Mürebbilere
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
İSMAİL HAKKI
İstanbul Darülfünunu Müderrislerinden
Mürebbilere
Mefkure, Yeni hayat, Cazi, Tipler, içtimaiyat, Çocuk, Türkçülük, Kadın, Ruhiyat, Felsefe Ahlâk, Güzel mazi estetik, Şehircilik
SÜHULET KÜTÜPANESÎ: SEMİH LÜTFÜ İstanbul — Ankara caddesi
1932
5______________________MÜELLİFİN DİĞER ESERLERİ:
i Jem-Jacques Rousseau, terbiye felsefesi
Umumî pedagoji
Ş Hususî tedris usulleri
! . - §
i İçtimaiyat noktai nazarından terbiye
> Terbiye müsahibeleri
i Din ve bayat Nüshası kalmamıştır, i
j Eşya derslerinin usulü tedrisi
i Mektep temsi’lerinin usulü tedrisi
İstanbul: TECELLİ MATBAASI
Mefkure
. Bu kitap on iki seneden beri yazdığim dağınık ve kısa yazılarımın bir araya toplanmasından vücude geldi. Eğer bir aile uzviyeti halinde birleşmeselerdi öleceklerdi. Bu ölüme razı olamadım, içindeki fikirler mevzuları olan vakaların tarihinden bazen çok evvel bazen de biraz sonra yazılmıştır. Hemen hepsi Türkiye düşüncesinden doğduğu için aralarında akrabalık vardır. Hayatın aynı manzarasından bahseden parçalar eski yeni sırasile birbirini kovalar. Bu yeni teşekkül vesilesile yazılarımın ne şekli ne de manası ’ üzerinde heman hiç tadilât yapmadım. Aralarında bazen safvet ve samimiyetleri bazen de cüret ve cesaretlerile şimdi beni bile düşündüren parçalar vardır. Bazı kanaatlerimin şimdiye kadar hiç değişmediğini gördüm, bundan sonrada belki değişmiyeceklerdir...
Çamlica, 7 Teşrinisani 1931
İsmail Hakkı
Yaşayacakmıyız?
Niçin yaşıyoruz ve niçin yaşamak istiyoruz?. Bir sual ki cevabını kolayca bulmak bence mümkün değil.,. On sene evvel bir gün, Paris Sefarethanesinin intizar salonunda oturuyordum, orada benim gibi işi olan bir genç daha vardı. Söz açıldı. Garbın medeniyetinden, müzelerinden, saraylarından, kütüphanelerinden, tünellerinden bahsedildi... Muhatabım birden bire şu suali soruverdu:
— Ya bizim nemiz var?!.
Evet, bizim nemiz vardı?!. Hangi tünellerimiz, hangi ■ müzelerimiz, hangi fabrikalarımız ve gemilerimiz vardı?!. Tıkandım kaldım!. Fakat o zamandan beri bir ses, derinden, ruhumdan gelen bir seş, bana şöyle dedi:
— Yaşıyoruz ve yaşıyacagız!.. Ben ki fikirlerimle, muhakemelerimle müdafaa edemediğim bu hakka hissimle, ruhumla çoktan inanmıştım, yaşamıya niçin imanım olduğunu bilmezdim, gönülden gelen haberler gibi bu da, “Trükrn yaşamak hakkı,, da benim için bir “karanlık fikir,, di... Bu iman akla nakadar zıt gelirse gelsin, bir imandır, bu iman İlmî tahlillerden, mantıkî istidlallerden nakadar kaçarsa kaçsın, yine bir imandır, her iman gibi bir kuvvettir, ve her kuvvet gibi yoktan var edici, yaratıçıdır.
Harbin zararları, Anadolunun nüfusu, hiç bir felâket hiç bir sebep bende bu imanı sarsmadı, sarsamadı. Bu ka ra günlerde bile türk milletinin bitmez tükenmez olan “yaşa mak kudreti,, ne iman ediyorum; Dinde bütün masivadan mücerret bir Allah var, diye haykıran, ahlükta manfaa i hodbinliği gömen, zevkte, san’atte sadeliği, kibarlığı beye-, nen, tarihte bir devir kapayıp ikinci bir devir açan Türk-lerin insaniyet aleminde bir vazifesi, hatta vazifeleri olduğuna iman ediyorum. Bu iman yalnız ben^m değil, en cahil köylülerden en münevverlerine kadar bütün Türklerin samimî duygusu, en canlı bir aşkıdır. Bu sihirli kuvvet her gün bir kerre daha Türklerle meskûn olan topraklan sarsıyor, ve ondan yeni insanlar, yeni mucizeler çıkarıyor! Yine onun, o imanın şiddetli bir hamlesile bugün yarın bu topraklar üzerinde yepyeni bir türk medeniyeti dogamaya-cağını kim, hangi ilim, hangi aklıselim idda edebilir?..
Yalan ve riya
Eğer ruhu madde gibi, canlıyı camit gibi parçalamak caizse, memleket hakkındaki hislerimizi de ikiye ayırmak, parçalamak caizdir: Betbinlik, nikbinlik... Betbinlerin ağzında dolaşan sözler hep: Ölmek, batmak, parçalanmaktır. Bu iki cereyan çok kere zıt ve düşman olan iki şey gibi-birbirine çarpart birleşmiyerek, anlaşmıyarak birbirini ezer ve üzer...
Betbinler çok kere hayatın dişini, ölüsünü gören müşahitlerdir; ilimleri müşahedelerinden, hesabtan, akıldan gelir. Nikbinler daha ziyade hayatın içini, seyyalesini sezen müminlerdir; hükümleri histen, kalpten, ilhamdan doğar...
Akıl, hesap işidir; his, imana bağlıdır. Betbinlik ile nikbinlik nasıl zıt ise; madde ile ruh, fikirle iman da öylece ayrıdır. Ölü ile diri bir değildir. Dökülen, kınlan her şey maddedir. Ayıbı görülen, kusuru anlaşılan her şey maddedir. Fakat ruh, iman, mefkûre, ne derseniz deyiniz, hayat, canlı, yaşayan böyle değildir; maddeden ayrıdir. Meselâ Allah tutulmaz, gözle görülmez, kusuru, noksanı düşünülemez, her türlü tahlil ve tenkidimizden kaçar. Yalnız yalnız duyulur, yaşanır, sevilir, uğuruda maddeler, vücutlar, miletler ifna edilir...
Ruhu madde ile anlayan, maneviyatı akılla tartan, imanı fikirle tenkit eden felsefe delâlettir. Ve en büyük delâletimiz bu felsefedir. Felsefenin sırrını, ilmin tekâmülünü bütün tetkik ediniz, Sofistlerden, Aristolardan gelen,Deseartes’ larda, Kante’larda süzülen felsefe hamlesinde ne göreceksiniz? Dağlar, taşlar, demirler, kurşunlar alemi gibi bir de dinler, ahlâklar, san’atler, mefkureler aleminin ve nihayet, ilim mantığının, akıl cihazının kavrayamıyacağı derecede hususî, mahrem olan bu his aleminin, vicdan kudretinin varlığına, yaratıçıhğma şehadetler...
Fakat ölü daima dirinin na’şıdır; madde, mananın artığıdır... Mefkûre yer yüzüne inince madde kisvesine girer. Lâkin girdiği gün artık mefkûre değildir, ölmüştür, elimizde yaşanmış bir aşkın cesedinden başka bir şey kalmamıştır!.. Gerçi bizim için bu ceset hürmete lâyıktır; gerçe bizim ona karşı bir vazifemiz vardır. Fakat ne bu hürmet, ne de bu vazife dirilere karşı olanın aynı değildir. Ölüye takılmak, ölmekle birdir. Onu gömmek lâzımdır. Artık bütün imanlarımız, bütün emellerimiz yarın için, büyük ve mukaddes yarın içindir. Bu yarma varmanın en kısa yolu nedir?. Omuzlarımıza çöken bu muhterem cesedi, hayatı,' hakkı hayatı olmıyan bu ölü maziyi gömmektir. Bu defin yalnız bir şartla mümkündür: Ölenin öldüğünü en tiz ve en yüksek sesle bağırmak. Bu feryat vazifesi ise inkilâpçı-ların, alnı açık, sütü temiz Türklerindir. En büyük düşmanımız, yalân ve riya!..
Maneviyat
Türkler tarihte büyük vazifeler yaptılar, en azemetli mefküreleri yer yüzünde asırlarca muhafaza ve müdafaa ettiler. Kurunu vustanm ihtiraslı ve iztiraplı hayatından bütün benliği, bütün istiklâlile sade, vakur bir mimari icat ettiler. Garbin, Acemin, Asya Türkçesinin canlı unsurlarını alarak yepyeni bir terkip ve imtizaçla sade, mantıkî bir dil yabtılar. Garbın menfaat ahlâkına karşı hasbilik ahlâkını, garbin zinet ve sefahet iptilâsına karşı sadelik zevkini canlandırdılar. Bütün ananeleri, bütün seciyelerile kendilerine mahsus bir medeniyeti hemen hemen yoktan var ettiler. Bütün bu icatlarında, bütün bu hamlelerinde millî dehalarının şiddetini gösterdiler. Nihayet Türkler çöktüler, zaman ile, iztirap ile çöktüler..
Artık samimî Türkler için ne muahedenameden, ne muharebeden bahse hacet yok! Bir siyaset iflâsından, bir sevkulceyş hatasından evvel, gözlermizin önünde duran bir millet yıkıntısı, bir ruh harabesi var! Türk milletinin yarınki hayatım tanzim edecek olan güzideleri başlıca şu iki sınıfa mensup olacaklardır, fikir, ilim yapan mütefekkirler, hissi, mefkureyi yaşatan sanatkârlar... Birincileri yetiştiren tahsildir, Darülfünundur; onlar zekânın, tetebbüün mahsulüdür. İkincileri yetiştiren zevktir, heyecandır; bunlar da doğrudan doğruya hayatın mevlududur. Her iki dehanın menşei bir olmadığı gibi, her iki faaliyetin tabiati, usulleri de başkadır. Eğer bir millet fikren hasta ise tedavisini akılda, aklın, muhakemenin usullerinde, maddiyatta bulacaktır. Bu inkilâp İlmî bir inkilâptır. Bu inkilâbı yanlız mütefekkirler yapar. Eğer bir millet hissen hasta ise tedavisini kalbte, mefkuresinin, heyecanlarının tekevvününde, maneviyatta bulacaktır. Bu intibah bediî bir intibahtır. Bu intibahı da san’at-kârlar yapar...
Türk maddeten zayıf, manen zayıftır. Türk maddeten zayıftır, çünkü manen kuvvtli değildir. Türk manen zayıftır, çünkü Türkün maneviyatı mazisinin enkazı altında kalmıştır. Şimdiye kadar gelenler Türkün bu içerideki zafını anlayamadılar, hastayı hep dışından tedaviye koyuldular! Hastanın vucudunda çıban gördükçe yardılar, yardıkça başka yerden patlak verdirdiler!. Türkün hasta vücudü örselene örselene bir gün geldi yıkıhverdi!
Mazinin bu hatalarım tekrar etmek için güzidelere başka fikirler, başka istidatlar lâzımdır. Herkes her alim, her kahraman bu manevî hastalığı tedaviye ehil, bu maneviyat alemini sezmeğe muktedir değildir.
Bu iş bir fikir ve mantık yahut cesaret meselesi değil, herşevden evvel bir duyğu, izan ve takdir işidir. Kitapların kuru ibareleri üzerine kapanmış, kafaları mücerret kelimelerle dolmuş, aklıselimini, duygularının bütün berraklığını kaybetmiş, gözleri pencereden dışarısını bile göremeyen kafası dolgunlara böyle bir vazife, memleketin ahlâkını, edebiyatını, maneviyatını islâh vazifesi nasıl teslim edilebilir?!.
Türkün manevî dertlerini sezecek, Türkün hissî inki-lâbını yapacak olanlar yalnız sanatkârlardır O sanatkârlar ki Türkün ölen, çöken mazisini atıp, altında henüz sıcak, henüz yaratıcı olan hayat kuvvetini bulacaklar ve onu canlı bir edebiyat, canlı bir ahlâk şeklinde cesetlendireceklerdir. Bunun için vicdandan gelen bir hamle ile silkinmek, kalıpten ruha, riyadan samimiyete, ölüden diriye sıçramak lâzımdır!..
Ozaman Türk kendi benliğini tekrar bulmak zevkile tarihinin duyan, düşünen devirlerinde olduğu gibi, yaratmak kudretini gösterecektir. înkilâbm sırrı şu noktadadır: Riyayı kaldurıp samimiyeti bulmak!..
Mazi ile hal
“ Seciyeli, seciyesiz „ diyorlar; Kelime ne manada kollanılıyor, daha doğrusu kelimenin kaç manası var bilmem! Benim bildiğim bir şey varsa o da bu kelimenin psikoloji kitablarında bile manasının pek açık surette tespit edilmemiş olmasıdır. Hele seciyeyi “bir cismi mürekkep,, gibi düşünüp te basit unsurlarını araştıran psikoloji müellifleri çoktur. Bazılarına göre seciyenin unsurları sadece irade ile histir. Alfred Fouillée gibi bazı müellifler de “seciyenin terkibinde zekâ da vardır, diyorlar- Bu İlmî telâkkilerden sarfınazar her halde seciyenin zihnimizde az çok vazıh bir surette delâlet ettiği, hatırlattığı birvak’a olacak. Bende bu hatıra eski terbiyemize ait bir vaka’nmdır. Seciye der demez, benim hatırıma gelen şu vak’adır:
Ayasofya Camii şerifindeki Ciharı Yan Güzin lavhalarını herkes bilir: Allah, Muhammet... Bu büyük lâvhalarm her elifi bir insan gövdesi kadar geniştir. Boylan ise belki altı yedi metrodur. Bu yazıların asıl şayanı hayret olan ciheti, oüyüklüğü değil, güzelliğidir. Bunlar yazı tarihinde bir devir başlangıcı olacak derecede müstesna eserlerdir. Bu lâvhalarm hattatı Kazesker Mustafa İzzet Efendi merhumdur. Galatasaray Sultanisin hat muallimi olan Mehmet İzzet efendi merhum değil.. Mustafa İzzet efendi büyük bir hattat aynı zamanda büyük bir musikişinas idi. Harbiye nezaretinin methali üzerindeki “Daireyi Umuru Askeriye,, lâvhasını yazan Şefik Bey de büyük bir hattattı, fakat hiç bir zaman yazıda Kazesker Efendinin kâbına erişemedi. Kazesker Efendinin eserlerinde yazı tarihinde şeyh Hamdullah efendiler, Hafız Osmanlar, Mustafa Rakımlar, Celâlettinlerdeki gibi bir hususiyet vardı. O, yazı kâinatında koca bir âlem idi. Bunu ancak yazı ile oğraşanlar hakkile takdir edebilir. Bir gün Şefik Bey büyük bir Celi yazısını tashiettirmek için hocasının, galiba yalısına gidiyor. Kazesker Efendi müsveddeyi evirip çeviriyor. Dikkat ediyor, bakıyor ki talebesi artık mertebeyi kemale ermiş, şayanı iftihar derecede bir hattat olmuştur. Büyük adam her gururu, her hotbinliği unutuyor, eser, muvaffakiyet, cehit karşısında duran bir Türkün alacağı vaziyeti alıyor, kemal şeref ve tevazula diyor ki:
— Maşallah Şefik Bey artık bizi de geçtiniz...
Kazesker Efendiyi geçmek! Bu, o tarihten sonra gelenler arasında Şefik Bey de dahil olduğu halde kaç hattata müyesser oldu acaba?!. Mamafih bu söz üstadı azamin ağzından bir kerre çıkmıştır. Şefik Bey böyle bir ¡İtifata lâkayit kalamıyor, nasıl mukabele etsin ?!
— Aman efendim estafurullah!..
Diyerek hocasının ellerine sarılıyor!..
İşte o devrin hattatile şakirdi!.. Bu bir lâvhadır, bir şiirdir. Güzelliği zamanına göredir.
Ya şimdi?!. Her şey yakın mazi ile taban tabana zıttır! Acaba nasıl bir tarihî inkilâp oldu da her şeyin altı üstüne geldi, her şey külliyen değişti?! Gerçi feylesoflar derler ki: Hayat değişmektir, mütemadiyen değişmektir. Fakat hiç bir zaman mazisile alâkasını büsbütün kesmek değil! Değişmek fikrinde maziye saplanıp kalmak yoksa da, mazisinden çıkmak ta yok!.. Terakki, maziyi devam ettirebilmektir. Şimdi mahviyet ve tevazua bu kadar meclüp olan bir milletin dehası nasıl olur da bu seciyeye taban tabana zıt olarak arsızlık ve yüzsüzlük şekline girebilir?!.
Sadeliğe ve kanaata o kadar mclüp olan bir millet nasıl olur da israfa ve iptizale bu derece meftun olur ?! insanın hüküm edeceği geliyor ki mazimiz yürümemiş, istikbale akmamış, belki tıkanmıştır ve her taraftan taşan hayat, kendi yatağını bozmuştur. Ona mecrasını bulduracak olan, yalnız samimiyet, yalnız şuurlu bir tenkittir.
Papulasın nutku
Dün “Vakit,, de okudum, Yunan Ceneralı Papulas, İzmir Kumlarından para toplamak için, bundan dört ay evvel kordonda bir nutuk veriyor; nihayetinde İzmirin istikbalini karanlık görenlere hitaben diyor ki:
“ izmirin bizim elimizden çıkması hakkında çok değil, yüzde iki ihtimal mevcut olsa, biz Asyayı Sugaradan Türk-leri otuz sene istifadeden mahrum edecek vesaite müracaatta tereddüd etmeyiz,,.
Asyayı Sugara Türk vatanının en mühim parçasıdır. Bugün Yunan kuvveti, bu Asyanın üarp taraflarını işgal ediyor. İzmir ve Bursa gibi en zengin, en bereketli, topraklarınız, en uyanık, en müterekki ahalimiz bu işgal edilen kısımdadır. Papulasm arzusu veçle, Asyayı Sugaray otuz sene istifade edilemez bir hale getirmek için yapılacak iş, gayet basittir: Bir yandan Türk sekenesini, bir yandan da servet ve sanayiini mahvetmektirŞu var ki “Ben Asyayı Sugaraya medeniyet getiriyorum!,, iddiasında bulunan bir hükümet, velev Yunan hükümeti olsun, bu yağmakerliğı açıktan açığa yapmak istemez. Çünkü bazı menfaat endişeler1 buna manidir. O zaman Papulasın dıramını oynayacak, hem de ele avuca sığmayacak bir teşkilâta lüzum vardır: Çeteler!.. Bu gayrı mes’ul kuvvetler, arkasındaki Yunan hükümeti tarafından arzu edildiği gibi terbiye ve tenmiye edilebilir. İcabında da bunlardan tecahül etmek kolaylığı daima vardır! Çünkü aynı gazetenin verdiği malûmata göre Yunan işgali altında kalan türk köyleri ve köylüleri bugün yunan çeteleri tarafından yakılmaktadır. Şu halde dört ay evvel Pa-pulasm söylediği nutka mevzu olan o sözler artık bugün, bir niyetin ifadesi değil, belki kanlı bir vakanın hikâyesidir!. Papulasın sözlerinde zulmü ifade için öyle bir kudret ve samimiyet var ki, Ceneral, rum zenginlerinin hamiyetini tahrik için Türk köylerinin nasıl yakıldığını ve yıkıldığını da söylemekten çekinmeyecektir!.
Anlaşılan fertler gibi milletlerin de hastalıkları, çılgın ve salgın devirleri vardır: Nitekim bütün cihana ilânı harp eden ve yarı Avrupayı istilâya koyulan Almanyanın o zamanki halini tetkik eden içtimahiyatçı Durkheim buna “ Dehameti irade „ diyor ve Almanyanın er geç mağlup olacağını keşfediyordu. Çünkü tabiatta hiç bir devlet yalnız değildir, askerî satvetini ve madî kudretini tahdit eden
diğer devletler vardır, iradesi diğer milletlerin iradesile, serveti diğer milletlerin servetile tahdit edilmiştir. İşte Almanya gibi bu hakikati, bu muayyeniyeti tanımamış olan bir devletin şuuru körleşmiş, iradesi şişmiş demektir. Böyle bir devlet, mütemadiyen sağma soluna saldıracak, kesecek, biçecek, yakacak, yıkacak, fakat nihayet tükenecektir. Diğer cihetten, feylesof Bergson bir nutkunda Almanyayı büyük bir makinaya benzetiyor, bir makine intizam ve kudretile çalıştığını izahettikten sonra kırıldığını ve altında milyonlarca insanın ezildiğini tasvir ediyor ve manevî, ahlâkî kuvvetlerin ise mahvolmayacağını, bilâkis yaratıçı ve lâyezal olduğunu kaydediyor.. „
İşte, Papulasm ağzile “ İzmirden çıkarsam Anadoluyu yakarım!. „ diyen ve İzmirden çıkmak ihtimalinin kuvvet-leştiğini görünce aynı Anadoluyu çetelerile yakan bugünkü Yunanistanm hali dünkü Almanyanm halinden farklı değild r. Dünkü büyük Almanya gibi, bugünkü küçük Yunanistan da iradesi şişkin, şuuru kör, hep saldırıyor. Fakat tabiat değişmez. Yunanistanm bugünkü muvaffakiyeti herne olursa olsun, para ve kömür kuvvetile işleyen bu harp, zulüm ve istilâ makinesi çalışa çalışa, nihayet aşınacak, bir gün gelup kırılacaktır...
Türk milletinin bu hakarete lâyık olmadığını mevzu-bahsedecek ve müstesna medeniyetimizi insaniyet âlemine ilân ve müdafaa edecek olan ben değilim; Afrika içlerini ve buz kıtalarını bile keşfe, tetkike çalışan insaniyet alemi, Türkü belk Türkten daha iyi tanıyailir. Benim müracaat edeceğim kuvvet, sadece, milletin şuurudur, milletin namus ve şeref duygusu, selâmeti fikir ve muhakemesidir. Öyle bir şuur ki Yunan istilâsı karşısında derhal bir orduyu yoktan var etmiş ve diğer bir devlet için yeni bir hayat mebdei bulmuştur... İşte o şuura söylüyorum ki: Yunan makinesi pek yakında bir gün kırılacaktır. Haktan, vicdandan gelen bizim kuvvetimiz ise bütün manevî ve rahmani kvvetler gibi lâyezaldîr. Bu mücadeledeki bütün hüner ve dehamız zulüm ve şekavet makinesi ni mümkün olduğu kadar - bizim için az zararla - çok işletmek, ve nihayet aşındırıp kırmaktır...
Keder yolcuları
Geçen yaz, temmuz iptidalarında Kastamunu ormanlarını geçiyoruz: Ilgazları görenler yalnız çamlarla meskûn, nufusu çok, hoş bir memleket zannederler.... Çamlar, nevilerinin bütün neşvınema hırsını, yaşamak ve çoğalmak aşkını düy-mak işin Ilgazlara gelmişlerdir!. Ilgazlarm her sırtında, toprağının her karışında ferdleri on on beş metro yükselen bir çam ailesi vardır. Köklerinden kum, tepelerinden güneş yiyen bu uzun boylu mahlûklar, dindar anadolu topraklarının yeşil ve canlı minareleridir! Üzerinde bu yeşil minareler yükselen sırtları saatlerce çıkarsınız ve sulak bir vadiye doğru saatlerce inersiniz... Zengin bir dekor içinde yolculuk ediyoruz. Öyle zamanı olmuştu. Yüksek bir tepeyi aştıktan sonra bir derenin kenarına inmiştik. Dağların etek lerinden adım başına sızan sularla ıslanan çamurlu bir yoldan geçiyoruz. Arabamız köşeyi döner dönmez ileride, hemen yolun kıyısında oturan bir köylüye rastgeldik, tekerleğin geldiği tarafı arar gibi ellerini uzatıyordu. Bu adam, gözleri çukura kaçmış bir kördü! Arabanın yaklaştığını duyunca sükûnetle ayağa kalktı, artık hareket etmiyordu. Kaç gündür gönlümüz Anadolunun, bu hazin ve rüya memleketinin aşkile dolmuş gibiydi, taşmak coşmak için vesile arayordu. Arabamızı anadolunun iztiraplarını söyleyen bu canlı heykelin karşısında durdurduk ve ona sadaka verdik. Kör sadece:
— Uğurlar olsun size!
Dedi. Akşama doğru artık bu çam dağlarını terk etmiştik. Yolun bilmem hangi noktasında arabamız yine durmuş, dinleniyoruz, hem de otuz kırk kişilik bir sevkiyat kafilesinin istirahat halini seyrediyoruz. Kafilenin kumandanı olan çavuş, acemileri oyuna teşvik ediyor, biri kavaL çalıyor, ihtiyarın biri de raksediyor. Bu kaval her zamanki gibi dokunaklı, bu raks sade olduğu kadar canlı idi. Az çok neş’elendik fakat, daha fazlası mukadder değlmiş.-Uzaktan gelen çocuklu bir kadın nazarı dikkatimizi kendi üzerine celbetti. Kadın yaklaşınca:
— Kardeş! Dedi, ileride bir köre rasgeldiniz mi?
— Evet rasgeldik, dedim, iki saat kadar ilerde!.. O sizin neniz olur?
-t İşte o kör bizim köyden, yine köye götüreceğiz.
Kadın böyle diyerek çocuğun elinden totup sürüklerken sualimin samimiyetinden cesaret almış gibi, çocuğun kulağına eğilerek gizlice bir şey söyledi. Çucuk bize döndü, dedi ki:
— Ağa marul istermisiniz?
— Marulmu?.. Nasıl marul bakayım!
Dedim. Kadın korkak bir vaziyetle elindeki mendili açtı. İçinden susuzluktan büyümemiş bir kaç marul fidesi çıkardı.
Ben kötü mal gören müşteriler gibi alelâde:
— Kadın, bu maruldan başka her şeye benziyor! Bu yenmez ki!..
Dedim. Kadıncağız mahcup oldu ve ne diyeceğini şaşırdı. O aralık hatamı tamir için çocuğun eline bir mecidiye verdim. Çocuk bu parayı hiç görmemiş gibi bir müddet evirip çevirdikten sonra, annesine verdi. Kadın tekrar çocuğun kolundan tutup sürüklüyor ve:
— Uğurlar olsun kardeş!..
Diyordu. Bu kadın, hiç şübhesiz Harbi Umumîde kocasını kaybetmiş genç bir duldu; araba yolcularına bü kötü Riarulları satarak geçiniyordu. Bu tesadüf çok hazindi; kavalın ve raksın tesirini sürükleyüp götürmüştü.
Yine dün akşam çayhanenin birinde oturuyorum. On yaşlarında sarı benizli sıska bir kız çocuğu girdi. Elinde siyah bir tepsi üzerinde beyaz madenden işlenmiş bir parçayı müşterilerin önünden geçiyor, ince ve titrek bir şeşle soruyor.' .
— Tığ, istermisiniz?..
Çaycı izahatat verdi: Bu, evinde tığ yapan fakir bir adamın kızıdır. Adamcağızın sokakta çalışmaya gücü yetmiyor, ellerile tığ işliyebiliyor, kızı da bu tığları yirmi beş kuruşa satıyor, bununla geçiniyorlar!..
Çaycı bu sefalet ve mücadele hikâyesini anlatırken ben de üç Anadolu seyyahatimle Anadolularm bana sordukları suvali hatırlayordum.
— İstanbul nasıl, İstanbullular ne halde?!
Ve diyordum ki, Anadollu, çocuk, genç, ihtiyar, biz Türkler hep aynı haldeyiz: hep aynı ikbalin düşkünleri, aynı talihin kullan, aynı kederin yolcularıyız!.. Ey kum dağlarını ve çam ormanlarını yaşatan ve çoğaltan Allahım! Körün gözü parlaması, dulun eri dönmesi hikmeti ilâhiyene mugayirse, şu yaşayan çocukları olsun öldürme!...
Vicdan ve irade
Geçen yaz Niğde yerlerinden birinin oğlu bağdan dönüyordu. Dağda karşısına dört silâhlı çıktı ve teslim olmasını istediler. Genç adam teslim olmayı güçüklük saydığı için bir kayayı siper aldı. İki taraftan ateş açıldı. Bir müddet sonra eşkiya kaçtı. Genç salimen babasının evine döndü. Bu vak’ayı gencin ağzından dinlediğim zaman hayli nazari dikkatimi celbetmişti; gencin hesabı dörde karşı birin hesabı değildi, tecavuza karşı nefsini müdafaa eden bir adamın hesabiydi. Daha doğrusu bu bir hesabtan ziyade bir mucizeye benziyordu. Dört kişinin tecavüzüne karşı nefsini ne suretle müdafaa edebildiğini o da izah edemiyordu. O da bizim gibi birin dörde karşı müdafaasını şahane buluyor, kendi eseri karşınında kendisi de hayret ediyordu.
Niğdenin hafızasında yaşıyan hatıralar yalnız bu münferit şecaat vak’alarmdan ibaret değildir. Aynı memleketin evlâtları azmin, şecaatin daha büyük manzaralarını gördüler: Millî Hareketin başlangıcında Sivastan gelen istiklâl ve müdafaa daveti Niğdeliler arasında anî bir aksi tesir gösterdi: Bu daveti redde müstait olan memurlar bir gece ansızın memleket haneme sevkediliverdi. En ihtiyarları başta olduğu halde iki üç yüzü birden dağa çıkıverdi. Bu ufak kuvvet ne fennî bir pilâna, ne de bir erkânı harbi-yeye malik değildi. Yalnız bir amiri vrdı: dan, ve bir
kuvveti vardı: İrade... Bu ufak başı bozuk kuvvet bütün da yollarını k apadıktan başka bir gün muntazam bir ordunun altı yedi yüz kişisini de esir ederek Niğde sokakla-rina indiriverdi. Niğde evlerinde bu gün o kahramanlığın maceraları söyleniyor ve en çok hayret edenler arasında yine kahramanlar bulunuyor.
İşte bütün Anadolu harekâtı aklın ve hesabın çerçevesine sığdırılamıyan vicdanî ve iradî eserlerdendir Hatta denilebilir ki bu müdafaa vicdanın, iradenin kendisidir. Zayıfın kaviye, azın çoğa, fakirin zengine karşı zaferinden ibaret olan bu harika ancak manevî kuvvetlerin maddî kuvvetlere karşı olan hâkimiyetile izah edilebilir. Eğer Anadolu korkmuyor korkutuyor, yorulmıyor yoruyor, alçalmıyor yükselivorsa, bu, bitmez tükenmez bir kudret ve kuvvet hâzinesine malik olduğundandır. Bn manevî kudret ve kuvvetin şanı yalnız maddî kuvvetlere er geç hâkim olmak değil, mahvolmamak, ve bir gün gelip maddî huv-vetlereri de yaratmaktır.
