çiçekli anterine telli bir şerit
Akranlarına paça günü giy de körlük it
Kaküllerini bağla saçı düğününe git
Alur seni de belki bugünlerde bir yiğit
Olma sokak süpürgesi hanım hanımcık ol
Entarilik güzel bir kumaş, sevgiliye alınacak makbul hediyelerden idi; şu kıt'a yi ne ^-derunlu vasıfın bir şarıkısındandır :
BuluruL istediğin, ilme sitem beyhude
Hele yarın bakalım bizde olan mevcude
Yok senin istediğin anterilik çarşude
Ne yapayım ay efendim a benim sultanım
1826 - 1827 arasındaki kiyafet inkilaıbın-dan sonra erkeklerin çakşır veya şalvar üstüne yüzyıllardanıberi giye geldikleri sokaık entari-
Devlet adamı vezir Ahmet Vefik Paşanın üstünde gecelik entarisi (R.E.K. Arşivi)
leri giyilmez oldu, türk giyim kuşamında tamamen tarihe mal oldu. Fakat buna karşılık, genç ve yaşlı, iş saatlerinin dışında sokağa gecelik entariler.i ile çıkdılar; semtlerinin manavına, :ka-sabına, bakkalına gecelik entarileri ile gittiler, mahalle kahvehanelerine de yalın ayak, ayaklarında takunya, başlarında fes yahud bir gecelik takkesi ve gecelik entarileri ile çıkıp oturdular; bu laübali hürriyet 1908 - 1909 yıllarına, ikinci Meşrutiyete kadar 70 yı 1 kadar devam etti, ve 1909 da ilk defa lstanbulda, ve lstanıbulda Üs-küdarda erkekler için gecelik entarisi ile sokağa çıkma yasağı kondu. Aşağıdaki şirin yazı Hüseyin Suad Beyin Kalem isimli mizah mecmuasında Gaveci Zalim takma adı ile bu yasak üzerine bir sohbet fıkrasıdır :
«Geçenlerde Üsk·üdarda Sultantepesinde oturan dostlarımdan birine misafir gittim. Niyetim birkaç günümü orada asude geçirmekdi, fakat ıbu sene oranın neşvesını kaçıran bir mesele var : Entari yasağı...
«Entariyi ancak yatağa girerken giyersem de başkalarını bu kılıkda sokakda seyretmesini pek severim. Mesela, titiz ve temiz kimseler vardır ki entariyi arkasına, takunyalarını ayaklarına, ince yazlık ·hırkasını omuzuna alarak şöy-lece sandalyaya kurulurlar, tamamiyle istira-·hatda bulunduklarını gösterecek bir tarzda öyle bir vaziyet alırlar ki insanın imreneceği gelir.
«Üsküdarda bu sene entarilerin pabucu dama atıldı, sokakda gördükleri entarililerden para cezası alıyorlar. Sultan tepesinde konu komşu birleşdiğimiz zaman ekser sohbetimiz entariler üstüne oluyor. Kimi memnun, kimisi pür hiddet, bazıları da : Bu adeta şahsi hürriyete müdahaledir!.. diyor.
«Sabaha karşı sokakda müdhiş bir gürültü ile uyandım : Tutun!.. Kaçıyor!.. Sağdan!.. Soldan!..
«Ne oluyoruz diye pencereyi açdım bak-dım. Beyaz entarili, uzun boylu, baş açık, yalın ayak birisi yere ve gökyüzüne birşeyler söyli-reık koşar gibi gidiyordu. Arkasında iki polis, Jandarma, bir bekci takib ediyor ve dur emrine karşı o beyazlı heyula muttasıl yürüyordu. Kulak verdim, manzum :bir şey okuyordu :
Karikatürde erkek gecelik entarisi « ... entarisiz öksüz gibi kaldı Ü^tüdanm ... »
(Cem, Kalem Mecmuası, 1909)
Entariyi inceden, kalından Altmış sene giydi cismi zarım; Entari yasak olunca artık Kayboldu benim de ihtiyarım. Entari içinde çünki geçdi Ömrüm ,bütün aşkı nevbaharım. Matem tutuyor bu yıl dolabda Yazlıklarım, ah penbezarım. Entarisir, aşksız, çiçeksiz ^k^ür gibi kaldı Üsküdarım! Ölsem de yine gam yemem Entarı Dede olur mezarım; Kabrimde kemiklerim gülümser Entari giyerse türbedarım!...».
Entari 'yasağı üzerine bu mizahi manzume bellidir 'ki Hüseyin Suad Beyindir.
Erkek gecelik entarileri yaz için beyaz pa-tısıkadan, kışlık olarak da beyaz pazenden kesilirdi; yalnız güveylerin gecelik entarileri beyaz ipekliden yapılırdı.
Kadın ve kız gecelik entarilerinin yakası azıcık dekolte olur, yakadan bele kadar göğüs yırtmacı bazan düğme yerine bir kordela ile bağlanıp kapatılır, yaka ve kol kenarlarıncı. ve göğsüne fisto süsler işlenir, farbalaler konur, ve entari bedene nisbet az bolca yapılır, etekleri de bazan yere kadar inmez, ayak bileklerinin üstünde kalırdı. Kız gecelik entarileri renkli olduğu zaman penbe ve süt mavisi diğer renklere tercih edilirdi.
ENVERi, Birinci Cihan Harbi içinde başkumandan vekili Enver Paşa tarafından kara ordusu ef-rad ve zabitlerine giydirilmiş bir serpuşun adı (Osmanlı Devletinde başkumandan padişah-dır) ; isim halk tarafından Enver Paşanın adına nisbetle verilmişdir, ilk çıkdığı zamanlar askeri kabalak denilmişdi.
Koloniyal şapkayı andırır, yapısı da ona benzer, haki renkde ve dört parmak kadar eninde 'kuşak gibi bir bezin bir usule göre sa-
rılması ile yapılmışdı. Birinci Cihan Harbine ait bütün resimlerde askerlerimizin başında Enver! görülür; o harbe iştirak etmiş bütün kumandanlarımızın, bu arada Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürkün de enverili resimleri vardır.
ETEKLİK, «Belden aşağı giyilen ruba, fistan, tennure» (Şemseddin Sami, Kaamüsu Türki). Belden aşağı bi r yarım entaridir diyebiliriz. Bir kadın esvabıdır, ve etekliğin kadınlarımız tarafından yaygın şekilde giyilmeye başlaması, Tanzimat Devrinden sonradır; ve alafrangalık yolunda yüksek tabakaya mensub ailelerin kadınları tarafından rağbet görmüştür.
Bir kadın giyim şeyi olan eteklik, tuvaleti belden yukarı giyilen bir bluz ile tamamlamış-dır; ve Tanzimatdan zamanımıza kadar etekliğin türlü kesimleri olmuşdur. Bu kesimlerin en önemli 1hususiyetleri de uzunluk ve kısalık modalarıdır, topuklara kadar inmiş, baldır hizasına çıkmış, diz kapağına, hatta diz kapağının da üstüne kadar kısalmışdır; kırmalıları olmuş, çan şekline benzeyenleri olmuşdur.
Zamanımızın en son modası diz ıkapalkla-rından da çok yükselmiş «Mini Etekliler» dir.
Tanzimatdan önce eteıklik erkekler tarafından «tennure» adı ile mevlevl dervişlerince sema esnasında giyilrnişdir (ıBaıkınız: Tennure) . Yine o eski devirde ıköçe:k oğlanlar da, ra-kıslarına ayrı bir cazibe, ahenık verdiği için eteklik giymişlerdir. XVll. Yüzyılın ünlü yazarı Evliya Çelebi Istanbulun oyuncu ko11arının köçeklerinden bahsederken : « ... ıher ıbiri şib ve zerbaf etekliklerini kuşanıp meydanı muhab-betde ra:kıs ve cevelan ettiklerinde gören üfta-deler hayran ol ur ...» diyor.
Aşağıdaki beyit, şair Beliğ'indir :
Giyüb bir al eteklik haleden meydane azmetti Semada mevlevi ayinini tasvir eder mehtab
Şu beyitler de Nedimin bir gazelindendir :
Dili raksaver ider sabr idemem ma haseli Yüreğim oynadı gördükde o çengi güzeli Al eteklik olalı cuyi mOrad uzre habab Ber heba itti dili nağmei derten yeleli
F
FELEK TABANCASI, Kadın başının eski süslerinden Hotoz'un bir biçiminin adı; Kaptanıder-ya Hacı Vesim Paşa torunu Neş'ecan Hanım efendi şöylece tarif etmişdir : «Hotozun ön tarafında çarkı felek ş^klinde ibir fiyonga vardı; bu fiyonga eski tabancaların mermileri taşıyan döner topuna benzetilmiş, çarkı felek şekli adından da Felek ismi alınıp hotoza Felek Taıbancası adı verilmiş olacakdır. Tazeler, tazelerin fingirdekleri, yaşlansa da gönlü taze kalan yosmalar tarafından bağlanır hotoz idi. Aynı tarzda baglanan kundak yemenilere de Felek Tabancası denilirdi (Bakınız : Kundak Yemeni)».
Baş yemenisini kundak şeklinde ve Felek Tabancası düğümle bağlamış İstanbul kızı, Müsahibzadeden ('R.E.K. Arşivi)
FERACE, ERKEK FERACESİ, Aslı arabca «Ferrace» dir, fakat şiirde vezin zarureti veya lu ' gateer-dazlık olmadıkça daima Ferace denilegelmiş-dir. «Ulemanın giydiği pek geniş ve (yine çok geniş olan) kolları 1yarık bir nevi biniş»
(Şemseddin Sami, Kaamôsu Türkl). «Bol kollu ve yaıkalı biniş; kenarına samur kürk de kaplanırdı, eskiden ilmiye ricali giyerdi» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Luğatı)
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Ferace maddesinde erkek feracesi için şunları yazıyor.
«İlmiye ricalinin resmi günlerde giydikleri sırma işlemeli üstlüğe de ferace denil.ir-di. Biniş dahi denilen bu feracenin kolları çok boldu, çuhadan yapılırdı. ilmiyenin feraca giyenleri hicri 1264 (M. 1 848) senesinde rüt-ıbelerde yapılan tadilat ile başlamış, Osmanlı saltanatının sonuna kadar devam etmişdir. Tanzimatdan önce saray erkanı da ferace gi-verdi. Bunların kürke kaplı olanları da vardı. Başçavuş divan günleri kürklü ferace giyerdi» (M. Z. Pakalın).
Yuıkardaıki satırlarda «Kürke kaplı» ve «Kürklü» tabirlerinden ıkasıd, feracede iki ön kenarının, yakadan etek ucuna kadar kürklü de olabildiğidir; yoksa içinin de kürklü olduğu sanılmasın. Zira ferace diye kesilmiş bir çuha bir ferveye kaplanırsa (Bakınız : Ferve) feracelikden çıkıp çuha kaplı künk olur.
Deliıkanlı feracelerinin ıkolları rkısa olur bir de geniş devrik yaka ilave olunurdu, kol kenarları ve yaka sırma harçla işlenirdi; önünde sadece süs olarak ıkalan kürk parçaları ile genç· leri pek açan bir üstlük idi, yazın pardesü yerine giyilirdi.
-
XVlll. yüzyıl şairlerinden Sabit bir vaiz efendiyi şöyle hicvediyor :
Ferrace ve destar ile pek maskara dü,müf
Sağ elinde çubuğu, kolunda tütün kesesi, sol elinde yelpaze, ayaklarında arkası basık filar, şalvar üzerine entari giymiş feraceli İstanbul delikanlısı, XVIII. yüzyıl ('R.E.K. Arşivi)
FERACE, KADIN FERACESi, «Kadınların sokaıkda yaşmaikla beraber giydikleri üst esvabı ki muhtelif biçimlerde olup en marOfunun, eteklerle bir boyda yakası vardır» (Şemseddin
Sami, Kaamusu Türki).
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Ferace maddesinde kadın feracesi için şunları yazıyor : «Çarşafdan evvel kadınların tesettür (müslümanlık gereği örtünme) için giydikleri üstlü-
gun adıdır; çuıhadan, sofdan, sonrala^ı aynı zamanda fantezi kumaşlardan yapılırdı. Düz, süssüz, sade olanları olduğu gibi, cebleri ve yakaları işlemelileri de olurdu. Arkası, yakası uzun olanları, modaya göre bol ve darları vardı; renkleri de daha ziyade koyu idi. Bir ara-lı1k al moda olmuşdu, kibarlar hep al feraceler yaptırmış idi :
Al ferace, ince yaşmak, eldiven
Gencliğim var isterim elbette ben
diye şarkısı da çıkmışdı. Ferace mantodan hemen hemen farksızdır. Feraceyi mantodan ayıran cihet, feracede manto tarzında geniş yaka bulunmaması (!) ve daha uzun olmasıdır. Feracelerin yakaları, askerlerin giydikleri ceketlerin diık yakaları tarzında idi» (M. Z. Pakalın).
Hemen yuıkardaki satırlar, Feraceyi hatta feracenin resmini bile görmemiş bir kimsenin kaleminden çıkmış zannını uyandırır. Ferace ile mantonun hiç bir yönden benzerliği yok-dur; manto, kendi başına, müstakilen bir üst-lükdür; Ferace ise, başı-saçları örten yaş-maık ile tamamlanan bir üstlükdür. FeracedEJ manto gibi geniş yaka bulunmamakta idi demek ise hayretle karşılanacak lafdır; Feracede yaka, bu üstlüğün bir ikinci parçası sayılacak kadar geniş, ve omuzlardan, sırtdan yere kadar dökülecek büyüklükde idi.
Ferace kadimden ikinci Su1tan Abdülha-mid devri sonlarına kadar büyük şehirlerde, bilhassa İstanbulda giyilmişdir, ve yaşmakla beraber ıkullanılmışdır; başı örten yaşmak ve vücudu örten feraceden mürekkeb müslüman Türk kadınının bu eski soıkaık kıyafeti, kıza kadına feerik bir güzellik ve çekicilik veren bir kıyafet idi. Yüz yıllar boyunca Avrupalı yazarlar ve ressamlar feraceli yaşmaklı Türk kadınlarının sihri altında kalmışlar, onları tasvir eder peık çok resim yapılmış, hatta Avrupalı seflreler, lstanbula gelmiş ünlü kadın yazarlar ferace ve yaşmak altında kendi portrelerini yaptırmakdan da kendilerini alamamışlardır.
Eski Türk kadınının sokak ıkıyafetindeki sihir ve füsunun en büyük sırrı muhakkak ki yaşmakta idi. lıki parçadan mürekkeb olub bi-
İstanbul'da Büyük Kapa!\ ,Çarşıda Yağlıkcılarda feraceli hanım (Presiozi'nin bir sulu boya tablosundan Sabiha Bozcalı eliyle) (R.E.K. Arşivi)
ri başı, diğeri de •gözlerin hemen altından yüzü örten yaşmak, tuvaletine düşkün bir kadını uzunca bir zaman ayna karşısında tutacak dikkat ile bağlanırdı (Bakınız : Yaşmak).
Yukarda da kaydedildi, Ferace de yaşmak gibi iki parçadan mürekkeb olub biri uzun kollu rob kıısmı idi. Bu robun boyun etrafı ve önü, her devrin modasına göre şer.idler, d?n-tellerle süslenir, işlenirdi. Feracenin ikinci pançası, benzetmede ıbüyük hatamız olmaya-cakdır, zamanımızın bahriye neferleri üniformasındaki palet denilen geniş mavi yakalar giıbi, gerdan altında bir kavuşma noktasından omuzlara doğru açılan ve omuzları aşarak sırta kıvrılan, ve yere kadar dökülüp inen, adeta bir pelerine benzeyen ·geniş ve büyük bir yaıka, arıkalıık idi. Feracelerde bu iıkinci parça, arıkalıık yakalar, o kadar nümayişli, şatafatlı, süslü yapılmışlardır ki, sokaklarda yabancı erkeklerin gözlerini kadınların üstüne çekmiş, devir olmuş, g.iyeni kaıhbelik, haspalık ile suçlayacak kadar ileri gidilmiş, aşırı süslü feraceler, aşırı süslü ferace ıyakaları için devlet yasakları çıkmışdır (Bakınız : Açıık saçık gezme yasağı).
Aşağı t·abakadan kadınlar ile kibar hanımların ferace ve yaşmakları her devirde ayrı ayrı olmuşdu. En cazib renklerde aşırı süslü feraceler ancak hanımlar sırtında görül-müşdür. iBilhassa lstanbulda ferace ve yaşmak tuvaletlerine aşırı önem verenler, büyük şehrin yosma nigarları ola gelmişdi.
Ahmed Rasim «Fuıhşi Atik» isimli ölmez eserinde önü sıra yürüyen feraceli bir yosmayı şöyle tasvir ediyor :
«Alt üst yaşmağın birleşdiği saç topuzunun açık tbırakdığı ense omuzlara doğru, avuc gibi mi desem, ne desem, dört parmak arzında beyaz mı desem, biraz mücella, ıbir saha görünüyor. Ondan ötesini beş altı parmak eninde yine siyah boncukdan çiçekli gibi bir yaka örtüyordu. Ya gron, yahud mantin olacak, feracenin a11kalığı aşağıya doğru su gibi akub dururken kalça hizasından bükülmüş küçük ve yine beyaz bir el.in yumuk parmakları arasına sokularak tatlı miller, kıvrımlar yaıp-
mışdı; adımların hareketi ile bir o yana, bir bu yana dal·galı dalgalı bocalandırıyordu ... »
Şu beyit geçen asrın büyük şairlerinden Yenişehirli Avni Beyindir; dilıber bi'r genç kız şanından ziyade ilmiyeye mensub bir delikanlı için yazılmışa benzer :
Yeşil ferrace giysen goncasın ey laleru amma
Gülüb açıldığın demler gülizibaya benzersin
Şu kıt'a Beşiktaşlı Gedai'nindir
Yukardan aşağı ferace siyah
Görenler yarimi ettiler ah vah Kimi mecnun oldu kimi de seyyah Koltuğum kabarır gördükce yari
Orta oyunlarında «Zenne» (Kadın) rollerine çıkan gene sanatıkarlar ferace ve yaş-maık altında kadından, hatta güzel, oynak
Orta oyuncu zenne delikanlı kadın feracesi yaşmağı altında ('R.E.K. Arşivi)
ve yosma bir kadından asla farıkedilemezdi; orta oyununu ilk gören toy taşralılardan zenneyi haıkikaten kadın zan edip aşık olanlar çıkdı-ğı söylenir.
FERAHİ Fesin üst tablası üstüne dikilen ve fesin daima kalıblı durmasını sağlayan sarı pirinç. den yapılır dairevi ince bir plakanın adı.
Fes'in milli serpuş olarak rkahülü ikinci Sultan Mahmud zamanındadır (Bakınız : Fes). llık feslerin püskülleri, tel ipek püsküller idi; fesin üst tablasının ortasındaıki bir ibiğe geçirilip bağlandıkdan sonra, tablanın dairevi kenarından fesin etrafına fırdolayı dökülürdü; ve ufak bir rüzgarla savrulur, tel tel ipekler birbirine dolaşır, karrışır, püskül güzelliğini :kaybeder idi. Bunu önlemeık içindir ki «ferahi» kullanıldı; püskül takılıp fes tablası üstüne intizamla yayıldıkdan sonra onun da üstüne bu dairevi ince pirinç levha kondu ve dikildi, böylece püskülün dağılıp bozulması önlendi, fesin etrafına fırdolay dökülen püskülün telleri ıkarışdıkca da, bir tarakla kolayca taranıp düzeltildi.
Tel ipek püsküllerden sonra burma top püsıküller çııkdı (Bakınız: Pıüskıül). Bunlar i:bi-ğe geçirilip bağlandııkdan sonra fesin tablası kenarının bir noktasından aşağ,ı salındı, tabla kenarına da bir kaç ilmek dikiş ile tesbit edildi; püskül dağılması, karışması diye bir şey kalmadı, dolayısı ile «ferahi> de lüzumsuz bir yük ,ağırlık oldu. Fakat, fesin başda güzel durması için, kalıplarını muhafaza etmesi lazımdı. Burma püsküllerle beraber ortaya _fes kalıbcısı esnafı çıkdı. Az da olsa fes kalıplatmak bir masraf idi. Askerin ise fes kalıbının düzgünlüğ,ünü koruması çok zordu, sık sıık ıka-lıplatma imkanını sağlayarnayacağmdan, burma püsküller çıkdıkdan sonra, feraıhl, fesin daima kalıplı dunmasını sağlayan bir faydalı şey olarak, asker feslerinde muhafaza edildi, ve 1908 meşrutiyetine tkadar askere beylik bir fesle beraber bir de ferahi ver,ildi.
Ferahi, feslerinin kalıpları pek tez bozulacağı aşikar olan Çocuk feslerinde de kulla-nılmışdır; hatta çocuk feslerinde, evlerde kesilip yapılan mukawa ferahiler de kullanıl-mışdır.
Madeni olsun, mukavvadan olsun fera-
Cebkenli, entarili ve fesi ferahili Bursalı kız (Kıyafeti Osmaniye Albümünden)
hiler kaıba, düz bir levha olarak bıraıkıLmamış, zarif oymalarla tezyin edilirlerdi.
Cumhuriyetin ilanına kadar İmparatorluğun son yıllarında askeri inzibat erleri ve subayları, boyunlarından bir kordon ile göğUs-lerine hilal şeklinde madeni bir levha asarlardı ki bu levıhanın üzerinde «Kanun» yazılı idi; M. Z. Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Kanun yazılı hilal şeklindeki bu madeni l evıha - plaklara da «fe-rahi» denildiğini yazıyor.
FERMENE «1 - Harda işlenmiş ve yuvarlak yan-11 (?) yelek; 2 — Harda işlenmiş esnaf ve saire takımına (ayak takımına) mahsus her nevi elbise» (Şemseddin Sami, Kaamôsu Türki).
«Fermene kelimesinin aslı latince para -mentum'dur, elıbisenin önüne dikilen süsler demekdir; (bizde fermene) çuhadan veya abadan kısa bir yeleğ,in adı» (Hüseyin Kazım, Büyük Türık Lugatı).
«Gaytanlı bükme nakışlı çuha veya aba» (Ahmed Vefik Paşa, Lehçei Osmanl).
M. Zeki Pakalın bu kaynaklardaki kayıd-ları aldıkdarr sonra «Osmanlı Tarih Deyimler.i ve Terimleri» isimli eserin Fermene maddesinde şunları yazıyor : «Kolsuz, işlemeli bir nevi yeleğin adıdır; salta, ceket, şalvar ve poturlara sırma (?) ve kaytandan yapılan işlere de bu ad verilir. Fermene daha ziyade Rumelide giyilirdi».
Fermene, halk ağzında daha ziyade kay· tanla işlenerek süslenmiş yeleklere isim ol-muşdur; Şemseddin Sami Beyin bu yelekleri tarifindeki «yuvarla:k yanlı» tabiri de mübhem-dir.
Fermene, çuhadan veya abadan kesilir, kolsuz, vücuda sım sıkı yapışır ve önden çapraz lkavuşur bir yeleğin adıdır. Daima avam ve esnaf tabakası tarafından giyilmişdir. Bu arada bilhassa yangın tulumıbacılan fermeneye aşırı rağbet göstermişlerdi; tulumbacılığın
Fesinde ağabani, sırtında mintan, fermene, ve ellfi şalvarlı, ayaklarında Kamerçin pabuç, sandığın üniforması olan ceketini omuzuna atmış yangın tulumbacısı
(R.E.K. Arşivi)
da 1827 ile 1880 arasındaki ağır çardaklı yangın tulumbaları devrinde, usta bir t·erzielinden çıkmış güzel ıbir fermene, dizlik ve kuşağın üstünde tulumbacı :k)ıyafetiini tamıamlamışdı (Bakınız: Tulumbacı kıyafeti; Dizlik). Kalender meşreb şairlerimizin esnaf civanlarını me-dih yolunda yazdıkları şiirlerde o gençlerin kılık ve kıyafetleri tarif edilir iken Fermene -den de bahsedilmişdir.
Aşağıdaki kıt'a geçen asır sonunda yaşamış Rifat Beyin bir köçek için yazılmış bir şar-kısındandır :
Dün bakdım ol penbe tene Zülfü dökülmüş gerdene Al şal turuncu fermene Hoş yakışır ol dilbere
( Haşim Bey Mecmuası)
FERVE, «Aslı arabca isim : Kürk kaplanmış es-vab» (Hüseyin Kazım Bey, Büyük Türk Lııga-tı) M. Z. Pakalın da «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Ferve maddesine bu tarifi aynen almakla yetiniyor.
-
XVlll. yüz yılın ünlü şairi Nedim bir şarkısından:
Kaplatıb gül pembe şali fervei samuruna
Ol siyah zülfü döküb sinei billOruna İtrı şahiler sürüb ol gerdeni kafOruna İddir çık naz ile seyrana kurban olduğum
Nedimin pek renkli ve zarif bu tasviri ile tam tezad halinde, aynı asır sonlarında yaşamış Sürürl ferveyi şu ağır hicviyesinde kul-lanmışdır :
Mest olub fervesini tersine giymişdi köpek Ayıya döndü de çingane!er oynattı onu!
FERVEİ BEYZA, Beyaz ferve, beyaz ıkürk (Bakınız: Ferve); «Fervei Beyza» Osmanlı Sarayı ağzı bir terimdir, Padişahın şahsında temsil edilen devlete sadakatle hizmet eden veya etmesi istenen kimselere madalya ve nişan yerine elmaslı sorguçlar, hançerler, kılıçlar ve en alasından kürkler verilirdi, bu arada «Fervei Beyza» da yalnız Şey;hül.islam Efendilere verilirdi.
«Fervei Beyza», gaayetle yumuşak ve çok bahalı «Hermine = Beyaz Su Samuru» pos-
tundan yapılmış beyaz bir kürkdür, ki bu postun dilimizde asıl adı «Kaakurn» dur.
FES, «Kuzey Afrikanın batısında Fas şehrinde lcad edilmiş kırmızı renkli bir baş kisvesidir; bütün osmanlı memleketlerinde ve diğer bazı müslüman memleketlerinde yayılmış, giyilmiş-dir» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türkl)
«Fas şehrinde icad edilmiş maruf baş kisvesi» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı)
Osmanlı imparatorluğunun son yüz yılı içinde Tünkiyede erkekler için ikabul edilmiş ve resmiyete bürünmüş kırmızı renkli serpuş; kalıpsız hali ters kapanmış bir çanağa benzer ki fes üzerine :
Kırmızı çanak Kıllıya kapak
bilmecesi pek güzel tanzim edilmişdir. Giyilirken devir devir ve her devirde çeşidli olarak kalıplanmış ve o yüz yıl içinde değişik modalarda püsküllerle süslenmişdir.
Fesin Türkiyede evvela askeri bir serpuş olarak resmen kabulü 1827 -1828 arasındadır, Cumhuriyet devrinde 1925 yılında çıkan bir kanun ile de Türkiyede fes giyilmesi yasa1k edilmişdir.
Fesin çok eski bir tarihi vardır. Anadolu-nun mitolojik çağlarında Frikya Kıralı Midas'ın icad ettiği «Frikyalı Külahı» fesin dedesidir denilebilir. Friıkyalılardan sonra fesin esıki örnekleri olan çeşitli kırmızı külahları romalılar, Bizanslılar, Rönesans asırlarında İtalyanlar giymişlerdir .
Türk lugatlarında fesin icad edildiği memleket olarak gösterilen Fas, İslamiyetin yayılışından sonra fes giyilen ilk müslüman memleketidir. Cezayirliler ve Tunuslular da Faslılar gibi fes giymişlerdir. XVI. Yüzyılda Cezayir Osmanlı imparatorluğuna ilhak edildiğinde ve bu memleketde çok kuvvetli bir deniz akıncıları teŞkilatı ıkurulduğunda, o yaman deniz akıncıları, Cezayir Korsanları başlarında fes giymişlerdi, onların kırmızı fesleri hatta alameti farikaları olmuşdu. Bu bakımdan «Fes» in Tür-kiyede giyilmesi XVI. Yüzyılda başlamışdır. XVll. Yüzyılda yaşamış büyük Türk yazarı Evliya Çelebi Akka Limanı önünde bir deniz cen-
gini anlatırken : « ...cümle kırmızı fesli guzatı müslimin kalyonun kıç ve baş palavrası üzerinde slneçak olarak Allah Allah sedasına reha buldurub...», « ...ardı sıra yeşil alemli iki ,kal-yonda al fesli cezayirliler...» diyor.
Meşhur seyyahatnamesinde lstanbulda Kasımpaşayı anlatır iken yine Evliya Çelebiden öğreniyoruz ki daha XVll. yüzyılda, Osmanlı Donanmasının gedikli bahriyelileri de başlarına fes giymektedirler : «Kasımpaşa halkının bir kısmı gemicilerdir ki cümlesi Cezayirli elbisesi giyip Kırmızı Fes üzerine kafesi destar ve arkalarına burnus, demir koparan, karput, gü-nagün dolamalar, ve bellerinde çatal pala bıçaklar ve ayaklarında tomaklar ve bazıları baldırı çıplak serenbaz, cundabaz gazilerdir».
xvı. ve xvıı. Yüzyıllarda erkek fesleri Cezayirli gemicilerin başlarında görülüyordu, ls-tanbul hanımları ise daha o asırlarda başlarına fes giymeye başlamışlardı (Bakınız : Fes, Kadın fesi).
ikinci Sultan Mahmud• 1826 da Yeniçeri Ocağını kanlı bir şehir muharebesi ile kaldır-dıkdan sonra, yeniçerilik hatıralarını da tamamen yok etmek için kökden bir kıyafet inkila-bını zaruri görmüşdü. «Asakiri MansOrei Mu-hammediye» adı ile yeni Türk ordusu kurulmuş, bu orduda askere setire pantalon giydirilmiş, faıkat baş için rnünasib bir serpus buluna-mıyarak «Şubara» denilen ve yeniçeriler tarafından hiç giyilmemiş bir nevi keçe külahlar üzerine sarıklar sardırılmışdı (Bakınız: Şobara)
Devrin ünlü vezirlerinden Mehmed Hus-rev Paşa, ki sonraları Koca Husrev Paşa diye anılmış, 1826 kaptanpaşalık makamında ve donanma ite beraber Akdenizde bulunuyordu. Türk bahriyelilerini Avrupa devletlerinin donanmalarında olduğu gibi sıkı askerlik talimine tabi tutmuş, 1827 de de İstanbula döner -ken donanma efradının başlarına Tunusdan satın aldığı fesler giydirmişdi. İstanbula geldiğinin tezine, bu fesli bahriyelileri padişahın bir cuma namazı alayına çıkardı, leslimli askerin intizamı ve başlarındaki al fesler hem padişah
hem de halk tarafından fevkalade beğenildi, ve ikinci Sultan Mahmud fesi kara askeri için de bir serpuş olarak kabul etti.
Kara askerinin deniz askerinden ayırd edilmesi için de Asakiri Mansure feslerine eğri bir sarık sardırıldı. Hatta askerle de yetinilme-yerek büt'Ün devlet memurlarının ve ulema efendilerin de fes giymesi için yeni bir kıyafet nizamnamesi yapıldı; bu nizamnamede memurların askerden ayırd edilmesi için feslerine hiç bir şey sarmamaları, yani dalfes giymeleri tesbit edilmişdi. Yalnız ulema efendiler ıçın fesin etrafına beyaz bir dülıbend sarmaları bir imtiyaz olacaktı. İşte hem de fesi halika hoş göstermek için devrin şöhretli şairleri fes için medhiyeler, şankılar, gazeller yazdılar, fesi överlerken bu yeni serpuşun bilhassa gençlere gaayetle yakışdığını söylediler.
Güftesi bir marş 9üftesine benzeyen Rifat Beyin şu şarkısı HicaZJkardan bestelenmiş :
Kisve giydi buldu asker şimdi şan Her biri oldu misali kahraman İtmede böyle cemii asakiran Padişahım devletinle çok yaşa
Pek yaraşdı eğri sarık eğri fes Resmine erbabı irfan didi pes Bu sözü tekrar iderler her nefes Padişahım devletinle çok yaşa
İlk asker feslerinin sarıkları eğri sarıldık-dan başka, bu şardıkan, başa da eğri konulduğu anlaşılıyor; Ni'kogos Ağanın Hüseyinlden bestelediği bir şarkıdan da asker başındaki eğri feslerin bütün gençler arasında bir moda olduğu anlaşılıyor (Bakınız : Egri fes Modası) :
Bir yana eğdir fesin ey nevcivan Halka halka kakülün olsun ayan
Eğmiş fesini turresin olsun ten açmıJ Sandım ben ise bağçede top fesleğen açmı, ( Enderunlu Visıf) (Turre = Kıvırcık kakül)
Her yeniliği istemeyen aşırı muhafazakar ham sofula}la yeniçerilik geleneklerine bağlı 1kalabalık esnaf kitlesi fesi, sade, dal fes giyme-
mekde ısrar etti; bunun üzerine asker feslerindeki sarıklar kaldırıldı, fes giyen esnaf takımının da feslerine yemeni, çenber, ağabanl, yazma dülibend gibi şeyler sarmalarına izin verildi; ve fes halk başında ancak bundan sonra gereği gibi yayıldı. Ayıntablı Ayni'nin aşağıdaki gazeli, fesin tarihçesinde bu durumun tasviridir ki Enderunu Hümayundaki tüysüz deH -kanlıların da çavuşluk, mülazimlik, yüzbaşılık gibi rütbelerle ordu hizmetine devredildikleri ve başlarına sade fesler (dal fesler) giydikleri zamandır :
Giydi gördüm mehcebinim bu gice rüyada fes
Şahi hüsne tile ile tabir olur manada fes
Onbeşinde böyle bir yüzbaşı gelmez kışlaya
Giyse de her hafta da bin nevcivan dünyada fes Elde simin taziyane belde tigi zer nişan
Arkada gülpenbe harvani serinde sade fes
İkinci Sultan Mahmudun başında altın sırma işlemeli ve mavi tel ipek püsküllü fes ('R.E.K. Arşivi)
Soofii dilmürdenin Hak kavuğun taş eylesin Giymemiş ruzi ibadetde şebi ihyada fes Baş kabak yalın ayak gördü beni bildi o şuh Çür:ki vardır Ayniya alada fes ednada fes
Ayni'nin yukardaıki gazelinin son beyitinde söylediği gibi «Fes», kibar ve ricalden ayak takımına kadar herkesin başına yayılınca, o devirdeki Türık müsiıkisi de geysO lu, perçemli, ka-küllü mevcivan başlarındaki kırmızı feslerle uğraşdı :
Hüsnün gören seni ister Aç fesini perçem göster
( Beyati Şark, Taııburi)
Sünbülistan etmiş etrafı fesi Perçemin başdan çıkardı herkesi
( Buselik Şarkı, Kemani ŞSkir)
Seni gördüm o perçemle beğendim fesle Niçün ülfet ediyorsun böyle herkesle
-
· ( Hisarbuselik Şarkı, Numan Ağa)
O devrin Fes üzerine türküleri şarkılardan çok asaletlidir; bu bir lstanbul türküsüdür
Aman al fesli al fesli Eşbeh civanım dalfesli Aman aman dalfesli Dizlikle mintan açmış pek Fesinde püskül top ipek İpek kakül dalfesli Tulumbacıdır hevesli Aman al fesli dal fesli Mavi püskül al fesli İpek kakül dalfesli
Bu da bir Aydın türküsüdür
İstanbuldan aldırayım fesini Nerelerden işideyim sesini Ayın ondördüne benzer kesimi Bizi barışdıran diller övünsün
Tünkiyede daha XVI. Yüzyılda fesi ilk defa giymiş olan Cezayirli gemicilerin feslerinde bir püskül bulunub bulunmadığını bilmiyoruz. Fes, İkinci Sul,tan Mahmud devrinde önce askerin sonra halkın erkek serpuşu olduğu zaman fesi bir de püskül süslemişdir. Aslında fesin sadece bir süs parçası olan püskül, türlü çeşitleri ile bu sözlül$de müstakil bir madde
olarak kaydedilmişdir (Bakınız : Püskül, Fes Püskülleri; Ferahi).
Fesin başı 'kapsayan kısmının üstüne, ya-hud başka bir tarif ile, başa giydirilmiş olan dairevi bir şekil alan üst kısmına «tabla» denilir; bu tablanın ortası delik olup bu deliğe-2 -2,5 santim boyunda «İbik» denilen bir dilcik eıklenir; İbiık, inceciık boru şeklinde bir dil-cikdir, püskül fese ıbu ibik vasıtası ile takılır, püskülü tutan bir iplik, ibiık içinden fes içinE alınır ve içerden düğümlenir.
ikinci Sultan Mahmud devrinden 1925 de bir kanun ile Türkiyede giyilmesi yasak edildiği tarihe kadar «Fes» in şekli devir devir değişmiş, İkinci Sultan Mahmud devrinin fesleri, ki bunlara «Mahmudiye Kalıb» denilebilir, büyük ve yüksek fesler olmuşdur ve mavi ipek püsküllerle süslenmişlerdir.
Bu devirde şehzadelerin (prenslerin) fesleri ve bazı vezirlerin fesleri (mesela Mustafa Reşid Paşanın ·tören fesi) elmaslarla süslenmiş, murassa fesler olmuşdur. Abdülmecid zamanında fes küçülmüş, son zamanlardaki şeklini almışdır. Püsıküller de tel ipek yerine burma ibrişim olmuşdur. Bu padişah törenlerde fesine elmaslı bir sorguç takmışdır. Abdulaziz kendi zevıkine mahsus kalıpda ıbir fes giymiş, ikinci Abdülhamid zamanında, fesin kalıbı tekrar değişmiş, yayvan Aziziye Kalıp yerine daha dik-ce bir fes giyilmişdir (Ba·kınız : Hamidiye Kalıp Fes).
Bu kalıplar, fes tablasının alçalıp yükselmesi ve büyüyüb küçülmesinden çıkmışdır. Halk arasında da ikinci Abdülhamid devrinde ve İkinci Meşrutiyet devrinde çeşitli kalıplarda fesler giyilmişdir.
Fes, kumaşının rengine göre de çeşidli olmuşdur. Fes aslında kırmızıdır, faıkat fesde, narçiçeği kırmızısından karaya çalan koyu gü-veze ıkadar bu rengin çeşidleri kullanılmışdır. Fesler, renkleri ile de onları giyenlerin ruh haletlerini ifade etmişdir.
Aşağıdaki satırları ıbüyıüık çağdaş yazar Ahmed Rasimin bir yazısından alıyoruz :
«Fes umumiyetle eğri giyilir; kaş üstüne kadar eğik olur, yana, arkaya at111r, Bâzan ön tarafda, tabla ile kenarında hasıl olan çukura «Yar Tekmesi» denilir. Zarafet dilinin Yar Tekmesi dediği bu çukurun kopuklar arasındaki adı «Kuş Yuvası» dır.
Fes, perçem ve kakül üstünde, halka halka 'kıvırcık saçlar üzerindeki duruşa ve edaya ve simanın da şekline göre açar, yakışır. Kulaklara kad.ar geçen fes ise bönlük verir. Kenarı geysOlarla süslü olursa hal ehlinin ağzında «Kapatma Sünbül Saksısı» denilir.
Fes renkleri gittikçe koyulaşmak üzere : Kırmızı, Hunnabl, orta renk al, Nar çiçeği, (Vişne çürüğü), (Güvez), siya:hdır.
Çocuk feslerine Nazar Takımı, Muska, Ziynet Altını takılır. Fes üzerine Sarık, Dül-bend, Ağaıbanı, Şal, Çenber, Yemeni sarılır. Kulakları Tamamen örten fese «Babayane>> de denilir, «Kelörten» ve «Ayıp Kapayan» da denilir. lslanup büzülmüşüne «Limon Kabuğu», sıfır numara ıkalııba çekilmişine «Saksı Dibi» denilir. Nar Çiçeği kırmızılığındaki feslere de ikinci Abdülhamid zamanında «Hafiye Fesi» denilirdi» (Ahmed Rasim.)
Fesin yapılışını M. Şakir Ülkütaşır fes üzerine bir makalesinde şöyle kaydediyor : «Fesler yünden yapılırdı. Fesin dokunuşu ço-rab örğüsüne benzer, ve önce kocaman torba giıbi bir şekil alır. Boyama, dink ve zamk ameliyatlarından sonra küçülür, bir külah şekline girer. Başa giyileceği zaman kalıplanır» (M. Ş. Ülkütaşır, Aylık Ansiklopedi).
FES, KADIN FESİ, Kadın başında fesin, daha
xvı. yüzyılda çok yaygın bir serpuş olduğu görülür. Müslüman Türk kadınının günlük ev hayatının tuvaletinde başını hotozdan çok tepelikler, inciler, elmaslarla bezenmiş, altın tellerle işlenmiş fesler süslernişdir. lstanbulda fyyubda Pertev Paşa türbesindeki fesli kadın kabir taşları vardır. Türık taş işçiliğinin de güzel eserlerinden olan bu taşlar Türk giyim 1kuşam tarihi bakımından ayrıca çok kıymetli vesika-
Top burma püsküllü fesinde yemeni sarılı, cebkenli ve çakmak pabuçlu Konyalı kız (Kıyafeti Osmaniye Albümünden)
lardır. Anadolu da ise fes, geçen asır sonlarına kadar hotoza daima tercih edilmişdir; sokağa çıkılır iken de fesli başın üstüne bir bürgü, car atılrnışdır (Bakınız : Fes; Fino Fes; Tepelik; Hotoz) . lstanbul kadınlarında ise fesin yerini XlX Yüzyılın ikinci yarısında hotozlar almışdır; XIX Yüzyılın ilk yarısında yaşamış Enderunlu Vasıf'ın bir lstanbullu mahalle kızı ağzından anasına hitab ile yazılmış mizah yollu bir kıt'a-sıdır
Be11 gülistanı şivede bir nahli nevresim Bağlarda türkü söylemeden kalmadı sesim Giyib başıma pul donatıb nevzuhur fesim Girüb koçunun içine öyle kırık kesim Onbeş yaşında kendime bir oynaş arayım
FIRIN UŞAKLAR! KIYAFETİ, Fırın uşakları, bilhassa ,hamurıkarlar ile pasacı gençler ve gelişmiş çocuklar günlük iş hayatlarında don paça soyunuk çalışarak kendilerine has bir kıyafete sahib ola gelmişlerdir. Yine iş icabı fırınlardaki bekar odalarında yatıp barındıkları için, yatak-
dan çıkdııkları kılııkla iş başına geçerler, yalın ayaklara takunya geçirilir, saçların undan k^ runması için de başlarına basmadan bir takke giyerler. Bu basma takıkelerin yerine son zamanlarda patıskadan alafranga aşcı bonelerine (ıkülahlarına) benzer bir külah giymeye başlamışlardır. Hamurkarlar önlerine un çuvalından bir önlük bağlarlar; bu çuval önlük yerine de yine son zamanlar, omuzdan askılı ve göğüsden diz kapağı altına kadar iner patıska ya1hud Amerikan bezinden önlük kullanılmaya ıbaşlanılmışdır. Yakın zamana kadar fırınlarımızda ekmek, hamurkarlar tarafından ayak ile yoğurula gelmiş; icabında pasacılar hamur-kara yardım etmişdir, aslında ıpasacı oğlan bir hamurkar yamağıdır; ıbu yarı çıplaklık, yukarda da kaydettik, ayakla hamur yoğurmanın, ve çabuk bulaşan, tozayan unun doğurduğu bir iş zaruretinden gelmişdir.
Hamurkarlar ve pasacı oğlanlar, iş molası zamanlarında fırın civarındaki kahvehanelere de o kılıkda çıkarlar, otururlar; mevsim kış ise, omuzlarına bir ceket atarlar.
Fırınlarımızda ekmek yoğurma makinaları gereği gibi yerleşdiıkden sonra donpaça fırın uşakları tipi de kaybolacakdır.
Don paça fetadır hamurkar kopuk Şaşman uşşakına kakarsa topuk Nani azizi ki ol mahi magrur Ayağı altında çiğner yoğurur
( Hubannamei Neveda)
FiLAR, «Eski bir cins hafif terlik» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türıki); «Şıpşıp (Şıpıtık) nev'-
inden hafif ve ökçeli ayakkabı» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı).
Şemseddin Sami Bey «filar»a terlik de -mekle büyüık hataya düşmüşdür; Filar, XVlll. Yüzyılda yangın tulumbacrları tarafından giyildiği için «Tulu'mbacı Yemenisi» adını almış olan ökçeli hafif erkek ayakkabısının eski adıdır, XVll ve XVlll. Y'üzyıllarda bilhassa gemiciler tarafından giyilmiş ve XVlll.Yüz yıldan sonra da, lstanbulda «Tulumbacı Yemenisi» adını almış olan bu ayakkabıyı gemiciler ve kayıkcı-lar giymekde yine devam etmişlerdir.
XVll. Yüzyılda yaşamış bü1yük Türk yazarı Evliya Çelebi, azametli seyyaıhatnamesinde Türkiye imparatorluğunun yalı boyları ehali-sinin kıyafetlerinden bahsederken «Filar»ı daima gemici, korsan ayaklarında gösterir; mesela Ayamavrili Türk deniz aıkıncıları, korsanlarının tasvirinde şöyle yazıyor: «Bir alay gazi gemici yiğitlerdir kim cümle kü1çüğünün büyüğünün tavır ve hareketleri ve esvablanı Cezayirli gibidir; başlarında kırmızı fes, ve kırmızı göğüslükler, ve bağır yelekleri ve ipek kuşak-
Fesinde ağabani sarık, bez gömlekli, basma mintanlı, kısa diz çakşırlı, baldırları çıplak ve yalın ayaklan filarlı bekar uşağı seyyar satıcı
('R.E.K. Arşivi)
lar ve bellerinde çatal bıçakları ve ellerinde balta ve nacakları ve beyaz dimiler giyip baldırları çıplak gezip ayaklarına siyah filar ve arkalarına ıburnus ve gOnagOn ıkaput ve ıkırmızı ihramlar giyip reftar ve iyşü tarab iderler» (Bakınız : Dimi; Burnus; İhram; Fes).
Filar, giyenler ayak takımı ve bilhassa pırpırı boyundan baldırı çıplak gençler olduğu için hemen daima çorabsız, yalın ayak ile giyilmiş, ökçeleri de basılarak yalın topuk gös-terilmişdir; aşağıdaki satırlar da Evliya Çelebi -nindir: « ... mahbuıb civanlar beyaz Cezayir ihramlarını arkalarına alıp başlarında laalgOn (kırmızı) fes, baldırları çıplak, ayaklarında filar billur topuk nümayişi ile gezerler...»
Girdik çarşuda bir yemenıcıye Aldı ayağıma filar hediye Akçede bakınayub bire ikiye Hesabını ocak defterine yaz
( Galatalı Çorbacı, Serencam Destanı)
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Filar maddesinde şunları yazıyor : «Şıp şıp nev'inden ökçesi hafif ayakkabının adıdır. Bunun sadeleri olduğu gibi sırmalı ve incili olanları vardır, saraylılar giyerdi».
Pakalın Fiların tarifini Ş. Sami ile H. Kazımdan alıp, Hüseyin Kazım Beyin «hafif ve ökçeli» taıbirini «hafif ökçeli» şeklinde tahrif et-mişdir. Saraylıların giydikleri sırmalı ve incili filan nereden çıkarmışdır bilemeyiz. Filar, bıçkın oğlan ve zeberdest yiğitin iri kıyım ve tabanı nasırlı yalın ayaklarının ayaklarına mahsus bir hafif ayakkabı, yemenidir; fiları, kesin-olarak, böyle bilmelidir.
FİNO FES, «Fino İtalyanca ince, zarif, ala, seçkin demekdir; Fino Fes, fesin en alası, en zarifi,, (Şemseddin Sami, KaamOsu Türıki ).
Fesin Türkiyede yayılışında Ceza'yir gemicileri ön ayak olmuşdu (Bakınız : Fes) Cezayir gemicilerinin çoğu da İtalyanca ıbildikleri için Fino Fes tabiri de onların icadı olmuşdur.
Bu tabir hem erkek, hem kadın fesleri için kullanılmışdır :
Çıkalım dağlar başına Mailim hilal kaşına Aman Alim ahu gözlüm Fino fesin giy başına
Kasdır kasıntı terziye ver al canfese Sar bir değirmi pullu yemeni fino fese Bez verme sakın arşınına göre herkese Kah türkü ırla, gahi nakış işle, gah kese Olma sokak süpürgesi hanım hanımcık ol
( Enderunlu Vasıf)
FOTİN, (Bakınız : Potin)
FRENK GÖMLEGİ, Avrupa kesimi ceket ve pan-talondan mürekkep erkek esvabında giyimi tamamlayan ve yakasına ıboyunbağı bağlanarı gömlek. Bizde Avrupalı kıyafetinin kabul edildiği Tanzimatdan sonra giyilmişdir. İlk gömleklerde kolalı takma sert yakalar ıkullanılmış, kol kapakları (manşetler) de takma ve kc!alı olmuş, ve göğüs kısmı da ayrıca kolalanmış -dır; manşetlerin ağızı da bir kol düğmesi ile tutturulup kapanmışdır. Şarklı kıyafetinin rahat esvablarına alışmış kimseler için ilk zamanlarda frenk gömleği sıkıntılı bir cendere giıbi gelmişdir. Beş namaz vaktinde abdets almak için de ayrıca sıkıntılı olduğundan halk arasında yayılması çdk ağır olrnuşdur, ancaık alafrangalığa aşırı hevesli gençler tarafından rağbet görmüşdür; bir kısmı kibar tabakaya mensub, hemen hepsi mektebli, ve başda fransızca bir ecnebi dil de öğrenmiş olan bu gençler, koyu mu'hafazakarlar tarafından beyna-
mazlık (namaz kılmazlıık), dolayısı ile dinsizlikle damgalanmışlardır. Ceket - Pantalon hayli yayğın bir hale geldikden sonra dahi esnaf tabakası frenk gömleğine hiç ısınamamış, frenk gömleği yerine ceket ve yelek altına mintan giyilmekde devam edilmiş, dolayısı ile boyun-bağı da bağlanmamışdır.
Memleketimiz için kaydediyoruz, XIX. Yüzyıl ortasından zamanımıza kadar frenk gömleği kesimlerinde çeşidli modalar çıkmış ve değişen de gömleık yakaları olmuşdur; kolal"
takma yakaların çeşitleri, sabit kolalı yakalar, sabit yumuşak yakalar, yaka uçlarının kesimleri, biçimleri ayrı aıyrı isimler almışdır. ilk frenk gömlekleri resmi memuriyet hayatında giyile gelirken, günlük hususi hayatda boyunıbağı bağlamadan giyilen ve spor kesimi denilen frenk gömlekleri yaıpılmışdır. Hatta zamanımızda, üstüne ayrıca ceket giymeye ihtiyac göstermeyen, ceket yerini de tutan frenk gömlekleri vardır.
FUTA, «Bir iş işlerken, veya hamamda, sair ah. valde bele bağlanan ipek peştemal>ı (Şemsed-din Sami, KaamOsu Tünki ).
Şemseddin Sami Beyin bu tarifinden peş-temalıın ipeklisine «futa» denildiği anlaşılır; fakat edebi ve tari>hi metinlerde «İbrişim Futa», «İpek Futa» gibi tabirlere pek sık rastlanır ki futanın «İpekli» kaydına lüzum kalmadan doğrudan peştemal anlamında bir isim olduğu bellidir (Bakınız : Peştemal)
Dellak belinde hamam futası
Toplum hayatımızda yüzyıllar boyunca iş işlerken bele bağlanan ıbir futa - peştemal, bütün esnafın ve zenaat erbabının müşterek ve kutsal bir masgotu, bir hüner, ehliyet, uğur, sıhhat alameti, tılsımı bilinmişdir.
Bir çırağıın girdiği meslekde, tutduğu işde ehliyeti görülüp esnaf loncası kararı ile rneslek-daşlığa kabulü töreni, o çırağın beline bir peş-temal - futa kuşatmakdan, bağlamakdan ibaret idi.
Seyyar veya dükkan sahibi bazı esnaf, mesela şekerci!-Şekerci, Helvacı, Aşçı, Kahveci, Berber iş başında bellerinde mutlaka bir futa bulundururlardı.
Futalar bir zemin rengı uzerine mutlaka çubuklu ve çubuk kafesli olarak dokunurdu; çubuklar inceli kalınlı olub, ^kseriyetle zemin rengının derece derece ıkoyusundan yapılır; ve futalarda (peştemallarda) al - kırmızı renrk, esas renk ola gelrnişdir. Bilhassa esnaf tabakası iş başında al futa bağlanmışdır. Halkın hamam futaları, (peştemalları) da aynı renkde olagelmiş, hamamlarda müşterilere mahsus futalar (peştemalar) da daima al olmuşdur.
Külrengi - siyaıh futa (peştemallar) da, kadim bir geleneğe dayanan esnaf nızamna-meleriyle hamam dellaklarına tahsis edilmiş idi; o nızamnamelerdeki kayıdlara göre bir «fCıtei siyah» (siyah futa) hamam çıplağı dellakin belinde, ıkendisini müşteriden ayırd ettiren bir alameti farika idi.
Büyük çarşı hamamlarında beyaz zemin üzerine ince kırmızı ve sarı çubuklu ve çubuk kafesli ibrişim futalar ise en hatırlıı, kibar müşterilere, onların da bilhassa gençlerine, nevci-vanlarına çıkarılırdı.
Gerek esnaf kılık kıyafeti tasvirlerinde, gerekse kalender meşreb şairlerin esnaf civanları ve nevcivan dellaklar şanında yazdıkları manzCımelerde futalara bil1hassa önemli bir yer verilmişdir.
-
XVll. Yüzyılın ünlü yazarı Evliya Çelebi lstanbulda Kağıthane mesiresini tasvir eder -ken şunları yazıyor :
« ... nice bin dilberan mukaşşer badam gülpenbe misal vücudu nazeninlerini nilgOn (kırmızı) ibrişim fOtelere sarıp mahller (balıklar) gibi yüzerler ...».
Beşiktaşlı Geda! bir berber civanını şöyle tasvir ediyor
İbrişim fUte güzel gerçi yaraşmış beline
Düzedir kökülünü zer şaneyi almış eline
Sırma tasmalı nalın payine mikras eline
derleme yapılsa koca bir risale elde edilir
Dellak selam verir buyurun ağam Size mahsus bugün bu güzel hamam Şimşir nalin ipek futalar tamam
( Galatalı Çorbacı, Şengül Destanı)
Belinde futası tavus kuyruğu
Elinde ayine berber buyruğu
Cümle kalenderan kulu uyruğu
Şahi huban oldu bu yaz İsmail
( Galatalı Çorbacı, Berber İsmail Destanı)
Yuıkarda da kaydettiğimiz gibi edebi metinlerimizden futa üzerine geniş ölçüde bir
Macuncu belinde esnaf futası ('R.E.K. Arşivi)
Şu beyit XVI. Yüzyıl şairlerinden Bahal-nindir :
Kendisi meh, camlar encüm, fUte ebri siyah
Hak bu ki hammamı anın ibreti eflakdir
( Ebri siyah = kara bulu)
Şu ıbeyit de yine XVI. yü:z:yıl şairlerinden ve Peygamberimizin torunlarından Mevlana Sakl'nindir :
Soyundu gonce gibi çıkıb sebzi cameden Bir sureni fule ile o gül p1rehen
Esnaf futaları (peştemalları) ile hamam futalarının (peştemallarının) kuşanılış şekilleri ayrıdır; esnaf futası önden kuşanılıp arkadan iki üst uçlarından düğümlenerek bağlanır, ön kısmı belden aşağı dümdüz iner. Hamam futaları arkadan kuşanılır, ve önden, bir üst ucu belde ten üzerinde kalarak diğer üst ucu bel üzerinde futanın kıvrımına sım sıkı sokulur; bağlanmaz; futanın ön kısmında üste gelen parçası eğri bir şekilde kıvrımlar yaparak belden aşağı dö^ülür.
FÜLFÜL, Karabiberin arabcası, tabii, yahud süs için ladenden konmuş, yapıştırılmış yüz ben-leri şairlerimiz ^arafından k>araıbiıbere benzetilmiş ve güzellerin medhi yolunda yazılmış
mısralara fülfül adı ile geçirilmişdir.
Sevdim bir dilberi hublar serveri
Kızarmış ruhleri ter güle nisbet Dudağı sükker1 kudret kevseri Hali hindOleri fül füle nisbet
( Beşiktaşlı Gedil)
(Hali hindO hindiye benzeyen kara ben)
G
GECELiK ENTARiSİ, Sadece «Gecelik» de denilir; aslında ise Türk dili kurallarınca «Gece Entarisi» denilmesi gereıkir ise de halık ağzında «Gecelik Entarisi» diye adlandırılmışdır (Bakınız: Entari).
GELiNLiK, GELİN ENTARiSi, Eski toplum hayatımızda kadın tuvaJ,etinde bir ıkadının ömrü boyunca giydiği en pahalı, en süslü entarinin adı; ard eteğinin gaayetle uzun olması, ve altın gümüş işlemelerinin bazan ıbu işle-
melere katılmış incilerinin yanında tek hususiyeti idi. Düğ·ünden sonra gelin görmeğe gelenlere çıkılır iken bir müddet daha giyilir, sonra hatıra olaraık saklanırdı.
Zamammı4da gelin entarisi tatbiri ancaık küçük kasabalarda, köylerde kalmışdır; büyüık şehirlerde ve bilhassa yüksek tabakada gelinlik, muhteşem ve muhakkak beyaz, bir gece tuvaleti olmuşdur.
Başında duvak üstünde ziynet altınlı gümüş tepelik, belinde tokası elmaslı gümüş paftalı kemer, şalvan üstünde entari ile Anadolu gelini, XVIII. yüzyıl sonu (Müsahibzadeden
Başında duvak, üstünde elmaslı tac ve belinde elmaslı tokası ile ipekli sırmalı kemer, ve sırma işlemeli uzun etekli entarisi ile İstanbul gelini, XIX. yüzyıl başı (Musahibza'1t;)den)
GELiN PABUCU, GELİN TERLİGi, Eski Tünk kadınının ayakkabılarının en süslüsü olmuşdur, altın ve gümüş sırma ile işlenir, işlemeleri arasına inciler de katılırdı. Pabuç, düğün günü
ikocasının evine giderken bir kere giyilir ve sonra duvaıkla :beraber hatıra olaraık bir san-dıkda saklanırdı. Gelin terliği ise, düğünden sonra da tebrike gelen, gelin görmeğe gelen misafirlere çıkarken bir müddet daha giyilirdi.
GELiN TELİ, Gelin tuvaletinde duvağı süsler (Bakınız: Duvak). 1 - 2 milim eninde gaayetle ince uzun gümüş tellerdir. Aşırı zenginlerde gümüş yerine altından olmuşdur. Duvakla ıbera-ber, pırıl pırıl bir at ıkuyruğu ıhalinde başdan diz kapakları altına ıkadar sarkardı. Zamanımızda duvak kısalmış, gelin teli de, ıbaşta gümrah bir püskül 'halinde kalmışdır. Düğünlerde evlenme çağındaki kızlar gelinin !başından birer sap tel alırlar ve kendi ıbaşlarına iliştirip takarlardı; kısmetlerinin çıkması için uğurlu bilinirdi.
Zamanımıza kadar devam etmiş bir gelenek olaraık İzmit ve havalisinde sünnet çocuklarının takikelerine de uzunca bir tutam gelin teli takıla gelmektedir (Bakınız: Sünnet Taıkke-si).
lstanbulun fethinden sonra Osmanlı padişahları ve şehzadeleri bir düğün töreni ile evlenmemişlerdir; sarayda cariye istifraş etmişler, kız gebe kalınca şer'i nikah byılarak cariye «Haseki» yahud «Haseki Sultan» adı ile padişah zevcesi olmuşdur. XVlll. Yüzyıl ortalarında Sultan lbrahim haremde Hümaşah adında bir cariyeye aşırı alaka göstermiş, fakat güzel kız telli duvakla gelin olmadan p§dişa.ha teslim olmayacağını, 1her tazyiki göze alarak bildirmiş-dir. ıKızın arzusu rkabul edilmiş, Hümaşah telli duvaklı bir gelin olmuşdur ve halık bu güzel genç kadına «Telli Haseki» lakabını takmış-dır.
GELiN TUVALETİ, «Gelin, evlenmeye hazırlanmış ıkız veya yeni evlenmiş kadın; Gelinlik, evlenme çağında kız; Gelinlik, geline mahsus esvab» (Şemseddin Sami, Kamôsu Tünki)
Eski toplum hayatımızda gelin tuvaleti «Gelinlik» yahud «Gelin Entarisi» denilen bir esvaıb, «Gelin Pabucu» ve «Gelin Terliği» denilen bir pabuçla bir terlik, duvaık ile duvağa
takılan «Gelin Teli» ile tamamlanmış olurdu: Düğünden ıbir gece evvel de geleneğe uygun törenle gelin kızın el ve ayaklarına ıkına konur (kına yakılır), o geceye «Kına Gecesi» denilir, düğün gününün sabahı da gelinin yüz makiyajı yapılır, ona da «Gelin yüzü yazma» denilirdi, allık aklık sürülür, gözlerine sürmesi, kaşlarına rastığı çekilir, saçları tanzim olunur; yakın geçmişe kadar da yanakları «yapıştırma» lar ile süslenirdi. Yapıştırma, üstüne hurda elmaslar, yakutlar, zümrüdler, ya-hud altın pullar konmuş, altı zamklı atlasdan çiçek şekillerinde !kesilmiş kumaş parçacıklarıdır. Gelin tuvaletini nihayet ziynet altınları ve mücevherler, yüZ!ükler, :bilezikler, küpeler gerdanlı1k, titreıkler, iğneler, ıbroşlar tamamlardı.
XVI. Yüzyıl şairlerinden Gelibolulu Ka-tib Sun'! gece odasını aydınlatan mumu bir gelin ıkıza benzeterek şanında yazdığı manzumede o devrin gelin tuvaleti üzerine müıb-hem de olsa bir bilgi veriyor :
ArOs oldu bu gice şem'i rana Anınçün yakdılar payine hınni Saçına sırma altun tellw itmlt İzarı i;otüne halin zer etmiş Duvağ etmişler ana al vala
(ArOs = ^lin; Hınna = Kına).
Gelin tuvaleti hiç şüphesiz ailelerin içtimai durumuna ve servetine denık olur, aleladesinden şahanesine varırdı (Bakınız: Gelin Entarisi; Gelin Pabucu ve Terliği; Gelin Teli; Duvak).
Zamanımızın gelin tuvaletinde büyük şehirlerde ve bilhassa yüksek tabakada yüz makyajı tamamen değişmişdir, duvaıklar kü-çülmüşdür, tellere mum çiçekleri katılmışdır, ağır gelin entarilerinin yerini ıbeyaz zengin esvaplar almışdır, papuç ve terliğin yerine de beyaz gelin iskarpinleri giyilmektedir. Kına köyl,ü kızı gelinlerle kasabaların avam tabakasında ıkalmışdır. Yapıştırma tamamen kalkmıştır.
GERMSOD(?), Yalnız Niecllm'in bir gazelinde
rastladık; beyitdeki yerine göre, lugatımıza geçmemiş ıkışlıık eski bir lkumaş ismi olması gerekir :
Şu zlba germsOdu sevdiğim gel al ziyan etme
Çıkar bir came sana belki artar nimtenlik de
(Nedim).
GEY9Ü, «Uzun sag, zülıüf, ık€ı küt, saç örgüsü» (Şemseddin Sami; KaamOsu Tü11kl). «Başın iıki tarafında omuzun üzerine dökülen (Hüseyin Kazım, Büyük förk Lugatı).