Anadolu harbinin felsefesi
Geçen yaz Anadolunun harp sahasına en yakın olan Vilâyetlerini gezdim. Sakarya harbinin bütün şiddetine, müdafaanın bütün fevkalladeliğine rağmen Anadoluda her şey, her yer, her kes sakindi. O derecede ki kendinizi harp etmiyen, sulh içinde yaşayan bir memlekette zannedebilirdiniz. Gerçi Ankaraya giden bütün şosalardan akın akın cephane kervanları, top arabaları, tayyare takımları, asker kafileleri geçiyordu. Fakat bu hareketlerde hiç bir gösteriş yoktu, her iş en gürültüsüz ve en üzüntüsüz bir şekilde yapılıyordu... Bu, Anadolu müdafaasının göze görünen kısımdır. Kalp, ruh ciheti ayrı bir âlemdir. O âlemde her fikir, her his müdafaya çevrilmiştir. Ocakta, yolda, tarlada, hükümet konağında düşünülen, duyulan hep o müdafaadır. Tarihin zulüm ve tecavüz devirlerinde olduğu gibi zihinlerde ihtilâl, ruhlarda ihtiras yoktu, bilâkis tarihin büyük vect ve hürriyet zamanlarında olduğu gibi, bu ruhlarda derin bir tevekkül, kader ve talihe karşı büyük bir teslimiyet vardı. Anadoluda ölmek bîr emri tabiîdir. Tabiî olmıyan, yorgunluk, bıkkınlık ve yeistir. Zira bu vect her türlü maddî iztirapları eritmiştir. Açlık, soğuk, yara, hatta ölüm, maddî olan her felâket, her acı bu iklimde duyulmaz olmuştur. Anadolunun bu sükünet ve sekineti yanlız mafevkinin emrine itaat eden cahil ve masum halkta da değil, Anadolu müdafaasını yoktan var eden kumandanlarda da vardır. Sakarya harbi Ankara muallimler kongurasının toplandığı bir zamana tesadüf ediyordu. Türk ordusu düşmanı içeriye, Pulath hattına kadar çekmek * için muntazaman ricat ederken, Ankara Darülmuallimininj natamam binasında toplanan genç ve ihtiyar muallimler Türkiye maarifinin islâhı ile uğraşıyorlardı. Öğünlerin birinde cepheden henüz avdet etmiş olan Mustafa Kemal Paşa muharebenin safhaları hakkında Millet Meclisine izahat veriyordu. Elinde harita, en sade bir lisanla fikirlerini ifade eden bu zatin hali sade bir lisanla meramını anlatan bir muharririn hali kadar külfetsiz idi. Zannedersiniz ki Anadolu kumandanlarının bütün dehası düşmanın her kuvvetini, her tecavüzünü ve hayatın her şeametini sükûnetle karşılamaktar ve her maddî kuvvete karşı sebat etmekten ibarettir.
Hulâsa Anadoluda en küçük bir neferden en büyük bir kumandana, en ufak bir müsademeden, en büyük bir meihameye kadar her insan sakin, her zafer nümayişsizdir. Cephede ve cephe arkasında sessiz, gösterişsiz çalışan bu insanları görenler için iki nazariyeden biri: Ya Anadolu yaptığı muazzam müdafanın tarihî ve İnsanî kıymetini taktirden aciz insanların ülkesidir, yahut bu insanlar bütün bir orduyu var ettikten ve bu ordu ile adedi, vesaiti daima katkat faik bir düşmana Inönünde, Sakaryada galip geldikten sonra kendi mucizesinden gururlanmiyacak ve hiç bir nümayiş yapmayacak derecede yüksek seciyeli, vakur insanların vatanıdır., ikinci nazariyenin ne derece doğru olduğunu anlamak için mutlaka cephelerde bulunmak lâzım değildir. Uzak köylerde bile cephe menkıbelerini dinlemek, hudutların selâmeti için çalışan köylüleri, sırtında cephane taşıyan kadınları görmek kâfidir. Anadoludaki ¡millî hayatın nevi şimdiye kadar zihnin ve lisanın icat ettiği mefhumların hiç birile kabili ifade değildir. İnsan bu hakikati gözile gördükten sonra kendi kendine sorar ki: Acaba Anadolu halkı türk ve yunan harbinin bütün fennî ve askerî mahiyetini, ihtimallerini düşünecek, zafer hususunda yüzde yüz emin olduğunu anlayacak derecede münevver midir? Hayır!. Öyle ise Anadoluda bu harbin mahiyetini, atisini tenvir etmek maksadile köylere ve en cahil köylülere varıncaya kadar telkinatta bulunmak maksadile teşkil edilmiş bir propaganda şebekesi mi vardır? Yine hayır!.. Ohalde bu saf, cahil ve fakir halka davasının hak, düşmanının zebun olduğu kanaati nerden geliyor ? Kim, hangi esrarengiz kuvvettir ki “Köylü, cepheye koş ! Allah seninle beraber dir„ diyor?!. Bence bu esrarengiz kuvvet iki tarafın kuvvetini, vesaitini, kabiliyeti harbiyesini hesap ettiren, Yunanlıların bir çok maddî hususlardaki faikiyetini düşündüren kuru bir akıl ve muhakemenin çıkardığı riyazî netice değil, fakat tarihî ve manevî bir hayatı olan bir milletin vicdanının en derin nahiyelerinden gelen bir ilham, bir şevki tabiî, yaşamak ve hürriyetini müdafa etmek şevki tabisidir.
Köylerden asker çıkaran ve onu yeryer müdafaa merkezleri haline getiren, nihayet muntazam bir orduya kalben, silâh olmayan yerde taş, istihkâm bulunmayan yerde göğüsle müdafaa ettiren, en nihayet bütün müte-meddin insaniyetin huzurunda “İşte ben varım ve var olacağım! „ dedirten bu şevki tabiîdir. Bu esrarengiz şuur hiçbir ilmin, hiçbir talimin ve hiçbir propagandanın mahsulü değil, fakat tarihimizin, hayatımızın, en derin ve en samimî benliğimizin sesidir, dinin, ahlâkın, sanatın, mef-kûrenin adeta kendisidir... İşte bu lâhutî kudret aklın ve muhakemenin sathına çıktığı gün Anadolu Türkü kendisini mintarafillâh bir vazifeyi mukaddeseye memur duydu ve peygamberlerin, velilerin, fatihlerin iradesini kendi nefsinde buldu. Artık hiçbir şeyden korkusu kalmamıştı
Bugünkü Anadolu hükümetinin vaziyeti için en yakın misal ne olabilir? Bir Frausız mütefekkiri için bu cihanı istilâ sevdasına düşen ve kendinden başka kuvvet, kvvetten başka hak tanımıyan Almanyan değil, bir namus uğruna köylüsünden kralına kadar bütün topraklarını ve bütün medeniyetini düşmanına istilâ ettiren Belçikanm ve aynı hassasiyetle düşman istilâsını istihkar eden Fransasm vaziyetidir. Gerçi Almanya da Belçika ve Fransa gibi dünya üzerinde hak davasında bulunuyordu, gerçi Almanya da kendisinin ali ve İlâhî bir ırk olduğunu iddia ediyor ve bu iddiasını teyit edecek ırk nazariyetlerine sarılıyordu, fakat Alamanya haksızdı!. Gerçi Alamanyada „zaferi nihaî,, diyordu, fakat münhezim ve makhur oluyordu. Gerçi Alamanyanm da namütenahi zannedilen kuvvetleri vardı. Fakat nihayet tükendi!.. Gerçi Alamanya da dünyanın en cesim toplarını dokuyor ve müthiş tahtelbahirler yüzdürüyordu. Fakat toplan patlamaz, gemileri yüzmez oldu!.. Çünkü Alamanyanm kuvveti manevî değil, maddî idi. Kuvvet içeriden gelmiyor, dışarıdan, toptan ve gülleden geliyordu! [1].
İçtimaiyatçı Dürkheim “ Harbi kim istedi?,, unvanile yazdığı risalede: Alamanya mağlûp olacak, çünkü tabiatta beşerî kuvvetler haricinde maddî kuvvetler vardır. İradeyi beşer bu kuvvetlerin zaruretlerde mukayyettir, halbuki Alamanya bu tabiî kuvvetlere de isyan etti. Alamanyanm iradesi salim bir irade değildir, dehamete uğramıştır, diyordu. Bu gün müteveffa Dürkheim’m nazariyesini teyit eden misal Yunanlıların vaziyetidir. Bu günkü Yunanlılar da dünkü Atamanlar gibi tabiatin kanunlarına karşı isyan etmiştir. Nüfus, para, gemi, kurşun, top gibi maddî kuvvetlerini nüfusun, servetin, idare adamlarının kifayet edemiyeceği mesafelere döküyor, hudut, zaruret tanımıyor, Almanya gibi bu milletin de iradesi salim bir irade değildir, dehamete uğramıştır. Dünkü Alamanya “Millî hududlar, hürriyet, şeref ve namus... „ gibi insanların en mükaddes tanıdıkları kıymetlere ve mefkurelere hücum ediyordu. Büyük Kante’m milleti o kadar büyük feylesofları olmıyan fakat buna mukabil gayet çalışkan, ve gayet namuskâr olduğu için Harbi Umumîde bitaraflığını bozmak istemiyen ufak bir milletin, Bel-çikanın hududlannı çiğnemişti. Almanya yalnız askerî hudud-lara değil aynı silâhla beşeriyetin mali müştereği olan manevî sahalara, bedialara da hücüm ediyordu. Gotik san’atinin en mütekâmil eseri olan Reims kilisesinin dantel gibi mce oymalarını Krup fabrikasının obüsleri tuz gibi dağıtıyordu!. Almanya da topla, tüfekle her şey mahvolur sanıyordu. Halbuki Meşhur feylesof Bergson’un“Harbin manası,, adlı makalelerinde dediği gibi, âlemde tükenen hem de tükenmiyen kuvvetler vardır. Alamanyanın topları Yuna-nistanm Efzunları gibi tükenen kvvetlerdendir. Halbuki Fransanın, Belçikanm vatanperverliği Türkün namus ve kahramanlığı gibi tükenmiyen kuvvetlerdendir. Zira manevî kuvvetlerin menbaı İlâhîdir.
Yunan ordusu ergeç inhilâl edecektir. Çünkü maddî kuvvetler tükenicidir. Halbuki bizim kuvvetimiz tükenmiyecektir. Çünkü manevî kuvvetler yaratışıdır. Bizim ordumuz ricat etse bile inhilâl etmiyecektir, fakat Yunanistan ölen Efzun-larının yerini doldurmıyacaktır. Yunanistan makhur olacaktır.
Hülâsa ister Anadolu halkı gibi sadece hayat şevki tabiîsine müracat ediniz, ister bir içtimaiyat âlimine sorunuz ve yahut bir feylesof gibi harbimizin mukadderatını maddî manevî kuvvetlerin mukadderatile izah ediniz, nihayet vasıl olacağım netice şudur: Yunanistan düşecek, Türk kurtulacaktır. Harbimizin felsefesi hürriyetin felsefesidir. Bizim bu itikadımızı sarsacak hiç bir ilim, hiç bir his yoktur.
İlâhî zafer
Balkan hezimetinden iki sene sonra idi. Mağlûbiyetin acısı henüz geçmemişti. Bir gün îstadbulun oldukça uzak bir mahallesinde nümüne mektebinin bahçesinde çocuklar ve aileler toplanmışlar, müsamere seyrediyorlardı. Mini mini çocuklar manasını anlayamadıkları manzumeleri okuyorlar, kadın erkek bütün halk bu tantanalı fakat cansız sözleri mihaniki ve gayrı şuurî surette alkışlayorlardı.. Müsamere fikirlerde hiç bir iz, hislerde hiç bir uyanıklık hasıl etmeksizin saatlerce devam ediyordu!.. Halkın bu intizarlarını görenler onun daha manalı bir şey beklediğine zahip oluyorlardı. Müsamerenin sonuna doğru yirmi yirmi beş yaşlarında bir genç, cemaate karşı söz söylemekten çok sıkılan bir mualli m konferans vermeğe başladı. Konferansın mevzuu ne idi, kimlere hitap ediyordu? Ne maksatla hitap ediyordu?. Bunların hiç biri evelden bilinmiyordu. Genç muallim boğuk, titrek bir sesle, ekseriya da ellerinin kollarının sarsak hareketlerine müracaat ederek muhayyel bir türk ülkesinden bahsediyordu. Bu ülke muazzam bir devletindi, diritnotları, topları, orduları, fabrikaları, ticaret filoları, büyük mektepleri, senayii nefisesi olan bir devletindi. Bu ülkenin havası saf, topraklan feyyaz insanları çok çalışkandı. Bu ülke tarihin kaydettiği ülkelerin en müterakkisi, milletlerin tahayyül ettiği ülkelerin en muhayyeli idi. Bu ülkeyi kim, hangi kudret halk etmiş, hangi millete tevdi etmiş, hangi tarihe onu kaydetmek şerefini vermişti?.. Bunlar da mechuldu.
Genç muallimin rüyası o tarihte bütün genç milliyetperverim ruyasiydi. Türkçülük mefkûresinin bediî timsali bu “ muhayyel ülke,, idi. Bütün genç muallimler, hatipler: “Bir gün gelecek, harap yurdumuz Turan olacak!,, Diyorlardı. Fakat aradan seneler geçiyor, muharebeler oluyor, mezarlar insanlarla doluyor, serviler yıkılıyor, minareler kırılıyor, genç hatibin hayali aslâ vucut bulmuyordu!. Zaman zaman biz milliyetçiler rüyasında zengin olan fakirler gibi her uyanışta bir kere daha a vuçlanmızın içini arayorduk. Milliyetçilik sukutu hayali her türlü hayalsizlikten daha elimdi. Millî intibahın bu safhası en sönük safhadır.
Benim hafızamda mîllî intibahın ikinci safhasını tespit eden vaka şudur: Bir akşam geç vakit Şehzade Başından geçiyordum. İhtiyar bir dostüma tesadüf ettim. Bu zat doktorluk' mesleğine şiiri, resmi ve musikiyi ilâve etmiş bir mütefekkirdir. Arkadaşları arasındaki mevkii sadece müspet düşünen, muhakemelerinde ki vuzuh ve katiyetle teshir eden bir mütefekkir mevkii değil, hem de hayat hamlelerini taşıyan mezara girse kendisile birlikte hayatı sürükleyen' bir san’atkâr, ciddi bir adam mevkiiydi. Doktorla aramızda millet bahsi açıldı. Her zamanki gibi parlak gözlerini ileri dikerek kalın ve keskin sesile hikâye etti: “Senelerden beri Türk Ocağına gidiyorum. Senelerdenberi de ocak için bir bina yaptırmak me’elesi görülşüüyor. Yer yok, fazla olarak her ay yüz, iki yüz lira masrafımız oluyor. Bu gidişle bir yurt sahibi olmak imkânı olmıyacak. Öyle ise arkadaşlar dedim, burada belki üç bin kişiyiz, gidelim yangın yerlerinde bir arsa satın alalım, her birimiz bir gün temel kazalım,, yine her birimiz birer tuğla getirelim, içimizde min ar olanlar haritasını yapsınlar, duvarcı olanlar duvarını!. İki ayda basit bir bina yapalım, içine girelim, gelecek sene biraz daha ikmal ederiz. Gelecek senelerde yine çalışırız, ölünciye kadar... Biz öldükten sonra da gelecekler çalışsınlar... Ak saçlı doktor bu sözleri okadar i ddiyetle ve o kadar samimiyetle söylüyordi ki müteessir olmamak kabil değildi. Doktorun bu sözleri üzerinde düşündüm: İşte bir miliyetperver ki birincisi gibi hayalle, menfi bir teşhirle kalmıyor, hayali hakikate kalp etmek çarelerini buluyor, rüyasına vucut verecek fenne, usulede vakıf... Fakat hayatın huzurunda bu doktorla o muallim ar’ mdaki fark ne olabilir? Biri sadece tahayyül ediyor, diğe . razla olarak tefekkür ediyor, işte o kadar...
Bu tesadüflerden sonra hayli zaman geçti. Günün birinde Harbi Umumî Türkiyeyi İtilâf devletlerine mağlûp etmişti. Müstakil yaşamak istiyen Türkiye için artık hiç bir ümit kapısı açık kalmamıştı. Her ümit, her hayal sararıyor, her tefekkür tıkanılıyordu. Her yerde ölüm havası teneffüs ediyordu. Günün birinde Çanakkale sperleri içinde ölümle göğüs göğüse çarpışan ve ölümle sade vücudünü değil, aklının, hissinin bütün melekâtını karşı koyan bir kumandan memuren Şarkî Anadoluya gidiyordu. Bu adam kimdi ? Sekiz sene evvel muhayyel ülkeyi terennüm eden genç miydi? Yoksa basit projeyi tavsiye eden mütefekkir miydi? hayır, sadece bir asker, belki o genç hatip gibi millî rüyaların zevkim tadan, belki o mütefekkir gibi emellerin nasıl tahakkuk edeceğini bilen bir adam, bu adamı evvelki enmuzeçlerden ve dünyanın bütün şair, hassas, müdekkik insanlarından ayıran bir seciye vardı. Bu seciye ne hayalî ne de fikrî sahada kalmıyor, yüksek bir hayatiyete malik olan verasetler gibi şuurun, vicdanın en derin tabakalarına indiriyordu. Bu seciyenin kökü azimdi. Bu adamda genç muallim gibi rüyasında bir ü ke görmüş, ihtiyar mütefekkir gibi ülkeyi inşa etmenin çaresi budur demişti. Fakat ne rüyaların içinde boğulup kaldı, ne de fikirler tavsiyesi ile vakit geçirdi, türk milletinin yaratıçı kabiliyetini bir kere daha ispat için ileriye atıldı. Yarinki devletin ilk temel taşını sırtında taşıdı ve tuğlasını kendi elile koydu. Sağdan soldan, dağdan tepeden, şarktan garptan gelen kuvvetler kuvvetine zammoldu. Bu ferdî azimler birleşe birleşe ve her birleştikçe yeni yeni kudretler doğa doğa bu günkü müzafferiyeti doğurdu. Anadolu zaferinde tecelli eden rüya, genç muallimin rüyasıdır; bu zaferi idare eden zekâ, mütefekkir doktorun zekâsıdır; fakat bütün bediî ve ilmi tefsirlerle izah edilemiyen bu harıkulâde eser iradenin, bu batinî kudretindir. Ruhun bu güzel mucizesini, bir kere bu mucize azmin, iradenin esrarengiz menbalarından fışkırdıktan sonra, münhasıran iyi düşünülmüş bir plânın, iyi tatbik edilmiş vesaitile izaha kalkışacaksınız. Nihayet herkes gibi bilâ ihtiyar siz de harikul ade bir netice, düşünülmemiş bir zafer diyeceksiniz ve gayrı kabili izah bir hadise karşısında bulunacaksınız. Onun için bütün aklî muhakemelerden, İlmî tahlillerden evel hayata yaklaşalım. Vücu-dümuzü sperlere yerleştirelim, aklımızı Anadolu askerinin aidi]e, hissimizi muhariplerinin hissile birleştirelim, kubbelerimizi, minarelerini, mihraplarını yıkan, namusu, iffeti körleten, damarlarımızda dolaşan kana susayan bir düşmanla karşılaşmak için evvelâ ölüm kokusunu duyalım ve ruhumuzun gayrı kabili ifade bir hamlesile irademizin bütün şiddetile sarsılalım, işte o zaman bir âlemi imkân içinde yaşadığımızı göreceğiz, o zaman her fikir millî gayemiz için muti bir alet, her emel, her rüya tahakkuka amade bir maksat olacaktır.
Millî müdafaanın bize öğrettiği hikmetler gayet basittir:
-
1 — Para, top, tüfek, propağanda... gibi, haktan, hayattan, vicdandan gelmiyen maddî kuvvetler tükenicidir; halbuki izzeti nefis, namus, mefkûre gibi manevî kuvvetler lâyezaldir ve maddî kuvvetlerin fevkindedir.
-
2 — Milliyetin, hürriyetin ihtiyacı ne sadece bediî tahayüllere, ne de sadece fennî plânlardadır. Milliyet kökleri rademizin, azim, fedakârlık ve istihkarı hayat gibi cevherlerde beslenen genç bir fidandır.
-
3 — Milletlerin esaret veya isiklâli mevzuubahsolduğu tarihler tarihlerinin hayat veya memat noktalarıdır. Büyük adamlar hürriyet yerine zillet yolunu ihtiyar ederek kendilerde beraber milletlerini de ölüme sürüklerler! Halbuki yine o adamlar ölüm bahasına hayat ve istiklâl yolunu tutarak kendilerini ve milletlerini hürriyete ksvştururlar...
Efzunla istilâ edilmiyen ülke
Günün birinde Izmirin Yunanlılar tarafından işgal olunacağı şayi olmuştu. Kadın, erkek, çoluk çocuk bütün müslümanlar minarelerden gelen bir davet üzerine şehrin meydanlığında toplandılar. Zavallılar beyhude telâş ediyorlardı. Körfezde yatan zıhlılara protestolar çektiler, beyhu-hude o zamanın âciz valisine müracaat ettiler... Aradan çok geçmeden işgal vaki oldu. Elinde Yunan bayrağı taşıyan bir kız Kordondan geçen taburların önünden yürüyordu. Niçin “yaşasın Venizelos !„ bağırmayorsun diye bir zabitimizi şehit ediverdiler. Derakap vukuat vukuatı, tecavüz tecavüzü takipetti, zulüm zulmü teştit etti. ,
Kumandanları beyannamelerin de Anadoluya hürriyet ve adalet getirdiğini söylüyordu. İdare adamları nutuklarında Yunan idaresinin esasatı yunan feylesoflarının esasatına göre olduğunu ilân ediyorlardı. Yunanlıların bu beyannameleri, nutukları haricindeki adaleti, eski yunan feylesoflarından alınan esasatı ne idi ?! Bnnu üç buçuk senelik işgalin tarihi göstermiye hazırlanıyordu!.. Yunanistan acaba hangi medeniyetini tesise geliyordu ?! Cahil anadolunun vatanında Atina Darülfünununun acaba hangi şubelerini açacaktı ?! Esasen bu ufak milletin ilim ve irfanını taşıyor muydu ?! îzmire ayak basmadan evvel, âlemi tenvir için kendisine İlahî bir memur vecdi mi duymuştu?! Yoksa bu zayıf millet tekessür eden nüfusunu taşırmak için bir müs-temlike mi arıyordu?! Anadolu Türklerinin kendi kendilerini idareye kabiliyeti olmadığını bu millet kimden öğrenmişti?! Kendisinin büyük bir müstemlike milleti olduğunu ona kim söylemişti?! Yunanistanın müdafae ettiği Hak hangi hak, himaye edeceği ilim hangi ilim, neşredeceği medeniyet hangi medeniyetti ? ! İşte bütı n bunlar meehuldu. Bütün bunlar Yunan idare adamları tarafından bile samimî surette belki hiç mevzuubahsolmamıştı!.. Kıralları da dahi! olduğu halde hariçte pulatikacılann valilerinden, dahilde nümayişçilerin türlü alâyişinden sarfınazar, şu basit suali belki hiçbir Yunanlı bir kere olsun kendi vicdanına sormamıştı: Ben neyim?!. O halde Yunanistan topraklarımızı niçin istilâya geliyor, akibeti meçhul olan bu kanlı, sergüzeşte neden atılıyordu ?!.
Bu sualin cevabını hayatın, ezelî zaruretlerini idrak eden durendişler hakikî millet adamları değil, aynı hayatın aynı tarihin cahili olan bir serseri veriyordu. Bu adam. Venizelostu. Venizelos müdebbir değil, fakat hilekârdı. Venizelos hükümet adamı değil fakat bir komitacı idi. Ve-nizelos azimkâr değil, fakat fırsat düşkünüydü î. Hilekâr zekâsının, komitacı ruhunun, zebunküş mizacının bütün kuvvetini sarfetti. “ Megaloidea „ ile, hayaliham ile me-lûf bir milletin iptidaî kalan şuurunu büsbütün körleştirdi... îpnotizma mütahassıslannın sinirli hastalarını sunî olarak uyuttukları gibi, sahte pulatikacı da aciz milletinin aklını, iradesini uyutuyor, bütün selâmet hissini, bütün tenkit ve ihtiyat melekelerini kötürümleştiriyordu.. Hastalarını ilâçlarının iksir olduğuna inandıran yalancı hekimler gibi, bu yalancı diplomat ta pilamnm lâyuhti olduğuna kandırıyordu. Yunanistan böyle bir ipotizmacıya teslim olmak için ruhunun en müstait bir zamanında yakalanmıştı, nihayet teslim oldu. Yunanistanm “Size adalet getirdim,, dediği millet onun adaletini istemiyordu. Yunanistanm “Sizi idareye geldim,, dediği millet onun idaresini talep etmemişti! Hiç bir Türk, hatta kendi dindaşı olan anadollular dahi Yunanistanı istemiyordu. Bu vaziyette tecavüz eden Yunanistan ne yapacaktı? Kendisini cebren isletecekti!..
Filhakika Yunanistan istilâya, zulme niyet eden, bir milletin bütün hazırlıklarına malikti. Gerçi Yunanistan henüz Harbi Umumiden çıkmıştı, fakat bu harbe geç girmişti. Gerçi Yunanistan harp için masraf etmişti fakat mâliyesi zengindi. Gerçi Yunanistan bu Harbi Umnmide maktul vermişti, fakat büyük zayiata uğramamıştı. Bunun haricinde olarak Yunanistan silâhın, cephanenin bütün envaına malikti. Yunanistanda top, tüfek, zıhlı, diritnot, Efzun, Dı-rahmi herşey vardı. Denizlere hâkim, karalara yakındı. Bütün bu maddî vasıtalar haricinde müttefiklerinin manevî müzaheretine lâyık görünmüştü. Yunanistanı bu teşebbüsten vazgeçirecek, ona “Dön geri!,, diyecek hariçte dahilde hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız bir kuvvet, fakat bütün maddî, haricî olan kuvvetlere benzemiyen, batınî, manevî bir kuvvet: Vicdan! Halbuki o da daha evvel Başvekil tarafından uyuşturulmuştu. Binaenaleyh Yunanistan ne ha-ficinde, ne de hatminde bu tecavüzünü tevkif edebilecek hiçbir manie tesadüf etmiyerek ipnotize edilmiş bir adam mihanikitiyle saldırdı, kan dökmek, şehir işgal etmek, köy yakmak, ekinleri mahvetmek için saldırdı...
Beri yanda Türkler ise zaten talihin bütün meşum akibetlerine uğramışlardı. Türkiye İzmirin işgalinden çok evvel mağlup milletler gibi bir mütareke aktetmiş, silâhlarını bile teslim etmişti. Türkiyenin zengin bir mâliyesi, tükenmez bir hâzinesi de yoktu. Gençlerinin kısmıazamı Harbi Umumide telef olmuş, birçok dirayetli zabitleri şehit düşmüştü. Silâhsız ve cephanesiz Türkiye dünyanın en nazik bir kıtasında sakin bulunuyordu. Her taraftan denizle muhat olan Anadolunun limanları topsuz, tabiyesiz, istilâlara maruz bir halde idi. Yunan bayrağı İzmir kordonunda gezdirildiği gün Türkiyenin asker denilebilecek askeri, müstakil denilebilecek devleti yoktu. Fakat yine bu Türklerin para ile satın alınmayan, Efzunla istilâ edilmeyen ve zaman ile tükenmiyen bir knvveti vardı: Vicdan 1 O vicdan ki âlemde gayet müstesna bir medeniyeti, İslâm ve türk medeniyetini vücude getirdikten ve hayatının mukadder olan bütün ezalarına göğüs gerdikten sonra Çanakkale muzafferi-yetini yaratmıştı. Türk vicdanının unsurları arasında ölüm vardı, esaret yoktu. Zaruret vardı, zillet yoktu. Türkün vicdanı denilen bu manevî kuvvet acaba açık limanları kapatabilir miydi, Anadolunun azalan nüfusunu çoğalta bilir miydi, Devletin tükenen hâzinesini doldura bilir miydi ? 1. Maddî kuvvetlerle manevî kuvvetlerin cidalini bu türk ve yunan harbi gösterdi. Bu harbi sırf bu noktadan dört safhaya ayırabilirsiniz. Birinci safha, İzmir kordonuna çıkan bir Efzun karşısında ellerinden kollarından başka silâhı, incirinden, devesinden başka serveti olmayan bir köylü vardır. Bu safha köylü tarafından mukavemetsizlik ve yeis Efzun tarafından cüret ve zulüm safhasıdır, ikinci safhada bu efzunun karşısına çıkan silâh namına elinde yalnız bir asâ servet namına cebinde yalnız bir atmıştık taşıyan bir fa-kirvardır. Efzun manevî adamın harikutâde bir savletiyle mızrağın ucuna saplanmıştır. İnönü muzafferiyetlerini hatırlayınız.. Üçüncü safhada Efzun karşısına çıkan namlısı paslı, askısı ipli bir tüfek taşıyan köylüdür. Efzun ise mitral-yozları kullanan Efzondur. Harbin bu safhasında Sakarya bize faik olan maddî kuvvetlerin maddî - fakat manevî kuvvetlerle beslenen maddî - kuvvetler karşısında evvela dalgalandığını ve sonra nasıl sarsılarak mağrurane değil, fakat makhurane bir ricatla nihayet bulduğunu gösterir. Dördüncü safhada maddî kuvvetler aşağıyukan tevazm etmişti. Fakat arada büyük bir manevî kuvvet farkı vardı. İlk hamle sırf etten ve kemikten teşekkül eden düşman kuvvetinin erimesi için kâfi gelmişti...