Dilimize farsçadan alınmıŞıclır; Hüseyin Kazım Bey tarafından gereği gibi tarif edil-mişdir. Ş. Sami Beyin ıkaydına ıbakıp GeysOyu zülüf, Kakül ve perçem ile asla karıştırma-malıdır. (Bakınız: Zülüf; Kakül; Perçem).
Aslında kadın, !kız saçı şeklidir; taranıp bir at kuyruğu gibi tel tel salınır ise «GeysOi Perişan» denilir; ekseriya örülerek, başın iki yanından iki ıkolan halinde bırakılır; bu saç örgüsünde kullanılan ve bitiminde de örgüyü bağlayıp tutan sureti mahsusada yapılmış, hatta lbazan altın sırma işlemeli saç bağına
Şalvarlı, basma entarili göğsü ziynet altınlı ve hoto-ZUD<la bir gül ile perişan geysi'ılu İstanbul kızı (1850 -190 )
(R. E. K. Arşivi)
Örgü geysfılu İstanbul kızı ( 1850 - 1900) (R. E. K. Arşivi)
(·kordelaya) da «Geysubend» adı verilirdi.
Eski toplum hayatımızda kadın ve ıkız gibi saç uzatmış tarikat şeyhleri, melaml dervişler, kalender aşıklar görülmüşdür; onlara da «GeysOdar» denilirdi; GeysOdar sıfatı, mu-haıkıkak saçlı ıbir erıkek ifade eder; saıkallı bıyıklı geysOdar şeyhler, dervişler, aşıklar istisnasız :bekar taifesinden olmuşlar, yanlarında dolaştırıp hizmetlerini gören mürid, can yoldaşı, maşuk del^kanlılara geysO saldınmışlar-dır, onlara da «geysOdar civan» denilmiş. Tarihimizde saçlı erkeklerin en meşhuru XVll. yüz yılda yaşamış Unkapanlı Şeyh Geysôdar Mehmet Efendidir.
Köçek oğ lanların ise hemen hepsi, istisnasız Geysôdar idi; hatta geysO onların damgası idi. Evliya Çelebi ıbir oyuncu kolunun !köçeklerin bahsederken: «Mehpare civanlar ki her ıbirinin merguule merguule zülfü ham ender hamlan müşkıbar amber geysôleri perişan oldukda gören aşıkların aklı tarümar olur...» diyor.
Geysu, zamanımız delikanlıları arasında da salgın ıbir moda olmuşdur; ıbizde Geysôdar c;ivanlara henüz pek ender, ve galiba yalnız lstanbulda rastlanıyor ise de memleketimize gelen turistlerin -arasında pek ç^ rastlanmak-tadır.
Latin asıllı Türk harfleri ile bazı edebi metinlerde Geysu kelimesinin «Gisô» şeklinde yazıldığı görülür; muhakkak ki doğru değildir.
Kız, kadın veya delikanlı, güzel gençlerin aşıık gözü kamaşdıran yüzlerinde, başın ilki yanından dökülmüş geysOlar bir tuvalet motifi olmakla kalmamış, edebiyatımızda aşı-ıkaane rindane şiirlerde önemle bir yer almıştır.
Başında yeşil destarlı tacı, ellerinde teber ve keşkül, yalın ayak, bir iç donu ve bir koyun postu ile yan çıplak geysUdar derviş.
(. R. E. K. ^şivi) •
Geysıllu Köçek Oğlan (. R. E. K. Arşivi)
Bir hali hindil
Geysusu hoşbu Mahbubu hoşgil İşte budur bu
(Şarkı)
(Hai = Ben; HoşbO = güzel kokulu; HoşgO = Tatlı di:ı')
*
Tize gülden nazik ter gül yanağı
GeysOları sünbül lale dudağı
Naz ile sarkıtmış belden aşağı
Saat kordununda zer saçağını
( Beşiktaşlı Gedai )
*
Akibet gönlüm esir ettin o geysulerle sen
Hey ne cidilsun ki ateş bağladın mOlerle sen
{Nedim)
GEZi, «ipek ve iplikle karışık hareli bir kumaş; bir arşın eninde (dokunur) olduğu için gezi adı verilmişdir; (bir çeşidine) Hind Gezisi (denilir}, entari yapılırdı» (Şemseddin ^mi; KaamOsu Yürkl). »Sert ve hareli bir ipekli k:u-
maşın adı; her rengi vardı, açıık renklileri maı^buldü. Eni çok dardı, eski kadın entarileri geniş ve uzun olduğu için iıki top geziden bir entari yapılırdı, (bundan ötürü arşın ile değil), top ile satılırdı. Şam Gezisi, Haleb ^ zisi, iBağdad Gezisi isimleri ile çeşidleri var ise de en makıbuli Hind Gezisi» (M. Zeki Pa-kalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Yüz sürme kimseye yok fimdiden tezi Aldır babana anterilik mavi bir gezi Geldi tamam bir herife varma merkezi Gayri ayıpdır öyle bürünüb namaz bezi Olma sokak süpürgesi hanım hanımcık ol ( Enderunlu Vasıf)
GOCUK, Kışın askerler ile köylünün ve şehirlerde bekçilerin giydiği^ yekpare koyun ^^ tundan kürkün adı; kalın kaba kumaşlara, abaya kaplanır. Kollu, genişce devrik yakalı, ve ıbeden kesimi diz ıkapağından aşağı uzundur. Asker gocuıkları ordu ıbirliıklerinin demirbaş eşyafarındandır; katı kışlarda, ıkarda tipide ve şehir dışında görevli birliklerde öncelikle nöbetci erlere giydirilir. Köylerde bilhassa ıköy ağaları giyer yağmurlu kara kışda pek giXilrrıez, kaplanan ıkumaşı suyu çeker, post deri tarafından ıslanır, terıbiyesi ıbozulur, kuruyunca katılaşır, gocuk giyilemez hale getir.
GÖMLEK, denilegelir, doğrusu Gönleık'dir; gön deri, ten demektir, gönleık, çıplak tene giyilen şey demekdir; erkek gömleklerinin eteği dizden yuıkarda kalır ve belden aşağı iç donunun içine sdkulur; kadın gömlekleri ayak bil^klerine kadar uzun olur, ama aslında bu çamaşır ıbedenin Qst kısmını örter. Yalnız setri avret etmiş esvabsız kılık için ıbir don bir gömlek denilir» (Şemseddin SSmi, KaamOsu Türki).
Kız veya deliıkanlı güzel gençlerin aşık gözü ıkamaşdıran tenlerini örten gömlek, aşı-kaane rindane şiirlerde önemli lbir yer alır, faıkat yakın geçmişe ıkadar ıbu çamaşır Tülikçe adı olan gömlek yerine farsca ık:arşılığı olan «Plraher» veya uPlreher» diye anılmışdır. (Bakınız: Plraher, Plreher).
ince, yumuşak bezlerden kesilirdi, gömleklik !bezler de ya düzbeyaz, yahud beyaz üzerine kırmızı, sarı, mavi renıklerin uçuk tonları ile ince Çubuiklu olaraık dokunurdu. Kadın veya erkek !kibar gömlekleri de ıbürüncük-den olur ve «helali, helali gömlek» diye isim alırdı (ı&kınız: Bürüncük) . Ayak takımından amele, ırgat, uşaık kayıkçı gemici gömlekleri de 'kaba bezden (Traıbzon bezi, Amerikan bezi) yapılırd'ı ki o bOydan kimseler zamanımızda da ayni cins gömlek giyerler; ordumuzda erlere verilen ıbeyli'k gömlekler de böyledir (Bakınız: Don).
Da§ devirir sanki a11k Ferhadım Zeberdest nevcivan eşbeh ırgadım Göklere sığmaz ger olsa kanadım Pırpırılar Jiihı bir don bir gömlek Başıma ne işler açdı gör Felek
( Galatalı Çorbacı, lrgat Destaaı)
GÜL, Türk süslenme tarihçesinde ıkadın ve erkek, bilhassa baş için, greplerin, yemenilerin, çemberlerin, hoıozların, oyaların, işlemele
rin, altınların, altın pulların, incili elmaslı iğnelerin, perçemlerin, ıkaküllerin, :zülüf-lerin yanında güzellikleri insan eliyle taklid edilemez çiçekler de yer almış, bu arada yaprakları ile beraber bir gül, kız, genç ıkadın ve bir nevcivan başı için şahane lbir süs bilinmiş-dir. Çiçek, sarığın destarın,. yemeninin veya hotozun bir kenarına kıvramına ilişdirilmiş-
dir.
Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunma;
Gül goncasısın kOşel destilr senindir
{Nedfm)
GÜLLÜ ÇORAB, Harikulade güzel nakışları ile meşhur eski-yeni el örgıüsıÜ yün çorablarımız-dan gül motiflerini taşıyan çorablara verilmiş isimdir. Güllü ıkadın çorablarını gelinlilk ça
ğında genç ıkızlar, erkek çorabını eşbeh ci^n-lar giyerdi, belki daha yerinde bir tâbir ile ^ çorablar onlara l^yıık görülürdü (ıBakınız: Ço-rab) .
Allı gülli! çorabının içinde
Kesme billOr güzelim de ay•klar
GÜUÜ DiBA, Diba denilen ağır ipekli kumaşın gül nakışlılarına verilmiş isim (Bakınız: Diba).
H
HAL, insan vücudundaki Ben denilen benek nişanın aralbcası (Bakınız: Ben). Ya tabii, ya-hud süslenmek için ladenden sun'i olarak ^-ze konulan, yapıştırılan benler, güzellerin
yüzlerini tasvir şanında yazılmış esıki şiirlerde iben ismi yerine ekseriya benin ara:bcası olan «hal» lkelimeS\İ i•1e lkaydedilmişdir. Aşağıdaıki terennümler divanlarımızda binlerce emsalinden bir kaç örnekdir :
Hal kllfir zülüf kafir çeşim kafir el ııman Serbeser iklimi hüsnün kafiristan oldu hep
( Nedim, gazel)
Gördüğüm günden beri sad dane - hali ruhlerin Dilde tesbihimdir ol fülfül gibi çok benlerin
( Nedim, beyit)
Ayak bilekleri halhallı çengi kız (R.E.K. Arşivi)
HALHAL, «Kadınların ayak bileklerine takdııklan bi!ezrb (Türk Lugatı}.
Aslında arab kadınlarının günlük süslerinden olan Halhal, bizde ancak ıköçek oğlanlar ve çengi kızlar - karılar tarafından kulla-nılmışdır. Ayaık bileklerinde gümüş yahud al-tun ikişer, üçer rhalıhalın rakkas veya raıkıkaase-nirı · oyununa çok tatlı bir ses katacağı aydındır.
Pür etti kOçeyi sıytı feşafeşi daman İrişdi zirvei Nahide çın çını halhal
(Nedim)
*
Hayali busi piye desti ümmidim sarılmakdan Gönülde halka halka ahlar halhaale dönmüşdür
(Nedim)
Aslında sâd^e oyuncular ayağını süslemiş ve şairlere teşbih motifi olmuş halhal memleketimizde artık görülmemektedir.
HAMAM NALINI, (Bakınız: Nalın)
HAMAYLI, «Aslı arabca Hamail, omuzdan çaprast asılan ibağ: kılıç hamaili, nişan ıhamaili; aynı suretle asılan musıkalara, uğur tılsımlarına da hamail denilir» (Şemseddin Sami, KaamOsu
Türki}.
Hamaylı, hamailin ha^k ağzı yaygın adıdır; okula giden çocukların omuzdan çaprast asılan cüz keselerine de, çaprast bağı ile be· raber hamaylı denilirdi.
Pullunun evleri hamama yakın
Sağına soluna hamaylı takın
Mezadda bulunmaz alayım satın
Aman Pullum aman yandın elinden
Kaçub kurtulmadım senin dilinden
(Aydın Türküsü)
ikinci Abdülhamid zamanında öğrencisi için üniforması olan okullarda bir karış enliğinde !kırmızı atlasdan hamaylılar yaptırılır ve üzerine sarı sırma yahud beyaz ipek ile «Padişahım çok yaşa» dövizi işletilir, okulca bir törene gidildiğinde ıbu dövizli hamaylılar öğrencilerin ceketlerinin önüne sağ omuzdan ceketin sol yan eteğine doğru konulurdu.
Kılıç hamaylı!arının ise, som sırma işlemeli pek güzel alıcıları vardı.
Sünnet çocu•klarına da hamaylı takılır, eski bir geleneıkdir ve daima kırmızı renkli olur (Saıkınız: Sünnet Çocuğu kıyafeti).
îkrnci Sultan Hoid imanında okul ü^ornasının üstünde «Padişahım çok yaşa» yazılı okul hamayhsı (R.EK. Arşivi)
HANÇERr «Ucu sivri, iıki tarafı !keskin kamaya benzer ıbıçaık» (Şemseddin Sc3mi, Kaamôsu Türıkl).
Tanzlmatdan önceki eski toplum hayatımızda hançer, erkek tuvaletinin, aynı zamanda mercilik nişanı olan en önemli süslerinden biriydi. Erkek çocuğun delikanlılık çağı, ^^ lindeki ıkuşağın ıkıvrımına sokulmuş bir hançer taşıması ile başlardı.
Hançerin ıkını ve kabzası, memleketimizde yüzyıllar boyunca en zengin kuyumculuk konularından biri olmuş, irili l.Jfaıklı zümrıüt-!er,yakutlar, elmaslar, pırlantalar ile süslenmiş, yüksek ıkıymetlerine kıymet biçilmesi güç ve güzelliklerinin segrıne doyum olmaz hançerler, Osmanlı Padişahları tarafından vezirlere, serdarlara, 'yabancı hükıümdarlara hediye olarak verilmiş, gönderilmişdir; ve Osmanlı Padişahları !bizzat kendileri de en muhteşem hançerleri taşımışlardır. Kadifeden, ipek-den altın sırma ile, incilerle işlenmiş kıymetli kumaşlarıdan esvapların, !kaftanların arasında murassa bir hançer kabzası, göz kamaştıran şahane tuvalete ayrı bir revnak vermişdir. l^ tanbulda Topkapusu Sarayı Müzesi hazinesin-de dünyanın en güzel, en kıymetli hançerleri teşhir edilmekdedir;blr vitrinde de bu kıymetli hançerlerden bir ıkısmı, mankenler üstündeki padişah esvapları arasında, ıkuşakla-ra 1konmuş, asıl yerlerinde görülmektedir.
Şu ıkıt'a XVlll. Yzyılın ünlü şairi Nedlm'-in meşhur bir şarkısındadır:
Sürmeli gözlü, güzel yüzlü gazalan anele Zer kemerli, beli hançerli civanan ande Bahusus aradığım servi hiraman ande Nice akmaya gönül su gibi Sadabade
Başka manzum tasvirleri :
Camei surh u kebud içre nıhandır hançerin San şafak içre hilali asümandır hançerin
(Misili)
Edebiyatımızda güzelllerin, bilhassa güzel delikanlıların kaşları ve kızgın sert bakışları hançere 'benzetile gelmişdir.
Kılıcını hamaylı ile kuşanmış Çuhadar. (R.E.K. Arşivi)
HARE, «Sof gibi dalgalı bir nevi ıkumaşın adı" (Hüseyin Kazım, Büyüık Tüıık Lugatı}.
Hare daima düz renk bir kumaşdır; «dalgalı» tabirinden kasıd, mermerin üstündeki dalgalı damarlara benzeyen görünüşüdür, «hare» ve «hara» aslında da farsca sert taş, mermer demekdir ve ıkumaşa adı ıbu benze-yişden verilmişdir.
Hare giyinmiş !bir nevcivan şanında aşa-ğ ıdaki kıt'a, XVlll. Yüzyılın ünlii şairi Nedimin ıbir şarkısındandır :
Şivesi nizı edası hamdesi pek bi bedel
Gerdeni püskürme benli göxleri gaayet güzel Sırma kakül sim gerden zülUf tel tel ince bel Gül yanaklı gülgüli kerrikeli mor hireli
HARMANI, HARMANiYE, Pelerinin eski adı, bil-tıassa enkek pelerinin, asıker pelerinin adı.
lıki.nci Sultan Mahmudun zamanındaki kıyafet inkilabında orduda, zabitler arasında yaygın moda olmuş, omuza kolayca atılan harmaniler ıkaputlara tercih edilmişdi.
HARMANLI ÇARŞAF, cfüeikleri ıharmaniye gibi geniş bir nevi çarşafın adı» (M. Zeki Pakalın, O^ manlı Târih Deyimleri ve Terimleri}
HARTAVI, «Sipahilerin yeniçeri keçesine muad.il olarak giydiıkleri toparlak Keçe Külah• {Şem-seddin Sami, Kaamusu Tüııkl} .
HAT, «Arabca çizgi, yazı; gençlerde yeni çıkmaya başlayan btyıtk ve sakala da, {yüz levhası üzerinde yazıya benzetilerek) hat denil-mişdir. Hataver: Sakal ve bıyığı yeni bitmeye başlamış genç, delikanlı» (Şemseddin Sâmı, KaamOsu Hif"kl) .
Giyim, ıkuşam ve süslenmede vücud yapısı düzgünlüğü ile yüz çizgileri, güzelliğinin elbet ki çok önemli tesiri vardır; bir dilber deliıkanlı yüzünde önemli değişiklik olan «hat», bundan ötürüdür kL bilhassa kızın ve ıkadının örtü altında bulunduğu devirlerde şâirlerimizi çok meşgul etmişdir; divanlar hat ile hataver gençler üzerine tasvirlerle doludur.
Laübali meşrebi yosma kesim
Kıl kalemle yapma gOya bir resim Ben şaşırdım doğrusu pOşü pesim Yandı esmam bir hataver dilbere
Mülki hüsnün dil temaşa eylemiş Son baharın zevkin icra eylemiş Hat gelüb vechin dü bala eylemiş Yandı esmam bir hataver dilbere
( İsmet A§anın muhayyer sünbüle fllkl' lSI)
•
Ol kaküHere bin can fedadır
Hattın hele bir başka sefadır Uşşaka amma ki bir beladır Göz gördü gönül sevdi ne çare ( Nikogos A!lanın ferehnak prlosı)
*
Hat sanmamız ruhindeki, yazmıt debiri sun,
Bir al ka§ıd üstüne sünbül kasidesin
(Nedim, guat)
HATAi, «Esıki bir ipekli kumaşın adı; sade Hatai, Telli Hatai, Nevzuhur Hatai diye nevlleri vardı» (M. Zeki Paıkalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
-
XVlll. Yüzyılın ünlü şairi Nedimin bir beytinden bu ipekli kumaşın iç gömlekliği olarak !kullanıldığı anlaşılıyor :
Limooni hatiyide o pistana niglih et Hiç böyle celi ,ıışaa narenc bulunmaz
(Piştan = Meme; Nârenc = Turunç).
HAYOERI, HAYDERIYE, «Dervişlerin giydikleri kolsuz ve omuz başlarında üçgen şeklinde birer parçası olan bir nevi kısa libas ki hırkanın altına giyilirdi» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türk!). Abadan, çuhadan ıkesilirdi, ıkolsuz olduğu için abdest alınırken sırtdan çıkarılmazdı. Derviş karı olan hayderiye halık tarafından da giyilegelmişdir; M.Z. Pakalın «Osmanlı
Tarth Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde: «Hayderllerin uzunluğu mintanı örtecek kadardı, Bektaşiler ise Hayderiyi dizkapaıkları-na 'kadar uzun yaptırırlardı» diyor. Bu uzun kesim Hayderl de halk sırtında görülmüşdür.
HEFTRENK, «moo» nın bir çeşidinin adıdır (Bakınız: Diba); yedi renık üzerine iplikle dokunmuş olub memleketimize lran ile Venedikden gelirdi; birine «Heftrenık Acem Dlbası», öbürüne de «Heftrenk Venedik Dlbası» denilirdi.
HELALI, HELALI GÖMLEK, «Arışı bürüncük (Ham ipek; Bakınız: Bürüncük) ve argıcı pamuk
olup iburuşu^ görünüşlü ıçamaşırlık ıbez; bu •bez yapılan (ve ten üstüne giyilen) gömlek» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türıkl).
İpekli esvab ve çamaşır giymenin erkeklere haram olduğu söylene gelirdi;; bilhassa tene temas eden ipekli çamaşır giymekden halkın orta tabakası ile ayak takımı çok çekinirdi; koyu sofuların bu haram telkini karşısında, bürüncüğe pamuk ipliği katılmakla bu çamaşırlık bezin erkekler tarafından da kul-
!anılabileceği için beze «helali» adı verilmiş-dir, ondan yapılan iç gömlekleri de «helAlh, veya «helali gömlek» adını almışdır.
Helali bez gömlekleri de bilhassa büyük şehirlerde, bu arada lstanbulda ayak takımından şehbaz civanlar giymişdir; onların gün-lüık tuvaletlerinde bir hel€ıl.J gömlek o !kadar önemli bir yer almışdır ki kalender şairler destanlarda, semallerde, ıkalenderllerde, ıkoş-malarda şehbaz civanların giyim ıkuşamlarını anlatır iken helali gömleklerinden muhakkak bahsetmişlerdir.
Gör aylın ayakla o meh cemilli Jl.k dimiden donu gömlek helllli Laübali meşreb şühane hali Zeberdest nevcivan bir eşbek yiğit
Hanım demiş buyur senindir yalı Yandım çalımına bıçkın Hopalı Ayağın altına sereyim halı Vax geçüb çalıdan terki vahşet it
( Galatalı Çorbacı, Baskın Destanı)
HIRKA, « 1 - Dervişlerin giydikleri üst libası; 2 -(Halık tarafından) cübbenin altına veya gecelik entarisi üstüne giyilen dize ıkadar yahud daha ıkısa pamuklu libas» (Şemseddin Sami, KaamOsu Tür:kl). «1 - Yamalı ve fersude libas (derviş libası); 2 - Üste giyilen dikişli ve pamuklu libas» (Hüseyin Kazım, Büyük Türık
Lugatı).
Hırka kesiminin hususiyeti, kollarının az genişce, boyun kısmının yakasız, ve önden; yukardan aşağı bir sıra ilik düğme ile kapanır oluşudur; iki yanına ekseriya :birer ceb de yapılır. Yuıkardaki lugat kayıdlarında «pamuklu libas» tabirinden, hırkanın pamuklu ku-maşdan yapıldığı anlaşılmamalıdır; hırkanın bir yüz kumaşı, bir de astar kumaşı vardır, yüz ile astar arasına, istenilen incelikde bir tabaka pamuk konulur, ve bu pamuk tabakası ya düz dikişlerle, yahud baklava dikiş denilen 'kafesli dikişlerle hem yüze hem astara, dağılmasını önleyecek şekilde dikilir. Bunun içindir ki hırka bir kışlık libasdır. Yüz vıllar boyunca kadınlar ve erkekler tarafından giyi-le çıelmiş, Anadoluda zamanımızda da çok
Başında elmaslı hotoz, entarili, hırkalı Aydın Hanımı (1880 - 1890)
(Kıyafeti Osmaniye Albümünden)
yaygın olarak hala giyilmektedir; lstanbulda da Anadoluya, bilhassa köylere sevkedilmek üzere hazır hırka dikip satan dükkanlar vardır.
Hırıkanın yüz kumaşı, giyecek olan kim senin içtimai durumuna göre en ağır, en ba-halı kumaşlardan, en adi, en ucuz kumaşlara kadar ola gelmişdir, astarı da yüz kumaşına denk olmuşdur.
Hırıka aslında derviş libası olduğu için, dervişliğin sırrı ve hiıkmeti de kanaat ile fa-ıkirane yaşamak olduğundan hırka giymek, mecazi anlamda tevazuu, kanaati ifade etmiş-dir; dervişe «Hırkapôş», hırka giyen denilmiş, «ıbir lokma, bir hırka» diye de bir darbı meselimiz olmuşdur.
Dervişliği, şeyıhliği gösterişde oranları hiciv yollu aşağıdaki beyit, XVll. Yüzyılın ün-lıü şairi Şeyhülislam Yahya Efendinindir :
Hır^ a vü tacle' zahid kerem et, sikleti İco Acleıne cübbe vü desfar keramet mi verir
Hır.ka üzerine şu beyit de Ziya Paşanındır
Gencide durur hırkamız altında künüzit Dervişleriz gerçi nazarda fukarayız
«Dervişleriz, görünüşde fukarayız ama hırkamızın altına hazineler, defineler sığmış duruyor..."
Yüz kumaşı yünlüden olan hırıkalara «Hırkai peşmlne» denilirdi, beyit Nedlmindir.
Kimse anmaz zahidin alüde daman olduğun Çokluk olmaz nem hüveyda ,hırkai peşminde
«Sofunun eteğinin kirli oldu^unu kimse düşünmez, ekseriya yünlü hırkada nem görünmez ...» . .
-
XVI. yüzyıl şEıirlerinden Dürrl'nin şu beyti de hırkanın fukara 'Üstlüğü olduğunu bel irtir :
Ey hace fakrü fakemiz mülkü giniya vermeyiz
Bu köhne şlilü hırkamız atlasu kabliya vermeyiE
HiL'AT, «Hıüıkıümdarlar ve vezirler tarafından birine ·hürmet ve mukafat yerine giydirilen kaftan; hil'ati för:ire» (Şemseddin Sami, Kaamô5u Türk!). «Padişahlar ve vezirler tarafından şayanı taltif ve mükafat görülen kimselere giydirilen müzeyyen Kaftan» (Hüseyin Kazım, Büyük
Türk Lugatı)
Osmanlı Devletinde padişahlar ve vezirler tarafından hil'at giydirme geleneğinin ne zaman başladığını kesin olaraık söyleyemeyiz, herhalde XV. Yüzyıl ortasında olacaıkdır; 1 S26 dan sonra ikinci Mahmud tarafından kaldırıldı; hil'at giydirmenin yerini murassa saatler, murassa armalı saatler, altun ve murassa !ku-tular, daha sonra da nişanlar, madalyalar al· dı (Baıkınız: Kaftan; Kürk).
Budur atiyyei dlvanhllnei kısmet Gehi pelisl gühen hil'ati samur (Nabi)
•
Geh zuhur eyler idi ol güli al
Hil'ati surh ile hurJicl misal
(Hikaani)
Kımızı ipekli kumaş üzerine altın tel ve mavi, ta-mızı, beyaz ipekle çiçek naluşlı hil'at (Kanuninin oğlu Şehzade Mehmedin hil'ati, XVI. yüzyıl, Topkapı
Sarayı Müzesi)
HORASANI, «Eski kiyafetde sarıkdan taşgın Ha-cegan Kavuğunun adı ki eski mezar taşlarında emsali çok görülür» (Şemseddin Sami, Ka-amôsu Türk!). «Horasan edası sarığına aşgın bir 'boysuz kavuk ki Hacegan rü^besine mahsus idi» (A,hmed Vefik Paşa, Lehcei Osman!).
Haceganhık rütbesi, Tanzirnatdan önceki devlet teşkilatında Babıali kalemleri (Başbakanlık ve !bakanlıklar !büroları) amirlerinin rütbesi idi. Kendine mahsus sarık şekli ile Hace-gan Efendilerin giydiği bir ıkavuık olan Horas&. nl her iki lugat kaynağında da mübhem tarif edilmişlerdir. M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Horasa-ni maddesinde şunları yazıyor: «Tepesi düz, kenarları dikişli, içi pamu:klu idi. Memurların
ileri gelenlerine mahsustu. Üstünf· ince, kenarı ipekli, beyaz yahut veşil sank sarıiı!'"dı. Sarığ;n üstünden kavuğun bir iki parmak kadar yerı görülür, sarığın altına tesadüf eden ön kısmı da hilal şeklinde açık bırakılırdi. Ön 1oırafında-ki açı·klık, sarığın kabarıklığı, namaz kılınır iken secdeye mani olmamak içind•. Meşhur şair Sünbülzade Vehbi Iran elçiliğine tayin edildiği zaman, vaktin usulünce uhdesine ha-cegânlık■ rütbesi verilmiş, hu münasebetle başına Horasanı giymişdir; Lütfiye isimli me^ hur .eserinde :
Ol Horasar.i büyük afettir
Sanma kim baş çekecek siklettir
Ez kaza uğradı başım derde
Çok zaman ben ^ ^türdüm serde
Murgi cana idüb Allah imdad O kafesden beni elti azad
diye şikayet ediyor. Son beyitdeki ıkates k^ limesi, Horasani Kavuk üzerine ,kafes şeklinde (Kafesi) sarılan sarığa iş.§rettir» (M. Z. Pakalın).
HOTOZ, «Aslı Kotaz'dır; :kadınların kendi saÇ
larından veya yemeni ve saire ile yapdıkları baş süsü» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türıkl)
Kotaz yahud Kaytaz, Türkistanın bir cins uzun kıllı öküzünün :kuyruğundan yapılan tuğ ile at gerdanlarına süs olarak asılan püskülün adıdır, çağatayca olan bu isim, yuıkarıda tarif edilen kadın başı süsüne de Hotoz diye telaffuz edilerek isim olmuşdur.
Yakın geçmişe ıkadar yetişkin kızların ve her yaşda kadınların türlü çeşidleri ile en yaygın baş tuvaleti olan hotoz bir ev tuvaleti idi. Sokağa çıkılırken de, yaşmağın başı örten parçası hotoz üstüne atılıp bağlanırdı. Başlarına hotoz yapıp kondurmayanlar da saçlarını tarar örerler, üzerine bir yemeni bağlarlardı. (Bakınız: Ferace; Yaşmak).
Hotozlar bilhassa «ikrep» ile (Bakınız : Krep); yahud papazi denilen fabriıka bürün-cüğü ile yapılırdı (Bakınız: Papazi); şeklinin andırdığı şeylere, kreplerin rengine veya dü-
Dörtpeşli entarili, şalvarlı, beli şal kuşaklı ve başı hotozlu İstanbul hanımı, 1880 - 1890 (Kıyafeti Osmaniye Albümünden)
gum şekillerine göre de Felek tabancası H^ toz, Zeyrek ydkuşu Hotoz, Duduıburnu Hotoz, Saraylı Hotozu, Kürdi Hotoz, Gelin sorgucu Hotoz, Çimdik Hotoz, Kayık Hotoz, Küpkapa-ğı Hotoz, Tandır Hotoz diye isimler alırdı. Hotozlar, zamanımızın kadın şapkaları gibi esvabın rengine ve kesimine de uygun olurdu. Zengin ·hanımlar hotozlarını, ayrıca, mücevherler ile de süslerlerdi.
Över kızım över, kendini över Hotozu büyük, tavanı döver
tekerlemesi kendini beğenmişler için söylenirdi.
Eski Türk kadını ev içinde, haremde başına yemeni, krep, namaz bezi bağ lamışdır,
ev-harem serpuşu da çeşidli hotozlar olmuş-dur. Sazı yabancı ressamlar Osmanlı Sarayının harem şöhretleri olmuş Haseki Sultanların (padişah zevcelerinin) muhayyel portrelerini yapmışlar, o muhteşem kadınlarının eteğinin ucunu dahi görmedikleri için, diledikleri gibi giydirip kuşatmışlar, başlarına da, ortaçağ avrupa kraliçelerinin baş tuvaletlerinden mülhem olarak acaib si1vri sivri serpuşlar oturtarak bu serpuşlardan tüller sankıtmış1ardır. Türk kadını hiç bir zaman o biçim ıkülahla tac arası hotoz kullanmamıştır. Bu resimlerin ha:kikl Türk sultanı kıyafeti ile hiç il,gisi yokdur, ancak bir sanatı'karın tahayyülü olaraık kıymet-lendirilebilir. .
Acaib harem serpuşu hotozu ile muhayyel Hurrem Sultan (R. E. Koçu Arşivi)
I.I.J
JSKARlAT, «ltalyanca Scarlatto isminden; has boyalı ve pek ıkı^mızı ve pek parlak bir cins eski Venediık Çuhasının adı> (Kaamôsu Tünkl).
Eski devirde bilhassa yeniçeriler tarafından giyilen çuhaların en makbulü idi, devlet-ce temin edilir, verilirdi; yeniçeri ağzında ve halk ağzında çoğunlukla «iskerlet> şeklinde telaffuz edilirdi.
iÇLiK, Kışın esvab altına giyilen pamuklu yel^, «Zıhın» da denilir (Bakınız: Zı:bun, Zıbın).
iNCi, «istiridye denilen deniz hayvanının sedef ıkabuğu-içinden çııkan maruf kıymetli daneler ki ıkadınlara ziynet olrnuşdur, eski bir telaffuzla) lncO da denilir; gaayet beyaz, tertemiz ve gaa·{et muntazam dişler de inciye benzetilir» (KaamOsu Türk!): Arabcası «Dür», cLO'IO» dur, eski edebi metinlerimizde çoğunlukla inci yerine bu arabca isimleri ile anılır.
En makbülleri sıcak iklimli ülkelerin denizlerinde, :bu arada Basra Körfezi ile Hind Denizinde çıkar. Denizden çıkarıldııkdan sonra tüccarı efipde gereken terbiyeyi görerek temizlenir, ıboy boy ayrılır ve dünya mücevher piyasalarına sevk edilir. En ma^bülleri fındık büyüklüğünde ve hiç pürüzsüz yus yuvarlak incilerdir ki bizde «Hürmüz incisi» diye anılır. En küçük boylarına da «Hurda inci» denilir. Hakiki incinin hurdası da ıkıymetlidir; inci piyasasında boylarına ve sedefinin cinsine göre kıymet alırlar. inci bizde ıkırat ve mıskal denilen eski bir ağırlıık ölçüsü ile satılırdı; bir mıskal 1,5 dirhem veya 24 kırattır. Antikacı ve kuyumcu Nureddin Rüşdi Büngül 1939 da Türiklye mücevher piyasasında 1 kırat incinin 500-1000 lira arasında satıldığını söyler, 100 dirhem ağırlığında güzel bir inci kolyenin bu hesaba göre 1,600,000 lira değerinde olması gerekir.
inci Osmanlı Sarayında ve eski toplum hayatımızda en çok rağbet görmüş ıbir süslen-
me unsuru idi. Çeşitli kıymeti i taşlarla bwa-ber çeşidli mücevherle girdikden başka ^d^ ce inci olarak iğne, k'üpe, ve bilhassa kolye, gerdanlık olmuşdur.
.,, Kanuni Sultan Süleyman'ın huzuruna kabul edilmiş Fransız rahibi Jerom Morand haş.. metli imparatorun sağ kulağında fındık büyüklüğünde ve armud biçiminde bir tek inciden bir küpe bulunduğunu söyler. XVII. yüz yılın ilk yarısında lstanıbuldaki lngiliz elçisinin zevcesi Lady Montagu da Hafize Sultanın üzerindeki mücevherlerden bahsederken ^ güzel kadının boynunda üç muhteşem ıkolye bulunduğunu, kolyelerden birinin de bir inci ·kolye olup ucunda ıhindi yumurtası büyüıklü-ğünde bir zümrüd bulunduğunu yazar.
iri ve güzel ıbir inciden yapılmış boyun-bağı (ıkıravat) iğneleri asrımızın başında şl'k erıkeklerin süsleri arasında idi:
inci, eski kadın esvablarının altın tellerle beraber işlemeleri arasına da girmişdir; bilhassa yü-ksek tabakanın düğünlerinde gelinlikler daima incilerle işlenmiş, ve bu işlemelere bir ıkaç okka !hurda inci harcanmışdır. Hurda incilerle ıkadın terliıkleri ve pabuçları da işlenmiş, süslenmişdir.
Geçen asrın başlarında Cezayir Kesimi denilen bıçıkın ve külhan\' tuvaletinde (Bakınız: Cezayir Kesimi) sine tamamen uryan, çıplak bulunur, göğüs ıkılları tıraş edilerek yalnız sekiz on sapdan mürekkep bir tutam ıkıl bırakılır, ve her birine ıbir hurda inci geçirilerek bağlanır, adına da «Sine Perçemi> denilirdi.
Zamanımızda boy boy incilerin hakikilerinden asia fankedilmez taıklidleri yapılmaktadır. Taklid olduklarını ancaık inci mütehassısları anlayabilir.
iSKARPiN, ERKEK iSKARPiNi, «Fransızca Escarpin (Eskarpen) den; konçsuz, yarım konçlu
zarif ayakkabı , alafranga hafif kundura» (Ka-amOsu Türk!, 1899).
Bizde avrı:ıpa lı kiyafetinin kabulünden sonra setire - pantalonun yanında ayağa giyilen ayakıkabı da, yine alafranga konçlu potin olmuşdu. iskarpin avam ayağındaki yemeniyi · andırdığı için yadırganmışdı. lsıkarpinin yayı. lışı ' ve potinin hemen hemen giyilmez · oluŞu lstanbulda 1918 mütarekesinden sonra, Anadolu'da da Cumhuriyetin ilk yıllarındadır.
Derilerinin cinslerine, kalıp biçimlerine göre çeşidli isi.mler alır (Bakınız: Mokassen). Kalın ve ince tabanlılar, kauçuk tabanlılar, yükseıkce ve alçak ökçeliler, bağcıklılar, fer-muarl.ılar, yandan lastikliler yazll'klar, içi küi'iklü yarım konçlu kışlıklar, küt veya sivri burunlular, hemen her yıl isıkarpin piyasasında yeni moda ıbir iıki çeşidi görülür.
iSKARPİN, KA,DIN İSKARPİNİ, Türk kadını ferace yaşmaık altında daima paibuç ıgiymişdir; carlı, bürgülü kadınlarımız da kundura giymişdir. ikinci Abdülhamid zamanında feracenin yerini çarşaf alır iıken (Bakınız: Çarşaf; Ferace), evi alafrangalaşmış ailelerin hanımları da çarşafla beraber alafranga bir ayaıkkabl ofaraık uzun 1konçlu, ıkoncu baldıra ıkadar çıkan bağlı kadın botları giymişlerdir. Meşrutiyetden sonradır ıki 1909 - 1914 arasında botların yerini, ayağı bileklere /kadar !kapsayan ıkadın ayakkabılar almışdır. ve bu ayaıkıkabı zaman ile gün günden dekolteleşerek zamanımızdaki iskar
pinlere, hemen bir taban iJe topukdan ibaret, var ile yoık arası topuğu, parmakları tamamen teşhir eden iskarpinlere varmışdır.
Uzun ökçelisi, kısa ökçelisi, mantarlısı, tahta ta<banlısı, ıkumaşdan, deriden, yaldızlı, sırmalı, boncuklu, nalına benzeyeni, çarığa benzeyeni, hatta pili ökçenin içinde, ıküçüoüık aımpulü de burnunda fenerlisi, binbir çeşidi yapılmış, yapıla gelmeıktedir. En lüks, en son moda kadın iskarpinlerinin teşhir yerleri balolar ile yüıksek sosyete düğünleridir.
iSTANBULİN, Sivil memurların avrupalı gibi giyinmeye. mecbur tvtulduğunda, Abdülmecid
zamanında «Redingot» un yerine ıkaıbul edilmiş (Bakınız: Redingot), ve Abdülaziz devrinde de giyilmiş bir ceketin adı.
Redingot, kıravatlı ve kolalı yakalı freng gömleği ile giyilen bir avrupalı ıkisvesi idi. Siviller bu ceketi resmiyet ic.ab ettiren yerlerde, toplantılarda giyerdi. Sefire pantalon giyildiği zaman, gençler onun icablarını kolayca kavradılar, fakat yaşlılar için, kolalı gömlek içine girmek, boğazına ıkaskatı kolalı yakayı takmak, onun üstüne boyunbağını bağlamak kolay alışılır şey olmadı. Sarayda resmi kabullerde, ecnebilerin de bulunduğu toplantılarda, çoğu yaşlı olan devlet erkanı ile yüksek memurların redingot içinde azab ve işkence çekeceklerinden gayri, kıyafet aksaması ile de garibsenecekleri düşünülerek sivil memurlara resmi ıbir ıkisve olarak lstan:bul'in lcad edildi. Redingotdan fa11kı göğsünün tamamen kapalı olması idi, kolalı gömleğe, kolalı yakaya ve kıravata lüzum göstermemesi idi. iki parmak yükseıklikde düz ve dik ıbir yakası vardı. Yakanın içine, kirlendikce değiştirilen hafif ıkolalı bir iç yaka dikilirdi ki bu iç yakanın dışardan ancaık 1-2 milimlik bir /kısmı görünürdü. Yaka önden iliklenmez, fakat, yakanın hemen altından istanbulinin ilk düğmesi başlardı. Eteği tıbkı redingot giıbi diz kapağına ıkadar uzundu; fakat istanbulinin göğsü, yaka altından bele !kadar, ıkendi ıkumaşından yapılmış tek sıra 5 - 6 düğme ile iliklenip kapanırdı.
lstanbulinJer yerini ^kinci .Aıbdıülhamid zamanında redinyotlara terıketti.
ISTANBUL KEMHASI, Kemhanın lstanbulda do-ıkunmuş olanlarının adı (Bakınız: Kemha).
İSTÜFE, «Sırmalı veya kılıbdanlı bir cins ipekli kumaşın adı «(Şemseddin Sami, KaamOsu Türk!). «Sırma veya sırma taklidi tel işlenmiş tdkca bir kumaşın adı. Muhtelif renkleri olan bu ıkumaşın sırma taklidi tellilerine Telli lstü-fe denilirdi. Bundan Doğu Anadolunun bir-çoık yerlerinde gelin elbisesi, papas elbisesi,
yapılır, döşemeliık olarak da kullanılır. Hakiki sırma tel ile işlenmiş olanları ağır cinsidir» (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
iŞLEMELER, Eski Tü11k gıyım, rkuşam ve süsren-mesinde sanatkar ellerin ibda ettiği ipek ve altın telli işlemeler çok önemli bir yer alır. Düz renık ağır kumaşlardan kesilen esvablar, bu arada bilhassa gelin entarileri, terziden önce işlemcilere verilmiş, ipek ve altın tellere ^-zan hurda inciler de ıkatılarak serapa, göz ıkamaştıran ihtişamda, cennet bahçeleri ·gibi işlenmişdir. Kadınlar ve erıkekler tarafından
-
•kullanılmış destimaller, ç:evreler, yağlıklar hatta iç donu uçkurları üzerindeki işlemeler ara-
sında, işçiliğin inceliği, motiflerinin güzelliği, ve sathı, yahud bir kenarı dolduran kompozisyonunun mükemmeliyeti ile sanat harikaları vardır. En güzel, kıymetli örnekler, Topkapu-su Sarayı müzesinde Tıüi1k işlemeleri salonunda görülür. işlendikleri tarihin üstünden yıU;z yıllar geçmiş, ne ipeklerin rengi solmuş, ne de has altın ve gümüş teller :kararmışdır, Çeşitli kumaşlar, bezler üzerine işlemeler gergefler de, el kasnakların da · yapılmışdır. ince deriler 1Üzerine yapılan işlemeler de mestleri, çizmeleri, eldivenleri süslemisdir. Antikacı Nureddin Rüşdi iBüngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde şunları yazıyor: « ... (eski işlemeli) elbiseler, entariler, şalvarlar, ^z-lıklar, paçalıklar, uçkurlar işlerinin değerine göre satılır, 5000 liraya kadar edenleri vardır. (1939)».
K
. KABA, «Arabca isim; Cübbe, Kaftan» (Şemsed-din Sami, KaamOsu Türkl); «En üste giyilen geniş liıbas, ıkaftan; önü açıık kaftan» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı).
Kaba, en basit tarifi ile önü daima açık duran, ıkapanmayan kaftanın adıdır (ıBakınız: Kaftan).
Şöyle mest olmuş ki açılmıt giribinı kabil Nifden ta benclgi hı hançeri füUiıdedek
( Necllm, ga:rel )
(Giriban = Yaka; Naf ~ ^bek çukuru; Bend^h ~ ha\Jlandığı yer).
*
Giymiş ol ruhi musavver kırmızı canfes kaba Lile vef, gördüm seher açıldı göftenden yana Cismi pakime münasib gelse olurdu seza Rengi gülden cane büyi yisemenden pirehen Bağa gel ey gül beden açıl gül ey gonce dihen ( Nedim, şarkı)
*
Benim servi kaba puşum ko hik olsun yolunda ten Deliyim ben benim ruhum yaraşmaz bana pirehen
ı UsOli, xvı. yüzyıl ı
KABAK ÇIÇEGI, Yaikın geçmişe kadar kadın mücevheratından ıbir broşun adıdır; ıkıymetleri taşıdığı elmasların iriliğine ve temizliğine göre değişen kaıbaık çiçekleri, ortada iri bir çiçeği ıbulunan bir buket ile bu bukete konmuş bir kuşdan teşekkül ederdi. Kıymetli taşların yanında mine işçiliği de ayrıca değer taşırdı. Za-rYJanımızda bir ıkabak çiçeği ancak maddi kıy-me-ti ile antika kıymeti taşır; kadınlarımızın
mücevherle süslenmesinde Kabak Çiçeği ar-tıık modası geçmiş bir ıbroşdur.
KABARTMA NAKIŞLI KUMAŞLAR, lpeıkli veya ka dife, nakışları kabartma olarak dokunmuş eski Tünk kumaşları, dünya teksi! sanayiinin en güzel kumaşları olmuşdur denilir ise aslaa hata· ya düşülmez;; bugün küçüoük parçaları antikacılar elinde satılmaktadır; bu arada bilhassa ıBursa ve Üsküdar çatmaları birer harikadır (Barkınız: Çatma). Bu kumaşların kıymetlerine
Kabak Çiçeği (Eski Eserler Ansiklopedisinden)
baha biçilmez örnekleri Topkaıpısı Sarayı Mü^ zesinde Padişah Esvabları Salonunda görülür.
KADİFE, «İpek, yahud pamuk ve yünden yüzü tüylü yumuşak kumaş» (Türk Luga^ı).
Eskiden beri memleketimizde kadın ve erkek esvablığı olarak kullanıla gelmişdir; daha XIV. ve XV. yüzyıllarda Bursada dokunmuş ipekli Türk kadifeleri Avrupa pazarlarında da en makbul kumaşlardan biri olarak tan ınmışdı. Kabartma nakışlı Türık kadifeleri ise zengin ve kibar harcı ıkumaş olarak meşhurdu.
Karanfil nakışlı Bursa Kadifesi (XVI. Yüzyıl)
Antiıkacı Nureddin Rüşdi Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde: «En-güzel kadifeler bizim eski Bursa ıkadifeleridir; Bi!ecik ve Aydosda da ıkadife ddkunmuşdur; Bursa ve Aydos ıkadifeleri şa'heser kumaşlardır ve fevıkalade kıymetlidir. Düz, çiçekli, bilhassa yelpazeli ve karanfilli ıkabartma ıkadife çatmalar (:Bakınız: Çatma) pek meşhurdur, ve metresi 1000 lira eden (1939 daıki antika-cılıık piyasası) 'kadife görülmüşdür» diyor.
Kadifenin çeşidinden kavuk, takıke, celb-. ken, camedan, hırka, entari, şalvar, ayak terliği yapılmışdır. Ayrıca döşemelik olarak da kullanılmışdır.
Zamanımızda düz ıkadifeler bir ıkadın ıku-maşı olarak bilinir, kabartma çizgili ve ^muk
lu - yünlü !kadifelerden de erkek ceıket ve pantalonları ıkesilir, hatta ayak takımı tarafından da giyilir harcı alem ıkumaşlarclandır.
Eski Türk ıkadifeleri el tezgahlarında do-ıkunmuşdur; tekstil sanayii fabrikalaşdıkdan sonra, ıkapitülasiyonların sağladığı imtiyazlardan faydalanan fabrika mamulatı Avrupa ıka-difeleri karşısında Tıürk 'kadifeciliği rekabet edemedi ve kadife artık türlü çeşidleri ile Av-rupadan ithal edilir oldu. Ancak Cumhuriyet devrinden sonradır ki yerli kadifeciliğimiz yeni bir hayata ıkavuşmuşdur.
'KAFESi KAVUK VE DESTAR, «Çuhadan yapılan ve içine pamuk :konulan bir kavuğun ildı; başa geçen alt kısmına nisbetle ^üst ıkısmı daha geniş olurdu ve kafes, yani şebeke tarzında tülbend (destar) sarılırdı. Haceganı Divanı
Hümâyuna (Divanı Hümayunun seçkin, rütbeli bir sınıf ıkatiblerine) mahsusdu» (Hüseyin Kazım, Büyük Türık Lugatı).
KAFTAN, 1828 den önceki eSiki kıyafetde en üste giyilen astarsız esvab, entari, bilhassa er-
Altın tel ve ipek işlemeli, üslüblaştınlınış çiçek çintamanı nakışlı kaftan (Topkapı Sarayı Müzesinde)
Sarayı Müzesinde Padişah Elbiseleri salonunda teşhir edilen padişah ve şehzade kaftanları, hem kaftan hem de eski kıymetli ıkumaş-lar üzerine çok zengin, eşsiz ıbir koleksiyondur.
KAKÜL, «Dilimize farscadan alınmışdır; perçem, zülüf, alına/ yanaklara doğru dökülen saçı>
(Türk Lugatı).
Giyim, ıkuşam ve süslenmede ıVÜcud ya· pısı düzgünl·üğü ile yüz çizgileri güzelliğinin elbet ki çok önemli tesi6 vardır; kakülde, sahibinin işve ve cilve fennindeki hünerine göre yüze ayrı bir revnak, caz^be verir. Zamanımızda da olduğu gibi eski toplum hayatımızda genç kızlar, delikanlılar ıkaküllerine diıkkatle önem vermişler ve onu, yüzlerine yakıştırmaya çalışmışlardır, öyleki ş8irfer ağzında ık81kül aşık tutan, bağlayan ıbir kemende benzetilmişdir. Divanlarımız kakül üzerine tasvirlerle doludur. Kadının, kızın örtü altında bulunduğu devirlerde de çoğunlukla nev-civan k€ıkülleri övülmüşdür.
İkinci Sultan Bayazıdın ipek ve altın tel nakışlı kaftanı, Topkapı Sarıyı, ı Müzesinde
(R. A. K. Arşivi)
!<ek entarisinin adı; ten üstüne giyilen iç donu ve gömlekle ıbaşlayan erkek giyim kuşamı ıkaftan ile tamamlanır. Kaftanın 'Üstüne ancak, zamanımızın paltosu pardüsüsü yerine cübbe, kürk, kapaniça giyilir (Bakınız: Cübbe; Kürk; Kapaniça).
En kıymetli, en lüks eski kumaşlarımız için «kaftanlık» denilirse hataya düşülmez. Eski toplum hayatımızda yeniçeri neferinden padişaha, ıbir küçük oğlancıkdan pir olmuş ki-şi1ye kadar kaftan giyilmiştir. (Bakınız: Dolama).
Ağır kıymetli kumaşlardan kesilmiş kaftanların göğüs kısımları ayrıca altın telli şe-ridlerle, kordonlarla süslenir, elmas ve altın düğmel,erle bezenirdi. !stanbulda Topkapısı
Çeşmi şühundur dili işıkde tesir eyleyen Kakülündür alemi derbendi zencir eyleyen (Nedim)
*
Kikülünden perde çekmişsin ruhi tabimna
Aferin ey gonca! bağı edeb irfanına
(Nedim)
Sırma kakül, sim gerden, zülüf tel tel, ince M
(Nedim)
Kaküllerini bağla saçı düğününe git
Alır seni de belki bu günlerde bir yiğit
Olma sokak süpürgesi hanım hanımcık ol
( Enderunlu Vastf)
Pek dizgin etme halk ediyor inkisir, dur; Kaküllerin aman oluyor pür gubar, dur.
( Muallim Naci)
Nerde mest olmuş yine ol şüh bilmem neşveden Oldeler mahmur, kaküller perişandır bütün
( Üsküdarlı Talat)
KALAFAT, Börk - Üsküf, yeniçerilerin merasim, alay, tören serpuşu idi; günlük hayatlarında başlarına en ıkıdemsiz neferden ıyeniçeri ağasına ıkadar Kalafat giyerlerdi. Kalafat, 'başı kapsayan alt kısmına nisbetle üstü geniş ve yüksek çuhadan yapılır paralel dilimli bi:-
serpuş olvb dülbendi yine paralel ve meyilli dilimler halinde sarılırdı.
Kalafatların dülbendleri 5 - 6 arşın uzunluğunda idi, gayetle heybetli görünüşü olan ç^ ağır bir serpuşdu; yeniçerilerin kabadayılık nümayişine çok uygundu.
Ocaıkdaki mevıkl ve rütbelere göre kalafatın rengi devetüyü, sarı, yeşil, mor, al olmak üzere değişirdi. 8€ızan da kalafat dikilirken üstüne bir kat da kalınca tülbend ıkonula-rak ıkalafatın dilim dikişleri ile birlikde dikilir, üstüne ayrıca dülbend sarılmazdı, onlara da '.'Dal Kalafat» denilirdi (Bakınız: Dal).
Yeniçeri Ağasının başında destarlı kalafat ve Yeniçeri Falaka.cısının ıbaşında arakiye üstünde Dalkalafat
Devşirme kanunu kalkdıkdan ve Yeniçeri Ocağının ıkapusu halıkın ayaık takımı gençlerine açıkhkdan, bilhassa lstanlbulda hemen bütün esnaf da ^ağa yazıldııkdan sonra, esnaf gençlerinin çoğu da yeniçeri yahud Yeniçeri taslaıkçısı olarak ıbaşlarına kalafat giyer olmuşlardı. Sürôrlnin (ölümü 1813) aşağıdaki gazeli, ayak talkınının başında ibtizale ^• şen Kalafat ile alay yollu yazılmışdır:
Çember ister ata bindikçe giyenler kalafat Cümbüşi esb ile düşmezse de oynar kalafat
Başda zom zom idene zom ideriz yoksa bizim Serimizde yet"i var olsa da mermer kalafat
H()fça tutmazsa girerken kapudan hake düşüb Odabaşiya olur haylice muğber kalafat
Sanmakim başına gelmiş kocalıktan ra'şe İhtiyar ocağının üstüne titrer kalafat
Durduğu yerde sıçanlar yuva yapmış içine Yaraşur olsa dahi lanei sansar kalafat
Kimisi sarı alur kimisi mor kimi kızıl Biribirine uyar mı hele bak her kalafat
Ateşi oimalıdır rengi çırağ olduğu gün .
Giyse mumcuya yakışmaz gice ahar kalafat
Ey Havayi yere ur eyle Ağaya şikayet Kadi kutahla seni kıldı kışmer kalafat
1826 da Yeniçeri Ocağı lstanbulda kanlı bir şehir muharebesi ile kaldırıldığında Türki^ yede kalafat giyilmesi yas?k edilmişdi.
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyim-l®ri ve Terimleri» isimli eserinde Kalafat maddesine şu satırlarla başlıyor: «Vezirlerle devlet ricalinin giydikleri serpuşlardan birinin adıdır (!) ». Bu cümlenin doğru olabilmesi için: «kiyafet tebdil ederek dolaşırlar iıken» demek lazımdır.
KALÇIN, Koncu diz ıkapağına kadar çııkan kışlık ikalın çorab; pabuçla, yahud çizme altına giyilirdi; o kadar sıkı örülür idi ki, tabanı üzerine
konulduğunda dim dik durabilir; paibuç ile
giyildiği zaman ıkoncu bacaıkdan, ba ldırdan
sıyrılıp düşmezdi. Abadan ıkesilerek dikilen
kalçınlar ·da vardı. Ayağın üstü ile !bacağı örten, kapsayan aba tozluıklara da kalçın deni-
lirdi. Kalçın adının «Kalça» ile hiç ilgisi yoık-dur, bazı yazarlar bu telaffuz yakınlığına al-danaraık «koncu kalçaya kadar çıkan çorab» diye yakıştırma hükümler verımişlerdir;, Kalçın adı dilimize hal yanca «caizi (ıKalza), calzone (Kalzone) » den bozma olarak girmiş-dir.
Hey usta kalçın al deyO fikirci ayak banr
Yarım pabuçla giydijil eski çorab iken
( SürOrt, Heallylt)
(ŞSkird = Çırak).
KAKUM, ıBazan, bilhassa manzum eserlerde, vezin icabı ıkaakum diye de okunur; «Kuzey memleketlerinde !bulunur sansar ve gelinciğe benzer boz ve siyah ıkuyruıklu ıkürkıü (postu) peık makbul bir hayvan;; bu hayvanın postundan yapılmış ıkü11k» (Şemseddin 5.ami, KamO-
su fürkl); «Gövdesi beyaz ve ık.uyruğu siyah bir ıküçüık hayvan, ve bunun postundan yapılan kürk» (Hüseyin Kazım, Büyük fürık Luga-tı).
Kakum kelimesi ile şu renkli portre XVlll. yüzyılın ünlü şairi Nedim'indir
Ol muğbeçei ferve füruşi dilcO ,\şıklarının zahmine itmede refO Kaakum dilesem sinei billurun açar Samur disem cünbüşe b!'şlar ebru
Zamanımız diline, şöylece çevrilebilir
«Ferve satıcı (.Bakınız: Ferve) o dilber, gönil arayıcı çocuk
Aşıklarının yarasını hiç belirsiz dikiyor (tim.ar ediyor.)
Ka dilesem, bilür sinesini açar;
Samur desem, kaş cünbüşe (oynamaya) başlar".
KALENSÜVE, Dilimizde başa giyilen ıher şey (kavuk, külah, takke, fes, kalpak, şapka) farsca olan «Serpuş» adı altında toplanmışdır; Ka-lensüve de serpuşun araıbcasıdır; fakat halk ağzında kullanılmarnışdır; ancak bazı Türkçe metinlerde rastlanır, kullananlar da Arabca terim düşkıünleridir. Şemseddin sami Bey «KaamOsu Türk!» de Kalensüve için, manasını belli bir şekil ile sınırlandırarak: «Tepesi sivri külah» diyor; öyle tahmin ediyoruz ki budil bflgini kalensüvenin ıbu tarifini bir tc;ri-kat ağzından tesbit etmi,ş olacaıktır.
KALLAVi, ikinci Sultan Mahmud zamanındaki kıyafet inıkilabından ve fesin umumi lbir serpuş olarak kabulünden önce Sadırazam ile vezirlerin giydiği resmi !kavuğun adı.
Kaidesi dört ıköşeli ehram {ıpiramid) şeklinde ıbir ıkavuk idi;; yüıksekliği iki ıkarış, 40 santim kadardı. En ala, yumuşaık ve hafif keçeden yapılır ve içi, !kaidesi, ortasına baş girecek şeıkilde ıbir yuva yapılarak ıkapatılırdı; öyle ıki, başa giyildiği zaman ıkaidenin etrafı, alın ortası hizasında, bir fötr şapkanın pervazını andırırdı; :kaidenin ıbaş gireceık yeri çeviren etrafı ve kavuğun dış yü:z:ü en alasından dülbend ile sarılır, ve ön ıkısmına da, sağdan sola ve aşağıdan yukarıya doğru altın tel ile işlemeli dört pa^mak eninde dülbendden bir şerid - ıkordela ilave. edilirdi.
Kaptanıderya Küçük Hüseyin Paşanın kabir taşında kallavi
Sadrâzam ve vezir kabirlerinin baş taşla
rı
eski ıkavuıkların e^ muhteşemi idi. Ne zaman ihdas edildiğini ıkesin olaraık tesbit edemedik; Kalr^.tinin XVI. Yüzyıl sonlarında kullanılmaya taşladığını tahmin ile kaydederiz.
Müverrih Abdürrahman Şeref Bey kallavi üzerine şirin bir fııkra nakleder: «Mehmed Emin Rauf Paşa mühim devlet meselelerinde hiç bir zaman fikir beyan etmez, sebebini soran mahremlerine: — Artık kallâvi beni kurtaramaz!... derdi. Bu yaşlı, irfan sâhibi ve tecrübeli veziri ömrü boyunca •ürkek yapmış olan 1814 de sadırazam olduğu zaman otuzbeş yaşında idi; uzun boylu ve pek yakışıklı idi; aşırı derecede de ıslahat tarafda-rı idi; ‘bu yüzd^ devrin padi^hı ikinci Sub tan Mahmudun göZdesi olup yeniçerilik gay-
retleri güden Hal·et Efendinin düşmanlığını kazandı ve onun entrikaları ile azledildi. Halet Efendi paşanın idam fermanını da almak için çok çalışmış, faıkat Sultan Mahmud: - Başına kallavi pek yakışıyor, ben o güzel başa kı-yamam!. .. diyerek Rauf'u sürgüne göndermiş-di. Hayatını başına yakışan ıka llaviye borçlu vezir de ömrünün sonuna !kadar daima sus-muşdur».
M. Zeıki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Kallavi maddesinde bu kavuk için: « ... tersine çevrilmiş ehram! (piramid şeklinde) bir kavuk ...» di· yor ıki fahiş hatadır, tersine çevrilmiş piramid şeklinde değil, düpe düz piramid şeıklindedir.
KALOŞ, ikinci Sultan Mahmud zamanında setire pantalonla beraber potin giyilmeye başladıık-dan sonra çıkmış ve peik yaıkın bir geçmişe ıkadar hala giyenler olmuştu; potin üstüne gi yilen yalnız sokaıklık bir ayakıkabının adıdır.
Şer'i ve maddi temizlik üzerinde çoık titiz olan islam muaşereti, sokağı daima pis görmüşdür, ve sokakda gezilen ayaıktkabı ile, her tarafında namaz kılınabilen evin içinde sokak ayakıkabısı ile dolaşılmamışdır. Eski devirde çeşidli isimleri ile pabuçlar ve !kundura-lar ya ya lın ayaık, ya çoraıbla, veyahud mest ile giyilmiş ve pabuçlar, kunduralar, yalnız evde değil, dükkanlarda bile eşiık önünde çı-karılmışdır, Avrupadan alınan potinler giyilince, pabuç veya ıkundura potin üsf<üne giyile-memiş, potine mahsus ıkaloş ıkullanılmışdır. Üstü deriden artkalıiklı bir sokak terliğine benzeyen kaloşlar, potin ile beraber aynı usta elinden yapılıp çıkar ve potin ile beraber satılırdı. içi potin tabanına tıpa tıp uygun olduğu halde, yürürıken, potinin anka tarafının her adımda ıkaloşdan çıkmaması için ıkaloş içine ökçe 'hizasına bir ıküçüık yay ıkonulurdu. Meskene girenken potinden tkolay çıkarılması için kalosun arkasına dısdan ıkOçüık bir mahmuz konulurdu; 'kaloş, o mahmuza basılarak çıkarılırdı. Kaloş ne ıkadar hafif olursa o kadar maıkbul idi. Yaz ve ıkış ıkullanıhrdı.
Tam Avrupalı gibi giyinme yayıldıktan sonradır ki kaloş giyenler gün günden azal-
mışdır. Yalnız kışın ve yağışlı havalarda ikalo-şun yerini lastfkler almışdır. Zamanımızda ise lastik giyenlerde peık az ıkalmışdır; ancak ıba-bayane kimselerin ayaklarında görülür.
Kaloş adı fransızca «Gal^he = Galoş» isminden gelir; Şemseddin Sami .Bey Kaamôsu Türklde: «franslızcada Galoş, lastiklere denilir, bizde Kaloş, potin üstüne giyilen deriden 'mamul !kunduracı işi dikişli ayakkabıdır» diyor.
tam ortada, şeridlerin kavuşak noktasında da sarı parlak madeni bir düğme vardı.
Yine 1908 den sonra üniformalı polislere de aynı biçimde ıkül rengi çuha ıkalpaıklar giydirildi.
KALPAK, «Tüylü ve postlu külah» (Hüseyin ıKA-zım, Büyüık Tüt1k Lugatı); «Asıl deriden ve ona taıklid ile çuhadan yapılır ve üstüne sarık sarılmaz serpuş; Tatar Kalpağı, Çerkes Kalpağı, Bulgar Kalpağı, Acem Kalpağı; post serpuş, Samur Kal•paık» (Şemseddin 5ami, Kaamôsu Tür'kl), Çuhadan yapılmış ve
XIX. yüzyılın ilık yarısında Eşkinci denilen yeni bir sınıf askerin başına giydirilmiş bir nevi ikalpak da «Şubara» adı ile anılmışdır (Bakınız: Şubara).
Cumhuriyet devrine kadar memleketimizde kalpak yaygın bir halk serpuşu olma-rnışdır. Doğu Türkistanlı ılikdaşlanmız ile Kırımlı Türıklerin Başında (Tatar Kal.pağı); Azer'i Türıkleri ile İranlı Jıüccarların başında (Acem Kalpağı); Rumeli reayasının başında (Bulgar Kalpağı, Macar Kalpağı); çenkeslerin başında (Çerkes Kalpağı) görülmüşdür. XVll. yüz yıl ortasında samura karşı aşırı bir düşkünlüğü olan Sultan İ'brahirnin ıbaşında bir samur kalpak - kavuk ile meşhur bir gravürü· vardır; hayali bir resim olduğu muhakka'kdır. Köylümüz de kentlimiz de kalpak giymemişdir.
Osmanlı İmparatorluğunun son devrinde, üniformalı askerin serpuşu fes olmuşdu. 1908 M,e^rut\yet\nden soma, her rütbedeki suba'{-lara resmi serpuş olarak kalpak :kabuledildi; bu subay kalpakları fes şeıklinde idi, post kısmı yalnız çevrede olup kalpağın tepesi, tablası çuhadan idi; çuhanın renkleri de subayın sınıf ve rütbesine göre değişirdi. (Yaya yeşil, topcu laciverd, süvari ıkül rengi, er1kanı har'b (kurmay) ve general ıkırmızı). Tablo çuhala nnı,n üstünde çaprast dikilmiş sırmalı şedd V€
Mustafa Kemal Paşanın, Atatürkün başında Kemali Kalpak (fotoğrafdan Sabiha Bozcalı eli ile) (R.E.K. Arşivi)
Milli Mücadeleye başlar iken, Atatürık Anadoluya Osmanlı generali üniforması ve kalpağı ile gitmişdi; Erzurum Kongresine ordudan istifa etmiş olarak sivil esvap ile ve başında fes ile başkanlık etti; az sonra da başına o zamana kadar görülmemiş şekilde kuzu postundan bir ıkalpa:k giydi; bu kalpak yukarıya doğru genişlemekde ve tablası da !kuzu postu olup ortası küçük bir kabarık halinde durmaıkda idi, «Kemali Kalpak» veya sadece «Kemali» adını alan bu kalpak derhal yayıldı. Bir kaç kişi müstesna, Büyük Millet Me-lisinin hemen :bütün 'Üyeleri «Kemali Kalpak» giydiler, yeni kurulan orduda da zabitler Kemali giydiler, neferler için de bu kalpağın şeklini andırır kumaş serpuşlar yapıldı. Halk-dan da pek çoık kimse, ıhaıkiki ıkuzu derisinden yahud taklidi dokuma çuhadan ıkemall kalpaklar giydi; hatta meiktep çocuıkları da kemali giydiler.
Şapka kanunundan sonra memleketimizde fes ile beraber ıkalpak giymek de yasak edildi. Halen ıbu yasak, ıkalpak hakkında tavsamış bulunmaktadır.
Atatürk'1ün Kemali kalpağı lstanbulda Atatürk Müzesindedir.
KAMERÇIN, 1890 ile 1900 arasında lstanbulda yangın tulumbacısı delikanlılar arasında pek moda olmuş yemeni ile iskarpin arası bir ayak-·kabının adı; Glase denilen siyah parlak derinin en âlâsından yapılırdı, üzerinde siyah kor-deladan papiyon (ıkel^bek) şeklinde bağlanmış bir fiıyongası vardı; yumurta ökçeli (topuklu) olupmutlaka ankası basılarak ve hemen daima çorabsız, yalın ayaık giyilir, bıçkınlık icabı topuık nÜımayişi yapılırdı. ('Bakınız: Topuk Nümayişi). Yine o yıllar arasında bol paça ve paçaları yerde sürünür pantalonlar çıkmış, moda olmuşdu; ayakları kamerçinli tulumbacı şehbazlar 'öyle bir eda ve çalımla adım atarlar idi ki çalpara çalan o geniş pantalon paça. !arının altından her adımda topukları görünür idi.
Giymiş k^arlı güzel ilyaklarına karncrçin Yeni çıkmış pantolla o paçalı güvercin Düşdüm rahi aşkın;ı dönmem vallah bıçkınım Olsa bile vahşetin karşımda bir Seddi Çin . <A.ık Razi)
Tulumbacılığa havesli üniformalı mektebli ayağında Kamerçin, 1880 - 190
KANADİYEN, Zamanımızda delikanlılarımız ve genç kızlarımız tarafından fevkalade rağbet görmüş pamuklu bir ceket - bluzun adı; dış kumaşı atlası andırır sun'i ipekten ve ekseri· ya koyu laciverd, koyu kahverengi, beyaz
veya nar çiçeği al düz renk üzerine olup baklava dikişlidir. Ceket gibi giyilip önden ilik düğme ile kapananlan veya başdan geçirilip giyilen ve yine önden ve aşağıdan yukarı bir fermuarla kapananları vardır. Memleketimizde
moda olara1k yayılışı 1950 den sonradır; _hatta ilk zamanlarda bir Amerika seyyahatından dönenler tarafından yakınları genç kız ve oğlanlara hediye olarak bir ikanadiyen getirmek de
nümayiş modası olmuşdu. Aşırı rağbet gör-düıkden sonra bu ceket - bluz da hazır esvab-cılığımızın işleri arasına girmiş, ıburada diıkiliıp satılmaya ıbaşlamışdır. Aslında ise Kanadiyen, memleketimizde yüzyıllar !boyunca dikilmiş giyilmiş pamuklu lııııkamızın ad değiştirımiş Amerikalısıdır.
KAPAMA, «Hazırcının sattığı teıkmil ıbir. ıkat elbise; maruf libas» (H. Kazım, iBüyüık Türk Lu-gatı). Bu lugat «maruf liıbas» dediği kapamayı tarif etmiyor, ve büyük bir vekaayina-me olan Naima Tarihinin hangi bahsini aldığını aydınlatmayaraık maruf libas için şu satırları naklediyor: « •.. ankasında bir nefti kapama ile pejmürde kıyafet ■ bir araba içine ko yup ...»
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Kapama maddesinde şunları yazıyor: «Elbise takımı ye· rinde kullanılır bir tabirdir. Vaktiyle medrese-talebeleri ile yeniçerilere verilen elbiselere kapama denilirdi. Kapama, oübbe gibi üste giyilen bir nevi elıbisenin de c;ıdı idi».
Yakın ıgeçmişe ıkadar «Sibyan Mektebi» denilen mahalle ilk okulları yapdıran hayır sahib!erinden bazıları, mekteblerinin yaşaması için tesis ettikleri vakıfların şartları arasına, bütün talebeye bir ıkat da elbise verilmesini ıkoyarlardı; halik ıbu gibi okullara «Kapamalı Mekteb» derdi.
KAPANIÇA, Kolsuz ve geniş · devrik yakalı bir kürkün adı; kol yerine omuzlar altında 4-5 parmak eninde bir parça (:bir ıkolcuk) bulunur, onun ağzına da kürkün postundan fır dolayı bir parça, bir ıkolcuk ıkapağı dikilirdi; yakanın altından da arkada, sırt üzerinde hemen yere ıkadar uzanan ve dört parmak enli-likde süs olarak takılmış iki ıkolanı, şeridi vardı; kapaniçanın kumaşından yapılmış ve uçlarında ıkapaniçanın postundan püskülü andırır birer post parçası dikilmiş ıbu şeridler
yürürken dalgalanır, sallanır, savrulurdu; iba-zan da :bir yandan ele alınır, elde tutulurdu.
Şemseddin 5ami Bey «Kaamôsu Türıki» de: •«Vaktiyle devlet ricaline mahsus olan geniş ve devrik yakalı muhteşem 1kürk» di-
Kıyafet inkilabını yapmadan önce İkinci Sultan Mahmudun üstünde Kapaniça (R.E.K. Arşivi)
yor, ve Kapaniçanın kolsuz olduğunu ıkaydet-miyor. Hüseyin Kazım Bey de «Büyüık Tü11k LOgatı» nda: «Padişahlara mahsus kolsuz kürk» demekle yetiniyor. Halbuki XVll. Yüzyılın ünlü 1yazarı Evliya Çeleıbi'de Kapaniçanın halk tarafından 1giyildiğini gösteren ikayıdlar vardır, mesela lJnkapantı Geysôdar Şeyh Mehmed Efendinin hal tercemesinden bahseder iken: «Gelibolulu derlerdi, halbuki Macaristan taraflarından ıkapaniçalt, ıkopçalı, çağ-şırlı adamlar gelir, (onda misafir olurlar) ve Mehmed Efendinin . akrabaları olduklarını »y-lerlerd.i » diyor.
Başında Süpürge Sorguçlu Kuka ve sırtında Kapani-ça ile Yeniçeri Başçavuşu
(R.E.K. Arşivi)
-
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Ta6h Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Kapaniça maddesinde bir ıkaynak göstermeden şunları yazıyor:
«Padişahların giydiıkleri Seraser'e kaplı (Bakınız: Seraser) kürıkün adıdır. Hükümdarın şahsına mahsus olan bu ıkürık fevkalade iltifat olmak üzere Kırım hanına da ihsan olunurdu. Ender olarak Eflaık ve Boğdan voyvodalarına da padişah huzurunda ( kapaniça) giydirilirdi, ancak voyvodaların kapaniçaları kadifeye ıkaplı olurdu. Hazan sadırazamlara da arza (padişah huzuruna) girerıken muvakkaten (ariyet olarak) padiş€ıhın şahsına mah sus .olan ıkapaniçalardan giydirilmek adetdi. Kapaniçanın daha aşağı olan (postu çvhaya kaplı) bir nevine de Kontoş denilirdi.
«Padişaha mahsus Kapaniçanın kürkü tilki postu, kabı atlas ve düğmeleri murassa olurdu, ve çaprazvari mücevherlerle beze-nirdi.
«Devlet ricali de Kapaniça adı verilen ·kürklü üstlük giyerlerdi, fakat onlar padişahların giydikleri ile ıkiyas olunamayacak kadar basitti» (M.Z. Pakalın)
KAPATMA SÜNBÜL SAKSISI, Gençler tarafından kenarından fırdolayı saçlar taşırılaraık giyilen
Genç kayıkçının başında Kapatma Sünbül Saksısı fes (R.E.K. Arşivi)
fesler hakkında kalender ağzı ıkullanılmış ıbir deyimdir. Ahmed Rasim şöyle yazıyor: «Fesin kenarı geysular ile (Bakınız: Geysu) pür çini letafet olursa ehli hal lisanında buna Kapatma Sünıbül Saksısı tabir olunur» (A. Rasim, Muharrir Buya).
KAPUT, «Askerlerin üstlük esvabı, yağmurluğu» (Şemseddin Sami, Kaarnusu Tıü11kl)
Kaba kalın kumaşlardan, bilhassa kaba şayaıkdan dikilen avam harcı paltonun adı; hemen daima hazır esvabcılar tarafından satılır. Avam ağzında palto isminin kullanılması, yayılması Cumhuriyet devrindedir; hatta mesela bir uşak «Beyin paltosu» demez, «Beyin kaputu» derdi.
Asıker kaputları, halıkın giydiğinden ayırd edilerek Asker kaputu diye anılır. Kara askerlerimizin nefer kaputları deve tüyü renginde ola gelmişdir. Suıbay paltolarına da kaput denile gelir, eskiden :kurşuni olan subay kaputlarının rengi zamanımızda nefti olmuşdur. Deniz erlerinin ve subaylannın kaputları da siyahdır; kara ordusu erlerinin kaputları he men ayak bilekleri hizasına ıkadar uzun, deniz erlerinin kaputları ise diz kapağı hizasında kısadır.
ikinci Sultan Abdülhamidin koyu kurşuni renkli asker kaputu Topkapısı Sarayı Müzesinde padişah esvabları salonundadır.
KARA BAGLAMAK; GİYMEK, Matem alameti ola rak kara esvab giymek bizde, bir görünüşe göre yenidir, Cumhuriyet devrinde ıbaşlamış dır, ve halk arasında yayılmamışdır. Cenazelerde bile ikara giyilmiyor, ancak^ ıpek . ünlü ıkimselerin cenazelerinde, lbir protokol icabı bulunmaya meobur resmi şahsiyetler :kara es-vab ve kara şapka giymeiktedir, bir de batı ıkültürünün geniş ölçüde tesiri altında bulunanlar buna riayet etmektedir. Halkın nazarında matem alameti olarak kara giymek, ıbir hıristiyan geleneğene uymakdır. Aslında ise maten alameti olarak kara renik, bizde kadimden beri ıkaıbul edilmişdir, kara giyilmiş, ve karalar ıbağlanılmışdır. Bilhassa Osmanlı Sarayında bir padişah öldüğ,ü zaman, başda tahta
oturan yeni hükümdar ile beraber bütün saray halıkı başlarına birer kara şemle atar, bağlarlardı, «$emle» lbüyüık baş örtülerine verilmiş Arabca bir isimdir (Bakınız: Şemle) . Cenaze alayına da devlet erıkanı, kavuklarının üzerinde ıkara şemlelerle iştirak ederdi, matem üç gün sürer, ve :kavuıklar-ın üzerindeki o kara örtüler yeni padişahın emri ile ·çıkarılırdı. Aşağıdaki mısralar Halet ıEfendinin bir şarkısın-dandır
Başıma hicrinle kara bağlarım
Vuslatın ümid idub kan ağlarım Sine-i pürsuzi cevri dağlarım
KARAKUŞ KANADI VE KARTAl KANADI, xıv., XV., XVI. yüzyıllarla XVll. yüzyılın ilk yarısında, tarihimizin zincirleme büyük zaferler devrinde, bu zaferlerin öncüsü Tünk akıncılarının göz kamaşdıran zenginlikle ıpitorest bir kiya-feti olmuşdur; :bu cengaver tuvaletinin en önemli hususiyeti de akıncıların omuzlarına takdıkları bir çift karakuş ıkanadı, yahud kartal kanadıdır. Tığ gibi erıkek yapısı bir vücud üstünde güzel ıbir baş, güzel bir yüz tahayyül edilerek bir akıncı şöylece giydirilip kuşatıla-bilir :
Başında samur, yahud kaplan derisi kal-paık, yahud, oyalı, sırma işlemeli ipek krepler sarılmış bir ıkeçe külah veya altın nakışlı ıbir miğfer. Kalpakda, ıkülahda, miğferde altın suyuna batırılmış turna kuşu, balıkçıl kuşu telleri, tüyleri. Helali gömleğin, mintanın aıkik, mercan, zebercet veya hurda elmas düğmeleri. Cebken, camedan, ıkısa serhadli kürkü, şalvar, çakşır, kısa diz çakşırı en kıymetli çuhalardan, kadifelerden, çatmalardan kesilmiş ve altın sırma ile işlenmiş. Kuşaıklar, silahlıklar bu lükse denk ıkıymet ve zerafet-de. Ayaıklarda ceylan derisinden filar (yemeni), yahud çizme. Ayağa filar giyilmiş ise baldırlarda sırma işlemeli çuha yahud !kadife tozluklar. Elde !kaplan kuyruğu ıkamçı. Ve nihayet omuzlarında bir çift karakuş kanadı, yahud bir çift kartal kanadı. Kıymetli eğerler vurulmuş alnı sorguçlu, turna telli atının üzerinde dolu dizgin giderken bu kanatların heybet ve haşmetle açılışı.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla Birden yedi kat arşa kanadlandık o hızla (Yahya Kemal Beyatlı)
KARTALKANAD, Yeniçeri yangın tulumbacılarının giydiği ıkırmızı çuhadan ıkaputların adı (Bakınız: Kaput). Omuz tarafı gayet kabarık durur, içindekine ıbir heybet verirdi. Yeniçeri yangın tulumıbacıları ocağının neferleri, hepsi esnaf delikanlıları ve ayaktalkımından gençler olan Acemioğlan Ocağından seçilirlerdi; yarım pabuç, yalın ?yak, baldırı çıplak dolaşırlar, kışın ıbu pırpırı kıyafetin üstüne kırmızı kartalıkanadlarını giye11ek itliık yolundaki nümayişlerine ayrı bir caka ilave ederlerdi; bundan ötürü Kartalıkanad ayrıca kendilerine de alem olmuşdu, «Tulumbacı Kopuğu» yerinde de kullanılırdı (Bakınız: Tulumbacı Kıyafeti).
KAŞ, Gözlerin üzerinde v:e alln altında !kavis şeklinde uzanan !kıllar; BbrO.
Giyim, kuşam ve süslenmede vücud ya· pısı düzgünlıüğü ile yüz çizgileri güzelliğinin çok önemli tesiri vardır; ıkaş da, şekline göre yüze bir mana verir. Zamanımızda kadın yüzü makiyajı sanatının önemle meşgul olduğu konulardan biri kaşdır; zaman zaman ıkaş modaları çıkar. Eskiden kadınlarımız kaşlarını «Rastılk» denilen ıkara ibir boya ile boyarlardı, aıklııkla bembeyaz bir yüz, ve ıkara sürmeli !kirpiklerin üstünde kapkara iki sülük gibi !kaşın güzel düşdüğüne inanılmışdı. Yakın geçmişde ise ıkadın kaşları cımbızla yolunmuş, veya bir tıraş bıçağı ile alınmış, ya kıldan incecik ıbir ıkaş bırakılmış, yahud maıkiyaj kalemleri ile sun'! ıkaşlar çekilmiş, resmedilmişdi. Zamanımızda kadın !kaşı rastıkdan ve tıraş-dan kurtulmuş, yaradılışında htızôruna kavuş-muşdur; yalnız gümrah, yolunu şaşırmış 'kıllar terıbiye edilmekde ve boyalı !kalemlerle de hafif ıbir rötuş görm^ktedir.
Eskiden de, zamanımızda da, güzelleşme yolunda kaşları ile oynayan, cımbızla kaş yolduran erkekler olmuşdur. Yakın geçmişde er;kek berberleri arasında ıkaş !kıllarını ibrişim ile alıp ıkaş tanzim eden usta berber vardı; kaş kılı, ilki sap incecik ipeık iplik arasında burularak alınırdı, hem ıkaş yolar iken acıtmaz, hem de yoluk izi bırakmazdı.
Kaş, türlü şekillerine göre edebiyatımızda isimler taşır: «Keman Kaş», biçimli kavisli kaş; «Kalem kaş», ince güzel resimli düz kaç; «Samur Kaş», enlice dolgun kaş; «Çatıık Kaş», iki kaşın alın ortasındaki uçları bitişik kaş.
Çatık kaşı, kaş çatma ile karışdırmamalı-dır.
Divanlarımız, kadın kız ve delikanlı, güzellerin tasviri yolunda !kaşların medhi için yazılmış şiirlerle doludur, bu şiirlerde hem «kaş» adı, hemde kaşın farsca !karşılığı olub dilimize girmiş «ebrO» ismi kullanılmışdır. Örneklerini yalnız Nedlrn'in Divanından seçmekle yetiniyoruz :
Çünkü tiri hicr ile oldun zahimnak ey gönül
Çek çevir kendin ki bir kaaşı keman lazım sana
( Gazel )
*
Aman pek yarelendim ol nigihı şühi evbllşa Kapıldım doğrusu ol yalü bale ol güzel kaaşa (Şarkı) *
İşte hOn oldu dilim gamzei ayyaşın için
İşte hançerlere düşdüm senin ol kaaşın için
Pek rica ederim unutma güzel başın için
Gel benim kaaşı hilalim bize bir iyd idelim
(Şarkı)
*
Bir civan kaaJı sarık sarmış efendim bllşına Sürme çekmiş, ııtrışahfler sürünmüş kaaJına Şimdi girmiş dahi tahminimde onbeş yaşına Gül yanakh, gülgüll kerrllkeli, mor hireli (Şarkı) *
Yine oldum esiri ah bir şühi sitemkarın
Ki dilber sevmemiş bilmez belasın llJıkı :zl rın
Ne kafirliklerin gördüm ben ol zülfi siyehkirın O ebrOnun o zalim gamzenin ol çeşml mekkirın (Şarkı)
Nail oldum bir siyehçerde civanı şebreve
Takı ebrOsun görenler benzetir mahi neve
İltifatı yare ma§rur olma dil vlrme Nedim
Gör ne kanlar yutturur ol meh hele bir gez seve
(Müfrecl)
KAŞBASDI, Kaşların üstünden alına sım sııkı bağ· !anan bir dülıbent, çenber, her hangi bir bez. !Baş ağrılarında alın üzerine ıkonmuş ve sir ıkede ıslatılmış ıbir pamuk veya bez üstünden bağlanırdı. Fakat büyük şehirlerde, bilhassa
lstnabulda yakın geçmişe kadar kenarın yas-
ması sürtük kadınların günlük tuvaletine gir-mişdi; iki anlamda 'kullanılırdı: 1 — Koca !arını yıldırmış şirret, celalli kadınların alameti taritkası idi, «eli fnaşatı» deyimi gibi «kaşbasdılı» denilirdi; 2 —- Bir bıçkın oynaşı olan kadınlar bağlardı; bu münasebet ile bıçkın yavukluya, kırığa, oynaşa da «Kaşbasdı» adı verilmişdi, ıhalk ağzında ıkadınlar arasında «Ağrısız başa kaşbasdı» deyimi, gönül kuşunu bir dilber bıçkının perçemine kondurı.;b başına derd açma anlamında kullanılırdı.
Kadınların saç tuvaletinde kullandıkları «Alın ça11kısı» na kaşbasdı da denilirdi (Bakınız: Alın çatkısı).
KAŞIKLIK, Yeniçeri serpuşu Börkün örrüne eklenen ve kaşık yahud serpuş süsü bir tüy konulan parçanın adı (Bakınız: Börık, Bünk).
Yeniçeri Börk.ünde Kaşıklık
KATİBİ, 1828 den önceki kiyafet nizamında devlet bürolarında, mevki ve unvanları ne olursa olsun, katib sınıfı adı altında toplanan memurlar için kabul edilmiş bir sarık tarzı; dül-bend, kavuğun arka tarafından, ense üstünden düz olarak dolanır, ıkavuğun ön tarafından, alın üstünden çaprast kavuşur, alın ile dülbend arasında kavuğun alt kısmı bir üçgen şeklinde görünürdü.
KATIR, Tahta topuıklu (ökçeli), topuğu nalçalı ve tabanı demir çivili; ıkabaralı ıkaba kunduranın adı; gayet dayanıklı olduğu için bilhassa oğlan çocuklara giydirilirdi; «Katır Kundura» diye anılır, «Katır Yemeni» de denilir. Eslki çizmelerin ·koncu kesilerek kundura gibi ıkul-lanılanlarına da «Katır» denilmiştir, birde şirin tekerlemesi vardır:
Çizmeden bozma katır Ne gönül bilir, ne hatır
KAVUK, 1828 de ikinci Sultan Mahmud tarafından Fesin umumi bir serpuş olarak kabulüne kadar yüzyıllar boyunca ecdadımız tarafından giyilmiş serpuşların en yaygını, en çeşidlisi.
Kavuk Kalıbı
Tavukluk
«içi boş, kof anlamında Kav kökünden yapılmış ıbir isimdir; va:ktiyle ıbaşc;ı giyilen şey ıki ekseriya pamuklu ve yüksekce olub üzerine sarıık sarılır» (KaamOsu Türk'i').
Yüzü çuhadan olur, içinde münasib bir bezden astarı bulunur, yüzü ile astarı arasına pamu'k konulurdu ve o pamuık tobakası, kavuğun çeşidlerine göre ıkabul edilmiş dikişler-
le (dilimfıi diıkiş, kafesli dik'iş, ıbaklavatı dikiş) dikilirdi.
Çeşidi, adı ne olursa olsun Kav1,Jk mutlaka sarık sarılarak giyilmişdir, sarıksız kavuk asla giyilmemişdir (Bakınız: Dalıkavuk).
Kavuklara sarılan sarıklar da hem bezinin cinsi, hem de sarılış şekli ile çeşidli olmuşdur ve kavuklar, yalnız kendi şekilleri ile değil, Üzerlerine sarılan sarıklarla beraber muhtelif isimler almışlar :
İnce tül üstüne mavi, kırmızı, yeşil ve siyah ipekle meşe yaprağı, lale, yıldız çiçeği motifleri işlenmiş kavuk örtüsü, XVI. Yüzyıl (Topkapı Sarayı Müzesinde)
-
1 - Kallavi; sadrazamlar ile vezirlere mahsus ;kavuk;
-
2 - Mücevveze; sadırazamlara, vezirlere, devlet ricaline mahsus ikavuık: padişahlar da giymişdir;
-
3 - Horasani; devlet kalemleri (büroları) yüksek memurlarının giydiği kavuk;
-
4 - Selimi; padisahların, sadırazamların, vezirlerin ve devlet erıkanının giydiği kavuk;
-
5 - YusOfi; padişahların, sadırazamların, vezirlerin ve devlet erkanının giydiği 'kavu.k;
-
6 - Örf; şeyhülislamların, ıkadıaskerlerin ve yüksek mevki ve payeli ulemanın giydiği ıkavuık;
-
7 - Katibi; devlet memurlarının ıkatib sınıfının giydiği kavuk; bilhassa sarık şeklinin adıdır;
-
8 - Molla Kavuğu; ilmiye mensublarının giydiği ıkavuık;
-
9 - Tac; şeyhlerin giydikleri kavuklar.
(Bakınız: Kallavi, Müceweze, Horasani,
Selimi, YusOfi, Örf, Katibi, Tac).
Bir kalemde devlet bürosunda Katibi kavuk ve des-tarlı memurlar ve şakird (katib namzedi) çocuklar (R.E.K. Arşivi)
Kavukların sarıkları her gün ıçın yeniden sarılmazdı; sarıklar (dülbendler) ancak :kirlen-dikleri zaman yıkanmak üzere çözülürdü. Muhtelif kavuklara muhtelif şekillerde sarık sarmak adeta ıbir ihtisas işi idi. Dışarda, vazife ıbaşında giyilen kavuklar we dönülünce ıbaşdan çıkarılır, sarığının bozulmaması için, sureti mah-susada yapılan, duvarlara asılan ve «Kavukluk» denilen raflara konulurdu; hatta, ıkavuk-larına çok düşkün, titiz kimseler ayrıca, şimşirden yapilmış baş şeklinde kavuk :kalıpları kullanırlardı; kalıpdaki, kavukluıkdaıki kavukların dıülbendlerin tozlanıp kirlenmem€si için
Üzerlerine «Kavuk Örtüsü» denilen işlemeli; güzel, kıymetli örtüler, çevreler örterlerdi.
KAYIK HOTOZ, Hotoz çeşidierinden birinin adı; M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri» isimli eserinde ıbu isimli maddede « ... Kayığa benzediği için bu isim veril-mişdir» diyor. Cesaretli bir yakıştırmadır; «Kayık Hotoz» ıbaşda eğri duran, ıbir yana kaymış olan hotozlara verilmiş isimdir.
Hanımımın başında kayık durur hotozu Oynaşı var bir körpe gül ibikli horozu (AJık Rhl)
KAYTAZ, KOTAZ, (Bakınız: Hotoz).
KAZMİR, «Fransızca; mucidinin ismidir. Yün
den enkek esvablığı ıbir nevi ıkumaş, pantalon, ceket yapılır, Ka^mir pantalon, Kazmir wket denilir. Fransız Kazmiri, lngiliz Kazmiri diye de cinsleri vardır» (Şemseddin Sami, KaamO-su Türk\).
Kadınlar da çarşaf yaptırırlardı, ağır başlı zengin hanımlar ipekli çarşaflara Kazmir Çarşafı tercih ederlerdi.
KEBE, En kalın keçenin adı, çoban kepenekleri kebeden yapılır. (Bakınız: Kepenek); hayvan üstüne örtülen kebe örtülere de teyelti denilir. Hem ıkepenek hem de teyelti yapılan tüy-l·ü bir ıkebenin adı da Yanbolu Kebesi idi.
KEÇE, İplikten ddkunmamış, yün veya kıldan, ıslatılarak dövülmek sureti ile yapılan kalın, kaba kumaş. En kaıbası da Kebe adını taşır (Bakınız: Kebe).
En alasından Külah yapılır (ıBaıkınız: Kü· lah); çizme ve bilhassa çarık giyenler ayaklarına, bacaklarına keçe sararlar. Keçeden ayak terliği yapılır. Giyimde kullanılmadığı takdirde yere döşenir, serilir, kapu perdesi olur, keçeden çadır yapılır.
KELLEPUŞ, Dilimize farscadan alınmışdır, «Takke» anlamındadır; kavuk altına giyilir idi, kavuğun alın teri ile kirlenmesini önlerdi (Bakınız: Terlik; Kavuk).
KEMALi, (Baıkınız: Kalpaık)
KEMER, Bir şerid ^eklinde yapılan ve giyilen esvabı :belden sıkıp tutmaık için veya sadece süs olarak kullanılan ve bele yalnız bir defa dolanarak önden ıbir toka ile tutturulan şey.
Eski toplum hayatımızda kadın ve erkeık tuvaletinde pek çok çeşidi ıkullanılmışdır.
-
1 — Yüksek tabakanın ıkullandığı ağır kumaşlardan yapılmış ve çeşidli mücevher· !erle bezenmiş murassa ıkemerler;
-
2 - En kıymetli kumaşlardan yapılmış altın sırma ile işlenmiş kemerler,
-
3 - ince kuyumculuık işi altın ve gümüş tellerle örülmüş altın ve gümüş kemerler;
-
4 - Altın ve gümüş paftalardan (plaklardan) yapılmış kuyumculuk işi murassa kemerler;
Bu kemerlerin tokaları da kendi başları na yüksek kıymetler taşıyan mücevherler olurdu. Kıymetlerine ıbaha biçilmesi güç bu eski Türk ıkemerlerinin en güzel örnekleri Top-ıkapısı Sarayı Müzesindedir.
Eski :bir gelenekdi, düğünlerde gelin kızın :beline baıbası, yoksa en yaıkını olan erkek, gücünün ölçüsünde ıkıymetli :bir kemer bağlar, hediye ederdi.
-
5 - Orta halli kimselerin, avamın bağladıkları alelade kemerler; meşin, ıkayış k& merler.
-
6 — Palaska denilen ıkayışdan asker k^ merleri. Tanzimatdan sonra :bu ıkemerlerin to-kaları Osmanlı Devleti arması ile gemi çapası, top namlusu ve güllesi, ayyıldız gibi amb !emler taşımışdır.
Kemer zamanımızda da hayli yaygın olarak kullanılmaıktadır; esvapların kumaşından veya en güzel, ince derilerden yapılmış, zarif tokalarla, fiyongolarla bezenmiş kemerler, çok güzel zarif giyimlerde yer almaktadır. Bilhassa deri kemercilik ıkendi ıbaşına sanat olmuşdur. Erkeklere gelince, kemer ancak pantalon 1kerneri olarak kullanılıyor. Kadın ve erkek pardösüleri, paltoları arasında da, kendi kumaşlarından kemerli olanları vardır.
Eskiden bir de «altın !kemeri» kullanılırdı; sağlam ve yumuşak bir ıbezden, yahud yumuşak sahtiyandan 4-5 parmaık enlilikde iki katlı olarak kesilip dikilen bu kemerlerin i·ki ıkatı arasına altın paralar yerleştirilip teker teker dikilir, tesbit edilir, ve kemer bele, çamaşır altında ten ıÜzerine ıbağlanırdı; altın kemerleri tokasız idi, iki ucuna birer uçkur dikilir, kemer bele yerleştirildikten sonra bu uçıkurlarla üzerinden sım sıkı sarılarak ıbağla-nırdı. Altın Kemerleri, ıkervan devrinde, seya-hatlarda kullanılırdı.
.Sütün giyim eşyaları gibi, güzelleri tasvir yollu yazılmış şiirlerde kemer üzerine de terennıümlere rastlanır :
Açıldı bunca muhkem kal'alar ey şuhi mehpare Kemer bendin senin fethetmeye olmaz mı bir çare Kü,ad eyle aman ol nüğmeyi zerrini bir pare Meserret vaktidir ruhi revanım gel açıl şad ol ( Nedim, şarkı )
Sürmeli gözlü güzel yüzlü gazalan ande Zer kemerli beli hançerli civanan ande ( Nedim, şarkı )
*
Değilmiş kasdı hançer çekmek ol sermesti tannazın Heman aguuJ açub zerrin kemer göstermek istermiş (Nedim, müfred )
KEMHA, Altın ve gümüş tellerle nakışlı esvablık ipekli ıkumaş; Hüseyin Kazım Bey «Büyüık Türk Lügatı» nda: «Havsız kadife» diyor. Düz renk, bir renk üzerine de ddkunurdu; bilhas· sa ağır kaftanlık kumaşdı.
Libiisında değildir nakşi kemha pençe resminde Benim desti ümidimdir ki damanında kalmışdır ( Lisanı )
-
• Es.vabrndaki pençe şek! inde nakış, kemhanın nakşı değildir, eteğinde kalmış ümid elimdir».
ikinci Sultan Mahmud devrindeki kıyafet inkılabından sonra kaftan giyilmez oldu, as-
Gümüş Telli Kembadan Kaftan (Topkapusu Sarayı Müzesinde)
Lâle, Çıntamanı ve Ejderha Kabuğu nakışlı Telli
Kemha
(XVI. Yüzyıl Türk kumaşı, Topkapusu Sarayı Müzesi)
lında kaftanlık olan 'kemha da konaklar ve saraylar için ağır döşemelik kumaş oldu.
Ya bisteri kemhada ya viranede can ver Çün bayü geda hake beraber girecekdir (Ziy& Pata)
En güzel, ağır, kıymetli eski förk ıkem-haları lstanbulda ve Bursada dokunmuşdur; Avrupadan gelenlerine de «frengi Kemha» denilirdi.
KEPENEI<, Kışın çobanlar ve katırcılar tarafından kullanılır ıkebe ·üstlüğün adı (Bakınız: Kebe; Keçe). Eski kervan devri geçdiği için toplum hayCJitımızda g^en yüzyıl sonlarından beri
katırcı tipi artık yoktur, fakat çc>banlarımız kışın kırda ıhala kepenek giye gelmektedirler.
Biri sırt, iıkisi ön üç parçadan mürekkeb· dir; ikisi omuz, ikisi yan dört düz dikişi vardır; kolsuzdur; yerinde bir tarif ile giyilmez,
Ankaralı çobanın sırtında Kepenek (Kıyafeti Osmaniye Albümü)
omuzlara alınarak içine girilir; boyun ve baş dışarda kalmak ·Üzere vücudu bir kabLJk gibi kapsar, boyu da diz kapağından aşağı, baldır bitimine kadar iner; önü düğmesizdir, fakat iyice 1kavuşarak göğsü tamamen ıkapatarak korur.
Omuz başlarında, ön ve arka parçaların
birer ıköşesinde bırakılmış dilciklerle birer hal-kacık yapılır; ıkepenek ucundan çıkarıldığı zaman bu halkacıklar !le duvara asılır; sırtda taşınır iken çoban kavalı bu hal:kacıklardan bi rine sokar.
Kepeneık evladiyelikdir, çobanın ömrü boyunca dayanır.
Kürküne börküne bakma aslaa
Örfü zarf ademi etmez i!a Postu sırtında olur hayvanın İlmi sadrında olur insanın Hak içinde dürüs gevher bulunur l<epcmekde dediler er bulunur
( Sünbülzade Vehbi)
KERRAKE, «ince sofdan yapılır hafif bir cübbenin adı; vaktiyle ilmiye mensubları giyerdi» (Ka-amCısu Türk/). «Sof kumaşdan üstlük» (leh-çei Osman!, cüz 1.) », «Dar cübbe, kadın cübbesi» (Lehçei Osman!, cüz 2.). «Yünden ve sofdan ince cübbe» (Büyük Türk LCıgatı).
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde bir kaynak göstermeden şu tafsi!atı veriyor « ... Padişahların-kiler (Padişahların kerrakeleri) samura kaplı, cevahir çaprastlı idi; bunun üstüne de kapa-niça denilen künk giymek adet idi».
Biz bu satırlarda garib bir tezad goruyo-ruz, şöyleki, kerrake samura kaplı, yani kürk lü olunca, «İnce sof veya yünlü cübbe» ol-makdan çııkar; ıkapaniça altına giyilince de cübbeliıkden, üstlükden çıkar; nihayet yuikar-daki tafsilata göre padişahlar da üst üste iki kürk giymiş olmaktadır. Garib, güvenilmez kayıddır.
Nedimin meşhur bir şarkısında Kerrake-yi güzel bir delikanlının sırtında goruyoruz ki KaamCısu Türkl'nin tarifini tereddüdsüz kabul etmek lazımdır :
Ol peı1 rOyin cefayl çeşmi celladın dlmem Derdi aşkıyla Nedimin ahu feryadın dimeın Tarzu tavrın söylesem mani değil adın dimem Gül yanaklı gülgüli kerrakeli mor hareli
KESE, KISE, Küçük torba; deriden, kumaş dikilir, yahud çeşidli iplikden elde örülür ve günlük hayatda ayrı ayrı yerlerde kullanılır eski Türk
Telemsanlı Hasan Dayının Para Kesesi (R.E.K. Arşivi)
keseleri, yalnız Hamam Kesesi müstesna, artık kullanılmıyor. Sahiplerinin aynı zamanda süs eşyasından olmuş keseler, gördükleri işe göre şunlardır :
Para ıkesesi - Madeni para devrinde yüz yıllar !boyunca kullanılmışdır, oya gibi, çeşid-li ipliklerden elde örülmüşdıür; keseciliık, oya· cılığın ıbir kolu olmuş ve eski küçüık güzel sanatlarımız qrasına girmişdir.
Kadın para keseleri erkeklerinkinden daha ufaıkca yapılmış, erıkek para keselerinin en büyükleri de, irice bir el boyunda bir torbacık olmuşdur. Keselerin üstü çeşitli örgü nakışları ile tezyin edilir, ^n lüıks para keseleri, ipli,kleri arasına altın teller katılarak örülürdü.
Kesenin ağzı yine el örgüsü bir ıbağcıık ile büzülerek kapanır, bağcığın i1ki ucunu, ve kesenin ucunu, bitimini birer oya - çiçek süslerdi. Kibar erkekler biri altın diğeri gümüş ve bakır ufaklık para (mağşôşe - karışık) için iki para kesesi taşırlar idi; ve a111n keseleri umumiyetle en lüks keseler olurdu. Bilhassa altın \'<eselerine ıbazan ıkısa güze! sözler, sahibinin adı yazılırdı. Kibar para keseleri atlasdan, ve sair ıkıymet!i kumaşlardan da yapı!mışdır. Dikilerek yapılan bu kumaş keseler de, hurda inciler, altın ve gümüş teller ve ipeıkle işlenir süslenirdi. 1955 - 1957 arasında antikacı Nureddin Yatman bir Ameriıkalıya XVll. yüzyılda örüldüğü taıhmin edilen nadide bir para kesesi satmışdır; süt mavisi, hem ve siyah ipekle örülmüş kesenin bir yüzünde ıbir ıkal-yon resmi .jle kufi hatla yazılmış bir yazı bulunuyordu; yazıyı benzetme yolu ile şöyle o· kuduık: «Zamanın o Hatemi Tayı Telemsanl Hasan Dayı»; gemi resmi de yazıya uyduğuna göre zengin bir armatörün kesesi olacakdır; kesenin öbür tarafın da ise arab alfabesi ve SÜIÜS hat ile sadece bir çifte «VaV» bulunuyordu. Değerli bilginlerimizden Topkapı Sarayı müdürü Hayrullah Örs, çifte vavları şöyle manalandırır: «ismi Celal (Allah). ebced hesabı ile 66 tutar; vav'ın kıymeti 6 olduğuna göre yanyana yazılan iıki vav 66 rakamı gibi görülebilir, ıbu takdirde ismi Celali her yere yazmamak için onun rnkam tutarı 66 nın karşılığı çifte vavlar yazılmış olacakdır» der ki a·kla çok 1yakın bir izahdır. Bu nadide kesenin bağcıkları uçlarında ve kese ucunda da yaprakları ile beraber gemi çapalarına benzeyen güllü oyalar ıbulunuyordu.
Para keseleri koyunda, kuşak kıvrımı içinde, entari ceblerinde taşınırdı.
Mühür ıkesesi - .Para ıkeselerinin aynı idi, yalnız daha ,küçük idi; ıhem örgü olur, hem ince deriden yapılırdı ve bir ıkolon veya ince gaytan ile boyuna asılırdı. Padişahların sonsuz yetkili vekili olan sadırazamların sadı-razamlık alameti kendilerine verilen padişa· hın altın mühürü idi, ıbu mühür de bir gelenek olarak al atlasdan bir kese içine konulurdu, kesenin bağcığı da som altın sırmadan
olurdu, «Mührü Hümayun» denilen bu mü-hürü, sadırazamlar da boyunlarına asıp taşırlar, hatta onunla beraber yatarlardı.
Saat Kesesi - Eski erkek ce'b saatleri, daha önce yine erkeklerin kullandığı büyük koyun saatleri, deri keseler içinde koyunda veya ıkuşaık kıvrımı içinde taşınmışdır; ve kesenin gaytanı da ıboyuna geçirilmişdir. Güzel, kıymetli bir saat erıkeğin süs eşyasından olmuş, onların ıkeseleri de bazan altın ve gümüş tellerle işlenrnişdir.
Tütün Kesesi - Tiryakilerin süs eşyasından biri de tütün keseleri ile; içine kav ve çakmakla beraber tütünün konulup taşındığı bu ıkeseler daima deriden yapılır, üst1ü altın ve gümüş tellerle işlenir ve gaytanından kola, ıbileğe asılarak bir ziynet şeyi gibi nümayişle dolaşılırdı.
Hamam Kesesi - Bu sözlüğün konusu dışında tek kesedir. Sofdan yapılır; hususi kadın ve erkek ıkeseleri beyaz sofdan, hamamlarda dellak ıkeseleri de siyah sofdan olur; «Kir Kesesi» ismi ile de anılır. Keselerin içinde hala kullanılır yalnız Hamam Keseleri kal-mışdır. Memleketimizde para kesesi kullananlar gün günden azalmaktadır. Mühür keseleri, saat ıkeseleri yok olmuş gibidir.
KESiM, Eski giyim kuşarn ve süslenmede «Moda» demekdir; hem tek bir giyim eşyası için kullanılır, «Abaza Kesimi Ceıbıken» (Abaza Modası Cebken) gibi; hem başdan ayağı bir tuvaleti ifade eder, «Cezayir Kesimi» (Cezayir Modası) gibi (Bakınız: Abaza Kesimi; Cezayir Kesimi); hem de tuvaletde her hangi bir nümayişi ifade eder, «Topuk Kesimi» (Topuık Gösterme Modası) gibi (Bakınız: Topuk Kesimi).
KETFIYE, «Kefiye de denilir; omuzları dahi örtmek üzere ıbaşa sarılan ipekden püsküllü ince örtü. Baş ve yüzü güneşin hararetinden mu hafaza eder» (Şemseddin Sami, KaamOsu Tür ki).
Ketif Arabca omuz demekdir. Katfiye başa konulur, ve alın üzerinden ıkendine mahsus bir bağcık kordon ile sımsıkı sarılıp tut-
Fidikos fanilalı, dizlikli, elinde kamçı, beli kuşaklı ve başında ketfiye ile tulumbacı reisi
turulur; alın açık kalır, örtünün geri kalan kısmı omuzlara ve sırta dökülür. Aslında Arab-serpuşudur; eskiden yalnız Adana ve havalisi, güney ve güney doğu halıkımızdan bir azınlık tarafından ikullanılmışdı; bir de, Suri ye, Filistin ve Irak gibi memleketlere memuriyetle giden Türkler, iklim icabı başlarına ket-fiye sarmışlar, hatta oralarda bul·unan ordularımız subaylarına da, üniformaları Üzerlerinde bulunduğu halde 'başlarına ketfiye sarmaya izin verilmişdi.
Ketfiyeyi, yalnız lstanbulda, bir de yan· gın tulumbası sandııklarının bazılarının uşakları ve reisleri sarmışlardır. Tulumbacılııkda başa ketfiye sarmak da sadece bir fiyaka, caka, nümayiş olmuşdu.
Aşağıdaki divan başı ıketfiyeli tulumba· cılardan güzel bir delikanlı şanında bu gence aşıık olmuş HOriye isminde ıki1bar bir hanımefendinin ağzından Üsküdarlı halk ş€ıiri Vasıf Hoca tarafından yazılmışdır :
Parladı dil hanesi söndür aman tulumbacı
Pek de bıçkın gösterir dar cllmadan tulumbacı Kahramane kisveyi !abis olan eyler çalım Bas katı narayı da koş hOb lisan tulumbacı Yardan ayrıldım ipek ketflye başda bir yana Kaş çatub ejder gibi pek de yaman tulumbacı Görse yangın kulesi al arizın yangın sanır Köşklüye çeker işaret bil hemen tulumbacı Çeşmemeydanlı Bekirdir namı şanın dilberim Bilmeyen sıdku vefayı bi aman tulumbacı Payini azürde kılma taş yerine kalbe bas Sen gönlümün sultanısın ey daltaban tulumbacı Dikdi!iin yelkenle çıkdım ben bu aşk ummanına Esme deli poyraz gibi civan korsan tulumbacı HOriyi yakdın ci!ierden 581 de yan yan ateşe Ol sebe9clen benle yanık bil bu divan tulumbacı
KINA, Arabca «Hina» dan Türkçeleştirilmiş bir
isim; bu adı taşıyan bir ağacın yapraıklarının tozundan yapılmış :karamtırak kırmızı bir boya ki eski Türk süslenmesinde çok önemli bir yer almışdı.
Ağaran kıllara ıkarş.ı erkek saıkal ve bıyıklarını kadınlar saçlarını ıkına ile boyamışlardır. Kızların, kadınların avuçları, el parmak ve tırnakları, ayak parmaık ve tırnaıkları kına ile boyanmış ve buna «Kına yaıkmaıb denilmiş dir; ıbir macun Yıati'ne getirilen ıkına boyası akşam yemeğinden sonra avuca konulur ve parmaklar yumularak yumruk olmuş eller bezle sarılıp bağlanırdı, ertesi sabah açılıp yıkandığında avuçlar ve ·parmaklar bir aydan fazla devam edecek, tırnaklar da uzayıp ıkesildikce kaybolacak şekilde :kırmızıya !boyanmış olurdu. Düğünlerde gelin kızın el ve ayaıklarına mu:hakıkak kına yakılır ve gece sabaha kadar devam eden sazlı sözlü oyunla eğlenceye «Kına Gecesi» denilirdi.
Erkek çocukların, ve yetişkin erkeklerin de yalnız sağ ellerine ıkına yakılırdı; fakat bunun ıbir süsden ziyade nazara karşı bir nevi tılsım inanından geldiğini zannediyoruz.
Anadoluda ve bilhassa köylerde kadınların ıkına yakma geleneği devam etmektedir.
Kurnaz keklik gibi eller kınalı Ocaklar yandırdın kahbe analı Ben bilirim seni filansın güzel
( Beşiktaşlı Gedai ı
KIZILABA, Yeniçeri yapılmaık için Rumelinden dev-şirilen oğlanlara giydirilen bir esvabın, üniformanın adı; kesim şeıklini tesbit edemedik, abadan bir kırmızı potur, şalvar veya çakşır ile abadan bir salta yahud cebkenden mürekeb olduğunu tahmin ediyor. Oğlanlar devşirildikleri bölgelerden önce Edirneye, oradan da lstanbula kafileler halinde bu kizıl abalarla sevk edilirlerdi. Din telkin edilip sünnet edildiıklerinde :kızıl abaları çıkarırlar, Yeniçeriliğin ilk kademesi olan Acemioğlanı üniformasını giyerlerdi.
KIRPAS, KIRBAS, Astarlık bezin eski adı: keten ipliğinden yahud pamuk ipliğinden dokunur; bez anlamında hu isimlerin ikisi de yabancıdır, Kirpas farsca, Kirıbas arabcadır.
KİSBET, Yağlı Türk güreşinde pehliyanların giydiği kara meşin don. Ölçü üzerine dana derisinden yaptırılır, arkadan tam bel üzerine oturur ve önden göbek altından geçer, göbek ve göbek çukuru kisbet dışında kalır ve bir sı-
Kisbetli Pehlivan (R.E.K. Arşivi)
rım - uçkurla bağlanır; diz kapakları altından da sırımlarla sım sıkı bağlanır; bu diz bağlarının altında 2 - 3 parmaklık bir paça kalır. Ön tarafına dikiş ile bazı süsler de yapılır. Dışı, pehlivanın vücudu ile beraber yağlanır, güreşlerden sonra ·kisbetler asla yııkanmaz, daima yağlı ıkalır, hususi bir zenbilin içinde muhafaza edilir.
Çıkdı şehlevendim er meydanına
Cihan halkı hayran hoş endamına
Kisbetle tığ gibi zeberdest feta
Reşk ider Zaloğlu hüsnü anına
ıAşık Razi)
KONTOŞ, «Tatar beylerinin giydikleri yüzü harç. lı dar :kollu ıüstlük libas, Kapaniçanın bir nev'i «(Şemseddin Sami, KaamOsu Türkl) .» Tatar han ve beylerinin yüzü harç işlemeli üstlüğü tarzında dar yenli kapaniçanın bir nev'i «(Ahmed Vefiık Paşa, Lehçei Osman!; H. Kazım,
Büyüık Lugatı). M. Zeki Paıkalın da «Osmanlı
Çavuşbaşı sırtında Kontoş Kürk
Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserin de: «Büyük devlet adamlarının giydiği üstlüğün adıdır» diyor, Vefik Paşanın kaydını nakilden sonra XVlll. yüzyıl şairlerinden Sabit'in şu beytini alıyor:
Samur kontoşunda o billur düğmesi
Benzer şu necme kim çıkar ziri sehabdan
Kontoşun kapaniçaya benzetilmesi, onun gibi geniş ve devrik bir :kürklü yakası olması. dır. Kaniçanın :kolsuz bir üstlük olması, onu dar yenli ve uzun kollu Kontoşdan tamamen ayırır. Eski metinlerde kapaniça sadece kendi adı ile anılır, kaplı olduğu posta göre, mesela «Samura kaplı kapaniça» denilir. Kontoş-dan ise «Kontoş Kürk» diye bahsedilir. Yukar-da.ki kayıtlarla kontoşun en doğru tarifi «Tatar Hanları ile beylerinin yüzü harç işlemli ve kontoş kesimi yakalı ve dar kollu bir nevi kürık» demek olur.
KUBBEDESTAR, «Sarık nevllerinden birinin adı; sarık başlığın {Kavuğun) üzerine kubbe şeklini alacak şekilde sarılırdı» {M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
M.Z. Pakalın yukardaıki ıkaydın yanına Ali Ufki imzası ile şu beyitleri almıştır :
Uçdu eflake ilmü fazlu kerem Kalmadı itibar ilm ehline hem Kaldı ortada itibaru vekaar Bir büyük cübbe ile bir kubbe destar
KUKA, Yeniçeri serpuşlarından birinin adı; Ka-amOsa Türk!: «Yeniçeri ümerasınrn ve Eflaık prenslerinin {Voyvodalarının) giydikleri tul-
ga {miğfer) şeklinde sorguçlu ıbaş kisvesi» diye kaydediyor; H. Kazım Bey «Büyük Türk Lugatı» nda: «Bağdan Voyvodolarına maıhsus serpuş» diyor. Prof. lsmail Haıkıkı Uzunçarşılı da «ıkapukulu Ocakları» isimli eserinde Kukayı yeniçeri serpuşları arasında göstererek bir yeniçeri kanunnamesinden şu satırları alıyor: «Kuıka çorbacı keçesi gibidir, lakin supurge sorgucu yokdur, heman ardında turna teli vardır».
Kuka ( R.E.K. Arşivi)
Narçil denilen hindistna cevizi ağacın kö 1küne de ıkuıka denilir ki gayet sert ve parlak olan bu ıkök odunundan tesbih yapılır; miğ· fere ıbenzetilen bu serpuş adını, aynı zamanda ortadan kesilmiş bir hindistan cevizini de andırdığı için bu ismi almış olacaıkdır.
KULAKÇ•N, «Takke ve külahın (ve bilhassa kal-pağın) kulakları örten 1kenarı, kıvrımı» (Büyük Türk Lugatı ).
Bilhassa tatar 'kalpaklarında, ^^klarda görülür; ihtiyaç duyulmadığı zaman yukarı kaldırılıp, kulakları örten iıki uzun dil, serpuş
tepesinden dıüğmelenip toplanır. Zamanımızda yaya askerleri serpuşlarında, temizlik amelesi serpuşlarında, balııkcıların giydiği meşin kasketlerde görülür.
Kaşiık çanağı şeklinde, içi ve dışı yumuşak kumaşlarla kaplı ve birbirine madeni bir zenberek teli ile bağlanmış, bu tel serpuş altından başa geçirilerek ıkulakları şiddetli ^ ğuğa ve rüz:gara karşı koruyan ıkulaıklıklara da kulakçın diyebiliriz.
KUM AMELESi KIYAFETİ, Türlü işlerde çalışan ameleler ve ırgatlar arasında gemilerden karaya kum a1ktarıp çıkaran kum amelesi istisnasız don paça soyunuk çalışır; kum, ıkendisi-sine mahsus küfelerle insan sırtında taşınır
iken, onu yüklenmiş olan amele - hammalın başka kılıkda olmasına imıkan yokdur; yoksa {)stüne döıkülüp bulaşan, yapışan ıslak kum zerrelerinden temizlenemez.
Kum amelesi-harnmalı iş başı kılığında
Kum amelesi bir gömlek ve bir donca, başı açık, baldırı çıplaık ve yalın ayatkdır. Gözlerini, kulaklarını ve saçlarını çuvaldan yapılmış bir kukulete ile korur. Donu, uçkurluklu da olsa, beli lastikli de olsa, bir iple belinden ayrıca ve mutlaıka sımsııkı ıbağlar; don eğer uzun paçalı ise, paçalarını da diz kapağına kadar sıvayıp ıkıvırır.
Kum küfeleri büyük bir huniyi, bir mev-levl ı^ülahını andırır ve dibine bir çomak so-kulmuşdur, ağzına yakın ıbir yerde, dışında kalın bir urgandan yapılmış bir tek kolanı vardır; doldurulan küfe, bir yardımcı tarafından çomakdan tutulur, sol eliyle kolanı kavramış amele - hammalın sırtına yüklenir, küfenin ağzı, amelenin çuval ıkuıkuletesinin sırtına düşmüş kısmı üstüne rastlar. Kum ağır çeker, küfeyi yüklenmiş amele eğik yürürken dengesini kaybetmemek için sağ elinde de mutla'ka kalın bir değnek bulundurur ve adımlarını ona dayana dayana atar.
Soyunuk kılığı ile, ıküfesi ve değneği ve kukuletesi ile ıkum amelesi-hammalı bir ıkıya-fetnamede hatırlanacaık tiptir. Gemilerden ıkum boşaltma işinde zamanımızda küçük vinçleı kullanılmaya başlamışdır; tesbit ettiğimiz bu pek yakında ıkaybolacakdır sanırız.
KUMRU YAKA, «Kumrunun boynundaıki çizgıyı andırır şekildeki yaka biçimi» (M. Zeıki Paka-lın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri); «Dekolte olmayan kadın yakası kesiminin adı» (Neş'ecan Hanım, not).
KUNDAK YEMENi, Kadın baş yemenisi iki şekilde bağlanır, birine kundak yemeni, birine de salma yemeni denilir.
Kundak tarzı bağlamada saçlar başın üstünde ve arka tarafından yemeni içinde sımsıkı toplanır, yalnız alında ve şakatklarda biraz kakül, perçem görünür, ensede de, yemeni içine alınmış saçların bitimi, bazı tüyler kalır.
Müs&hipzade Celal 'Bey «Eski lstanbul Yaşayışı» isimli eserinde bu yemeni bağlanış tarzına «Kundak Hotoz» diyor tki yanlışdır. Hotoz başa bağlanmaz; Hotozlar önceden çeşit çeşit yapılır, hazır durur, Hanım hangisini kullanmak isterse, saç tuvaletini yapdııkdan son-
Kundak Yemeni (Müsfilıibzadeden)
ra seçdiği hotozunu, saçlarının üstüne koyar, kondurur şu veya bu ıkıymetli mücevıher iğnelerle saçına rabteder. Yemeni ise bir de· ğirmi bezden, dülbend veya ıkrepden ibarettir, her sabah ıbaş üstüne bağlanır. Yemeni saçı içine alır, hotoz saç, baş üstünde durur (Bakınız: Salma Yemeni).
KUNRURA, İskarpininin kabası, koncsuz, 1 - 2 pamak topuklu (ökçeli), ökçe altı demir naçalı, taban altı kabaralı (demir çivili) ağır ve kaba ayak.ıkabı; aslında enkek ayakkabısıdır,
1köylerde kadınlar tarafından da giyilir.
Ayakda nalçası gümüş kundura
Elbet ki çalımla topuğu vura Dayı revişiyle geçerken o şOh Halk iki keçeli selama dura
( Galatalı Çorbacı )
KUŞAK, «Beli sııkı tutmak için sarılan uzun ve dar ıkumaş, şal ve saire...)) (Şemseddin Sami, KaamOsu Tünkl).
Eski Türk giyim ıkuşamında hem erkek hem kadın belinde çok önemli bir yeri ol-muşdur.
Erkeık kuşakları iki çeşiddir; biri, IOgatda :kaydedildiği gibi, beli sıkmak için, içdonu ve iç gömleği üstüne ve esvab altına, arkada kuyruk sokumu hizasından önde meme altına kadar dolanıp sımsıkı sarılır; bu iç kuşakları mevsime göre pamuk, pamukla karışık yün, yahud sırf yün kuşaık olurdu. Diğeri üst-IÜik kuşakdır; şalvar, çakşır, potur ve mintan üstüne sarılır, ve saltanın, cebkenin, cameda-nın, yeleğin etekleri kuşak üstüne düşer. Zeybekler bu dış :kuşaklarını, göbek üstünden hemen koltuk altlarına kadar pek nümayişli şekilde sararlardı. Bu dış kuşaıkları; saranın kese kudretine, ictimal mevkiine göre, alelade yün ve pamuk kuşaklardan başlar, en ,kıy metli kumaşlardan, şallardan yapılmış ıkuşak· lara kadar çı1kardı. Eski Türk giyiminde beline dış kuşağı sarmayan enkek yokdu; yalın ayak yarı çıplak bir pırpırı dahi beline bir, şey bulur, sarar idi, meteliksiz kopuğu tarif yolunda «... ipden kuşağı» tekerlemesi de bunu gösterir. 1828 den önceki eski kıyafetde, daltaban kopuktan padişaha kadar herıkes kuşaklıdır. Ancak saray hayatında ıbazan ıkuşa:k yerine erkek kemerleri kuşanılmışdır, hatta bazan kemer de kuşak üstüne ıbir lüks olarak i<uşanılmışdır (Baıkınız: Kemer). Silahlıklar da ıkuşak üstüne bağlanır, taıkılırdı (Bakınız: Silahlık).
Eski 1kıy€ıfetde kuşak, hem bir erkek süsü olmus, hem de öne gelen kıvrımlarından ceb gibi istifade edilmişdir; çevreler, bıçaklar, hançerler, ÇLJbuklar, tütün ve kav çakmak keseleri, para keseleri, enfiye kutuları, saatler, anahtarlar kuşak rkıvrımları arasına sokulup taşınmışlardır.
Bilhassa lstanbulda gençler, gençlerin de bıçkın ta:kımı kuşaklarına ayrı ıbir nümayiş vermek için, kuşaklarını lüzumundan uzun yaparlar ve bir ucunu yere salarlardı, öyleki «dayı revişi» (dayı yürüyüşü) denilen leven-dane adımlarla yürürlerken, yere sarkmış ku-şa:k, yerde topuklarının yanı sıra sürünürdü (Bakınız: Cezayir Kesimi). Erkeklerin dış kuşakları içinde en maıkbülleri daima şal kuşaklar ola gelmişdi. Delikanlı belindeki !kuşaklar, şuh meşreıb veya kalender şairlerin kalemi ile edebi metinlerimize girmişdir.
O gül endam bir al şale bürünsün yürüsün Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün Alub aguuşe bu çağına miyanı nazik Saran ol servi kadi Vasıf öğünsün yürüsün
( Enderunlu Vasıf)
Kuşak kaymış aman göbek altına
Temaşanın narhı bir çil altına
Mestine nigihı kalmış bahtına
İşmarda her gün bir nev icadı var
(Galatah Çorbacı, Yuran şah Destanı) *
Pek yerinde kaJ göz eli aya§ı
Hallacın dilberi o laz uşallı
Her adımda topuk öper kuşağı
Destinde kemane afeti devran
{ Galatalı Çorbac:ı )
Harcı alem dış kuşaklar beyaz, siyah, ya· hud kırmızı pamuk ve yün kuşaklar olmuş-. dur; esnaf tabakası, her hangi bir iş tutmuş be-1kar uşakları, kayıkcılar, hammallar, adamlık kılııklarında fırın uşakları, dellaklar, hep bu tek renkli kuşakları bağlamış/ardır; bu kuşakları bağlıyanlar zamanımızda vardır. Fakat bellerine dış kuşağı bağlayanlar gün günden azalmaktadır.
Esıki kadın giyim ıkuşamında da, entariler üstüne sarılan dış ıkuşakları önemli yer al-mışdı, bilhassa şal ıkuşaklar o esıki ıkıyafetlere pitoresk bir revnak verirdi. Zamanımızda mü· kellef kadın dış kuşakları hiç görülmez.
Mutavazi ev hayatında kadın entarileri, kendi kumaşlarından yapılan ve bir uçkuru an· dıran dar kuşaklarla bağlanırdı, bu ıkuşaklar bele ancak bir defa dolanır ve önden :bir dü· ğümle bağlanırdı; bu kuşaklı entariler de artık görülmez olmuşdur; pek yaşlı kadınlarla köylü ,kadınlarında 'kalmışdır.
KUŞ YUVASI, Külhanbeyi, bıçkın edası ile bir fes giyimi üzerine ıkopuk ağzı bir deyim: «Sazan fesin ön tarafında hasıl olan çukura Yar Tekmesi denilir. Lisanı zerafetin yar tekmesi de^ diği bu çukurun kopuklar arasındaki namı
Kuş Yuvasıdır» (Ahmed Rasim; Muharrir Buya).
KUTNU, KUTNI, «Kutun aralbca pamuk demekdir; dilimizde pamuıklu ddkumalara Kutnu {Kutni) denilir; pamuk ipliği ıkarışık atlas taiklidi bir
ipekli kumaş da Kutnu (Kutnl) adını taşır» (Türk Lugatı).
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» adlı eserinde Kutnl maddesinde şunları yazıyor: «Kutnlden kadınlar önü açık, yanları yırtmaçlı ve içi astarlı entari yaparlardı. Entarilerin gerek önlerine, gerek yan yırtmaçlarına siyah gaytan harç dikerlerdi. Hind Kutnisi, kutnilerin en makbulü idi».
Tarif edilen entari kesiminin Kutn'i'ye mahsus olduğu, kutn'i' entarilerin de muhakkak bu kesimde olduğunu zannetmiyoruz.
KÜLAH, Türlü çeşitleri ile yüzyıllar boyunca yalnız erkekler ve asker ile her tabakadan halk tarafından giyilmiş bir serpuş; son külahlar cumhuriyet devrinde şapka ıkanununun çıkması üzerine fes ile beraber kalkmışdır.