Şimdi bazı garip insanlar var, diyorlar ki: Biz bu harpte ne kazandık ?! Düşman zaten memleketimizde değil miydi ? 1 O halde onu sürüp çıkarmakla ne kazanmış olduk ? 1 Evet arkadaş, bizim kazandığımız senin anladığın gibi maddî bir ülke değil, manevî bir ülkedir, adıda hürriyettir. Ve hiçbir ülke bir millet için bir hürriyet ülkesi kadar giranbaha değildir. Bilinmez ki Yunanistanın bu hezimetinden sonraki akibeti ne olacak?.. Yine bilmezsin ki bu büyük zaferi kazanan millî iradenin hızı tükeninceye kadar âlemde neler yaratacak?.. Belki hiçbir imar, hiçbir İslâhat, hakkını, hürriyetini müdafaa etmiş ve vicdanının ülkesine saltanat kurmuş bir milletin iradesi kadar tarihine hayat bahşedici değildir. Arkadaş! İlmî, iktisadi bütün zahirî, maddî inkilâplann anası heyecanların kaynağı ise, milletin bir an, bir devir için kendi manevî varlığını duyması kendi hürriyetinin zevkine vasıl olmasıdır. Bu> zafer inkılâpların en büyüğü, bu inkılâp zaferimizin en mukaddesidir..
Kostantini şaşırtan netice
“idaremizin esasları eski yunan feylesoflarından mülhemdir,, diyen yunan kumandanları “mağlûbiyet deha„larile mütenasip bir lisan icat etmişlerdi: İzmir havalisinin işgaline “askerî gezinti,, demişlerdi, İnönü hezimetinin adını mağ-rurane ricat,, koymuşlardı. Son kat’i mağlûbiyetlerini ve-makhurane ricallerini de sıkılmadan “Geri tecemmüleri„ sözile ifade edivermişlerdil. Şair milletin feylesof kralı Efzun-lar kordondan denize dökülürken bu durendiş milletine neşrettiği beyannamede mağlûbiyetin ordular için gayri mütat olmadığını söylüyor, ve bu mağlûbiyetin düşmanın hatır ve hayalinden bile geçmediğini ilâve ediyordu.
Eğer Kostantin mücrim, aynı zamanda makhur bir milletin kralı olmasaydı sözlerini bir noktadan şayanı dikkat bulacaktık. Fakat bu gün bu sözlerin meyus tebaasının vicdan azabını teskinden başka ne gayesi olabilir?! Zira Kostantinin bu sözlerden kastettiği mana kolaylıkla anlaşılıyor, mağlûp hükümdar demek istiyor ki: “Ordum galip gelebirdi, fakat mağlûp oldu, Çünkü bir tesadüf, ehemmiyetsiz bir sebep bu mağlûbiyeti hazırladı. En muntazam,, en muharip ordular dahi ufak sebeplerle perişan olabilirler, onun için galibiyet de, mağlûbiyet de ordular için bir emri mukadderdir. Binaenaleyh ey şaşkınlar, bu sözlerime inanıp müteselli olun, ordumun tabana kuvvet kaçması çok şey ifade etmez. Yalnız bir şey ifade eder ki o da kaçtıklarıdır. Kaçmıyabilirlerdi, fakat kaçtılar, Çünkü en muntazam ve en muharip ordular dahi kaçabilirler, meselâ askerleri korkar, aç kalır, siperlerde otura otura canı sıkılır, bir takım ufak sebeblerden dolayı nihayet kaçabilir, onunt için ey eski yunan feylesoflarının esasatma göre idare ettiğim ey hayali ham milletim, meyus olmayın, zira galip gelmek te, kaçmakta bir emri mukadderdir...işte Kralın, beyannamesi bir takım umumî, mücerret lâkırdılardan sıyn-lıpta tafsil ve teşhir ediliverince böyle bir hezeyana mün-kalip oluyor! Kralın sözlerini bir derece daha çürütmek müzah muharrirlerinin işidir! Bu sözlerde tetkika, müna-kaşeye değer hiç bir mahiyet yoktur.
Fakat kakikî bir vatanperver kalbiyle son harbimizin inkişafına teveccüh ettiğimiz zaman bizi hakikaten şaşırtan noktalar yokmudur ?!. Bu suvalimize cevap verebilmek için taarruzun ilk günlerinde ki vaziyetimizi, haleti ruhiyemizi hatırlamak icap ediyor. O günlerde bizi büyük bir takdir ve hayrete sevkeden iki nokta vardı: Darbemizin fevkalâde surette, ansızın vaki olması ve fevkalâde sur’atle inkişaf etmesi... Bu gün aynı taaruzun bizi yine hayret ve takdire sevkeden diğer noktası fevkalâde az bir müddet zarfında neticeyi kat’iyesini istihsal etmesidir.
Anadolu bu neticeyi kat’iyeyi istihsal için tam üç senedir oğraşıyordu; para, asker, cephane, tabiye, plân... Bütün bu hazırlıklar bu neticeyi kat’iye içindi. Anadolu köylüsü gece gündüz kazandığını müdafayi milliyeye verirken, Anadolu erkânı harpleri de gece gündüz düşmanı mağlûp etmek için imalifikrediyordu. Mualimler, vaızlar, hatipler, bütün hükümet memurları boş durmuyorlardı. Onlar da mütemadiyen davayı milliyi bir fikir ve şuur haline getirmeğe çalışıyorlardı. Üç senedenberi Anadolu köylüsünün timsali üzeri başı, saçı sakalı tozdan bem beyaz olmuş, mütemadiyen cephane taşıyan bir külüydü. Üç senedenberi Anadolu erkânıharbinin timsali, neferden sade üniformasının ufak yıldızlarile fark edilebilen mütevazi bir askerdi. Üç senedenberi bütün Anadolu münevverlerinin timsali müdafaanın şuuru haline inkilâp etmiş ruhlardan ibaretti. Evet Anadolu müdafaası hiçte kolay olmadı. Beyhude bu müdafaanın başlangıcındaki çete tertibatına zihninizi saplayorsunuz ve çetelerin seyyar, basit, anî faaliyetlerde bu günkü Anadolu teşkilâtını anlamağa çalışıyorsunuz. Hakikat hal hiç böyle değildir. Şair, Osmanh
.saltanatının müessesesine bir aşiretten bir devlet çıkardık diyor; halbuki Anadolunun mukadderatine vaziyet edenler yeni devleti hemen yoktan vucude getirdiler. Bu kadar büyük bir azim, bu kadar büyük fedakârlıklar ne içindi? Neticesi gayrı muayyen bir harbe girişmek, zaten makûs olan talimize yalvarmak için miyidi ?!. Yunanın İzmir e yerleşmesi bir emri vaki olmuştu. Sevres müahedesile devletler şöyle böyle bize Anadoluda bir hakkı iskân veriyorlardı. O halde neticesi malûm olmıyan bir iş için kan dökmeğe neden lüzum vardı?! Halbuki netice iman ehli için pek muayyen, pek vazıhdı. İddia edilen nokta Yunanlıları sürüp atmaktı. Bütün o üç senelik müdafaa hayatı, fedakârlık sahneleri boş değildi. Bütün hazırlıklar bu neticenin istihsali içindi, fakat bu netice ne zaman kat’i surette istihsal edilecekti? Ne şekilde istihsal edilecekti? Ne kadar müddet zarfında istihsal edilecekti?.. Bunları kimse bilemezdi. Bunlar hayatın istikbaliydi. Halbu ki hayatın istikbali keşfe-dilemezdi... Gerçi bizi davamızın hak olduğuna inandıran hissimiz, vicdanımızdı. Gerçe biz davanın müdafaası için -cehtediyorduk. Bu cehtimızin sonu zafer olacağına iman ediyorduk, lâkin maksat uğrunda sarfedilecek emeklerimizin mikdarını, maksat uğrunda şehit düşecek evlâtlarımızın adedini bilmiyorduk. İzmir yolunda besalet gösterecek askerlerimizin gizli ruhunu bilmiyorduk. Biz yalnız sebat ediyorduk, can ve mal sarfediyorduk, fiilimizin hayır, neticesinde zafer olduğuna iman ederek, işte okadar...
Bu gün bu netice emrivakidir. Anadoludaki harakâtı :milliyeyi idare edenlerin ilk rüyaları tahakkuk etmişti. Ruhun bu muazzam eseri karşısında ya Kostantin gibi şaşmak yahut izaha çalışmak bizim elimizdedir. Filhakika siyasiyle İnönü, Sakarya, Afyonkarahisar, Dumlupmar muharebelerini yapan bir millet için kendi vicdanından kopup ¿gelen güzel hareketleri tesadüfle, talihle, düşmanın kor-■kaklığıyle izah etmekten daha doğru, daha asil hareketler 3 neden olmasın?! Millî kahramanlığımızın ne izahını ne alelâde bir zabıturapt muvaffakiyetinde nede alelâde bir sev-kulceyş ve tabiye zekâsında bulamayız. Çünkü ordunun intizamı, tabiyenin mahareti bir orduyu teşkil eden fertlerin ahvali ruhiyesine, hassasiyetine, kahramanlığına göre daha zahirî, daha fikrî şeylerdir. Sevkulceyş harekâtının ehemmiyeti harbiyesini asker olmadan dahi bir derece takdir etmek mümkündür. Fakat bu nihayet zabturaptı olan bir ordunun kütlesine ait, mihaniki ve fennî tedbirlerden ibarettir. Nasıl ki zapturapt da bir ordu için bir hayat ve memat mes’elesidir. İntizamsız bir ordu bir toz yığınından başka nedir?! Fakat hissi, vicdanı olmayan daha doğrusu vatanî, İnsanî mefküreler yerine husumeti koyan, fertlerden mürekkep bir ordunun zapturaptı kaç para eder ?! Hulâsa harpte mukavemetin, mukavemette devamın pek derin, pek zengin bir menbaı vardır ki onu ancak “ maneviyat „ sözüyle ifade edebiliriz.
Türk zaferinin harikulâdeliğini kabul etmiyecek olan zekâ Kral Kostantin’inki dir. Halbuki yeni ruhiyat ve içtimaiyat ilimleri ruhun bu gibi muazzam hamleleri karşısında gayet müspet ve teslimiyetkâr vaziyetler takınmışlardır. Meşhur amerikah ruhiyatçı ve feylesof Villiam James ruhiyata dair yazdığı büyük kitabın “irade,, ye dair olan kısmında iradî hareketlerin evsafını zikrettikten sonra, bu hareketlere refakat eden “cehıt,, den bahsediyor, diyor ki: Ceh-din mevcudiyetini tefrik için elimizde bir miyar vardır: Nerede itiyatlarımızın ve sevkıtabiîlerimizin eseri olan kuvvetleri tadil için mefkûrevî bir illete müracaat edersek orada cehit vardır. Cehti kuvayi madiyeye benzetemeyiz, Çünkü bu kuvvetler cisme tatbik edildiği zaman sa’yi akal kanununa tabi olarak en kısa, en mukavemetsiz yolu takip ederler. Halbuki iradî bir fiilde en güç, en çok mukavemet gösteren bir yolu takip ettiğimizi hissederiz. Galibiyet ve hâkimiyet müteaddi fiillerdir. İşte mefkurenin tahakkuk ve tecessüdü için müracaat ettiği kuvvet bu cehittedir. Fakat bu cehdin ehemiyetini takdir, miktarını tayin etmek psikolojinin iktidarı haricinde bir iştir..
Amerikalı ruhiyatçının fert hakkında söylediği sözleri cemiyetlerin hayatına teşmil etmek pek mümkündür. Bir cemiyet, meselâ bir türk milleti bir müdafaa ve istiklâl muharebesinde ne kadar kuvvet sarfedebilir, ölümü ne derece istihkar edebilir, ve ne sür’atle İzmir kordonuna vasıl olabilirdi ? Bunu hiç bir ilim, çünkü hiçbir akıl ve hesap keşfe muktedir olamazdı. Bunlar öyle hadiselerdir ki ancak zuhur ettikten sonra hayretle temaşa edilir, ruhun, vicdanın yegâne, müptekir eserleridir. Yalnız bizim bileceğimiz bir şey vardır, o da şudur : Bir millet ki vesaiti maddiye itibariyle kendisine faik yahut müsavi olan bir milleti, baş kumandanını da esir etmek şartlyle yıldırım sür’atile eziyor, ve bu cehdi harikulâde bir sür’atle inkişaf ediyor, William James’in ilmine istinaden diyebiliriz ki: Ö milletin mefkûresi gayet velut bir mefkûredir. Bu icaz-kâr zaferle beraber olan mutlaka Cenabı Haktır. Onun için bizim zaferimiz dostun da düşmanın da hesabını şaşırtan bir zaferdir. Çünkü ruhun her mucizesi gibi yepyeni, yekpare ve yaratıçı zaferdir. Bu eserin azametini takdir etmek için evvelâ onu besleyen mefkurenin azametini takdir etmek icap eder. Türkün mefkûre dediği şey hayır, hak, ve hüsün sıfatlariyle telâkki ettiği Allahtır, işte biz Türkler bu Allahın kuluyuz, milletimizin dünyada hikmeti vücudu bu Allaha tapmaktır. Ancak bu gaye için çarpıştık ve Hikmetullahı bir kere daha ilân ettik...
Şeref kimlerindir ?
Yunanlılar İzmiri işgal ettikleri gün Anadolu Devleti henüz teşkkül etmemişti. Millî kuvvetler bir müddet dağınık ve mahallî çeteler halinde çalıştılar. Bu aralık meydanı boş bulan Yunanlılar Bursa ve Bahkesiri kolaylıkla işgal ettiler. Efkârı umumiyemiz Yunanlıların bu istilâsından çok meyus oldu. Bunun üzerine düşman istilâsına silâhla mukavemet edilmesini muvafık bulmayan kimseler şu mütalâayı yürütüyorlardı:
— Biz demedik miydi?! KuvayıMilliye bu memleket için bir felâkettir, elimizde kalanı da bu adamlar batıracaklar, şimdiye kadar ne kaybettikse siyasetsizlik yüzünden kaybettik, el’an da mütenebbih olmuyoruz, olmak isti-dadmdada değiliz!.. Biz silâhla mukavemet ettikçe Anadolu Yunan istilâsına maruz kalacak, bu suretle Devlet, Millet büsbütün mahvolacaktır,,. Bu adamlar Yunan istilâsının ilerlemesini millî mukavemete atfediyorlardı. Belki bu mülâhazaları doğruydu. Fakat yine bunların aklınca çareiselâ-met, silâhları elden bırakıp teslim olmaktı!.. Çünkü siyaset her şeyi halledebilirdi, hatta aynı siyaset Yunanlıları İzmirden çıkarmak için bile kâfiydi., Bilâkis her ne şekilde olursa olsun, mukavemet kat’i bir felâketti, KuvayıMilliye böyle bir mukavemete teşebbüs eylemiş olduğundan memleketi batırıyor, ilerdeki halâs ümitlerini dahi mahvediyordu !..
Bu bir mantıktı, eğer hafızam yanılmayorsa, buna “muhalefet mantığî,, diyorlar. Bu mantığın esası harpten kaçınmak, ve sulha kavuşmak için siyasete sarılmaktı. Muhalefet bu esası müdafaa için söze, misale, tecrübeye, her şeye müracaa etmişti. Lâkin vaktaki KuvayıMilliye perakende kuvvetler halinden çıkıp müçtemi bir kuvvet haline geldi, vaktaki mahallî müdafaa hey’etleri yerine millî ordular kaim oldu, her yerde muvaffakiyetler hasıl olmı-ya başladı: Yunanlılar, inönünde mükerreren ve Sakarya harbinde ise müthiş surette mağlup oluyordu. Millîcilerin yeni mazhariyetleriyle birlikte İstanbulda yeni bir mantık erbabı hasıl olmağa başladı. Bu sonuncular şu tarzda idareikelâm ediyorlardı:
— Biz zaten biliyorduk, biz zaten bu harekete taraftardık, atinin emin olduğunu, harekâtımilliyenin yüzde yüz muvaffak olacağını keşfetmiştik, çünkü anadolu mefkûrecidir, anadoluda azim ve iman sahipleri çoktur, Türkün imanı kuvvetlidir, Türk yenilmez, Türk devleti ölmez..
Gerçi bu adamlar bu sözlerile Kuvayı Milliyenin aleyh-darı değildiler. Fakat ne derece kadim lehdarı idiler?. Millî maksadın meşru olduğuna ne vakıttenberi inanıyorlardı ? 1 Çünkü bütün bu taraftarlıklar ve bu memnuniyetler ancak KuvayıMilliyenin muvaffakiyeti belirdikten sonra izhar edilmişti!. Halbuki bu eser vücude geldikten sonra onun azemetini takdir edecek olan alet fikir, muhakeme değil, sadece ğözdür! Siz milletinizin selâmetini, devletinizin istiklâlini temie edûn bir hareketin elbet aleyhinde bulunamazsınız, bulunabilmek için mutlaka suiniyet sahibi olmalısınız! Onun için bir kere mukavemet muzafferiyetle neticelendikten sonra herkes gibi size de bir vatandaş sı-fatile takdir ve hayet düşer. Çünkü esasen iyi olduğunuzdan iyiliği istiyordunuz, şu kadar ki - her hangi neticeye demiyorum, - her hangi harekete taraftarlığınızın, veyahut her hangi hareketin akibetini keşf hususundaki fi-rasetinizin delili bu günde değil, kat’i neticeye varmadan evvelki zamandadır. Şu taktirce HarekâtıMilliyenin bu günkü takdirkârlarile dünkü muhaleilerinin çok farkı yoktur ! Her iki mantığı sahiplerinin HarekâtıMilliyenin inkişafına bir hizmeti olmamıştır. İster bidayettenberi bu harekete aleyhdar olun, ister bu hareket muvaffakiyetlerini istihsal ettikten sonra onun meddahı kesilin, madem ki hareketin iptidasındaki tesiriniz sıfır, ve hareketin tekâlümüne yardımınız hiçtir, netice üzerinde ferden tesahup ve tefahür hakkı sizin değildir. Çünkü MillîHareketi vücude getirenler ne iptidasında tezyif edenler, ne de intihasını takdir edenlerdir, belki bu hareketin iptidasından intihasına kadar muhabbet ve emniyetle bilfiil çalınanlar, bu hareket için malini, canını feda edenlerdir... Filhakika MillîHareke şerefli bir Ölümü zelil bir esaret hayatına tercihle başla mıştı. Bidayette bu hareketin yegâne kuvveti ittihat idi: Emelde, histe birlik. O müşkül dakikalarda istiklâl için çarpışan bü kuvvet her kalpten muhabbet, her türkten yardım bekliyordu. O tarihte istiklâli samimi surette talep edenler silâha yahut kaleme sarıldılar, “ilerlemek var, dör-mak yok!„ dediler. Böyle hayat ve memat arasında çalışan bir tehdit eden tehlike ne olabilirdi? Düşmana karşı mukavemetin ve dahilde maneviyatın zayıflaması. Öyle dakikalar ölmüştür ki millî maksadın aleyhinde sarfedilen tek sözün bir taburun dağılması kadar meşum bir tesiri olabilirdi. Yine öyle dakikalar oldu ki bir kalbin muhabbeti bir istihkâmın metaneti kadar maksadı tahkim ediyordu, Binaenaleyh dünkü muhaleflerlerle bigâneler bu gün Hare-kâtımilliyenin müspet neticelerinden isterlerse memnun istemezlerse gayrı memnun olsunlar, şeref en ümitsiz zamanlarda çalışanların, yaşamak için ölümü istihkar edenlerin, yalnız onlarmdır.
Muharebelerin dersleri
Anadoiunun silâhlı siyasetini terviç etmiyenler alel-i itlâk harp aleyhdari olan kimselerdir. Bunlar harbi beşeriyeti için bir musibet telâkki ederler. Onun için her zaman, her ne bahsına olursa olsun- sulhu tercih ederler. Fakat sulh aşkına mahvolmayı da arzu etmediklerinden silâh-; sız, sesi çıkmıyan siyaseti tavsiye ederler. Bu kimseler harbin şeametini sulhun selâmetini ispat için en ziyade ölen insanlardan, yetim kalan çocuklardan, sönen ocaklardan bahsederler. Mazideki her harbin neye mal olduğunu hesap eder dururlar...
Bizim memleketimizde harp aleyhdarları yalnız siyasi muhalifler değildir. Nefsini san’ate, şiire, ve felsefeye hasretmiş olan münevverlerimiz arasında da sulhun dostu ve harbin mutlak surette düşmanı olanlar vardır. Bunların umdesi insaiyet umdesidir, bunlarda milletler arasındaki nifakı ordular arasında ki cidali insaniyet umedesine muhalif sayarlar, ve millî harpleri İnsanî vs hdete daima mugayir görürler. Bu mütefekkirler de döne dolaşa nihayet sulh gayesine teveccüh ederler. Sulhu istihsal için insaniyetçile-rin tasviye ettikleri usul gayet basittir, bütün milletlere harp nefreti yerine sulh ve müsalemet aşkı telkin etmek. Esasen bu zatler söz telkinile hayatın değişivireceğini zannedecek kadar basit düşünürler... Gerek bu muhaliflerin gerek bu feylesofların hayatî kıymetleri müsavidir. Birinciler felsefe yapmaksızin İkinciler siyasî bir fırka teşkil etmeksizin hayata karşı aynı vaziyeti alırlar. Binaenaleyh, her iki zümrenin fikirleri, niyetleri her ne olursa olsun milletlerinin hayatına aynı derece müfit veya muzir kimselerdir. Hakikatte harp düşmanlarının muhakemeleri gayet tarafgi-ranedir: Muharebede ölenlerin miktarı kayıbolan toprakların mesahası gibi harbin münhasıren ferdî ve maddî kısımların düşünülür. Gerçi Yunanharbi Türkler için büyük bir zayiattı. Beyhude eski Yunanistanm bir kısmini işgal için kan döktük, beyhude para ve cephane sarfettik, bütün istilâ ettiğimiz topraklarden kendimizi çektik! Fakat kim inkâr edebilir ki insan, para zayiatı itibariyle meşum olan ve maddî, siyasî hiç bir fayda temin etmiyen bu eski Yunan harbi MektebiHarbiyeden yetişen genç ve münevver zabitlerimizle fakir ve masun Anadoluluları bir arada, bir siperde bulunmak vesilesini hazırladı?! Kim iddia edebilir ki ateş ve Ölüm karşısında zabitle neferlerin bulunması ruhlarında bir kaynaşma husule getirmedi, ve bunun neticesinde asken aç ve elbisesiz bırakan Saray istipdadına karşı genç ruhlarda isyan hamlesi doğmadı?!.. İnkilâbın heyecanları acaba Tasalya ovalarında duyulmadın»?!. Kim inkâr edebilir ki: Balkan Harbi butiin hezimetlerine rağmen bize, bir millet için istinatkâhm ancak kendi vicdanı olduğunu, Türk bundan böyle kendini duyması, kendi benliğini idrak etmesi lâzım geldiğini öğretmedi, millet mefkûre-sinin, millî heyecanların dogmasına sebep olmadı?!. Yine kim inkâr edebilir ki Harbiumumide Çanakkale müdafaasında duyduğumuz heyecan, Millîharekâtm mebdei değildir?!.
Hülâsa muharebelere neresinden bakılsa milletler için manevî inkilâlaplardır. Ve çok kere muharebelerin yaratıcı tesirleri vardır. Bazı muharebeler büyük maddî felâketlerin amilî olduğu kadar, bazı muharebelerde büyük manevî intibahların mebdei olabiliyor. Muharebelerde bütün bir milletin en geç, vezinde fertlerinin kütlesiyle hareketinden, ve diğer milletlerin kütleriyle temasından türlü fikir ceryanları, akil ve muhakeme faaliyetleri hasıl olduğu gibi, arzuya istiklâl, hissi millyiet, müdafaa, namus gibi milletin her ferdinin vicdanında zayıf derecede yaşıyan bir takım hisler manevi bir volkan gibi patlayor, muhteviyatı gözle görülür, elle tutulur bir hale geliyor. Muharebeler ozamana kadar mevcut ve müesses olan hayatın şeklini, vaziyetini değiştiriyor. Erkekleri işinden cepheye, kadınları evinden işe sürüklüyor, çocukları ebeveyninin devamlı mürake besinden alıp daha ziyade mektebin, cemiyetin mürakebesine terkediyor. Muharebe esnasında bir çok İktisadî meslekler adamsız kalıyor, bereket zamanlarının kıymetsiz eşyasına kıymet geliyor, cephe arkasında kalanlar için azamî derecede çalışmak bu suretle günün bütün meşakkatlerine göğüs gererek azamini, iradesini kuvvetlendirmek mecburiyeti hasıl oluyor. Hulâsa muharebeler ne bir dersin ne bir aklın doğrudan doğruya tevlit edemediği İçtimaî inkilâplarm yalnız başına vücude getiriyor. Bu suretle milletin yeni hayatına yeni yeni ufuklar açıyor.
Muharebelerin bu terbiyetkâr tesirlerini kabul etmek için Harbiumumi esnasında vücude gelen İçtimaî tahavvüîleri-mizi hatırlamak kâfidir. Bu büyük harp kanaat, kadın, ço-6uk, aile, istihsal, terbiye, tahsil, devlet... Gibi bir çok mefumlarımızm muhteviyatını tadil etmiş Türklere adeta, yepyeni bir zihniyet vermiştir. Fakat meşrutiyetten beri birikirini takip eden harplerden hiçbiri bu Anadolu harbi kadar hususî şeraitte olmamıştır. Bu harbi temyiz eden başlıca seciyeler şunlardır:
-
1 — Anadolu harbi bir hükümet ve saltanat harbi değildir, bir millet ve istiklâl harbidir. Ve bu harbin iptidası mihaniki bir inzibat ve intizam, değil, Fakat hayatî bir feveran, bir ihtilâldir.
-
2 — Anadolu harbine iştirak edenler ve bu harbin talihini kabul e nenler ne alelâde memurlar, ne de alelâde amirlerdir. Bunlar bizzat istiklâlin arzu eden ve bunun için samimi surette çalışanlardır. Binaenaleyh mütereddit, mü-vesvis, ukelâ seciyeler için bu harbin târihinde hiç bir mevki yoktur...
-
3 — Anadolu harbi bir vatanını zorla istila etmek için bir millete karşı ilân edilmiş bir zulüm harbi değildir. Bilâkis vatanı istilâ edilen bir milletin yaptığı müdafaa ve istiklâl harbidir. Onun için bu harbte zabitle nefer, amirle memur, alimle cahil, bütün insanlar, Türk olan ve Türkün istiklâlini müdafaa eden bütün kalbler birleşti, millet tam bir vahdet haline geldi.' Bu harbte zabitin fenni neferin heyecanına nasıl hizmet ediyorsa, neferin heyecanı da zabitin-fennine öylece itimat ediyordu.
İşte Anadolu Harbi bu kadar müstesna şeraitin dahil olduğu bir harptir. Böyle bir harbin yarınki Türk cemiyetinin zevkinde, ahlâkında, edebiyatında, terbiyesinde vücude getireceği yeniliği bugün kimse bilmez! Nitekim böyle bir harp neticesinde yapılacak olan sulhün yarınki Türkiye için nasıl bir istihsal sahası hazırlıyacağmı da kimse bilmezi Fakat bu gün bildiğimiz bir hakikat vardır ki oda şudur:;
Türk milleti millî ruhun feyiz ve azemetini en ziyada b harpte görmüş, iradesine sahip olan milletlerin Allahta başka korkusu olamıyacağmı anlamış, ve âlemde kendisin-mevdu olan medenî ve tarihî vezifeyi ifaya belki her millet ten ziyade ve her zamandan daha iyi hazırlamıştır...
Mefkûrenin galebesi kahirdir
Anadoludaki Türk - Yunan harbinin safahatını takip etmiş onlar için merak edilecek noktalar vardır. Evvelâ Yunanlıların Anadoluya getirdikleri kuvvet dağınık ve serseri bir çete kuuveti değildi, muntazam bir orduydu. Bu ordu rastgele devşirme askerlerden, acami köylülerden de teşekkül etmiyordu, muallem askerlerden mürekkep bir orduydu. Bu mükemmel ordunun cephanesi de kıt değildi, toplarının, bilhassa vesaiti nakliyelerinin mebzuliyetini her vesile ile anla-şıhyordu. Yoksa yunan fırkalarına kumanda eden cenaral- 4 ler cahil miydi?! Bunu da zanndetmeyiniz!. Çünkü Yunanlılar müteaddid taarzlarmda fennî surette harbettiklerini göstermişlerdi. O halde muntazam ordusu, muallem askeri, bol cephanesiyle, kumandanlarının fennî pilânlanna göre ’ hareket eden bu millet neden toplarını bıraktı, tüfeklerini attı, dağlara tırmandı, niçin?!. Gerçi bu suale tesadüf, talii harp... gibi bir cevap bulmak güç değildir. Fakat bunlar cevaptan ziyade yeni birer sualdir! Çünkü tesadüf ve talii harp fikirleri izah edici olmaktan ziyade bizzat kendileri izaha muhtaç olan fikirlerdendir..
Yunan ve Türk ordularının maddiyatında bulamadığımız bu orduların maneviyatında bulmak mümkün olmayacak mı?.. Filhakika iki milletinde ordusu, cephanesi, fenni vardı fakat iki milleti hareket ettiren kuvvetler aynı menbadan gelemiyordu. Yunanlılar alelade tecavüz ediyorlar, Türkler »se sadece müdafaa ediyorladı. Yunanlıların aradığı evvelâ sütü sonra da eti yenilebilecek sağmaldı! Türklerin kuruduğu mukaddes bir hayat, bu hayatın namusu, şeref, istiklâl... ■gibi manevî ve rahmanı tecellileriydi... Efzun alaylarını Anadolu ovalarına sevketmek için yunan pulâtikacılarınm harekete getirdiği hisler namus, şeref, istiklâl gibi mefkû-revî hisler değildi. Halbuki türk orduları en büyük kuvvesini bu mefkûrevî hislerden alıyorlardı...
Yunanı tahrik] eden tamah, zulüm, şekavet.. Birer fikiri sabit idi. Türk ordusuna hayat veren milliyet gibi bir mef-kûre idi. İki ordu arasında zahirî, maddî olan bütün müşabehetlere rağmen batınî, manevî büyük farklar vardı. Yunan ordusunun akibeti maddenin akibetine tabidi. Türk ordusunun mukadderati ise mefkûrenin mukadderatıdi. Vanan ordusu şu üç sene zarfında her ne felâkete uğra-dıysa uzvî ihtirasların şeraitine tabi olarak uğradı, Türk ordusu üç seneden beri her ne muvaffakiyete mazhar olduysa İçtimaî mefkûrelerin hayatına tabi olarak mazhar oldu.