Külahı kavukdan ayıran hususiyet, dikişsiz, bir tek parça keçeden yapılmış olmasıdır; külah denilince keçeden bir serpuşun hatıra gelmesi gerekdiği halde ayrıca «Keçe Külah» tabiri de kullanılmışdır.
Mevlevi külahı müstesna (Bakınız: Mevlevi Sikkesi), külahın tepesi sivri idi. Külah hem sade, sarık sarılmadan, «dal külah» olarak giyilir (Ba:kınız: Dal), hem de sarık sarılıp giyilirdi.
Yukarda da kaydettik, bütün esnaf tabakası külah giye gelmişdir; kalender meşreb şairler tarafından esnaf civanları şanında yazılan manzOmelerde, onların pitoresk kıyafetlerinden bahsedi 1 irken lkü lahları da unu-tulmamışdır, ıhem divanlarda, hem de halk ağzı yazılmış destanlarda, koşmalarda, semaı ve türkülerde külahlı şehbaz tasvirlerine çok rastlanır.
Zülfü külahı verdi halel Magribü Fese
Çeşmi kebudu saldı akın mülkü Çerkese
( Nedim, gazel )
*
Neden şikestedir tarfı külahın
Neden mestanedir çeşmi siyahın Niçün kanlar döker tizi nigalıın Niçün sen böyle aşubi cihansın ( Nedim, şarkı) •
Keçe küiah inmiş samur kaşına Şeyh köçeği yeşil bağlar başına
( Galatalı Çorbacı, İşmar Destanı)
Takmış külahına bir sap sümbülü Gönüller üstünde beli püskülü
( Galatalı Çorbacı)
•
Mevlevidir sevdiğim her dem külah eyler bana
KÜPE, «Kadınların kulağa asdıkları süs» (Şem-(seddin Sami, KaamOsu Tünk'i'). «Kulağa asılan müzeyyenat (süsler); elmas, altın, inci küpe,, (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı).
Şemseddin Sami Beyin küpeyi kadına tahsis etmesi hatalıdır, çünkü erkekler de küpe takmışlardır.
Eskiden bizde erkekler de küpe kullanmışlardır. XIV. yüzyılda Anadoluda esnaf tabakası ile zanaat erbabının çok yakın bağları olduğu Ahi Zaviyelerinde Şeyhler ve müridleri, bir sanata sahib olduklarının alameti olarak sağ ıkulaklarına bir küpe tak· mışlardır. Ahilerin içinden çıkarak bir hanedanın kurucusu olmuş Osman Gazinin torunları bu hatıranın yolunda bir sanat ogrenmeye heveskar olmuşlar, bir kısmı hünerlerin içinde muhakkak :ki bir asalet taşıyan yazı sanatında çalışmışlardır. Bu arada Kanuni Sultan Süleyman gibi büyük bir imparator da kuyumculuk ile meşgul olmuşdur; Yavuz Sultan Selimin kulağında bi< küpe taşıdığı, küpeli muhayyel bir portresi yapılacak kadar meşhurdur. Kanuni Sultan Süleymanı yakından görmüş olan Fransız rahibi Jerom Morand da, büyü1k padişahın sağ kulağında bir fındık büyüklüğünde ve armud şeklinde tek inciden küpesi olduğunu söylemektedir.
Bazı şeyhler kalender dervişler kulaklarına küpe takmaya asrımız başlarına kadar devam etmişlerdir. Erkeklerden küpe takanların bir kısmı da sırf süslenme bakımından, oyuncu ıkollarının genç rakkasları olmuşdur, XVll. yüzyılda Evliya Çelebi Küpeli Ayvaz Şah adında meşhur bir ıköçekden bahseder.
Eski çağlarda förk ıkadınlarının tuvaletinde, ıküpe, mücevherat arasında çok önemli yer alır. Osmanlı sarayında Valide Sultanlar, haseki sultanlar, Üzerlerindeki baha biçilme-si güç mücevherler arasında, ıkulaıklarına en muhteşem küpeleri takmışlardır. XVll. Yüzyıl-
Bazı külah çeşitleri
1 — Süpürge sorguçlu Peyk keçesi; 2 — Tüylü Solak külahı; 3 — Bostancı Baratası; 4 — Zülüflü Balta^ cıların ammdî külahı; 5 — Enderan Zülüflü Ağalarının Zer külahı; 6 — Kapıcı yatırtması (Yatırtma keçe); 7 — Uzun Efe külahı; 8 — Sivri seyis külahı; 9 — Sivri ve zilli hokkabaz külahı; 10 — Yan^n ta lumbacıların giydiği Dal Külah; 11 - Mevlevi Sikke si; 12 . Ağabani sarılı esnaf külahı.
da lngiliz Elçisinin zevcesi Lady Montagu Ha-fize Sultanın göz ıkamaştıran tuvaletinden ve mücevherlerinden bahsederken: « ... Sultanın üzerindeki mücevherlerin kıymetini yüzlbin İngiliz lirasından fazla tahmin ettim; bu servetin yarısına sahib Avrupada bir tek kraliçe ydkdur» diyor, ve küpelerini şöyle tarif edi· yor: «Sultanın üstündeki ıbütün mücevherler küpelerinin ş8şaası ile siliniyordu; ıbu küpeler, armud biçiminde yontulmuş fındık büyüklüğünde iki elmastı» diyor. iki yabancının tarifine göre, biri tek bir inci, öbürü iki elmas, Hafize Sultanın küpeleri ile Kanuninin küpesi arasında mutlak bir şekil benzerliği vardır.
Türk kuyumculuğu küpelere şekillerine göre «Armud Küpe», «Gül Küpe», «Salkım Küpe», «Divanhane Enseri» gibi isimler ver· mişdi.
Bir kadının hayatında ilk kızlık küpesi ve gelinlik küpesi büyük hatıralar taşırdı.
Kıymetli bir ıküpe, zamanımızda da kadın kulağını süslemede devam etmektedir, fakat, şekilleri bakımından eski Türk ıküpeleri değil· dir; sık sık değişen Avrupa modası ıküpeleri-dir; kadın ıkulaklarına küpe, rkulaık memesi delinerek taıkılmıyor, ıkulak memesine yaylı bir kıskaçla tutturuluyor.
KÜPKAPAGI HOTOZ, Hotozun sünnet çocuğu takkelerine benzeyen bir çeşidinin adı (Bakınız: Hotoz) ; sünnet takkesinden farkı daha az havaleli, ancak iki parmak 'kadar yüksek-likde olması idi. ismi ile tezad halinde, kadın başına pek yakışan hotozlardan idi.
KÜRK, «Tüyleri yumuşak ve güzel hayvanların giyimde kullanılmak üzere sureti mahsOsada hazırlanmış postları, ve postlara kaplanan kumaşlarla yapılmış üstlük esvablar; postlar, giyeni sıcaık tutmak üstlüğün içine, süs kasdı ile de üstlüğün dışına konagelmişdir» (Türk LOgatı)
Postların en güzelleri, en makbulleri sert soğuk iklimli yabancı pazarlardan geldiği halde lstanbul dünyanın en bahalı kürklerinin satılıp alındığı bir belde olmuş, lstanbulda
Kürklü tarikat şeyhi oğlu, 1890 - 190
kürk d^kiciliği de gaayetle ince bir sanat olarak gelişmişdi. Kürkcüler ıBüyüık Kapalı Çarşıda uzun bir yolun iki tarafında muazzam bir serveti temsil ederek toplanmışdı.
Usta debbağ elinde terbiye edilmiş kürk lüık post, kürk tüccarının eline tulum halinde gelir; her tüccarın mutahassıs kürk işçileri vardır; bunların elinde tulum post evvela dörde bölünür :
-
1 — Sırt tüyleri
-
2 — Boyun (kafa) tüyleri
-
3 — Göbek (karın) tüyleri
-
4 — Paça (bacak) tüyleri
Bu dört çeşit tüy ıkendi bölümleri içinde de mütecanis, aynı lboy, ıkıymet ve güzellik-de değildir; her biri ayrı ayrı ele alınır: 1 -ala (en güzelleri), 2 - evsat (ortaları), 3 -edna (aşağı boyu) olmak üzere ıküçüoük parçalar halinde kesilip ayrılır. Sonra alalar, evsatlar, ednalar bir araya toplanır, yatkıları aynı yönü muhafaza etmek üzere derilerinden birbirine gaayet ince bir dikişle di1kilir, eklenir ve eni boyu tesıbit edilmiş mozayık bir pafta teş. kil eder, buna ıkürkcülük ağzında «Tahta» de nilir ve tahtalar tkendisini teşkil eden parça. !arın cinsine ve postun hayvanının adına nis-betle isim alır: «ala sırt samur», «evsat sın vaşak», «ala nafe zerdava» giıbi.
Tahtalar elbise k1ünkün iki ön parçası ve bir arka parçası olara:k iki ölçü üzerine hazırlanır; sonra, omuz hatları, yan hatlar, kol ve boyun oyukları ile ıbir kürk kabına kaplana. cak hale getirilir, buna da «Ferve» denilir (Bakınız: Ferve) .
Fervelere, kıymetleri ile denk kumaşlar kaplanaraık üstlük libas, esvab olan künk meydana gelir. En yüksek kıymetdeki kürkden en adisine kadar, künke başda «Seraser» gelmek üzere atlas ve çuha gibi, çeşidli kumaşlar kaplanır. Eskiden bizde giyilmiş ıkürklerin en yüksek kıymetlisi «Seraser ıkaplı ala sırt samur kürk» dür (Hakınız: Seraser).
Postların hayvanına göre isim almış başlıca künkler şunlardır: Samur, Vaşak, Zerda-va, Kaakum, Tilki (Elma), slncab (Bu isimlere bakınız).
Normal kesimli kürkler boy kürkleridir; seferlerde, seyahatlarda giyilen kısa kürıkler «serhadli künkü», kolsuz ıbir nevi kürk de «Ka-niça» adı ile anılmışdır (Bakınız: Serhadli; Ka-paniça).
Eski toplum hayatımızda ve Türk giyim l<uşamında, yüz yıllar boyunca kürkün çok önemli bir yeri olmuşdor.
ikinci Sultan Mahmudun yapdığı 1828 deki ıbüyük kıyafet inkilabından önce kürk, Osmanlı Devletinin azamet, şevket ve servetini temsil eden bir üstlüık olarak kabul edi!-mişdi. Devletce, ve devletin tek başına sahi· bi olan padişah tarafından taltif edilecek kimseye, hizmetine ve mevkiine göre münasib
bir kürk giydirilirdi. Padişahın sonsuz yet4<ili vekili olan sadırazamlar da devlet adına künk giydirme hakkına sahibdi, hatta B^bıallde, layık olanlara giydirilecek türlü ikıymetde kürklerin muhafaza edildiği bir «Kürk Odası» vardı. Padişah huzuruna ıkaıbul edilen yabancı devlet elçileri ile maiyetlerinde bulunanlara mev:kllerine göre çeşitli kürkler giydirilirdi.
E^kekler, ıkadınlar, kız ve oğlan çocuklar tarafından giyilen, eski toplum hayatımızda kibarlığın nişanlarından biri bilinmişdi; şirin bir tekerlemedir :
Güzeldin, hani kaşın kaaresi?
Kibardın, nerde samur paresi ( parçası ) ?
En güzel kumaşlar kaplanmış en kıymetli Kadın kürkleri, ancaık muhteşem bir harem üst-J,üğü olmuşdur; kadının örtü altında buluduğu devirde kürk sokağa yalnız eıokek sırtında çıık-mışdır. Kibar hanımlar sokakda yaya dolaşmamışlar, arabalara da ağır tuvaletlerinin üstünde feracelerle binmişlerdir.
Eski masum harem oyunları arasında bir oyun vardır ki kürkün ıkadın gözündeki kıymetini ^ösP-erir; bir ık1üçük kafes ankasından sokağı seyrederken yalın ayaklı yarım pabuc-lu pırpırı gıüzel ıbir oğlanın geçdiğini gorur, dayanamaz seslenir, ve şöyle konuşurlar :
-
·- Kürkünü giy, kürkünü giy.. a benim canım, kürkllnü giy! ... - Kürküm yok, kürküm yok .. a benim canım, kürküm yok! - Alsana !.
-
·- Param yok! ..
xvıı. yüzyılda yaşamış büyük muharrir Evliya Çelebi Dördüncü Sultan Murad zamanında yapılmış bir esnaf alayını tasvir ederken lstan<bul kürkcüleri için şunları yazıyor :
«Kürkcüler 500 dükkan, 100 neferdir. işleri iğne ile olduğundan pirleri terzilerin piri olan idris peygamberdir. ilk kürk giyen lran şahlarından Huşenkdir. Peygamberimiz zamanında k1ürıkcülerin piri Ömer bin Amiri idi.
«Esnaf alayında tahtırevanlar üzerinde kurulmuş dükıkanlarında nice bin kuruşluk samur, vaşak, zerdava, sansar, sincab, kakum,
ördek boğazı, ıkuğu boğazı, saka ıkuşu boğazı ve sair ıkürklerle tezyin ederler. (Kürkcülerin adamlarından) niceleri ayı, arslan, kaplan tulum postlarına girib dört ayakla giderler, bir kısmı da onları) ıbeşer altışar bağlayuıb yeder-ler, onlar seyircilere hamle ettiıklerinde beri· kiler zincirle tutup çekerler, ıhalk içine bir hay ve huy düşer ıkim dil ile taıbir olunmaz.. ».
Evliyanın bahsettiği Ördeık Boğazı, Saka Boğazı, Kuğu Boğazı künkler, kadın ıkıürklerin-de süs olaraık kullanılırdı.
Zamanımızda :kürkcülüık sanatı tamamen ölmüş bulunmaıktadır, ancak gocuk yapılmak·
dadır (Bakınız: Gocuk). ^ürk tüccarları kür kü tahtalar halinde yabancı memleıketlerden getirtmektedirler, hatta kürklerin ıbüyük biı kısmı dikilmiş, hazır olarak gelmektedir.
Türkiyede erkeıkler artık kürk giymiyor. içi kürklü paltolar ancak pek az ıkimsenin sır tında, bir kaç diplomat, bir kaç aşırı derecede zengin, :kısa _zamanda tahayyül etmediği servete kavuşmuş artist sırtında · görülür. Kadın kürkleri ise, artık eski kadın kürkü değildir, post içden dışa çıkmış, ve kadın ıkü^kü, kışın bir ihtiyacından ziyade servetin /bir gösterisi olmuşdur.
L
LADEN, Çam cinsinden bir ıbi^kiden çııkan ve kara bir macun halinde bulunan bir zamkın adı. Eskiden kadın tuvaletinde yüzde sun'i ben yapmada kullanılır; yaıkışacak büyüklükte laden parçaları yüzün yakışacak bir yerine ya-pıştırılırdı (Bakınız: Ben). Kendine has hoş bir kokusu vardır.
KaamOsu Türk! Ladenin bir cins (reçineli) çalıda hasıl olduğunu ve bu çalının da en iyı cinsinin Girici Adasında yetişdiğini yazar.
LAHORAKI, Lahor şallarının taklidi bir yünlü kumaşın adı; Lahor 'kelimesine rumca bir takı ile yapılmış isimdir; «Lahorcuık», «Lahor şalcığı» anlamına gelir; kadın entariliği, bilhassa hır-·kalık makbul bir kumaş idi (Bakınız: Şal).
LAPÇIN, «Gaytanla bağlanır kulaklı mest» (Ka-amOsu Wr1kl}. Mestin uzun konçlusudur, ağzı, kısa bir çizme gibi baldıra kadar çıkar ve bir kolanla baldır üstünden bağlanır. Daima kundura ile giyilir, mest-kundura gibi lapçın-kun-dura tabiri de vardır {Bakınız: Kundura; Mest) .
LATA, «Yakası ile ıkolları setre biçiminde olan ulema cübbesi» {Şemseddin Sami, KaamOsu Türıkl). M. Zeki Paıkalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserin de şu tafsila. tı veriyor: «ilmiye ricalinin giydiği barut rengi çuhadan bir üstlüğün adıdır. Cübbenin üstüne giyilir, pardesü yerinde kullanılır; setre gibi iki santim (dik) yakası vardı, kolları da setre ıkolu biçiminde idi; daha geniş 'kollu olan !ataları yaşları nisbeten ilerlemiş olanlar, setre kollu olanlarını da gençler giyerdi. Üst tarafı kabarık durması için göğüs kısmına tela konurdu; etekleri topuıklara ıkadar uzun olup ön taraftan iıki ucu hafifce bir1biri üstüne binerdi. Rütbeleri biniş giyme yetkisi vermeyenler (Bakınız: Biniş) Şeyhülislam huzurunda lata giyerlerdi» (M. Z. Pakalın).
LAVANTA ÇİÇE^I, «Bahçe ve yol kenarlarına dikilir bir cins otun çiçeği; mor bir çiçek olup güzel bir kokusu vardır» (Türk Lugatı).
Çürümeden kuruyan ve kurusu o güzel kokusunu muhafaza eden bir çiçeıkdir. Kırlarda kendiliğinden de bi^er, yetişir ve çingene kc:dınları tarafınd<ın toplanıp satılır. Eskiden lavanta çiçekleri kuruları ince dülbendden yapılmış torbacııklara doldurulur ve yıkanmış, toplanmış, ütülenmiş çamaşırların konduğu çamaşır boğçalarının içine atılırdı ve o temiz çamaşırlara gayet hoş, tatlı bir koku verirdi.
LAZ KIYAFETI, Yüz yıllar boyunca Anadolunun Ünyeden Hopaya kadar uzanan Karadeniz yalısı halkının gemicilik ile geçinenleri ile yalı boyu gerisindeki dağlı köylülerin kendilerine has bir ıkılık ve ıkıy€ıfeti ola gelmişdi; başdan ayağa kapkara gayetle tipik bir giyim kuşam olup «Laz Kıyafeti» diye anıla gelmişdir. XVI. ve xvıı. yüzyıllarda korsan ve dağ haydudu kılığı iken giderek o yalının bütün gemicileri ile dağ köylülerinin sırtında görülmüşdür.
Başa, üstlüğe bağlanmayan müstakil kara bir kukuleta geçirilir; «'Başlık», «Kara Puşu» veya «!kukula» isimleri ile anılır; bu kukuletanın gayetle uzun iıki ucu, kukuletanın üstünden sarı^_gibi dolanarak uzun kulaklı bir düğümle bağlanır; o düğüm ıkulalkları kukuletaya, başlığa kendine has bir manzara verir.
Sırta, gömlek ve mintan üstüne bir kara cebken giyilir; bu ceıbıkene «Yelek» de denilir; uzun kollu olup kolların üst kısmı dar, alt kısmı geniş, hatta hazan yırtmaçlı olup yenler bilek üstüne kolayca kıvrılır.
Cebkenin göğsünde bazan sağlı sollu iki fişeklik - ceb yapılır. Kışın cel: kenin altına ve mintanın üstüne omuzdan ilikli kara bir zıbın -yelek giyilir; ceökenin önü bu zıbın - yelek üstüne kavuşuk ıkapanır.
Bacaıklara «Zıbka» denilen kara bir potur giyilir, huna «Laz Poturu», «Laz Donu» da denilir; Zıbka bir iç donu üstüne giyilir ve iç donu gibi bele u^ur ile bağlanır; kalçadan ayak bileğine kadar bacağa sımsıkı yapışır, fakat ağı :J<örüklüdür; yüze yakın kırma ile yapılan bu körüklü ağ, zıbka giymiş kimsenin ba-
Kara başlıklı, kara mintan-cebkenli; kara zıbkalı laz kayıkcılar
caklarına, tamamen çıplak bir insanın bacak-hareketindeki mutlak serıbestliğini temin eder; zıbkalı bir gemici veya dağlı dilediği gibi ko şar, zıplar, atlar, tırmanır.
Bele karaya boyanmış hafif bir pamuk ıku-şak sarılır; kuşağın üstüne geniş bir meşin kemer bağlar; bu kemerin, gümüşden yapılmış yaprakörklarj dilcikler 'hâlinde sarkıtılmış bir sıra süsü vardır.
Hallice olanlar beş altı kolan 1halinde uzun
bir gümüş saat ıkösteği takarlar; boyundan geçme ıbu uzun ıkösteğin ucundaıki iri ıbir koyun saati kuşa1kda muhafaza edilir.
Gemiciler yazın daima yalın ayak olurlar, karaya çıkar iken ayaklarına Çapula denilen ıkendilerine mahsus ayaı^kabıkırlıriıı gilyenler (Bakınız Çapula); kışın ayağa yün çorap giyiliL
Dağlılar ise kış ve yaz ayaklarına «Salenk» giyerler; Salenk hem mest hem çizme, Çapula gibi bu yalı halıkına mahsus bir ayakıkabıdır (Ha1kınız: Salenk).
Başlık - Kukula, Zıbın - Yelek, CAken -Yelek ve Zıbıka kara çuhadan, ıbazan kalın ve yüzü parlak saten - bezden yapılır; ve hepsi yine kara şeridden zıhlarla süslenir.
LEVEND KÜLAHI, Gemi levendlerinin (tayfalarının) giydiği kırmızı keçe külahın (fesin) adı; dal külah olarak giyilir, üstüne yemeni de sa-rılabilirdi (Baıkınız: Külah; Makdem).
LiBADE, «Diıkişli pamuklu ıkısa hırka» (Şemsed-din Sami, Kaamôsu Türıkl)
Llbade Hırka (Müsahibzadeden)
Geçen asır sonlarının modalarından bir kadın hır:kasının adı. Astarı ile yüzü arasındaki pamuğu verev dikişle dikilirdi ve bu dikişler hırıkanın sırt kısmında balık sırtı denilen · şekilde kavuşurdu; kısa diık yakalı, eteği bel hizasında kısa ve kolları bol, !kol yenleri bileğin üç dört parmak üstünde kalır, yakası önünün iki boyu ve eteği ve kol ağızları harç ile süslenirdi; ilik düğmesiz, önü daima açıık dururdu. Yazlıklarda sabahları, sabah serinliğinde giyilirdi. Adını ne münasebet ile aldığını tesbit edemedik; Istanbulun meşhur bir sayfiyesi Li-bâde adını taşır.
LÜLE SAÇ, (Bakınız: Turre)
M
MAKFARLAN, Ondokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa modası pelerinli bir paltonun adı; memleketimizde Avrupaya gidip gelmiş alafrangalık düşkünü pek az kimse tarafından giyilmişdir. Türkiyede Makfarlan giymiş şöhret-
Makferlan
!erden biri Abdülhak Hamid Beydir. Halık üstlüğü olarark yayılmamıştır. Önden bir sıra düğme ile kapanır kolsuz ıbir palto idi, iki yanında birer cebi vardı; kol yerinden ceketin kolları çıkardı, fakat kolu örtmek için, yakadan bele kadar inen bir pelerin eklenmişdi.
MAKRAMA, «Arapca isim; kenarı işlemeli des-timal, havlu, peşkir; halk ağzında mahrama denilir» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı).
«Destimal; bazı köylü kadınların başlarına sardıkları nakışlı peştemal» (KaamOsu Türıkl).
Makrama bir örtü, çevre iafe eder isimdir. Antikacı Nureddin Rüşdi Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde ma'krama için: « ... eski biçim entarilerin kenarlarına süs olark •konan harç uzun püskül; teşbihlerin uçlarına takılan «uzun püskül; köylü kadınların başlarına kalın şeridlerle yadıkları uzun ^ç örgüler...» diyor ki, bu ismin, son devir antikacıları arasında asıl manası ile ilgisi olmayan yerlerde kullanılmış olduğunu zan ediyoruz.
MALAKOF, Fransada ikinci İmparatorluk devrinde 1854 - 1855 arasında moda olan bir balo tuvaletine lstanıbulda taıkılmış olan isimdir; bu tuvaletin hususiyeti, belin son derecede sııkıl-mış olması, ve eteğin, içine konulan balinalar
Malakof Fistan (R. E. Koçu Arşivi)
ile belden aşağı kabarık :bir şekilde, adeta ters çevrilmiş bir sepet şeklinde inmesi idi.
1855 de Kırım Harbinin en şiddetli devrinde Rusların Sivastopol müstahkem me^kiinin en kuvvetli tabyası bilinen Malakof Tabyası o harbde Ruslara karşı müttefiklerimiz arasında :bulunan franslzlar tarafından zahtedilmişdi. Haber fstanbula gelince Fransa Sef€ırethanesinde zafer şerefine bir balo verildi; yeni, çıkma Paris modası tuvalet de lstanbulda ilk defa bu baloda görüldü, beğenildi ve yayıldı o·Ma-lakof balosu gecesine nisbetle «Malaıko.f Tuvalet» adını aldı; lstanbulun rum ve ermeni zengini ailelerin kadınlarının sırtında «Malakof Fistan» oldu; aynı kesim fistanlara lstanbulun Tüıık hanımları arasında ise «Sepetli Fist"an» adı verildi.
MANTiN «Fransızcadan alınmış is.im; camtesden ·kalın bir cins ipekli kumaş'» (Kaamôsu Türkl). .
«Camfese :benzeyen ipekli ıkumaşl^rdan birinin adı. Elbise ve ferace yapılırdı. Dayanıksız olmakla beraber su damlaları leke yapdığı için makbul sayılmazdı» (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Muntazır teşri{ine çifte kayık İnce yaşmakla bu cuma seyre çık Penbe mantinden ferace pek de şık İnce yaşmakla· bu cuma seyre çık
( Şarkı; XIX. yüzyıl sonu ).
MAŞLAH, «Altı üstü bir, kol yerine yukarki iki ucunda yarıkları olan bir nevi üstlük libas ki arablara mahsusdur; bizde yeldirme yerine kadınlar tarafından kullanılır» (Şemseddin Sami, Kaamôsu Türk!).
Antikacı Nureddin Rüşdi Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde şunları yazıyor: «Bir zamanlar İstanbul hanımlarına kıymetli :bir sabahlık veya köy (yazlık, sayfiye) mantosu iken modadan düşmüşdür. Maşlahların Bağdad da yapılmış olanlarının halis gümüş sırmalılarından ve bilhassa eski arab ümerasının maşlahları 50 - 60 lira kadar eder (1939 piyasası). Kadın maşlahları ise her yerde dokunur (uygun olan her kumaşdan maş-
lah kesilirdi); hanımlarımıza fevkalade yaraşırdı». Eserinin bazı maddeleri sonuna beyitler yazmak itiyadında olan N. R. Süngü! «Maşlah» maddesini de şu beyitle bağlıyor :
Kırmızı renk o vücOde ne kadar uygundur Ne yaraşmış şu kızın maşlahı maşallah ..
İstanbul hanımları geçen asır sonlarında maşlah giymeye başlamışlardır ve bu moda ancak Birinci Cihan Harbi sonlarına kadar devam etmişdir.
Kibar kadın üstlüğüdür. Şehir içinde giyilmemiş, yalnız sayfiyelerde; yalılara ve köşklere taşınıldığı zaman giyilmişdir. N. R. Büngül'-ün kaydettiği gibi bir sabahlık da değildir, günün her saatinde giyilmiş bir sokak, dış üstlüğüdür: yazlık ıkibar hayatında sdkakda, kayık-da, sandalda, bahçede, mesirelerde giyilmiş-
Maşlah ( Müsahibzadeden)
dir. Kolsuz, hafif, sırta geçirilmesi kolay olan maşlaha, yine aynı yazarın ıköy mantosudeme-si de yersizdir; belki, avam tabakasına men-sub kadınların, kızların giye geldikleri yeldirmelere karşr duyulan ihtiyaç ile bulunmuş bir üstlükdür denilebilir (Bakınız: Yeldirme). Kolsuz, torbamsı bir kisve olduğu için boyu daima kısa göstermişdir, maşlah içine giren ince uzun narin fidan boylar kaybolmuş, orta boy-1 u hanımlar. ise bodurlaşırdı. Maşlah modasının kısa sürmüş olmasının sebebi de budur. Mesireye maşlahla giden bir güzel hanım, ferace ve yaşmak altındaki sihir ve füsünunu, albenisini hiç bir zaman bulamamıştır.
MAYO, DENİZLİK, ILICAUK, Ondokuzuncu yılın ortalarına kadar memleketimizde erkekler ve erkek çocuklar denize, civarında müslüman evleri bulunmayan yerlerden, açıkda soyunub iç donları ile, yahud tıbkı sıcak çarşı hamamlarında olduğu gibi bir peştemal sarınarak girmişlerdir. Derelere, çaylara, nehirlere, ve ılıcaların (!kaplıcaların) havuzlarına da aynı şekilde girilmiş, yüzülmüşdür.
XVll. Yüzyılda Evliya Çelebi lstanbulda Salacak sa(ıilini ve Kağıdhane Deresi boyunu tasv:ir ederken: «.... cümle dilberler. temmuz ayında deryada çimerler... kabuğu . ;;oyulmuş gülpenbe badem gibi nazenin vücudlarına kırmızı ibrişim futalar sarınıp balıklar gibi yüzerler...» diyor. Istanbulun denize . girmek için en şöhretli yerlerinden biri çoğunlukla _.ermenile-rin ve rumların oturduğu Kumkapı sahiliydi, öyle ki bir XVll. asır türksünde adı geçer :
Edirne Tunca suyunda Bursa'nın kaplıcasında İstanbul Kumkapısında Deniz melekleri oynar..
Eskiden . denize girme bir elğence değil, sadece atlama yüzme, bir spor ve yıkanma, serinleme bilinmişdi, onun içindir ki memleketimizin zamanımızdaki şöhretli plajları yüz yıllar boyunca bomboş kumsallar olarak kal-mışdı. Eğlenceli yüzmeler Ilıca (Kaplıca) havuzlarında yapılırdı; önce kurnalarda yıkanı -lır, sonra iç donları veya peştemallarla havuzlarda türlü cümbüş/erle yüzülürdü.
lstanbulda ilk deniz hamamları XIX. yfü-yılın orta1arında yapılmışdır; yine lstanbulda kadın ve ·kızların denize girmesi de deniz ha-· mamlarının ·kurulması ile başlamışdır.
Deniz· hamamları hususi ve umumi olarak kurulurdu; hususi hamamlar yalıların hamamlarıydı; derin suda kazıklar üstünde her tarafı tahta perdeyle çevrilmiş büyükce bir kulube olan deniz hamamlarına giren erkekler isterlerse hamam dışına da. çıkıp yüze bilirler, fakat kadınlar, ancak· hamamın içinde kalan havu-. zumsu bir sahada yüzerdi. Umumi deniz hamamları da biri ·kadınlara biri erkeklere mahsus ve ikisi arasında genişce bir mesafe bırakılarak 'kurulurdu.
.Kadınlar denize ya peştemal sarınıp girerler, yahud «denizlik» denilen bir don gömlek giyerlerdi, aynı don gömleğe llıcası olan yerlerde «llıcalık (Kaplıcalık)» denilirdi. Çiçekli basmalardan yapılan d.enizlik - ılıcalııklar, yukarda da kaydetdiğimiz gibi iıki parçadan mü re· kebdi. Donunun paçaları kendi kumaşından kırmalarla süslenircii ve ayak bileklerine kadar inerdi, en kısa paça, baldır üstünde kalırdı; Gömleğinin yakası boyun altında kapalı, kolları. dirseğe kadar, ıkısa olurdu. Gömlek ile donu belden dikilmiş, işçi tulumları gibi tek parça denizlikler de vardı. Denizliğin bir . üçüncü parçası da başa geçirilen ve denizliğin kumaşından yapılan kukuleta - takkeler idi.
Bizde ilk plaj!ar Cumhuriyet devrinde açıldı ve dilimize «Mayo» adı da o zaman girdi.
İlk erkek mayoları, az dekolte bir atlet fanilaya eklenmiş bir kısa fanila dondan mürek-keb bir tulum şeıklinde olmuşdu; sonra üst kısmı hazfedildi, kısa paçalı bir dondan ibaret kaldı; zaman ile paçalar da yok oldu, belden bacak aralarına inen ve ancak edeb yerlerini örten bir şey kaldı.
İlk kadın mayoları, tıbkı denizlik - ılıca-lrklar gibi, göğsü kapalı, kısa kollu bir üst kısım ve paçalı ıbaldır üstünde bir tulum idi; zaman ile üst kısım dekolteleşdi; kollar atıldı, göğüs üstüne inen üst ıkısım omuzlardan ince
birer kolonla tutturuldu, alt kısımda paçalar 1kısaldı, diz kapaıklarının üstüne ç^kdı, ve nihayet, kadın mayosu «fükini» adını alan moda ile ikiye bölündü, üst kısım ıkısacıık bir yelek, alt kısım kısacık bir don oldu; 'Bikiniler de açıldı, üst ıkısım, ya lnız göğsün ön ikısmını örten bir memeliık - sütiyenden iıbaret 'kaldı, alt kısım da erıkek mayoları gibi, Havvanın asma yaprağından farksız bir örtü oldu. Yabancı memleketlerde, ferdi hüriyetin çok geniş bilindiği yerlerde memelik sutiyenlerini de atan ve plajda soyunmayı strep-tease gösterilerinin yanına getiren cür'etkar kadınlar oldu ise ahlak zabıtası tarafından takibe uğramakdan kurtulamadılar.
Zamanımızda deniz mevsiminde kadın mayo modası, mayo yenilrkleri, çök önemli bir yer almış bulunmaktadır. Kadın vücudunu .;ırılçıplak denilecek şekilde soymuş olan bikini· ler eskimiş, esrarengiz yarı örtünmenin cazibesi kıymetlenmiş, yine tulum mayolar moda olmuş, faıkat filelerden yapılan, türlü şeytani pencereler bırakılan son moda mayolar, plaj güzellerine bakan gözlere tecessüsün zevkini vermişdir.
MEMELiK, Yakın geçmişe kadar, göğüsleri tazeliğini kaybetmiş fakat gönülleri taze kalmış kadınlar tarafından kullanılır bir çift ıküçücuk göğüs yastığına verilmiş isimdir. Dülbendden yapılır bu pamuklu ,yastıklar, giyilen esvabın, tuvaletin göğüs kısmının düşüb sarkmasına mani olurdu. Zamanımızda kullanılan sutiyen-lerin tam !karşılığıdır diyemeyiz, çünıkö sutiyen-leri, tarftvetinin en parlaık çağında bulunan genç kızlar da kullanmaıktadırlar.
MENDiL, «Aslı arabca Mindil'dir; gözyaşı, yüz, burun, el silmeye mahsus olarak cebde taşınır pamuk, keten yahud iıpekden dört ıköşeli dokunmuş, ıkumaş parçası; el mendili, burun mendili, ipek mendil içine mesala meyva ve ıkitab gibi elde taşınacak şeyler koymaya mahsus astarsız küçük ceb boğçalarına da mendil denilir» (KaamOsu Türıki). Çevre (Bakınız: Çevre).
El, yüz, burun mendilleri kadın ve erkek
mendili olarak ikiye ayrılır; kadın mendilleri hem 1küçük, hem de yüzü ve kenarları nakış ve oyalar, dantelalarla süslü ola gelmişdir. Eski ·kadın tuvaletinde ipeık ve altın tel ile nakışlı, oyalı bir mendil, üstlüğün göğsüne veya bir omuz başına elmaslı bir iğne ile iliştirilerek ayrıca bir süs gibi de ıkullanılmışdır.
Avrupai erkek kıyafetinde de, ceketin sol tarafında yukarda yapılan mendil cebinde tercih ile beyaz bir keten ve ipek mendil bulunmak, bunun uçlarını cebin dışına yaprak yaprak dökmek, yahud toplu, katlı bir ^iİde göt termeık devir devir süslülük, şıklık modaları bilinmişdir. Renıkli erkek mendilleri, hem renkleri, hem de renkli çubuklardan teşekkül eden desenleri ile sahihlerinin zevklerini :belirten bir miyardır. Erkek burun mendilleri arasında enfiye tiryakilerinin kullandıkları mendiller, men-dilcilikde ayrı bir çeşid teşkil etmişdi (Bakınız: Enfiye Mendili).
Avrupa kari evrak - mekteb çantalarının kullanılmadığı devirlerde ilk okul çocukları için cüz keseleri yapılmış, fakat büyükler tarafından lkitab mendile sarılarak taşınmışdır. Kitab mendilleri sureti mahsusada yapılmış, yahud o işde kullanılan bir mendil artık başka işde kullanılmamış, üstüne kenarlarına bilginin kutsallığını beyan eden güzel sözler, arabca veya farsca beyitler, kıt'alar, hatta aşıkaane, rindane şiirler işlenmiştir. Bir kitab mendili de bir '.<alem efendisinin, medreseli bir gencin süsü olmuşdur.
Güzel, kıymetli mendiller yadigar olar^'< saklanan hediyelik eşya arasına girmişdir.
Kadının kızın örtü altında bulunduğu devirlerde ve hatta zamanımızda, kavuşulmamış, kavuşulamayacak veya kaçırılmış maşükanın her hangi bir suretle de ele geçmiş mendili yanık aşıklar tarafından arada sırada öpülüp koklanmak üzere ten üstünde, sinede saklanmış, gezdirilmişdir.
Kimi seyrana gider atlasu diba giyerek
Kimi mendil bulamaz clideden e1kin silecek
MENGÜŞ, «Farsca isim, Küpe» (KaamOsu Türk!). «Bektaşi tabirlerindendir; mücerredlerin, ev-
lenmeyenlerin (bekarların) kulaiklarına takılan küpe haıkıkında !kullanılır» (M. Zeıki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Derviş rnengOşları (küpeleri) bir gümüş halkadan ibaretti.
XVIL Yüzyıl ortasında cezbeli bir bektaşi :baası portresidir: «Baş ayak çıplak, bir mü-levveş ş^il, ama yüzünde gözünde nur, ^ zünde letafet var; gömleksiz, sine açık, sinesine Hasan Hüseyin a^kına şerhalar (ıbıçak çentikleri, yaraları), çekmiş, başının ta üstünde bir teslim dağlaması, sol bazusunda Kerbela çölü dağlamaları, elinde deste çOb, dilinde ya mahbObül kulO.b... ». Bu portreyi çizen Evliya Çelebidir, biz de: «kulaklarında birer gümüş halka mengôş» diye ilave eder isek kalender beıktaşinin resmini asla tahrif etmiş olmayız.
MERCAN TERlJl.GI, Topuıksuz, yanları ve ankası açıık ayak terliğinin adı, parmaık enlerinin az yukarısından ayağın yarısından az bir ıkısmın kapsar, örter; halık ağzında «Mercan Terlik» denilir. Hem kadınlar hem erkekler tarafından giyilir, hal·k harcı, avam harcı terlikdir. Adını Istanbulda Mercan semtinden almı^ır. E^i-den «ıBe'kar Odaları» denilen bekar hanlarının büyüklerinden sekizi Mercanda idi, ve «Mercan Odaları diye meşhur bu hanlarda paıbuc-cu bekarları oturur, barınır ve sanatlarını işlerlerdi. Bu terlik ilık defa XV. - XVI yüz yıl arasında Mercan Odalarındaki pa:buç atölyelerinde yapılmışdır.
Çarşı hamamlarında yüzyılar boyunca Mercan Terlrkleri kullanıla gelmişdir; en mü-tevazi Türk evinde ev halkı ve misafir için bir kaç çift mercan terlik mutlaka bulunmuşdur.
MERKUP, «Mest ve Çedik üzerine giyilen sarı Meşinden yapılmış kunduranın adı» (KaamO-su Türkl) . (Bakınız; Mest; Çedik; kundura).
M EST, Tabanı ve yüzü yumuşak deriden, incik kemiğinin üstüne kadar çııkan kısa konçlu, düğmesiz ve bağsız, ayğa tıpkı çorap gibi
giyilir ayakkabının adı; koncunun ağzı az ge-nişce olub kulaklı ve üstünden gaytanla bağ-
Meşin üzerine işlemeli mest, XVI, yüzyıl (R. E. Koçu Arşivi)
!anan bir çeşidine de lapçın denilir. Hem kadın, hem erıke'k tarafından giyilir. iç aya^kabı-sıdır, sokağa mestce çıkılmaz, üstüne mutlaka ya pabuç, ya kundura giyilir. Abdset alındık-dan sonra diğer abdestde ayaıkları yııkamaya hacet bırakmayıp üstüne mesih ka'bul eder ayak1kabıdır, adını da «mesh, mesih» den almışdır._lçinin 1kirlenmemesi için çorab üstüne giyilir; günlük ev ve iş hayatında sabahleyin ayağa, çekilen mest, gece yatma zamanı çıkarılır; evde, mescidde, dükıkanda mestce bulunulur. Yüzyıllar boyunca her tabakadan müslüman Türkün ayakkabısı ola gelmiştir. Memleketimizde hala yapılmakda, kullanılmaktadır; ve zamanımızda mest giyenlerin çoğu mesti pabuç ve kudura ile değil de, çamus lastiği ile giymektedirler.
MEVLEVi SiKKESi (Bakınız: Sikke)
MIGFER, Arapca isim, harp zamanında başa giyilen demir tas; Türkçesi Toğulga, Tolga, Tulga» (Kaamôsu Türkl). Cengaver !kıyafetin-de ifkgöze çarpan muhakkak ıki miğferdir. Avrupalı cengaverler, dalgıç ıbaşlığı grbi, yalnız göz yerleri açık, başı tamamen kapsayan miğferler ıkullanmışlardır; Türk miğferlerinde ise, göz üzerinde bir siper yapılmakla yetinilmiş, yüz açıkda bırakılmışdır, miğfer s€ıdece kafa tasını korumuşdur. Padişah miğferleri ise altından yapılmış, ayrıca elmaslarla, sair kıymetli taşlarla süslenmişdir. Topkapusu Sarayı Mü-
Altun kakmalı miğfer. Alın siperinin üstünde alemde: «Fallfilıü hayren hafizen ve hllve ei-hamül rahi-min ... » yazılıdır. Alemin solunda tüylük görülmektedir.
zesinde Ha;zlne Salonunda Dördüncü Sultan Murada atfedilen murassa miğfer maddi' ıkıy-meti en yüksek Türk miğıferlerinden biridir; yine ayni müzenin silah salonunda en güzel, en ıkıymetli türk miğferi.eri görülür.
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimler!» ve Terimleri isimli eserinde Türk miğferini şöyle tarif ediyor: « •.. önünnde (·göz siperinin altında) burnu muhafazaya mahsus ve aşağı yukarı inip çıkabilir sôretde bir le^ha ile bunun sağında solunda süs olmak üzere tuğ sökmağa
mahsus birer yer vardı. Boyun ve kulakları muhafaza için de küçük zincir halkalardan yapılmış dört :beş parmalk kadar bir örtü, elıseliık rabt olunurdu. bunun ön tarafdan iki ucu ko-vuşturur'unca gözlerle yanaklardan (ancak) pek az bir kısım görünürdü...».
MİNTAN, Farsca «Nlmten» isminden alınmadır; eskiden ekseriya nlmten yazılırdı; mintan halk ağzı söylenişidir, iç gömleği üstüne giyllir, etekleri kalçaları örtecek kadar uzun, uzun
kollu, düz yakalı, önü entari gibi yarım yırtmaçlı olup yırt'macı 3 - 4 düğme ile 1kapanır, başdan geçirilip giyilir avam, esnaf harcı erkek dış gömleği; zamanımızda da köylümüzün bü-yüık çoğunluğu, şehir ve !kasabalar halkinın da esnaf tabakasının bazıları mintan giyerler. Alelade kumaşlardan, bilhassa basmalardan ·ya-pılır. Kollarının bitimi yırtmaçlı olup düz bir ıkol kapağı eiklenir ve bu kapak üstünden bir sedef veya taş düğme ile iliklenir. Mintanın etekleri şalvarın, · poturun, p^ntalonun . ıçıne alınır; mintan· üstüne de yelek, ceket, cebken, camedan gi:bi üstlükler giyilir.
Eskiden niintanların harcı alem olanları alacadan (Hakınız: Alaca), en alası da «$·ali» denilen ·kur'naşdan (Bakınız: Şali) kesilir, yapılırdı. Güzellerin · medhi yolunda yazılmış manzumelerle edebiyatımıza girmiş isimlerdendir.
Servsin sana yeşil şali gerekdir nimten, Rengi gülden came buyi yasemenden pirehen ( Nedim )
Didiki alayım sana çamaşır Alaca mintan hem don ile çakşır · ( Galatalı Çorbacı )
Güllü basma mintan üstünde yelek Sıvanmış kolları ham gümüş bilek Tazeden tize o şehri civelek Bir kahve getirdi turunç köpüklü
*
Al yollu mintan gaayet yaraşmış, Ol sırıpa geysu ta belden aşmış Uşşaka sorma hayretle şaşmış Çal sen de mutrib çeng'ü rebabın
MiNTAN, Esıki yangın tulumbacılığında bazı. ma-halle,lerin, semtlerin sandııkları, tulumbacı grupları tarafından kabul edilmiş sokaık kıyafeti - üniformalarda cekete verilmiş isim; bu cekete mintan adının yanında «Aba» da denilirdi; devetüyü, laciverd, nefti, siyah renklerde en ala çuhalardan, şayaklardan kesilirdi, ve sol kollarının üstüne sırmalı şeridlerle tulumbacının sandııkda'ki mevki, rütbe 'ışareti konulurdu:
Birinci reis 4 şerid
!.kinci reis 3 şerid
Fenerci, 3 şerid, şeridlerln arası zikzaklı
Hortumcu 2 şerid
Kökenci 1 şerid.
Tulumbacıların arasında mihtanın cazibesi çdk büyük olmuşdur; bir sandıkda yeni ke-
Başı bez kasketli, sırtında çizgili basmadan mintan ve yelekce sandalcı; 1945-1950 (R. E. Koçu Arşivi)
sim güzel bir mintan çıkdığı zaman nice namlı tulumbacılar o mintanı giyebilmek için şu kadar zaman tulumbacılığ:n nice kahirlerini be-· raberce çekdikleri ayakdaşlarını bırakır, sandığını terkederek bir mintan uğruna öbür sandığa ·koşardı (Bakınız: Tulumbacı Kıyafeti; Tulumbacı Üniforması).
Yarım Fransızdır pantol kesimi • Hem yeni mintanı giymiş Muradı.m Ayakda Kamerçin o dalfesini Görün tıkı.r tıkır atarken adım A^am aman. muradı. ..
Paşa kızı sevmiş yanar Tulumbacı Muradı Dil ateşin söndürmekniiş o şehbaza ·muiadı ,
MOKASSEN, ikinci Cihan Harbi içinde memleke-tirnizde geniş ölçüde rağbet görmüş bir erkek iskarpini çeşidinin adı; bu isim, Mdkassen (Mocassin) aslında Kuzey Amerika kızılderililerinin giydikleri çarığın adıdır; mokassen iskarpinler de önce Ameriıkada yapılmış, memleketimize oradan gelrnişdir; bağsız, düğme-siz ve arkası gayet yumuşak olup, ayağa ter-li·k gibi hemen geçirilebilir, arkası basılıp da giyilebilir. füzde yaygın giyiliş şekli de arkası basılarak giyilişi olmuşdur. Bu şekil giyilişi de laübali olduğu için bilhassa avam pek tutmuşdur. Bu bakımdan eski tulumbacı yemenilerini ve tulumbacıların Kamerçin ismindeki iskarpinlerini hatırlatır (Bakınız: Kamerçin). Kamerçinler, tulurnbacılıık, bıçkınlık aleminde önemli bir yeri olan topuık gösterme nümayişine çok elverişli bi.r ayakkabı olduğu gibi mo-kassenler de bıçkın meşreb kimselerin o cakasını tatmin etmişdir (Bakınız. Topuk Nümayişi). Önemle kaydederiz ki bu iskarpin arkası basılarak yalnız memleketimizde giyilmektedir, Amerikalı ve Avrupalı arkası basık makassen ile soıkakda dolaşmaz.
MONTGOMERİ BLUZ, Aslı lskoçyalı olan lngil-tere Mareşalı, B. Law Montgomery'nin ikinci Cihan Harbinde Kuzey Afrika Cebhesinde kumanda ettiği ordunun subay ve erlerine giydirdiği bir bluz - ceketin adı; önce bir a5kerl üniforma olarak yapılan bu bluzlar Türk Or,
dusu üniformaları arasına da girmiş ve nefer-
ler üstündeki modeli halıkımız tarafından da benimsenerek ehemmiyetsiz değişikli'ıklerle zamanımızda aşağı tabaka, ayaik takımı için Çdk yaygın bir 1<.isve olmuşdur; yakası hem kapalı hem açıık giyilebilir, önden düğmeli, iki yanında büyvk cebleri vardır;beli kendi kumaşından :kemerli olup bluz ıkemer üzerine küçüık bir pot yapara:k döıkülür. Çoğunluıkla amele üzerinde, ıbüyÜ'k şehirlerde gazete satıcısı ço-CLJklar üzerinde görülür. Çocuklar bu bluzu bayağı uzun pantolonla giyer, amele işçi ırgad takımında da ıkülot kesim pantolonlar üstünde görülür.
Sik dokunmuş kate tezlerden, kaba ^-yaklardan kesilir.
Askeri nefer üniforması olan montgome-rinin pantolonu da kendine mahsus bir biçim-
Gazete satıcısı· çocuk üstünde Montgomeri Bluz; 1950 (R. E. Koçu Arşivi)
dedir, az bolca bayağı düz pantolon olup paçalarında bir tasması vardır, bu tasma ayak bileğini sarar ve pantolon tasma üzerine küçük bir pot yaparak d8külür.
Bez kasketli külot pantolonlu amele-işçi sırtında Montgomeri Bluz
MUKADDEM, Kalıyoncularm, !katyon lavendlıeri-nin kırmızı fes, kırımızı keçeden levend külahı üstüne sardııkları saçaklı puşunun adı; saçaıkla-rı, yüzün üstüne, kaşın gözün önüne yeniçeri civeleklerinin peçelerini andıracak şekilde sarıkar, d\.işerdi, mukaddem adını da bu münasebetle almışdı; Tersaneli bir nevcivan şanında aşağıdaki beyit Nedimin bir ga^elindendir.
Çak ltmesun mü cimei sebzin g&rünce gOI Bak JOI yetil mukaddeme, ol kırmızı fese
cGül ( kıskençlığından) yeşil esvabını yırtmasın mı, ju yeşil mukaddemle şu kırmızı fese bak.. >
Başına mukaddem sarmış kaptanpaşa Çavuşu
M. Zeki Paikalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde bu !kelimeyi «Ma'k-dem» diye alıyor ve fes üstüne sarılan bir pu-şu yerine ikülaıh:ın, fesin adı olarak gösteriyor ki, Ned'i'min peık açıık tasviri karşısında doğru görünmüyor: «Kalyoncuların başlarına giydiıkleri serpuş. Maıkdem, 1üzerine ucu saçaklı puşl (puşu) sarılı fes idi (?)» (M.Z. Paka-lın).
MUSKA, «Nusha» nın halık ağzı söylenişi; «Tılsım gibi, hastalııkdan ve ıbir afetden korunmak için yazılan ve üstde taşınan dua» (Şemseddin Sami, ıKaamusu Tıünki}. Umumiyetle, erbabı tarafından, şeyhler hocalar tarafından şerid şeklinde :bir ıkağ.ıda yazılır, başlangıcından nihayetine doğru :kıvrıla kıvrıla üçgen şeıklinde toplanır, sonra ıbir muşambaya sarılır, onun üstüne de ince bir meşin yahud münasib bir kumaş dikilerek bir şeridle, kordon ile toyu-
na asılır; bazan da esvabın iç tarafında bir yere diıkilirdi.
Zengin kişilerin muskaları yine üçgen şe:k-linde yapılmış, üstü kabartma çiçek tezyinatı gümüş veya altın mahfazacıklar içine ıkonulur ve boyuna öyle asılırdı. Yakın geçmişe kadar memleketimizde muskasız \kimse yoık gi:biydi; bebeklerin dahi muskaları vardı. Yağlı Türık güreşinin pehlivanlarında muska, pehlivanın boynunda adeta bir süsü' gibiydi; pehlivan muskaları muşambadan sonra mutlakaa bir meşine sarılmış olurdu.
M,ÜZE, Çizmenin far^a tadı; dilimime kuLla-nılrryış, edebi metinlere de geçmiştir.
Çıkar ey serveri huban muzenl
Rindan meclisinin budu iyini
Çıkar mGzeni de ^stw o simin (
BOsegahı uşşak olan piyinl
{Giritli Bekir Sıdkı)
Bak heman cGnbüşü dümbiline tavus gibi
İtme nezare siyeh mOzelere pi.yinde
{Nedim)
MUTALLA SARIK, «Üstüne 4-5 ıparımaık eninde sırmalı şeridler sarılmış sanıklar hakkında kullanılır ıbir tabirdir. IBu türlü sarı1klar resmi günlerde kullanılırdı; Mutalla araıbca yaldızlı demektir» (M. Zeki Paıkalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
MÜCEVHER, Elma s ve sair ıkıymetli taşlarla v^ hakikl incilerle !bezenmiş enkek ve kadm asım takım' eşyası; başlıcalari: sGs ta rağ ı, tac - gel in tacı, küpe, yapıştırma, gerdanlıik, broş - iğne, bileziık, y:üzükdür; murassa (ıkıymetli taşlarla bezenmiş) saa tl er, han çerler, !kemer l ct, -yel^-zeler, sorguçlar, düğmeler, enfiye kutuları,-muska mahfazaları da kadının ve erıkeğin
mücevherleri arasına girer. (!Bu isimlere bakınız).
Farscada ıkıymetli taşlar «Geııher» adında toplanmış, ve ıbu isim «Cevher» diye arablaş-tırılmışdır; mücevher, cevherli demekdir. Bu sözlüğıün konusu dışında ıkalan başlıca oev:her-ler: Elmas - pırlanta, Zümrüd, Yakut, Firuze,
pirôze Akikdir; bunlara İnci veMercan da katılır.
Eski toplum hayatımızda erıkek ve kadınlar tarafından, ve bilhassa yüksek tabaka arasında günlük süslenmede mücevhere son derecede önem verilmiş; gün olmuşdur ki bir hanım, bir sultan üzerinde, tümüne baha biçilemez kıymetde mücevherler taşımışdır. 1717-17 18 arasında sefir zevcesi olaraık Türkiyeye gelmiş olan İngiliz kadın yazar Lady Muntagu Hafize Sultanın üstündeki mücevherleri <j;Sy-r2 anlatıyor:
«... erguvan renginde kunaşdan dolamasının etekleri ayaklarına kadar iniyordu; kollarının etrafı ve yakasından eteğine !kadar önünün iki yanı elmaslarla süslenmişdi, bu elmaslar birer nohud büyüklüğünde idi. İç gömleğinin yakasında düğme yerinde ba·klava biçiminde yontulmuş gaayet iri bir elmas vardı. Çok geniş olan kemeri de sıvama elmas döşeliydi.
«Boynunda dizlerine kadar inen üç dizi vardı. Biri incilerden yapılmışdı, ucunda hindi yumurtası büyüklüğünde muhteşem oır zürnrüd vardı. Diğer dizi yan yana konulmuş, yeşili gaayet güzel ve renkleri birbirini tutmuş iıkiyüz zümrüdden bir diziydi. Nihayet üçüncü dizi, yusyuvarlak küçük zümrüdlerden yapılrnışdı.
«Fakat bütün bu mücevherler küpelerinin şaşası ile siliniyordu, bu küpeler, armud biçiminde yontulmuş ve birer fındık büyüklüğünde iki elmasdı^
«Serpuşunun etrafında üç dizi inci vardı ki bunlar dünyanın en beyaz ve en gi.izel incileriydi. Başına iki mücevher gül ilişdirmişdi ki her birinde göbek taşı olarak iri birer ya-i<.ut vardı. Bunların etrafında gaayet kıymetli yirmi kadar elmas dizilmişdi. Bütün bunlara, serpuşunun üzerine sokulmuş başları zümrüd yahud elmaslı bir çok iğneler ilave ediniz.
«Bileziklerine aynı güzelliikde elmaslar dö-şenmişdi. Nihayet parmaklarında en iri elmaslardan yapılmış beş yüzük vardı ki (bizim başvekil) M. Pitt'in yüzüklerini istisna edersem, hayatımda gördüğüm en büyük elmaslardır. Sultanın üzerindeki mücevherlerin kıymetini yüzbin İngiliz altınından fazla tahmin ettim (za-
manımızın değerince 50 milyon türk lirası). Bu servetin yarısına sahib Avrupada bir tek kraliçe yokdur... »•
MÜCEVVEZE, Padişah, sadırazam, vezirler, devlet ve saray erkanı ve yüksek memurlar tarafından teşrifat (protokol) gereğince giyilen reSmi bir kavuğun adı.
Üstü, başı !kapsayan alt kısmından daha geniş silindir şeklide ve yarım endaze, 35 santime yakın yükseklikde bir serpuş idi. Esası mukavvadan yapılır, üstüne beyaz dülbend o;arı-lırdı. Üst tablası, tepesi az kabarık kırmızı çuhadan olup bunun da ortasında yine kırmız. ÇJ-hadan ceviz büyüklüğünde irice bir 6Jgme kozalak bulunurdu. Serpuşun Mücevveze adını da bu kozalakdan, «ceviz» den aldığı söylenir. Arabcada bir «cevz» ,kelimesi vardır, bu kelimenin manalarından biri de «bir şeyin ortası» demekdir; Mücevveze adı bu arabca köke de bağlanır.
Eski kavuklardan «Selimi», Mucevvezeye çok benzer, tek önemli farkı üst tablasının düz ve beyaz dülbendle sarılmış olmasdır (Bakınız: Selimi).
Mücevveze
(R. E. koçu Arşivi)
N
NAFE, Nat, farsca göbek, göbek çukuru demek-dir; postları kürk olan hayvanların göbek tarafı parçaf'c1rı ile yapılan kürıklere «Nate», «Na-fe ıkürıb adı verilmişdir (Bakınız: Kürk) ; post isimleri ile de «nate samur kürk», «nate vaşak kürk» denilirdi.
NALÇA, Küçücük nal anlamında «Nalçe», halk ağzında nalça denile gelmişdir, çabuk aşınma· ması için, kundura, yemeni, çizme ökçelerinin altına, çakılırdı. Padişah ve vezir çizmelerine gümüş nalça çakılırdı; xıx yüz yılın başında, Yeniçeriliğin son devrinde aşırı süslenmeye meraklı her tabakadan İstanbul gençleri, hatta baldırı çıplak şehbazlar yalın ayaklarına geçir-diklE>ri yemenilere gümüş nalçalar takdırırlardı.
Hali siyeh gül izarında anber
Samur ipek kakül perçemden haber Baldır bacak topuk ayak ak mermer Namu şanı Yosma Gümüşnalçalı
( Galatalı Çorbacı)
NAUN, Odundan (Tahtadan) yontularak yapılmış ve ayağı tutması için köseleden tasması bulunan, zemini taş döşeli, ve hatta ıslak, sulu yerlerde, ayak yolunda ve hamamda giyilen ayakkabı.
Giyimli Hamam Uşağ1 ayağında Natır Nalını (Bir minyatüre göre)
Kelimenin aslı, arabca ayakkabı anlamın-
da «na'I» isminden ikilik ifade eden, yani bir çift ayakkabı karşılığı «Na'leyn»dir; dilimizde daima «Nalın» denile gelmiş, bazan da incelterek «Nalirııı diye yazanlar, söyleyenler olmuş-
Kalın Ökçeli Nalın
dur. Üstüne çakılarak eklenen tasması haric, her biri odundan tek parça olarak oyulmuş bu ayakkabı yapılış tarzı ve hatta tasması ile Takunya adını taşıyan ayakkabının bir benzeri ise de ondan şekil yönünden çok ayrıdır (Bakınız: Takunya). Önce takunyaya nisbetle yüksekdir, sonra, takunyanın bir ökçesi ile dolgun tabanı olduğu halde nalının altı, nalın iki ayaklı bir köprü gözü şeklindedir; bilhassa es· ki hamam nalınlarının ayakları dar ve uzun bir teber, balta şeklinde yapılırdı ve geniş tarafı aşağıya, zemine gelirdi. Takunyalar alelade odunlardan yontula gelmişdir; nalınların ise odunu seçilmiş ve şimşirden, abanozdan yapılmış, ayak basılacak üstü, kenarları ve na-
lının kendi ayakları sedef işlemeli, gümüş tel, mercan kakmalı, yalnız üstü sırma işlemeli kumaş kaplı, tasmaları sırma işlemeli, hatta sırma ile karışık inci işlemeli, kadifeden, ayna kırıkları ile süs!ü yapılmış ve hakikaten sanat eseri olanları vardır. XIX. Yüzyılın İstanbullu zengin ermeni ailesi Düzoğullarının harem hamam nalınlarının ayak konacaık üstü ve tasmaları altın tel ve inci ile işlenmiş atlas ıkaplı idi. XVll. Yüzyılda da istanbulun ıbüyüık çarşı hamamlarının şimşirden yapılmış ve türlü şekillerde süslenmiş nalınlarının tasmalarına, yahud nalın ayaklarının ön :kısmına aid olduğu hamamın adını bildiren beyitler yazdırıldı.
Şimşir üzerine sadef işlemeli Hamam Nalınlan;
Soldan sağa: Natır Nalını, Dellfık Nalını, Müşteri Nalını
Soyun dökün açıl gül
Buyur Hammamı Şengül
*
F".'rahfeza dilküşa
Hammamı Mahmudpifa *
Hüddamı çabükü çalak
Bu Çardaklı Hammamı pik
*
Bu hamamda sefil Jifi
Koğacılar semti Vefi
Kaptanpaşa Hamamı
Cihanı tuttu namı
Hammimı Tersinedir
Şu dünya fesanedir
Aç keştii aşka yelken
Hele fırsat eldeyken
Esiki berıber esnafının çırakları kalfaları esnaf nizamnamelerinde kendileri için tesbit edilmiş maddeler gereğince düıkıkanlarda yalın, çıplak ayak ile nalın giymeye mecbur idiler (Bakınız: Berber kıyafeti).
Memleketimizde avam taıbaıkasından ka-din, erıkek ve çocuk ayağında takunya sokak ayaıkkabısı olarak da giyilmişdir. Büyük şehirlerde nalın ile sdkağa çıkılmamışdır; daha doğru tabir ile nalın sokak ayakkabısı olmamış-dır; yalnız bazı Anadol,u kasabalarında, yalnız ıkadınlar, ayaklarına mest giyerek ve nalının ayakları çdk yüksek olmamak şartı ile nalınla sokağa çıkmışlardır.
Topkapusu Sarayı Müzesinin Hırkaii ^-adet Dairesi hazinesinde müıbareık emanetler arasında Peygamberimizin nalınları vardır. Fakat «Na'leyni Şerif» adını taşıyan o nalınlar yalnız arabca adı ile nalındır; biz bugün o çe-şid tahta ayaık:kabılara «araıb sandalı» diyoruz :ki memleketimizde hiç kullanılmamışdır.
NAMAZ BEZi, Kadınların namaz kılar iken başlarına örttükleri beyaz dülıbendin adı; eski top lum hayatımızda her evde üzerine namaz ibadeti farz olmuş herikesin ıbir seccadesi vardı, kadının namaz bezi de seccadesinin içinde dururdu.
İtki değirmi !büyüklüğünde dül!bendden yapılırdı. Yazmacılar namaz - bezlerinin etrafına bir münacaat beyti, ıkıt'ası ·yahud Keli-me-i Şahadeti yazarlardı ve ıböylece yazılı olanlar da en maıkbülleri idi. rBir kadının yeldirmeyle baş örtÜ!'>Ü saracak yerde başına narnaz-bezini alıp sokağa çı1kıması ayıplanırdı.
Geldi tamam bir herife varma merkezi
Gayri ayıptır öyle bürünüb bir namaz bezi
Olma sokak süpürgesi hanım hanımcık ol
( Enderunlu Vasıf}
NAZARLIK, «Nazar değmemek için üste takılan boncuk ve emsali şeyler haıkıkında ıkullanılır»
(M. Zeiki Pakalın, Osmanlı Tarrh Denim^ri ve Terimleri ).
Tam takım bir nazarlık başlıca şu şeylerden mürekıkeb idi: bir m€wi nazar boncuğu, Üstüne Maşallah yazılmış :bir nazar altını, bir akik, bir kurt dişi, :bir ıkaplumıbağa yavrusu ka· buğu. Bunlara altın veya gümüş çenıberler geçirilir, :küçüık bir inci püskül eklenirdi. Hazan maddi kıymeti hayli yüksek ve ıbir'sanat eseri olan nazarlık eski toplum hayatımızda bebeklerin ilk ziyneti, süsü oldukdan ıbaşka gelin tuvaletlerine de ıkatılmış, sünnet çocuklarının mutla'kaa takılır :bir süsü olmuşdur.
NiZAMi CEDİD ÜNİFORMASI, Üçüncü Sultan Selim zamanında teşkil edilen Nizamı Cedid Askerine, Yeniçeriler ile mutaassıb halık ıkitlesin-den çekinildiği için tam Avrupa kesimi bir asker üniforması giydirilememişdi.
Başında postlu Barata, sırtında mintan ve fermene, bacaklarında sıkma ve ayaklarında sivri uçlu pabuç ile Nizamıcedid Çavuşu
Nizamı Cedid Asıkeri bir muhafız kıt'ası gibi !kurulduğu için neferlerinin başlarına kırmızı Bostancı' Baratası giydirilmişdi (Baıkınız: Barata); küçük zabitleri de beyaz renkli barata giymişler, ıbaratalarının alt kenarına dört parmak kadar kalınlıkda kara kuzu postu çevrildiği için baratalarına ıkalpaık denilmişdi.
Neferlerin sırtına, ceketi andırır düz yakalı bir bluz giydirilmişdi, önden ve gizli düğme ile iliklenen bu bluz- ceketin beline bir palaska takılmış, palaskaya da sol omuz üstünden bir meşin hamaylı eıklenrnişdi; al çuhadan kesilmiş olan ıbu bluz - ceketin ıkolları dar ve uzun idi, palaska altında kalan etekleri de potur üstüne dö'külmekde idi. Şalvar ve çakşır yerine de pantalona daha yakınca «sıkma» denilen bir potur giydirilmiş idi (Bakınız: Sıkma).
ıKüçük zabitler önden düğmeli, düz yakalı beyaz bir bluz - ceket üstüne çaprast ili'klE nir bir fermene giymişler, 'bluzun eteklerini potur içine alarak palaska yerine bellerine kırmızı ıkuşaık sarmışlar, ve sağ omuzlarından atılmış ince bir hamaylı ile kılıç taıkmışlardır; ba-caıklarına yine sıkma geçi^mişler ve sıkmaları (poturları) ile fermeneleri haıki renginde çuhadan ıkesilmişdir.
Bu tarifler ressam Brindesi'nin kıyafet albumuna göre yapıldı.
NİKAB, «Arabca isim; yüz örtüsü, peçe, yaş-rnaıb (KaamOsu Türk!). Hüseyin Kazım Bey <<'Büyük Türk Lugatı»nda yüz örtüsü niıkalb :karşılığı olara:k yaşmak ve tutuk isimlerini vererek şu iki ¡beyti kaydediyor :
Renk renk olmuş cemali tabdarrndan nikab imtixac etmiş lafakla aksi nuri mahitab
( Abdülaziz Mecdi)
Nikaabın eylemesin ref' görmedik çokdan
O nOri dideye şayed nazar is^bet eder
(Seyi d Vehbi}
Bilhassa siyah ve beyaz, yarı şeffaf kumaşlardan yapılırdı; nikabın hemen ardında-
ki gözler önünü ve etrafını gereği gibi gorur; uzakdan bakan gözler ise nikah ardındaki yüzü seçemez tanıyamazdı. Yüzün tümünü ört-düğü için nikab ıkarşılığı olarak yaşmağı da kaydetmek doğru olmaz, zira yaşmak gözler; açıkda bırakırdı, ni:<ab:n tam türkçe karşılığ• peçedir.
Eski toplum hayatımızda nikabı kadınla; dan başka erkekler de tutunmuşlardır; yeniçeri civeleklerinin peçeleri en güzel örneğidir (Bakınız: Peçe; Civelek Peçesi). Ailelerinin ve resmi görevlerinin şeref ve haysiyeti ile uygun görülmeyen yerlere giderök, meyıhâ-nelerde ve mesirelerde avam arasına karışa-rak eğlenemk isteyen erkekler yüzlerine ni-kao (peçe) tuiunurlar ve asla yadırganmazlar-dı; bunu da bilhassa kibar ve güzel genlçer
yaparlardı. Kibar ve güzel olmadıkları halde
z.ü nikab!ı dolaşır maceraperest gençler de olurdu.
Saba ki dest ura ol zülfe müşki nab kokar Açarsa ukdei pirahenin gülab kokar Nikaab ile göremezken biz anı va hayfa Rakib o gerdeni simini bir nikaab kokar
( Nedim ) Saki çevir camı zernigarı Kaldır nikaabı didarı yarı Raks eyfedikçe ol gül izarı itsün temaşa aşıkı zarı
Simin topukla sahnı çemende Ahu misali atsun perende
Yüzünden çözdü çıkardı nikaabı Alub açdı cemalinden hicabı
( Şeyhi )
• •
O.O
OMUZ DÖVEN Türkiyede umumi bir serpuş oia-rak kabulünden yüzyıllarca evvel Cezayırli Türk gemicileri ile Akdeniz ve Ege adalarının çoğunluğu gemici olan halkı Fes giye gelmişlerdi.
Adalılar feslerine uzunca bir kordon ile mavi ipekden bir top püskül takarlardı, öylesine ki bu püskül omuzlarına düşerdi, bundan ötürü de adalı feslerinin püsküllerine «Omuz döven» den i li rd i.
Adalı şahım. var urum yosması Anın hüsnü siler gözümden pası !'üskül omuz döver nalça tıkırdar . Köçek cilvelidir adım atması
( Galatalı Çorbacı J
Adalı Omuzdöveni
OYA «Kadın çamaşır ve esvablarının ve sair bazı şeylerin (ıboy yemenilerinin, çevrelerin) kenarına iğne ile yapılan veya yapılmış hazır alı-naraık dikilen ipek veya iplikten örgü, oymaiı süs» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türk!). «Renkli bir ibrişimden iğne ile çiçek veya yaprak şekillerinde örülen işlemenin adı; esvab ve baş yemenisi kenarlarına süs olarak dikilirdi.
Oyalar ya dantela gibi düz olarak örülür, yaıhud, oyayı danteladan ayıran en önemli hususiyetidir, motifleri, çiçek ler, m eyvacıklar, yapraklar veya sembofik şekiller mücessem olarak örülürdü, ve mücessem örgüler bir zincirin boyunca top top, yaprak yaprak, kandil kandil, salkım salıkım dizilip sallanırdı.
Oyalar bazan motiflerinin isimleri ile anılırdı: «Yaprak Oya». «Gi_jl Oya;>, «Sünbül Oya», «Biber Oya», «Karanfil Dişi» gibi; Bazan benzerlik yolu ile sembolik isimler taşırdı: «Kirpik Oya», «Oğlan Perçemi», «Komşu Çatlatan , «Çarkı Felek» gibi; bazan da yeni bir örgü tarzı dolayısı ile bir memleket, kasaba adını ta-şırdi: «Selanik Oya sı», «Bursa Oyası» gibi.
Oyacılık aşağı ve orta tabakadan türk :<ıziarının ve kadınlannın yüzyıllar boyunca geçim vasıtası o İmuş ve- isimleri meçhul o kadın sanatkarlar muhayyilerinin mahsulü şaheserler yaratmışlardır; bu gün Türk oyaların-dan bir koleksiyonun seyrıne doyum olmaz ve kıymetine baha biçilmez.
Oyalı baş yemen i lerini eskiden erkekler de kullanırdı, ve bilhassa ayak 1akımından delikanlılar külahlarına oyalı yemeniler sararlardı. A.ydın ve elrâfının zeybekleri, efeleri aras:nda da oyalı baş yemenileri ço:( makbul di, uzun efe külahlarına kat kat sarılır, külahlar, fırdolayı dizi dizi sarkan mücessem oyalarla asma çiçek bahçelerine dönerdi. Zamanımızda Türk oyacılığı, ölmüş, yök olmuş küçük güzel sanatlarımızdan biridir.
Düz Oyalar, Kabartma Çiçek Oyalar (K. Özbel — C. E. Arseven'den)
Kirpikleri Selaniğin oyası Has mavidir gözlerinin boyası Huri gilman anasıyla babası Bir berber civanı nam verdi bu yıl Adını sorarsan Nazlı İsmayil.
( Galatalı Çorbacı)
külahda yemeni kandili işi Oyası biberle karanfil dişi
ÖRF «Şeyhülislamlarla Kadıaskerlerin ve İstanbul Kadısının resmi günlerde giydikleri büyük kavuğun adı» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Örf üzerine burma dülbend sarılırdı.
Demişler ol nigar bizimdir kolla
Başında koskoca örfiyle molla
Şol kahbe avreti sen ırz ehli yap Bir garib şehbazı zındana yolla Padişahım adlin ayak altında Hak kitabda değil çilçil altında
«Nigar = kız, kadın-.
( Galatalı Çorbacı )
ÖRGÜ, SAÇ ÖRGÜSÜ Saç, güzel yüzlü güzel bir başın her şeyden önce tabii süsüdür. Eski kadın başı tuvaletinde de saç bakımı, saç tanzimi en başda gelmişdir. Kadın saçlarının kesilmediği devirlerde, hele gür ve bele kadar, topuklara kadar inen genç kız ve genç kadın saçlarının temizliği ve bakımı da kolay olmamıştır. Mesela kadın hamamlarında kurna başına yıkan -mak üzere oturan bir kızın ve bir genç kadının uzun saçlarının yere dökülmemesi için sureti mahsusada saç lengerleri kullanılmış, saçların yere serilecek ıkısmı o lengerlere ıkonmuşdur.
Eski Türk kadının, kızının baş tuvaletinde uzun saçlar daima örülmüşdür; bu ör·güler, saçın gürlüğüne göre ıbazan ince ince 10-15 veya 30-40 kolan, rbazanda kalın iki kolan ol-muşdur; saç örgülerine, incecik ıklabdanlara dizilmiş saç altınları katılmış, her kolan na.kıl gibi altınla donatılmış, bazanda altın sırmalı şeridler, ıkordelalarla ıbirliıkde örülmüşdür ve uc-ları o şeridlerin, ıkordelaların ıbir fiyongası ile bağlanmıştır. Bir kız veya genç ıkadın saçının örgülerinin sökülmesi, o uzun ve gür saçların taranması, sonra tekrar örülmesi saatler dolduran iş olmuşdur. XVll. Yüz yılın başlarında (1717-1718) lstanbula gelmiş olan İngiliz edl-besi Lody Montagu bir gelin hamamını tasvir ederken şunları yazıyor: «... Kızlar çarçabuk soyundular. Tek ziynetleri incilerle, altınlarla, kordelalarla örülmüş uzun saçları olduğu halde çırılçıplak ortaya çııkdılar...»; yine aynı yazar Hafize Sultanın küçük ·güzel cariyelerinden bahsederiken: « ... uzun örgülü saçlarının üstünde çiçekden çelenkler vardı ...» diyor.
P.R
PABUÇ Bu ismin aslı PapOş'dur; farsca Pa=ayak, yine farsca olan pOş da pOşlden=örtmek, giyinmek kökünden örten giyilen anlamındadır; papOş, Türkçe «Ayakkabı» isminin farsca tam karşılığıdır. Eski sözlüklere de «papôş» diye :kaydedilmiş olmasına rağmen yüzyıllar boyunca halık ağzında daima «pabuç» diye Türkçeleş-tirilmiş olarak söylene gelmişdir. Yemeni, mest, kundura, filar, terlik gibi türlü isim taşıyan türlü şekil biçimde ayakkabıları «Pabuç» adı altında toplanır. Güzel^erin tasviri yolu ile edebiyat kütüğümüze geçmiş isimlerdendir; fakat o metinleri okur iken övülen güzelin işi gücü, toplum hayatında mensup olduğu tabaka kaydediliyor ise, pabuç için şanına uygun bir şey ta-hayyü I etmelidir.
Suki Haffaf'dan itdikce giizer Kınalı bir topuğa itse nazer Açılub ağzı misali papuş Terliği şevkine eylerdi huro,
( Sünbül:ı:ide Vehbi)
(SOki Haffaf = Kavaflar, ayakkabıcılar, çarşısı; Haffaf, Kavaf = Ayakkabıcı )
Topukların görlcek mest olub sefasından Pabuç gibi açılub Plibuı; gibi aç.:.-^ kaldı ağzı haffifın
(Nedim),
Başım üzre yer iderim elime girse eger. Yarın ayağına ol yüzünü süren pabuç
( Edirneli Nazmi, XVI. Yüzyıl)
Alub ayağından papuşi zerkeşin Öpdüm ayağını o şahi serkeşin Kuloğlu Ocaklı bir güzel beydir o Busi paye izin bahşişidir peşin
( Eskizagralı Hoca Tahsin)
Pabuç üzerine SürOrl'nin (ölümü 1813) şirin bir tarihi vardır; şairin yıldıza benzettiği cami kandillerini yakan Kayyum adı ile tami-yelidir, mücevher tarihdir, yani tarih mısraında eski arab asıllı Türk alfabesi ile yalnız noktalı harfler sayılacaktır:
Gelmiş idi camie bir beynamaz Sarik imiş kim yiye yazdı dayak Söyledi tarihini Kayyum anın «Kaçdı papuş hırsızı yalın ayakıo
(Hicri 1214 M. 1799-1800)
Dilimizde «Yarım pabuç, yarım pabuçlu, yaı;n ayak yarım pabuçlu» tabirleri vardır, aya- · ğına ne bulursa çekip geçiren, giyen, perişan kılıklı anlamlarında kullanılır.
PAÇALIK «Gelinlerin paça günü giydikleri elbiseye verilen isim; gelinliık esvabına nazaran sade olmakla beraber haline göre yine yüksek, iyi ıkumaşdan yapılırdı; paça günü, düğünden sonra gelen ilk cuma günü gelin adına verilen ziyafetin ismidir» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Paça günü, aynı zamanda yeni gelinin muhitine, çeyizinin içinden güzel bir tuvalet altında tanıtılma töreni idi; oğullarına kız arayan analarla evlenme gelinlik çağındaki kızlar içinde tanıma, tanıtma, bakımından büyük fırsat bilinirdi, onun içindir ki gelinlik kızlar da o gün pek dikkatli süslenirlerdi. Kalender şair Ende-runlu Vasıfın kalemi ile mahalle karısının' sürtük kızına nasihatıdır:
Çekdir çiçekli anteriye telli bir şerit
Akranlarına paça günü giydi körlük it
Kaküllerini bağla saçı düğününe git
Alır seni de belki bu günlerde bir yiğit
Olma sokak süpürgesi hanım hanımcık ol
PAÇA SIVAMA MODASI XIX. Yüzyılhn başlarında ayak takımından beyzadelere paşazadelere varınca lstanbul delikanlıları arasında şalvar paçalarını sıvayarak arkaları basık pabuçlarla çıplak ayaklarda topuk gösterme nümayişi ile dolaşmak yaygın bir moda halini almış-dı. Bu pırpırılık, kopukluk modası 1826 da y^ niçeriliğin kaldırılmasına kadar devam etti (Bakınız: Topuk Nümayişi).
Şimdi İstanbulda her bay cıvanın
Şöyle yeni kesim nümayişi var
Paçalar sıvalı ayaklar yalın
Kimi piyade şah kimi şehsuvar
( Galatalı Çorbacı )
*
Beyzadem sıvamış paçalarını
Atmış da yüzünden hicab arını
Pırpırı kesimle topuk vurarak
Görün levendane hoş reftarını
( Galatalı Çorbacı)
Paça sıvama uçarılı·k, canlılık, hareketli olma alameti bilindiği için, dilimizde, bir işe canla başla sarılma anlamında «paça sıvamak, paçaları sıvadı, paçaları sıvayalım» gibi deyimler vardır. Yukarda tesbit ettiğimiz moda da bu deyimlerden doğmuş olacakdıc.
Bir zamanlar moda olan, hala da yapıla gelen pantalon paçaları dublörlerinin, ve Blucin ve emsali Amerikan vari pantalon paçalarının, paça sıvamadan kalmış sembolik bir iz görmek mümkündür.
PAFTA1 — Esvapları, bilhassa eski kadın esvaplarını süslemek için, esvabın asıl kumaşının renginden başka renıklerde kumaşlardan eklenen parçalara verilen isim; 2 — Esvabın kumaşından ayrıca o esvaba süs olaraık kullanılan parçaların adı; 3 — Ayrı ayrı levhacıklar halinde yapılan ve üzerieri elmaslarla süslenen ve birbirine eklenen eski altın ve gümüş kemerlerin her parçasının adı; ıki bu paftalardan kemerin iki ucunu birleştiren paftaya ayrıca «Toka» adı verilirdi. Güzel örnekleri Topkapu-su Sarayı Müzesi hazinesinde görülür.
PALABIYIK Uzun, gür ve iki yandan yanaklar
dışına doğru taşmış, uçları bükülerek sivriltilmiş bıyıkların adı; eskiden yeniçeri neferleri istisnâsız palabıyıklı olurdu;, kabadayı, zorba, cengaver bıyığı bilinirdi. Müverrih Peçevili lb-rahim Efendi Kanuni Sultan Süleymanla Mo-haç Meydan muharebesinde bulunmuş Adil Taca adında yaşlı ve tecrübeli bir cengaveri şöyle tasvir ediyor: « ... zırhı sırtında, tolgası başında; kepeneği tenkisinde bir ıkırçıl ihtiyar
olup sakalı matruş, ama bıyıkları tolgasından (miğferinden) dışarı çııkmış, guya düşmana çekilmiş birer •kılıç gibiydi ... ».
PALTO «Avrupai kesim kaputun adı» (Türk Lu-gatı). Zamanımızda erkekler tarafından giyilen ve daima «Paltolu·k» denilen kalın kumaşlardan yapılan paltolar da devir devir kesim, biçim değiştirerek modaya tabi olur. Erkek esvapları, kostümlerinin değişen ceket ve pantalon kesimlerine nisbetle palto modaları daha seyrekce değişmektedir. Yaka biçimleri, arkaya konulan tokalar. içden üstden konan ceb-ler, göğsün sol üstüne konulan bir mendil cebi, kapaklı kapaksız kollar, omuz kesimleri,
eteğin uzunluğu kısalığı, önden tek sıra yahud çift sıra düğme ile kavuşup kapanması, yakanın anka parçası kadifeden yapılması,
yakaya bir kürk parçası konması palto modalarında başlıca değişikliklerdir. Eski erkek kürklerinin yerini de zamanımızda kürklü paltolar alm:şdır.
Kadınların palto yerine giydikleri üstlüğe manto diyoruz; fakat kadınlar, ufak değişikliklerle erıkek paltoları kesiminde üstlükler de giyerler ki onlar da palto adını taşır.
Aşağıdaki alay yollu manzume asrımız başının ünlü halk şairlerinden Merdiven.köylü Bitli Tevfikindir, sarhoşluk alemi cilvelerinden bir yeni paltonun macerasıdır:
Sarhoş sandım aydılar Pazarlıkdan caydılar Bulgarın bostanında Paltocuğumu yaydılar Ustüne uzanarak Beni hiçe saydılar. İki pırpırı taze Vardılar habı naze Ben açıkda kepaze Vah yeni paltucuğum Döşek olan kocuğum.
PANTALON «Alafranga kıyafetde belden aşağ^ giyilen kisvenin adı; frenkler iç donuna da, vücudun belden aşağısını örten ve bacaklara
ayrı ayrı geçirilen her libasa pantalon derler» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türk!).
İkinci Sultan Mahmudun yaptığı kıyafet inkilabından sonra şalvarın, çakşırın, poturun yerine giyilmişdir; avam ağzında «Pantol» denilir. Edebiyat tarihimize . meşhur bir İstanbul türküsü ile geçmişdir:
Üsküdara gider iken aldı da bir yağmur
Katibimde setire uzun eteği çamur
Katibim uykudan uyanmış gözleri mahmur
Katib benim ben d^ katibin el ne karışır
Katibime setire pantol ne güzel yaraşır.
Zamanımızda bu türkü sözleri azıcık değişik olarak oıkunmaıktadır.
Bu türkü genç ve güzel bir katibe karşı kız ağzından aşıkane söylenmemiştir; setire pantalonlu genç katiplerle alay yollu bu türkünün târihî kıymeti, memleketimizde avrupalı kı-
Külot Pantalonlu adamlık kıyafeti ile köylü tipi
yafetine karşı .gerici zihniyetin tepkisini yaşatan bir vesika oluşudur. Türkü Kırım Karbi yılları içinde, Abdülmecid zamanında çııkmışdır. İkinci Mahmud Avrupalı kıyafetini askere giydirmiş, fa.kat sivil memurları, bilhassa küçük memurları bu hususda serbest bırakmış idi. Kırım Harbi başlayınca Abdülmecid bütün küçük memurları setire pantalon giymeye mecbur tut-muşdu. Memuriyetden başka geçim kapusu olmayan orta halli ailelere mensup gençler de setire pantalon giymişlerdi. Mutaassıb bir zümre buna gavur mukallidliği dedi ve pantalon-la sokağa çıkmayı iç donu ile çıkılmış gibi gördüler, ayıpladılar. Kırım Harbinde müttefiklerimiz olan İngiliz, Fransız ve Sardunyalıların orduları lstanbuldan geçmişdi, Üsküdarda Selimiye Kışlası da bu gayri müslim Avrupalı müttefiklerimizin emrine hastahane olarak ve-rilmişdi. lstanbuldan geçen İngiliz ordusunda bir İskoç alayı vardı; meşhur gaydaları ve kısa eteklikleri ile İstanbulluların pek tuhafına gitmişdi ve avam ağzında lskoçyalılara «Donsuz Asker» lakabı takılmışdı. İskoç alayı şarka hareket ederken bu alay için bir marş beste-lenmişdi; işte bu marşın bestesi, bizim Katibim Türküsünün nağmeleridir. Meçhul bir kül-hani, söylediği tür:küye «Üsküdara geçerken.. » diye başlayarak Avrupalıların Selimiye Kışlasına yerleştirilmesini ima etmiş, türküsünün nağmelerini «Donsuz Asker»in marşından al-mışdı.
1874 de ftalyan edibi Edmondo de Amicis: «Her yıl binlerce şalvar düşüyor ve bacaklara binlerce pantalon çekiliyor.. » diye yazıyor. Zamanımızda pantalon Türıkiyede belden aşağı giyilen tek kisvedir; şalvar, çakşır, potur milyonların arasında nokta gibi ıkalmışdır. Anadolu köylüsünün tuttuğu, benimsediği pantalon kesimi de, diz kapağından aşağısı baldıra yapışan ve paçası ayak bileğinde kalan, yırtmaçlı olan paçaları da düğmelenip kapanan külot pantalonlardır. Eski kisvelerden çakşıra çok yakındır.
Üst tarafı dar, diz kapağından aşağısı geniş, hatta paçalar içinde ayakkabı kaybolup görünmez; üst tarafı bol ve elifi şalvar gibi paçaya doğru daralan, boru altı üstü bir; paçası ayak bileğinde kalır, paçası yerde sürünür,
dümdüz durması için paça altından lastik süb-yalı; paçası düz; paçası. dublörlü, «Külot k^ sim», «Golf kesim», «Çarliston», «Blucin», «Kot» gibi isimler taşıyan türlü pantalon kesimleri devir devir moda olmuşdur; resmi kıyafetlerde Smokin pantalonları, Jaıket etaz ile giyilen çizgili (rayye) pantalonlar, askeri üniforma pantalonları da moda akımları dışında çeşidleridir. Zamanımızda ıkadınlar da pantalon giymektedirler; pijama patalonu kesimiyle başlayan kadın pantalonu modası, zamanımızda vücuda ve bacaklara sımsıkı yapışan daracık paçalı ve taıban altından bir sübya ile gergin tutulan bir modaya varmışdır.
Bilhassa ata :binilir iken giyilen, dolayısı ile at yarışlarında cokey kiyafetinin en önemli parçası olan çeşidli ıkumaşlardan yapılan külot pantalonlar ıköylümüz tarafından tek tip pantalon olarak benimsenmişdir. Köylü gençlerin askerden terhisinde ilk işleri ıkasabadan şehirden ıbir külot pantalon satın almaıkdır.
PAPAK Koyun, kuzu postundan yapılan bir çeşit kaba kalpağın adt; kulak üstlerini örtecek şekilde giyilir ve başa nisbetle büyüık, iri bir ıkavuk gibi havalelidir. Türkistan taraflarından gelmiş muhacir ırkdaşlarımız tarafından giyil-mişdir. Zamanımızda şapka kanunu ile giyilmesi yasak baş kisvelerindendir.
PAPAZI «Gayet ince tül yahud ipekli organtin gibi bir kumaş adıdır; kadın elbiselerinin yaka kısmına süs olarak konulduğu gibi bu ku-maşdan hotoz da yapılırdı; pembe, mavi, fıstıki' ve emsali açık renkleri vardı» (M. Zeki Pa-ıkalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri). «Bir nevi gömleklik bez; fabrika bürümcüğü» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türkl). «Pamuık-dan veya yün karışık ipekden dokunmuş bir nevi kumaş» (Hüseyin Kazım, Bü^ük Tü!ik LO-gatı).
Hanımın ba^ında papazi hotoz iki otuzunda yosma kokoroz Dime kart tavuğun hakkı kart horoz. Sürmesi kuyruklu rastığı sülük Körpe oynaJları olur bir bölük
(Aşık Rilzi )
PAŞALI KIYAFETİ 1826 dan, Yeniçeriliğin kaldırılmasından önce eski idari teşkilatda Osmanlı imparatorluğun her tarafına sancak beyi veya beylerbeyi (vali) olarak gönderilen mlrimi-ranların (paşaların) ve veziderin kapusu kulları denilen adamlar.ının şatafatlı ıkılıık ve kıyafetleri mahalli' halkın giyim kuşamına uymadığı için üstlerindeki şeyler «paşalı şalvarı», «pa-şalı entarisi», «paşalı Çakşırı», «paşalı kavuğu» diye anılırdı; ve sancak beyinin, valinin adamları ıher yerde yerli ehaliden derhal seçilirler, ayırd edilirlerdi.
PAŞMAK, BAŞMAK «Ayakkabı, pabuç» (Şem-seddin Şami, KaamOsu Türki') ; «:Bir nevi ayakkabı» (Hüseyin Kazım; Büyük Türk LOgatı). bu !Ogat misal olarak Sünbülzade Vehbinin Şevkengiz isimli hiciv-mizah mecmuasından şu beyiti alıyor:
Seyridüp başdaki kız ya,mağını Büs iderdi eğilüb baJmığını.
Bir kadın paıbucu olup yüz yıllar boyunca kullanılmışdır (Baıkınız: Başmak).
PATAKÜTE «Yaıkası kadifeli, çapraz ipekli mintanın adı; kilise (yangın) tulumbacıları giyerlerdi» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Pakalın lstanbulda gayri müslim yangın tulumbacıları tarafından giyildiğini kaydettiği Pataküte'yi, Enderunlu Vasıfın (Ölümü 1 824) lstanbullu bir mahalle karısı ağzından hoppa ve sürtük kızına nasihat yollu yazdığı manzumede bir kadın üstlüğü olarak görüyoruz:
Neymiş patista telli pataküte yok deve
Sana seviyi kestireyim giy seve seve
Gece yarısı gezme dönüb düzdi şebreve
Koğalar babana komşu konu haydi gel eve Olma sokak süpürgesi hanı^ hanımcık ol.
PATiK Çocuk ve bilhassa bebek, kundak çocuğu ayakkabılarına verilmiş isim; yürümeye başla-
mış çocuık patikleri çarşıdan tedarik edilir, altları ince kösele, en yumuşak derilerden, gü-deriden yapılırlar. Kucak, kundak bebeklerinin patikleri ise gaayet yumuşaık yünden ço-rab gibi elde örülür; hatta doğumundan önce, anası, ninesi gibi en yakınları tarafından örülüp hazırlanmış olurlar, ve bebeğe çorab yerine de geçer; hırkası takkesi ile beraber çocuk eşyası satan mağazalarda hazır olarak da bulunur.
PATiSKA «Fransızca Batiste isminden; Avrupa ıkarl ince ve düZ!gÜn beyaz bez» (Kaamôsu Tünkl). Adisi alası boy boy olan bu beyaz bezden giyim eşyası olarak iç donu ile yazlık gecelik entarisi kesilir; ve kefenlik bezdir.
PEÇE «Kadınların sokaıkda yüze örtdükleri kafes gibi seyrek dokunmuş örtü; tutuk; nikab>> (Şemseddin Sami, Kaamôsu Türıkl).
Peçenin, tutukun, nikabın yaşmakdan farıkı yüzü tamamen örtmesidir. Çarşaf ile birlikte kullanılmışdır. (M. Zeki Pakalın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri) isimli eserinde: « ... ilkin siyah kıldan kalınlı inceli yapılır iken sonra tül peçeler, ajurlu peçeler çıkmıştı. Çift peçe kullananlar vardı» diyor. Çift peçe fazla erkek kalabalığı olan yerde indirilir, sair zaman kadın peçenin birini çarşafının başı üstüne kaldırır ve tek peçe ile önünü, etrafını daha , rahat görürdü. 1908 meşrutiyetine ıkadar kadının sokakda peçesi açık dolaşması hem ayıp sayılır, hem kötüye alınırdı.
Yakın geçmişin çapkınlık hayatında peçenin môziblikleri olmuş, endamı ve yosma edaları ile de tahriık edici bir kadın peşine düşen erkekler uzunca bir takibden sonra münasib bir peçesini açan kadının ya bir zenci bacının yahud yaşlı bir kadının alaycı yüzü ile karşı-laşmışdır.
Eski toplum hayatımızda yüzleri henüz tüylenmemiş yeniçeri civelekleri kıldan saçak halinde peçeler kullanmışlar, bazı muhitlerde tanınmak istemeyen erkekler de yüzlerine ni-ıkab adı ile bir peçe takmışlardı (Bakınız: Civelek Peçesi; Nikab).
PELENGi Peleng, ıkara benekli kaplanın adıdır, bundan ötürü irice kara benekli naıkışları olan kumaşlara ve böyle kumaşlardan yapılmış ^ vablara «Peleng!» denilirdi; aşağıdaki beyit XVI. yüzyıl şairlerinden Celalzade Salih Çelebinindir:
Cismi zerdim kaare kaare dağlardır bi kıyas Şahi aşk eğnime giydirdi Pelengi bir libas
PELERiN Omuzlar üzerine atılarak kullanılır kolsuz erıkek üstlüğünün adı; «Harmani» adı ile de anılmışdır.
ikinci Sultan Mahmud tarafından kurulan Asakiri Mansôrei Muhammediyenin üniformalarında zabitelere mahsus askeri bir üstlük kullanılmış; bir zamanlar askeri okullar öğrencilerine de kışlık :kaput yerine pelerinler verilmiş-dir.
Devrik kapalı yakalı, önden bir sıra düğme ile iliklenir, omuzlardan aşağıya gaayet bol olarak dökülür ve uzun olan eteği ayak bilekleri hizasına kadar inerdi. iki yanında ceb ağzına yukardan aşağıya iki ıkesik bulunur idi ki icab ettiği zaman buralardan kol çııkarılırdı. At üstünde kapı.ıtdan daha rahat bir üstlükdü; giyip çıkarma külfeti de yok idi.
Sivil ıkiyafetde de giyilmişdir. iki ünlü ressamımız, Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey ile Şevket Dağ hemen ömürleri boyunca palto yerine pelerin giymeleriyle tanınmışlar idi, bir ressam için kışın dışarda çalışır iken paltoya nisbetle kollara çok daha serbest hareket imkanı veren bir üstlüıkdür.
Uzun boylu kimselere de yakışırdı; bilhassa çizmeli zabitlere yürürıken dalgalı dalgalı savrulan etekleri levendane bir eda verirdi.
Zamanımızda pelerin hemen kullanılmaz olmuşdur. Ancak çocuk pelerinleri yapılıyor.
Simokin denilen sivil resmi kıyafetin ve balo ıkostümünün üstlüğü de siyah ipeikli bir pelerindir, ayrıca «Kap (Cape) » adı ile anılır.
Geçen . asır sonlarında memleketimizde ve zannederiz ki yalnız lstanbulda gayri müslüm
zengin bayanlar tarafından sokak üstlüğü olarak kullanılmış kadın pelerinleri vardı, erkek pelerininden farkı, eteklerinin bel hizasına kadar kısa oluşu, ve yakası ile önünün harçlarla süslü olmasıydı.
PELERİN Çarşafın üst parçasının adı; baş ile vücudun belden yukarı kısmını örterdi (ıBakınız: Çarşaf); çarşafın ilk zamanlarında pelerinden arkadan çarşafa bir dikişle dikilmiş yapılırdı; üst kenarı alında kaş üstünden tutunulur ve iki küçük kolancıkla kendi altından sımsıkı bağfanırdı, sonra iki yandan kıvrılarak şakaklar, yanaklar üstünden çene altına getirilir ve çene altında bir toplu iğneyle iğnelenerek müslüman Türk kadımörtünmüş olurdu.
Pelerin hem peçeli, hem peçesiz ıkullanıl-mışdır. Peçe ile ikullanılırken pelerinden önce yüze peçe konulur, bağlanır, sonra yukarda tarif ettiğimiz gibi pelerin ile örtünülürdü. Çarşaf giyip de peçe kullanmayan kadınlar umumiyetle ayak takımından olanlardı.
Yeni çarşaf kesimi modaları ile pelerin önce çarşafdan ayrıldı, onu çarşafa bağlayan ar' kadaki dikiş kaldı; eteği kısaldı, giderek başile omuzları örten bir atkı halini aldı. Başı örten kısmı içerden bağlanır iken pelerinin üstünden bağlanır oldu, bu suretle «sıkma baş pelerinler» çıkdı. Ön tarafı da açıldı, çene altından !kavuşturulup iğnelenirken. göğüs ortasında kavuşturulur, iğnelenir oldu, ve kadının, peçesi de açık ise, gerdanı, göğsü, bluzu görünür oldu; islaml tesettür bir nümayiş haline geldi, nihayet müslüman türık kadının örtü, çarşaf altından çıkarak sokak kisvesinin kadın mantolar olması, bu sözde örtünmeye, müyişe son verdi.
PENBEÇUL «Altı üstü pamuk ipliği ile dokunmuş gömleklik ince bezin adı» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarihi Deyimler ve Terimleri). Burada ,gömlekden kasıd, iç ten, gömleğidir. Penbe, farsca pamuk demektir.
PENBEZAR «Altı pamuk ipliği ile bürümcük, üstü sırf bürümcük bir çeşid ince gömleklik bezin adı» (Şemseddin Sami Kaamôsu förkl). Buracia gömlekden kasıd, iç, ten gömleğidir .
PERÇEM «Farsca isim; vaktiyle başlarını (ustura ile) tıraş edenlerin tepede bıraıkdıkları (bir tutam) saç» (Şemseddin Sami Kaamôsu Tür-'kl). «Başın tepesinde bırakılan (ve alına salınan, dökülen) saç, kakül» (Hüseyin Kazım,
Büyük Türk LOgatı).
Perçemin KaamCısu Türıklde tarif edilen şekline «Tepe Perçemi» demek doğru olur; eski gravürlerde serpuçsuz açık Türk başları daima ustura ile tıraşlı ve bir tutam Tepe Perçemli gösterilmişdir. Bu saç kesimi bilhassa asker başlarında, bu arada Yeniçeri başlarında görülür. Akla yakınca rivayete göre, cenklerde başı düşman kılıcına gelenlerin başları düşman ayağı altında hakaret görmemesi için bırakılır imiş cenk yoldaşları kesik başı o tepe perçeminden tutup alır, götürürlermiş.
Perçemin ikinci şekline, başdan alın üstüne salınmış, dökülmüş kakül anlamındaki perçeme gelince ona da kakül demekle kalmamalıdır (Bakınız: kakül); Perçem, alın üstüne dökülen, sankan «Bir tutam kakül» dür.
Giyim, kuşam ve süslenmede vücud yapısı düzgünlüğü ile yüz çizgileri güzelliğinin elbet ki pek önemli tesiri vardır. Güzel bir yüz üstünde alına dökülen bir tutam kakül, bir perçem, o yüze ayrı bir cazibe, albeni, letafet, sihir verecekdir. Bundan ötürüdür ki divanlarımız nigarların, civanların perçemleri tasvirleri ile doludur:
Çıkardı alemi başdan yine bir taze gülfemli
Gören üftadenin bağrı hun oldu gözleri nemli Bakar mestane mestane o tıflı mesti naz demli Meded ey afeti devran kıvırcık saçlı perçemli ( Beşiktaşlı Gedai)
Alup ol şane vü mıkrasını berber eline Nice kıydın o şohin perçeminin bir teline ( Beşiktaşlı Gedai) ¥
Gerdenin ey sim ten kafur gibi
Çeşmi mestanen dahi mahmur gibi
Ziri fesden uğramış samur gibi
Perçemin başdan çıkardı herkesi
( Kemani Şakir Efendi, şarkı)
Meylider bu hüsn ile kim görse ey gülfem seni Taze sünbülzire döndürmüş siyah perçem seni
PERİŞANi Kelime farscadır, «dağınıklık, tertibsiz-lik, mahzunluk» anlamlarındadır; eski kiyafet-de dağınık, intizamsız sarılmış sarıklara «Peri-şahl» adı verilmişdi (M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Ceyimleri ve Terimleri) isimli eserinde: «Subaşı, şehir kadısının kethüdası gibi aşağı derecedeki memurların giydikleri başlığın adıdır» diyor.
Biz perişanlyl kavuk veya külah bir başI ık değil, her hangi bir başlığa ıkasden ihmalkar sarılmış sarığın adı olarak biliyoruz, ve «başında perişan!» tabirinden de serpuş değil sarık manası çıkarıyoruz; doğrusu da budur.
PEŞMİNE "Yünden mamul (kumaş). Yünden sofu hırkası; kaba, sade, süsü olmayan esvab» (Şemseddin Sami KaamOsu Türk!). «Yünden ve ·kıldan yapılan bir nevi kumaş; sarıkiıık olarak kullanıldığı gibi hırka yapılırdı» (M. Z. Paka-lın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Nedimin bir beyti su emmez, geçirmez bir kumaş olduğunu gösteriyor:
Kimse anmaz zahidin il()de daman olduğun
Çokluk olmaz nem hüveyda hırkai peşminede
PEŞTEMAL Farsca isim, o dilde söylenişi püşte-maldır, Türkçede peştemal denilir, ıbele bağlanan ve vücudun belden aşağı kısmını örten bez; futa, fıta (Bakınız: Futa).
Esnaf Peştemalı, Hamam Peştemalı ve kadınların sokağa çıkar iken başları ile beraber gövdeleri örtdükleri car peştemallar olmak üzere üçe ayrılır. Kadınlarımız örtü altından çıkdıkları halde kendilerini gönüllü olarak, yabud mutaassıb baba, ağa ve koca baskısı altında sokağa bir peştemala sarınıp çıkan kadınlara Anadoluda, ve bilhassa köylerde hala rastlanır.
Hamam Peştemallarıda önce ·kadın ve Erkek peştemalı olarak ikiye ayrılır, erkek hamam peştemallarında da, eskiden siyah üzerine olan peştemallar çarşı hamamlarında del-laklara tahsis edilmişdi. Esnaf ve hamam peş-temalları ha^kında yazılması gereken notlar, bu sözlükte Futa maddesinde kaydedildi.
Hamam Peştemalını erkekler çıplak vü-cudlarında bellerine bağlarlar; kadınlar arasında ise utanç duy·gusu çok olanlar koltuk altlarından kuşanırlar, bunun içindir ki ıkadın hamam peşternallarının eni, erıkek peştemalına nisbetle daha genişdir. Aşağıdaki beyit, XIX. yüz· yılda yaşamış kalender şairlerden Ende-runlu Fazıl Beyin meşhur «Zenanname» isimli eserinin «Kadınlar Hamamı» faslındadır:
Peştemalı o kadar ince kumaş Ki ider gizlediği nesneyi faş ..
Esnaf civanları ve şehbaz dellaklar için yazılmış manzumelerle edebiyatımıza geçmiş giyim kuşam eşyası isimlerindendir. Biri bir helvacı, öbürü bir dellak ıçın yazılmış aşağıdaki kıt'alar Galatalı Çorbacınındır:
Helvacı güzeli sarmış peştemal
Gaayetle dilkeş anda yalübal Geçerken selam selamını al Bu fıstıklı helva dır bize mahsus *
Delilik milyesi dir Sivas toprağı
Bin şehir uşağı bir tek tırnağı Siyah peştamalı nazik belinde Gümüş gönder üzre fitne bayrağı
PIRASA BIYIK Uzun gür ve iki yandan yanaklar dışına doğru taşmış, uçları ıbükülmeyerek püskül püskül bırakılan bıyıkların adı.
PIRPIRI KIYAFETİ «Pırpırı, türkçe sıfat; esnafdan ve zanaat erbabından olan kimse; ilim ve zera-fet erbabından olmayan, bayağı ve kaba
adam; pırpırı kiyafeti, vaktiyle esnafa mahsus dar esvab» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türk!). Hüseyin Kazım Bey Büyük Türk Lugatında Pırpırı için: «esafilden, adi, bayağı kimse» diyor, «Pırpırı Kıyafet» için de Bedros Efendi Keres-teciyanın lu·gatından naklederek: «bohem kıyafeti» diyor.
Pırpırı kelimesinin «ıBerıber/» isminden bozma olduğu söylenir; biz bu sıfatı uçarılık anlamına çok daha yakın görüyoruz. Pırpırı
kıyafet, her iki lugatın da tesbit ettiği gibi aya:k taıkımının uçarılık, koşarılıık, bıçkınlık, kopukluk yollarındaki nümayişlerle giyinişleri olmuşdur ıki perçem salmak, sine açmak, dövmeli kollar, bacaklar, baldırlar teşhiretmeık, yalın ayaık, yalın topuk göstermek bu kılık kıyafetin icablarından olmuş, geçen asrın ilk yıllarında pırpırı kıyafetin en mübalağalı örneği Cezayir Kesimli lstanbul gençlerinde görül-müşdü (Bakınız: Cezayir Kesimi).
Yeniçeriliğin son yüzyılında, başda lstan-bul, esnaf tabakasının büyük çoğunluğu yeniçeri idi, daha doğru tabir ile yeniçerilerin hepsi esnaf tabakası ve ayak takımı oğulları olarak ocağa yazılmış bulunuyorlardı. Şemseddin Sami Beyin pırpırı için esnaf ve zanaat erbabı; pırpırı kiyatet için de esnafa mahsus esvab demesi bu yönden doğrudur; fakat, «dar es-vab» diye kaydı doğru değildir, zira bu kıyafet külahdan, pabuca esvab ve çamaşırla bera-ıber bir kılık ifade eder.
M. Zeki Pakaiın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Pırpırıyı yu-kardaki lugatlardan tamamen değişik tarif ediyor: «Yeniçerilerden salma neferlerinin arkalarına giydikleri cübbedir» diyor, ve Enderun-lu Vasıfın bu kayda hiç uymayan şu beytini alıyor:
Pırpırılıktan bakiye evde kalmış bir yelek
Eskiyip astarı destimal olmuJ sana
Vasıfın beyiti de pırpırılığın bir kılık olduğunu, ve pırpırı ıkıyafetde yelek de giyildiğini gösteriyor.
Mlrzazade Salim Efendi meşhur şuera tezkiresinde XVll. Yüzyıl şairlerinden Fasih Ahmed Dedenin hal tercümesi içinde «:Baldırıçıp-laklardan Pırpırı Mustafa» adında bir kabadayı serseriden bahseder, bu önemli kayıd da gösteriyor ki lakab olmuş Pırpırı sıfatının cübbe ile hiç ilgisi yokdur. Bununla beraber bal-dırıçıplaık pırpırı güruhunun giydiği bir üstlük de pırpırı adını taşımış idi diyebiliriz.
Aşağıdaıki kıt'alardan birincisi bir mahalle karısının ağzından sürtük kızına nasihat yollu, ikincisi de o ıkadının kızı ağzından anasına ce-
vap olarak Enderunlu Vasıf tarafından yazıl-mışdır:
Babam vireydi seni bu lazkim meviliye
Sayende biz de biri taşınırız yaliye
Baldırı çıplak olup oturtdurma haliye Ne pırpırıya eyle meyil ne paşaliye Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol *
Yazıp yüzümü Esma Hanım kakülümü kes
Bir aşinaya varacağım sen çıkarma ses Pek pos bıyıklı pırpırıya eylemem heves Dört kaşlı yosma şOhi cihan taze dalfes Onbeş yaşında kendime bir oynaş arayım
Geçen asır sonlarında yaşamış yazarlardan Mehmed Tevfik Bey «Meyhane» isimli eserinde esnaf tabakasından biri yorgancı, biri çıkrıkcı, biri ipci üç delikanlının kıyafetinden bahsederken: «Bunların kıyafetine pırpırı denirdi; dal fes, camedan, saltamarka, cübbe, düğme şalvar gibi şeylerdir. Şalvar üstüne bellerine şal veya Tarbulus ıkuşak sararlardı» diyor.
Ciddi bilgiye dayanır, görgüye dayanır tarif değildir, nitekim hemen altında da şöyle söylüyor: «Başlarına o zamanın modasınca yardan ayrıldım denilen biçimde birer yazma yemeni bağlamışlardı». Az önce dalfes diyor; dalfes etrafına hiç bir şey sarılmayan fes de-mekdir, halbu ki Tevfik Bey yazma yemeniden bahsediyor! Üstelik bu gençler yeniçerilik devrinde yaşamaktadırlar, o devir de fes henüz bir halk serpuşu olmamışdır. Eski kıyafetlerin tarifi çok cidd'i' bir konudur, bizde yarı aydınların kalemi ile çeşitli eserlerde çok hırpalanıyor.
PIRPIT Yağlı güreşe hevesli serpilmiş oğlan çocukların ve küçüık delikanlıların koyun derisinden yaptırdıkları kisbetin (güreş donunun)
adı (Bakınız: Kısbet).
PIRAHEN, PIREHEN «Gömlek, (türkçe olan gömlek isminin yine dilimizde kullanılmış farsca karşılığı), çıplaık tene giyilen çamaşır (Bakınız: Gömlek) » (Şemseddin Sami, Kaamûsu
Tünkl).
Kız veya delikanlı güzel gençlerin aşıık gözü kamaşdıran tenlerini örten gömlek aşı-kaarıe, rindane şiirlerde önemli bir yer almış-
dır, fakat yakın geçmişe kadar bu çamaşır Türkçe adı olan gömlek yerine, şair dilinde ve ıkaleminde farsca karşılığı olan Plrahen veya Plrehen diye anılmışdır.
Ben kimseye açılmaz idim damenin olsam
Kim görür idi sineni pirahenin olsam
(Nedim)
*
Ey şehi hObanım eyle ol kadi mevzOne sen * Rengi gülden came bOyi yasemenden pirehen (Nedim) *
Saba ki dest ure ol zülfe rı üşki nab kokar Açarsa ukdei pirahenin gülab kokar
(Nedim)
*
İşittim dürri sadef pirahenin çak eyleyüb çıkmış Meger ol dilberi simin beden deryaya girmişdir (Nedim) *
Benim servi kaba pOşun ko hak olsun yolunda ten Deliyim ben benim ruhum yaraşmaz bana pirehen ( Yenicevardarlı UsOli)
PiS BIYIK Bıyıkların kesilmediği, hatta bıyık
kesmenin erkeklik şanına aykırı bilindiği devirlerde, seyrek, güdük, köseç biten, bir şekil verilemeyen bıyıklara verilmiş isimdir; o devirlerde pis bıyıklık bir erkek için bahtsızlık bilinirdi. M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde bu bıyığı yanlış kaydediyor: «Sulu bir şey yendiği zaman kabın içine giren ve kendisi de kirlenen bıyık hakkında kullanılır tabirdir» diyor; Pis-bıyık tabirinin sulu yemeklerde bıyığın kirlenmesi ile hiç ilgisi yokdur.
POSBIYIK, POSTBIYIK Aslı post bıyıkdır, fakat daima Posbıyık denilir; aşağı sarkan telucları dudakları ve ağzı örten, ve ucları burulmaya-rak kendi halinde bırakılan ve ağzın iki yanından aşağı düşen gür bıyıklara verilen isimdir, Bektaşi Bıyığı da denilir, hem ıkalenderlik, rindlik alameti sayılır, hem de kabadayılık, pır-pırılıık nümayişi bilinirdi.
Pek posbıyıklı pırpırıya eylemem heves Dörtkaşlı yosma şühi cihan dalfes OnbeJ yafında kendime bir oynaş arayım (Enderunlu Vasıf ).
POSTIN Kıymetli yekpare postdan yapılmış üstlüğün adı, ıkürk ile karıştırmamalıdır (Bakınız: Kürk); kibar, zengin, vezir, padişah Gocuğ,u-nun adıdır (Bakınız: Gocuk).
POTiN Erkeklerin giydiği kısa konçlu Avrupa biçimi bir ayakkabının adı; «Botin, Fatin> de denilir; zamanımızda potin giyen pek az ıkal-mışdır, potinin yerini iskarpin almışdır; halbu ki yakın geçmişe kadar en yaygın. ayakkabı idi.
Koncu incik kemikleri üstüne kadar çıkar, ya önden «Potin Bağı» denilen kendine mahsus yapılır uçları k·üçücük ve incecik demir borulu bağlarla bağlanır, yahud dışa doğru yana yakın bir sıra kendine mahsus düğmelerle iliklenir, kapanırdı. Düğmeli potinler kibar işi bilinirdi. Yakın geçmişde pek şık beyler de kışın potin üstüne podüsüedden küçük bir tozluk takarlardı. Amele, işçi ve askerde nefer ayakları için yapılan kaba potinlere de «Posta l» denilir.
Potinlerin de devir devir sivri burunlu, küt burunlu, burnu bombeli, maskaretalı, mas-karetasız, alt kısmı alelade glase deri ve üst kısmı podüsüed, alçak topuklu, yüksek topuklu çeşitli modaları olmuşdu.
Kışın büyük çoğunluk tarafından çamur lastiği ile giyilirdi.
POTUR «Kıçında kırmaları çok, bacakları dar ıkiS-ve» (Şemseddin Sami, Kaamôsu förkl}; Şalvar, çakşır, pantalon gibi erkekler tarafından vücudun :belden aşağı kısmına giyilen potur, adını, kırma ve buruşuk anlamında pot ismin-. den almışdır. Hüseyin Kazım Bey Büyük Türk Lugatında potur için «bacağa gelen yerleri dar şalvar» demekle yetiniyor. M. Zeki Pakalın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri isimli eserine aynen alarak: «Kırmalı ve potlu, yani buruşuk olduğu için bu ad verilmişdir» diyor, ve neresinin buruşuk ve potlu olduğunu göstermiyor.
Rumeli muhaciri poturlu delikanlı (R.E. Koçu Arşivi)
Poturun ön tarafı adeta pantalon önü gibidir, bacaık çatalı arasından bir, en çok iki üç kırma yaparak toplanmış. Arka tarafı, şalvar ağı gibi kırmalı, potlu, ·körüıklü olarak sarhk-dır, fakat en çok, diz kapaklarının ard hizasına kadar iner (Bakınız: Şalvar; Çakşır).
Poturun hususiyeti, diz kapaklarına kadar pantalon bacağı kesiminde indiıkten sonra, bacaklarının alt kısmının baldırlara sımsııkı yapışır olmasıdır, diğer bir hususiyeti de paçalarının önünde ve arkasında birer dilcik, paletcik bulunmasıdır, arkadaki topuğu, öndeki ayağın üst kısmını örter, potur paçasına dikilmiş bir tozluk gibidir (Bakınız: Tozluk); öyleki potur giymiş bir kimse yalın ayaıkla dolaşırsa, ayaklarının ancaık parmakları ile kenardan ayak ke-
meri gorunur, topuk görünmez. Potur, paçaları dilciksiz de olabilir idi.
Cebken altına giyilir, cebkeni ile aynı ku-maşdan takım olarak kesilir, yapılır; şalvar, çakşır, cebken olan bütün kumaşlardan yapıl-mışdır (Bakınız: Cebken). Potur çoğunlukla Rumelide giyilmişdir. Zamanımızda memleketimizde potur giyen kalmamış gibidir.
Basdı İstanbulu dağ civanları
Alemdor Paşanın pehlivanları
Kuruldu siyaset cün divanları Kırcalı Askeri cebken poturlu Gitmez buralardan artık bir türlü (Destan )
Anadolu delikanlısı poturlu uşak (R.E. Koçu Arşivi)
Poturlu seyyar manav (R.E. Koçu Arşivi)
PUŞU, PÜŞi «Eskiden askerlerin başlarına sardık-dıkları hafif sarık» (Şemseddin Sami, Kaamô-su Türk'i'). M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde: «Topcu-larla Tersane Kalyoncularının giydiği serpu
şun adıdır» diyor. Farsca örtmek anlam.ında «pôşlden» kökünden örtü karşılığı «pôşl\ı isminin Türk ağzı ile söylenişidir.
Puşu külah, kavuk etrafına sarılmaz, doğrudan çıplak başa sarılırdı, bu bakımdan Karadeniz Yalısı halkının başlarına geçirip iki uzun ucunu dolayarak bağladıkları kara kuku-
leta başlıklara benzer (Bakınız: Laz Kıyafeti); hatta o kara laz başlıklarına «Laz Puşusu» da denilir.
Kalyoncu gözeli yirmi yaşında
Gönül ökseleri samur kafında .Hele telli puşu şahhin başında Aman kalyoncu kalyoncu yelken açalım Aman yelken açalımda burdan kaçalım Aman güzel hanım kız ben yelken açamam Kaptanpaşa berdar ider burdan kaçamam (Türkü)
Yukardaki türıküden anlaşılıyor ki puşular altın tellerle de işlenmişdir.
PÜSKÜL «İplikden, ipekden, sırmadan yahud ince telden yukarsı top ve aşağısı dağınık askının, askı şeklinde süsün adı; «püskürmek» kökünden yapılmış isimdir, aslı «püskür» olup kadimdenberi «püskül» diye söylene gelmiş-dir» (Türk lôgatı).
Türk giyim, ıkuşam ve süslenmesinde ip-likden ve ipekden yapılmış mavi ve kara püsküler Fes denilen kırmızı serpuşun bir süsü olmuş, ve feslere çeşidli püsküller takılmışdır (Bakınız: Fes).
İkinci Sultan Mahmut zamanında fes Tür-ıkiyede umumun giydiği serpuş olduğunda önceleri iplik veya ipek tel tel salınmış püsküller ıkullanılmışdır. Fesin üst tablası kenarından fes etrafına saçak şeklinde salınan bu püsküllerin fes tablası üstünde ıkarışıp dolaşmaması için cfer&hi» denilen mukavvadan kesilmiş yahud madeni olarak yapılmış daire şeklinde plaklar kullanılırdı (Ba,kınız: Ferahi). Fakat buna rağmen fes etrafına dökülen püskül saçak, sav-ruldukca yine karışdığı, şekli bozulduğu, saçak halindeki güzelliği kaybettiği için, gereği gibi kullanılması çok güç olmuş, bu güçlük karşısında da tel saçak püsıküller yerine, burma top püsküller çıkmışdır ve bu burma top püsküller feslerde, Cumhuriyet devrinde Tür-kiyede şapka giyme kanunu çıkıncaya kadar devam etmişdir.
Hicri 1261 (Miladi 1845) yılı vak'aları arasında Lütfi Tarihinde bir Püskül Nizamı ka-yıdlıdır, bugünkü dile çevirerek alıyoruz:
«0 vakte ıkadar askerin, memurların ve halıkın feslerine taıkdıkları püsküller bükülmemiş (tel) ipekden yapılmışdı. Rüzgardan, yağmurdan vesair küçük şeyden telleri dolaşır, hergün püsküllerin taranması gerekirdi. Hatta püskül taramak için şimdiki kundura boyacıları gibi sokaklarda, çarşı pazarlarda, çoğu yahudi çocukları, püsküller tarayalım diye dolaşan ve bu işle geçinen pek çok kimse vardı. Kadınlar da tablalı fesler üzerine taranmış ipek püsküller takardı; ve başda kolay durması için feslerin üstüne gümüşden yapılmış paftalar (ferahller) takınılardı. işte ıbu ipek püs-:k:üller halkın başına adeta püsküllü ıbela olup bilhassa askere, hademe uşak boyunda olanlara zahmetli şeydi. Bu yıl bir nizamname yapılarak Zabit ve nefer bütün askerin, ayrı ayrı gösterilen dirhemler mıkdarı örme (bükülmüş) püskül takmaları, feslerinin tepesine fe-rahi adı ile madenden yapılmış alametler koymaları, sair fes giyen kimselerin de tel ipekli püskül yerine örme püskül kullanmaları usul oldu.»
Türıkiyede umumi 'bir serpuş olarak kabulünden yüz yıl larca evvel Cezayirli Türık gemicileri ile Akdeniz ve Ege adalarının çoğunluğu gemici olan halkı fes giye gelmişlerdi. Adalılar feslerine uzunca bir kordonla mavi ipek-den bir top püskül takarlardı, öylesine ki bu püskül omuzlarına düşerdi; bundan ötürüdür ki adalı feslerinin püsküllerine «Omuz döven» denilirdi.
fes tablasına saçak şeklinde yerleştirilsin, yalhud Omuz dövenler gibi top halinde, mavi ipekden bütün tel püsküllere de ayrıca «Tunus Püskülü» denilirdi.
Ahmet Rasim son burma püsküllerin fes üzerinde duruşları için şunları yazıyor: «Püskülün fes üzerinde en makbul vaziyeti, tamamen ense ortası hizasına düşenidir. Yan duruşlarla öne düşüşler erbabınca ayrı ayrı manalıdır.
«İbiğin ucu ense ortası hizasında olduğu halde püskülün tersine dönerek fes tablası üzerinden ön tarafa püskürme duruşu da· bir nevi işvei şOhane sayılır.
«Fesi alın tarı!fından kırarak üzerinden püskül sarkıtma tam Kabaramazsın Kel Fatma deyimine uygundur; kabadayı, hovarda, kopuk alayı kıyafetlerine mahsusdur. Bunun bir çeşidi daha vardır ki üç dört yerinden yar tekmesi ile bozuk düzen durur (Bakınız; Yar Tekmesi), buna da Uçarı biçim, Uçarı Püskülü denilir...» (Muharrir bu ya .. ).
Güzeller şanında yazılmış şiirlerle Püskül de edebi metinlerimize geçmişdir:
Sünbülistan etmiş etrafı fesi
Perçemin başdan çıkardı herkesi
Oldu bülbüller dahi aşiftesi
Perçemin başdan çıkardı herkesi
Püskülü top top döküp bir yanına
Nev eda süs verdi hüsnü anına
Aşıkın kar etti hasret cônına
Perçemin başdan çıkardı herkesi
ı ^arkı, xıx. Yüzyıl )
*
Al fesin üstünde mavi püskülü
Nevreste bıçkınım o Sakız gülü
Durma yetim gibi boynuı bükülü
Binip sefinei aşka Adalım
Sen kaptan ben tayfa yelken açalım.
(Gıa talı Çorbacı )
RASTIK Eski ıkadın tuvaletinde, mayajda kaş
boyasının adı. «Kaşa sürdükleri madeni kara boya, vesme de denilir (Bakınız: Vesme); an-timuan {tozundan) yapılır» (Kaamôsu Türkl). M. Zeki Pakalın, rastık kına ile karıştırılırsa kestane renginde bu kaş boyası elde edildiğini kayd ediyor.
Aıklıkla bembeyaz olmuş bir yüzde rastıkla mübalağalı boyanmış kaşlar iki ıkara sülük gibi dururdu; ıbazan iki kaş arası da rastıkla boyanır, kaşlar ıbirleştirilirdi, :bazan da iki kaş arasına rastıkdan ıbir ben oturtulurdu; zamanında yüze yakışdığı kabul edilmiş kaş Oyama modalarıdır.
REDiNGOT Ceketi uzun etekli alafranga bir erıkek kostümünün adı; memleketimizde ikinci Ab-dülhamid zamanında istanbulin yerine giyilmeye başlanmış ve Cumhuriyet devrinin ilk yıllarından sonra modası geçmiş, giyilmez ol-
muşdur. Atatürkün Sivas Kongresi günlerinde çekilmiş redingotlu bir resmi vardır ki tarihimizin kıymetli resim vesikaları arasındadır.
Siyah şayakdan yapılan -redingotlar, sivil devlet erkanı ve protokola dahil yükseık sivil memurlar için resmi tören esvabı olarak kabul edilmişdi: Göğsü iki düğme ile iliklenip kapanır, sol tarafta iıki tanede kullanılmaz süs düğmesi bulunurdu, belden aşağı etekleri, diz kapakları altına kadar serbest dökülürdü. Redingotla ceketin kumaşından bir pantalon giyilir, yeleği ise, beyaz yahut devetüyü, gri renkli bir Kumaştan olurdu. Redingot ile mutlaka göğsü ve yakası kolalı bir frenk gömleği giyilir, ya plastron yahut tek düğüm bir boyunbağ.ıı bağı-/anır ve boyunbağına da güzel kuyumculuk işi bir ıboyunbağı - kravat iğnesi iliştirilirdi.
Redingotlar si·yahdan başka açık demir renginde (gri) Şayaktan da yapılırdı, fakat bu gri redingotlar aşırı alafranga şıık zenginler tarafından ·hususi hayatlarının icap ettirdiği teşrifatda giyilirdi.
s
SAAT Üstde taşınan saatler hem çok lüzumlu bir alet, hem de erkek ve kadının süs eşyalarından ola gelmişdir. Zamanımızda memleketimizde bütün saatler, başta lsviçre yabancı memleketlerden gelmektedir: XIX. yüz yılın başlarına kadar Türkiyede de el emeği, işciliği ile çok, çok çok güzel ve kıymeli saatler yapılmışdı. Türk el işi saat sanatını öldüren Avrupanın fabrika saatciliği olmuş, biz de, Kapitülasiyon andlaş-maları denilen eski ticaret andlaşmaların yabancılara sağladığı geniş imtiyazlar karşısında saat fabrikaları kuramamışızdır.
Üstde taşınan saatler şunlar olmuşdur:
1 — Koyun Saatleri : 8-10 santim çapında ilk büyük saatler; hususi örgü keselerin, kumaşdan, bilhassa kadifeden yahud deriden yapılmış kılıfların içinde kuşak kıvrımında veya koyunda taşınırlardı, ismini de koyunda taşındığı için almışdır. Altın koyun saatlerinin alt ve üst kapakları usta kuyumcular tarafından pek nefis mine tezyinat ve elmaslarla ayrıca kıymetlendirilmişdir. Memleketimizde namlı saatciler yetişmiş ve devirlerinin büyüklerine sipariş üzerine saatler yapmışlardır: Bunlardan murassa bir altın koyun saatinin de pek garib bir macerası tarihimize geçmişdir.