Meşhur ruhiyatçı Ribot ihtirasların psikolojisine dair yazdığı kitapta hakiki ihtirasları sathi ve muvakkat heyecanlardan ayırmıştır. Din, vatan, namus, millet gibi İçtimaî ihtiraslar devamlıdır, şuurludur, muvazenelidir, Halbuki hırs, zulüm, şekavet gibi ihtiraslar gelip geçicidir, gayesinden haberdar değildir, kördür, muvazenesizdir. Bir iktirasın menşei uzvî, ve hayvani olunca o ihtiras adeta uzvî ve maddî kuvvetlerin akibetine oğrayacaktır, Böyle bir ihtirasın bütün kuvveti, bütün şiddeti muvakkat bir zaman içindir, diğer cihetten uzvî ihtirasların ölümü kendi kendine olur. Bu ihtiraslar uzviyetin amakmdan fışkırıp ta bir kere hayatın sathına geldikten sonra cihetini, istikametini şaşırır yalnız hareket etmek için hareket ederler, sinirli adamlar gibi!.. Nihayet yorulur. Uzvî ihtirasların ölümü anidir, neticesi bütün uzviyeti tahrip etmektir!.. Halbuki İçtimaî ihtiraslar, tabiridiğerle mefkûreler böyle değildir. Bunlar kuvvet ve kudretini bir ferdin, heves ve iştahasmdan değil, bir cemiyetin tarihinden, vicdanından alır ve hiç hedef ve istikametlerini şaşırmaksızm betaetle tekamül ederler. Hedeflerineb yaklaşdıkça daha kuvvetlenirler, kuvvetlendikçe hareketlerini sur’atlendirirler. Mefkûrelerin hayatı emin, muvaffakiyetleri kafidir. Mefkûrelerin tecellisi lâaklî olsa bile, hiç bir zaman gayrımakul olmaz. Halbuki sefil ihtiraslarda daima kendi kendini nakzeden dahilî taaruzlar vardır. Mefkûre hayatı ise akıl ile hissin öyle bir imtizaç ve ahengidir ki ondan “İrade,, dediğimiz hür ve bakir hayat zuhur eder... İşte Anadolu harbinde sefil ihtiraslarla ali bir mefkûrenin bütün evsafını, bütün şeraitini buluyorsunuz. Yunanlıların Anadoluya getirdiği ordu şek-dinde bir zulüm, kanun kıyafetinde bir şekavet idi! Yunanlılar belki Avrupa korkusu, medeniyet saygısıyle bir zamana kadar uzviyetlerinde sakladıkları bu deli ihtirasın zincirlerini kırdılar ve Anadoluya koyverdiler! Bu deli dört bir tarafa saldılar yıktı, yaktı ve nihayet yoruldular. Uyumak istedi rahat bırakmadılar, kaçmak istedi kovaladılar, ayakları kırıldılar, vucüdü kalan kısmyle Kordondan denize atladı ve boğuldu!..
Şakinin bu intiharını görenler diyorlar ki: Yunan milleti hesabina kabahaı kimindir?.. Bu kabahat sadece idare adamlarınındır. Nasıl ki namusunu müdafaa edenler için de şeref büyüklerinindir. Cemiyetler ister bir millet, ister bir aşiret olsun ve bu cemiyetler ister müterakki, ister gayrı müterakki bulunsun, daima İlâhî, ruhanî mahlûklar değildirler' Bir milletin hafızasında ve kalbinde yaşayan fikirler ve hisler arasında ahlâkî, İnsanî olanıar gibi, şeytanî ve hayvanı loanlar da vardır. Milletlerin melekleri olduğu gibi şeytan-lan da vardır. Milletler için zaman zaman bu blisin telkinatı müthiştir. Fakat ne olursa olsun her millet kendi âmelinden? kendi icraatından mesuldür. Mukadderatını tanzim edecek adamları beyendiği için, büyük adamlar milletin ruhunda yaşayan hürriyet, adalet, insaniyet duygularını uyandırarak onu selâmet ve saadet yoluna sokarlar ve yahut yine aynı millettin nefesinde yatan tamah, kin, zulüm şeytanını kudurtarak onu sefalet ve habaset yoluna sokarlar. Onun için büyük adamlar milletlerinin hem bir mahsulu, hem de istikbâllerinin nazmıdır.
Venizelos da bir hükümet adamıydı. Ve Yunanistanı hakikaten idare etti. Fakat Venizelos şeytanî Yunanistandı şeytanca idare ettiği de aynı Yunanistandı. Venizelos gibi bir adam Yunanistanı böyle bir felâkete sokmaya bilirdi, Fakat millî, İnsanî mefkûrelerden mülhem olmak şartıyle... Yeni bir karara tevessül eden yeni bir harp ilân eden büvük, küçük bütün milletler için ibret: Mefkûrenin galebesi kahirdir...
Takı zaferdeki timsal
Dün İstanbulda büyük bir sevinç vardı. Bütün sokaklar kadın, erkek, çoluk çocuk, insanla doluydu. Her dükkânın, her evin kapısında, penceresinde bir bayrak sallanıyor, bir çok camekânların yüzünden allı beyazlı zincirler sarkıyordu... Bütün minimini çocukların elinde birer ikişer minimini bayraklar geziyor, bir alây sancağı kadar büyük olan bayraklar Türklerin yüzüne şürüle sürüle gezdiriliyordu... Arada sırada keskin bir düdük sedasile arkasında koca bir bayrak taşıyan bir otomobilin geçtiğinden haberdar oluyoruzz. Her tarafta elektirik tramvaylarının tellerini aşan takı zaferler vardı. Bu takızaf erler hayatı ve kudsiyeti temsil eden yeşil dallardan yapılmış, üzerleri bayraklar ve fenerlerle donatılmıştı. Her biri yapanların zevkine göre tenvvü ediyordu. Donanmış sokakları seyir ede ede çarşı kapısına kadar gelmiştim. Orada bir sokağın başında caddedeki büyük takızaferlere nispeten daha ufak bir takızafer yapmışlardı. Fakat bu takın hiç bir şeyi eksik değildi, ananevi süslerin hepsi vardı: Teine dalları, alh beyazlı zincirler, bayraklar, fenerler, kahraman resimleri... Bütün bu yeşil kırmızı süsler arasında yarı kurşun kalemle» yarı sulu boya ile yapılmış bir lâvha en ziyade nazarıdik-katini celpediyordu. Bu lâvhanm adı “geçilmez!,, di. Bir kelime resmin üzerine birden göze çarpacak kadar kalın yaziyle yazılmıştı. “Geçilmez» in mevzuu şudur: Gayet dar bir buğaz var. Bunun bir kenarında başı kavuklu, beli kuşaklı, bir elinde kalkan, diğer eli belinde tarihî bir kahraman duruyor. Arkasında koca bir Türk sancağı dal-ğalanıyor. Birde kafası biçilmiş iki efzun yatıyor. Her taraf kana boyanmış... Gerçi bu lâvhada en basit resim ve menazir kaidelerine bile riayet edilmiş değildi. Fakat resim fennine vakıf olmıyan bu halk san’atkârı üç senedenberl Anadoluda harp eden Türklerin emelini, mefkûresini belki de dünyanın en büyük farzedilen siyasilerinden daha iyi keşfederek en büyük san’t eserlerinin lisanından daha açık bir lisanla ve en canlı bir timsalle anlatıyordu. Takı zafer in üzerine bu timsali asan halkin ruhu demek isteyordu ki: “Medenî, vahşî, müslüman hırıstıyan, avrupalı asyalı, ey bu takın altından geçen ve bu takın kurulduğunu işiten bütün insanlar! Biliniz ki: Türklerin namusu, tarihî, istiklâli mükaddes bir ölkedir, oradan geçilmez! Oradan geçmek istiyen efzunun başı kesilir, ve tacı düşer!..» Resmini» şeklini tenkitten geri kalmadığım bu lâvhanın ruhu, manası o kadar kuvvetli idiki bütün gece hatırımdan çıkmayordu. Halkın neş’esi bu manayı mütemadiyen hatırlamaktan beni alıkoyamıyordu. Ben de takı kuranlar gibi ruhumun garip bir ihtiyacile bütün hak ve hürriyet tanımıyan müstevlilere, hak ve hür bir türklük tanımamak için inat eden garip medenilere karşı Türk milletinin hakkını ve hürriyetini kastederek bağırmak isteyordum:
— Geçilmez!
Millî Hareket niçin hürdür?
Ruhiyat ve felsefe kitaplarını açınız, irade bahsi kadar karışık hangi bahis vardır? Hangi mes’ele hürriyet mes’elesi kadar âlim ve feylesofların zihnini yormuştur? Ruhiyatta irade, felsefede hürriyet, dinilebilir ki bütün basit, iptidaî, vazih malûmatın müntehası, hayatı tetkik eden zekâların takıldığı bir istifham işaretidir... İrade olsun, hürriyet olsun, tarif edilemez, fakat bazı vazifeleri, bazı hassaları tayın etmemize imkân vardır. Onun için “İradî bir fiili, ve , hareketi tefrik, temyiz eden, seciyeler nerededir?,, Sualini sorabiliriz, Hür olan hareketler daima bir fikrin: hakka, hisse, hayra müveçcih, İnsanî bir tasvvuru ifadesidir. Hür adamı fiiliyle dünya yüzüne ya bir ilim, ya bir bedi, yahut bir fazilet gelir. Onun için yeni bir dinin, san’atin yeni bir ahlâkın zuhuru hürriyetin husuliyle tevemdir. Bu itibar ile insanın fiili hür olmak için mutlak İnsanî bir mefkûrenin ifadesi olmak gerektir. Nitekim, ümmetine rahmet yetiştiren paygamberin fiili hürdür. Çünkü bu fiil doğru, iyi ve güzeldir. Netekim “Venüsü,, tıraş eden san’atkârınm fiili de hürdür. Çünkü bu heykel hakkı, hakikati, hüsnü başka vasıtalarla ifade eden bir lisandır. Bunlar gibi mille-tiee ilik eden bir hayır sahibinin fiili de hürdür, Çünkü hayır dediğimiz şey hakkın ve hakikatin ahlâkta tecellisidir. Fiil hür olmak için ya doğru olmak lâzımdır ki bu ilimdir, yahut hayır olmak lâzımdır ki bu ahlâktır, yahut ta güzel olmak lâzımdır ki bu da san’at-tir. Şu halde hürriyet: ilimin, ahlâkın, san’atin, daha kısası mefkûrenin kendisidir. İrade, hür bir fiili ihtiyar eden ruhumuzdur... Bu mefkûrevîlik şanı hürriyetin tek seciyesi değildir, hür fiilin en büyük şayanı yeniliktir: Hür fiil her gün bir itiyat veya insiyak saikasıyle yaptığımız şuursuz daha doğrusu az şuurlu bir hareket değildir. Hürriyetin şanı, şuurlu olmaktır. Her gün itiyat saikasiyla
Isâğıt paraların kirlilerini atar gibi, yahut huzurunu ihlâl •eden dilencileri kogar gibi imane. veren bir zenginin hareketi hür değildir, çünkü şuursuzdur, ihtiyarsızdır, mihanikidir. Çünkü böyle bir hareket ne uzun bir teemmülün, ne de üzüntülü bir cehtin eseridir, sadece ahşıkhğın mahsulüdür. Halbuki askere iane vermek için boynundaki paralan söken köylü kadınının hareketi çok hürdür, çünkü şuurludur müteemmilanedir, çünkr bütün kalbin, bütün benliğin ifadesidir.. Namus ve istiklâl için cephede ölenlerin emeli tahakkuk ettikten sonra büyük maksadı herkes gibi alkışlayan mukallitlerin fiili hür değildir, imanı taklittir, zira bu hareketleri alelâde bir korkunun, yahut alelâde bir menfaat endişesinin mihaniki tesirlerine muadil gibidir. Halbuki eli ayağı tutmıyan bir kötürümün bile millet yolundaki en ufak bir heyecani hürdür, zira beğenilmiş, seçil miş*ve öylece duylmuştur.
Hür hareketlerin büyük bir şartı da imtidattır. Mihaniki fiilleriniz, esir hareketlerimiz parlayıp sönücü, gelip ¿geçicidir, şevki tabiilerin, hiddet ve şiddetlerin, alelumum safil ihtirasların fiili devamsizdır, ihtiras bir kere huylandıktan sonra kendi kendine tırmalayan sinirler kadın gibidir! Halbuki hürriyette şuursuz gibi, bir nizam da var-dırki, hürriyetin nizama tabi olan bu şuuri hemde süreklidir, gittikçe parlayıcı, gittikçe kuvvetlenicidir. Bazen bir mefkûrenin istihsali için bütün bir batnın ömrü kifayet etmez. Mefkûrelerin icrasını çok kerre nesiller deruhte ederler, mefkûrenin tahakkuku tarihlere düşer. Halbuki zulüm, şekavet, haksız bir istilâ hergünü ve fani kuvvet gibi zail olucudur.
Hürriyet en sefil bir hüceyreden en ali melekeye kadar bütün uzviyetin ve bütün ruhiyetin ittifakını, ittihadını temin eden manevî bir hükümdardır. Hür olan lıayatlarda igtişaş yerine intizam, inhizam yerine ittifak ^vardır. Vahdet ve ahenk hürriyetin şanıdır, fitret ve fitne yalnız şuursuz ve vicdansız hayatların felâketidir... Hürriyet ne haricî tir hayalin taklidi, ne de bir hesabın mahsulüdür, hürriyet varlığımızın en derin noktalarından gelen bir sesin âlemdeki aksi sedasıdır. Hürriyet ruhun muazzam bir hamlesidir. Hür hareketler bakir, müstesna, nevinde münferit hareketlerdir. Kavinin zayıfa tesallütü hiç te hür değildir, çünkü tamamile maddî bir hesabın mahsulüdür. Fakat ölünün diriye savleti hürdür, zira hesabın zıttıdır. Hürriyet basübadelmevte mashar olan milletlerin sıfatıdır, çünkü bu mashariyet gayrı memul, gayrı muntazar bir keyfiyettir. Hülâsa hürriyet ruhun bir harikasıdır.
Şimdi hürriyetin kat’i bir lisanla ifade ettiğimiz bu seciyelerini milletimizin hayatına tatbik edelim. Ne göreceğiz? Mefkûre denilen, vahdet ve ahenk, imtidat ve harikulâde-likten ibaret olan bu sıfatları aynen ve tamamen milletimizin hayatında bulacağız. Millî Hareketin bütün evsafı hürriyetin bu saydığımız evsafıdır. Millî Hareket dünyanın en hür bir hareketiydi, zira bu hareketi besleyen ne kuru bir hayal, ne de basit bir fikirdi, belki bu bir tasavvur, fakat tasavvurların en alisi olan milliyet tasavvuru yani dinde, ahlâkta, zevkte müstakil olmak tasavvuruydu.
Millî Hareket hür bir hareketti, zira her ne namda ve her ne içtihatta olursa olsun ilim, istiklâlsiz bir milliyeti teyit etmiyordu, sonra hiç bir ahlâk meshebi esaretin bir fazilet olduğunu iddia etmiyordu, hiç bir zevk, hiç bir eser sanatte haksızlığı güzel bulmuyordu... Millî Hareket aynı zamanda ilmin, ahlâkın ve sanatin, mefkûrenin yolunu tutmuştu, onun için hür b‘r hareketti. Millî Hareket hür bir hareketti, çünkü bu hareket, asırlık bir pulatikanm muker-reren iflâs etmiş eski diplomat zihniyetinin sahte bir taklidini yapmıyordu. Belki kuvvetini şuurdan, milletin vicdanından alıyordu, taklitten, tekrarden, mihanikiyetten dai-am azade idi. Bütün kudreti cehitten, azimden geliyordu. Millî Hareket hür bir harektti, çünkü, bütün maddî ve
' ' 4 haricî olan şeraitin maküs olmasına rağmen, senelerce bı* hareket devam etti. Hiç bir inhilâl, hiç bir zaaf eseri göstermedi. Bu hareket devam ettikçe zayıflıyacak yerde kuvvetlendi, kuvvetlendikçe devam kudreti artti. Millî Hareketi sırf bir hareketi askeriye şeklinde görenlerin zehabına rağmen bu hareket bütün müteakip ve müteselsil şekillerde devam edebilecektir. Millî Hareket hür bir hareketti, zira en cahilinden en alimine, en, zenginine en fakirine, en küçüğünden en büyüğüne, en yakınından en uzağına kadar bütün fertlerin, fert denilen bu İçtimaî hüceyrelerin azamî hayatiyet ve azamî faaliyetiyle bir ve bütün olan maksada, vazifeye iştirakini temin ediyordu. Bu maksada yalniz hür Anadoluda değil, istilâya uğrayan topraklarda, hatta yalnız Türkiye sahesinda değil, bütün İslâm âleminde maddeten ve manen iştirak ediliyordu. Sanki bütün türk milleti ve İslâm ümmeti yekpare olmuş gibi çalışıyordu. Millî Hareket hür bir hareketti, çünkü,, hürriyetin en büyük alâmeti olan harikuladeliği vardı. Bu hareket Türklerin uzun bir muharebeden çıktığı ve silâhlarını teslim ettiği tarihte başlamış ve en diri, en genç bir millet eserinin fevkalâdeliğini gösterini şti.Işte millî harekette bulduğumuz kudretler temamile hürriyetin yaratıçı kudretleri-dir.DeniIebilirki ilk defa istiptada karşı isyan ettikten sonra şarkta Kütülamare, garpta Çanakkale kahramanlıkları şeklinde tecelli eden millî irade Mütarekeden sonra en yüksek şeklini bu Millî Harekette bulmuştur. Millî Hareketin hür olan sıfatları karşısında yunan hareketini yalnız makûs sıfatlarla tavsif edebilirsiniz. Bizim hareketimiz mefkûreden fışkırırken onlarınki hırstan damlayordu! Bizim hareketimiz ilmin, ahlâkın, san atin bir tercümanı iken onlarınki hak ve insaniyet denilen mefkûreye isyan ediyordu 1 Biz vicdanımızın emrini yapıyorduk, onlar imparotorluk taklidi yapıyorlardı 1 Biz devam ederken onlar dağlıyor, biz yaratırken onlar ölüyordu!.. Biz hak vadisine çıktık, müstevli iken münhezim
olan Yunanistan ne olacaktır?.. Vicdandan gelmiyen safil ihtirasların tabiati bir derece tefe’ül etmemize müsade ediyor. Yunanista durmayacak, kudurmuş gibi nihayet kendi kendini ısıracaktır 1... --------------------- -----------
Türk inkılâbının psikolojik mahiyeti
Bir inkılâp iki türlü mütalâa edilebilir : Onu vücüde getiren İçtimaî mütekaddimleriyle, bir de bu inkilâbın ruhu itibariyle.. Mazide hangi müessiseler vardı, hangileri çürümüştür, hangi mefkureler canlanmıştı? Bütün bu meselelerin inkılâp üzerine tesiri neden ibaret olmuştur? Bunların tetkiki İçtimaî noktayı nazara aittir. Halbuki bir inkilâp vücude gelirken kendisiyle birlikte ne gibi ruhî haletler doğur du ? Ne gibi4 kıymetlere vücut verdi, bilâkis ne gibilerini itibardan düşürdü, hülâsa inkılâbın tarihte değil, yaşayanların ruhundaki faaliyetleri, safhaları neden ibarettir? İşte bu kısımların mütalâası inkılâbın ruhiyatıdır. Binaenaleyh bir psikoloji mevzuudur. Ben türk inkilâbmı bu noktayı nazardan mütalâa etmek istediğim zaman onda başlıca üç hassa görüyorum ve bu hassalazı türk inkilâbınm ruhiyatı için mühim farikalar olarak kabul ediyorum:
Birincisi: inkılâbın gayesinde ki, hedeflerindeki kat’i vuzuh. Türk inkilâbı nekadar geç olursa olsun, muayyen maksatları evvelâ tasavvur ve hazim etmiş ve bunu hiç bir safsataya meydan bırakmıyacak surette tespit etmiştir. İnkılâbın bütün tarihinde tesadüf edilen ve bir fikri sabit gibi inkılâbın bütün edebiyatını dolaşan istiklâl fikri bu iddianın en kat’i delilidir. Türk inkılâbında istiklâl yalnız münakaşası kabil olmıyan değil, münakaşası caiz olmıyan bir fikirdir. “Ya istiklâl ya hiç!,, fikri bu hükmün kuvvetini gostermiye kâfidir. Saltanat bu neviden hiç bir fikir vücude getirmemiştir. Şu halde türk inkılâbının farikası yepyeni fikirler olmasa bile, fikirlerdeki bendesi camitlik ve kat’i vazıhlık onu son derece temyiz edecek vasıflardandır.
Türk inkılâbının ikinci büyük hassası taşıdığı duyguların âlemşümul olan kaynaklandır. Türk inkılabı ne kutsi sayılan ne de ihtiyar veya şayanı hürmet sayıldığı için sevilen insanların muhabbeti ile yaşamıyordu. Türk inkılabını besliyen kaynaklar doğrudan doğruya beşeriyetin idi. İstiklâl, medeniyet, milliyet, ebediyet... gibi duygular ki her biri ferdî veya hodbin bir hassasiyetin eseri değil, tamamiyle İçtimaî menşeli kıymetlerdir. İnkılâp böyle yaparak asîl ve lâyuhti olduğuna inanıyordu. Çünkü kuvvet aldığı membalar bir şahsın, bir milletin menbaları değil, bütün tarihin, bütün beşeriyetinidi.
Üçünçü hassas şudur: Türk inkılâbı canlı cansız mevcutlardan mürekkep, icap ve zaruretten başka bir kanun tanımıyan bir âlemde bir nevi icap ve zaruretten ibaret bir hareket olarak tecelli etti. Manialar, tehditler,şamatalar, hatta ricatler, hiç bir şey onun zarurî olmak ve tabiatin’ icra etmekten ibaret olan varlığına sekte veremedi. Bu itibarla türk inkılabı âlemde mevcut olan sabiteler, seyyareler, maddeler, canlı mevcutlar gibi, aynı âlemde kendisine mahsus bir seyir ve tekâmül vucude getirdi. Hareketlerinde sebat inkılâbın iradesini temyiz eden en mühim hassadır. .
Şimdi türk inkilabını temyiz eden bu hassaları nazarı-dikkate alalım. Ne göreceğiz ? Onun başında bulunan büyük adamın psikolojisini.,. Her şeyden evvel fikirlerinde riyazî bir açıklık, duygularında beşerî bir akis, iradesinde fizikî bir muayyeniyet. Bu iki psikolojinin muvaziliği bizi şu felsefeye sürüklüyor Ferdin hayatında olduğu gibi, cemiyetin hayatında da tek ve mutlak bir istikamet yoktur-Hayat istikamet tellerinden, temayül ve istidad demetlerinden ibarettir. Bunlardan birini, bir kaçını intihap etmek onlara vücut ve cismaniyet vermektir. Bilâkis diğerlerini terketmek onları dumura uğratmaktır. Şu halde büyük adamlar milletlerini olduğu gibi sürükliyen insanlar değil, millet denilen temayül ve istidad huzmelerinden seçen ve onlardan bir iktidar yekunu vücude getiren san’atkârlardır.
Bahçıvan Ali Osmanm anlayışı
Bahçıvan Ali Osman, o ne bir evliya, ne de bir şeytandır, alelâde bir insandır. Geçen sene benim bahçıvanımdı ve memleketine gidinceye kadar benimle çalıştı. Buradaki fikirlerin asıl sahibi kendisidir. Ben bu fikirleri yalnız tarz ve üslüba soktum :
Bir ilk bahar günü bahçeye çıktım. Ali Osman her zamanki gibi çalışıyor, toprak belliyordu. Bahçıvanlığı ondan daha iyi anladığımı zanneden ben, Ali Osmanm faaliyetine dikkat ediyordum. Ali Osman bir bel vuruyor, fakat dakikalarca elini toprağa sokarak karıştırıyor, yabani otları ayıklıyordu. Ali Osmanm bu faaliyetinde vakit geçiren tenbel bir adamın kesik hali vardı. Sordum: t
— Ne yapıyorsun, Ali Osman ağa?... dedim.
— Bel belliyorum Beyim. Çok ayrık var, onları temizliyorum, dedi.
— Temizlemesen ne olur?!
Ali Osman hayretle yüzüme baktı :
— Ne söylüyorsun sen Efendi! Temizlemesem ne mi olur?! Ayrık her tarafı kaplar dikdiğin şey kaybolur. Dünyada bunun kadar arsız, bunun kadar it canlı ne vardırki!. Nereye düşse orada biter, nerede bir sapı bitse orayı kaplar. Ayrık sebzenin, çiçeğin düşmanıdır. Hınzır tıpkı kötü insanlara benzer. Nereye bir tanesi girse orada fenalık coğahr, artık iyiler yaşayamaz olur.
Ali Osmana itiraz ettim :
— İyi amma Ali Osman Ağa böyle ber birini elinle ayrı ayrı ayıklayacağına, üzerine bir çapa vursan olmazmı?.
Bu sefer Ali Osman gülerek şu cevabı verdi :
— Çocukmusun sen efendi! Hiç ayrığın kökleri toprağın altında bırakılır mı!? Sen çapa ile üstünü kesersin, düzlersin, ayrık öldü sanırsın amma o toprağın altında yaşar, tıpkı fena insanlar gibi gizlenir. Tam mahsul yetişeceği vakit birde bakarsın ki başını kaldırmış. Artık gücün yeterse uğraş! Bütün emeklerin boşa gider...
Ben tecrübeli bahçıvanın merakını takdir ettiğim için onu bir az daha söyletmek istedim.
— Canım Ali Osman ağa, o halde ayrıkları çıktığı zaman birer birer çekersin olmaz mı?
Bu sefer Ali Osman ne güldü, ne de yüzüme baktı. Bu tavsiyemin hayattan aldığı bütün tecrübelere karşı geldiğini düşünürken gözleri evinden fırlar gibi oluyordu:
— Delimisin sen Efendi?! dedi. O hınzır ayrık ayıkla-nırmı hiç?! O bir kerre toprağın altında kaldı mı, köklerini her yere salar. Sonra onu çıkarayım derken bütün mahsulü kaybedersin!..
Bahçıvan Ali Osmana son sualimi sormak istedim:
— Ali Osman ağa kaç senelik bahçıvansın?
— Efendi, yirmi beş!
— Sence usta bahçıvan kimdir, bana söylermisin ?..
— Kim ki evvelâ tarlasını iyice ayıklar, içinde ayrık değil, tüy bile bırakmaz, kim ki tohumü iyi seçer, kimki iyi tohumu tam vaktinde dikmeyi bilir, kim ki mahsulünü yalnız ottan, hayvandandan değil, kendinden bile kıskanır, işte o adam bahçıvandır Efendi...
Şimdi Ali Osmanın kanaatini genişletiyorum: “Tarla,, bir cemiyettir. “Tohum,, bir harstir. “Ayrık,, taassup, irtica, gibi menfi bir hayattır. “Ali Osman,, bir idare adamıdır ? “Bahçıvanlık,, ise içtimai hayat hakkmdaki müspet fikirlerimizdir. Bu hadler bir kerre malûm olduktan sonra Ali Osmanın kanaatini İçtimaî hayatımıza da tatbik etmek mümkündür.
İnkılâbı tanımak lâzımdır
İnkılâp bir kelime değildir. İnkilâp şe’niyet üzerinde kazanılmış bir zaferdir. O hatta maddî ve müspet bir şeydir. Bazı fikrî vaziyetler vardır ki inkılabı doğru anlamamıza engel olur:
-
1 — İnkılâbı kelimelerle düşünmek. Halbuki inkılâp bir şe’niyet olduğundan, şe’niyet olarak düşünülebilir.
-
2 — İnkılâbı “ siyasi,, diyerek daima gelip geçici bir şey sanmak. Halbuki sathî inkılâplar gibi, uzvî ve bünyevî olanları da vardır.
-
3 — İnkılâbı sadece tarihin ve İçtimaî mukadderatın bir neticesi sanmak. Halbuki her ne de olsa, inkılâp bir emir, bir emrivakidir, mutlaka bir fert tarafından istihsal edilebilir.
-
4 — İnkılâbı sadece bir adamın eseri sanmak. Halbuki cemiyetin karnında olmıyan ve vakti gelmiyen bir İnkılâp zorla doğurtulamaz...
İşte vasıl olduğum netice şudur: Bir inkılâp her hangi tabiî bir hadise gibi ancak bir ilmi ve metodu olan insanlar tarafından doğru anlaşılabilir.
Niçin böyle yitilmiyor ? Bunu ilim ve hars müessiseleri mutlaka yapmalıdır.
İhtilâl mı, inkılâp mı?
Gustave le Bon bir “ihtilâl,, bir “inkılap,, değildir, demiş! Bunu derken de türk inkılâbını kastetmiş!., İlim yerine dram ve trajedi yazan bu güzel üslüplü adamın ne demek istediğini acaba yalınız ben mi anlıyamıyorum?! İşte 4‘ırk, ruh, karacter, ali, safil...„ Gibi bir çok kelimeler ki muharririn bunlarla kastettiği İlmî manaları anlamak hemen kabil değil.. Bence Gustave le Bon şe’niyet fikirleri üzerinde çalışan yan edip, yarı mütefekkir, cazip üsluplu bir muharrirdir. Daima ilhamkâr, fakat hiç bir zaman ikna edici olmıyan bir muharrir!.. Niçin bir ihtilâl bir inkilâp değildir?.. Çünkü fikrin sahibine göre, ihtilâl sathî, inkılâp ise bünyevîdir. Yine aynı kanaata göre, ihtilâl anî ve fevrî, inkılâp ise tedricî ve tarihîdir... Bu kanaat eski olduğu kadar da hayatın bütün vakıalarına uymıyan bir tedriç nazariyesinin esendir. Halbuki inkılâplar anî de olabilir. “Yaratıçı tekâmül nazariyesi„ni biyoloji sahesinden sosyoloji sahasine götürmekte hata yoktur. Bir ihtilâle tekâmül kıymeti verdiren şey, ne onun güçlüğü ne de onun gençliğidir. Sadece eşyanın tâbiatine ve hayatın seyrine muvafık olmasıdır. Türk inkılâbı hak ve hakikattir. Çünkü ezelî şe’ni-yetlere uygundur.