XVI. yüzyılın sonlarında saray erkanından Kapuağası Gazanfer Ağa, Üçüncü Sultan Muradın tam ,güvenini kazandı'.ktan sonra devlet işlerine karışmış ve rüşvet yolu ile büyük bir servet yapmışdı. Bu zengin adam o zamanlar ıstanbulda Rüstem Ağa adında namlı bir saatciye güzellikde eşsiz elmaslı bir altın koyun saati yaptırmıştı. Saatciler aynı zamanda müneccimlik bilirlerdi ve yapdııkları saatleri ilık defa olarak uğurlu bir anda kurup işletirlerdi. Rüstem Ağa da böyle bir an beklerken Gazanfer Ağa saatini istedi ve saatcinin bütün ısrarına, hatta: «Hele şu an çok menhus görünüyor» demesine rağmen saati kurdurup aldı-Aradan çok geçmedi; bir askeri ayaklanmada
Gazenfer Ağa idam edildi ve murassa altın saati koynunda bulunarak cellatların eline geç-di. Yine o devrin geleneğince idam edilen kimselerin üstünde bulunan her şey celladla-rın olur ve cellad mezadı denilen bir açık arttırma ile satılırdı, cellad satışı uğursuz mal bilindiği için de çok düşük fiatlarla alınırdı. Ga-zenfer Ağanın güzel saati bu mezada düşdü, ve Tırnakcı Hasan Paşa tarafından satın alındı. Bir müddet sonra Tırnakcı Hasan Paşa da idam olundu, saat üstünde bulundu, ikinci defa cella::I mezc-dına düşdü, pek ucuz bir bedel ile Kasırr. Paşa satın aldı. Bir iki ay sonra o da idam edildi, saat üstünde idi, üçüncü defa cel-lad mezadına geldi ve Sadırazam Derviş Paşaya satıldı, o da Eğriboz Sancak Beyliğine tayin edilen ve çok genç olduğu için tarihimizde ası. I adı unutulup Civan Bey diye anılan kardeşine verdi. Müverri:ı Peçevili İbrahim Efendi de defterdar olarak Eğribozda bulunuyordu. Birgün genç sancak beyi ile deniz kenarında oturmuş sohbet ederlerken söz kıymetli ve güzel saatlerden açıldı, ve Civan Bey koynun-dan maıhud murassa altın saati çıkararak meş'-um macerasını anlattı, İbrahim Efendi:» Böyle uğursuz saati insan düşmanı_na vermez..» deyince Civan Beye bir ürperme geldi, hançeri ile saatin elmaslarını söküp aldıktan sonra bir çekiç ile çarklarını kırarak denize attı. Aradan pek kısa bir zaman geçmiş idi ki bir atlı ulak gelip Civan Beye vazifesinden azledildiğini bildirdi, ve şöyle anlattı: «Derviş Paşa idam edildi, sizin idamınız için de ferman çıkarak cel-ladlar yolland , fakat sonra şefaatcileriniz çık-dı, celladları geri döndürmek için beni yolladılar, ancak pek az evvel yetişebildim...» dedi. Ulağın celladlara yetişip onları geri çevirmesi, uğur^uz saatin çarklarının kırıldığı ana rastlıyordu.
Her parçası teker teker el ile yapılan koyun saatleri ıherkes tarafından kolay satın alınamayacak fiatlarla satılırdı. Saaddan ayrı yapılan anahtarlar ile kurulurlardı.
-
2 -- Erkek Ceb saatleri: Memleketimize fabrika işi Avrupadan ithal edilen ilk erkek saatleridir. Çapları 4-5 santim arasında olup hem kadran tarafı hem arkası kapaklıydı; ilk ceb saatleri de ayrı parça olarak yapı lan anahtarlar ile kurulurdu. Aleladeleri Nikelden alaları gümüş veya altın olup, altın saatlerin en lükslerinin kapakları elmaslarla, mine tezyinat ile süslenirdi. Her tabakadan halkın üstünde taşınır bir saate saıhib olması bu cep saatleri ile başlamışdır. Ve yine bu saatlerle beraber altın ve gümüş saat köstekleri kullanılmış, köstekler (kardonlar) masun nümayişlerle yeleklere asılmış, kuşaklardan aşağı salınmış, ve bilhassa gençler bir saate sahih olduklarını göstermekle övünmüşlerdir.
Naz ile sarkıtmı^ belden a^ağı Saat kordonunda zer saçağını ( Be^ikta^l ı Gedaı)
İstanbulun yaşlı ve zengin yosma hanımları pırpırı takımından genç oynaşlarını ekseriya bir elmas gül y'üzük ve bir altın saat hediyesi ile elde ederlerdi; ve o yalın ayaklı yarım pabuçlu kopuklar da bu hediyeleri alımlı çalımlı güzelliklerinin nişanı gibi taşırlardı.
Topkapusu Sarayı Müzesinin hazine bölümünde murassa kapaklı ceb saatlerinin en güzelleri görülür; bunların arasında sahihlerinin renkli portrelerini de taşıyanlar da bulunmaktadır.
Enkek ceb saatleri zaman ile. inceldi, hafifledi. Saati kuran anahtarlar saatin üstünde tesbit edildi. Kapaklar kaldırıldı, kadran meydana çıkdı.
-
3 - Hançer Saatleri: Kocaman Koyun saatleri zamanında murassa bir hançerin kabzası başına oturtulmuş küçük bir saat erkeklerin aşırı bir lüıks nümayişi saatler olmuşdur. Bu saatlerin şaheser bir örneği Topkapusu Sarayı Müzesindedir.
-
4 - Kadın gogus saatleri: Büyük koyun saatlerini kadınlar kullanmamışdır. Bizde kadınların saat kullanması XIX yüzyılda Avru-
pa yapısı saatlerin yayılması ile başlamış, erkekler için ceb saatleri yapılır iken kadınlara da esvaplarının göğsüne altında kendi iğnesi iliştirilip asılır saatler yapılmışdır. Erkek saatlerinden daha küçük olan bu saatler, pek nefis mine nakışlı ve elmaslı kapakları ile, bir hanım göğsünü süsleyen mücevher arasına gir-mişdi, bu saatlerin üst tarafında ekseriya altından ve yine elmaslı bir de fiyongası bulunurdu. Kadınlar tarafından göğüse asılarak taşınan saatler zamanımızda da yapılmaktadır. Fakat bu yeni saatlerde bir mücevher kaygusu yerine sanat zarafeti ve kıymeti güdülmektedir.
-
5 Kadın ve Erkek kol saatleri
-
6 Kadın bilezik saatleri: Zamanımızın kadın mücevherlerindendir. Ortaları saatli altın veya platin bileziklerdir. Murassa olanları vardır.
-
7 - Kadın yüzük saatleri: Zamanımızın kadın mücevherlerinden iri bir taş gibi küçücük bir saat taşıyan altın veya platin yüzüklerdir. Murassa olanları vardır.
SABAHLIK Avrupa kesimi esvablar yayıldıkdan sonra, geçen asrın ikinci yarısında, bilhassa yetişkin, gelinlik çağında kızlarla genç kadınların, sabahları yatakdan çıkdıklarında gecelik entarilerini çııkanp giyindikleri rahat, bol esvablara verilmiş isimdir; aşırı alafranga ailelerde sabahlığa fransızcadan alınma «Matine» ismi verilirdi. Yetişkin kız ve genç kadın baş ve yüz tuvaletini sırtında sabahlığı var iken yapar, sonra günlük esvabını giyerdi. Bir kızın, bir genç kadının en latif, en masum güzelliği sabahlığı içindedir denilirdi.
Yaz sabahları giyilen bir hırıka da «Liıba-de» adını taşır (Bakınız: Libade) .
SABUK Anadolunun Ünyeden Hopaya kadar uzanan Karadeniz yalısı halkının dağlıları tarafından giyilen hem mest hem çizme bir ayakkabının adı; üstü ve koncu gaayetle yumuşak deriden yapılır, baldır üstüne kadar çıkan koncu, Zıbka denilen poturlarının dar paçası üstüne çekilir, bu konc da dar olub, bacağa-bal-dıra tıbkı dar bir çorab gibi çekilir ve öylesine
yapışır, oturur ki ne kadar hareket edilse aslaa düşmez;. Sabuık'un tabanı, çizme tabanı gibi köseleden olup ıbazan demir çiviler, kabaralar da çakılır (Bakınız: Laz Kiyafeti).
SAÇ Erkeık, kadın insan vücudu yapısında başı hem ıkoruyan hem de süslüyen kudret eseri kıllar; yüzyıllar boyunca ıher devrin zezvıkine, güzellik ve güzelleşme anlamına göre türlü türlü, biçim ıbiçim kesilmiş, taranmış, toplanmış, ör·ülmüş, dağılmış, kendi rengi beğenil-meyip başka renklere boyanmışdır.
1826 dan önceki eski toplum hayatımızda erkeklerin saç uzatmadıkları söylenir. Bu konuda tarih kaynaklarımızda kesin kayıdlar yokdur. Bilakis şairlerimiz nevcivanları övme yolunda yazdıkları gazeller, şarıkılar, semailer, destanlarda onların kahüllerinden, zülüflerinden, perçemlerinden mutlaka bahsetmişlerdir; mesela bu arada Beşiktaşlı Geda! güzel bir gencin saçlarını kesen bir berberi lanetleme-ye kadar varmışdır:
Bir teli Hind'ü Yemen, Bağdadu Basriya değer
Bir teli Çin'ü Bedehşana bedel bilsen eğer
Kör olub didelerin görmiyesin nurdan eser iki destin kırılıp ahedesin haşra kader Alup ol şine vli mikrirını berber eline Nice kıydın o şehin perçeminin bir teline
Saçlarını çok kısa kestirenler, ustura iie ıkazıtanlar kesin olarak söyliyebiliriz ki asker ocaklarında toplanmış efrad ile avam tabakası, ve medreseliler olmuşdu. Medrese karşısında tekkeler ise, saçın, insan yüzünü, başını süsleyen bir Tanrı lutfu olduğunu kabul etmiş, tarikatların çoğunda canlar başlarına ustura vurmadıkdan başka kız saçları gibi uzun saçlar bırakmışlardır (Bakınız: Kakül, Perçem, Zülüf,. GeysO ).
Erkek başında Avrupalılar gibi saç bakı· mı, kararca uzatılan saçların yandan ortadan taranması ikinci Sultan Mahmut zamanında başlamışdır (Bakınız: Avrupa).
Zamanımızın erıkek saçı kesiminde, deli-ıkanlı başı tuvaletinde görülen şekiller topense saçlar, yanaklara kadar inen favoriler, eskiden olduğu gibi kaşlar üzerine dökülen perçemler,
Beatle modası (Bakınız: Beatle), kız saçı gibi omuzlara ikadar inen bohem geysOlardır. Saçlı (Geysôdar) gençler ayrıca göğüs bağır açık meme göstererek, hatta pantalonlarını göbek altına düşürüb göbek çukuru göstererek daracık blucin pantalon ve yalın ayaık, ayaklarında sandallarla dolaşırlar ki XIX yüzyıl başındaki Cezayir Kesimli lstanbul bıç:kınlarının, şıkırdımlarının yeni moda örnekleridirler (Bakınız: Cezayir Kesimi).
Kadın saçları yüzyıllar boyunca makas yüzü görmeyerek uzatılmış, saçın kuvvetine göre bele, hatta topuıklara kadar inmişdir, öyleki eskiden görücülere sağlık verilen kızlar: «Kirpiği yanağında, saçı topuğunda» diye övü-lürdü. Bu uzun saçlar tarandıktan sonra daima örülmüşler, ve saç örgüleri, saçın gürlüğüne göre iki kalın örgüden ince ince 1 O - 20, hatta 30-40 kolan örgüye kadar çıkmışdır (Bakınız: Örgü; GeysO).
ikinci Sultan Mahmud devrindedir ki Türk kadınları baş, saç tuvaletlerinde Avrupalı kadınları taklide başlamışdır. Alın üstüne Avrupa kesimi top kaküller salınmış; uzun saçlar ense üstünde başın arkasında bir topuz şeklinde toplanmış, bazan topuzlar başın tam tepesinde yapılmış, arkada ve tepedeki topuzlar güzel güzel, hatta elmasiı taraklarla süslenmiş-dir.
Birinci Cihan Harbi sonlarında kadın saçları omuz hizasından kesilmiş ve bu kesik saç modasına Yüzyıl Cenginin erkek kıyafetine girerek saçları kestiren kahraman Fransız kızının adına nisbetle «A la Jeanne d'Arec (Alajan-dark) », Jan Dank Biçimi denilmişdir.
Bu modayı oğlan başı gibi saç kestirme modası takib etmiş, ona da «A la Garçon (Ala-garson)» Oğlan Biçimi denilmiştir.
Jandark Kesimi, biçimi, Oğlan Kesimi, biçimi saçlar memleketimizde bilhassa aydın tabakanın mektebli kızları arasında, çok rağbet görmüşdür.
Saçlar tekrar uzatılmış, «Ondule (Ondüle) » Dalgalı Saç modası çıkmış, zenci başfarr taklid edilerek saçlar buklecikler (Turrecikler,
kıvrımlar) halinde başı kapsamış, bir takım ilaçlarla, maıkinalarla bu bukleler baş yııkama-dıkça 'bozulmaz hale konmuşdur.
Silvette isminde bir fransız kızı saçlarını başının arkasında toplayıp boğduktan sonra at kuyruğu halinde salmış, ünlü ressam Picasso tarafından yapılan bir portresinden sonra
Silvette'in at kuyruğu saçı bir moda olarak dünyaya yayılmış ve bu arada memleketimize gelmişdir.
Atikuyruğunu «Diba Saç» modası taıkib etmişdir (Bakınız: Diba Saç). Bu baş, saç tuvaleti aşırı mübalağaya varmış, kadın saçlar, yüzün ve başın üstünde kıldan bir yeniçeri kalafatına benzemişdir (Bakınız: Kalafat). Kadın saçları bir yandan yukarıya doğru kavuk gibi kubbe gibi kabarıp yükselirken bir bohem saç modası çııkmışdır; saçlar, dağınık, perişan, taranmamış deniz yosunları halinde omuzlara, sırta, hatta yüz üstüne dökülmüşdür ve bilhassa genç kızlar arasında yaygın ıbir moda ol-muşdur; ala bohem saçlı kızlarda entarileri, etekleri atarak pantalon giymişlerdir, ve benzerleri oğlanlarla beraber pabuçlarını, sandallarını çıplak ayaklarla giymişlerdi; çift olarak dolaşdıkları zaman da Nedimin meşhur bir beyti hakikat olmuşdur :
Kız oğlan nazı nazın şehlevend avazı avazın
Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kafir
Zamanımızda modanın her ıkolunda olduğu gibi saç kesim ve tuvaletinde de ünlü sinema yıldızları önderlik yapmaktadır.
SALMA YEMENi Kadın baş yemenisi iki şekilde bağlanır, birine kundak yemeni (Bakınız: Kundak Yemeni), birine de salma yemeni denilir.
Salma tarzı bağlamada, saçlar taranır, örülür, bir veya bir kaç kolan sırt üzerine bırakılır; değirmi şeklinde olan yemeni ortadan katlanarak üçgen şekline konulur bu üçgenin uzun yanı alın üstüne getirilerek üçgenin köşesi saç örgüleri üstüne salınılır ve iki ucu, saç üstüne salınan ıkısmın altından çaprast dolaştırılıp alın üstündeki kısmının üstünden bağ-lenır.
Salma Yemeni ( MüsahibzadedP-n)
SALTA Bir çeşit kısa cebkenin adı; önceleri bilhassa gemiciler, Tersaneliler tarafından giyildiği ve Venediklilerin bir üstlüğünden alındığı, adının da bu beldenin ve eski Venedik Cumhuriyetinin ıkoruyucusu Saint-Marc'ın (ltal-yan ağzı ile Spn-Marco: okunuşu Sen-Mark, San Manko) adından geldiği söylenir; zira salta'ya :bizde Salta-Marka da denilmişdir ıki San-Marko adından bozma olduğu aşikardır.
Çuhadan kesilir bir üstlük idi; Tersaneliler sırtından halk sırtına da geçmiş, yayı.lmış-dır. Cebkenden farkı kollarının tamamen ceket koluna benzemesidir (Bakınız: cebken).
SAMUR «isim farscadır, ve o dilde SemmOr diye söylenir, Türıkçede Samur denile gelmişdir; Zerdava ve Sansar cinsinden Sibiryada yaşar bir hayvanındır ki postu (kürkü) pek makbuldür; postun, kürkün adı da Samurdur» (Şem-seddin Sami, KaamOsu Türk!). Kara Samur ve Sarı Samur olarak iki cinsi vardır, ıkarası sarısında makbuldür. Yüzyıllar boyunca Türk
toplum hayatında samur, küııklük postların en ıkıymetlisi bilinmişdir (Bakınız: Kürk). Seraser denilen çok kıymetli bir ipekli kumaş kaplı samur kürkler ise kürkün şahı, şahanesi ola gelmişdi (ıBakınız: Seraser). Hem bir kürk olarak, ıhem de güzellerin kaşlarının, nevcivanla-rın taze bıyıklarının, yeni salınmış sakallarının samura benzetilmesi dolayısı ile edebi metinlerimizde çok rastlanır bir isimdir. Manzum eserlerde vezin zarureti ile Semmôr şeklinde okunur; ıbiz şedde yerine «a» yı uzatarak «Sa-môr» yazmayı, küçücük vezir hatasını göze alarak tercih ediyoruz.
Sal hattı siyehkarın o ruhsarei ile
Samurunu kaplat bu sene kırmızı şale
Al deste eğer lale bulunmazsa piyale
Ver hükmünü ey serviravan köhne baharın (Nedim)
*
Mu be mu dikkatler ettim kıl kadar fark etmedim
Kaşların billah beyim duşihdeki samurdan {Nedim)
(MO be mO = Kıl kıl; DOş = sırt)
*
Gelmiş hattı siyeh ruhine ah ey gönül
Samur hoş yakışmış o gül penbe atlasa (Nedim)
•
Samur kaşlar olmuş alın yazısı
Güzellik beratının yalın yazısı
{ Galatalı Çorbacı ı
*
Elde bir simin kadeh, omzunda bir samur ile
Geçmiş ahu gözlü sakiler bu matemhaneden
{ Faruk Nafiz Çamlıbel )
SANDAL «İpekli-pamuklu eski bir kumaş adı. Yollu olan bu kumaşın bir yolu ipek, bir yolu pamuk idi. Küçük dallı, ıbeneklileri de vardı. İstanbulda Büyük Kapalı Çarşıda şimdi Belediyenin mezad yeri olan çarşıda satıldığı için o çarşı hala Sandal Betesteni diye anıla gelmiş^ dir » (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyim· Jeri ve Terimleri).
SANDAL Avrupai ayakıkabılardan yazlık bir ayakkabının adıdır. Bizde yayılması 1908 meşrutiyetinden sonradır, ve önce bir oğlan çocuk aya^kaıbısı olarak gelmiş, sonra mutaassıb olmayan aileler kız çocuklarına da giydirmişler-dir. Zamanımızda büyüklerin ayakları için de yapılmaktadır.
Arkası kapalı olup topuk görünmez. Yanları açıkdır, ön ıkısmı da meşin şeridlerle seyrek ·kafes atıkılıdır, bu atkılardan tam ortadaki ayakkabının burnundan yukarıya bir dilcik halinde uznır; arka kısmın iç ucundan ve ayak bileği hizasından bir kolan gelip bu dilciğin ortasındaki bir çentik yuvadan ·geçer ve arka kısmın dış ucundaki bir tukaya bağlanır. Sandalı ayakda tutan, dilcik içinden geçmiş ve bileği sımsıkı dolanarak tukayla bağlanmış olan bu ıkolandır.
Ekseriya çorabsız, çıplak ayakla giyilir. Yanlarından ayağın taban kemeri, ve öndeki seyrek kafesli atkılar arasından da parmak enleri görünür. Çoraıb ile de giyilir.
Zamanımızda çocuklardan ziyade büyüklerin ayaklarında görülmektedir. Günlük iş ha· yatından ziyade yazlık dinlenme hayatında, plaj yollarında yakışık alır bir ayakkabıdır.
SARIK, Tünkçe sarmak kökünden isim; Kavuk, Külah, Fes. bir serpuş, baş kisvesi üzerine sarılan Dülıbend, Ağabani, veya Şal'a verilen isim; sarığın farsca karşılığı Destar ve arabca karşılığı Ammame isimleri de dilimiz de yüz yıllar boyunca kullanılmışdır (Bakınız : Kavuk; Külah; Fes; Destar; Ammame; Dülbend; Ağabani; Şal). Sank, sarılış şekillerine göre de Burma Sarık, Civan kaşı Sarık, Katibi, Dardağan, Perişan! gibi isimler almışdır:
Ulema, padişahlar, vezirler ve sair devlet memurları, türlü şekillerde daima beyaz dül-bend sarık sarmışlardır; mu·htelif tarikat şeyhleri tac yahud sikke adını taşıyan külahlarına beyaz dülbend, kırmızı, siyah, yeşil ve kara dülbend sarıklar sarmış ve değişen renkler ve sarıkların sarılış tarzı tarikatların alameti farikaları olmuşdur. Halık ve asıker ise serpuşlarına
beyaz dülbend, ağabani ve şal sarmışlardır. Zamanımızda memleketimizde şapkanın çeşid-lerinden 'gayrı her türlü serıpuşu giymek ve her çeşid sarığı sarmak yasakdır; yalnız imamlar görevleri başında, camide imamlık yaparken ve cenaze kaldırır iken beyaz dülbend sarılmış fes giyerler.
Önü çökmüş sarığın, arka taraf vermiş bel
Çağlıyor püsküle bakdım üzerinden tel tel
( Mehmet Akif)
Saliha avrata bu arbede çok Sarığımda leke var onda yok-( Enderunlu Fazıl, Zenan name)
Bugün gül goncası başına yeşil sarsa nol11 kim Kişi kim al ola yeşil sarınmakdır onun şanı
(Celal Çelebi, XVI. yüzyıl)
SARMA, « ... Kadife ve ıkumaş üzerine kabartma işlemecilikde kullanılan bir tabirdir. İşlenecek çiçekler ve şekiller kumaşın üstüne çizilir, o şekiller önce iplikle işlenip doldurulur, kabartma şekil alır, onun üstüne de ipekle, sırma ile işlenirdi. Gelin elbiseleri'nin işlemeleri bu iş ile yapılırdı. (Hir de sarma) Dival denilen iş vardır. işlenecek motifler ince mukavvadan veya ince meşinden kesilir, o kesikler gergef-deki kumaş üstüne konularak teyellenir ve üstlerinden ipekle veya sırma ile doldurulur...» (M. eki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyim-
Selimi Kavuk (R.E. Koçu Arşivi)
leri ve Terimleri).
SELiMi, «Yavuz Sultan Selimin icadı olan tac biçimli ıbir kavuk» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türkl); «Üstüvane (silindir) şeklinde, üzerine ince ve beyaz dülbend sarılır baş kisvesi ki Yavuz Sultan Selim tarafından 'icad edilmiş ve bir çok zamanlar padişahlar ve devlet erkanı tarafından resmi günlerde kullanılmışdır» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı). «(Sellml'-nin az değiştirilmesi ile yapılmış bir kavuk olan) Mücevveze den daha uzun, 65 santim boyunda, yukarısı ağzından genişce ve (tepe-
si) düz bir kavuk idi. Sadırazamlar ayni zamanda serdar tayin edilip sefere giderken (padişaha veda ziyaretinde), Sadırazam ve vezirler divan günlerin de, şehirde kola (teftişe) çıkdığında, bayramların üçüncü günü Eyyüb Türbesi ziyareti alaylarında Selimi giyerlerdi. (Sadırazam ve vezirler divandan sonra padişah huzuruna çıkdıklarında se llmlleri'ni çıkarıp Kallavi giyerlerdi). Vezirler divan günlerinden gayri huzura çıkdıklarında Selimi giyerlerdi. Sair devlet eııkanı ve Yeniçeri Oca-
ğının büyük ağaları da vezirlerin Selimi giy-diıkleri yerlerde Selim! giyerlerdi» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
SEPETLi FiSTAN, «Balina balığı kemiıklerinden yapılmış ince çenberler ile sepet giıbi kabarık bir fistan; Vücudun belden aşağı kısmını örtdüğü için fistanın aşağısı şişkin gösterirdi. Avrupada moda olan ve XVlll. Asrın sonlarına kadar devam eden bu biçim fistanlar förıkiyeye de gelmiş ve Malakof adını almışdır» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Sepetli fistanların Türkiyede giyilmesi XIX. Yüzyıl ortasındadır ve önce lstanbulun Rum ve Ermeni zengini ailelerin kadınları ta-rafrndan giyilmişdir (Bakınız : Malakof).
SERASER, Seraser farsca bir kelime olup «başdan başa», «tümü» anlamlarındadır; ipekli ve baş-dan başa her tarafı altın ve gümüş tellerle işlenmiş eski ve çok kıymetli bir ıkumaşın adıdır, ıki ekseriya Seraser'in altın ve gümüş telleri arasına inciler de katılmış olurdu.
Bilhassa ağır ve kıymetli k,ürk kabı olarak kullanılmış, en bahalı scımur fervelere (Bakınız : Ferve) Seraser kaplanmışdır. Döşeme-cilikde de ancak tahtlarda kullanılmışdır. Top-kapısı sarayında Arz Odasında bulunan gaa-yet geniş ve büyük tahtın şiltesi ile yastııkla-rına kaplanmış pek ipekli ve incili ibir seraser, aynı saray müzesinin hazine salonunda teşhir edilmektedir; pek kıymetli ve çok çok güzel bir kumaşdır, ıbir imparatorluk ta1htının döşemesi olmaya hakikaten layıkdır.
SERDENGEÇDI KAVUGU, «Düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek ,için fedai yazılıp yüzde yüz
ölümden kurtulmuş olanların giydikleri başlığın adı; tüylerle süslenen bu !kavuk gi,yene mehabet verirdi» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Bizim eski serdengeçdiler, zamanımız or-dularınm komando kıt'alarına benzer.
SERHADİ, Serhad, sınır demekdir. Yakın geçmiş-de memleketimizde demiryolu döşenmeden önce, harblerde sefere çıkan ordumuz, eski adı iie Orduyu Hümayun, merkezden sınıra, haftalarca yaya ve atla giderek ulaşırdı. Yine o devirde kervanlarla yolculuk, seyahat da sefere çıkan bir orduya katılma kadar zor, yorucu idi. Yaya veya atlı çamura, yağmura, soğuğa karşı tedbirli, ona göre giyimli olmak gerekirdi .. Bundan ötürüdür ki sefere giderken, uzun yolculuğa çıkarken giyilen ceket gibi, etekleri ancak diz kapaklarına kadar inen kısa kürklere «Senhadl Kürk», koncları baldıra kadar çııkan mestlere de «Serhad! Mest» gibi isimler verilmişdir .
SERPUŞ, «Ser = farsca baş; POşiden = farsca gıymek! Serpuş, başa giyecek şey, baş kisvesi» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türk!); yüz yıllar boyunca memleketimizde erkekler ve kadınlar tarafından başa giyilen şeyler çok çe-şidli olmuşdur; ve bunların hepsi, eski Türk giyim kuşamında, eski Türık tuvaletinde çok önemli yer almışdır.
Eski Türık serpuşlarının isimleri şunlardır: Kavuk, Külah, Takke, Fes, Tas, Kukuleta, Puşu, Kalpak Miğfer, Hotoz:, Tepelik, TAc, Şapka; bunların içinde de Kavuk, Külah, Takke ve Şapkanın çeşidli isimler altında pek çok çeşid-leri olmuşdur; bu sözlükde taşıdıkları isimlerle müstakil maddeler halinde kayıdlıdırlar.
SETIRE, «Setre», «setri» de denilir; Avrupa kesimi ceket karşılığı olarak kullanılmış bir isimdir, kostüm karşılığı olaraık da «setre - setire pantalon» denilirdi (Bakınız : Pantalon). Şemsed-din Sami Bey Kaamusu Türklde: «Düz yakalı ve önü ilikli çuha libas ıki bizde makaamı resmide giyilir» diyor. Tahmin ediyoruz ki bu tarifi ile alelade bir ceket değil, lstanbulin'i kas-dediyor (Bakınız : istanbulin).
SEVAYi, «Eski bir ipeıkli kumaşın adı» (Büyük Türk Lugatı). Altın veya gümüş telle işle-
Setire Pantalonlu Katib (1870 - 1880)
meli olanlarına da Telli Sevay! denilirdi; makbul esvablıık ıkumaşlardandı, erkek ve kadın entarileri yapılırdı (Bakınız : Entari); Ende-runlu Vasıfın aşağıdaki kıt'ası bu kumaşdan bayramlıık esvab kesildiğini ima ediyor :
İyde ey gülberki nazım
Berki gülden came lazım
Sana zira serfirazım Bar olur telli savayi..
Aynı şair bu kumaş adını bir şarkısında da teşbih yolunda kullanıyor :
SEVAYi KUŞAK, «Sevayi denilen ipekli kumaşdan yapılan kuşakların adı; gelinlere baba, amıca, dayı gibi velileri tarafından bağlanırdı; geline (sevayi kuşak yerine) şal kuşak bağlayanlar, da vardı» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
SIKMA, «YUikarı kısmı bol, ağı potlu (körüklü), diz kapağından aşağısı dar, (.baldıra iyice yapışan, ve paçası ayağın incik ıkemiği üstünde düz kesimli ve dışdan az yırtmaçlı, giyilirken ayak geçdikden sonra üç düğme ile iliklenir) bir poturun adı» (Kaamusu Türk!) Üçüncü Sultan Selim zamanında Nizamı. Cedid neferlerine ve küçük zabitlerine, ikinci Sultan Mahmud zamanında da Asakiri Mansure Neferlerine giydirilmişdir; Asakiri Mansure neferleri az sonra da Sııkma yerine Avrupa kesimi pantalon giymişlerdir (Bakınız : Nizamı Cedid Üniforması). Her iki teşkilatda. Sıkmalar mavi çuhadan yapılmışdı.
SiKKE, Mevlevi dervişlerinin giydiği deve tüyü rengindeki keçe külahın adı; silindir şeklinde uzunca bir külah olup başı kapsayan alt kenarına nisbetle üst tablası az küçük olup azıcık kabarık dururdu. Sikkei Şerif de denilirdi; tekkelerde mevkii ve unvan sahibi büyük dede efendiler ile şeyhler sikkelerinin alt kısmına yeşil bir sarık sararlar, ona da Destan Şerif denilirdi; destardan bir de Taylasan sarkıtılır-dı (Bakınız : Destar; Taylasan).
Sikke piiş ol zevki eyvallahı bul
Gel harimi a1ka gir dilhikı bul
( Tokaadizide Şekib)
Serde sikke dalda abi
Henüz nevhat bir dllrübi
Bağıbanı bürehne pi
Tekkede bir derviş gördüm
Tazelendi köhne ömrüm
(AJık Hüzni Baba)
Derya düşdü piyine süt mavi saviyi Gaksuya gel ey çeşmi kebiid aleml ab et
Mevlevi yahud mevlevl muhibbi· hattatlar sikke şeklinde istif ile levhalar yazardı.
Konya kuyumcuları da üstünde destarlı sikke bulunan gümüş ve altın halka yüzüıkler yaparlar.
SİLAHLIK, «Tabanca ve yatağan gibi silahları koymaya mahsus meşinden kat kat kuşak» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türkl). M. Z. Pa-kalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Sanat Ansiklopedisinden naklederek şunları yazıyor : «Hicri 1300 de (Miladi 1882 - 1 883) saraçlar Rus telatininden (meşininden) devecilere mahsus dört katlı ve tek kayışla bağlanır silahlıklar yaparlardı. Sonraları delikanlılara mahsus olmak üzere yerli sahtiyandan iki kulaç kadar uzunlukda çifte kayışlı üç veya yedi katlı silâhlıklar yapılırdı. Bunların en üst katı sırma klabdan işlemeli tezyinat ile süslenirdi. Efeler tek kayışlı silahlıklar takarlardı».
SİNCAB, «Postu künk olan hayvanlardan, tüyü kurşuni renktedir; postundan yapılan kürkler de bu adı taşır» (Şemseddin Sami, Kaamu-su Türkl); hatta kurşuni renge de sincabi deni lir. (Bakınız: Kürk).
SİNEKLiK, Karasinek, memleketimizde yaz günlerinin huzurunu kaçıran eski bir beladır. Haşarat ilaçlarının bulunmadığı devirlerde, bu pis ve yapışkan maıhluka karşı ecdadımız «Sineklik» denilen ve ekseriya at kılından yapılan püskül ıhalinde kamçılar kullanmışlardır; bilhassa İstanbulda, yazın elde bir sineklikle dolaşmak zaruret halinde idi. Kibarların, zengi^-lerin sineklikleri, fildişinden, abanozdan, gü-müşden, altından gaayetle zarif şekillerde yapılan, ve bazen mercanlar, sedefler, akiklerle süslenen, hatta yakut, zümrüt, elmasla murassa-sapları ile hem madde hem de sanat kıymeti taşırlardı; ve şemsiye, tesbih, yelpaze gibi sa-hiblerinin günlük süs ve servet gösterisinde de yer alırlardı. XVI. - XIX. Yüz yıllar arasında kullanılmış en güzel ve en kıymetli sineklikler Topkapısı Sarayı Müzesinin hazine salonunda teşhir edilmektedir.
SİNEYE ELİF ÇEKMEK, Mehmet Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şunları yazıyor : «Aşıkların aşklarının
galeyanı ile göğüslerini yırtmaları hakkında
kullanılan bir tabirdir. Divan edebiyatındaki sevgililer, maçbublar aslında tasavvufi mahi-yetdedir, kasıd bütün güzellik lerin toplandığı Cemali Mutlak'dır. Fakat ·heva ehli bundan is-tif^de ile mecazi mahbub sevmeyi zerafet ve irfan icabı ad edilmişdir. Halk edebiyatında da bu kabil şairler ekseriyeti teşkil eder. Hicri 900 (Miladi 1494-1495) mahbublara Şah derlerdi (?), isimlerinin sonuna getirilirdi. Ahmed Şah, Ali Şah gibi. Aşıklarçlan sinesini ger-çeıkden yırtanlar olduğu gibi göğüslerine dövme usulü ile ahım Şahım yazdıranlar da bulunurdu, buna da Sineye Elif Çekdim denilirdi. Şair Rahmi :
Efe belinde Silruılık
Nihun'umla ihı şihım nakşedersem sineme
Nakşeder mi levhi UJŞika beni Şisım Ati
beytinde Ali Şah adındaki sevgilisine bu yolda hitaıb eder» (M. Z. Pakalın).
Nahun = Tırnak
Sineye elif çekmek kalenderane aşıklık yolunda bir nümayiş; yalın ayak, baş açık, saçlarını kadın saçı gibi bırakmış salmış (Gey-sOdar) ve bir entari hırka ile perişan kılıklarla dolaşan «Aşık Derviş» !erin süslerindendi. İçlerinden bazıları ise başlarını ustura ile kazıtarak başlarını ıkızgın demirlerle dağlatırlar, onlara da «Aşk Gülleri» derlerdi, yine o dervişlik, aşıklık yolunun başka bir süsü idi. M. Z. Pakalının ıbu nümayişi başka vadide anlatması garibsenir. Şair Rahmi ise hurOfiliğe meyli olan bir kimsedir, onun beytindeki «Şahım Ali» hitabı, Ali Şah adında bir mahbub şanında olmayub hatırasına çoşkun aşk ile bağlanılmış Hazreti Ali şanındadır.
Yeniçeriler ile İstanbulun esıki yangın tulumbacılarının süslenmesinde dövmelerin geniş yeri olmuşdu (Bakınız : Dövme). Tulumbacıların arasında aşık dervişler gibi sinelerine elif çekdirenler de olmuşdur; aşağıdaki mücevher tarih bunun bir misalini gösteriyor:
Sineye çekdi elif Be aşkı Çengi Latif Güher tarih musaffa «Yangıncı Laz Mustafa» ( 1220 M. 1805 - 1806)
Sadakatli ve muhabbetli arkadaşlığın işareti olarak sineye «Elif» harfindan başka dövme veya bir bıçak ucu ile «Lamelif» de yazılırdı, aşağıda ki manzume de bunun misalidir :
Şakı sıdk ile telif Eyledik güzelimle Nakşeyledim Umelif Sineme yar eliyle. Pa bürehne kalender Nari aşkda semender Sineme bir Lamelif Çekdi şahım İskender
Okur yazar veya ümmi eski şair kalender aşık dervişlerin bu geleneğini yerini zamanımızda haneberduş apaşlar haksızlıkları pro-
teste yolunda yüzlerini ve vücudlarını jilet bıçakları ile çenterek bayağı bir şekilde devam ettirmektedirler; ve yaralarla süs olarak övünürler.
SİNE PERÇEMİ, XIX. Yüzyılın başlarında İstanbul-da Cezayir Kesimi denilen apaş kılık kıyafeti, pırpırılık modası salgınında bıçkınların garib bir süslenme nümayişinin adıdır (Bakınız : Cezayir Kesimi). Göğüsleri kıllı gençler o kılları ustura ile tıraş ederler, ve tam göğüsünün ortasında 8-10 tel ıkıl bırakırlar, ıbu kılların her birinin ucuna ıbir inci geçirib düğümlerler, kıllardan birine de bir mavi nazar boncuğu takarlardı, ve bu nazar boncuklu incili püsıkül-cüğe «Sine Perçemi» derlerdi, Aynı yola ayak uydurmuş fakat göğüsleri ,kıllı olmayan veya henüz ıkıllanmamış olan gençler ise bu sine perçemlerini göğüslerine yapıştırma, takma olarak asarlar idi.
Alnı akıtmalı sırma kaküllü Sinesi incili perçem püsküllü Külahı çicekli sünbüllü güllü Cezayir Kesimli şıkırdım kopuk İtlikden kinaye vuruyor topuk
( Galatalı Çorbacı )
SiVRİ KÜLAH, Külah çeşidlerinin en aşağı tabakadan kimseler tarafından giyileninin adıdır
(Bakınız : Külah).
Yeniçeri yapılmak üzere toplanan Devşirme Oğlanlara, toplandıkları yerlerden kaafile-ler halinde İstanbula sevkedilirlerken birer sivri külah giydirilirdi.
Sivil hayatda esnaf çırakları; fırınlarda, hamamlarda çalışan uşaklar, yanaşmalar; bağ bostan yanaşmaları, ırgadları konaklarda seyisler, lspirler, ayvazlar; ve padişah sarayında has ahır efradı, deveciler, harbendeler, sakalar, fodula fırıncıları, hassa korularındaki korucular, hassa dalyanlarındaki balıkcılar ve aynı boydan sair hizmetkarlar sivri külah giyerler idi.
Sivri külah, ziller ve türlü türlü tüyler, püsküller ilave edilerek hokkabaz, soytarı ve
şaklaban takımı için bir serpuş olarak kabul edilmiş idi.
SOBRAMANi, «Kaputluk yeşil bir çuhanın adı; Yeniçeri çorbacıları ile sekban bölükbaşıları
bu çuhadan yapılmış ıkaput giyerlerdi; Çuhası, terzi parası ile beraber mM'den verilir idi» (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri; i. H. Uzunçarşılı, Kapukulu Ocakları}.
SOF, «Yünden ve :keçi :kılından dokunmuş :kuma-şın ve bundan yapılan cübbenin adı; (memleketimizde dokunan sofların en makbulü Tiftik Keçisi kılından dokunan Ankara Sofu}»· (Kaa-mOsu Türk!; Büyük Türk Lugatı} . «ince keçi ıkılından dokunur Şali nev'inden bir kurnaşdır. ince Sof, Kalın Sof, Mevceli diye nevileri olduğu gibi dokundukları yere göre Ankara Sofu, Bağdad Sofu diye de anılırlar. Ankara Sofları eskiden Avrupaya da satılırdı. Sofdan erkeklere kürk kabı, cübbe, kadınlara ferace yapılırdı. Son zamanlarda ceket de yapılmaktadır» (M. Z. Pakalın, Osmanlıı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Siyah ve beyaz^krem renık üzerine dokunurlar; yüz yıllar boyunca şöhret olmuş Ankara sofculuğu tamamen ölmüş gibidir; Tosya havalisinde alelade soflar dokunmaktadır. Yazlık erkek ceketliği olarak güzel bir kumaş olan sof halkın ilgisini, rağbetini de kaybetmişdir. Siyah sof ceketler lokanta ve gazino garsonlarının sırtında görülmektedir.
Murassa Kadın Sorguçları
Saki duracak zaman değildir Fevt etmeyelim demi şebabi Bir halete koy ki beni olsun DOşimdeki sof dahi şarabi.
(Nedim)
*
Görmüşüz çok mutaassıb sofu Re.hn idüb piri mugaana sofu.
( Enderunlu Fazıl, HObannime)
SORGUÇ. «Başa takılan tuğ, çelenk» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türıkl); «Serpuşların ön tarafı-
na takılan süs nev'inden muhtelif şeyler; beyaz veya siyah tüyden, balıkçıl kuşu tüyünden, mücevherden olurdu. Çelenk ismi de bu manada kullanılır. Gelinlerin başlarına takılan süslere de Sorguç denilir. Sorgucun çiçek, armud, yuvarlak, topuz gibi muhtelif şekilleri, altından olanları, kıymetli taşlarla süslenenleri. (murassa olanları) vardır. Padişahların kavuklarına takılanlar (murassa sorguçlar) idi» (M. Zeki Pakalın; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Topkapusu Sarayı Müzesi hazinesinde, kadın ve erkek sorguçlarından kıymetine baha biçilmez bir koleksiyon vardır; padişah sorguç-iarı, taşıdıkları gaayet iri zümrüdler ve yakut-iarla göz kamaşdıracaık ihtişamdadır.
Büyük yararlıklar gösteren kumandanlara, serdarlara padişah tarafından murassa bir sorguç gönderilmesi, Osmanlı protokolünde en büyük mükafat idi. Serdar ve sadırazam Köprülü Mehmed Paşa, Venediıklilere karşı yapılan Çanakkale Boğazı deniz muharebesinde emsalsiz yararlık gösteren Küçük Mehmed adında bir cengaverin başına, kavuğundaki murassa sorguçu çıkarıp takmışdı.
Birinci Sultan Ahmed, Peygamberimizin, sarayda Hırkai Saadet Dairesi denilen mübarek emanetler hazinesinde bulunan çıplak ayağının tabanı izi şeklinde murassa bir sorguç yapdırmrş ve üzerine kendi eseri olan şu kıt'-ayı yazdırmışdı :
Nala tacım gibi başımda götürsem daim Kademi resmini ol Hazreti Şahi Resulün Güli gülzarı nübüvvet o kadem sahibidir Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün
Avrupa sınırlarındaki akıncılar arasında da sorguç, pek şatafatlı, pek pitoresk kıyafetlerini tamamlayan gaayet makbül bir baş ziyneti, süsü idi.
Rumelinin ki güzel yerleridir götürü uc Takınır başına güzelleri anın sc7guc.
( Edirneli Nazmi t (Uc = Sınır boyu ).
*
Gördü mahsus olduğun meydanı istisna ·bana Şehperin gönderdi sorguç Kaaf'dan Ankaa bana ( Hayali Bey) «Zümrüd Ankaa kuşu· Kaf Dağından kanadını bana sorguç gönderdi,,
SÜNDÜS, «Eski bir nevi ipekli kumaş» (Şemsed-din SSmi, Kaamusu Türkl), «ince ipek kumaş» (Hüseyin Kazım, Büyük Türık Lugatı); bu lu-gat misal olarak Hakaanl Mehmed Beyin (XVI. Yüzyıl) dini edebiyatımızın ş€ı:heserlerinden biri olan «Hilye» sinden şu beyiti alıyor:
Bunu Tahkik bil ol reşki süruş Oldu havra ( hiirra ) gibi sündüs püş
«Altın veya gumuş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaşlardan birinin adı; buna «Dibayı Münakkaş» da denilirdi. Eskiden çok makbul olan bu kumaşlardan elbise, kaftanlar yapılır, Sündüs! deni. lirdi» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih D':':-yimleri ve Terimleri).
SÜNNET TAKKESİ, Sünnet çocuklarına giydirilen takkenin adı; silindir şeklinde ve dört parmak kadar yükseklikde bir başlıkdır; kadınların
« Küpkapağı,, denilen hotozlarına benzer; tarif ettiğimiz şekilde kesilmiş bir mukavvaya ipekli ve r'nutlakaa beyaz bir kumaş sarılarak yapılır, ve fırdolayı telle işlenerek süslenir, bu
Sün!1et Kavuğu telli Şehzade (E. Cenkrnen'den)
arada tam öne gelen yerine de bazan bir «Maşallah» yazılır. Yakın geçmişde kiıbar zengın çocuklarının sünnet takkeleri gümüş tel ve incilerle işlenirdi, ve ayrıca mücevherli iğneler, altın nazarlıklarla da süslenirdi.
Bu sünnet takkelerinin ne zaman çıkdı-ğını kesin olarak tesbit edemedik, fakat kuvvetle tahmin ediyoruz ki ikinci Sultan Abdü l-hamidin zamanında ç:.kmışdır. Daha önce sünnet çocukları fes, külah, destarlı kavuklar giymişler ve o serpuşları sünnet mürüvveti şanına türlü türlü süsler, elmaslar ve bu arada gelin telleri ile süslenmişlerdir (Bakınız : Sünnet Teli).
Son zamanlarda da sünnet çocuklarının başında subay kepleri taklidi sünnet serpuşları görülmüşdür, bizce münasebetsiz, yakışıksız, kötü zevkin çıkardığı bir şeydir.
İstanbu!un eski yangın 1ulumbacılarının adetlerindendi; her sene semtlerinin üç beş fakir çocuğunu bir meydan düğünü ile sünnet ettirirler, düğün masrafı olarak da kibarlardan, zenginlerden bahşiş toplarlardı; ve bu düğünlerde muhakkak 40-45 yaşlarında sünnetsiz bir kürd hammal bulunur, o da pek şatafatlı nümayiş ile sünnet ettirilir ve pos bıyıkları ile, başında işlemeli takkesi çocukların arasında bir yatağa da o yatırılırdı, takkesine de muhakkak bir nazarlık, bir baş sarnıı-sak ve gaayet iri mavi bir katır boncuğu asılırdı.
SÜNNET TELİ, Eski bir gelenek olarak sünnet çocuklarının giydikleri serpuşlara gelin kız teli gibi tel takılırdı. Serpuşa püskül gibi rabtedi-len 1eller omuz başına, hatta bel hizasına kadar düşerdi. Sünnet düğünü için sureti mc.h-
Takkesi telli İzmitli Sünnet Çocuğu.
susada ve zamanının çocuk modasına göre ş!k giydirilmiş bir oğlancığa, eğer yüzü de güzel ise pek yaraşırdı. Bu gelenek, tahminimize göre lstanbul ile cıvarına mahsusdu; İstanbulda bu şirin nümayiş 1870-1880 arasından bu yana terkedilmişdir, fakat İzmit ile dolaylarında hala devam edegelmektedir. (Bakınız : Sünnet Takkesi).
SÜPÜRGE SORGUÇ, Yeniçeri asker ocağının en büyük kumandanı olan Yeniçeri Ağası ile onun muavını Kulkethüdası Ağanın ve Katar Ağaları denilen ocağın büyük rütbeli ağalarının ve tabur kumandanları olan Çorbacı
Ağaların törenlerde, alaylarda serpuşlarına takdıkları büyük, şatafatlı sorguçların adı; şekli süpürgeye benzediği için bu isim verii-mişdir.
Yeniçeri Kethüdasının başında Süpürge Sorguç (R.E. Koçu Arşivi)
Padişahın maiyet kıt'aları efradından Peyk'ler de alaylar da süpürge sorguç takarlardı.
SÜRME, «Göz kenarlarına ve kirpiklere sürülen kara boya; gayetle ince madeni kara toz arab-cası KCıhl; farscası TCıtiya. Dilimizde, edebiyatımızda sürmenin arabcası ve farscası da kul-lanılmışdır» (Türk Lu1gatı).
Zamanımızın yeni kirpik boyaları, rimeller çıkıncaya kadar, sürmeyi, öncelik ile kadınlarımız yüz yıllar boyunca kullanrpışlardır (Bakınız : Sürmedan). «Peygamberimiz sürme çekmişdir, sünneti seniyedir» denilerek yine yüz yıllar boyunca, akçıl kirpiklerde ve kirpikleri dökülmüş gözlerde ihtiyaç için, bunun dışında süslenme kasdı ile yakın bir geçmişe kadar genç ve ihtiyar erkekler de sürme kullanmışdır.
Gür kara kirpikli gözler için «Kudretden Sürmeli>+ denilirdi.
Güzellerin tasviri için yazılmış şiirlerle, yahud taşlamalarla ( hicviyelerle) edebiyatımıza geçmiş isimlerdendir :
Sürmeli gözlü, güzel yüzlü gazilan ande
Zer kemerli, beli hançerli civanan ande
Ba husus aradığım servi hiraman ande
Nice akmaya gönül su gibi saclabade.
(Nedim)
Bir civan kaaşı sarık sar11 ış efendim başına
Sürme çekmiş ıtri şahiler sürünmüş kaaşına Şimdi girmiş dahi tahminimde onbeş yaşına Gül yanaklı, gülgüli kerrakeli mor hareli.
(Nedim)
Gezermiş kasrın etrafında yer yer tize mehrular Mukahhal gözlü şirin sözlü leyli yüzlü ahular (Nedim)
( Mukahhal = Sürmeli)
*
Gözlerine sürme çekmişdir o çeşmi ileler
Göz karardırlar ki nakdi sabrı elden ileler.
( Nikaabi, XVI yüzyıl)
*
Gözünün sürmesi pek taşkın idi
Sürmeli gözler için şaşkın idi.
( Sünbülzade Vehbi, Şevf<engiz)
SÜRME.DAN, «İçine göz sürmesının konduğu küçük hokkanın adı» (Şemseddin Sami, Kaa-mCısu Türıkl).
Narin ve minyatür bir sürahi şeklinde yapıla gelmişdi; üç parçadan mürekkeb olurdu : 1 — Altda içine sürme konulan hokka; 2 - Bu-' hokkaya vidalı olarak eklenen sürahi-ciğin boyun kısmı; 3 - Yukarda :kapak ve kapağa perçinli, sürahi boynu içinden sürme ho:<-kası dibine kadar inen dümdüz ve ince madeni mil.
Ezile ezile yapışkan bir hal alan sürme (kara toz) bu madeni mile bulaşır, ve yumulan gözlerde kirpiklere bu mil ile çekilerek sürülürdü.
Altından, gümüşden, elmaslarla murassa sürmedanlar yapılmışdır, En güzel, en kıymet-
li örnekleri Topkapusu Sarayı Müzesinde hazine salonunda görülür. Çok şirin bir tarihi fıkradır; XVI. Yüzyılda yaşamış ve güzelliği ile tanınmış kadın şairlerimizden Ayşe Hubla Hatun hafif meşreblikle suçlanarak dile düşürülmek isı·enmişdi, kendisini şu güzel beyitle anlatmış, korunmuşdur :
Rastdır reftarımız manendi mili tütiya
Biz hezaran didei mahmura girmiş çıkmı^ız.
Bugünkü dile anlamı yönünden çeviriyo
ruz
«Güzeliz ve yolumuz tertemiz, dümdüzdür, bize bakan ve güzelliğimiz karşısında kendinden geçen gözlere sürme mili gibi girer çıkarız».
s
ŞAL En güzelleri İranda ve Hindistanda dokunmuş esvablık, omuz ve boyun için atkılık, kuşaklık ve sarııklık kiymetli bir yünlü kumaşın adı.
Farsca olan bu isim dilimizde her çeşid yünlü kumaşlardan ve ipeklilerden yahud yün örgülerden yapılır bütün boyun ve omuz atkılarına da isim olmuşdur, onlara da aslında atkı, eşarp (echarpe), ıkaşkol (Cache-col) denilecek yerde şal denilir; şal adını taşıyan kumaşla ayırd etmek lazımdır.
lran şalları memleketimizde «Acem Şalı» ismi ile, Hind şalları da «Hind Şalı» yahud dokundukları yerlere nisbetle «Keşmir Şalı», «Uıhor Şalı» isimleri ile anılmışlardır.
Şal, bizim tiftik keçilerimiz gibi Keşmir Keçisi denilen bir cins keçinin çok makbul yünü ile dokunmuş ve çubuklar arasında re^ medilmiş çîçek motifleri ile ve bilha^ ^ dem şekilli motifleri ile kendine mahsus gü-zellikde bir yünlü kumaşdır. ipek karışdırıla-rak dokunmuşları da vardır.
Çubuklarının inceliık ve kalınlığına, hakim renklerine, badem şekilli çiçek motiflerinin kompozisyonlarına göre de şallar halkımız tarafından verilmiş «Anberser», «Göbekli», «Rizal», «Potalı», «Valide Şalı» ve bunlara benzer isimlerle anılmış, aranmışdır.
Antikacı Nureddin Rüşdi .Süngü! «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde Şal maddesinde şunları yazıyor :
« ... Şalın en ince ve en g'Üzelferi Lahorda, Keşmirde, ve derece derece Kirmanda, Horasanda, (Trabulusşamda). ve (memleketimizde) Güründe dokunur. Bunlar dörder arşın boyunda iıki endaze eninde top olarak yapılır. Şalların, iki beyaz ve bir vişne renikli çizgilisi ve çizgileri içerisinde güzel çiçekler yapılmış olanları makbuldür. Şaldan ıboy hırkaları, kuşak yapılır. lstanbulda boyun atkısı olarak kullanılır. Ortası siyah şallardan da tabut örtüsü, türbe örtüsü olur. Vaktiyle şallar
300 florine satılırken Birinci Cihan harbi içinde fiyatları düşmüş, kağıd para ile kıymetli bir şalın 600 liraya satıldığı görülmüşdür. Zamanımızda ise (1939) şallar 100 liraya bile müşteri bulamamaktadır (?). Nebati bOyalarla boyanmış şalların renkleri asırlar boyunca solmaz, ve iyi bakılırsa kumaş olarak da eskimez. Dilimizde Şalım olsun malım olsun ^-zü, Türklerin şala karşı sevgisini ve şala verdikleri kıymeti gösterir. Diğerlerine nisbetle kalınca olan Kirman şalları elbiselik ve örtü-lükdü. Trabulus şalları da Anadoluda kuşak olarak kullanılır. Güründe düz şallar dokunur ve esvaıb yapılır. Lahor Şallarının o kadar inceleri vardır ki dört arşınlık bir top şal, ıkat-lanaraık cebe konulabilir...» (N. R. Büngül).
Güzellerin tasviri yolunda yazılmış şiirler le Şal, edebiyatımıza girmiş kumaş isimlerin-. den :
Bak Riziyi şaline iJıkın vay haline Benzeyor gül diline kaddi mevı:un ince bel.
( Enderunlu Visıf)
*
O gül endim bir al Jile bürünsün yürüsün Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.
( Enderunlu Vasıf)
4-5 arşınlık toplar halinde dokunmuş olan şallar, zamanımızın kupon kumaşlarına benzer, dfüma top olarak satılmışdır, ve esvab olarak şaldan ancak bir boy hırkası yapılabilmiş.-dir; ve şal hırkalar makbul üstlüıklerden ol-muşdur.
Kuşak olarak hem erıkek hem kadınlar tarafından kulanılmışdır. Memleketimizde, istanbul da dahil, çok yaygın bir gelenek olarak gelin kızların beline. babaları, eğer yoksa enkek kardeşi veya en yakın erkek akrabası bir şal bağlardı. Şalın tabut örtüsü olarak kullanıldığını ^ hatırlatan aşağıdaki beyit, ge-
linlik çağında ölen kız kardeşi için çağdaş şairlerimizden Tahir Olgun (Tahirülmevlevl) Beyindir :
Bekliyorken ben sana şal bağlamak hengamını, Bağladım amma, zavallı kardeşim, tabutuna!
Yine eski bir gelenek olarak sünnet çocuklarına da bir şal hamaylı bağlanırdı (Bakınız : Hamaylı)
Şal, yüz yıllar boyunca her tabaka halk tarafından çok rağbet görmüşdür.
XVlll, Yüzyıl sonları ile XIX yüzyılın başında, yeniçeriliğin son devrinde, lstanbulda bele ve başa birer şal sarmak bir moda olmuş-du; bilhassa delikanlılar bu modaya öylesine kapılmışlar idi ki, yalın ayak baldırı çıplak donpaça dolaşır pırpırı şehbazlar bile, en ağır, en büyük fedakarlıkları göze alarak bellerine ye başlarına şal tedarik etmişlerdi. Yine o devirde bir apaş tuvaleti modası olan Cezayir Kesiminde (:Bakınız : Cezayir Kesimi) Şal o bıçkınların alameti farikaları süslerindendi. O devirde yaşamış kalender şairlerden Ende-runlu Vasıfın aşağıdaki şarkısı o ahvalin akis-lerindendir :
Zülfün düşer kaş üstüne
Geh çeşmi ayyaş üstüne Neyse recan baş üstüne Tek sen beyim yar ol bana. Yolunda ey nevres nihai Olsun fe'da mecmu! mal Bir şd nedir çift ile al Tek sen beyim yar ol bana.
Kalyoncular, yelkenli gemiler devrinin bahriye askeri kadimdenberi başlarına şal sara gelmişlerdi; Cezayir Kesimli bıçıkınlar da onlara taıklid ile başlarına şal sarmışlardı. İkinci Sultan Mahmud 1811 yılında kalyonculardan başkasının başına şal sarmasını yasak etti; ve bir gün tebdili kıyafet ile dolaşır iken İstanbul Balıkpazarında 19-20 yaşlarında, son derecede yakışıklı, Cezayir Kesimli yalın ayak baldırı çıplak ve başında 1000 kuruşluk bir
şal ile bir delikanlıya rastladı; padişahın yanındaki tebdil hasekileri oğlanı yakaladı, başından şalını alıp kılıçla lime lime doğradılar, ve padişah delikatılının hemen oracıkda başının vurulmasını emretti. Fakat o anda vak'a yerinde birikmiş olan halkın arasından onbeş yirmi kadar kadın fırladı, hepsi eli bayraklı, fettan, dilbaz mahalle karısı idi, padişahın etrafını sardılar, feryadları gök yüzünü tuttu, kimi feracesini yaşmağını yırtar paralar, kimi de padişahın ellerine sarılır, ayaklarına kapandılar; — Şu oğlanın cürmünü af et !.. bu gece yeni güvey girecek, genelik, heves etmiş, sarmış !... diye yalvardılar. Kadınların biri de oğlanı alıp getirdi; padiş€ıhın ayaklarını öptürt-tü, ve böylece Cezayir Kesimli bıçkın gazablı padişahın pençesinden kurtardılar. Sonra öğrenildi ki baldırıçıplaklığa özenenen ve yasak dinlemeyip başına şal saran deliıkanlı ls-tanbulun namlı zenginlerinden Galatada ha-ladcılar kahyasının oğlu idi, ve kurtarıcısı kadınların hiç birini tanımıyordu.
Trabulus Şalları Anadoluda kuşaklık olarak pek makbuldü; Aydın ve havalisi efelerinin kişizade olanları, belden koltuk altlarına kadar iki üç Trabulus Şalı Kuşak sararlardı, «Efe Kuşağı» yahud «Efe tarzı kuşak sarma» denilirdi (Trabulus Kuşak) .
Şal taklidi dokunmuş kumaşlara «Şalaki» bunların arasında Lahor Şalları taklidlerine de «Lahorakiıı denilir (Bakınız : Şalaki; Lahoraki). Şal gibi Keşmir Keçisi yününden dokunmuş fakat süs motifleri şala benzemeyen ince ve kıymetli bir yünlü kumaş da «Şali» adını ta-şımışdır (Bakınız : Şali).
ŞALAKİ, Şal taklidi •kumaşlara verilmiş isimdir; Şal kelimesine rumca bir takı ile yapılmış isimdir «ŞalCl'k» anlamına gelir; bu kumaş
lardan kadın entarisi, hırkası yapılırdı; yorgan yüzü olarak da kullanılırdı ve yorgan yüzü olarak çok maıkbul ıbir kumaş idi (ıBakınız :
Şal; Lahoraki).
ŞALİ, Şal gibi Keşmir Keçisi yününden dokunmuş ince ve makbul bir yünlü kumaşın adı; çiçeklilerinde, çiçek motifleri arasına atılmış ve Şa^
süslenme sözlüğü 215 şalvar
lın hususiyetini teşkil eden cubuklar bulunmazdı (Bakınız : Şal ), düz renklileri de olurdu· ve uzun toplar halinde dokunurdu, şal gib top olarak değil, arşın ile satılırdı; erkek ve kadın için hırka yüzü, entari, şalvar, mintan olurdu.
Ey şehi hiibaııın eyle ol kaddi ınevzune sen Rengi gülden caıne buyi yaseınenden· pirehen Servsin sana Yeşil Şali gerekdir niınten Bağa gel ey gül beden gül ey gonca dihen.
( Nediın )
Ankarada tiftik keçisi yününden dokunan yünlü kumaşlara da Ankara Şallsi denilir! Şalinin seyrekce dokunmuşu «Kaba Şali» adın alır, en makbul bayraklık kumaşdır.
ŞALVAR, «Hem erkeklerin hem kadınların giydiği bol ağlı geniş üst donu; erıkek şalvarları ekseriya yünlü kumaşdan, kadın şalvarları
da bazan ipekli kumaşdan olurdu» (Şemsed-din Sami, KaamOsu Türk!).
Erkek şalvarı memleketimizde, pantalon yayılıncaya kadar, poturun ve çakşırın yanı sıra yüz yıllar boyunca her tabakadan kimseler tarafından giyilmişdir; (Bakınız : Çakşır; Potur) üste çekildikden sonra bele uçkurla bağlanırdı. Bacakları gayet bol, paçaları ayak bilekleri üstüne kadar iner, paça ağzı, ayağın çok rahat geçeceği kadar, birden daralırdı. Ceb ağızları, paça kenarları hazan şeridlerle, gay-tanlarla süslenirdi; bu süslerde sırma şeridler de kullanılır idi.
iç donu uçkurlarından ayırd etmek için iç donu uçkurlarından daha geniş olan şalvar uçkurlarına «Şalvarbend» denilirdi; şal-varbendlerin iki ucu, ki bir karış eninde olanları vardı, altın ve gümüş teller, renk ipeklerle işlenirdi; erkeklerin süs eşyaları arasına girmiş çevreler ve destimaller gibi çok çok bu işlemeler, şalvarbend, uçkurluk ağzında düğümlenip bağlandıktan sonra, bazı yosma kesim gençler tarafından bele sarılan kuşağın altından şalvar önüne bir süs olarak sarkıtılırdı (Bakınız : Yosma Kıyafet).
Cami şadırvanında abdest alan Şalvarlı Delikanlı (R.E. Koçu Arşivi)
Kadın şalvarları, giyecek olanın tabakasına göre, en ağır ipekli ve işlemeli kumaşlardan en adi, harcı alem pamuklu bezlere kadar her kumaşdan kesilirdi. Erkek şalvarları ise cins cins yünlü ıkumaşlardan çuhalardan, kazmirlerden, şalllerden, bazan aşırı süslü gençler için de atlasdan kesilirdi. Her renk-de kumaşdan şalvar yapılmışdır; Enderunlu Vasıf iki şarkısının zamanın delikanlılarının «Ayva gülü», ve «Tenzûyi = nefti» renginde şalvar giydiklerini kaydediyor :
Sana ayva gülü Jalvar
Yaraşır ey güli bi har
Var ise istek
Bir kaç kadeh çek Açmış seni pek Tenziyi şalvar.
Yine Enderunlu Vasıf mahalle karısının sürtük kızını koca bulma kaygusu ile kadınlar hamamına gönderir ve anasını şöyle konuş-durur :
Kirlen güle güle kadınım haydi yun arın Hanım kadının oğlu yüzük gönderir yarın Tak elmasım cevahirini giy de şalvarın Hamd olsun işte silsilemiz pik yedi karın Olma sokak süpürgesi ,hanım hanımcık ol!.