Yeni hayat
Yeni hayat
“Misakı Millî,, denilen mefkurenin baş döndürücü bir süratle terakki etmekte öldüğünü görenler memnuniyetle karışık bir hayrete duçar olmaktan, aynı zamanda tarifi güç bir gurur duymaktan kendilerini alamıyorlar, bu mef-kûrenin sihir ve kudreti gibi bu süratin imkânını da bir derece hesap ve mukayese etmek istiyorlar. Malûmatımızın ve tecrübemizin mahdut olan unsurlarile böyle bir hesap ve mukayeseye muvaffak olamayınca, millî hareketin tarihini az çok asrı bir feza içerisinde görmek biz İstanbul Türkleri için tabiî bir haleti ruhiyedir. Fakat akıl ve muhakememizin aczi ne derecede olursa oısun, hayat ve hakikat hissimiz bize İçtimaî neviden şüphesiz hayırlı ve ha-lâskâr, bununla beraber mukavemetsuz bir cereyan içerisinde ferdî hayatımızın akıp gittiğini söylüyor. Bizi şaşırtan en mühim sebeplererden biri belki İçtimaî hayatımız hakkında mantık zorıyle edinilen müphem ve mahdut fikrimiz, daha doğrusu vakıalara uymıyan eski telâkkimizdir. Zira Harbi Umumîdenberi Türk milletinin ruhunda, zihninde hasıl olan inkilâp, tahminlerimiz fevkinde büyüktür, Muharebeleri sırf mekanizinesi noktai nazarından düşünüp “yıkmak, kesmek...„ fiilleriyle ifade edenlerin enfüsî hükümleri nasıl münferit ve mücerret bir merhamet yahüt insaniyet fikrinden mülhem olursa olsun, muharebelerin İçtimaî hayattaki müspet tesirlerini tetkik edenler gözlerini temamile hakikat üzerinde dolaşdırmışlardır. Muharebeler İçtimaî tabakaları sarsan, eski ahlâkî, İktisadî manzumeleri yerinden oynatan zelzelelerdir. Harbeden cemiyetler bünyelerindeki hüceyrelerin nesci değiştiğini de hissederler.Işte bütün bu İçtimaî ihtilâllerin ergeç vasıl olacağı bir tevazün ve taazzi hali vardır. Yoksa cemiyet böyle bir intizama mazhar olmadıkça payidar olamaz. Harp nasıl bir hali tabiî ise sulh ve siikün da onun kadar tabiî bir haldir. Şu taktirce senelerce harb eden bir cemiyetin kendi bünyesinde hasn olan ihtilûlkâr hareketlerin bir tevazün haline girmesi emi tabiîdir.
Bu günkü Türk milletinin hayatında görülen bu süratli yenileşme faaliyetini uzun zamandan beri mütemadi muharebeler, mütevali felâketler neticesinde hasıl olan tahâv-vüllerin zarurî bir neticesi olarak telâkki etmek doğrudur Meşrutiyet iptidalarından beri devam eden bu İçtimaî tehav-vüller neticesinde gerek maddiyet ve gerek maneviyet sahasinde bir çok kuvvetlerin tecellisine şahit olduğumuz gibi, bir takım zayıf kıymetlerin de feyz ve kuvvet kesp-ettiğine şahit olduk. Şu halde cemiyetimizin bünyesi gib> ruhu da, yani ahlakî hukukî zihniyeti de beraber degişmtir Bu uzun cidal hayatının bize öğrettiği hakikatler mutaaddittir
Eski Türk-Yunan harbi bize idareyi mutlakanm Rumelide aç ve çıplak bıraktığı neferlerin sefaletini gösterdi. Harbi Umumî bir millet için siyasî ittifakların her ne temin ederse etsin, bünyesinden temamiyle hariç kalan mahiyetini gösterdi. Çanakkale müdafaasının öğrettiği hakikat türk milletinin namus ve istiklâl mefkûrasine verdiği kıymettir. Mütareke günleri bize aciz hükümeti tarafından terkedilen bir milletlerin nefsinden ve iradesinden başka desteği olmıyacagını anlattı. Millî müdafaanın tarihi ise fenni usullerle idare edilen bu harbin manevî kuvvetlerle birle-şince âlemde şeref ve istiklâlin yegâne müdafii olabileceğinizi bizimle beraber âleme ispat etti.. Bu fikirler alelâde fikirler değil, bütün müdafaaların tarihinden çıkan cani» fikirlerdir. Yeni Türkiye Devleti bu canlı fikirlerin vücu-dünden, zamanda ve mekânda tahakkuknndan başka bir şey değildir. Yeni Türkiye Devletini eski Osmanlı saltanatının bilâfasıla devamı addetmek nasıl doğru değilse, yeni devlet hayatımızı eski devlet hayatımızın tekerrürü ve taklidi şeklinde tekâmülünü beklemek te o derece doğru değildir. Milletçe nasıl yenileşdikse devletçe de yenileşmek zarure-tindeyiz. Çünkü yeni hayat milletin nefsine itimadından
doğmuştur, binaenaleyh ati mutlaka bu nefsin şeref izzetine lâyık olacaktır.
ve
Demokrasi nedir?
Memleket hiç bir tarihin idrak etmediği ve hiç bir -memleketin şahit olmadığı muazzam bir inkilâbı vücude getiriyor. Esareti hürriyete, yeisi ümide, ademi imkân tahvil eden büyük irade şimdi de Demokrasinin icabatını mutlak surette tatbik ediyor. Bu eser karşısında ilimin sağır ve dilsiz kalması mümkün değildir. Gerçi ilim adamının adi siyaset yapması caiz değildir, fakat siyaset ve siyasî inkilâpların ilmini yapması neden cayiz olmasın?!. Çünkü siyasî inkilâplar da - dinî, ahlâkî ve İktisadî inkilâplar gibi - İçtimaîdir, binaenaleyh onların da afakî bir mevcudiyetleri vardır. Afakî bir surette tetkik edilmeleri lâzım gelir. Diğer cihetten ya Demokrasi İçtimaî hayatımızın esaslarını sarsacak derecede derin bir inkılâptır, o halde bunun neticeleri hukuk, ahlâk, terbiye lisaniyle vazihen ifade edilebilir. Yahut ta Demokrasi bu neticelerle alâkadar olmıyan sathî bir değişikliktir, o halde bu değişikliğin derecesi ve mahiyeti anlaşılmalıdır. Halbuki Demokrasi memleketin bütün ahlâk, hukuk, terbiye ve maarif sistemini değiştirecek derecede derin, İçtimaî tahayyüllerdir. Binaenaleyh ahlâkta, hukukta, siyasette, terbiyede... bunun akisleri olmak »lâzım gelir. Bu akisleri ve neticeleri görmek için her şeyden evvel Demokrasinin ne olduğunu vazihen ifade etmek meçburiyetindeyiz. Demokrasinin ne olduğunu anlamak için de bu şekilin tamamiyle zıddı olan Kast devrine iraei nazar etmek lâzım geliyor:
Kastlar Hindistanda yaşıyan ufak cemiyetlerdir. Bunları demokratik cemiyetlerden temyiz eden seciyeler şunlardır:
-
1 — Kast dahilindeki fertler aynı hukuka malik değildir. Kast dahilinde rahiplerin, muhariplerin, zürraın arasında hukuk farkları vardır. Meselâ muharip ziirraın mafevki, rahip muharibin mafevkidir.
-
2 — Kastın erkek efradı için meselâ diğer bir kasttan kız almak, diğer bir kastın yemeğini yemek, ecnebilerle temas etmek., gibi birçok fiiller memnudur. Bunlar büyük günah teşkil eden fiillerdir.
-
3 — Kastın efradı mesleğini intihapta da serbest değildir. Çünkü bu cemiyetlerde meslek intihabı aile ile mukayyettir. Meselâ rahibin oğlu rahip, muharibin oğlu muharip, demircinin oğlu demircidir. Binaenaleyh meslek* ihtisas verasetin bir tabiidir.
-
4 — Kastlar arasında bir nevi umumî vahdet olmakla beraber, her Kast diğerinin son derece muhasımıdır. Aralarında taksimi amel yoktur.
-
5 — Kast devrinde cemiyet son derece hareketsiz, atıldır. Bu devrin insanlarında ne fikren, ne de fiilen cevvaliyet yoktur.
Cemiyetler kastlar devri dediğimiz bu İbtidaî şekli idrak etmişlerdir. Demokrasiye ise en geç vasıl olmuşlardır. Çünkü Demokrasi İçtimaî tekamülün son merhalelerinden biridir. Demokrasi devrine girmiş bir cemiyetin seciyeleri Kastlar! devrindeki cemiyetin bu seciyelerine tama-miyle zıddır. Şöyle ki:
-
1 — Demokratik bir cemiyette fertler kanun nazarında aynı hukuku, aynı kıymeti haizdirler. Demokratik cemiyette sınıf teşkilâtı yoktur. Muhtelif meslek erbabı arasında hukuk farkları mevzuubahis değildir. Hiç kimse diğerlerinin ne mafevki ne de madunudur. Bütün insanlar sınıf, meslek, ırk, cins, meshep farkları nazi itibara alınmaksızın müsavidirler.
-
2 — Kast dahilinde dinî bir mahiyeti haiz olan bir çok fiiller demokratik cemiyette lâdinî bir mahiyeti haizdir. Meselâ Demokrasi ferdi istediği cemmiyetten kız almakta ve istediği yemeği yemekte ve ecnebilerle temasta ve buna mümasil olan bütün fiillerinde serbestir Hiç bir dinî kayıtla mukayyet değildir.
-
3 — Demokroside fert istediği mesleği, istediği veçle intihapta serbestir. Meslek intihabı Kastlar devrinde olduğu gibi aile ile mukay/et değildir. Meselâ alimin oğlu demirci olabileceği gibi, demircinin oğlu da alim olabilir. .
-
4 — Kast devrindeki husumetler Demokrasinin meslekleri arasında yoktur. Demokraside meslekler taksimi amele ve tesanüde müstenittir Demokraside meslek zümresiyle meslek zümresi arasındaki his, husumet değil, bilâkis-muhabbettir.
-
5 — Demokratik cemiyette fert son derece fail, hem fikren, hem de fiilen cevvaldir. O Kastın bir zerresi değil. Cumhuriyetin bir şahsiyetidir.
Şu takdircs demokratik cemiyetlerin seciyelerini hülâsa etmek istersek diyebiliriz ki bu hülâsa “Hürriyet,, ten ibarettir. Hürriyet, bütün vatandaşlar için aynı hukuku kabul eden “Müsavat,, şeklinde hürriyet, bütün vatandaşlar için vicdanın kabul etmediği veya muvafık bulmadığı velâyete tabi olmamaktan ibaretan olan “ dünyevilik şeklinde hürriyet, kendi kuvvet ve kabiliyetinin müsade ettiği mesleği intihapta serbes kalmaktan ibaret olan “müsavat,, şeklinde hürriyet, zümre ile zümrelerin, millet ile milletlerin müsalehasından mütevellit “tesanüt,, şeklinde hürriyet, ferdin hem cismanî hem de ruhanî melekelerini azamî derecede ve serbesce neşvünemaya mazhar olmasından tevellüt eden ahlâkî ve İnsanî bir “şahsiyet» şeklinde hürriyet... Bütün ou şartlar ve'neticeler toplanarak denilebilir ki :Demok-arşi Adalet mefkûresinin tecellisidir. Bazı kimseler bu müsavatçılığın bir vahime ve müsavatçılık mücadelesinin sunnî •olduğuna ¿kanidirler. Gerçi ilmin ve felsefenin tarihinde mefkurelerin bile vahime ve cehil eseri olduğunu söyliyenler gelmiştir- Fakat hiç bir zaman İçtimaî mefkureler gibi milyonlarla insanın vicdanını saran kuvvetlerin zaruretleri, İçtimaî zaruretlere tekabül etmedikçe cehalet yüzünden payidar olmasını akil bizzat nefyediyor. Bu gün bütün avrupa milletlerinde ve bizde Demokrasi ve Cümhuriyet şeklinde tecelli eden mefkûre de tarihî dinlerin zuhûru gibi İçtimaî hayatın tevelit ettiği bir zarurettir. Buna bu gün de mutavaat etmemek belki mümkün olurdu. Fakat ne büyük zarar ve istiraplarla ve ne büyük tehlikelerle!.. Filhakika Büyük adamlar yanlız hayatın boğuk ve kısık sesini işidebilenlerdir. İnkılâbı şu veya bu vasıta ile, şu veya bu şekilde yapıp yapmamak gerçi ellerindedir, fakat mefkûreyi halk ve icat etmek ellerinde değildir. O, sadece tarihin bir mucizesidir. Nitekim Demokrasi mefkûresi de ilk defa Avrupa milletlerinde zuhur etmiş değildir. Tarih ve içtimaiyat onu yunan medeniyeti kadar eski buluyor. Aynı mefkurenin uzun bir husufe oğradıktan sonra tekrar tecellisi bir günlük iş olmamıştır. Bilâkis bu mefkûre bazen siyasî bir şuur gibi ronesan’dan beri tenvir ede ede zamanımıza kadar gelmiştir ve bütün asrî milletleri sarsmıştır. Rönesansın edebiyatı yunan felsefesinin mahsulâtı gibi bu mefkûreyi de takdir ve tepcil ediyordu. Fransa İhtilâli Kebirinin kahramanlan ruhen rousseau’nun “tabiat,, umdesile ve “Contrat social„’in verdiği hamle ile hareket etmekte idiler. Müttehidei Amerika istiklâli mücadelesinde görüldüğü ■gibi, bazı inkilâbçılar da aynı mefkûreyi İncilden istinbata kadar gidiyorlardı. Söyleyenler ve söyletenler pek çoktu, fakat söylenen birdi. O da bütün bu şiirler, tefsirler ve iddialar arkasında yaşayan ve değişen bir cemiyetin iştiyakı idi. Kim iddia edebilir ki türk tarihinde bu mefkûre tekevvün ederken onun terkibine milletini aldatan Sultanların hatırası, Tırabulustâ, Balkanlarda, Çanakkalede,
Arabistan da ölen meçhul Mehmetlerin âhı da karışmamıştır. İnkılâbımız gözleri karartacak derecede başımızı döndürüyor. . İnkılâbın âlemden beklediği cesaretlerine ve tehlikelerine iştirak olmıyabilir. Fakat hiç olmazsa olanı .anlaması ve anlatmasıdır.
• .
Inkilâpta yarım yoktur...
Biz tahsilimizi Meşrutiyetten evvel İstanbul Darülfünunu Fen Şubesinde yaptık. Hocalarımız arasında müteveffa Vasil Naom Bey gibi hüdayinabit olarak yetişmiş meşhur bir kimykker ve büyük bir mürebbi bulunuyordu. Bu zatin derslerinde hem İlmî fikirler, hem de bediî bir mahiyet vardı. Hocamız tecrübelerinin kıymetli neticelerini bildirirken açık, kuvvetli ifadesini ve kuvvetli telâkkileriyle bizde ilim fikrini, ilim muhabbetini de vücude getiriyordu. Fakat bütün _ bu vasıflarına rağmen Vasil Naom Beyin dersi, kimyanın alat ve edevatından, hatta en ufak tacrübelerden bile mahrum bulunuyordu. Filvaki o zamanki Darülfünnunun kimyahanesin de ancak bir kaç ecza dolabı vardı!.. Bu kimyahaneyi ancak bir iptidaî mektebi müzesi gibi ziyaret eder, fakat ellerimizi hiç bir şeye sürmeden dışarıya çıkardık!.. Bizden evvel ders alanlar kendisine atfen şu sözleri söylemişlerdi. İşte size bu cismin terkibi... Lâkin bu cismin kokusunu tebeşirin kokusundan, rengini de tebeşirin renginden anlarsınız!.. Bu sözler bütün hayatını tecrübe ile geçirmiş ve “Beni kuyuya atsalar yine aç kalmam, kimyam sayesinde- kendime gıda yaparım!..,, Diyen ilmine mağrur kimyakerin AbdüJ Hamit istipdadına karşı bir isyanı idi.. Istipdat, Darülfünunu ancak bif hareket ve inkılâp yapmak için değil, sırf Saltanatı^ bir darülfünnünü olduğunu göstermek için yaşatıyordu. Hiç5 unutmam, bir ğiih, o Zamanki Darülfünnunun, şim-5
diki Darülmualliminin koridorlarından birinde dolaşırken Darülfünunun ziyarete gelmiş olan ecnebileri gezdirmekte olan bir memurun şu sözleri söylediğini işitmiştim: “Darül-fünnunu gösterin diyorsunuz... Burada gösterecek hiç bir yok ama;israrınız üzerine yine göstereyim !..„.
Hülâsa mutlakiyet maarifi bir gösteriş ve idareyi maslahat maarifiydi. O zaman hiç bir şey ciddi, hiç bir şey esaslı ve tamam değildi. Bu noksan, mutlakıyetin bütün idare şubelerinde vardı. Hukuk, iktisat hey şey böyle eksikdi... Mümkün olduğu kadar günü geçirmek ve yarın için yine yarım tedbirler düşünmek, Abdül Hamidin bütün dehası işte bu noktada tecelli ediyordu!.. Meşrutiyet tarihi fasılalı, sıkıcı tereddütlerle doludur. Bazen iyi bazen fena bazen müterakki bazen mütereddi, olan bu tarih İçtimaî ve siyasî hayatın her nevine şahit oldu. Fakat esasen bu devrin de evvelkinden farkı yoktu. Çüdkü bu devir de hiç bir şey, hiç bir maksat zahirî, arizî endişelerden salim bir surette, tabiî, zarurî şartlar dahilinde vazedilip halledilmiyordu. Her şey vukuatın, tesadüflerin eseri idi. Mutlakiyet devrinde esaslı teceddütlere mani olan, bir ferdin, Sultanın istipdatı idi. Meşrutiyet devrinde aynı teceddütlere mani olan müteaddit fertlerin kararsızlığı idi. Sanki İçtimaî hayat, bütün kudret ve hamlesiyle tecelli için yekpare bir ruh ve ceset bulamamış, parça parça kanaatler taşıyan, zayıf fertler arasında dağılmış kalmıştı!.. Türkiye, tarihinin en kara ve betbaht günlerinde bu camiayı, perakende olarak helâk olan millî kuvvetlerini ateş ve hararete kalbeden mihrakı buldu. Bu tekâsüf neticesindedir ki ecnebi istilâsı» esaret, Saltanat... her şey yıkıldı... Bütün bu eserler, Harekatı Milliyenin tarihidir. Aynı tarih bize şu üç hakikati bariz bir surette ispat ve ilân etmiştir:
-
1 — Bir millet ne kadar cahil ve maddî medeniyet itibariyle ne derece geri olursa olsun, istiklâl ve şerefini muhafaza etmek heyecanını duyduğu müddetçe ölmüş sayılmaz. El verirki bu heyecana mihrak olacak tarihî kahramanını bulsun..
-
2 — Asri kahramanlık, bir heyecan ve irade kahra-manhğı olduğu kadar, ilim ve teknik kahramanlığıdır. Şan ve şeref, vatan ve millet namına ölmek büyük bir iş, fakat milletini, vatanını şan ve şeref, sahibi bir vatan ve milleti olarak idameye muvaffak olmak büyük bir dirayet ve fikir eseridir...
-
3 — Yeni bir eser vücude getirirken, yeni bir millet yaparken ve yeni bir tarih yaratrıken büyük adamların müracaat ettiği tek usul vardır: Tarlayı baştan aşağıya temizlemek ve yeni binayi yepyeni malzeme ile ve yepyeni nispetlere göre inşa etmektir.
İnkılâbın birleşmiyeceği yanlız bir fikir vardır, o da yarım ve yama fikirleridir. Aksitakdirde inkılâp hali hayatımızı maziye iade şeklinde ricatle neticelenmez, büsbütün ihtilâle münkalip olabilir. Bu netice, hayat için kazanç mevzuubahs-olurken büyük bir ziyandır
Cumhuriyetimizin temelleri
Mutlakıyetin ve meşrutiyetin bir mantığı olduğu gibi, cumhuriyetin de bir mantığı vardır. Cumhuriyetin esası adâlettir. Adaletin ilk şartı müsavattır. Müsavat, bütün vatandaşların aynı hukuka malik olmaları, hiç bir ferdin ve hiç bir sınıfın sultasına maruz kalmamaları, İçtimaî feyizlerden, İçtimaî nimetlerden istifade etmeleri ve İçtimaî bir meslek intihabı hususunda bütün vatandaşların aynı vesaite mazhar olmalarıdır.
Şu takdirce cumhurî hükümetin ilk mühim vazifesi fertlerin veya sınıfların sultasına mâni olacak, aile, şehir, asalet, servet farkı olmaksızın bütün vatandaşların millî hayatın feyizlerinden ve nimetlerinden istifadesini temin edecek olan kanunları ve müessiseleri vücude getirmektir.
Cumhuriyet içinde adlî, hukukî ıslâhatı idare eden mihver fikir, işte bu “müsavatçılık,, tır. Bu müsavatçılığın hukuk ve kanun şeklinde tecessüt etmesi kâfi değil, ruhlarda, vicdanlarda şuurlanması, iradeleri tahrik edebilecek bir hayatiyet kazanması da lâzımdır. Onun için cumhurî devlet, kanunları ve mahkemeleri gibi mekteplerinin de hayatını müsavatçılık esası üzerine tensik etmeli, aynı zamanda tarih, ahlâk, edebiyat ve felsefe dersleriyle bu kıymetleri takviye etmelidir. Tâki cumhuriyet inkılâbı aristokratik ve monarşik devirlerin müstehaseleri şeklinde yaşıyan ölü telâkkilerden büsbütün azat olabilsin...
Fakat asri cemiyet içinde müsatçılığm en büyük düşmanı servettir. Servet ve onun terakümü sahibine bir tai kim imtiyazlar ve nüfuzlar temin etmekle kalmayıp servet-olmıyanlarm dolay isiyle mahrumiyetini ve servetliye karşı esareti neticesini de tevlit etmektedir. Bu, bir haksızlıktır. Cumhurî devlet bu İçtimaî hakslzlıkları bütün kuvvetiyle tamir ve telâfi etmek mecburiyetindedir.
Bunun çaresi İçtimaî tesanüt teşkilâtı vücude getirmektir. “tesanütçülük,,, müsavatçılığın bir şeklidir. Hasta-haneler, sandıklar, süthaneler, aşhaneler, çocukları himaye ve fukara cemiyetleri... hep bu umdenin vücude getirdiği müessiselerdir. Bizde vakıf en ziyade tesanütçülükten kuvvetini alan demokratik bir teşkilâttır. Cumhurî devlet “Muaveneti içtimaiye,, namı altında adalete hizmet ederken bu hizmeti bir yandan da mekteplerinde ve maarifinde tesis etmek mecburiyetindedir. Şöyle ki cumhuriyet içinde fakir bir aile, sırf fakir olduğundan dolayı, evlâdını tahsil ettirmek şerefinden mahrum kalmamalıdır, iptidaîden, ¡aliye kadar bütün mektepler tahsile müstait fakir çocukları için meccani olmalıdır. Devlet, cumhuriyet esasına sadık kak; mak mecburiyetiyle talî ve ali tahsilde “bourse„lar, vakıflar, tesis etmelidir. Bu tesise yalnız devlet değil, belediyeleri ve diğer cemiyetlerde çalışmalıdır.
Adâletin ikinci şartı hürriyettir. Hürriyet, vatandaşların manevî kuvvetlerin sultasından azade olması demektir. Bu manevî kuvvet ister dinî bir akide, ister meta-fizkî bir mektep, ister siyasî bir içtihat şeklinde olsun, vatandaşlara zorla, aklı, muhakemesi hilafında kabul ettirilemez. Cumhuriyette hiç bir kimse filân akideye sahip, filân mezhebe sâlik veya filân siyasî kanaate malik olduğundan ve kabili münakaşa, kabili içtihat olan mes’eleri şu veya bu suretle düşündüğünden dolayı takbih veya tezyif edilemez. Hiç kimse şahsına ve ailesine ait olan hususî ahlâk ve hayat telâkkilerinden dolayı tecziye olunamaz. Binaenaleyh din ile devletin yalınız nazarî olarak değil, fiilî olarak ta ayrılması lâzımdır. Devlet insanları zorla mutekit etmek ve zorla zahit kılmak için kuvvetine, zabitesine müracaat edemez. Devletin fertlerden talep edeceği şey, böyle şahsî kanaatlere nüfuz etmek değil, millî hayatın temeli olan müşterek kıymetlerin masuniyetini temin etmektir. Bu kıymetlerin mühim bir kısmını “hakimiyeti milliye ve hürriyeti şahsiye,, mefhumlarında toplıyabiliriz. Cumhurî devletin asıl vazifesi budur. Devlet bu vazifesini bir yandan kanunları ve zabitesiyle yapmakla beraber bir yandan da tedrisatına dünyevî bir seciye kazandırarak ve millî terbiyeyi hâkimi-yati milliye, hürriyet ve müsavat esasları üzerine kurarak yapar. Cumhuriyetin mektepleri bu bitaraflığı yalnız münakaşayı mücip olan akideler hakkında değil, hatta müspet mahiyeti olmıyan ahlâkî tedrisat hakkında da göstermelidir. Hiç bir akidenin hürriyet esasını yıkacak surette neşrine muvafakat etmezken her hangi maddeci, intifaiyeci veya iftikâriyeci feylesofun ahlakî kanaatlerini genç nesillerin ruhuna zeredilmesine muvafakat etmemelidir. Bu devletin mektepte tedrisine muvafakat edeceği manevî dersler ancak tarih veya içtimaiyata müstenit, yani İlmî neviden dersler olabilir. Cumhuriyeti yükseltecek olan kafaları ancak bu müspet tedrisat sayesinde yetiştirebiliriz.
İnkılâbımız ve fikirler
Geçende Türk inkılâbının hararetli takdirkân olan bir Amerikalı ile görüştüm. Bu zat on altı senelik inkılâp tarihi, bilhassa Millî Harekâtın safhaları hakkında bir eser yazacaktır. On altı senelik hayatın seyrini iyiden iyiye tetkik etmiştir. Bu mülakatımız benim için çok istifadeli oldu. Çünkü bir Amerikalının nerlere dikkat ettiğini ve neleri öğrenmek istediğini anlatıyordu.
Suvallerinde birine verdiğim cevap şu idi: Zannediyorum ki siz milliyet şuurunun zuhuru tarihini sormak istiyorsunuz. Çünkü şuursuz olarak mevcut olan miliiyetin tarilr, meb’dei yoktur. Bu sırrî, dinî kıymetlerin şiddetin kaybetmesiyle birlikde şuursuzluk nahiyesinden şuur nahiyesine girmiştir. Her millette olduğu gibi bizde de muharebeler, açlıklar, zulümler gibi İçtimaî akibetler doğuran kitlevî ve bünyevî hareketler bu şuurun uyanmasına sebep olmuştur. Bu itibar ile eski Yunan harbi türk neferini çıplak bir halde gösterdiği, sarayın istipdadma ve israfına rağmen Türkün tükenmek bilmiyen hayat cevherini meydana çıkardığı için genç ve mektebli zabitlerin ruhunda şiddetli bir milli" yetçilik veya halkçılık heycanmı uyandırdı. Balkan muharebesi bu intibahın diğer bir amili oldu. Bu harp, bize hem milliyet ateşi ile yanan cemiyetlerin iradesini hem de millî idareye malik olmıyanların şeametini gösteriyor, ve hükümet idaresinde saçın sakalın hiç bir kıymeti olmadığını, belki her kuvvetin mefkûreden, iradeden, samimiyetten geldiğini öğretiyordu. Çanakkale harbi bize asgarî madde ile mücehhez mefkûreci birordunun cihan ordularına karşı koyabileceğini türk ile gayır arasında insanlık itibariyle hiç bir ayrılık olmadığını söylüyordu... Bütün bu vukuat türklük şuurunun bir kuvvet fikri haline gelmesi için kâfiydi. Netice malûmdur. Bu milliyet şuuru bir yandan milliyyetçi ve halkçi bir devlete, bir yandan da dünyevî ve cumhurî bir idare şekline inkılâp etti. Bu tarihin mütefekkirleri nasıl çalıştılar? Bu tarihte hangi ilimler, hangi felsefeler en çok hükmüran oldu?.. İtiraf etmek lâzım gelir ki Meşrutiyettenberi bizde en çok okunan zat, Doktor Gustav Le Bon’ dur. Bu zatin muhtelif şubelere, bilhassa kavimlerin İçtimaî ruhiyatına dair olan kitapları bizi çök müteessir etmiştir. Le Bon’un açık ve cazibeli ifadesi, hususiyle oldukça amiyane olan düsturları ve nassî hükümleri henüz İçtimaî meseleleri müspet surette tetkike alışmamış olan memleketimizde kolayca ve çabukça intişârını temin etmiştir. Bu zatin eserlerinden alınan başlıca iki fikir vardır: Bunlardan biri: cemaatler ananeci ve tahripkârdır. Diğeri: bu cemaatleri idare ederr, muharriklerdir. Üçüncüsü: bu ananeci ve tahribkâr cemaatleri idare için müracaat edilecek vasıtalar tekrar, telkin gibi mihaniki ve nihayet pisikolojik fiillerdir. Le Bon’nun bizde müspet denilebilecek bir fikir neticesi vücude getirebildiğine kani değilim. Eserleri bu suhuletine ve cazibesine rağmen yalınız okundu, fakat hiç bir tatbikatçı ve hükümet adamı tarafından kollanılmadı. İkinci merhalede fikirlerinizi en çok tenvir eden mütefekkir içtimaiyatçı Durkheim olmuştur.
Durkheim’m mütefekkirlerimiz arasında süratli intişarı muhtelif şebeklerden ileri gelmiştir. Bir kere mütefekkirlerimiz böyle bir mektebe zaten mühtaç bir halde idiler. Çünkü inkılâbımızın her günkü tecrübeleri bize ispat ediyordı ki İçtimaî tekâmülün amili ne cemaatlerin kör ve şuursuz ihtilâllari, nede bu amil, feretlerin iradesi ve mihaniki telkin ve tekrarlarıdır. Cemaatin de, fertlerin de bu tekâmülde bir şey olduğu hissediliyor, fakat ne olduğu İlmî surette bilinmiyordu... Ferde fert rolünü, cemaate de cemaat rolünü verecek müspet bir mektebe ihtiyaç vardı. Bu mektep Durkheim, içtimaiyatı olabilirdi, İşte Durkheim-cılık tam zamanında Türkiyeye naklediliyordu. Sorbonne’da tahsil etmiş ve bizzat müteveffanın derslerini takip etmiş olan gene müderrislerin tedrisatı da bu işi çok kolaylaştırdı. Hususiyle Gök Alp gibi bu mektebin en selâhiyetdar bir mümessili kendi aramızda bulunmakta idi.
İşte bence inkılâp tarihimizi en çok tenvir eden mektep budur. Müspet içtimaiyatçılık Gustav Le Bon’un fikirleri gibi yalınız hafızada kalmamış, müessiseleremize kadar tesir etmiştir. Devlette, hukukta, terbiyede, iktısatda vücude gelen bütün tahavvülleri doğrudan doğruya bu mektebin kanaâtlarine raptedebiliriz. Çünkü içtimaiyat bize halkçı ve cumhuriyetçi bir devletin, millî ve İnsanî bir hukukun yine dünyevî ve müsavatçı bir terbiyenin faikiyyetini müspet bir kaanat olarak kazandırmıştır. Hülâsa bu içtimaiyatla beraber türk fikir .âleminde ki bütün ihtilâllere bitmiş nazariyle bakılabilir. Bununla beraber müspet içtimaiyatçılık fikir tarihçemizin son merhalesi değildir. Evvelden beri Türkiyede felsefe namına hükmünü icra eden mektepler vardı. Bunlar ya dinî esasta hayat, kâinat, vücut telâkkileri veya maddeye,, hayat amüstenit olan tekâmül mezhepleriydi. Bizde Darvincilik yalnız 'hayatiyat sahasinde kalmıyor, ahlâkıyat ve vicdaniyat sahasine de giriyordu. Bu tekâmülcülük vic-daniyat sahasine girdiği zaman vicdan felsefeleriyle karşılaşmıyor, saheyi boş buluyor ve bütün genç fikirleri istilâ ediyordu. Kısaca söylemek lâzım gelirse maddeciliğin, tekâ-mülcülükün bu tecellisi türk harsi için çok tahripkâr idi. Çünkü ilim nekadar müspet olursa olsun bir felsefenin yerini tutamaz. Çünkü insan için “nasıl?,, sualini sormak tabiî olduğu kadar, “niçin?,, sualini sormak ta o derece tabiîdir. Binaenaleyh İçtimaî hayat hadiseleri ne derece izah edilirse edilsin yine şu sualin cevabını vermek ihtiyacı baki kalacaktır: “Nereden geliyoruz?,, nereye gidiyoruz? biz neyiz?,,. Bu sualin cevabını ancak felsefe verebilir. Fakat münhasıran akla, münhasıran maddeye istinat eden her hangi felsefe değil, hep birden aklın, hissin, iradenin de malûmlarını cem ve bel’ederek düşünen bir felsefe.
İşte bu felsefe Bergson’unkidir. Nitekim bizde de bu suale cevap veren o oldu. Evvelemirde Begrsonçuluk Durk-heimcılığm bîr aksülameli gibi telâkki edildi! Filvaki Durkheim mektebinin tedrisatında İçtimaî muayyeniyet fikri İçtimaî kadercilik şeklinde anlaşılmaktaydı. Halbuki Bergson, felsefesini ruh âleminde hürriyete istinat ettiriyordu. Bu sebeple iki şey biri birine zıt farzedildi. Bir de Berg-son’un felsefesi mistisizm gibi anlaşıldi! Çünükü her felsefe gibi o da batmî idi. Hususiyle “Batınî ben„’e çok kıymet veriyordu. Fakat Beragson tamim edildikçe hakikati daha iyi anlaşılacaktır. Bergson’da ne bu mistisizm nede İçtimaî muayyeniyetin inkârı yoktur. Bergson felsefesinin esası içtimaiyat ta dahil olmak şartiyle terkibine bütün müspet ilimlerin son mutalarını almaktır. Bersgonculuk ne' ilmin aynı,, ne de ilmin gayrıdır; belki ilmin mutaları üzerinden kâinata tevcih edilen külli ve mutlak bir nazardır.
Hülâsa, fikir inkılâbımızın tarihinde bu üç zatin ismi mühimdir. Gerçi Le Bon bu gün sadece bir hatıradan ibarettir. Fakat Durkheim ve Bergson yaşamaktadır. Gerçi Darülfünunumuzda Le bon mevzubahs bile edilmez,-fakat Durkheim ve Bergson içtimaiyat ve felsefe tedrisatımızı şiddetle alâkadar eden iki mühim şahsiyettir. Bu büyük ilim ve felsefe mekteplerinin tedrisatından memleket çok faide görmüştür. Onları .daha iyi anlamak lâzımdır. Hususiyle mütearız olması lâzım gelmiyen iki tefekkür-, şubesi gibi...
Mefkûremiz kuvvetli, tekniğimiz zayıftır
Mefkureler heyecanlı mevzulardır, fikirler, düsturlar gibi kat’i, hendesî vücutlar arzetmezle. Mefkûreler duyulur, takdis edilir. Tahakkukları, yere, toprağa inmeyenleri zamanla •olur. Bir mefkure hakikate geçerken bir takım şekiller alır. Mefkurelerin fikirleşmesi, düsturlaşması hayli güçtür. Bugün siyasî hürriyet ve İktisadî refah heyecanlar vardır? Bunlar inkılâbımızın en büyük hedefleridir. Eakat bunlardan birincisi tahakkük etmiş, İkincisi edememiştir. Esasen aynı günde, birden tahakkuk edecek cinsten gayeler değildir. Temiz, zengin ve güzel bir İstanbul görmek İstanbulda yaşıyan herkes için bir gayedir. Fakat bugün bu mefkûre de tahakkuk etmemiştir. Türk ülkesini vücude getiren bütün vatan çocuklarının ilk mektep tahsilini görmesini kim emel edinmiştir?... Fakat bugün mektep görenlerin adedi inanılmaz derecede azdır?...
O halde siyasî saheden sarfınazar, denilebilir ki ne iktisat, ne konfor, ne de maarif sahesinde hiç bir mefkuremiz henüz tahakkuk etmiş değildir. Duyduğumuz İktisadî, sıhhî, fikrî kıymetlere henüz vücut vermemişizdir. Niçin böyledir? Çünkü mefkürelerin sahesi vicdan sahesidir. O bize mukadderatımızın istikamet veçhesini gösterebilir. Mefkûre bize “Koş, yürü, hakkı da, hakikati de, cemali de, kemali de, her şeyi orada bulacaksın... „ der, fakat okadar... Bundan ilerisi, bütün akibet bizim irademize, bizim ihtimamlarımıza bağlıdır. Frkat burada iradenin delâletini iyice kavramalı-dır. Aranılan ne asabi, ne de uzlî, mutlak ve inkıtasız bir faaliyet değildir. Tahakkuk etmek talihinde olan mefkurenin ihtiyacı eşyanın tabiatine muvafık olan bir faaliyettir. Zekâ olmazsa, bu zekâyı kullanacak malumlar, ilimler yoksa, bu faaliyet neye yarar?.. Mefkureler tahakkuk etmek için r vasıtalar ilmine mühtaçtır. O, riyaziyat, tabiiyat, içtimaiyat / ilimlerinin kanatlerine sığman bir takım amelî bahislerin,/ bütün fenlerin hizmetine mühtaçtır. Güzel memleket, güzel şehir, güzel maarif, güzel iktisat... hep doğru fikirlere, doğru düsturlara, doğru hareketlere mühtaçtır. Mefkûre-mize vücut vermek için hem ilme, hem de fenne mühtacız. Medeniyet dediğimiz bu vasıtalar, fikirler, ameliyeler
mecmuası mefkûremizi edebiyat semalarından hakikat meydanına indirecek yegâne ağırlıktır. Türkler ve Türkiye zanedildiğinden çok fazla idealistir. Şeref için ölmesini bilen bir millette idial zaafı nasıl tahayyül edebilir? 1 Milletimizin bu müfrit mefkûreciliğini daralamak için realistlik, ma-teriyalistlik istemiyeceğim. Benim istediğim sade, basit oir şeydir. Şehirde, iktisatta, mektepte, köprüde, elektirikte... avrupalı gibi bütün, sağlam bir vukufa sahip olan teknik adamlarıdır.
Mademki Türkiye, mefkûresinin insaniyet aleminde tahakkukunu istiyor, şimdi muhtaç olduğu bir şey vardır o da, ilim, fen, teknik, adlarını verdiğimiz akıl, hesap, vukuf, maharet, sahelerine akın etmektir. * Türkler için silâhsız ve muharebesİz bir Avrupaya istila mevzuubahstir.
Büyük İnkilâplar ve yeni teknikler
Dün Millî Mecmua idarehanesinde eski bir hattatla görüştüm. Benim yazı tarihi ve yazı bediiyatı ile uğraştığımı bilen bu zat bazı sualler sordu.. Şimdi lâtincenin kabuliyle eski san,at yazılarından ayrılan zevkimize acıyan insanlarla hasbihal etmek istiyorum. Biz Türklerin san,at yazılarının tarihinde ne büyük bir kudret ve muvaffakiyet gösterdiğini her müdekkik kabul eder. Nesih, Sülüs, Celi yazılarına büsbütün bediî bir huviyyet veren Türklerdi. Taliki, Yesari ve Yesarizade kalemiyle işliyen Türklerdi. Divaniden, Reyhaniden, bedialar vücude getiren yine onlardır. Rik’ayı icat eden, ondan ince, asabî bir lisan yapan yine Türklerdir. Fakat türk Sülüsü şeyh Hamdullah Efendiyi, Hafız Osmanı, türk Celîsi Mustafa Rakımı, türk Taliki Yesarileri, türk Rıkası Mimtaz Efendiyi, Galatasaray hat muallimi ^zzet Efendiyi vücude getirdikten sonra daha ne yapabilecekti ?! Hattatlığın muasır bir san’at gibi zevkimizi terbiyede devam edememesinin sebebi kendisindedir. Çünkü bu san’at Garp yazılarında olduğu gibi tarihî zaruretler neticesinde inkişaf imkânlarım, hatta bütün varlığını iki büdun arasina hasretmiştir. Resim, çizgi ve renk san’ati olmaktan ziyade bir manazır ve terkip san’atidir.
Nasıl ki mimari bir şekil san’ati olmaktan ziyade bir hacım ve kitle san’atidir. Bu gibi şekil san’atlerinin inkişafım daim ve tekâmülünü ebedî kılan şey, hep üç budüe birden istinat etmeleri ve bu sayede yüksek bir teknikle genişlejniye kadir olmalarıdır. Halbuki bu kabiliyet yazıda yoktur. Mustafa Rakımın elifleri ne kadar canlı olursa olsun bir heykel değildir!.. Yesarilerin Talikleri ne derece insicamlı olursa olsun bir peysaja muadil olur mu?!
Hülâsa Türk hattatlığının hat sahasindeki tarihî muvaffakiyetleri ne derece parlak olursa olsun bunun ilelebet devamına imkân yoktu. Hattın doyurmadığı ruh ve zevk ihtiyaçlarımızı zaten resimden, heykelden almıya mecbur idik. Eski harflerin yegâne müdafaa noktası olan güzellikleri maatteessüf tarihî bir tekâmülün mahdut-ve muayyen merhalesinden fazla bir şey değildir. Onun için istikballeri namına teessüre hiç bir sebep yoktur. Büyük san’at inki lâpları için yeni teknikler lâzımdır.
Gazi
Türk Harekâtı Milliyesi ve Mustafa Kemal Paşa
Bu serlevha son günlerde Paris te neşredilmiş fransızca bir eserin adıdır. Eserin sahibi sabık Ankara matbuat umum müdürü Hüseyin Ragıp Beydir. Hüseyin Ragıp Bey Harekâtı Milliyenin bidayetinden beri fikir sahasinde çalışanlardan biridir. Millî hükümet namına ilk vazifeyi İtalyada görmüştü. Müteakiben matbuat müdürlüğü ile hükümetin nimresmî bir gazetesi olan “Hakimiyeti Milliye,, nin ser muharrirliğini deruhte etmişti. Ragıp Bey bu hizmette bir sene kadar çalıştı. Şon zamanlarda Anadolonun Paris mümessilliği refakatinde olarak Parise gitmişti. Bu muharrir arkadaşımızın Anadolu vukuatına dair fransızca olarak neşrettiği eserin hususî bir ehemmiyeti olacağını tahmin etmek güç değildir.
“Türk Harekâtı Milliyesi,, ne tamamiyle edebî, ne de temamiyle siyasî bir eserdir. Muharrir bunda millî hareketin en canlı noktalarını, en şayanı dikkat saflıklarını türkçe bilmiyen, türk matbuatını takip edemiyenlere tanıtmak istemiştir. Muharrir büyük muzafferiyetten evvel yazdığı bu eserin mukaddimesi olmak üzere ilâve ettiği satırlarda diyorki:
“Dostlarınızın mukabeleyi bilmisil, düşmanlarınızın husumet eseri olarak telâkki ettikleri bu muzafferiyet hakikati halde biz Türkler için bir vazife, şerefine, vatanına, istiklâline hürmet ettirmeyi bilen bütün milletler için mukaddes olan vazifedir. Gerçi hakkımızın müdafaasından sonra böyle bir eseri neşretmek faidesizdi... Fakat heyhat! Tecrübeleriniz bize göstermişti ki: Cidali men’ için dünyanın en dehşetli manialarını bile yenmek muzaffer ve haklı olmak kâfi değildir; zira dünyada öyle kuvvetler vardır ki onlaı« yalnız bir milletin kendi vatanını, istilâya uğrayan toprak-arını, mahkûm edilen istiklâlini, buğazlanan evlatlarını müdafaa etmek hususundaki hakkını, vazifesini izahla kalmayıp kibir ve gurur ve istilâculuk birsiyle masum kanı dökmenin müthiş akibetlerini göstermek lâzımdır...».
“Tür Harekâtı Milliyesi„bu ufak mukaddimeden sonra atideki fasıllara ayrılıyor: Istanbolun işgali askerîsi, Büyük Millet Meclisinin küşadı, Mustafa Kemal Paşa, Ekalliyetlerin hukuku, Puntusçular, Türk ortodoksçuluğu. Görülüyor ki muharrir “ Harekâtı Milliye» namı verdiğimiz müstesna tarihin en mühim noktalarından bahsediyor. Istanbulun işgali askerîsi gayet kısa bir parçadır. İşgal günü Üsküdar iskelesinden vapura binen bir Türkün gördüğü ve duyduğu şeyleri anlatıyor. Bu fasıl Meclisi Mebusanda Sinop mebusu Riza Nur Beyin verdiği acı takririn suretiyle bitiyor. İkinci fasıl Meclisi Millinin ilk günlerindeki Ankarayı anlatıyor. Her taraf kara, her taraf harabe, her ruh yeis ile dolu!. Yalınız bir adam, bu üstüste yıkılan kara yurtlar:, yangın yerlerini, tepedeki kaleleri seyrederken meyus olmuyor, çünkü bu toz ve toprak yığını arkasında, bu fenapezir maddenin ötesinde “Vatan,, denilen manevî ülkeyi görüyor. Aynı adam gözleri önünde esir İstandolu, esir İzmiri, esir Adanayı, esir Antalyayı da görüyor, Yunanlılar tarafından yakılan çocukları, kadınları, ihti /arları seçiyor, fakat yine meyus olmuyor, zira milletinin ebedî olan hayatiyetine iman ediyor Ve b kuvveti kalp ile meclise giriyor. Bu tek, fakat küvvetîİ,’ ziı*a mümin adâm’hütkiriftifahîsîîhi söylerken orada ioplânniıŞ olan elli millet vekilinin kâlbine ateş ve 'imali Serpiyor. Artık herkes inanıyor ki türk milleti kurtulâbâk, çünkü esarete tahamül ¿demiyecektir. Üçüncü fasılda muharrir Mustafa Kemal Pâşanin şahsından, ruhundan bahsediyor onü yetiştiren muhitleri gösteriyor. BÜ$Hik âdamlânn ahuhitleri -W terbiyesi noktasından okadâri^fâyWı ‘dikkat olan bu bahis de güzeldir. “ Ankara Hükümeti v müteakip faslın mevzuudur. Bu kısımda Millî hükümetin bütün istihaleleri doğru ve anlaşılır bir tarzda yazılmıştır. Bu kısım Anadolu hükümetini bir “hükümet olarak düşünmiye alışmamış olan milletler için kısa bir ders olacak! “Ekalliyetlerin hukuku „ bahsinde “ Türkiye de ekalliyetlerin zulmu „ nj anlatıyor. “Kim kimi buğazlıyor? ! „ Sualine cevap veriyor: Türkler yalnız İzmirde, Burusada boğazlanmadı, Türkler belki asırlardan beri ekalliyet yılanlarının dişleri arasında buğazlandı!.. Türkiyenin serveti “ ekalliyetin sarrafları,, elinde hapsoluyor, Türkiyenin midesi “ekalliyetlerin ispirto-siyle» eriyor, Türkiyenin saadeti “ekalliyetlerin nef saniyeliyle,, büzülüyordu!.. Türkiyenin siyasî vahdeti ise “akalliyetlerin mektepleri,, le tehdit ediliyordu!.. Hülâsa Türkiyede haktan mahrum olan bir millet var amma hangisi?!. Zavallı Türkler! Hab il ile Kabil faciasmdanberi dünya bir kin ve iftira dünyası oldu. Fakat o tarihdenberi hiç bir iftira sana edilen kadar zalimane değildir... Muharrir Yunanistan müslüman-arınm hukukundan bahsediyor, yani “ hukuksuzluğunu „ anlatıyor!,. Fakat beyhude zahmet değilmi, anlıyna sivri sinek sazdır derler!.. Pontusçularla türk ortadokusluğu eserin kara beyaz iki sahifesidir. Pontusçular bahsinde türk vatanında yaşıyanların cinayeti tasvir ediliyor. Ecnebi tesiriyle vatandaşlarına silâh çekenlerin akibeti söyleniyor. Hüseyin Ragıp Bey burada hiç bir şey gizlemiyor, her hakikati söyliyor. Daha sonra Dahiliye Vekâletinin bu asılara karşı neşrettiği beyannameyi tercüme ediyor. Dahiliye Vekâleti “Ey Pontosçular, menafimiz ve hâttâ kendi menafiiniz aleyhine olarak hariein teşvikatma kapıldınız, millî hükümetinize isyan ettiniz, köyleri yağma, insanları katlettiniz, türk milleti düşmanlarına karşı mevcudiyetini müdafaa ettiği bir sırada, siz silâhlarınızı vatanına çevirdiniz, Hükümet isyanınıza nasıl cevap vereceğini biliyor, size son bir ihtar! Kan dökülmesine meydan bırakmayın, gelin teslim olun...,,, malûm cevap, malûm mukabele... Ragıp Beyin türk ortodokslanndan ve papa Eftim Efendiden bahseden mekalesi Anadolu seyyahatimin bazı hatıra-uyandırdı: Niğdede, Kayseride türkçe konuşan, türkçe giyinen, hatta evlerini, odalarını türk zevkine göre süsliyen bu Ortodoksların mukadderatını düşündürdü; ayrı bir dinden olan fakat ırkan Türk olduğunu bilen ve bu fikrini bütün hayatında dindaşlarına neşreden Akdağlı Eftim Efendinin hissi selimini gösterdi, ve dedim ki bin nazâriyeden, bin farziyeden, türk olan, türk zevkine tabi olan mille t-daşlarımızın refahını temin den bir papasın hissi selimi daha çok hayırlı imiş... Hulâsa “Türk Hareket Milliyesi,,, muharririnin kendine has olan dikkati ve millî meselelerdeki isabetli hükmü itibariyle fransızçe bilenler için okunması çok faideli ve çok zevkli bir eserdir. Türkiyeyi uzaktan tanıyanlarla Türkiyeyi Türk sıfatiyle tanıyanların yazıları arasında çok fark var.
Üç hakikat
Dün Kısıklıdan Beylerbeyi üzerine iki üç arkadaşla yürüyüş yaptık. Çakal dağına yaklaştığımız vakit ayağımız yerdeki tellere takıldı. Bunlar muhtemel Anadolu akutlarına karşı Ingilizlerin gerdiği tel örgülerin enkazıydı. Daha ileride müntazam bir surette kazılmış istihkâmlar vardı. Artık tepeye varmıştık. Buğaziçinin tepeler arasından görülen bir parçası uzaktan yağlı boya bir resim levhasına benziyordu. Bu levha en muhayyel mevzular kadar zengindi, adeta bir hayaldi... Bu hayal diğer bir hayali davet etti: Beş sene evvel bir sabah Binbirdirekte Millî Talim ve Terbiye Cemiyetinin konferans salonundan Marmaraya bakıyordum. Durgun denizin üzerinde bir takım uzun ve siyah lekeler kayıyordu. Bunlar Istanbolu işgale gelen. galiplerin tekneleriydi... Şimdi denizde bunlardan eser bile yoktu, işgal günlerinin kara hatıralariyle dolu olan gönlüm hayretle, sevinçle kabarıyordu.
Dünden beri otuz otuz beş saat geçti. Şübhesiz Çakal Dağından görülen denizin hatırası da bir hayale kalboldu Fakat bu iki hayal arasında bir hakikat yokmu ?! Harakât Millîyenin tarihi! O tanh ki en ümitsiz, en kara bir günde başlıyor, her taraftan menfi bir mükabele, zulum ve şekavet görüyor, fakat nihayet zafere, istiklâle, milletin hakimiyetine varıyor.. Acaba bu iki hayal arasındaki büyük hakikat hayatının muayyen bir dakikasında atıl ve mihaniki bir memuriyet vazifesi yerine istiklâlin zevkini duyan ve ölümün kokusunu koklıyan bir insanın iradesi değilmidir?.. O insan ki bir gün Ankaranın toprak evleri üzerinden ufuklara bakıyor ve vatanının istikbalini seyrediyordu. Belki de “ ya her şey, yahut hiç!.. „ diyordu.
Onun şahsını bir çokları gibi ben de tanımıyordum. Herkes gibi ben de onun şahsi etrafında bir takım hayaller vücude getiriyor ve “ hayalimin Mustafa Kemali „ ni tahlil ile uğraşıyordum... Bu “ hayalî Mustafa Kemal „ beni nasıl meşgul ediyorsa başkalarının onun hakkında hasıl ettikleri fikirleri, vücude getirdikleri hayalleri de büyük bir alâka ile takip ediyordum. Bunlar arasında en çok şayanıdikkat bulduğum abit ve zahit bir zatin tasviridir: Bu zate göre İnönü muzafferiyetlerin kazanan Kemal Paşa sabahlara kadar ibadet ve taatle meşgul olan, elinden tespihi düşmi-yen bir zattı, Paşa melekler gibi masum, veliler gibi mütevekkildi, Paşanın bütün muvaffakiyet sırları işte bu ibadet, te bu taatıta, bu masumiyet ve tevekkeldeydi!. Bu his, bu zan sahibi için nederece tabiî ve masum olursa olsun, tarih ve ilim nazarında ne kıymeti olabilir?!. Belki hiç!.. Avrupa istilâsına karşı koyan, İnönü, Sakarya ve büyük taarruz harplarını idare ettikten sonra cumhuriyet esaslarını kuran adamın muvaffakiyet sırlarını bilmek ve yeni nesillere doğru olarak bildirmek borcumuzdur. Nice bu muvaffakiyetin unsurlarını şu üç noktada toplamak mümkündür:
Evvelâ: maddenin yani silâhın, paranın, nüfusun, pilâ-nın... harptaki tesirini, mevkiini, ehemmiyetini takdir eden ve bilmukabele bunları idare eden bir zekâ; ilim, fen, hesap. zekâsı.
Saniyen: Bazan maşerî bir vecit, bazan ahlâkî bir mecburiyet, hazanda bediî bir hesasiyet şeklinde tecelli eden yüksek derecede mefkurecilik; bu mefkurecilikte millî, vatanî, İnsanî, tarihî şekilleriyle bütün beşerî kıymetler dahil...
Salisen: İki şartı ihata eden bir hayat felsefesi; bu flsefeye göre maddî kuvvetler esasen fani, manevi kuvvetler baki; maddî kuvvetler esir, manevi kuvvetle hür, manevî kuvvetlerle beslenmiyen maddî kuvvetler nihayet zevalpezir.. Sonra, âlem bir âlemi imkân; hiç bir hayat için bitmiye mahkum, hiç bir millet için tarihi münkariz denilemez; her şey müdir ve mütefekkir bir zekânın iktidarına, eşya ve hadiseleri idaresine muallak; istikbalin anahtarı büyük adamların elinde, yazık ilim yerine vehmi, iman yerine yesi koyan başlara!..
İşte bir yandan ilim ve zekâ, bir yandan ali bir hessa-siyet, bir yandan bütün ilimlerin ve tefekkürlerin fevkine çıkan metafizikî bir itikat; bence millî harekâtın bütün felsefesi bu üç noktanın vucude getirdiği müsellestir. Türk milleti için bu muzafferiyeti vucude getirdikten ve bu üç mefhumun delâletlerini tarihle, vukuatla ölçtükten sonra acaba bütün İçtimaî teşkilâtında, bütün icraat ve İslâhatta yine bu üç noktaya istinat etmek mümkün değilmidir?. Bu üç nokta bir millet programının esasları değilmidir? Söyle ki:
Evvelâ : milletçe her sahede ilmin, İlmî velâyetin, ilmi zihniyetin, İlmî tedrisatın, İlmî terbiyenin, ilim adamlarının, ilim müessiselerinin, ilim saltanatının mutlak surette hakimiyetini temin etmeliyiz. İlmin vatanında ilimden başka hiç bir şeyin sultasını kabul etmemeliyiz...
Saniyen: Millî, İnsanî, ahlakî, bediî kıymetlerin hürriyeti, intişarı, ruhlardaki harareti için lâzım olan şartları, teşkilâtı, terbiyeyi vucude getirmeliyiz; hükümetimiz bir vicdan hükümetine, terbiyemiz bir vicdan terbiyesine inkılâp etmelidir...
Salisen : müstakbel nasillerin terbiyesini idare edecek olan hürriyet ve imkân felsefesini en mücerrep, en millî bir felsefe gibi kabul etmeliyiz; bununla bütün maddeci ve bedbin olan felsefelere mükabele etmeliyiz...
Bu üç şart aynı zamanda hükümet teşkilâtımızı, idare hayatımızı, terbiye ve tedrisatımızı, neşriyat ve felsefemizi alâkadar eden bir mahiyettedir. Tarihinden ibret alıp almamak yine milletlere, yine büyük adamlarına ait birer imkândır...
Büyük adamın şahsı
Türkiye Cümhuriyeti Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin şahsı hakkında suikast havadisi bir haftadan beri bütün memlekette çalkanmaktadır. Şimdiye kadar gazetelerde tesadüf ettiğimiz resmî ve gayrı resmî malumat gösteriyor ki bu teşebbüs kuvveden fiile çıkmak için hazırlanmıştır. Buna mukabil bütün memleket cok mühim gördüğü bu. suikast teşebbüsünü şiddetle felin etmiştir. Benim maksadım hadiseyi sırf bir cemiyet hadisesi gibi nazanitibare almak, fertlerin ve cemiyetlerin hadiselerini tetkik eden ruhiyat ve içtimaiyat ilimlerinin zaviyesinden bir kere daha görmektir. Evvelâ türkcemiye tinin Mustafa Kemal Paşanın şahsına karşı gösterdiği bu derin hürmet ve alâka ne ile tefsir edilebilir? Bu alelâde bir riya veya bir taklit eseri midir? Yoksa İçtimaî bir dalâlet midir? Vaka türk inkılabına ve Paşanın şahsına en çok düşman bir insan tarafından mütalâa edilsin farzedelim, denilsin ki “Bu hürmet ve alaka sırf şeklîdir, zahiridir?. „ Fakat hadiselere dikkat edelim ve türk milletinin tarihî hayatını düşünelim. Aynı millet insanlara muhabbet etmek gibi nefret etmek tecrübesini de mükerreren yapmıştır. Hiçbir mecburiyet bu mühabbeti türklerin kalbine tahmil etmediği gibi hiçbir sebep de sunî bir hassasiyeti bir milletin hayatında devam ettiremez. O halde millette Paşanın şahsına karşı tavî surette duyulan bu muhabbet ve taktir duygusunun tabiî sebeplerini düşünmek lâzım geliyor. Bence şudur: Türk heyeti içtimaiyesi Mustafa Kemal Paşanın şahsını türk milletinin selâmetinde bir “ amili mutlak „ olarak tanımaktadır. Türk milleti onun idare ettiği ve onun kanşdığı bir millet meselesine şeytanî kuvvetlerin karışa-mıyacağına inanıyor. Türk milleti bu büyük adamın şahsı hakkmdaki bu layezal kanaati bir günde yoktan elde etmemiştir. Bu kanaati istiklâl tarihinin bütün safhalariyle elde etmiştir. Paşa milletin istiklâli ve refahı hakkında vicdanının sesini duyduğu günden beri hep aynı tarzda, aynı kuvvetle çalışmış, hep aynı gayelere yaklaşmıştır. Paşa herne vadet-mişse yapmıştır ve bütün bu mazhariyetler rahatla, huzurla ve sırf para ile olmamıştır, fedakârlıkla, iziyetlerle, darlıkla olmuştur. Şu halde türk milletinin Mustafa Kemal Paşa hakkmdaki bu şuuru ne bir tesadüfün, ne de bir zilletin eseridir.
Bu, İçtimaî bir tecrübenin, İçtimaî vicdanın doğurduğu yine İçtimaî nevinden bir kanaattir. İşte cemiyete ait olan bu karar ferdî zekâlar ve mücerret mantıklar tarafından ne derece tenkit ve tenzil edilmek istenirse istensin şimdiye kadar umumî mahiyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Şimdi meselenin ikinci safhasına geçelim: Türk vatanının tamamiyetini ve türk milletinin istiklâlini temin eden aynı .kafa, aynı irade türk milletinin halde veya istikbalde ki ktisadî medeniyetin, sıhhi ve bediî refahını da temin ede-bilecekmidir? Mustafa Kemal Paşa yalnız büyük bir asker sıfatıyla millî faaliyeti kendi sahesıne münhasır kalmış bir zat değil midir?. Bu suale doğru cevap verebilmek için yine maziyi hatırlamak mecburiyetindeyiz. İstikbalin tarihi tetkik edilsin, görülecektir ki Paşa bu mukaddes kavganın her devrinde her şeyden evvel milletin ebedî hayatına iman eden mefkûreci gibi çalışmış, hususiyle şahsi bir çok ümitsizlerin, müteredditlerin, zaıyf kaplilerin bile hayat ve kuvvet aldığı bir menba ve mihrak vazifesi görmüştür. Paşanın mazideki eserini sırf askeri diye takyit etmek delâletten değilse bile hamakattendir.