Şair Sabit, bir ıkadın ağzından yosma genç kıza tam aykırı hitab eder :
(Şalvarlı Yeniçeri (R.E. Koçu Arşivi)
İçi canfesli ne renk kestirelim ferace Şalvar, anteri bir örnek yapalım ilice Yürüyüp gezmelidir zevk dediğin dünyace Neme lazım kocaya varma kızım taş başına
Geçen asrın ilk yarısında beyzadelerden ahır uşakları ispir ve seyislere varana kadar İstanbul gençleri arasında «ltlikden kinaye» ağları yerde sürünür bir şalvar modası çıkmış idi, müverrih Cevdet Paşa : « ... hızlıca yürümek veya koşmak icab etse, şalvarlarının ağını tutub kaldırırlar ve sünnet çocukları gibi bacaklarını açarak ıbir kepaze şekilde giderlerdi» diyor. Beşiktaşlı Gedalnin aşağıdaki manzu-
mede tasvir ettiği genç bu modaya uymuş de-
likanlılardandır
Şalvarlı Yeniçeri (R.E. Koçu Arşivi)
Parlak kunduranın yüzüne basar Zelzeleye verir alemi sarsar Salladıkca şalvarının ağını.
ŞAM HIRKASI, Yakın geçmişe kadar eski giyimde bir erkek ıhırıkasının adıdır; hususiyeti kollarının bol, yaka kesimin açık ve eteğinin diz kapağına kadar inmesiydi; mahalle kahvelerine ve hatta çarşıya pazara gecelik entarileri ile gidilebilen devirde gecelik entarisi üstüne mutlaka bir Şam Hır'kası alınırdı; kışın da hırka üstüne bir de kürk giyilirdi. Adını tercihen Şam ipekli-pamuıklularından yapıldığı için al-mışdı. M. Z. Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şunları yazıyor : « •.. astarı ile yüzü arasındaıki pamuğu gaayet ince çizgiler hasıl edecek suret de elde iğne ile dikilen bir hırıkadır; ıbu erkek hırkası çoklukla sarı renkli kumaşlardan yapılırdı».
ŞAYAK, «Dokunması verev ve dimi suretinde ince ve kabaca çuha; yerli şayak, lngiliz şayağı» (Kaamusu Türıkl). «iplikleri verev olarak dokunan dimi nev'inden bir yün kumaş; çuhaya nisbetle kaba olmakla beraber daha sıcak tuttuğu ve ucuza da bulunduğu için iş güç sa-hibleri tarafından giyim eşyası yapılır» (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri}.
Yakın geçmişe kadar memleketimizde lngiliz şayaklarıı çok makbul idi. Tekstil sanayiimizin gelişmesi üzerine Türıkiyede en güzel şayaklar dokunmaya başlamışdır.
Benim sevdiceğim şöyle mestine Altı kaval yarin üstü seşhine.
Yarım pabuç ile hem yalın ayak Sürter de giydiği pantolu şayak. Top kaküle konmuş fescle yok püskül Takar setresinin yakasına gül.
( Eskizagralı Tahsin)
ŞEBKÜLAH, M. Zeki Pakalın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri isimli eserinde : «Kavuk altına gi,yilen külah ve takke adıdır; gece külahı demekdir» diyor. Gecelik takkeye, arakiyeye yakışdırma olarak belki şebkülah denilebilir; fakat M. Z. Pakalının «Kavuk a ltı-na giyilen külah» demesi hatadır, !kavuk altına aslaa külah giyilmez.
Şebkülah siyah keçeden yapılmış bir külahın adıdır, gece anlamına olan «şeb» adı, külahın siyah (kara) renginden gelir; kara külahlı bir esmer güzeli nevcivanın tasviri yolundaki şu beyit XVL Yüzyıl şairlerinden Fer-dl'nindir :
Benim mahi siyehçerdem giyer bir şebkülih eğri Anınçün başım üstünde olur dildi siyah eğri.
Hu ismin, «Şibih Külah» (Külaıha benzer) terkibinin halk ağzında bozulmuş bir şekli olması da muhtemeldir; Evliya Çelebi Yeniçeri yapılmak ü zere Rumelinden devşirilmiş oğlanların kafileler halinde önce Edirne ve oradan lstanbula sevklerinden bahsederken : « ..baş+arına kırmızı keçeden Karagöz Şebkü-lahı gibi külahlar giydirib lstanbula getirirler» diyor ki büyük yazarın kullandığı şebkülah isminden Şibih Külah anlamı çıkar.
ŞEMLE, Arabca bir isimdir, örtü anlamındadır; eskiden bizde büyük baş örtülerine verilmiş isimdi, hem kadınlar kullanır, hem de erkekler sarık verine başlarına sararlardı; peş-temal yerine beline sarınanlar da olurdu.
Kimi seyis klmlsldlr akkim
Sarınub şemle bürünı^üş lhrim
( Sübülzlde Vehbi)
Şemlenin düz siyah renkleri, Osmanlı Sarayında eski bir gelenek olaraık matem alameti. Bir padişah öldüğü zaman, harem de da..: hil, bütün saray halkı başlarına birer kara şemle atarlardı, devlet erkanı da padişahların cenazelerine, kavuk ve dülbendlerinin üstünde birer kara şemle ile gelirlerdi. Üç gün süren matemden sonra başlardaki kara şemle-ler yeni padişahın emriyle çıkarılırdı.
ŞEMSiYE, «Güneşin hararetinden korunmada ve yağmur altında da ıslanmamak için kullanılan eİ çadırı» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türkl). Adı Arabca güneş karşılığı «Şems» adından gelir; yağmurda açılanlara yine Arabca yağ-
mur karşıılığı » Matar» adına nisbetle «Matari-ye» diyenler olmuş ise bu isim dilimizde yerle-şememişdir. Hem erkekler hem kadınlar tarafından kullanılır. Zamanımızda memleketimizde erkekler artık güneşe karşı şemsiye kullanmıyor, yakıcı güneş altında şemsiye açan yalnız kadınlardır. Yakın geçmişde güneşlik erkek şemsiyeleri beyaz, erkek yağmur şemsı-yeleri de hala daima siyah ıkumaşdan yapılır Kadın şemsiyeleri de eskiden de zamanımızda da türlü renkli, hatta çiçekli kumaşlardan yapıla gelmektedir.
Güzel bir şemsiye, aynı zamanda, erkek-de baston gibi, erkeğin ve kadının elde ta-şıdı,l<iarı bir süs eşyasıd:r, hele kadınlarda zarif bir sokak tuvaletini tamamlar.
Erkek şemsiyelerinde aranan meziyet, su sızdırmaz ipekli kumaşının inceliği ve sağlamlığı tümünün hafifliğidir ve saplarının zarif olmasıdır. En makbulleri Bambudan, kiraz ağacından, gül ağacından yapılan erkek şemsiyeleri sapları bazan, üzerine sahibinin markası yazılmak için bir altın bilezik ile de bezenir. Yakın geçmişe kadar altın kaplama, gümüş savatlı, !hatta murassa saplı, sapları elmasla, kıymetli taşlarla donatılmış erkek şemsiyeleri yapılmışdır. İ1kinci Sultan Mahmudun böyle murassa saplı gaayetle kıymetli bir şemsiyesi, bu padişahın vapurla bir Gelibolu seya-hatında Silivri açıklarında denize düşürülmüş-dü. XIX. Yüz yıl başlarında kibar lstanbul delikanlıları arasında sapları elmaslı ve kenarları sırma saçaklı şemsiyeler kullanma pek moda idi; öyle ki bu delikanlılardan Cezayir Kesimi denilen bir apaş, modasına kapılmıış olanlar bile, yalın ayak, baldırı çıplak dolaşırlar, fakat süslü ve kıymetli şemsiyelerini açmayı da ihmal etmezlerdi (Bakınız : Cezayir Kesimi). Zamanımızın gencleri ise yağmur altında bile şemsiye kullanmıyor, erkek şemsiyesi, kesin olmamakla beraber, adeta yaşlılık alameti olmuşdur denilebilir.
Kadın şemsiyeleri, yakın geçmişde pek zengin, pek zarif dantelalar ile süslenir, daima uzun ve ince olan sapları da altınlı, gümüşlü, taşlı tezyinat taşıdıkdan başka kordeladan fi-yongalarla süslenirdi.
Bir' ara kısacık saplı, hatta sapları kırıl1p bükülüp küçücük bir kılıf-torbacık içine giren kadın şemsiyeleri moda oldu. Son yıllar içinde kadın şemsiye modasında saplar yine uza-mışdır, ve şemsiye alır iken kumaşının desenleri ile beraber sapının şekli, sahibesinin zevk ve zerafetinin bir miyarı olmuşdur.
Kadının örtü altında bulunduğu ve erke-gın kadına kolay yaklaşamadığı konuşamadıÇı devirlerde, bilhassa yakın geçmişde şemsiyeler, yollarda mesirelerde anlaşma işaretlerine vasıta olmuşdur; eski muhabbet aleminde «çapkınlıık işaretleri» diye hatta yazılı risaleler halinde tertiplenen, elden ele dağılan, satilan genç kızlar, kadınlar, delikanlılar ve çapk:n evli erkekler tarafından ezberlenen bu işaretlerden şemsiyelerin marifetleri şunlar olmuşdur :
Bir l<ız şemsiyesini kapayıp da sapı üstüne dayanırsa: «Aşkın uğrunda verem oldum, senin için öiüyorum» demektir.
Aynı vaziyetde,, ,sol ayağının üstünde mail, çaprast vari durursa bir kat daha dostluğa alamettir.
Bir mesirec1e kadın şemsiyesini açarak soldan sağa doğru fırıldak gibi çevirirse «Gidelim, tenha bir köşe bulup konuşalım» dcmekdir. Gidilecek yönü eliyle gösterir. Bu işareti erkek de kadına verebilir.
Eğer kadın erkeği gördüğünde şemsiyesini açar ve kaparsa «Bu gece gel» demektir; eğer açık da yukarı kaldırırsa «Yarın akşam gel» demekdir.
Erkek kadına yaklaşmadan bulunduğu tarafa şemsiyesini eğerse: «lüzOmun yok» demektir.
Eğer kız şemsiyesini devamlı elinde tutar ve arada bir iki tarafına sallarsa: «Cemalimi, yüzümü gör de cevabmı ver» demektir.
Kız şemsiyesini bir tarafa eğer ve o tarafa bir kağıt parçası atarsa: «Seni beğendim, mektuplaşalım» demekdir, bir taş parçası atarsa: «Peşimde dolaşma, def ol» demekdir .
Eğer kız devamlı olarak şemsiyesinin sapındaki kordela ile oynarsa: «Peşimde dolaşmayın, bağlıyım, nişanlı - nikahlıyım» demektir.
ŞEŞTARi, «Yollu kumaşlardan birinin adıdır. Hind-de, Şamda ve daha başka yerlerde yapılan ve her rengi bulunan bu kumaşdan erkek üst
gömlekleri, entarileri yapılırdı» (M. Zeki Pa-kalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
ŞUBARA., ŞOBARA, «Kelimenin aslı ıslavcadır; çuhadan yuvarlaık tepeli ve dilimli bir serpuşun, baş kisvesinin adı» (Şemseddin Sami, Kaa-mOsu Tür:kl). «Polonezce isim; tepesi müdev-ver, dilimli çuha kalpaib (Hüseyin Kazım, Büyük Tür"k Lugatı).
1808 de Alemdar Mustafa Paşanın çok kısa sürmüş olan sadırazamlığı zamanında Sekbanı Cedid adı ile kurulan yeni talimli as-
Sırtında bluz-ceket, bacaklarında Sıkma ve ayaklarında mest-potin ile başı Şubaralı Sekbanı
Cedid Neferi (1808)
Sekbanı Cedid
Çavuş Şubarası
ker kıt'aları efradının başlarına giydirilmiştir. Daha önce Üçüncü Sultan Selim Nizamı Cedid Neferlerinin başlarına Bostancı Baratası giydir-mişti. !Bu sefer şubaranın asker serpuşu olarak kabulü, hem Nizamı Cedidin ihya edildiği fikrini vermemek hem de sekbanları yeniçeriden ayırt etmek içindi.
Müverrih Şanlzade Ataullah Efendi şunları yazıyor: «Sekbanların başlarına Rumeli halkına mahsus şeşpare (Altı parça) dan bozma Şubara denilen altı yedi sekiz dilimli kalpak giyilirdi ....,, Cevdet Paşa da o devir de İstanbulda her tabakadan halkın arasında salgın halindeki süslenme mera·kından bahsederek Sekbanlar ve şuıbaraları için şunları kaydediyor: «...Sekbanların maaşları dolgundu, sekban neferleri ve zabitlerinden bazıları da şubara dedikleri kalpaklarını altın tel ile dokunmuş ala şeridlerle süslediler ve şuıbaralarının tepelerine düğmeden büyük Hürnüz incileri taıkdılar, bunun ile de yetinmiyerek binbeşyüz kuruşluk, şallar sardılar....»
T
TAC, « - Hükümdarların !başlarına giydikleri mu rassa şey ki taht ile beraber hükümdarlık ala rnetidir; 2 - Şehlerin dervişlerin serpuşu;
3 - Gelinlerin başına konulan elmaslı ziynet» (Şemseddin Sami; kaamôsu Türkl) Şeh ve derviş tacları (külahları) keçeden yapılırdı; giyenlerin mensub oldukları tarikatın alameti fariıka-ları olarak uzunluk, kısalık yayvanlık sivrilik ve her ıbiri ayrıı manada dilimler ile ayırd edilirlerdi Üzerlerine sarılan sanıklar da hem renkler1i ile. (:Beyaz, kara, yaşil, kırmızı) hem de sarılış tarzı ile ayrı ayrı idi, daima sırta giyilen hırka ile başta taşınırdı.
Hırka vü tile ile zahid kerem et sikleti ko Ademe cüb^vü destar keramet mi verir
( Şeyhülislim Vahyi)
•
Ticü kabi'yı terk idüb uryan olayım bir zaman Gurbetde seyran eyleyüb mihman olayım bir zaman Keh düşüben kahi durub keh gülüben kih aglayub Keh kan yudub serhoş olub sekran olayım bir zaman ( Sultan Korkud)
TAFTA, (Tafte, azerl-farisl isim, ipekli bir kumaş adı; Fransızcaya Taffetas (okunuşu Tafta) şeklinde geçmişdir, ince ipekli kumaş» (Hüseyin Kazım, Büyük Tür:k Lugatı). Dilimizde fransızca söylenişi ile Tafta denilir. Yazlıık esvab, ferace, çarşaf yapılırdı.
Feracesi yosmanın
Yanar dönerli tafta
Davet etsem gelir mi
Mesireye bu hafta
Naz etme de güzelim aman yosma güzelim Kumru gibi koklaşıp tenhalarda gezelim
(Türkü)
•
Tafta tafta biz geliyoruz bu hafta
İneğimiz doğurdu, adı olsun Fatma
( Çocuk oyunu türküsü)
TAKKE, «Kavuk, :külah, fes gibi her hangi bir serpuş altına giyilen ve ıbaşın terini emerek
serpuşun kirlenmesini önleyen ince bezden
yapılmış hafif baş kabının adı; adı ara^a k^ mer ve kubbe anlamında Tak isminden gelir, asıl yazılışı ve okunuşu da «Takiye» dir, fakat dilimizde Takke denile gelmişdir» (KaamO-su Türki).
Eski erkek ıbaşı tuvaletinde uzun saç bırakılmadığı, hatta pek çok :kimsenin başını ustura ile kazıtdığı devirlerde, başın üşümemesi için takke erkekler için ıbir ev içi serpuşu olmuş, gece yatağa yatılır iken de başdan çı-karılmamışdır.
Taıkkelere gaayetle ince bir tabaka da pamuk ıkonulurdu. Evde ve yatakda giyilen takkeler, serpuş altına terlik olarak giyilen ve «Terlik», «Arakçin» isimleri ile de anılan takkelerden daha kalınca olur, «Gecelik Takkesi» diye anılırdı (Bakınız : Terlik; Arakçin).
Zamanımızda sünnet çocuklarının serpuşlar, aşçıların Avrupai bez serpuşları da «Sünnet Takkesi», Aşcı Takkesi» adını taşır. Sofu meşreb kimseler de ya şapkalarının, kasketlerinin altında, ya:hud ceblerinde namaz kılar iken şapka çıkardıklarında başları açık kalmamak için birer takke taşırlar.
Başı kel olanların kullandıkları takkeye de «Kel Takkesi» denir, öbür takkelerden farkı ensede saç bitimi yerinden kaş üstüne kadar geçen, ve bu arada şakakları da örten bir takke oluşudur; bir kimsenin ayıbının meydana çıkması anlamında <e.Takke düşdü, kel açıldı» deyimi buradan gelir.
Aşağıdaki kıt'a, ayinden yorgun ve terlemiş olarak çıkmış genç bir Sünbüll dervişinin tavsiridir :
Tabi devranden görün ol sünbülü dildirını Terlemiş, ruhsirını yer yer gülistan eylemiş Zülfi sünbül bilyini dökmüş perişan dilşine Takkeyi nemnakini bir sünbüllstan eylemiş .•
( T.i hirül • Mevlevi)
TAKUNYA, «Alçak nalın» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı). Nalın gibi, odundan oyulmuş ve üstüne sadece ayağı tutacak köseleden ıbir tasma çakılmış basit bir ayakıkabıdır, fakat nalından "farıklıcadır, ve farkı da yalnız ondan alçak oluşu değildir (Bakınız : Nalın); takunyanın, 3-4 parmak yüksekliğinde, tıbkı kundura ökçesi gibi bir ökçesi vardır, ve taban kısmı da içi dolu bir kaşıık şekline benzer.
Evlerde zemini taş döşeli mutfaklarda ve bağçeye çıkanken giyilir; alaturka ayak yollarına da bazan nalın yerine takunya konulurdu.
Büyük şehirlerde bilhassa lstanıbulda kadın, erkek ve çocuk avam tarafından sokakda da giyilmişdir. Maıhalle ıkarıları, kızları sokak-da, takunyalarına kıvrak ıbir tııkırtı verdirterek dolaşırlardı. Çeşmelerden su almaya, hemen istisnasız takunya ile ve takunyayı 1 çıplak ayakla giyerek gidilirdi. Aşağıdaki terennüm suyu kesilmiş ıharab bir lstanıbul Çeşmesi şSnında-dır :
Ellerinde
Parıl parıl kalaylı bakır güğümler
Ve parıl parıl çıplak ayaklarında
Sesli takunyaları;
Yüzlerine hayran bakdığım
Avuçlarına dudaklarına
Şarıl Jarıl akdığım güzellerim nerede?
Niçin kesdiler suyumu?
Kim çaldı pirinç lüleml?
Ne xaman, nasıl gömüldüm topraklara Okunmuyor alnımın altın yazısı e.Ve sakaahüm RabbihOm şeriben tahiira ...»
Yakın geçmişe kadar çarşılarda dükkanlar sokak yüzünden daima yüksekce yapılır, dükkana bir iki basamak merdivenle çıkılırdı; bütün esnaf çırakları her saıbah dükkana gelince papuçlarını, ve hatta var ise çorablarını çıkarırlar, dükkan içinde yalın ayak hizmet eder, sokağa çıkmak gerekdikde ayaklarına takunya giyerlerdi.
Eski sibyan mekteıblerine (ilk okullarına) dar gelirli ailelerin çocukları takunyalarla giderlerdi.
Zamanımızda gemi ateşcileri, fırın uşakları don paça, yalın ayak, ve ayaklarında takunya ıbulunaraık çalışır.
Camilerimizde, abdest alacak kimseler için yeteri kadar takunya bulunur.
Takunyacılıkda, son zamanlarda hasis bir kazanç ıkaygusu ile kösele tasmalar yerine hurda otomobil ve kamyon dış lastiklerinden kesilmiş tasmalar konmaya başlanmışdır; çirkin düşmüş yeniliıkdir.
TANDIR BAŞ, Yakın ,geçmişe kadar Orta Anadolu da ve doğu vilayetlerimizde bir kadın baş tuvaletinin adıdır; başa giyilen gaayet büyük geniş tablalı bir kadın fesinin üstüne şal sarılır, ve çoık heybetli bir şekil alan bu serpuşun üstüne işlemeli bir vara atılarak üst tarafından lbir ıkuşakla boğularak bağlanır ve va-lanın iıki uçu, yuzun iki kenarında, başdan omuzlara sankıtılırdı.
Tandırbaşlı Ankaralı kadın (Kıyafeti Osmaniye Albümünden)
TARPUŞ, «Başa giyilen şeylere verilmiş farsca «Serpuş» un Türk ağzı ile söylenişi; baş kisve: si, fes, takke» (Şemşeddin Sami, Kaamôsu Türk!), M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde : «...püsküllü, kırmızı, fese benzeyen bu başlığı ka
dınlar gibi erkekler de giyerdi» diyor.
Tarbuş da denilir. kırmızı yünden örgü külahlara verilmiş bir isimdir; püskül takanlar da olurdu. Sadece kadınlar giyerdi; Haşmet (XVlll. Yüzyıl) bir erkek başına hivic yolunda giydiriyor :
Cübbe vü tarbuşunu valide merhunıenizin Giyüb ol heykeli bedçehre ile misli şebek..
diyor. Enderunlu Vasıf da bir mahalle karısını sürtük kızına karşı şöyle konuşduruyor
Pullar dizüb ibrişim ile tarfı tarpuşa İp takma sakın ipsiz edebsiz sarhoşa Yan çiz koparma destimalin ellerin boşa Başın tutar yeter yorulursun koşa koşa Olma sokak süpürgesi, hanım hanımcık ol
TAS, YANGIN TULUM^ACISI TASI xvııı. Yüzyılda Üçüncü Sultan Ahmed zamanında Lale Devri adı verilen Nevşehirli Damad lbrahim
Paşanın sadırazamlığında (1717-1730) Yeniçeri Asker Ocağına bağlı olarak ilk yangın
tulumbacıları teşkilatı kurulduğunda, Acemioğ-lan Ocağından seçilen tuli.ımbacılara yangına giderken giydirilen bakır serpuşların, başlıkların adı, tıbkı bir çorba tasına benzediği için hu isim verilmişdir. Ta^ların ön tarafında tulumbacı neferinin tulumbacı ocağındaki ka-yıd numarası yazılırdı, başa geçirildikden sonra çene altından dolaşan bir bağcıkla bağlanırdı (Bakınız : Tulumbacı Kıyafeti).
Yeniçeri yangın tulumbacıları sair zamanlarda başlarına kalafat giyerler, yahud tasları ellerinde başı açıik dolaşırlardı; aşağıdaki hiciv yollu beyit SürOri'nindir :
Dal kelle, tası destinde tulumbacı iken Ki kelle kirlihanım kaşkaval olmuş sana
( Kirli hanını = bir peynir adı; kaşkilval = kaşar peyniri )
Başı Taslı Yeniçeri Tulumbacısı
Tulumbacı tasları zamanımız itfaiye efra-dmın giydiği miğferlerin ibtidal şeklidir. Yeniçeri ocağı kaldırıldıkdan sonra mahalle tulumbacılığı teşkilatı kuruldu, Yeniçerilik hatırasını yaşatmamak için de mahalle tulumbacıları başlarına keçe külah giydiler.
TATAR DOLAMASI, «Eskiden (mektub, name
ulaklığı) vazifesini gören ve Tatar denilen memurların giydikleri (dolamanın) adı» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri). (Bakınız : Dolama).
TATAR KALPAGI, «Eskiden (mektub, name ulaklığı) vazifesini gören ve Tatar denilen memurların başlıklarına verilen isimdir. Siyah
kuzu derisinden tepesi sarı (çuha) uzunca bir kalpaıkdı. Vezir tatarları ağasının kalpağının
tepesi yeşi ld i» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri)
TAYLASAN, Tarikat şeyhlerin ve sofuların başlarına sardıkları sarıkların sarık kıvrımları arasından aşağı sarkıtdrkları sarık ucunun adı. M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Taylasan maddesinde şunları yazıyor « ... Taylasanı ulema fesin ve Kaadirl Şeyhleri tac'ın sol tarafından, Mevlevi ricali ise sikkenin anka tarafından bırakırlardı; taylasanların uzunluğu 20 santi m i geçmez, yalnız Mevlevllerinki 35 santim uzunluğunda idi ...»; Pakalın. Taylasan üzerine
Mevlana Mecdî'nin şu beytini alıyor :
Tayiasanına dolaşma zahidin ey rind olan Kıl hazer gejdüm sıfattır zehri kuyruğundadır
«Ey rind, sofunun taylasanına takıiıcıakdan sakır·
akrcb gibidir, zehri kuyruğundadır»
Peygamberimizin sarığının taylasanlı olduğu rivayet edilir; yine Pakalın aynı eserinin aynı maddesin de şu malumatı naklediyor . «Taylasan salmak sünnet olub ilk taylasan salan sehabeden Cübeyr bin Mut'amdır. Salınmaya bilir de; fakat bele kadar uzatılması haramdır».
Mehmed Akif de şöyle diyor
Taylasan, cübbe, kavuk, hırka hep esbabı siya! ...
TEBER, «Balta; bazı dervişlerin taşıdıkları hilal (ay) resminde ve bir sapa geçirilmiş balta, silah» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türkl) . «Ay resminde balta» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı). «Ay biçiminde bir harb aleti'nin (baltanın) adıdır. Demir yahud ağaç bir sap üzerine takılırdı, bir tarafı ay şeklinde (balta), öbür tarafı sivri, yahud her iki tarafı ay şeklinde olurdu; bazılarının üzerinde :
Destime aldım teberi
Kimseden etmem hezeri
yazılı idi» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Osmanlı Sarayının dış hizmet ocaklarından biri «Baltacılar Ocağı», yahud «Teberdar-lar Ocağı» adını taşımışdır.
Teber, yüz yıllar boyunca bil·hassa kalender aşık dervişler tarafından taşınmışdır. Baş açık, yahud başlarında bir keçe külah, hepsi geysudar (uzun saçlı), uzun sakallı, pos bıyıklı, sırtlarında bir entari, bir hırka, bellerin de bir ^uşak, ayaklar çıplak, bir ellerinde keşkül, öbür ellerinde teber, nümayişli bir cezbe içinde nesil nesil haneberduş dolaşmışlardır; sözde mecazi bir aşk yolunun mecnunları olmuşlardır. Doğuya, bu arada memleketi -mize gelen Avrupalı, ressamlar kiyafetler üzerine çizdikleri resimler arasında elleri teberli dervişleri bilhassa unutmamışlardır, ve teberli derviş portrele(İ batı memleketlerinde geniş merak, tecessüs uyandırmışdır.
Topkapusu Sarayı Müzesinde bulunan ve sapuna rabtedilen parçası üzerinde 81 . Alayın Redif Taburunun adı yazılmış olan bir teber vardır, İkinci Sultan Abdülhamid zamanında yapılmış olup bu padişaha 25. cülus yılında adı geçen tabur adına hediye edildiğini tahmin ettiğimiz bu teberin balta kısmının ortası oymalı olup oymaların üzerine müsenna (aynalı) yazı ile «Ya Ali» yazılmışdır, ve Ali isminin son harfi olan «i=ye» harfine çatal ağızlı Zülfikar resmi verilmişdir, muhakkak ki çok güzel bir teberdir.
Saç sakal görmemi^ berber
Yalın ayak elde teber Aşıkdır o hu der tapar Nerde görse taze dilber
TEBERDA,R KÜLAHI 1826 dan önceki eski saray teşkilatıında Züluflü Balt^c:ıl,arın (Teberdarla-rın giydiği külah; «Zülüflü Külahı», «Baltacı Külahı», şekline nisbetle «lmrudl = Armudi Külah» da denilirdi. 'Beyaz bir keçe külah olup, Enderun Ağalarının (Saray Zülüflü iç oğlanlarının) zerrin külahlarında olduğu gibi Teberdar Küla·hının iki yanından da zülüfler sarkıtılır idi (Baıkınız : Zülüf).
Zabitlerinin külahlarının alt kısmı sırma
işlemeli idi.
nın söylediği gibi aynı sakal kesimi değildir. Aslında yalnız çene üstünde bırakılmış sakatlardır, fakat Frenk Sakal yahud Didon Sakal Avrupai bir sakal kesimi olub çene üstünde ucu sivri 'kesilmiş küçücük bir top sakaldır, Fransızca adı da «Barbiş = Barbiche» dir. Teke sakal ise çene üstünde salınmış ve püskül gibi, kılların ucları kesilmeyereik kuvveti derecesinde salınmış bir tutam sakaldır, ve binlerce yıl önce Orta Asya Türıkleri tarafından Çinlilerde görülerek alınmış, benimsenmişdir; memleketimizde de yalnız Türkistanlı muhacir ırkdaş ve vatandaşlarımızın yüzlerinde görülür; tel tel, püskül püskül kendine has güzelliği olan bir sakal kesimidir; «Keçi Sakalı» da denilir.
Soldan sağa: Kızlarağası Yazıcısı Zülüflü Teberdar, Zülüflü Teberdarlar Kahyası, Zülüf takmamış
Teberdar Baltacı Nefer (E. Cenkman'dan)
TEBERDAR YAKASI, 1826 dan önceki eski saray teşkilatında Zülüflü Baltacılar (Teberdarlar)
denilen saray hizmetkarları, Sarayın kaba temizlik işlerini görürlerdi; bu arada sarayın
odun anbarları da bu hizmet ocağının elinde olub kışın gereken yerlere odunu onlar taşır götürürlerdi, bu arada haremin odunlarını taşır iken hususi yapılmış bir cebken giyerlerdi; «Teberdar Yakası» denilen bu cebkenin yakası daima dimdik kalkık durur, arkadan başı gös-termiyeceık kadar yüksek olup ön tarafdan da yüzün iki yanını tamamen kapatırdı, öyleki baltacı nefer yalnız önünü, adım atacağı yeri görür, hareme girdiğinde etrafı göremezdi.
TEKE SAKALI, «Çenede bir tutam olarak bırakılan sakalın adı; buna Frenk Sakalı, Didon Sakal da denilir» (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Üçü de halk ağzı birer deyim olan Frenk Sakalı ve Didon Sakal ile Teke Sakalı Pakalı-
Hareme odun taşıyan dik yakalı Teberdar (Baltacı Neferi)
(E. Cenkman'dan)
TEKNE SARIK, «Tepesi tekneye benzeyen karpuz şeklindeki büyük sarığa verilen addır» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Büyük kavuklar kalkdıkdan ve ulema efendiler de beyaz dülbend sarıklarını fes etrafına sarmaya başladıkdan sonra, ulemadan bazı kimselerin heybetli görünmek için buldukları bir sank.. sarma şekline verilen isim; şöyle ki, dülbend, fesin başı kapsayan alt kısmına yalın kat sarılır, fesin üst tablasına doğ ru da katlar fazlalaşdırılaraık sarık yukarıda büyür, genişler idi; serpuşun üstü, festablası ve sarık ile beraber tabla çapının iki misli olurdu. Bir molla nümayişi idi. Aşağıdaki beyitler tekne sarıklı bir imam için yazılmış bir hicviyeden alınmışdır.
Tekne sarık sarar sakalda kına
Küfretmiş işittim Kör İmam bana
Karısıyla kızı pasaklı sürtük
Şıkırdım oğlu var sarhoş körkütük
Alemi tecessüs onları iğmaz
Caizmi bilmem ardında namaz
(A^ık Rizi)
Tekne Sarıklı İmam
(R.E. Koçu Arşivi)
TELLi BEZ, TELLİ YEMENİ, «Aralarında sırma teller olan ince bir kumaşın (ıBezin) adı. Vaktiyle en çok Bursada dokunan bu kumaşdan kadınlar baş örtüsü yaparlardı» (M. Zeki, Pa-kalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Baş örtüsü olarak «Telli Bez» adına rastlamadık, fakat bir türküde Telli Yemeniden bahsediliyor :
Bey kırları bellidir Al kınalı ellidir Yemenisi tellidir Aman aman hanım kız Salın yürü hanım Baban beni vurursa Helal olsun kanım kız
TELLİ KAVUK, Sadırazam kavuğu olan Kallavl'ye halk ağzında verilmiş isim (Bakınız : Kal-
lav!).
TENNURE, «Mevlevi dervişlerinin sıma esnasında giydikleri geniş etekli bir liıbas, eteklib (Kaamusu Türıkl).
(Sima: Mevlevi dervişlerinin ney ve kudüm çalınarak ve kendine mahsus bir usul ile dönerek icra ettikleri zekir ve ayin. KaamOsu Türk!)
M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şu tarifi yapıyor: «Kolsuz, yakası yırtmaçlı, bel yeri kırmalı bir nevi uzun entaridir. ıBele elifi nerned denilen ıbir ıkuşak sarılır, üstüne de salta biçiminde (cebken gibi) destegül giyilirdi. Tennure her güne ve sema'a (sima'a) mahus olmaık üzere iki nevi idi. Sema' tennurelerinin etekleri, dönerken bacakları ,göstermemek için daha uzun idi» (M. Z. Pakalın).
Tennure beyaz ve siyah olarak iki renk üzerine yapılırdı; tennure hangi renkde ise cebkeni (destegülü) de aynı renkde olurdu. Beyaz tennureler yazlık idi. Mevlevi geleneğine göre dervişler ayine daima yalın ayakla çıkarlar idi; sol ayağa «direk», sağ ayağa «çark" denilir ve sol üzerinde dönülürdü, dönerken tennurenin etekleri açılır, havalanır, kalkardı, fakat ayin edeb ve tesbiyesince öy-. lesine kararlı bir hızla dönülür idi ki, kalkıp
Beyaz ve siyah Tennureli iki genç Mevlevi Dervişi
havalanan eteklerin altından dervişin çıplak bacakları en çok diz kapağına kadar görünürdü, tennure eteklerini daha yukarı uçurmak ayıp sayılırdı. Aşağıdaki satırları geçen yüz yılda yaşamış Aşcı Dede lbrahim Beyin eşsiz kıymetdeki hatıralarından alıyoruz : « •.. (Edirne Mevlevlhanesinde) gördüm ıki bazı cantar tennuresini fevkalade açıyorlar, yani sür'atle çark ettiklerinden tennure etekleri ziyade açı-1 ıyor, baldır bacak şöyle dursun hatta kasıklara yakın yerler görünüyor, bu da mevlevl-liıkde aslaa makbül değildir efendim. Tennureyi her halde aheste beste açmaık lazımdır. Bu halde bilhassa bizim canımız Şemsi Dedede oluyor. Şemsi Dede ·gönüllü asker oldu, gündüzleri bizim daireyi askeriyede hizmet eder, geceleri de dergahda kalırdı, dergahın hade-
mesi idi, hatta benim hırka ile sikkem de onda dururdu. Bu tennure açma ve bacak gösterme üzerine bir mamma tatızim ettim ve çözecek gene canlara bir mecidiye vaad ettim : -Deryayı aşkda dolaşan aşk gemilerinin rüzgarı şiddetleniverirıce .yelikenleri tamamiyle dolub pupasına gidiyor ise de direkler çıplak bir hale girip uryan ve tayfalar perişan ve püryan oluyor.. dedim. AŞk deryası Sima'hane, aşk gemileri o meydanda çark eden canlar, yelken tennure, direkler canların bacakları, tayfalar da ayinde bulunanlardır. ..» (Aşcı Dede lıbra-him, Bir Mevlevl'nin Hatıraları)
XIX. Yüzyılın ikinci yarısında yaşamış ltalyan yazarı Edmindo de Amicis de lstanbul-da Galata Mevlevlhanesinde sima'a çıkmak üzere hazırlanan gene bir mevlevl ·dervişini şöyle tasvir ediyor : « ..Uzun boylu, narın, tüysüz ve çok güzel bir delikanlıydı. Aynanın karşısında beyaz tennuresinin belini kuşakla
Sade tennureli mevlevi dervişi (R.E. Koçu Arşivi)
sıkıyordu, bize doğru döndü. ve gülümsedi. Elleri, ince vücudunun etrafında dolaşıyor, acele acele fakat tatlı bir eda' ile ve bir artist gözü ile tennuresinin her tarafını düzeltiyordu, sanki bir balo tuvaletine son çeki düzeni veriyor gibiydi ...».
Alemi balayı a,ka per küşa olmak için
Dahili meydan olup tennure aç, pervaza yel
( Tihirül Mevlevi)
«Yüksek aşk alemine kanat açma ( kanatlanma) istersen /v\eydana ( Sima'haneye) girip tennure aç, dönmeye, çarka başla».
Memleketimizdeki mevlevlhanelerdeki
ayinlerde canlar meydana tennure üzerinde cebkenleri (destegülleri) ile çııkarlar; fakat sıcaık ülkelerde, mesela Mısırda destegülsüz, sade tennure ile sima'a çıkılmışdır.
TENZÜYİ, Nefti renik; cinsi ne olursa olsun bu renkdeki kumaşlara ve o nefti renkli kumaşlardan kesilen esvablara isim olmuşdur; xvııı. Yüzyıl sonları ile XIX. Yüzyıl başında nefti giyinmek pek moda idi; aşağıdaki şankı o devrin kalender şairlerinden Enderunlu Vasıfındır :
Var ise istek
Bir kaç kadeh çek AçmıJ seni pek Tenzüyi Şalvar
TEPELiK, «Kavuk ve Fesin tepesine dikilen bir pafta ki ekseriya sırma ve inci ile donanmış olur» (Şemseddin Sami, Kaamusu Türkl)
Muteber bir lugat olan Kaamusu Türkide Tepeliğin ıbu tarifi yanlış ve noksandır. Ka-vukda tepelik olmaz; ve «Tepelik» yalnız kadın feslerinde kullanılmışdır; yalnız fes üstünde de değil, doğrudan, bir serpuş gibi saç üzerine de oturtularak ıkullanılmış; fes üzerine
Başı gumuş tepelikli, tepeliği ziynet altınlı, boynu altınlı, cebkenli, şalvarlı, ayağı kaba kunduralı Ankaralı kız (Kıyafeti Osmaniye albümünden)
konulanlar, altından, gümüşden, yaldızlı bakırdan fes tablasını örtecek şekilde yapılmış daire şeklinde, oymalı nakışlı madeni bir lev-. ha oluıb fırdolayı kenarı ziynet altınları, ya-hud inciler, inci püskülçükler asılarak süslenirdi. Doğrudan saç üzerine konulan tepelikler de yine altın, gümüş veya altın yaldızlı bakırdan hamam tası gibi yayvan bir tas halinde yapılır, fırdolayı kenarı yine aynı şekilde süslenirdi. Tepeliğin bu ikinci şekli için madeni bir kadın serpuşu idi diyebiliriz.
Nureddin Rüşdi ıBüngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde şunları yazıyor : «Hala şalik köylü :kadınlarının kullanmakda devam ettikleri yassı bir tas biçiminde gümüş-den yapılmış bir başlııkdır. Sazan altından yapılmış olanları da vardtr. Etrafına ve alına gelecek yerlerine altın ve gümüş paralar dizilerek süslenir. Üzerinde zümrüd ve mercan,
seylan taşları da oturtulmuş olur. Bir zamanlar 168 dirhem ağırlığında altın ıbir tepeliık lstan-bul Bedestenine gelmiş ve Paris ile iş yapan musevl bir kuyumcu tarafından 800 liraya alınıp Parise gönderilmişdi. Gümüş tepeliklerin içinde yarım okka çekenleri bulunur ve dir-·hemi 25 kuruşdan satılır (1939 piyasası)».
Kadın feslerindeki tepeliği, kadın ve erkek feslerinin tablası üzerine püsküle baskı olarak konulan Ferahi ile karışdırmamalıdır (<Bakınız : Ferahi).
TERLİK, «Çorabsız giyilen hafif ayakkabı» (Şem-seddin Sami, KaamOsu Türıkl).
Aslında ev içinde giyilen ıhafif bir ayakkabıdır; tabanı ıköseleden, üstleri deri (sahtiyan), keçe, çuha, ıkadife; sırma işlemeli, inci işlemeli; arkası ve yanları tamamen açık, ayağın yalnız ön kısmım örter, yanları ve arkası kapalı türlü çeşidi vardır; ıkadın ve erkek terliği olarak da ayrılır; hem erkeklerin hem kadınların 1giydiği terlikler de olmuşdur (Bakınız : Mercan Terliği}.
Sırma İşlemeli kadife terlik
Her tabakadan · müslüman-Türk evlerine sokak pabucu ile aslaa girilmediği devirlerde, en mutevazı geçimli ıbir evin halkı ev içinde çoraıbca veya yalın ayakla dolaşsalar bile misafir ayağına giydirilecek iki üç çift terlik bulunurdu. Erıkek terlikleri içinde «Mabeyin Terliği» denilen bir çeşid terlik de kibara mahsus bilinirdi (Bakınız : Mabeyin Terliği).
Üçüncü Sultan Selimi tahtdan indiren 1807 askeri ihtilali, Yamak adı ile anılır ve hepsi Karadeniz yalısı uşakları olan İstanbul-da Karadeniz Boğazı Kaleleri mühafızlarının ayaklanması ile başlamışdı. Yamaklar Laz Kıyafeti denilen üniformamsı mahalli bir kıyafet taşımışlardı (Bakınız : Laz Kıyafeti), ve yine o kılığın icabından çıplak ayaklarına Çapula giyerlerdi (Bakınız : Çapula). KaamOsu Türkl'nin kesin ifadesi de gösterir, terlik yakın geçmişe kadar çıplak ayakla giyilmişdir. 1807 ihtilalinden sonra, kısa bir müddet devam etmek üzere İstanbul bıçkınları arasında Laz kıyafeti apaşlık yolunda ufak değişikliklerle moda olmuşdu, bu arada çıplak ayaklarına da yanları ve arkası açık, fakat ayağın ön kısmını örten yeri Çapulaya benzeyen sivri burunlu bir ayakkabı geçirmişlerdi, ona da Yamak Terliği adı verildi.
Zamanımızda ıbazı iş yerlerinde, atölyelerde kadın, erıkek ve çocuk işçiler işe geldiklerinde ayakkablarını çıkarıp terlik giyerler. Matbaalarda çıraklar da çoğunlukla böyledir, iş başında yalın ayaklarında terlikle bulunurlar, hatta her hangi lüzum karşısında sokağa da terlikle çıkarlar. Çarşı hamamlarında da mercan terlikler kullanılır.
Eskiden kadın ve erkek terliklerinin en süslüleri, kıymetlileri gelin ve güvey terliği olarak yapılırdı.
Kadın terliklerinin erkek terliğinden farkı, bilhassa yüksek ökçeli oluşudur. İtalyan edibi Edmondo de Arnicis (1846 - 1908) «İstanbul» isimli eserinde Türk kadın terlikleri için şunları yazıyor : « ...bu inci işlemeli kadın terliklerinin içine girecek olan ayak nasıl bir şeydir, bir hOri, bir melek ayağı mı ki, terliklerin boyu zambak, eni gül yaprağı kadar...».
Hanım kızın terliği kadifeden sırmalı Şeftali topukları dişleyip ısırmalı
Hanım kızın terliği incilidir al canfes
Penbe topuğu gören gül goncası demiş pes Hanım kızın terliği çintamanı ,arabl Parıl parıl topuklar aJıkbaz güvercin gibi
Zamanımızda plastik terlikler yapılmaktadır; hatta zevksizlik ve çirkinlik örneği bu terlikler çarşı hamamlarında mercan terliklerin yerini almışdır; bazı otellerde de kullanılmaktadır; tamamen avam harcıdır.
TERLİ1K, Eskiden külah ve kavuk altına giyilen ve serpuşun ter ile kirlenmesini önleyen bir takkeye verilmiş isim (Bakınız : Arakçin).
TIRAZ, <cİpek ve sırma ile esvaba yapılan nakış, süs» (KaamOsu Türk!) . «Esvabların yaka ve yen ağızlarına, önlerine, (eteklerine) sırma ve saire ile işlenen ve ziynet, süs yerine kullanılan alametler...» (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tariıh Deyimleri ve Terimleri).
Zamanımızda dilimizin ölü kelimelerinden olmuşdur, heme,n hiç •kullanılmıyor. Askeri üniforma.lara konu.lan rütbe işareti işlemeler, öğrenci ceketlerinin göğüslerine işlenen okul armaları, frenk gömleklerindeki harf markalar hep birer «tıraz» d.ır.
TiTREK, Kadınların eski baş süslemesinde kullanılmış ıbir ziynet iğnesinin adı; yemenilere ve bilhassa hotozlara iliştirilirdi. Kıymetli bir taş ile bezenmiş, bazan mücevherli altun bir çiçek şeklinde yapılmış olan iğnenin başı, sap-lçınacak mil kısm:na helezon, burgu şeklinde ince bir altın tel ile rabtedilmişdi ve takıldığı yeröe o burgu şeklindeki tel üzerinde durmadan titrerdi. Titrekler eski gelin başları sCsle-mesinde de kullanılır; beyaz duvak, gümüş gelin telleri üstünde ve sair mücevherat arasında gelin başına oynak, latif bir pırıltı verirdi. Bilhassa Rumeli Türkleri arasında pek makbuldü.
TOGULGA, TOLGA, TULGA, Miğferin Türkçesi (Bakınız : Miğfer) .
Ak tolgalı Beylerbeyi haykırdı: ileri!. .. Bir yaz günü geçtik tunadan kafilelerle...
TOMAK, Eskiden giyilmiş ayakkabıfardan ıbirinin adı; Şemseddin Sami Bey KaamOsu Tür.kide şöyle tarif ediyor: «ıBir nevi kalın ve ağır 'çizme». Mehmed Zeki Pakalın ise Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri isimli eserinde : «Eskiden çizme içine giyilen bir nevi ayakkabının adıdır; yumuşak meşinden diklir, koncu uzun ve kopçalı olurdu; ökçesizdi. Bilhassa Sünbüll dervişleri devran esnasında tomak giyerlerdi, hatta bir Sünbüll dervişine ilk tomak merasimle ve tekbir ile giydiriirdi .. > diyor.
Ş. Sami Bey «ağır ve kalın çizme» diyor. Pakalın bilakis hafif ve yumuşak bir ayakkabı olarak gösteriyor; yine Pakalın, ilk satılar-da çizme içine giyildiğini söylerken soo satırlarda Sünbüll dervişlerinin ayağında bir tekke ayakkabısı olarak kaydediyor, gereken aydınlatıcı malumat vermediği için kendi yazısı içinde tezada düşüyor.
Yukardaki kayıdların dışında son Yeniçerilerden Galatalı Çorbacı da bir gene tulumbacı için yazdığı manzumede, «tomak» ı, o baldırı çıplak delikanlının yalın ayağına giydiriyor
Kalafatı eğmiş kaşın üstüne lfartal kanadlıdır tulumbacıdır Ayağında tomak baldırda tozluk Bıçkının uşşakın başı tacıdır.
Tereddüd ile kaydediyoruz, kendi başına kaba bir sokak ayakkabısı olan Tomakın, yeniçerilik kaldırıldıkdan sonra Katır adı ile anılmış olan ayakkabının yeniçerilik zamanındaki adı olmc:^ı muhtemeldir. Sünbülllerin de uzun konçlu yandan kopçalı mestlerine Tomaık adını vermiş olmaları bu tarifimize dokunmaz sanırız (Bakınız : Katır, Kalafat; Kartalkanad).
TOMAN, Tuman diye de söylenir, bol ağlı, ağı körüklü ve kısa paçalı erkek iç donunun adı; diz kapağından ayağa kadar bacakları çıplak, açıkda bırakan kısa diz çakşırının altına giyilirdi. (Bakınız : Çakşır; Don). Kısa diz çakşırı giyen yeniçeriler, son zamanlara kadar da yine diz çakşırı giymiş bacakları çıplak yahud toz-. luklu Ayd,ın havalisi zeybekleri tarafından gi-yilmişdir. ikinci Sultan Abdülhamid fotograf albômları arasında mahbushanelerde mah-
· kumların resimlerinden murekkeb bir albôm vardır, bu albômda şekaavetden ve türlü suçlardan mahkum efelerin, zeybeklerin, çakşır giymeyip tomanları üzerine kuşak sarmış pırpırıları, garibleri görülür.
TOPUKDÖVEN, «Etekleri yere, topuğa kadar uzun ve yürünürken topuklara çarpan kadın entarisinin adı» (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
TOPUK MESTi, <<iBir kadın mestinin adı; koncu aşığı iki parmak kadar geçen bu mestlerin üstüne pabuç veya yemeni giyilirdi» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri). (Bakınız : Mest, Pabuç, Yemeni).
TOPUK NÜMAYiŞİ, Giyim, kuşam ve süslenmede vücud .yapısı düzgünlüğü ile yüz çizgileri güzelliğinin elbetki pek önemli tesiri vardır. Giyim k uşamda açılıp saçılmanın sebebi de bu-dur. Güzel bir el gibi güzel bir ayak da sahibine bir cazibe, «albeni» verir. Devir devir olduğu gibi zamanımızda da çıplak ayak gösterme, yalın ayakla dolaşma hayli yaygındır; sokaklardaki yalın ayaklılar bir çorab edineme-yecek kadar dar gelirli kimseler değildir; pek şık, pek zarif ve hatta pek dilber hanımefendileri, gaayet bahalı ıskarpinler içinde topukları ve parmakları teşhir edilen çıplak ayakları ile görürsünüz. XVlll..Yüzyılı XIX. Yüz yıla bağlayan senelerde de lstanbulda delikanlılar arasında bir çıplaklık modası çıkmış yayılmış, pek süslü, sırmalı esvabların içinde beyzadeler, paşazadeler, çıplak gövde göstererek baldır bacak çıplak ve yalın ayak dolaşmışlar-
dı (Bakınız : Cezayir Kesimi; Sine Perçemi). 1890 ile 1900 arasında da yine lstanbul delikanlıları arasında «Kamerçin» adı ile anılmış bir iskarpin moda olmuş ve bu ayakkabılar çıplak ayak ile giyilerek bu sefer de topuk gösterme, topuk nümayişi moda olmuşdur (Bakınız : Kamerçin). Aşağıdaki satırlar o devirde yaşamış bir zatın hatıralarından alınmış-dır
«Kamerçinler çıkalı eşbeh civanlarımız arasında Topuk Nümayişi aldı yürüdü, kalenderlere gün doğdu, ama biz yine şükredelim ki Yeniçerilik zamanının Cezayir Kesimli çıplak şıkırdam civelek tazeleri gibi baldır bacak açılmayıp göz çerezi topuık da kaldı» (Kasif Efendi Ruznamesi).
Dlvanlarımız da devir devir sahibleri tarafından nümayişle gösterilmiş topuklar ıçın yazılmış şiirler pek çokdur; aşağıdaki terennümler Cezayir Kesimi salğını devrin de yaşamış iki kalender şairindir
Ayaklar sebikei simi hilis Topuklar pirei elmas guya
( Enderunlu Faxıl J
( Sebikesi sim = Gümüş külçesi)
•
Kalem parmaklarla sekerek yürür
Gümü, topuğunda kuşağın sürür
( Galatalı Çorbacı)
Çoğunlukla yalın ayakla raıkseden eski köçeklerin de bilhassa top\Jk vurma nümayişleri vardı ki cazib tuvaletlerine bir revnak verdiği söylenirdi.
Parmak basar fiskeleme kuşağzı
Gülle topuklarda nümayiş naxı
Siyahçerde köçeklerin şehbaxı
Definin xilleri has damga altın
( Kıbti Köçek Destanı )
*
Dikkatle seyret ol şuhl devran
Çarpar topukdan kendin atar yan
Oynar nedketle yavru Tavşan
Çal sen de mutrib ceng O r^ibın
-
S.,ret oynun gel mihitibın
(Şarkı J
Aşağıdaki kıt'a da Kamerçin ıskarpinler zamanında yazılmışdır :
Reşbe ider unakı ol kamerçine
Billur ayakları almış içine
Levendane yürür bıçkının kasdı
Razi topuk seyri ile geçine
(Aşık Razi)
Zamanımızda da Mokasen denilen iskarpinler, topuk nümayişinde Kamerçinlerin yerini almışdır (Bakınız : Mokassen;.
TOZLUK, Pantalon giyilmeden önceki eski erkek kıyafetinde kısa diz çakşırı giyenlerden pa
buçlarını da çorabsız, yalın ayakla giyenlerden bazılarının bacaklarının kirlenmemesi için bal-
Oyun oynayan Tozluklu Genç Zeybek (R.E. Koçu Arşivi)
dırlarına geçirdikleri, takdıkları kumaş parçasının adı. Çuhadan, kadifeden yapılır, üstü ekseriya sırma ile işlenir ve iki çeşid olurdu; biri diz kapağından ayak bileğine kadar iner, ayağın incik kemikleri ile pabuç içindeki ayağın üstü tozluk paçası dışında kalırdı; eğer ayakkabı arkası basılarak giyilmiş ise topuklar da görünürdü. ikinci çeşid tozluğun paçalarında ·ise biri topuğu, diğeri ayak üstünü örter, kapatır, korur iki parça, iki yaprak bulunurdu. Potur'un hususiyeti de, ıbacağı kapsayarak ayağın incik kemiklerine ıkadar inen paçalarının tozluk kesiminde iki yapraklı oluşu, ve topuk ile ayak üstünü de örtmesi, kapaması idi (Bakınız : Potur).
Levend endamlı, bıçkın edalı, uçarlı kaşarlı delikanlılara gaayetle yaraşır, içlerinde kaşı gözü de yerinde olanlara ayrıca bir albeni verirdi; kalender meşreb şairler o gençlerin şanında yazdıkları manzômelerde kıyafetlerini tarif ederler iken tozluklarından da bahsetmişlerdir; aşağıdaki satırlar Enderunlu Fa7ıl Beyindir :
Eyledi hatırıma tozluğu irası gubir
Vah ki ol sakını seyreylemeden mehcurum
Verdi ziynet ona ol sırmalı tozluk elhak Oldu çakşırlı güvercin gibi tozluklar ile
Eski tozlukları askerler arasında bilhassa Tersaneliler, halkın da ayaktakımından gene-ler kullanmışfardı; Cezayir Kesimi esvablar modası devrinde de (Bakınız : Cezayir Kesimi) o avamı nümayişe ayak uyduran lstanbu-lun kibar küçük beyleri yalın ayak, yalın ayak· larında Galata Yemenisi, filarlar ile baldırları tozlukla dolaşmışlardır.
Pantalon giyildikden sonra şık beyler, Avrupa Kesimi bir yeni biçim kış tozluğu kullanmışlardır; potinin üstüne giyilen ve dışa gelen yanından 4-5 düğme ile iliklenen bu Avrupai tozlukların koncu kısa olub ancak incik kemiği üstüne kadar çıkardıı; en yumuşak derilerden, bilhassa podüsüedden yapılırdı. Zamanımızda artık kullanılmıyor.
TRABZON BEZİ, Şehirlerde amele, ırgad, hammal, kayıkcı gibi aıvam takımının, kibar kapuları.n-daki uşakların iç gömlek ve iç donlarının yapıldığı çamaşırlık kaıba bezlerden birinin adı, dokunduğu şehre nisbetle anıla gelmişdir (Bakınız : Bez).
Trabzon ıbezi, Türk bez dokumacılığının en eski şöhretlerindendir. XVI. Yüzyıl sonları ile XVll. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış müverrih Peçevili İbrahim Efendi Kanuni Sultan Süleymanın haşmetli zenginliği ile meşhur defterdarı İskender Çelebinin hayatından bahsederken : «6200 kölesi varmış, bu oğlanlar ve sair kapusu kulu halkı için her sene Trab-zondan bir gemi yükü ıbez gelir, donlarına gömleklerine yetmez, ayrıca çarşıdan da bez alınırmış..» diyor.
Kaşa keçe külah yıkmış civelek Trabzon bezi don ile gömlek Trabulus kuşak fermene yelek Huni dil reşk ider yemenisine
( Galatalı Çorbacı )
*
İstanbulun çarşısına Trabzondan bez gelir Gice yari koynunda yatana gün tez gelir
*
İstanbulun güzü Trabzonun bezi Dahi üstüne yok Arnavudun kızı
TULUM, Uzun kollu üst bluz kısmı ile .uzun paçalı pantalonu bel üstünden birbirine dikilerek tek parça haline konmuş rbir iş, .amele esvabı; kaba kalın bezlerden yapılır; bluzun yakası .gömlek kesimi yaka olub yakadan bele kadar önden bir yırtmaçı vardır, ya düğmelenerek, yahud bir fermuarla açılır, kapanır. Tulum, bluz kısmının yırtmacından ıçıne girilerek
giyilir, bu süretle önce alt kısmı, pantalonu giyilmiş olur, sonra kollar sokularak bluz giyilir. Tulum, soyunuk, iç donu ve iç gömleği ile giyildiği gibi esvab üstüne de çekilir. lstanbul-da tulum içine çırıl çıplak girmiş ve sokakda yalın ayak başı açık dolaşır haneberduşlara
da rastlanır.
Yalnız amele, işci değil, bazı ahvalde, fabrikalarda mühendisler, teknisiyenler de tulum
Matbaa çırağı çocuk üstünde tulum (R.E. Koçu Arşivi)
giyerler; orduda da erlerin ve zabitlerin tulum giydikleri görevler vardır. Bluzun göğsüne, pantalon paçalarının yanlarına, ışıne göre lüzumlu küçük aletleri koymak için cebler yapılır.
TULUMBACI KIYAFETI, lkiyüz sene kadar devam etmiş İstanbulun meşhur Yangın Tulumbacılığında tulumbacıların avam!, hatta bayağı fakat uçarlı ıkoşarlı ıbir gene adam, bir delikanlı vücuduna yaraşır pitoresk bir kıyafeti vardı.
Yeniçeri yapılmak üzere toplanmış ve <«Acemioğlanı» denilen delikanlılardan seçilmiş Yeniçeri Tulumbacılar, yangın tulumbası sandığı ile gÔrevleri başında başlarına «Tas» denilen :bakır ıbir miğfer giyerlerdi (Bakınız : Tas). Çıplak gövde üzerinde ıkolsuz bir gömlek - mintan vardı, onunda önü iliklenmez,
gogus, boyundan ıbele kadar açıık dururdu, kollar tamamen çıplakdı. Belden aşağı bir kısa donları vardı; bu don-dizlik (Bakınız : Dizlik) koyu mavi bezden yapılırdı. Diz kapağından ağaşı baldırlar çıplak, ayaklar çıplak; çıplak ayaklarına kara sahtiyandan filar giyerler idi (:Bakınız : Filar). ,Bir pırıpırılık nümayişi olarak çoğu sair zamanlarda da aynı kıyafet ile dolaşırlar, yalnız başlarına Tas yerine Kalafat giyerler idi (Bakınız : Kalafat), ve kışın Kartalkanad denilen bir kaput giyerler idi (Bakınız : Kartalkanad).
1826 de Yeniçerilerle beraber Yeniçeri tulumbacıları da dağıtıldıkdan sonra mahalle yangın tulumbası sandıkları, Belediye teşkilatı kurulduğunda da, mahalle sandıııkları muhafaza edilerek Belediye Daireleri yangın tulumbası sandıkları teşkilatı kuruldu. Mahalle sandıklarının ve Belediye sandıklarının efradını esnaf ve esnafın da ayak takımı tabakasından geneler teşkil etti.
1880 - 1890 dan evvel Tulumbacı kıyafeti Belden ^-karıya her şey giyilir, belden aşağıda dizlik ve çıplak ayaklarda mutlakaa yemeni vardır.
1880 - 1890 dan sonra Tulumbacı kıyafeti Belden yukarıda ayni biçim bir fanila, belden aşağıda dizlik, ve ayaklar mutlaka çıplakdır.
(R.E. Koçu Arşivi)
1826-1827 den 1880-1890 yıllarına kadar tulumbacılar yangınlara türlü kılık ve kıyafet de gitdiler, koşdular. Sırtlarında renk renk basma mintan, gömlek, 'hatta iç gömleği, fil-dikos fanilalar, yelekler, fermeneler; başlarında fes, takke, keçe külah, kimi açık baş idi. Belden aşağı dizlik giyilirdi; bu tulumbacı donunu yaptıramayıp iç donunun paçalarını sıvayarak, hatta şalvar veya pantolon paçalarını sıvayarak yangına koşan tulumbacılar da hoş görülürdü; Çoraplı yahud çıplak ayaklara da yemeni giyilirdi; yemenisiz, çıplak ayaklı, daltaban tulumbacılar yangına götürülmezdi.
1880 - 1890 dan sonra tulumbacıların bu karma karışık kiyafeti bir nizama sokuldu; zamanımızın futbol kulübleri oyuncularına giydirildiği gibi her sandık için bir forma kabul edildi. Başlara aynı biçimde keçe külah-
lar giyildi, yahud aynı biçimde ketfiyeler sarıldı (Bakınız : Ketfiye); sırtlara aynı renk-de, biçimde fanilalar giyildi, yelekler ve fermeneler çıkarıldı; bellere aynı renkde yün kuşaklar sarıldı; beyaz bezden dizlik giymek şart oldu, ve hatta bazı sandıklarda dizliklerin üzerine alameti farikalar işletildi, me· sela bir yürek şekli içinde bir hançer gibi. Fakat ayaklardan çorab ve yemeniler atıldı, tulumbacılar yangınlara baldırı çıplak ve yalın ayak olarak koşmaya başladılar. Bu nizam tu-1 umbacılık kaldırılıncaya kadar devam etti.
Tulumbacılığa kişizade gençlerinde aşırı bir heves gösterdikleri, hatta yetişkin mekteb-iilerin, genç memurların gizlice soyunarak bir sandığın ayak takımından efradına karışıp yangınlara koşdukları edebi ve tarihi sohbet yazıları ile pek çok anlatılmışdır. Türlü vak'a-ların, bu arada aşk maceralarının kahramanı olmuş genç ve güzel tulumbacılar şanında yazılmış semai, gazel, destanlarda da tulumbacı kıyafeti tarif, tasvir edilmişdir.
Yangını sanma oyun
Soyun küçük bey soyun Bir fanila dizlikle Görelim selvi boyun Paşa da olsa baban Koşacaksın daltaban Nasıl koşarsa beyim Nice bin şahi huban Bu gün değilse yarın Alışır ayakların Keçe kilim halıdan Farkı yok buzla karın Sanma baklava börek Yalın ayak civelek Tulumbacı olmaya Yürek lazımdır yürek
*
' Yaman koşub acı nara atalım Narayı atalım aman.
Şanlı forma dizlikle çalım satalım Çalım satalım satalım aman.
Yalın ayak dalıp ateş içine Küçükhanımı da kurtaralım Nazlı küçükbeyi kurtaralım. Yangın var yagın var., nerede? Kızta,ında gönül evinde!
(Kanto)
TULUMBACI ÜNIFORMASI, İstanbulun eski yangın tulumbacılarının biri adamlık veya günlük sokakda, biri de yangın tulumbası ile yangına giderken, koşar iken iki görünüşü, kıyafeti olmuşdur.
Günlük iş hayatında tulumbacılar, zamanın esnaf ve ayak takımının giyim kuşamında idiler; çarşı boylarında, iskelelerde görülen bir balıkcıya, manava, harnmala, kayıkcıya hemen tulumbacıdır denilemezdi.
1880 - 1890 arasında sandıklarda reisler, ikinci reisler ve «uşak» adı altında toplanan tulumbacı efrad için birer adamlık kıyafet yaptırmaya başladılar, bir çeşid üniforma olan bu esvablar çıkdıkdan sonradır ki günlük iş hayatı içinde tulumbacılar ayırd edilmeye başlandı; tulumbacı üniformaları başda ağabani sa-
Başında ağabani sarıklı fes, sırtında balıkçı yeleği üstünde omuzları apoletli ve sağ ·kolu borucu nişanlı Mintan (ceket), belinde kuşak, bacaklarında Yarım Fransız pantalon ve çıplak ayaklarında üstü yürekli tulumbacı yemenisi ile üniformalı tulumbacı.
rılmış fes, sırtda Mintan yahud Aba denilen bir ceket, altında bir fermene, beJde kırmızı yün kuşak, ayakda Yarım Fransız denilen pantalon ile Kamerçin denilen ıbir kunduradan ibaret ·idi (Bakınız : Fes, Ağabani; Mintan; Fermene; Yarım Fransız; Kamerçin).