Hayatta bu kadar büyük bir icaz sahibi olan birMustafa Kemalin istikbali içm en kuvvetli bir ciheti camia, bu kuvvet, tesanüt ve vahdet mihveri teşkil etmesi kadar tabiî bir şey olamaz. Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin şahsı böylece en bitaraf ve en afakî bir tarzda tetkik edildiği zaman ona büyük adam, aynı zamanda kahraman ve müte-ceddit sıfatlarını vermekte mütefekkir olan bir insan tereddüt edemez. O halde Paşanın şahsı hakkında türk cemiyetinin heyecanını bir de yarın şuuriyle izah etmek mümkündür. Fakat ne gariptir ki halkın bu hissi selimi bazı münevverlerde bozulmuş, onun yerine kuru mantık, cansız bir izan İtayım olmuştur, işte “ Biri gider biri gelir, millet sağolsun, bir kaç Mustafa Kemal daha yetiştirir,, gibi mülâhazalar ilimi olmayan bir anlayış tarzından başka nedir?. Bu anlayışa göre fertlerin hiç bir kıymeti yoktur. Yaradan hep cemiyettir ve İçtimaî bir kadercilik eseri olarak milletleri muhtaç oldukları güzideleri hep bulacaklardır. Fakat bu anlayış ne ters bir anlayıştır 1. En çok milliyet taraftarı olan içtimaiyatçılar bile bunu idda etmemişlerdir.
Evet gerçi İçtimaî hadiselerin ilk izahı cemiyetin kendisinde, cemiyetin teşkilâtında, bünyesindedir. Fakat her tarafına basdıkca kahraman veya dahi çıkaran bir makine gibi bir cemiyet mefhumu sakattır. Bir milliyet, bir istiklâl olmak için gerçi bir cemiyet mevcut olmalıdır. Fakat bu milliyet bu istiklâl Riibens’in bir tablosu, Michel-Ange’m bir heykeli, Sinanın bir camii gibi bir sanat eseri, dehanın çocuğu, ilhamının mey vasidir. Eğer bu sanatkârın sinirleri olmasaydı ve damarlarında ki kan öyle dolaşmasaydı, herhangi mütevassıt yaradılışlı bir Mustafa bir Kemal o sanat eserini viicude getirebilecekti... Evet cemiyet var ve lâzım, fakat onu işliyen bir sanatkâr da lâzım... Ve o sanatkârın iradesi oderece mühim ki bu iradenin hayır gibi şerre de taluk etmesi için İçtimaî hiçbir mani yoktur.
Evet türk milleti şüphesiz ki istiklâle çok lâyıktı. Fakat esarete girmişti. Bu liyakatten istifade edip onu müstakil kılacak sanatkâr kimdi? Tarihin bütün sırrı işte burada... Milletleri yalınız itaat eden koyunlar farzetmek çok yanlış bir teşbihdir, faak büyük adamlarını da birer kukla farzetmek ondan daha az yanlış mıdır?. Milletler için büyük adamları tanımak çok hayatî bir meseledir. Milletler bu büyük adamların asırlar ve batınlar verasetinden topladığı hilkat ve yenilik cevherlerini kullanarak tabiî kuvvetlerin servetinden istifade etmiş oluyorlar..
Mustafa Kemal şahsiyeti
Mustafa Kemal gibi büyük bir adamın, şahsiyetini tarif etmek güç bir iştir. Fakat şahsiyetini vücude getiren büyük kuvvetleri seçmek daha kolaydır. Bu kuvvetler neden ibarettir? Eevvelâ zekâsının hayret edilecek bir derecedeki “açik görmek kabiliyeti,,. Mustafa Kemalin zekâsında hiç bir fikir karanlıkta, hiç bir mefhum askıda değildir; her şey açık, berrak, her fikir bir hududa malik, her fikrin doldurduğu bir boşluk vardır. Bu zekâ her gördiğünü içine alan, aldığını olduğu gibi yutan ve içinde kaybeden aç zekâlardan değildir. Aksine, bu zekâ şeinleri, ve hadiseleri dayıma süzen ve yalnız kendisine yarayan cevherleri kabul eden ve her sunî, her yalan, her muvakkat şeyi kovan bir tabiat cihazıdır...
Mustafa Kemalin zekâsında bulduğumuz açıklığın eşini medrese kılâsiklerinin şekli ve lisanî olan belagatlerinde değil, belki türk halkının tarihî akli seliminde bulmak mümkündür. Zekâ Mustafa Kemalinin türklüğü işte bu noktadır.
Mustafa Kemal şahsiyetini vücude getiren ikinci hassa Kalbindir. Bu kalbin azameti meselâ arkadaş hissi yahut aile muhabbeti gibi ferdî hislere çok civar olan dar kıymetlerle değildir - çünki bu kıymetler o azameti vücude getiremezler - belki milliyet, insaniyet, medeniyet, ebediyet... gibi büyük ve beşerî neviden kıymetlerdedir. Bu beşerî neviden kıymetler bu kalbi o derece kaplamıştır ki diğer ufak kıymetlerin orada tam bir seyrini bulmak mümkün bile değildir... “ Mutedil adam „ mefkuresi bu hilkati katiyen ifade edemez. Mustafa Kemalin büyük kalbini görmek için ferdî hayatından uzaklaşmak ve bu kalbin beşeri muharriklerini uzaktan seyretmek lâzım gelir ...
Mustafa Kemal şahsiyetini vücude getiren son büyük hassa iradesinin hususiyetidir. Bu iradenin haricî tesirler karşısında bir türlü bozulmuyan bir muayyeniyeti, şaşırmıyan bir istikameti vardır. Büyük adamın iradesi tabiatin bütün kuvvetleri gibi zaruretin, icabın bir tecellisidir. Hiç bir hadise, hiç bir ölüm korkusu şimdiye kadar önu tuttuğu yoldan çevirmemiştir...
Bu Büyk adamın ruhî şahsiyeti ne derece şayanidikkat olursa olsun insanların tarihinde oynadığı rol ondan daha şayanı dikkattir. Mustafa Kemal tarihî kadercilerin anladığı. gibi türk milletinin aleliâde bir mümessili, ve tarihî mukadderatın sadece neticesi değildir; Mustafa Kemal mistik tarihçilerin kabul ettiği gibi türk milletini “basübadelmevt,,. sırrına mazhar eden esrarengiz bir fert te değildir. Mustafa Kemal hayat ağacının kuruyan, artık meyve vermiyen hasta
«dallarını hiç acımadan kesen, ona mükemmel bir medeniyet aşısı vuran, fakat bu aşıyı vurduktan sonra - mütevekkil bahçıvanlar gibi - ağacın hayatını fırtınalara, böceklere, kurtlara terketmiyen, onu daima gözliyen, kıskanan emsalsiz bir sanatkârdır. Bütün aşılar gibi bu medeniyet aşısının da hakikî kıymeti ancak meyveları kemale geldikten sonra anlaşılacaktır. Onun için Mustafa Kemalin turk tarihindeki mevkii eskiyi tamire, yahut ayrı cinsleri yaklaştırmıya çabalıyanlarm yeis getirici rolündan tamamiyle ayrıdır. O, yeni türkleri bir mabut gibi yoktan var etmiş olmasa bile, hakiki ölümden muhakkak kurtarmıştır. Onun için türk inkılâbının ispat ettiği hakikat şudur: İçtimaî tekâmülde büyük adamların rolü yalnız büyük olmakla kalmıyor, bu rol bazan İçtimaî kaderciliği inkâr ettirecek, hatta İçtimaî muayyeniyetçiliği bile şüpheye düşürecek derecede iradileşebiliyor...
Gazinin en büyük eseri
Bence Gazinin en büyük eseri Türk milletinin yaşamak ^kabiliyetini hiç bir inkılpâıçya, yahut hiç bir fikirciye müyesser olmıyan bir zekâ ile anlaması ve hiç bir milliyetçiye, yahut hiç bir milliyet sanatkârına müyesser olmıyan büyük bir ihtirasla bu düşünceye inanmasıdır. Çünhi bu büyük adamın elân aklıma hayret veren bütün maddî teşebbüslerini idare eden, bütün medenî hamlelerini kovalıyan yaratıcı kudreti işte bu ( Anlayış ve duyuş tarzı) dır.
Tipler
Zevk aptallar ı
Meşhur ruhiyatçı Ribot “İradenin hastalıkları,, hakkm-daki eserinde bir sınıf iradesiz insanlardan bahısediyor. Bunlar haricî tesirlere maruz kalan cansız mevcutlar gibi mihaniki bir surette hareket eden cehitsiz ve aizmsiz kimselerdir. Ribot bunlara “ aptal „ demek istiyor, fakat zekâ aptallarına karışmasın diye “irade aptalları,, diyor!.. Ribot,ya göre iradenin dahileri olduğu gibi aptalları da vardır: Kendi kendine karar veremiyen, karar verse bile icra edemiyen, çünkü kararını icra için lâzım gelen cehit ve gayreti sarfedemiyen, nefsinde bulmıyan insanlar bu sınıftandır... Ribot’ nun irade hakkmdaki bu tasnifini diğer kabiliyetlere de sokmak, bence kabildir: İradenin dahileri olduğu gibi meselâ zevkin, güzellik hissinin de dahileri vardır. İradenin aptalları olduğu gibi zevkin de aptalları vardır. Bunlar incelik, sadelik, güzellik... Hakkında hiç bir fikre, hiç bir hisse malik değildir, malik olmak kabiliyetinde de bulun-mıyan insanlardır. İradenin aptalları haricin tesiriyle, başkalarının iradesiyle haraket eden otomatlardır, zevkin aptalları ise gayrın zevkiyle geçinen mukallitlerdir. Bu nevi aptallar kendiliklerinden ne bir güzelliği idrake ne de bir güzelliği icada muktedir değildirler. Bütün hayatları diğerlerinin vücude getirdiği güzellikleri hiç anlamıyarak, taklitle geçer. Bunlarda güzellik şuuru, güzellik idraki yoktur... İrade aptallığı, mutlaka fikri aptallığı icap etmiyeceğin gibi, zevk belaheti mutlaka fikir belahetini istilzam etmez. Bir insan fikir ve ilim hususunda münevver olmakla beraber, zevk hususunda budala kalabilir!.. İnsan vardır ki hesap, hendese, hikmet, kimya... gibi baıslerde gerçi zeki ve malûmatlıdır, fakat sadelik, incelik, güzellik hususunda bir aptal ve yahut bir cahildir. Onlar için yalnız madde âlemi, mantık esasları vardır, hüsün kâinatı, hüsün kanunları yoktur ve onlardaki ilimleri bunlardaki cehillerini tazmin etmezi Bu nevi alimler gerçi ilimden, kanundan selâhiyetle bahsederler ve anlarlar da... Fakat aynı zatler ne giyinmesini, ne söylemesini, ne de yaşamasını bilmezler! Hele ilimlerinin, zekâlarının kuvvetiyle mevki iktidara geçince yine - o nevi aptallıklarından olacak! - Güzel namına ne varsa farkına varmaksızın yakarlar yıkarlar!..
Zekânın derecesi vardır. Hattın bir ucunda aptallar, öbür ucunda dahiler bulunur, ikisinin arasında aptal, ahmak, gabi, mütevassıt, zeki ve çok zeki... derece derece insanlara tesadüf etmek mümkündür. Her birimiz yaradılışımız itibariyle zevkin derecelerinden birine dahiliz. Bu dereceleri yalnız istidat ve veraset noktasından değil, bir de tahsil ve terbiye noktasından kabu’ etmek lâzım geliyor. Çünkü her güzellikten anlamıyan adam zevk hususunda mutlaka bir kabiliyetsiz, bir aptal değildir. Netekim her âlim olmı-yan insan, aptal değildir... Kabiliyet daima kabiliyet olarak mevcuttur, meknuzdır. Fakat mümarese ile inkişaf edebilir. nitekim zekâ “ fikrî terbiye „ ile, bediî zevki “ bediî terbiye „ ile inkişaf eder. Adam vaıdır, gayet duygulu, gözle idrake, gözle icade gayet müstait, lâkin bu istidadı tahsilsiz, mümaresesiz kalmış, dehası işlememiştir, o zaman güzellik belâheti karşı smda değil, güzellik cehaleti karşısındayız demektir.
İnsanlardaki bu fikir ve zevk farkları miltlerin hayatında da olacak, derece derece zeki yahut aptal insanlara tesadüf edildiği gibi, bir milletin hayatında da derece derece zevkli zevksiz devirlere ve bu zevkte derece derece belâhet ve dehaet anlerina tesadüf etmek mümkün olacak.. Yunan, gotik, arap, türk sanatinin itilâ noktalarını takip eden devirlerin zavkinde hep bu belâhet eseri görülmüştür. Belki bu, bir milletin hayatında büyük bir hamelin icapet-tiği rehavettir, bütün çirkinlikleri, bütün kabalıklariyle beraber zaruridir. Fakat temadisi ne derece tabiîdir?...
Bizim zevksizlik hususunda uğradığımız tereddiyi görmek için etrafımıza bakmak kâfidir: Manasız, asaletsiz, mefruşatımız, tezyinatımız, şımarık çocuklar gibi sıyırtan evleriniz, resmî hususî binaların kapılarını, pençerelerini kaplıyan, yazıları çerçivesinden fırlıyan kocaman lavhalar, bütün bu zevksiz şeyler tamamiyle bedii bir aptallık devresinde yaşadığımızı göstermiyormı ? !
Beyazit meydanını yakından tetkik eden kimse için - şehrin iradesini temsil eden - Emanetin bedîi idraksizliğine şaşıp kalmamak mümkün değildir: Bu aralık Emanet Istanbolun en eski ve bütün mimari yeniliklerine de adeta nü-munevazifesi görmüş olan Beyazıt Camiini görmüyor, yahut tanımıyor! Bunun hem bir tarih, hem de bir hars ve hüsün merkezi olduğunu galiba anlamıyor, Beyazit meydanını dolduruyor.. Ortasına aslan şeklinde bir “musluk taşı,, koyuyor, bu tesviyeyi yapmak için Beyazıt camisini ayaklarına kadar toprağa gömüyor. Şimdi Beyazit camisi tramvay yolu tarafından toprağa batmış bir binadır ve hissen mevcut değildir!..
Meğer bizim şehir, meydan, cami, heykel hakkında makul ve güzel denilebilecek bir fikrimiz yokmuş. Elimizden gelse güzel olarak na varsa Beyazıtin Camisi, Allahın evi de olsa yine defnedeceğiz!. ’
Hamdolsun ki zevki bozulan yalnız münevverler, yalnız mühendisler, ve şehir eminleridir, asıl halk, Anadolu halkı zevkini, esaletini tamamiyle muhafaza etmiştir. Anadolu Türki sade, kibar olan şeyi henoz duyuyor. Anado-luda nüfusun inkirazına, binaların çökmesine rağmen asıl ve Türk kalan şehirler çoktur: Kastamoni, Çangırı, Avanuş, Nevşeir, Kayseri... Hep böyledir. Münevverlermizin bedii aptallığına yahut cahilliğine karşı samimi münevverler için ilk yapılacak iş gayet basit ve menfidir; halkın zevkini münevverlerinin idrâksizliğinden korumak, âlemde bir sanat yaratan Türk milletinin zevkini mühendis, mimar, şehiremini şeklinde millî zevee isyan eden münevverlerinizden korumaktır. Halkı bu münevverlere “ zevkime gölge etme, başka ihsan istemem!« diyor.
Sırtlan göziyle
Anadoluda günlerce araba yolculuğu yapanlar bilir: İyi bir arabacıya düşmek ne mutludır! Bu yaz bizi Kasta-moniden Ankaraya götüren arabacı Çangırılı Cemal gayet iyi bir gençti. Ankaradan Ürkübe kadar götüren Erzurumlu Ali ağada gayet iyi bir insandı... Niğdede kaldığımız müddetçe hep şu temennide bulunuyordum: Samsuna kadar on iki günlük yolda iyi bir arabacıya düşsek... Fakat iş tamamen aksine oldu. Niğdeden bizi “yaşlı başlıdır, tecrübelidir, namuslıdır,, diye gayet götü huylu bir bunağın arabasına koydular. Üç kişiydik. Samsuna kadar on beş gün zarfında kendi hesabıma, çektiğimi Allahla ben bilirim! Huysuzlık, aksilik... Her türlüsü bu adamda vardı. Bilmem seyyahatımızın kaçıncı günüydi... Günde dokuz on saat yaylıda sallanmaktan adeta hasta olmuştuk öğle zamanı sıcak da bastırınca uyuklamıya başladık. Arabacı uyukladığımızın farkına varınca başını çevirip bize dediki:
— Ne uyuyorsmız be ? !
— Ne olacak ?
— Araba ağırlaşır!
Hepimiz gülmiye başladık... Fakat herif hiç gülmiyor, sözünde devam ediyordu :
— Ya; siz gülersiniz! Onu ben bilirim: Uyuyanca araba ağırlaşır mı, ağırlaşmaz mı... Tecrübe edin de bakın!..
Arabacının bu ciddiyetine karşı bozgunluk olmasın -diye mecburi sustuk...
Yine bir gün ikindi vaktiydi, arabanın içinde her birimiz bir tarafa yaslanmış kalmıştık. Arabacı yine başını çevirdi:
— Ne susuyorsunuz be ? Türkü söylesenize!.. dedi.
t- Ağa biz türkü bilmeyiz! dedik. Bir kaçkerre homurdandıktan sonra aynen şu sözleri sarfetti:
— Siz ne biçim hocasınız ?!. Ben geçende Malatya’ya bir maarif müdürü götürmüştüm. Yolda hep güzel güzel türküler söyloyordu..
Artık belâmızı bulmuştuk. Bütün gün arabacının lan etliğini nasıl savuşturacağız diye düşünüyorduk. Terbiyesiz adam her dakika bir suretle bizi rahatsız ediyor ve kızdır-yordu. Hemde ciddi olarak... Yine bir gün adi bir sebple bana çattı, ben de.
— Artık yeter! Bari nefes almak için de senden izin alalım! dedim.
Fakat bunak herif bir türlü huyundan vazgeçmiyordu. Bize diş geçiremiyeceğini de anladı. Bu sefer muharebeyi tenkide başladı.
— Şu kavga ne zaman bitecekse hayırhsiyle bitse.. Alt mı geleceğiz, üst mü geleceğiz anlaşılsa, artık yeter!., gibi sözler söylüyor, ağzına gelen küfürleri savuruyordu.
Arkadaşlardan biri muharebenin millî gayesini izaaha çalıştı. Fakat herifin kulağına lakırdı mı girer! O boyuna söylüyor ve küfrediyordu. Yine bir gün şosanın bir kıyısında iki kamyon enkazına rastgelmiştik. Bunların Harbi Umumî zamanından kalma enkaz olduğu pek alâ anlaşılıyordu. Fakat arabacı bunları hep bu günkü harbe vesile edinerek atıp tutuyordu:
— Yazık Türkiyenin paralarına yazık!..
Herif gitgide tahammülfersa olmıya başladı. Fakat ne atmak mümkündü, ne de satmak!... Samsun’na kadar bu derdi çekecektik...
Günün birinde akşam üzeri Amasya’ya yaklaştık, Yolun iki tarafında kağnı kervanlalan durmuş, mola veriyor-
7
lardı. Kağnılar dar yolun iki tarafını tamamiyle kapamış, bizim araba için durup beklemek vardı. Fakat aksi herif kağnı kervanları arasındaki dar ve taşlıklı yerden geçmek istiyerek zaten yorgun olan atları sürdü. Yarım dakika sonra tekerleklerin büyük bir mukavemete çarptığını anlatan sert bir ses işittik. Tekerlek taşa takılmış, bu müsademede hayvanlardan birinin kayışı kopmuştu. Arabacı ağzını bozmak için haricî bir sebebe mühtaç değildi. Küfürün kazanı zaten kaynıyordu, taşmıya başladı, kağnıcilara hücum başladı:
— Utanmazlar, arlanmazlar! insafsız herifler! Yolu böyle tutarlar mı? Siz de din, iman olsa biraz kenarda durursunuz!..
O ane kadar sessiz ve haraketsiz duran kağ-uıcılar arasından uzun boylu, uzun sakallı, her tarafı toz ve topraktan bembeyaz olmuş bir adam çıkıp bir iki adım attı. Bu adamın halüvaziyeti, maksadı, gayeyi, kağnı kâr-vanını, yorgun mandaları, yalınayak başı kabak manda güden çocukları, her şeyi izah ediyordu. O vaziyetle haykırdı:
— Söyle söyle! Kimdir şu memlekette imansız olan?!, dedi. İhtiyar kağmcınm bu sözü o kadar yüksek ve keskindi ki!.. lânetin dili tutuldu !..
Üç gün sonra Samsun’a vardık, Üç gün üç gece bu ters adamın haleti ruhiyesini tahlile çalıştık.. Bir insan, bir müslüman, niçin bu kadar kötü huylu, milletine, milletdaş-larıne karşı niçin bu derece mütecaviz oluyor neden?., Akıl ve mantıkla izah edemediğimiz bu manayı başka bir usulle daha kolay anlıyabiliyorduk. Şöyleki kendimize, kendi fikir ve kanaatimize ayit ne kadar hak ve hakikat fikirleri varsa onlardan tecerrüt edip arabacının ruhuna girmek, oraya yerleşmek, sonra bütün hadiseleri ve kâinatı o kirli ruhun pençeresinden görmek lâzımdı... İşte o zaman:
— Türk-Yunan harbi bizim ya altında yahut üstünde kalarak, fakat mutlaka bitmesi lâzım gelen, bir güreş, Eskişehir cephesi çocuklarmızı yemek için açılmış bir ağız, kırık kamyonlar zavallı Türkiye’nin zavallı parası, kağnı taşıyan ihtiyarlar birer imansız, Anadolu Paşaları hep birer sergerdedir!..
Şu halde bizim kendi aklımıza göre yanlış, sakat dediğimiz şeyler arabacının aklına, mantığına göre çok doğru, çok düzgündü! Ve sanki yanlış olan, onun hükmü değil, bizim tenkidimizin tarzıydı. Bu adam nasıl oluyorda fena oluyor? diyorduk ve fenalığı o adamla birleştirmek için zihnen çabalıyorduk. Halbuki fenalıkla o adam arasında ayrı gayrı yoktu. O adam fenalığın ta kendisiydi. Fena, hodbin olmak için ne bir dikkat, ne bir zahmet sarfetmi-yordu. İnsanlıktan bir şey feda etmiye mecbur değildir. Fena adam, olduğu gibi kalıyor ve fena oluyordu! “Herkesin hanei kalbinde bir aslan yatar, derler. Onun hanei kalbinde ise dişlek bir sırtlan yatıyordu., A "abacımız müşteriyi, harbi, kumandanı, milleti hep sırtlan göziyle görüyor ve sırtlan burniyle kokluyordu. Bir sırtlan için bundan daha tabiî ne olabilirdi ?
Yeni adam enmuzeci
Henüz yirmi yaşını bitirmiştim; idadi şahadetnamesini almış, kendime bir iş arıyordum. “ Hazineî Hassada adam alıyorlar, dediler. Bir istida yapıp müracaat ettim. Karcıma iri yapılı, kalın sesli ve güler yüzlü bir zat çıktı. Bu zat dairenin müsteşarı idi. İstidamı okuyunca “sen ne bilirsin? „ dedi. Vefa İdadisinde okuduklarımı birbir saydım. “ Ya ! demek edebiyat ta okudunuz? !. Haydi bakayım bana son baharı bir tasvir edivir!,, dedi. Ben sevindim; son baharı tasvir edersem memuriyet verecek dedim. He-
men müsteşarlık odasının yanı başındaki ufak odaya geçtim. O tarihte geceli gündüzlü ciltlerini ezberlercesine okuduğum “ Servetifunun „ kolleksiyonu gözümün önünde duruyor gibiydi. Türlü terkipler ve türlü hayallerle süslenmiş bir son bahar tasviri vücüde getirdim! Nihayetine de Tevfik Fikret merhumun“ne zaman zert ve muhtazır eylül..» Mısraiyle başlıyan eylül manzumesini koydum birde imzalayıp heman verdim. Müsteşar Bey bir kâğıda, bir de yüzüme baktı: “O ! Kuvvei kalemiyen var, üslubun da parlak !..» dedi. Gözüm gözünün içinde idi; Acaba ne diyecek, diyordum. Bir müddet daha kâğıdıma baktıktan sonra gayet yavaş ve mülâyim bir sesle: “Bir hafta sonra gel!,, dedi. Ben hemen babama koştum: Yazım beyenildi, bir hafta sonra da gidiyorum, dedim. Evde herkes sevindi. Hafta sonunu iple çektim! Nihayet ken limi Müsteşarın karşısında buldum, beni görünce tanıdı: “Oğlum seni alacağız, fakat daha bir iki hafta bekle!..» dedi. Daha bir iki haftabekledim, yine gittim, “Hiç merak etme oğlum işin oldu. Fakat bir az müsaade et!.. „ Dedi Allahtan ümit kesilir mi?! Ben eski neşemden bir şey gayibetmiyor, hep kati neticeye intizar ediyordum. Aradan bir az vakit daha geçtiktan sonra yine gittim. Artik o da sıkılmış olacak kiii ■
“ Senin için iş var, fakat burada değil, Hamidiye Etfal Hastahanesinde! İmtihane girer misin? dedi, “efendim, ben, imtihandan kaçmıyorum, girerim ne vazife de olsa yaparım..» dedim. “ Öyle ise bir arzuhal ver de oraya havale edeyim.» dedi, arzuhali verdim, havale edildi.» Birkerre daha imtihan olduk. Nihayet “imtihanı kazandın, Hamidiye Etfal Hastahanesi sertabibine müracaat et !„ dediler. Üç beşkerre sertabibi görmek için gittim bulamadım. Çünkü bu zat galiba aynızamanda Sarayın da tabibi idi. Gittiğim zamanlar kalem odasında, baş kâtibin yanında oturuyordum. Nihayet adamçağız Hâzineyi Hassa Müsteşarının onkerre de söyleyemediği sözü o günü bir defa da söyleyiverdi: “Size doğrusunu söyleyeyim mi ?! imtihan evrakınızı gördümı pek iyi yazmışsınız, hüsnühatınız da var, fakat ne çare ki gençsiniz, pek gençsiniz! Bu yaşta size hu vazifeyi tevdi ede-miyeceğiz!.« , dedi! Ben bu sözleri işidince şaşırdım kaldım. O zamana kadar iş başında gördüğüm insanların simasını yaşını gözümün önüne getirdim. Hep ihtiyar adamlardı. Ben yaşta olanlar arasinda müstakil vazife görenler yok gibiydi. Birde en ehemmiyetsiz vazifeler bile meselâ mukayyitlik aklı başında tek adama değil, bir kaç adama birden tevdi edilirdi: Baş mukayyit, mukayydi sani, salis.. gibi?.. Her ne hal ise ben o gün meyüs ve makhur bir Ihalde, Etfal Hastahanesini terketmiştim. O günden sonra ilk işim insanı ihtiyarlatmıyacak derece de çabuk biten bu İdadi tahsilini kâfi görmeyip Darülfünun’a yazılmak oldu. Bu vaka o tarihdeki insanların memur, iş adamı hak-kmdaki haleti ruhiyesini gösterir. Hemen Meşrutiyete kadar devam eden bu devir adeta “ihtiyarlar devri,, dir. Bu devrin adamları arasında Babıali kalemlerinde görüldüğü gibi selâm sabaha riayet etmek şartiyle kalemi hokka yabatırma-dan senelerce memur olanlar vardır!.. İşte Meşrutiyet’ten evvelki memur enmuzeci “saçlı sakallı, yaşlı başlı, muamelâtın sırrına vakıf bir Efendi! „ idi.
Meşrutiyet bu enmuzecin enbüyük düşmanı oldu. Bu ihtiyarın hayatına en büyük darbeyi o vurdu. Meşrutiyetin bulduğu, daha doğrusu yarattığı enmuzeç ise: “Lisan aşina, muaşerete vakıf, nutka, mülâ kata müsteit genç bir kavval „ dur. Bu enmuzecin en mübalağalı şeklini aynı zamanda kudretli şair ve merhametsiz bir hicivci olan bir arkadaşımız bundan üç sene evvel “Avrupayı görmüş zat,, serlevhasiyle Akşamda teşhir etmişti. Avrupa’yı görmüş zat Avrupa’yı görmemiş olan “babayani,,’ nin makûsudur. Bu gayri tabiî enmuzeç de çok yaşamadı. Harbi Umumî ile birlikte bu enmuzeç de mütarekesini yaptı, Harbi Umumî firarileri gibi nihayet o da kaçtıgitti.
Eğer Anadolu’da yeni bir türk ordusu teşekkül edip te yeni bir devlet kurulmasaydı, bizim için insan enmuzeci belki pe “meyus, makhur, bedbin ve daha ziyade menfaatperest.. w sıfatlarından teşekkül edecekti. Fakat büyük misal gözümüzün önündedir, ondan ibret almak yeni Türk enmuze-cini şuurlu, vazih bir hale getirmek lâzım. Bunun için de zihninde şu mantıkî silsileyi vcüude getirmelidir: Meşrutiyete kadar memleket hem cahil hem de atıl ihtiyarları tecrübe etti; az kalsın mahvoluyorduk!.. Meşrutiyetten sonraki idare adamları ekseriyetle faal, cevval insanlardı. Fakat birincilerin cehli, daha başka şekilde, umumiyetle, onlarda da vardı. Bu adamların iradesi Almanya’nın iradesi gibi marazı bir irade idi. Mefkûrecilikleri de marazi bir mefkûrecilik çokkerre mevhumecilik idi. Yeni insan enmuzeci, yeni idare adamı enmuzeci bu hasta ve ölü unsurlarla terkip edilemez. Yeni hayatımızın müdürlerini ancak bu hayata imkân ve hürriyet bahşeden Harakâtı Milliyenin tarihçesinde görebileceğiz. Bu devri vucude getirenler aynı zamanda “faal vefekkâr,, insanlardır. Gerçi Büyük Millet Meclisinin ilk azasından bir heyet İstanbula geldigi zaman içlerinden bir Darülfünun konferans salonunda darülfünunlulara hitaben şu sözleri söylemişti: “Efendiler! Bu meclis şimdiye kadar, gelmiş olan meclislerin fikren belki madunudur, bunu itiraf ederim. Fakat ümit, emel ve iman itibariyle bütün onların fevkinde olduğunu iddia edebilirim..,, demişti ve doğruydu; Fakat şayanı dikkat olan nokta şudur: Bütün Harakâtı Milliye tarihince “kalp ve ihtiras vazifesi gören,, ve müdafaa hatlarmız Pulatlı’ya kadar gerilediği zamanlarda bile yerinden kımıldamayan bu iyi yürekli insanlar arasında “beyin ve irade vazifesi gören,, müstesna insanlar vardı. Bu his meclisini muvaffakiyetleriyle, zaferleriyle tenvir ve tahkim edenler hep onlardı. Onun için denilebilir ki Harakâtı Milliyenin tarihi, ilmin, vukufun, tecrübenin tarihidir. Bu ilim... bir milletin ümidine, imanına müracaat ederek kuvvet aldığı için akamete mahkûm kalmadı. Yine çok dikkat edelim ki Türk milletine tarihini, istiklâlini iade eden ve istikbalini eminleştirmek ümidini kazandıran bu ilim tamamyile hususî bir mahiyeti, gayrı kabili zeval bir hayatiyeti haizdi, Zira bu ilim ne Meşrutiyette evvelki ihtiyarların sırf ameli, ihtibari vukufu, nede Meşrutiyetten sonraki kavvallann sırf nazarî, zihnî sermayeleridir; ne biri ne diğeri akıldan başlayıp amle müntehi olan, amelden haraketle akılda nihayet bulan faal ve yaratıçı bir ilimdir. Şu halde sırf nazari adamların ve adi manasiyle: kelimecilerin ve hayalcilerin hayatta bir kıymeti yok! Fakat ayni hayatta sırf faal ve maceraperest insani arında bir kıymeti yok! Bütün mesele hadiselere, tabiati eşyaya mütabık bir iradenin sahibindedir. Bu iradenin en tabiî unsurları hissi selimi gayip olmamış bir zekâ ile bu zekâyı fiile isal eden bir hasasiyet manzumesidir.
Yeni nesli teşkil edecek olan mürebbilere bir meslektaş gibi tavsiyem: Arı ve kunduz yetiştirmekten sakınınız, Bu hayvanların işleri ne kadar hayretaver olursa olsun zekâ ■ için nümune teşkil etmezler! Cırcır Böceklerini de örnek a’maymız! Çünkü sesleri ne kadar çok olursa olsun iş yapmazlar! Gayeyi hayaliniz “insan,, olsun, fakat “yaratıçı bir insan» Bu melekenin bir kökü kafada, bir kökü kalpte bütün dalları, kolları elleri de, parmakların ucunda, ameldedir. Yine yeni hükümet makinesini kuracak olan mesul insanlara bir vatandaş gibi tavsiyem: Umumiyetle menfilerden, atillerdan ve mürtecilerden sakınınız; kevezelere, züppelere, lakırdı ebelerine, hiç teslimi salâhiyet etmeyiniz! İdare hayatında yalnız sahibi irade olanlar şayanı itimattırlar. Onların kimler olduklarını mı soruyorsunuz?.. Evvelâ söyleyiniz hangi meslek mevzuu bahistir ? Askerlik mevzuu bahis ise kurtardığı tarihe, müdafaa ettiği cephelere, muzaffer olduğu muharebelere bakınız... Vilâyet idaresi mi mevzu bahis?.. Yaptığı yollara, kuruttuğu bataklıklara, ihya ettiği ormanlara bakınız. Muarif İslâhatı mı mevzuu baıs?! İdare ettiği mekteplere, koyduğu usullere, numuneyi imtisal olduğu yeniliklere bakınız... Hülasa icraat hayatında insanı yalnız ve sade işiyle, iradenin bu meşru evlatlariyle ölçünüz, yanılmazsınız...
Maksat adamların ahlâkını, faziletperverliğini ölçmek ise bunun da gayet afakî bir usulü vardır: Mevzuu bahs olan Şahsın menfaati şahsiyesini hayatta kaç defa ve kaç türlü feda ettiğini anlamak lâzımdır. Çünkü dindarlığın, milliyetperverliğin insaniyetperverliğin en müspet tecellisi işte bu feragat, nefsinden, menfaati şahsiyesinden feragattir. Bu feragat olmadıkça söylenen her sözün ve dermiyan edilen her iddianın nihayet edebi, yahut mantıkî bir mahiyeti vardır, asıl ahlâk ona bir kıymet vermez!..
Terakkiden kaçan adam
İstanbul şehrine Gülhane Parkını kazandıran şehremini günün birinde dahiyane bir fikre malik oldu: “Parkın muhtelif noktalarına yeşil tahtalı, demir ayaklı kanepeler koyarım, yere oturmıya alışan, kanapeye oturmak çamurdan ve tozdan kaçmmıyan bu halka temizlik dersi veririm!..,, dedi. Hakikaten yerde oturmak kanapeye oturmak adetine münkalip olursa şarkta büyük bir tahavvüi olacaktı, ve her şey yere oturmak, yerleri bu “Haki fena,,’yı sevmek, yerde oturmak yani yerde yemek, yerde içmek, yerde yaşamak ve yer için ölmek adeti hep değişecek, yerlerden yüksek bir yerde oturmak, yerden yüksek yerleri sevmek, yerden yüksek yerlerde yemek, içmek, yerden yüksek yerlerde yaşamak ve yerden yüksek yerler için yaşamak adeti teessüs edecekti...
Garip netice!.. Parkı ziyarete gelenlerden çocuğun kanepeye oturmak ihtiyaciyle gerçi ayakları yerden kesildi, fakat bunlardan hiç biri kanepeye avrupah bir insan gibi oturamadı. Bilâkis hepsi kanepeyi tahtadan bir yer faz ederek üzerine bağdaş kurdular!.. Bu suretle o vakit Şehremini insanların bu garip inadı karşısında şaşırdı kaldı. Ve bu terakkigirizliği bir türlü izah edemedi. Lâkin bu hadiseyi gözden kaçırmıyan bir insan şöyle izah ediyordu:
— Terakki bir emri cebrîdir. İnsan uzviyeti iktizası terakkiye değil, itiyatlarını muhafazaya, alıştığı gibi yaşa-mıya müstaittir. Cemiyette vücude gelen her terakki uzviyetimizde derin ve elim aksülamellerie, yeni yeni itiyatlar hazırlar. Halbuki her yeni itiyat yeni tefekkürler, yeni zahmet ve meşakkatlerle olur. Onun için terakki bir fikir gibi nekadar arzu edilirse edilsin, fiilen icrası güç olan bir şeydir. Ben bu düşünceyi, bu izahı o kadar kabul ettim ki her terakki davasının peşinde zahmetten, elemden, kaçan insanların feryadını işittikçe hiç garip bulmuyordum. Şimdi bile terakkinin meşhur düşmanlarını görüyorum ve gayizle-rinin illetini anlıyorum. Ve onlara sessiz velvelesız bir jisan ile hitap ediyorum, diyorum ki:
— Ey kanepeye otururken mafsalları acıyan insan! Sen terakkinin zahmetlerine nasıl katlanacaksın?!. Seni adam yapacak olan din, ne bir fikir, nede bir muhakeme dinidir O sırf katı mafsallerin ve uyuşuk adalelerin ile mücadele edecek olan bir zahmet dini, elem mabdünün dinîdir!.. Çünkü insan! Terakki demek durup dinlenmeden zahmet çekmek demektir. Terakki yalnız ceht ve elem ağacının mey vasidir. Yazık o lisana ve edebiyatına ki terakkiyi bir zevk gibi gösterir!..
Sanatten kaçan adam!
Durkheim insanı kendi kendine cehte muktedir bir mahlûk olmak üzere tavsif ediyor. Filvaki hayvan da ceht eder, Fakat hayvanın cehti haricî bir tazyik ile olur. Yük taşıyan at misalinde olduğu gibi... Bu hayvanı cehte sevkeden kırpactır ! Halbuki insan terbiye sayesinde o hale gelir ki haricî hiç bir tazyika muhtaç olmaksızın cehtedebilir. İnsan en güç işlerde bile bu cehte yalnız başına muktedirdir. Onun için insana “ yalnız başına cehte müstait olan hayvan „ demek doğrudur... Fakat bu ceht bir günün mahsulü değildir. Bunu elde etmek için seneler lâzımdır. İnsan terbiye tesiriyle senelerce cehtetmeliki kendi kendine cehtetmeğe alışabilsin. Meselâ çocuk için en güç iş elbise giymektir. Fakat terbiye almış bir insan için bu iş kolaydır. Beşerî olan hangi vazifede, insanı neviden olan hangi idrâkimizde cehtimizin müdahalesi yoktur ?! Bakınız, siz ciddi ve İlmî bir bahsi izah ederken güzleri süzülen ve ağzı açılıp kapanan şu adama!.. Zavallı yoruluyor, dinleyemiyor !.. Çünkü bu insan dinlemeye alışmamıştır ! Çünkü dinlemek, anlamak, o da bir cehttir. İlim gibi sanatta bizden dikkat ve ceht ister bir Mozart ve bir Wagner,i anlamak için zekâmızın, dikkatimizin müdahalesi şarttır. Bunlar bilbedahe ve bilâ vasıta şuurumuza yerleşecek basit eserler değildir. Avrupa musikisinde bazen en derunî ve en fevzaî ihtiraslarımızın bazen de en insani ve en beşerî emellerinizin ifadesi vardır. Büyük bir sanatkâr dikkatiyle tahlil edilmedikçe, dağnık ve mütezat görünen parçalara büyük bir ahenk sokulmadıkça bu musiki bizim için cehennemi bir gürültü, den başka bir şey değildir. Zaten bir sanat eserini anlamak, o eseri ruhunda yeni baştan yaratmak demektir. Şu halde nevinin İstırabını duymıyacak derecede kulakları sağırlaşan ve en ufak bir aşk heycanı yaşamıyacak kadar içi kuruyan bir adama doğrudan doğruya u sanatin ve sanatkârın sesini işit „ demek manasız olur. Güzelden kaçan, sanat eserini manayı, heycanı, ahenği, hayatı isthkar eden adam; rast geldiğine “ bunların ne lüzumu var? „ diyorsun... Halbuki burada ne bir lüzum nede bir ispat mevzuubahstır. Sadece büyük ve elemli bir cehtin teslim edeceği bir zevk vardır. Bunu bulamıyorsan kabahat ne eserin, ne sahibinindir, yalnız şenindir, senin!
Cümhuriyetin adam nümunesi
Eski Yunan medeniyetinin ekmel numunesi “ Hakim „ idi. Kurunu Vüsta “Aziz„, leri vücuda getirdi. On altıncı asrın mükemmel adamı “Honnête Homme,, dır. On sekizinci asrın beğendiği adam, “ akıllı ve hisli adam „ , dır. Bu günkü vatandaşın seciyesi acaba nedir?.. Bu gün evliyalar yoktur ! “ Mübarek adam „ enmüzeci bile silinmiş gibidir. “Honnête Homme,, muhterem, fakat yeni cemiyetler çin kâfi değil... “ Akıllı ve hisli M adam enmüzeç güzel, fakat bu günün hayatı için müphem ve umumîdir. Yeni vatandaşı yaratacak olan sanatkâr, gene cemiyettir. Yeni vatandaşın siması ancak yeni cemiyetin çizgilerinden ve renklerinden teşekkül edecektir. Yeni cemiyetlerin “ Ahlâkı hasene „ , si “ tesanüt ahlâkı „ , dir. Kendisini bütün cemiyetin cüzü duyan ve cüzü gibi yaşıyan vatandaşın ahlâkı... “ Sıkılgan adam „ tipi yeni tipin tama-miyle zıdtıdır. Bize zümrevî hayatın bütün icaplarını tanıyan ve yaşıyan vatandaşın hayatı lâzımdır. Sonra,, vatandaşın ilmi, irfanı yaratıçı, meslekî istihsalleri vücude getirici olmak lâzımdır. “ ukelâ ve sathî adam» tipi yeni tipin tamamiyle zıddıdır. Yeni tipin hamurunu yoğuracak olan muhit, mekteptir, aile değil..'. Aile vasıtasiyle mektebi ıslâh etmek fikri sakattır: Aile muktedir ise kendi kendini ıslâh etsin!.. Bu günkü çocuğun aile hayatı dar ve mahduttur; mektep hayatı ise geniş, devamlı ve feyizlidir. Mektep bu yaratıçı tesirini yapabilmek için her şeyden evvel ve her şeyden ziyade şu hakikate dikkat etmelidir. Tesanütçü bir ahlâkın ve istihsalci bir irfanın hakikati ona dışarıdan, başka bir yerden gelmiyecektir. Kendisinden çıkacaktır. Öyle ise mektep her şeyden evvel tesanütçü bir h yata mazhar olmalıdır. Talebe ve muallimler denilen zümreler müstait oldukları zümrevî hayatı azamî derecede yaşamalıdır. Sonra ilim, talim sarf ve heiâk edici halinden kurtulup istihsal ve istismar edici hale gelmelir. Mektep canlı bir mevcuttur. Kendi kendini ıslâh edemiyen bir mevcut başkalarını ıslâh edemez!.. Cümhuriyeti yaratan irade mekteplerin binalarına da teveccüh etmelidir. Ve ondan İnkilâp namına iki şey istemelidir. Mektep cemiyetinin İçtimaî hayat zevklerini tatmasına müsayit mesafe ve mekân ile mektep cemiyetinin müstahsil hayat şartlarını teminine müsayit aletler ve teknikler... Bunlar haricinde yeni vatandaş teşekkül edemez, yeni bir idare ise yeni insanlarla yaşayabilir. Yeni idarenin mukadderatından mes’ul olan artık yeni terbiyenin mahiyetidir.
Faal adam!
Meşrutiyetten evvelki adam teşebbüsü şahsiden mahrum olan atıl adam idi. Meşrutiyetten sonra aranılan, “müteşebbüs adam,, oldu. Meşrutiyet inkılâbında nntuk söyliyen hatipler “teşebbüsü şahsî„ ,nin destanını okudular, ve türk milletinin şimdiye kadar felâketi “teşebbüsü şahsînin fıkdanından dır,, dediler. Millî İnkılâbın vücude getirdiği adam enmuzecinin tasvirini henüz vazıh surette göremiyoruz. Yalnız “müteşebbüs- adam,, tasvifi yerine “faal adam,, tavsifini kullanıyoruz. “Filan adamı tanımlısın?,, diyorlar, “tanırım, faal adamdır,, diyoruz. “Falan muallimi tanırmısmız ? diyorlar, “Tanırım, faal adamdır. „ diyoruz. Ve insan kendi kendine soruyor: Demek ki faaliyet bir meziyettir.. Fakat pek az kimse bu meziyet olmak imtiyazını alan “faaliyet,, , in ne olduğunu düşünüyor t Istiyerek fikrimizi şüpheye düşürelim ve soralım ki: “Faaliyet bir meziyet midir?,,, Şüphesiz derhal “faaliyet bir meziyettir. „ diye kabul edeceğiz. Fakat bakınız size bir kaç faaliyet nümunesi ki meziyet olmak şöyle dursun, belki noksan, hatta felâkettir, Evvelâ çocuğun faaliyeti.. Bu faaliyet ilerde İçtimaî faaliyetlere mebdei hareket olmak itibariyle gayet şayanı dikkattir. Fakat olduğu gibi kalan bir çocuk faaliyetinin medenî nev’inden hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü bu faaliyet yapıcı olmaktan ziyade yıkıcıdır; iyi, doğru, güzel nev’inden eser denilebilecek hiçbir şey vücude getirmez, hayvani jir faaliyettir. Şu halde çocuk faal bir mahluk olmakla beraber makbul bir insan enmuzeci midir ? Daha ağır bir misal delidir. Alelu-mum deli de faal bir mahluktur. Fakat delinin faaliyetiyle medenî faaliyeti ifade eden iyi, doğru, güzel faaliyetler arasmde ne münasibet vardır ? O halde ne demeli ? “faaliyet bir meziyet değildir mi, demeli? ! Hayır, her şeyden evvel bu faaliyet fikrine biraz vuzuh vermeliyiz. Mütalaayı kolaylaştırmak için üç nevi faaliyet enmuzeci kabul ediyorum
Birincisi otomatik faaliyet. Otomatik faaliyeti temyiz eden şey iradî faaliyetin zıttı olarak şuursuzluk ve terkipsizlik tir. Otomatik harekette gerçi kendisine göre bir intizam, bir ıttirat vardır. Fakat yaratıcılık, istihsal kad-reti, şuur, sevk ve idare yoktur. Otomatik faliyet, faaliyetlerin en iptidaî şeklidir.
İkincisi: mantığa müstenit faaliyettir. Bu faaliyette gerçi intizam ve şuur vardır. Fakat netice gene birdir. Yani neticede gene istihsal yoktur. Çünkü bu faaliyetin intizamı, mantıkî, şuuru sathî bir şuurdur. Ekseriya cahil ve zekâsı cevval olan insanlarda görürüz. Her hareketlerini, her teşebbüslerini mantıklariyle teyit ederler. Fakat faaliyetlerine rağmen eser vücude getirebildikleri eser payidar olmaz.
Üçüncüsü: tekniğe müstenit faaliyet. Bu nevi faaliyet faaliyetlerimizin en yüksek şeklidir. Çünkü muntazam ve şuurlu olmkla beraber yaratıcıdır. Bu faaliyetin zekâsı aklı selimin zekâsı değildir, fen zekâsıdır. Kuvvetini mantıktan değil, tabiyetten alır. Bu faaliyeti mutlaka âlim, mü-tefennin insanlarda görürüz. Cahil insanlarda da bir istisna halinde tecelli edemez. Gariptir ki bu faaliyet mütevassıt zekâlı insanlarda da tecelli edebilir. Hattâ aklı selimin faaliyeti gibi zekâya onun kadar mühtaç olmıyan bir faaliyettir. Çünkü zekâsı ferdî zekâ değil, İlmî yani gayrı şahsî zekâdır. Teknik faaliyet mutlaka eser vücude getirir, ve eseri mutlaka payidar olur.
Şimdi beğendiğiniz faal adam kimdir?... Otomatik faaliyetin sahibimi, aklı selim ile faal olan mı, yoksa teknik faaliyetin sahibi mi, hangisi?.. Bence alelıtlak faaliyetin, hele otomatik faaliyetin bu bahiste hiçbir değeri yoktur, mantığın faaliyeti de birincisi kadar yıkıcıdı, fazla olacakta aldatır. Muasır faaliyet enmuzeci teknik faaliyettir. Muasır faal adam ancak bir ihtisas sahibi olabilir.
Müsbet kafalı insanlara muhtacız
Asrî bir milletin mühim seciyelerinden biri de ilim hâkimiyeti değil midir? Asrî milleti orta zaman cemiyetlerinden ayıran mühim fark din yerine ilme mevki vermesi değil midir? Orta zamanda itikadin ve kitabın idare ettiği yerleri bu gün hep ilmin fikirleri tabiatın kanunları idare ediyor. Müsbet olmıyan şeylerin tabiatına uymıyan fikirler, itikatler, ananalar hayat meydanından hep boğuluyorlar, yerine akla, hesaba, tecrübeye dayanan müsbet kanaatler geçiyor. O halde dün dinin tuttuğu yerlere bu gün ilim geçmiştir. Dün dinle idare edilen işler bu gün ilim ile idare edilmektedir. Şu halde denilebilir ki: İlmî olmak, ilme dayanmak asri milletlerin mühim tabiatlarından biridir.
“ Asri olmak „ , “asrileşmek» “ muasır millet „, “ yenilik „ “ yeni adam „ sözleri derslerde, kitaplarda, salonlarda, her yerde muhabbetle, iştiyakla tekrar edilen canlı sözlerdir. Fakat bu mefhumların içine girelim ve onların içinde bulunanlara dikkat edelim. Ne göreceğiz? Çok kerre umumî ve sathî malumlar, serbest söz söylemek melekesi ve salon muaşeretinden ibaret bir takım unsurlardir! Halbuki bu melekelerin, bu sermayelerin medeniyetin uzviyetile doğrudan doğruya münasebeti yoktur. Umumî malûmat sahibi olmak hele bunun bir derecesi köylüler, çobanlarda dahil olduğu halde asrî bir milletin bütün fertleri için lâzımdır. Fakat umumî malûmların sahibi olmak, bir ilimde muta-hassıs olmak değildir. Umumî, binaenaleyh sathî kalmıya mahkûm olan malûmlar ile bir millet medeni tekâmülün zaruretlerini k /rayamaz. Asrî bir cemiyetin en çok muhtaç olduğu şey, işte âlimler, mutahassıslarıdır, bu hükmü bir kerre daha genişleterek diyebiliriz ki: Böyle bir millet en çok menfaatlere, her hangi meslekte mutahassıs kimselere mühtaçtır.
Bir milletin umumî muaşeret kaidelerine vakıf olması ve bunları hayata tatbik etmesi lüzumlu ve hayırlı bir şeydir. Muaşeretini tanzim etmiyen bir milletin İçtimaî hayat yüzü daima pürüzlü kalacaktır. Fakat cemiyet itibarile incelmek daha güç bir şeydir. Çünkü bütün bu muaşeret kaidelerinin ehemmiyeti onları kukla gibi yapmakta değil, asıl bu kaidelerin doğduğu telakki farklarını taşımaktadır. Muaşeret kaideleri ayni zamanda doğruluğun, iyiliğin ve güzelliğin bir tecellisidir. Adabı muaşeret ince ruhlar gibi kaba ruhların yüzünüde cilâlayabilir. Asıl mesele millette doğru, iyi ve güzel kıymetlerin hür bir surette cevlânma engel olabilecek sebepleri kaldırmak, azaltmaktır.
Hülâsa nereden hareket edilse “ asrîlik „ mefhumunun kökleri vicdanın pek derin tabakalarına kadar iniyor. Asrileşmek, bu asır da yaşamaktan fazla bir muvaffakiyettir. O da asrın maddî ve ahlâkî hayatına imkân veren inkilâp umdelerini yakalamakla mümkün olacaktır.
İşte bu umdelerin başında “ müsbet neviden olan her şey akıl içindir. Akıl bizi, müsbet hakikatlere iriştirebile-cek olan yegâne kılavuzdur.,, düsturu vardır. Onun için aslî bir millet mevkiinde ilmi istemeliyiz. Fakat ezberci gibi değil, ilmi anlıyan hakiki kanaat sahibi gibi ilmi isteyince ilmin bütün hürriyetini, bütün feyzini, bütün istifa-desinide birlikte kazanmış oluyoruz. Fakat ilmin mahrumiyetlerine, ilmin yorgunluğuna, ilmin vazifesinede katlanmak şâr tiyle. Inkilâbım yapmakta olan yeni Türkiye için büyük gaye şudur: Garbın ilmini bütün mevzuu, usûlleri, vasıtaları, kapları, müesseseleri, hattâ ahlâkî düsturları ile aynen ve harfiyen getirmektir.
Usulsüz faaliyet ne işe yarar ?
Avrupa memleketlerini ilk defa ziyaret eden bir şarklının intibaı ne olabilir? Ezici bir faaliyet içinde çalışan kütlelere ait intibaı.. Bu hayret sahiplerinin söylediği söz daima şudur!
“Şu Avrupalılar ne çalışkan adamlardır!.. „ İngiliz avamı da Belçikalı komşularını taktir ederken ona benzer bir söz söylüyorlar: “Şu Belçikalılar ne çalışkan adamlardır!,, Şu halde Avrupa medeniyetleri mevzuu bahsolduğu zaman gözümüze en çok çarpan onların çalışkanlığıdır. Fakat bu medeniyetin hakiki sırrı çalışma saatlerinin daha çok ol-masımıdır?! Bunu zannetmek doğru değildir. Bu faaliyette her şeyden ziyade görülmesi lâzım gelen bir şey var-ki o da “metot„ dur Avrupalı adam İlmî bir metot içinde çalışan adamdır. Türk çok kerre ferdî zekâsının icabatını takip eder. Nihayet ilme istinat etmiyen kaba bir tecrü-uin esiridir. Bu metot fikrini yalnız tayyare ve demiryolu yapmak hususunda değil, en ufak bir sanaatte, en basit bir ticaret işinde bile kabul etmeliyiz. Bizi onlardan ayıran avrupalıların cemiyetçe tatbik edilen asri usullere, muayyen tekniklere malik olmalarıdır. İşte, en adi bir işte bile: Fasulye, bamye... dikmek için bel belliyen iki adam ta-tsavvur ediniz. Bunlardan biri bel bellemek işinin İçtimaî tecrübesine henüz malik değildir. Ferdî zekâsı, ferdî hassasiyeti onu mümkün olduğu kadar çok bel bellemiye sev-kedecektir. Fakat usûl, tecrübe, kanaat sahibi olan adam yer yüzüne yayılmak ve bir hayvan gibi çalışmak sevkıtabiisinden uzaklaşacak, toprağı mütemadiyen ayıklıyacak beli âdetten ziyade derin vuracak ve türlü vasıtalarla bu toprağı islâh edecektir. Şu halde medeniyetin faaliyette tecellisi doğrudan doğruya azlık veya çokluk şeklinde olmuyor, metot yahut prosede, yahut teşkilât, yahut İçtimaî bir tesanüt şeklinde oluyor. Onun için alelitlâk çalışkanlık onları bizden ayıramaz. Fakat usullü çalışkanlık onları bizden katiyen ayırabilir. Öyle ise “Asrî adam„ alelitlâk zeki adam değil, belki İlmî bir usûlle çalışan adam demektir. Bana kaç kere Çamhcalann kırk elli metro geniş, fakat inadına ıssız yollarını göstermişlerdir: “Şu geniş caddeyi görüyor musunuz ? İşte bu filân belediye müdürünün eseridir. demişlerdir.. Ben bu ayrı çalışan ve ayrı eser vücude getiren yalnız adam sevkitabiîsinden ürkerek dayima şu cevabı veriyordum: Keşke o adam bu geniş ve ıssız caddeleri vücude getirmeseydi, şöhreti için vesile, fakat Üsküdar belediyesinin bütçesi için bir mezarlık açmasaydı! .. Çünkü imar mefhumu alelitlâk genişliğin müradifi olamaz. Medenîlik mutlaka çok çalışmak, çok geniş caddeler açmak değildir. Bütün servetini bir çocuğunun elbisesine ve oyuncaklarına sarfederek geriye kalan dört beş çocuğu aç ve çıplak bırakmak doğru değildir. Bir ayile hayatında
R
olduğu gibi bir şehir imarında da tatbik edilecek adalet düsturları vardır. Şu veya bu süsü yapan fakat elindeki şehri bütçesiyle mütenasip bir derecede sağlam, temiz ve işlek bir hale getiremiyen bir idareye asri diyemem. Yalnız şehir idaresinde değil. Her sahede asri faaliyet; meto-dik faaliyetin bir müradifidir. Fennî olmıyan çalışkanlığı beğenmiyelim ve nafile cesaretlendirmiyelim. Çünkü fennî olmıyan, yani makul ve şeylerin tabiatine uygun olmıyan faaliyetler mutlaka yıkıcıdır.
Mefhumlara esir!..
Zekâlar vardır, mefhumumlara esirdir. Gene “ Son saat in sayfalarında idi. “ Tedricen ! „ Serlevhalı bir
makalem çıktı. Burada İçtimaî tehavvülleri bir hattı müstakim hayaline irca eden akliyecileri tenkit etmiştim. Çünkü tetriç tekâmülün dayimî bir vasfı değildir. Tekâmülün birdenbire olan safhaları da vardır. Yoksa bir türk inkılâbı derece derece ve muntazam bir surette tahakkuk etmesi lâzımgelen makul, tetricî, muntazam bir hareket olamak lâzımgelirdi. Halbuki inkılâbımız anî gibi olmuştur.
Eğer bunda mühendis intizamı ve akıl mantığı şart olsaydı, bu günkü neticelerden mahrum olacaktık. Hakikati halde takâmül ne tetricî, ne de mutlak surette anîdir. Belki tekâmül yaratıçıdır. Hakikati halde tekâmül ne mazinin aynı, ne de bu mazinin gayrıdır; belki maziden müstağni kalmıyan, fakat maziden yeni bir mahsûl vücude getirmek üzere gebe kalan bir haldir. Bir hal ki mütemadiyen istikbale doğru şişer. Tekâmül için daha canlı, daha mutabık bir hayal bulunabilir. Fakat her halde yalnız başına tetriç, yahut intizam hayali ona yabancıdır. Bizim sakat fikirleriniz yalnız tekâmül bahsine ayit değildir. Mu-vaffakıyet, ümit, sabır ve sebat hakkında da bir çok fikirleriniz vardır ki hakikati halde bunlar hasta klişelerden başka bir şey değildir. Cesaretin, sabrın, sebatın her şey olduğunu gençlere öğretmekle çok bir şey kazanmış olmayız. Bunlar şuun ve hadisatı aşan mutlak kuvvetler değildir. Bunlar tabiî kuvvetlerdir. Bunlarında kendilerine mahsus hudutları ve nihayetleri vardır.
Şu halde “ mutlak bir cesaret, düm düz bir sebat „ ve inatçı bir sabır „ yerine gerek ferdin gerekse cemiyetin hayatında cesaretin, sabrın, sebatın canlı vazifesini öğretmek doğrudur. Öyle ise niçin bu mefhumları taşıyoruz ?.. Çünkü bizden evvel yaşamış bir cemiyetin mirasıdır. Bunları bize kazandıran asrî ve felsefî tefekkürümüzün faaliyeti değil, eski harsın sür’ati iptidaiyesidir.
Bu mefhumlar eski cemiyete göre düstur olarak kifayet eden şeylerdi. Fakat pek mudil ve pek müterakki olan yeni hayatımızı idareden acizdirler. Biz ana ve baba hikmetlerinden ziyade ilmin muttalanna ve yalnız ilim mutaları üzerine kurulan bir felsefenin terkibçi mefhumlarına muhtacız.
Yeni neslin terbiyesinde metafizikî hükümlermizin de mesuliyetini idrak edelim Din taassubunu kaldırmışken yerine tefelsefe taassubunu koymıyahm.
Cemiyete küskün adam!
“ Cemiyete küskün adam „ ; bu, bir nevi insandır. Tenkit eder, istikbalden ümitsiz, bazen de mazi için daha az müşkül pesentiir. Hayatta, ayile, meslek muhitlerinde dayima böyle insanlara rasgelmek mümkündür. Cemiyle küskün adamın mantığını yoklayınız, fikirlerinin seyrini kovalayınız; memnuniyetsizliğini ispata çalışan bir dikkatle karşılaşacaksınız: Bu dikkat mütemadiyen sokakların kirliliğini, bürokrasinin zararlarını, ehliyetin takdir edilmediğini, mekteplerin eskisinden daha geri olduğunu... İlâh, size söylüyecektir. Ve bütün bunları en bitaraf, en afakî bir müşahit ve rasıt mevkiinde tekrar ettiğine sjzi inandırmak istiyecektir. Cemiyete küskün adam hakikî bir müdekkik, İlmî bir mütefekkir midir?.. Hayır, çünkü bu zekâda ilmin en mühim temeli olan icap ve zaruret fikirleri yotur. Cemiyete küskün adamın bütün fikri faaliyeti küskünlüğüne sebep gösterdiği hadiseleri muayyen fertlere, şahıslara yükletmekten, yahut hüküm, ve muhakeme işlemiyen esrarengiz derecede