Londrin çuhalar açmış o şuhu Hele tavşankanı kadife yelek Bin güzel içinde söyleyin yihü Var mı böyle tulumbacı civelek Yarım Fransızdır pantolda kesim Kundura Kamerçin topuklar gümüş Yusufu sanidir güzellik resim Mestane nigahı nahvet bürümüş
( Yorgancı Bilal Destanı )
TURNA KUŞU TELi, Sadece Turna Teli de denilir. Bu kuşun çok güzel olan uzun kuyruk tüyleri Yeniçeri serpuşlarında ve bilhassa Rumeli sınırlarındaki akıncı gazilerin çeşid çeşid serpuşlarında, miğferlerinde süs olarak ıkullanıl-mışdır.
Sağ yanı sol yanı Turna Tellidir Benim sevdiceğim Urumellidir
Nevbahar oldu gönül sev yine bir bi bedeli
Eğer uslu isen alemde deli ol be deli
Yine bir gözleri şahine şikar oldu gönül Takınır başına bir tane güzel Turna teli
( Vardar Yeniceli Hayreti, XVI. Yüzyıl)
Değeydi elime o yarin eli
Beni ol peri kim idübdür deli
O şahin bakışlı güzele yaraşır
Takındıkça başına bir tane güzel Turna teli
( Edirneli Nazmi, XV. Yüzyıl)
TURRE, Kadın ve erkek eski saç tuvaletinde lüle halinde dökülmüş saça verilen isim; «Nasiyei
dilberden sarkan kıvırcık saç lülesi» (Şemsed-d in Sami, Kaamûsu Türkl).
Canfeza turrei hüba11 gibi zülfi sünbül
«Sünbülün zülüfleri, kandil kandil saçakları, dilberlerin cana can katar turresi, lüle lüle dökülmüş saçları gibi» ( Ccnfeza - can bağışlayan ,can ihsan eden)
TlJ'TİYA, «Göze (ilaç olarak) çekilen bir nevi ter-kib; tozundan sürme yapı lan taş» (Hüseyin
Kazım, Büyük Türk Lugatı); bu lugat bu kelime üzerine edebiyatımızdan şu parçaları alıyor :
Tutiya görmeyec:ekdir gözümüz
Hakipaye süremezsek yüzümüz O siyah zülfünü itme rüpüş Geceden fark edelim gündüzümüz
( Manastırlı Naili)
*
Çeşmi mihre tutiya eyler felek her rizesin Arzuyi sayei kaddinle her kim hak olur (Neşat7J *
Felek sed olsa virmez didei hunpaşe temkini Nedeklu lutiyi virsen kurutmaz çeşmi nemkini (Nabi)
{Bakınız : Sürme). '
TÜY, Yeniçeri se^puşlarına takılan sorguçlara,
Balıkçıl Kuşu teli, Turna Kuşu teli gibi ayni zamanda rütbe alameti olan süslere verilmiş
umumi isim; dilimizde, perişan halde iken işlerini yoluna koyuıb kılık kıyafetini düzeltenler hakkında kullanılan «tüyünü düzdü» deyimi buradan gelir.
TÜYLÜK, Yeniçeri Börkünde tüy takmaya mahsus yerin adı (Baıkınız : Börk).
• •
u.u.v
UÇARI BiÇiM, Fes giymenin bir tarzına istanb"J bıçkınları ağzında verilmiş isim; Ahmed Rasim şöyle tarif ediyor : «... fes üç dört yerinden Yar Tekmesi ile bozuk düzen durur, buna Uçarı Biçim diyorlar» (Muharrir bu ya .. ).
(ıBaıkınız : Fes; Yar Tekmesi; Pırpırı Ki-yafet).
UÇKUR, Eskiden iç Donu, Çakşır, Şalvar, Sıkma, Potur, Zıbka, vücudun belden aşağı alt kısmına geçirilip giyilen herşey, belden uçkur denilen ince kuşakla bağlanarak tutturulur idi; bunun için de hepsinin üst kenarına uçkurun içinden gecdiği «uçkurluk» denilen bir yer yapılırdı. Bir boru şeklinde olan uçkurluk iç donunda donun kendi bezinden olur, öbürlerinde alelade bir bezden yapılıp Çakşırın, Şalvarın, Sıkmanın, Poturun, Zıbkanın kumaşına, bel kısmında dikilip eklenirdi. Uçkurluğun ön kısmında uçkurun geçirilmesi için bir çatlak, ağız bulunurdu. Uçkurun uçkurluğa geçirilip takılması için de, o ince bez kuşağa rehberlik edecek uçkur çubukları kullanılırdı; hazan şimşirden, abanozdan yapılan ve Üzerleri gümüş kakmalarla süslenen uçkur çubuklarının arkasındaki bir deliğe :bir sicim bağlanır, uçkur da bu sicime düğümlenir, ve uçkur çubuğu giyilecek şeyin uçkurluğunun ön tarafında bulunan bir yarığın bir yanından sokulur, uçkurluğun içinde lffrdolayı dolaştırılıp öbür yanından çıkarılır, bu suretle de uçkur uçkurluğa kolayca geçirilmiş olurdu.
Uçkurlar hem örgü, hem ıkumaşdan olurdu; iç donu uçkurları tahminen 2 parmak eninde, dar, fakat çakşır, şalvar uçkurları 3 - 4 parmak genişliğinde olurdu, ve uçları ipekle, 1hatta sırma ile işlenerek süslenirdi. Ôyleki, şalvarını, çakşırı giyip uçkurunu :bağladıkdan sonra, işlemeli uçlarını bir süs olarak çakşır ve şalvar önüne sarkıtanlar bile olurdu. Antikacı Nureddin Rüşdi Büngül «Eski Eserler Ansiklo-
pedisi» isimli eserinde işlemeleri çok güzel eski uçkurların 5-6 liraya salıldığını kaydediyor (1939 piyasası).
ÜÇ ETEKLi, Eski kesim bir kadın entarisinin adı; M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde şunları yazıyor : " ... Sarayda bulunan cariyeler yaz ve kış ince gömlek üstüne üç etelki entari giyerlerdi; ca-riyelerin hınka giymeleri yasak olduğu için soguga dayanamayanlar ar:ka etekleri ile omuzlarını örterlerdi (?). Şehir kadınları da üç etekli entari giyerler idi. Bu entariler sırma ve ipekle işlenirler idi».
Üç etek tabiri, entarinin belden aşağı kısmının üç ayrı yaprak, dilim halinde yapılmasından gelir. Şalvar üstüne giyilirdi; carıye-ler hizmet ederken, sür'atle gidip gelmek için, ıbu entarinin eteğinin üç parça oluşu bir kolaylık sağlar, ön ve yanlarda bulunan yaprakları kaldırır, bellerindeki kuşak yahud kemere sokarlardı.
ÜSKÜF, Yeniçeri ıbönkünün sırma işlemeli bir çeşidi (Bakınız : Börk). Bu isim üstünde lugat kaynaklarımızdaki kayıdlar çok farklıdır. Şem-seddin Sami Bey Kaamôsu Türıki'de bir yeniçeri serpuşu olduğundan hiç bahsetmiyor : «ismin asl,ıı Rumcadır; tepesi devriık ve uw püsküllü takke ki ekseriya Akdeniz adalıları giyer; kırmızı yünden örgü olup fesin esasıdır» diyor ki Üsküfün bu tarifine 'başka yerde rastlamadık.
Hüseyin Kazım Bey Büyük Türk. Luga-tında şunları yazıyor : <.dtalyanca İskufa (Scuf-fia) dan Üsküf, gecelik takkesi, külah; Yeniçeri zabitlerine mahsus serpuş, yarısı başın üzerinde durur ve yarısı kıvrılıp arkaya sal-landırılırdı (yatırma)».
M. Zeki Pakalın Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri isimli eserinde şöyle kaydediyor: «Üsküf isminin Arabca KOfiye ve Rumca Ksu-fos'dan geldiği söylenir. Yeniçeri Börıkünün ıkena^ının sırmalısı idi; Kapukulu yaya askeri (bu arada ıbaşda Yeniçeriler) ile :bunların zabitleri giyerdi. Üsküfün kırmızı lkadifelerini de, iki tarafına birer zülüf takarak Saraydar Silahdar Ağa giyerdi».
Bu maddede en doğru ve aydın kayıd da M. Z. Pakalınındır. Bir XVll. Asır gravüründe Üsküflü bir Silahdar Ağa görülür.
Sırma işlemeli bir börk olan üsküfün de kaşıklık - tüğlüğü vardır, buraya yeniçeri zabitleri rütbelerine göre turna ıkuşu teli, balık-cıl kuşu teli takarlardı.
XVI. Yüz yılda yaşamış şaır Hayrettinin çok güzel ibir gazelinde üsküfün Rumeli kalelerindeki genç yeniçeriler, ve belki de akıncı geneler tarafından da giyildiğini görüyoruz :
Be bu Rümilleridir bunda sühandanlar olur
Bu İrem gülşenidir mürgi hoşelhanlar olur
Altun üsküflü yalın yiizlü güzel sakiler
Sohbeti rOşen ider şem'i şebistanlar olur SSki sakın sığııyub naz ile sakilik ider Be bu yerlerde ne hoş servi hirim•nlar olur
Yine XVI. Yüzyıl şairlerinden Tokadlı Zarl'nin bir beytinde sırmalı üsküfü bir delikanlının, genç bir yeniçerinin başında görüye-ruz
Bugün hürşid VeJ giymiş o mahi simber üsküf Teclii cemalinden yine par par yanar üsküf
ÜST, «Eskiden sadırazamların giydikleri dört kollu, sırma işleme kaplı samur kürkün adı» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı).
Hüseyin Kazım Bey bu tarifinde «Dört Kollu» tabirinden neyi kasd ettiğini açıklamıyor; «Dört Kollu» denilmesi, bu muhteşem kürıkde, omuz başlarından ve kolların yanında aşağı sallanmtş kol biçiminde iki süs şeridinden kinayedir.
ÜSTBAŞ, Elbise, esvab, gıyım kuşam anlamında kullanılmış bir deyimdir. Adam içine çıkacak
esvabı kalmamış yerinde «Üstübaşı yok»; perişan kiya.fetini düzelterek yeni esvab alma anlamında da «üstünü ıbaşını düzmek» denilir.
Virir elbet de gelince bayram
Üstüne başına bir hoşça nizam
( Sünbülzide Vehbi, Lütfiye)
ÜSTLÜK, Elbise, esvab üstüne 'QiYi·len Palto, Kaput, Gocuk, Burnos, Pelerin, Kepenek, Cübbe, Kürk gibi giyim eşyasının tümü hakkında kullanılmış, kullanılır bir isimdir.
Çamaşıra nisbetle elıbise hakkında da kullanılır.
-
VALA, ipekli baş örtüsünün adı; isim dilimize farscadan alınmış yüksek, yüce anlamında va-la kelimesinden bozmadır. Kırmızı valalar yüz yıllar boyunca gelinlere duvak olarak da kul-lanılmışdır (Bakınız : Duvak). Köylerimizde gelin duvağı hala al valadan olur. Aşağıdaki beyit XVI. Yüzyıl şairlerinden Gelibolulu Ka-tib Sun'lnindir :
Duvağ etmişler an al vala
VAŞAK, «Kedi cinsinden postu kürk yapılır bir hayvan; ve bu hayvanın postundan yapılmış kürkün adı» (Şemseddin Sami, Kaamôsu Türk!).
VESME, Rastığın arabcası (Bakınız Rastık); kaş boyası.
Vesme kaJa çekilen rastığa derler, bene hll.
( Tuhfei Vehbi l
Geh sürme, kah vesme ve gahi piyale çek
Ey servi naz çekme yeter gayri kaameti
(Nedim)
* -
Ebrusine vesme rııhlne gize mi çekmiJ Çeşıni siyehin ·sürmeleyüb naze mi çekmi,
y
YABANLIK, Giyim kuşam konusunda «Adamlıb benzeri bir deyimdir (Bakınız : Adamlık). Misafirliğe gidilirken, misafir kabul edilirken giyilen yeni, yenice, temiz ve süslü esvablar, üstlükler ve ayakkablan hakkında kullanılırdı; «Yabanlık Şalvar», «Yabanlık Hırka», «Yabanlık Terlib gibi.
çevreler, mendiller gibi, eski Türk işlemeciliğin en güzel işleri ile süslenirdi. Antikacı Nureddin Rüşdi Büngül Eski Eserler Ansiklopedisi isimli eserinde eski Türk yağlııkları için şunları yazıyor : «Çevreden daha büyük, sırma işlemelidir. 3-5 liradan 50 liraya kadar satılan eski yağlıklar vardır (1939 piyasası)».
Yabanlığın giyer kızım her güne Entarisi kalmaz bayram düğüne Anasına bakıb almalı kızı
Karı iğne vurmaz yırtık söküğne
Kaşlara gözlere cilve reftara Aldanacak kcca kırk yıl dövüne
( Aşık Razi)
YAGLIK, «1 - Yağlı elleri ve dudakları silmeye mahsus bez ki sofralarda herıkesin önüne konulur, el bezi, peçete; 2 - Mendile, Çevreye de yağlık denilir» (Şemseddin Sami, KaamO-su Türıkl). «Çevre, Destimal, Yemeni» (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lugatı).
Yağlık, çevre ve mendil ve yemeni gibi değirmi bir ıbezdir, bu yönden Destimalden ayrılır (Bakınız : Destimal). Çevre ve mendilden de daha büyük oluşu ile ayrılır, ve tıbkı
Bir yağlık kenan işlemesi.
Lale Devrinin ilk yıllarında (1717 - 1718) lstanbulda bulunmuş İngiliz edibesi Lady Montagu, Hafize Sultanın Sarayında bir sofra.. yı anlatır iken önüne konulan peçete (elbezi), yağlık için şöyle yazıyor : «... en güzel gaz bezinden, ipek ve altın sırma işlemeliydi, acıyarak, koklayarak kullandım...».
Yağlıklar, sofranın dışında, lugat kaynaklarımızın kaydettiği gibi, çevre ve mendil gibi, ·ıalnız erkekler tarafından kullanılırdı; fakat yağlığa el, yüz, burun silinmez, yağlık, nefis işlemeleri ile, kuşağın bir kıvrımına sokularak süs gibi taşınır, sonra, içine çarşıdan alınan öteberi konularak, zamanımızın eşya fileleri yerinde, cehde, kuşak kıvrımında taşınan boğça - mendiller gibi kullanılırdı (Bakınız : Mendil).
Yağlıklar el tezgahlarında işlenir, süslenirdi. Hüyük şehir lstanbulda yüz yıllar boyunca dul kadınlar, yetim kızlar oya yaparak ve yağlık işleyerek hayatlarını, el emeği ve göz nuru ile namuskarane kazanırlar idi; ve işlerini «Yağlıkcı» adı ile anılan tüccar-esnafa satarlardı. Yağlıkcılar da sadece oya ve yağlık alıp satmakla ·kalmazlar, el ile işlenmiş hazır iç çamaşırlarını, yatak takımlarını, gelinlikleri de onlar satardı.
YAGMURLUK, «Yc:ığmurlu havalc:ırda giyilen üstlük, Kaputun, Muşamma = Muşambanın adı» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türk!).
Daima kukuletalı bir üstlük ola gelmiş-dir, hem sırtdaki esvabı, hemde ıbaşı ve serpuşu ıslanmakdan korumak için, kadimden beri ıkullanılmışdır. Geçen asır sonlarında yağ-
murlu :havalarda giyilen bir kukuletalı kaput da Avniye ismi ile anılmışdır (Bakınız : Av-niye).
Türk lugatının tarifine göre : «Üstü balmumu veya kauçuk gibi bir şeyle kaplanarak su geçmeyecek hale konmuş» kumaşlardan yapılan yağmurluklar doğrudan Muşamma = Muşamba adı ile anılır. Muşamma adı, eskiden kumaşları su geçmez hale getirmek için balmumu kullan'ılmasından kalm\şdır; zamanımızda balmumunun yerini kauçuk, hatta sun'l-kauçuk; ve hatta Naylon (Nylon) denilen sentetik ipliklerle dokunmuş su geçmez kumaşlar almışdır.
Yağmur altında giyilen Muşambalar bazan kaput kesimi kollu, hazan da pelerin kesiminde yapılır; yağmur altında çalışmaya mecbur, elini ,kolunu kullanacak amele mu-
Yakın geçmışın frenkçeye çalan isimleri söylemekden zevk alır kibarlık budaları bu güzel avam ağzı bularak yanar döner kumaşlara «Janjanlı» derlerdi; ve kadın esvab-lığı bilinirdi. Zamanımızda yanar döner kumaşlardan erkek kostümleri de yapılmaktadır.
YAPIŞTIRMA, Zamanımızda yapılmayan gelin yu-zü süslerindendir. Çiçek şeklinde kesilen küçük kadife veya atlas parçaları üzerine altın teller ve incilerle işlemeler yapılır; bu teller ve inciler arasına bazan küçük yakutlar, zümrütler, elmaslar yerleştirilir; bu işlemeli çiçek-ôklerin altına gaayet sık dokunmuş kalın bezden bir kat astar dikildikten sonra «Yapıştır-
şambaları kaput kesiminde yapılagelir.
Zamanımızda Naylondan çok zarif, çok şık yağmurluklar yapılmaktadır. Kukuletaların yerini de her biçimde şapkalara geçirilen Naylon kılıflar almışdır.
YAl<A Al<ÇESİ, YAKA PARASI, «Kapukulu Asker Ocakları efradına (Osmanlı Devletinin ücretli daimi asker ocakları efradına) esvabları devlet tarafından kesilip biçilmemiş kumaşlar dağıtılarak temin edilir ve terzi parası da ayrıca nakid olarak verilirdi. Yaka Akçesi (Yaka Parası) işte bu terzi ücreti karşılığı kullanılmış bir deyimdir» (İ. H. Uzunçarşılı, Kapukulu
Ocakları).
YAMAK TERLIGi, «Sivri burunlu aba terlik adıdır» {M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri) (Bakınız : Terlik).
YANARDÖNER, «Bakıldığı noktaya göre değişen renklerde görülecek sôretde muhtelif renkli ipeklerle dokunmuş kumaşların adı,. (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri).
Yanakları Yapıştırmalı Gelin (R.E. Koçu Arşivi)
ma» denilen altın telli, incili, elmaslı çiçekler, astarına zamk sürülerek gelin kızın alnının, yanaklarının ve çenesinin muhtelif yerlerine yapıştırılırdı. Bir gelin kız yüzünün tabii asil güzelliğini bozan ve muhakkak ki ibtidal bir zevkin eseri olan yapıştırmalar, bir bakıma da gelin yüzüne şıkır şıkır, pırıl pırıl tuhaf ve garib bir güzellik verirdi. incili elmaslı yapıştırmalar ancak zengin kızı gelinlerin yüzünde görülürdü.
YARIM FRANSIZ, Eski yangın tulumbacılığında bazı mahallelerin, semtlerin sandıkları, tu
lumbacı grupları tarafından kabul edilmiş sokak k iyafeti - üniformalarda pantalona ·veril-miş isim; aslında tıpa tıp bir «Elifi Şalvar» idi; ama tulumbacılar arasında «Yarım Fransız Pantalon» olmuşdu (Bakınız : Elifi Şalvar).
YAR TEKMESi, Külhanbeyi, bıçkın edası ile bir fes giyimi üzerine ıkalender ağzı ıbir deyim (Bakınız : Kuşyuvası); aşağıdaki satırları Ahmed Rasimin «Muharrir ıbu ya» isimli eserinden alıyoruz : «Hazan fesin ön tarafında hasıl olan çukura Yar Tekmesi denilir {Bakınız : Fes). Lisanı zerafetin yartekmesi dediği bu çukurun kopuklar arasındaki namı Kuş Yuvasıdır».
Eğri kara fesde yirin tekmesi Çözülmüş mlntanın sedef düğmesi Görünür civanın çakıl memesi Bıçkının hanıma sarhoş gelmesi Kolay mı hanımım bıçkın sevmesi Amana bıçkın sevmesi
Arabacı sevmesi t
Muradın arabayı
Çala kamçı gıldır gıldır Sarhoş sarhoş sürmesi
(Tevfik Karkan, türkü)
Perçemli J>ıçkın başında Yartekmeli fes (R.E. Koçu Arşivi)
YAŞMAK, lslam kadınlarının sokakda ferace giydikleri vakit yüzlerine tutundukları ince beyaz dülbendden örtü ki biri yukarıdan ve biri aşağıdan gelerek gözlerin önünde bir aralık bırakan iki parçadan ibarettir. Yaşmaklanmaya yaşmak tutunmak, bağlamak denilir» (Şem-seddin Sami, Kaamôsu Türıkl).
Yaşmak önce alt parçası ve sonra üst parçası bağlanarak «Kapalı Yaşmak» ve «Açık Yaşmak» diye iki çeşid tutunulurdu.
Kapalı Yaşmak, Şemseddin Sami Bey merhumun Kaamôsu Türıklde tarif ettiği yaşmak-dır. Dülbendi kalındır; alt yaşmak ikiye katlanır, burun üstünden ve gözlerin altından yü-
zün alt kısmı önüne bir perde - peçe gibi gerilerek arkada ense üzerinden bağlanır. Sonra yine iki ıkat edilmiş·Üst yaşmakla kaşların üstünden alın ve :baş sarılır; öyle yaşmak tutun• muş kadının yalnız iki kaşı ve iki gözü görünür. Yaşmakların kenarlarına feracenin yakası altına, içine alınır; baş tamamen beyaz dül-bendlerle sarılmış olarak görünür.
Açıik Yaşmaık da dül:bendler incedir, yarı şeffafdır. Alt yaşmak yalın kat bağlanır, üst yaşmak da alnın üst kenarından tutunulur, iki parça yaşmağın şakaklar üzerindeki kavuşak köşelerinden, kara, kumral veya sarı albenili bir işve ile saç dalgacıkları görünür. Yarı şeffaf alt yaşmağın arkasından da tatlı hayal renkler, hayal çizgiler burun ucu, penbe yanaklar, laal dudaklar, çene, :boyun, gerdan görünür. Hazan ıbu alt yaşmak gaayet hafif kolalanır, o zaman yaşmak tutunmuş kadının yüzü ak kehrüba içindeki bir çiçeğe benzer, ki bu kolalı yaşmaklara «Saraylı Yaşmağı» denilirdi. Ahmed Rasim «Muharrir bu ya..» isimli eserinde : « •.•Saraylı Yaşmağı adeta şeffaf; hafif tülden yapılmış :bir fanusu andırırdı.. Her kadın yaşmak tutunmasını beceremez, kadı-nır.ı olgun zevk sahibi olması lazımdır.. Yaşmak tutunmak zerafeti de Said Halim Paşa
Soldan sağa: Kalın dillbendden kapalı yaşmak, yaşmağın son devrinde kibar hanını ve ince açık yaşmakla küçükhanım (Müsahib7.d8 eden)
merhumun zevcesi Emine ve muhterem ş€ıir Nigar Hanımlarla gitmişdir...» diyor (Bakınız: Ferace.
Kapalı yaşmak üzerine aşağıdaki satırları, Lale Devri başında lstan:bulda bulunmuş lngiliz kadın yazar Layd Montagu'nun bir mektubundan alıyoruz : « ... ferace ve yaşmak altında kadınlar öyle değişiyorlar ıki en kıskanç bir koca bile sokak da karısını tanıyamaz.. » ( 1717 - 1718).
Lale Devrinin muhayyel ıbir güzel kadınını tasvir yolunda aşağıdaki beyit Yahya Kemal Beyatlınındır :
Gördüm ol meh düşine bir şal atub UhOrdan Gül yanaklar üstüne · ya,amak tutunmUJ nirclan
-
YATIRTMA, Yeniçeri Börk'ünün tepesinden arkaya, ıBörık giymiş yeniçerinin sırtına doğru sarkan geniş parçanın adı (Bakınız : Börk).
-
YELDiRME, «Kadınların kırlarda serbest gezinmek için ferace (ve çarşaf) yerine giydikleri hafif üst libası ıki ibaşa bir baş örtüsü (yemeni, namaz bezi, dülbend) alınaraık giyilir» (Şemseddin Sami, KaamOsu fö^kl).
Adını, telaş ile 'koşdurmak, uçurmak anlamında Yeldirmek kökünden almışdır; başa .bir örtü atılıp hemen sırta geçirilerek sokağa çııkılabilen lbir üstlük idi. zamanımızın harcı alem kadın mantolarına benzer, yalnız kolları manto kolundan az genişcedir. Çoğunlukla avam tabakasına mensuib kadınların giydiği üstlükdür. Kibar. ihanımlar yazlıklarda mesireye, çayıra, kıra, çıkar iken daha ziyade Maşlah giymişlerdir (Bakınız : Maşlah). Ayak takımından kadınlar ise şehir içinde yaz kış yel-dir·melerle dolaşmışlardır. Zamanımızda da aynı tabakaya mensup boğçacı kadınların hepsi yeldirmelidir ve yeldirmeleri alameti farikaları haline gelmişdir.
Aşağıdaki beyitler lstanbulda Beşiktaş
da Vişnezadede oturan Benli Hürmüz adında
İç ve dış yeleği diye iki çeşidi vardır; çamaşır arasına giren iç yelekleri kışlık olup arasına pamuk konduğu için ayrıca «Pamuklu Yelek» adı ile anılır. Dış yelekleri esvab takımları arasındadır.
Eskiden kadınlar da ipekli kumaşlardan ve işlemeler ile süslü dış yelekleri giymişlerdir. Erkek dış yelekleri, ıbaşda çuha ve kadife, bütün esvab!ık ıkumaşlardan ıkesilir. Bizde se-tire-panta lon denilen Avrupa kesimi bir kat tire-pantalon denilen ^vrupa kesimi bir kat er-erkek esvabı ceket, pantalon ve yelek olmak üzere üç parçadan mürekkebdir; ve yelek kostümün kumaşından yapılır. Ufaklık made-deni para, çakı ve ceb saati koymak için iki altda ikisi üstde sağlı sollu ikişerden dört cebi vardır; saatin altın veya gümüş kösteğini yeleğin iliklerinin birinden geçirerek yelek
Yeldirmeli başörtülü, Çıplak ayakları yarım pabuçlu, takunyalı İstanbulun mahalle karısı, mahalle kızı tipleri (R.E. Koçu Arşivi)
ıkenarın yosması bir kızın ahvalini tasvir yollu yazılmış bir manzOmedendir :
Anasıyla her sabah bir fırtına Kopub yeldirmeyi atar sırtına Yavuklusu bir bağçıvan güzeli Samırkaş Arnavud Doyranlı Veli Kız 'bir içim sudur oğlan bir afet Kim arar efendim kılık kıyafet Oğlan yalın ayak kız takunyalı Ne lazım onlara konakla yalı
YELEK, «Hava alacak sOretde kolsuz ve ekseriya önü açık (yaka kesimi açık) eteği bele kadar ıkısa olub mintan üstüne ve ceket, salta, ceb· ken altına giyilir bir giyim şeyinin adı» (Türk lugatı).
Yeleğin hususiyeti, iki ön parçasının kumaş veya deri olup sırtı örten arka parçasının astar bezinden yapılmış olmasıdır.
Dalfesli, yalın ayağı takunyalı ceketsiz yelekce çalışır khvra çırağı
Balıkcı Yeleği
önünde bir· gerdanlık gibi sarkıtmak yakın geçmişe kadar setire-pantalonlu erkek giyiminde bir süs bilinirdi.
Ayrıca podüsüedden, deriden yelekler de vardır. Belli bir işde giyilen ve göğüsleri (ön yaka kesimleri) kapalı, omuzdan ilikli Avcı Yelekleri, Balıkçı Yelekleri vardır. Bu yeleklere de altda, etek boyunca uzanan ve ortadan dikişli iki göz halinde büyük bir ceb yapılır. Yakın geçmişe kadar o boydan kimsele-lerin süs nümayişlerinden biri, yelek cebine konulan saatin altın veya gümüş kösteğinin bir uçunu yeleğin sol omuzu üstüne iliştirmek, ve böylece kösteği yeleğin sol kısmı üstünde sarkıtarak teşhir etmekdi.
Esnaf takımı, ayak takımı boyundan kimseler çoğu zamanlar ceket giymeyip mintan üstünde Yelekle dolaş.ırlar; yelekle dolaşma bir çeşit pırpırılık da sayılırdı (Bakınız: Parpırı kıyafet)
Yakın geçmişe kadar şık ve kibar bir er-
kek yaz ve kış yelek giyerdi. Sonra yazın yelek giymeme modası çıkdı. Zamanımızda gençler ve hatta orta yaşlı erkekler kostümlerini yeleksiz yaptırmaktadırlar. Kış giyiminde kostümün kumaşından yapılan yeleklerin yerini, kollu ve ya kolsuz yün örgüsü kazaklar almış-dır.
Yakın geçmişde Avrupalı Kesimi oğlan çocuk esvablarının da yelek leri vardı; esvabın kumaşından ve balıkcı yeleği biçiminde'yapı-lan bu çocuk yelekleri sırtdan bir sıra düğme ile kapanırdı; ayrıca iki önünde ve ikisi a^ka-sında eteği üstüne dört ilik yapılır, pantalonun üst kenarına dikilen düğmelere iliklenir, yelek aynı zamanda pantalona da askılık yapardı.
XIX yüz yılda da lstanbulun meyhane köçekleri kendilerine has al çuha yahud al kadifeden bir çeşid yelek giymişlerdir; çıplak vü-cud üstüne giyilen, etekleri meme başları hizasında gaayetle kısa idi, ve önü de düğme-sizdi, iliklenmez, kapanmazdı; köçeğin belden yukarı vücudunu tüm çıplaklıkdan kurtarır, aslında var ile yok arası bir şeydi.
YELKEN, «Saraydaki cücelerin giydikleri başlığın adıdır. Şekli yelkeni andırdığı için bu ad veril-mişdir» (M. Zeki Pakalın, Osmanlı. Tarih Deyimleri ve Terimleri).
YELPAZE, «Sıcak havada yüzün etrafındaki havayı hareket ettirerek yüze serinlik sağlayan alet» (Şemseddin Sami, KaamOsu Türk])
Eskiden hem kadınlar hem erkekler tarafından kullanılmışdır. Yapıldıkları maddelerin kıymeti ve usta ellerden çıkmış bir sanat eseri olarak güzel ve kıymetli bir yelpaze onu elinde taşıyan kadın veya erkeğin süsünü, tuvaletini tamamlamışdır. Ayrıca elmaslar ve sair kiymetli taşlar ile tezyin edilmiş murassa yelpazeler de şıklığın yanında zenginlik gösterisi olmuşdur.
Çeşid çeşid yelpaze yapılmışdır, başlıca-ları şunlardır :
-
1 -- Hasır örgüsü yelpazeler.
En ince, en güzel sazlardan örülürdü, ve çeşidli renklere boyanmış saz sapları ile de
zeleri görenler yan gözle bile bakamazlardı; yeniçeri nişanı nakışlı ıbu hasır yelpazelere ((Balta Yelpaze» denilirdi (Bakınız: çevre).
lstanbulun büyük çarşı hamamlarında yazın yıkanıp çıkan, ve havlulara sarılı olarak uzanıp dinlenen müşterilerin eline serirılemek için bir hasır yelpaze verilirdi.
-
2 — Fildişi ve Bağa yelpazeler
Gaayet ile ince ve dar uzun fildişi yahud bağadan paletçikler bir ucundan kendi mihveri etrafında açılacak şekilde tesbit edilir ve ^-letcikler, iki üç sıra ve kordel^, şerid ile birbirine rabtedilir, bağlanırdı; ibu şerid kordela-lar fildişi yahud bağadan yelpazelerin bir daire kıt'ası şeklinde açılma sahasını sınırlar, ve paletleri, kabaran bir ıhindinin kuyruğu gibi açarak yellenmeyi sağlayacak bir satıh vücuda getirirdi.
Elinde devekuşu tüyü yelpaze ile ferace yaşmaklı İstanbul hanımı
( Müsfilıibzadeden)
örülürken türlü nakışlarla süslenirdi; küçük bir bayrak gibi müstatil şeklinde, yahud küçük ıbir balta - teber şeklinde yapılır ve tıpkı bayrak ve ıbalta gibi tahta - ağa.çdan bir sopa geçirilirdi.
Toplanıp açılmaz sabit şekilli hasır yelpazeler çoğunlukla avam ve esnaf tabakasından erkekler ve kadınlar tarafından kullanılırdı. Kibarlar da uzun yolculuklarda, kır gezintilerinde kullanırdı; dayanıklı, kolay zedelenmeyen, yırtılmayan, sapı üstüne sarılıp her hangi bir şeye sokularak taşınabilen ıbir yelpaze idi.
Yeniçerilik zamanıındJa yeniçerilere mahsus, üstüne yeniçeri ortalarının (taburlarının) nişanları işlenmiş yelpazeler yapılırdı; yeniçeri zorbaları ıkendi ' ortasının nişanını ' taşıyan böyle bir yelpazeyi muhabbet ve himaye kanadı altına aldığı yosma nigarlar ile şıkırdım civanlara verirler, ve onların elinde bu yelpa-
Hasıi' yelpazesi yeniçeri nişanı nakışlı İstanbul Yosması
(R.E. Koçu Arşivi)
Her paletin .üstü birer dantel gibi oyulmuş işlenmiş fildişi yelpazeler, hepsinin pek zarif pek ince resimlerle, altın yıldızlarla bezenmiş bağa yelpazeler yapılmışdır. Zamanımıızda bu tip yelpazeler plastiıkden yapılmaktadır, ve yazın işportalarda satılmaktadır.
-
3 - Kumaş yelpazeler.
Fildişi ve bağa tiıpi yelpazelerdendir; yi· ne fildişinden veya ıbağadan, yahud altın ve gümüşden iki palet arasında gerilip açılır; kumaşın yelpaze açıldığı zaman düzgün durmasını, yelpaze kapandığı zaman da kumaşın kolay katlanıp toplanmasını sağlayan çubukcuk-ları, balinaları vardır.
Kumaş yelpazelerin bir kısmı da, yine aynı sisteme göre yapılır, fakat mihveri etrafında yusyuvarlak, tam bir daire şeklinde açılırdı.
Daire kıt'ası şeklindeki fildişi, bağa ve kumaş yelpazeler, yelpazenin açıldığı mihver noktası üzerinden tutulup kullanılırdı. Tam daire şeklindeki yelpazeler ise, yelpazeye rabte-dilmiş uzunca bir sapdan tutulurdu.
Kumaş yelpazeler en değerli, nakışlı ipekli kumaşlardan yapılırdı, açıla katlana çabuk örselenir, yırtılırdı.
-
4 - Dantel yelpazeler.
Fildişi ve bağa tipi yelpazelerdendir. Memleketimize ithal malı olarak gelirdi ve en makbulleri Brüksel dantellerinden yapılmış yelpazeler idi.
-
5 - Kuş tüyü yelpazeler.
Fildişi ve bağa tipi yelpazelerdendir; en muhteşemleri deve kuşu tüylerinden yapılan yelpazelerdir.
-
6 - Kağıd yelpazeler.
Ayni tip yelpazelerdendir, renkli, zarif resimlerle süslenir, çoluk çocuk harcıdır; artık bulunmayan hasır örgüsü yelpazeler gibi yolculuklarda, ikır gezilerinde kullanılır.
Antikacı Nureddin Rüşdi Büngül «Eski Eserler Ansiklopedisi» isimli eserinde şunları yazıyor: «Dantelden, işlenmiş ve resimli kumaşlardan fildişi oymalardan, resimli Japon la.
kelerinden eski yelpazelerin kusursuzları 50 liraya kadar satılır. Kıymetli dantel yelpazeler ile imzalı ltalyan minyatürleri ile bezenmiş yelpazelerden 500 lira edenleri bulunur (1939 piyasası)».
Topkapusu Sarayı Müzesinin hazine bölümünde eski Türık yelpazelerinin her çeşidinin en güzel, en kıymetli örneklerinden zengin bir koleksiyon vardıır.
YELPAZELi, Eski nakışlı Türk ipeklilerinde üsh.ıb-laştırılmıış bir karanfil motifinin adı «Yelpaze» idi, bu motifi taşıyan kumaşlara da. «Yelpazeli» denilirdi. Topkapusu Sarayı Müzesinde XVll. Yüzyıl işi pek nefis bir Yelpazeli Kumaş parçası vardır. ·
Yelpaze denilen Karanfil Motifi
YEMENİ, «Kısa kenarlı, kırmızı ve sair renkde (sarı yahud siyah) sahtiyandan yapılır kaba pabuç ki avam giyer» (Şemseddin Sami, Kaa-mOsu Türkl). Bir erkek ayakkabısıdır.
Yüz yıllar boyunca asker ve halk tarafından giyilmişdir; ökçeli ve üstü açık bir ayakkabıdır; eğer pantalon veya şalvar paçası kısaca ise yemeni içindeki ayağın üstü ve incik gemikleri görünür.
Yangınlara yalın ayak koşmak ad€t olmadan önce yangın tulumbacıları da ayaklarına yemeni giyerdi (Bakınız: Tulumbacı Kıyafeti); rahat koşulması için tulumbacı yemenileri en ince sahtiyandan ve taban köselesi gaayet ince çok hafif olarak yapılırdı, çifti 60 dirhem gelen tulumbacı yemenileri yapılmışdır.
Geçen asır sonlarında ayak takımından olup akran ve emsali arasında şık bir delikanlı şöyle övülüyor :
Mintanı yağlıkcı koca Emmi'den f&rmenesi Urum Dönme Fehmi'den Ayak ölçüsüne yemenileri Balıkpazarında Kara Memiden
YEMENİ, Üzerine el kalıpları ile çiçek şekilli s(.js motifleri basılmış büyükce ıbir değirmi halindeki dülbend-bezin adı ki kadınlar tarafından başa bağlanır; fırdolayı etrafı da oya dikilerek ayrıca süslenen yemeniler, kadın başına «ıKundak» yahud «Salma» denilen iki tarzda bağlana gelmişdir (Bakınız : Kundak Yemeni; Salma Yemeni). Kadınların bu baş yemenileri, etrafı oyalı düz bir beyaz dülıbend de olabilirdi, onun içindir ıki basma suretiyle çiçekli motiflerle süslenmiş olanlarına, bu süsleme sanatına verilen isme nisbetle ayrıca «Yazma Yemeni» denilirdi; yakın geçmişe kadar yazma yemenilerin en güzelleri lstanbulda Boğaz içinde Kandillide yapıldıkları için onlara da «Kandilli Yemenisi» denilirdi. Her nakışları ol,gun bir zevkin eseri ile, hem de tatlı, ahenkli renkleri güneşde solmaz, yıkanmakla çıkmazdı. Yazma Yemenilerin bir kısmı, bu arada Kandilli Yemenileri, nakışlarını etraf çizgileri kalıpla basıldıkdan sonra, çiçekler ve yaprak-
lar teker teker elde, fırça ile boyanırdı; emsalinden kat kat üstün kıymet taşımaları da bundan ötürü idi.
Düz beyaz yemeniler altın veya gümüş teller, altın veya gümüş pullar ile de işlenir, süslenirdi, onlar da «Telli Yemeni», «Pullu Yemeni» isimleri ile anılır, ayırd edilirdi.
Ben sana varmam beyaz oğlan ben sana varmam
Yedi yıl karşımda dursan yine yalvarmam
Allı yemeni beyim oğlan pullu yemeni
Yalvarırım beyim oğlan s!kma mememi
(Türkü, XIX. yüz yıl).
*
Yarim evde yemenisin bağlayor
Aşıkları karşı geçmiş ağlayor
O bakışlar yüreciğim dağlıyor
Ağam ben var iken paşam ben var iken
Yarim almak yol mudur aman yol mudur
(Türkü, XIX. yüz yıl) *
Hele bütün azürde hatır etti beni
Yegane ziynetü daratı bir yeşil yemeni
(Ali Ekrem Bolayır)
Aslı bir değirmi olan yemenı once karşılıklı iki köşesinden katlanarak üçgen şeklini aldıkdan sonra tekrar iki defa katlanıp 3-4 parmak eninde bir şerid - band haline sokulup fes veya külah etrafına sarılarak erkekler tarafından da kullanılmışdır; başına yemeni saranlar da daima esnaf, avam tabakasından kimseler ola gelmişdi.
Varsa eger yemeninin oyası
Mana verir bezinin de boyası
Ak sadeyse yok civarın foyası
( Galatalı Çorbacı, İşmar Destanı )
Şeyh köçeği külah yıkar kaşına
Yemeniyi yeşil bağlar başına
( Galatalı Çorbacı )
*
Yemenisin görünce has kandilli
Selam verdim bıçkınıma kandilli
Selamım almayıb geçdi yanımdan
Bu ne ^alım vay ölüsü kandilli
(Aşık Rlzi)
YOSMA KIYAFET, «Yosma = Giyinişi zarif, yüzü güzel, edalı, işveli kız yahud delikanlı• (Türk
Lugatı). Bu sı.fatda hafif meşreblik anlamı da vardır.
Eski süslenme sözlüğünde «Yosma Kiya-feh> deyimi XIX. Yüz yılın ilk yarısında kalender meşreb şairler tarafından aşırı süslü ve türlü nümayiş ile etrafın gözü üstüne· çeken delikanlılar hakkında kullanılmışdır; kaş üstüne eğilen külahlar, fesler, külahdan fesden taşırılmış kaküller, perçemler, ıbir ucu yerde sürünür kuşaklar, basıık arkalı ayakkabılar ile topuk teşh!.ri hep bu Yosma Kıyafet anlamı içindedir. Aşağıdaki şarkı Acem Buselik şarkının bestekarı ikinci Sultan Mahmud olmuş-du :
Bu cihanda görmedim böyle güzel Şivesi nizende Jiihi bi bedel Servi kad Yosma Kiyifet ince bel Bir görüJde aklım aldı ol peri A,kı ile oldum aman serseri
YÜNLÜK, Bö^k, Üsküf, ıKuka gibi isimlerle anılan Yeniçeri serpuşlarında «Balıkçıl Kuşu Teli» ve cTurna Kuşu Teli» denilen tüylerin takıldığı yerin adı (Bakınız : Börk, Üsküf, Kuka). Bir çeşid rütbe alameti olan bu kuş tüyleri ile süslenen serpuşlara, ayrıca isimleri söylenmeden cYünlüklü Keçe» de denilirdi.
YÜZÜK, «Parmağa takılan üstünde elmas (kıymetli taş) bulunan altın veya gtımuş halka; Hatem (arabca), Engüşter (farsca)» (Şem-
seddin Sami, Kaamôsu Türkl).
Kadının ıgerdanlıık, küpe ve bilezik gibi mücevher süslerinden biridir; erkeğin ise, mücevherli saat, gömlek kol düğmesi, kravat iğnesi gibi eşyası, ve eski giyimde mücevher esvab düğmeleri müstesna, tek mücevher süsü olmuşdur.
ıBir kıymetli taş taşıyan yüzükler önce taşın adına nisbetle «Elmas Yüzük», «Pırlanta Yüzük», «Zümrüd Yüzük», «Yakut Yüzük» gibi. isimler ile anılır. Yüzükde yalnız bir aded taş bulunuyorsa «Tektaş» denilir; büyük bir büyük ve büyükce taşın etrafı ayrıca küçük taşlarla tezyin edilmiş ise onl.ara da «Gül Yü··
zük» denilir. Kubbemsi sivri tektaş zümrüd yüzükler de «Dede Külahı» diye anılagelmişdir.
Bilhassa zengin kibarlar, namlı hattatların yazıları ile namlı hakkaklara akik üzerine ıkaz-dırdıkları mühürlerini parmaklarında yüzük taşı halinde taşırlar, hem oygusunun hem de yazısının yüksek sanat eseri olması ile ayrıca övünürlerdi.
Yazısız düz akikler, firuzeler, zebercedler de yüzüklük kıymetli taşlar ola gelmişdir.
Antikacı ve kuyumcu N. Rüşdi Büngül, taşının değerine ve işinin güzelliğine göre 100010000 lira arasında yüzük satıldığmı söyler ( 1939 piyasası).
Parmağa tam halka halinde geçirilen gümüş yüzüklere «basur halkası» denilir. Parmağa iki defa dolanan ve iki ucu serbest duran gümüş halka yüzükler de «Kabe Halkası» diye meşhurdur, memleketimize hacılar tarafından hediyelik getirilir. Konyada da, üstünde bir destarlı rnevlevl sikkesi !bulunan altın halka yüzükler yapılır.
Altın veya platin ve düz yahud elmaslı nişan yüzükleri, halkaları memleketimizde medeni nikahın kabulünden sonra yayılmışdır.
Güzel ve kıymetli bir yüzük, aşııkdan sevgiliye gönderilecek mücevıher hediye olarak ilk hatırlanan şey ola gelmişdir; aşağıdaki satırlar da eski bir mektup örnekleri mecmuasından alınmışdır, «Muhabbetnamei la nazir» adını taşımaktadır :
«Şifaülkulfıb, likaaümahbfıb, gözüm yaşı ile yazıldı bu mektub. Nfış idüb aşkın hfın ile ciğer dolsun, aşifte gönül derd ile dahi beter olsun. Siz de buna şahid olun, hercai dilber sevmeyeyim bir daha tövbeler olsun.»
«Ah efendim, nazeninim, izzetde yekta, saa-detde bihemta, muhabbetde ıa nazir, güzellikde bi kusur, canımdan azizim şekerden lezizim efendim sultanım' hayli zamandır görüşüb konuşama. dık, hasreti iştiyakınız hadden efzundur. Kerem idüb hanei bi minnete teşrif buyurasınız.»
«Efendim sultanım, hamili name bizim Raşid yediyle hakipaye bir elmas yüzük fındık altını ile yapılmış destavizi aşıkaanemiz irsal olunmuşdur, makbülünüz olmak niyazımdır. Baki afitabı hüsnü cemal günbegün ziyade bil.d. Bende: ...):
YOZ YAZMAK, Eski Türık ıkadının süslenmesinde allıklı, aklııklı, rastıklı, sürmesi, yapma laden benli yüz makiyajı karşılığı ıkullanılmış bir deyimdir. Hünerli, ze^kli kızlar, kadınlar yüzlerini kendileri yazarlardı; ham elliler ise, bu işde bilgisi kabul edilmiş kadınlara baş vururlardı. Yüz yazıcılıkda ıkudret, hüner ve zevkini muhitine kabul ettirmiş kadınlar, büyük şehirlerde, bilhassa lstanbulda, geçimlerini servet yapabilecek şekilde sağlarlardı. Aşağıdaki kıt'a,
kenarın yosması bir ikız ağzından kalender şfür Enderunlu Vasıf (ölümü 1824) tarafından ya-zılmışdır :
Yazub yüzümü Esmi Hanım kiküllimü kes
Bir aşinaya varaca§ım sen çıkarma ses
Pek pos bıyıklı pırpırıya eylemem heves Dört kaşlı ycsma JGhl cihan tize dalfes Onbeş yaşında kendime bir oynaş arayım
z
ZEMHERİRİN DÜŞKÜNÜ, BEYAZ GİYER KIŞ GÜNÜ, Giyim kuşam ve süslenme yolunda halk ağzı bir deyimdir; mali imkanlan çok dar, kıt olduğu halde modaya uyma hevesine kapılan, fakat modayı mevsim değişiklikleri ile takib edemeyerek süslü giyimleri değişen mevsimde sırıtan kimseler hakkında kullanılır.
içinde bir gümüş ayine cilve itmeyicek
Nedir safası Nedima kabayi zerbiifın
(Nedim}
..
Dirliğimden ölmek ey simin beden yekdir bana
Camei zerbeft ü dibadan kefen yekdir bana
(CSferi)
Görün hele efendim siz Rizinin gülünü Baş tacı yari olmuş şu bela püskülünü Süse pek heveslidir ah o garib bıçkınım Zemheririn düşkünü beyaz giyer kış günü
Yağmur altında ele almaz asla şemsiye Dal fes altında samur perçem görünsün diye Kış biterken kürk alır düşünmez bir saniye Zemheririn düşkünü beyaz giyer kış günü
*
Ayaklarda kamerçin yalın topuklar ile Kristalde katılır polka ile kadr ile Hamama fırak giyüb gider de düşer dile Zemheririn düşkünü beyaz giyer kış günü
(Aşık RSzi)
ZENNE FESi, Kadın Fesi {Ba^ıınız : Fes, Kadın Fesi). M. Zeki Pakalın «Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri» isimli eserinde Zenne Fesi maddesinde : «Eskiden kadınların başlarına giydikleri küçük fese verilen addır» diyor. Kadın, Zenne Fesi için küçük fes diye bir şart koşu-lamaz, küçüğü de vardır, büyüğü de; hatta Kıyafeti Osmaniye Albomundaki fotoğraflarda (1880 - 1900) kadın başlarındaki bütün fesler, koca koca püsküller, ferahller, tepeliklerle süslenmiş, etraflarına şallar, valalar sarılmış büyük fesler, o devirde erkek başlarındaki feslerden büyük feslerdir.
ZERBAF, ZERBAFT, ZERBEFT, «Altın tellede, sırma ile karışık dokunmuş kumaş» (Kaamôsu Türkl).
ZERDAVA, lskandinavya ve Rusyanın buzlu bölgelerinde yaşayan ve postundan kürk yapıifan sansar cinsi küçük bir hayvan; ve onun postundan yapılmış kürkün adı.
ZERKAR LiBAS, «Zerkar farsca sıfat; altın ile yapılmış anlamındadır» (Türk Lugatı). Kumaşı ne olursa olsun altın sırma ile işlenmiş üstlük esvablar hakkında da kullanılmışdır.
Pertev endaz olıcak ruhsirı
Parlatır elbisei zerkirı
( Sümbülzade Vehbi)
ZERKEŞ LiBAS, Kumaşı ne olursa olsun altın sırma ile işlenmiş üstlük esvablara verilmiş isim; XVI. Yüz yılın haşmetli şairi Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman) Irak Seferine çıkar iken yapılan ordu alayıında gördüğü sırmalı esvab içinde güzel bir delikanlıyı şöyle tasvir ediyor :
01 servi kadcie nigah bu dide baka düşdü Eşki revan gözümden ol demde aka düşdü Ah o libası zerkeş, bindüğü atı serkeş Bağlandı tirü tirkeş azmi iraka düşdü.
ZER KÜLAH, «Saray kapucularının başlarına giydikleri (külahın) adı; altın tel işlemeli olduğu için bu ad verilmişdir.
Dergahı Alinin o melahat penahını
Gi:irdükde yere inmiş sandım kökün mahını
Ol nigahı celladım boynuna nusha yapmış Yolunda sebil olan kanların günahını
Şal kuşağın bir ucu gümüş topuklarında Yatırmış samur kaşa bıçkın zerkulahını
Vahşeti levendane nahveti şebab ile
Nağmei rebab sanır uşşakının ahını
( Galatalı Çorbacı )
ZERRiN KEMER, Altın tel ile yapılmış yahud altın paftalı kemerlere verilmiş isim (Bakınız : Kemer) .
Aksarayda Muradpaşa camii haziresinae Enderunlu Ahmet Ağanın kabir taşında Zülüflü Zerrin Külah ( 1810)
Zerrin kemeri bağladı bir ince bel oldu Bir nahli tecelli dimeğe muhtemel oldu
( Enderunlu Fazıl )
ZERRiN KÜLAH, Osmanlı Sarayının 1828 den önceki teşkilatında Zülüflü Ağalar diye anılan saray iç oğlanlarının görev başında ve törenlerde giydikleri külahın adı; şekli mevlevl sikkesini andırır ve en ala keçeden yapılır, dışının ıher tarafı som altın sırma işlemeli idi; ve önünün iki yanından saç örgüsü taklidi sırmadan iki kolan zülüf sarkardı (ıBakınız : Zülüf).
Hüseyin Kazım ıBey Büyük Türk lugatında Zerrin Külah için : «IBir nevi demir miğfer» (?) diyor, ve Zülüflü Ağaların Zerrin Külahından hiç bahsetmiyor. M. Zeki Pakalın da Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri isimli eserinin
Miğfer maddesine bu kaydı aynen ekledikden sonra Z harfinde Osmanlı sarayında yüz yıllar boyunca giyilmiş asıl Zerrin Külahdan bahsetmiyor; M. Z. Pakalının «Zülf, Zülüf» maddesinde de Enderunun Zülüflü Ağalarının sırmadan örülmüş zülüflerini unutması, eserinin taşıdığı ısım ıçın büyük zuhuldür: «Zer Külah» maddesinde ise yalnız saray kapucularının giydikleri serpuşdan bahsediyor.
Çıkıp gülzira bu zerrin külehle
Dili bend eyledin zülfi siyehle
Süzüb çeşml siyahın bir nigehle
Beni şad eyledin şad ol efendim
( Enderunlu Vasıf )
ZERTARi, «Zertar = Altın tel, sırma, altı tel, sırma ile işlenmiş veya dokunmuş kumaşlara zertarl denilir» (Şemseddin Sami, Kaamôsu
Türkl).
ZEYREK YOKUŞU, Bir çeşid hotozun adı (Bakınız: Hotoz); şeklini tesbit edemedik, «Zeyrek Yokuşu» lstanıbulda Zeyrek denilen semtde bir sokağın adıdır, çukurda olan Küçükpazar'dan yüksekde olan Vefa semtine çıkar, zamanımı;z-da Zeyrek Caddesi adını taşımaktadır. Yük-sekce bir hotoz olduğu tahmin edilebilir.
kalarına dikilirdi; tepelik denilen bir süs serpuşun fırdolayı etrafından sarkıtılırdı (Bakınız: Tepelik); tepeliğin veya hotozun (Bakınız : Hotoz) iki kenarından yüz üstüne çaprast olarak asılırdı; saç örgüleri arasına katılır, saçları süsler idi (Bakınız : Örgü, saç örgüsü).
Düğünlerde babası tarafından kudreti öi-çüsünde gelin kızın boynuna bir, üç, beş ya-hud bir dizi beşibirlik takmak bir gelenek ol-muşdu.
Hanımın hotozu Zeyrek yokuşu
Çırpınır kafesde muhabbet kuşu İşmarı gördün mü şehbaz civana
Haneye davetdir mendil tutuşu
(Aşık Razi)
ZU'AF ÜNiFORMALARI, Zuaf arabca bir kelime olup «derhal öldüren, anide öldüren» anlamındadır; Fransızlar Cezayiri aldıkdan sonra memleketin yerlisinden bir sınıf asker teşkil etmişler ve adına «Zuaf» (fransızcası = Zouave) demiŞlerdi, ve bu askerlerin başlarına da fes giydirmişlerdi.
ZIBKA, «Karadeniz yalısı ehalisinin giydiği laz poturu» (Kaamôsu Türkl). (Bakınız : Laz Kı
yafeti).
ZIBUN, ZIBIN, Kelimenin aslı Zıbun ise de halk ağzında daima Zıbın denilegelmişdir; kışın es-vab altına giyilen kolsuz pamuklu yeleğin adı, bu yeleğe «içlik» de denilir; eskiden kışın kaftan altına mutlakaa bir zııbın giyilirdi.
ZİYNET ALTINI, Eski kadın tuvaletinde halk arasında, bilhassa orta tabaka ile avam ve köylümüz arasında en makbül süs olmuşdur. Avam ve köylü tarafından yalnız boyuna takılarak hala kullanılmaktadır. Kadimdenberi Darıbha-nede basıla gelen ziynet ziynet altınlarının sikke (madeni altın paradan) farkı çok daha ince oluşudur. Eski altın paralarımızdan bir liralıklar ve beş liralıklar (!Beşi bir yerdeler) da, kuyumculara birer altın 1halkacık ekletilerek ziyneı· altını yerinde kullanılmışdır.
Ziynet altınları ibrişim bir kordona dizilerek gerdanlık gibi boyuna takılırdı; esvab ya-
ikinci Sultan Abdülhamid de, daimi ikaa-metgahı olan Yıldız Sarayın da Zuaf adı ile bir muhafız alayı teşkil etmişdi, ve bu alayın bölük lerini ikiye ayırıp bir kısmının başına dal fes (sarıksız fes), bir kısmına da sarıklı fes giydirmişdi, ve zuaflar serpuşlarına nisbetle "Fesli Zuaf», «Sarıklı Zuaf» isimlerini almışlardı; fesi i zuafların efradı Arnavudlardan, sarıklı zuafların efradı da Anadolu halkından, bilhassa Kastamonu ve Sivas ehalisinden seçilmiş alınmışdı; hepsi zeberdest, tuvana delikanlılardı. Halk bu askere Zuaf yerine «Zühaf», «Zühaf Askeri» dedi; Zuafların üniformaları da devrin Osmanlı Ordusu kara askeri üniformasından tamamen ayrı idi. Sermed Muhtar Alus Zuaf Üniformalarını şöylece tarif ediyor :
«Fesli Zuaflar başlar:ına gaayetle yüksek, başı kapsayan kenarı ile tablası hemen aynı genişlik de borumsu bir fes giyerlerdi, ki buna benzer feslere lstanbulda Zühaf Kalıbı Fes denilmişdi. Üstlükleri, iki önü daima açık durur, asla iliklenmez bir cebken, altında yakası hemen boyun bitiminden çaprast kavuşmuş ve sağdan düz iliklenmiş bir fermene, bol ağlı potur ve·potur paçaları ile kundura üstüne çekil-
miş kısa konçlu, yandan ilikli bir tozluk idi. 9ellerinde kuşak, kuşak üstünde de içine bir pala yerleştirilmiş meşin silahlık bulunmakda idi. Cebken, potur ve fermeneleri mavi çuhadan, tozlukları kahve rengi idi.
«Sarıklı Zuaflar başlarına alelade fes giyerler, etrafına yeşil burma sarık sararlardı. Fermene yerine göğsü tamamen kapalı omuzdan ilikli yelek giyerlerdi, cebken kesimleri aynı idi, poturları pantolon kesimine yakındı ve tozlukları beyazdı; yelek, cebken ve ^-turları da al çuhadan idi. Bellerinde kuşak üstünde tokalı bir palaska ve palaskalarında da iki kütüklük vardı»
ZÜLÜF, ZÜLF, Yüzün iki yanında kaş ile kulak arasında, şakaklar üstünde biten saç; bu saçın uzamışı, başdan şakak üstüne sarkmış, dökülmüş gibi görüneni. Erkeklerde zülüf ucu sakal başı ile birleşir, karışır; sakalı henüz belirmiş delikanlılara «Nevhat» (Bakınız : Hat), ve sakalı zülüflerine karışarak yanak kenarı
ve çene kemiği üstünden yüzünü sarmaya başlamış delikanlılara da zülüfe nisbetle «Mü-zellef» denilirdi.
Zülf arabcadır; o dilde, şakak saçı anlamından başka mahbub yahud mahbube, sevgili saçı, yerinde de kullanılır. Dilimize alınmış ou isim, manzum eserlerde vezin zarureti ol-rnadıkca, Türk ağzında daima Zülüf şeklinde söylene gelmişdir.
Giyim, kuşam ve süslenmede vücud yapısı düzgünlüğü ile yüz çizgileri güzelliğinin elbet ki pek önemli tesiri vardır; güzel bir yüzün iki yanındaki zülüfler de o yüze ayrı bir cazibe, albeni, letafet, sihir verecekdir. Gerek bundan ötürü, gerekse mahbub veya mahbube bir sevgili saçı olarak divanlarımı-zda zülüflü dilber tasvirleri pek çokdur :
Kanlar dökülür hançeri berraran ucundan Başlar kesilir zülfi perişanın ucundan
( Fuzuli )
*
Aşiyanı mürgi dil zülfi perişanındadır
Kande olsam ey peri gönlüm s^nin yanındadır
(Fuzuli )
Ne kafirliklerin gördüm ben ol zülfi siyahkarın O ebrunun, o zalim gamzenin, ol çeşmi mekkarın ( Nedim )
Şivesi nazı edası handesi pek bi bedel
Gerdeni püskürme benli gözleri gaayet güzel Sırma kakül sim gerden zülüf tel tel ince bel Gül yanaklı gül güli kerrakeli mor hareli
( Nedim )
ZÜLÜF, Osmanlı Sarayının «Zülüflü Ağalar» denilen iç oğlanları ile «Zülüflü Baltacılar» denilen ve kaba temizlik işlerinde kullanılan uşak delikanlıların günlük görevleri, işleri sırasında ıakup taşımaya mecbur oldukları örülmüş k1ı,z saçı taklidi iki ıkolan takma saçın adıdır. «Ağa» unvanını taşıyan iç oğlanlarının zülüfleri sırmadan, «Baltacı» denilen uşak oğlanların zülüfleri de klabdandan (ipekden) örülmüşdü; bu kız saçı taklidi örgü kolanları Zülüflü Ağalar, mevlevl sikkesine benzeyen ve som sırma işlemeli külahlarının, Zülüflü BaltaGıılar da ar-mudi şekilli keçe külahlarının alt kenarına takarlar ve şakakların üstünden göğüslerine sar-kıtırlardı. Bu garib süs geleneği Osmanlı Sarayının kuruluşundan 1828 de İkinci Sultan
Mahmudun yapdığı kıyafet inkilabına kadar devam etmişdir.
Zülüfler yalnız sarayda ve hizmet baş nda takılırdı; Zülüflü Ağalar ile Zülüflü Baltacıların şehir içinde zülüfle dolaşmaları şiddetle ya-sakdı.
Ağır bir suç işleyerek Saraydan koğulma-sına karar verilen !bir Zülüflü Ağa ile Zülüflü Baltacının evvela zülüfleri koparılır, sonra başından serpuşu alınırdı. Sarayda Zülüflü Ağaların bulunduğu Enderunu Hümayun, bu gençlere aynı zamanda sağlam bir tahsil sağlayan bir okul gibiydi; Ağalar ders okunurken, ya-
Zülüflü ve zerrin külahlı Enderun Ağası (R. E. Koçu Arşivi)
hud ok atmak, binicilik gibi sporlarla uğraşır iken zülüflerini serpuşlarının içine alırlardı. Takım takım beş namaz vaktinde Camie gidilirken zülüfler salınır, camie girer girmez de serpuş içine alınırdı.
ZÜPPE KIYAFETİ, Her devirde, başdan ayağa er son modaların aşırı nümayişi ile giyinen gençlerin kıyafetine halk ağzında verilmiş isimdir. Modalara böylesine ayak uydurmak yalnız
maddi' imkan eseri olmayıp ruhi hallerin tepkileri eseridir; bundan ötürüdür ki yaşlandıkları halde gençliğindeki züppelik nümayişlerin-dan ayrılamayanlara «Kart Züppe,, denilir.
Hüseyin Kazım Bey Büyük Türk Lugatın-da «Züppe» yi şöyle tarif ediyor : « ...delişmen, hoppa, cahil, nadan, hodbin, mağrur; şık Bey» diyor ve Mehmed Akifden iki beyit alıyor :
Hüliisa bükalemün fıtratında züppelerin Elinde maskara olduk.. deyin de hükmü verin
Sedası baykuşa benzer, hiriimı saksağana Hülasa züppe demiştim ya, artık anlasana
Züppe Kiyafeti her devrin en son moda, en şık kiyafetidir. Buna «Şık» kelimesinin anlamını sınırlamak lazımdır, son modaya uygun olmakla beraber zarif ve güzel olduğu da anlaşılmamalıdır; zerafet ve güzellik eşyada değil, gözlerdeki kiymetlerdir.
Zamanımızın züppe kiyafetli gencleri
«Beatle» !erin mukallidleridir.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder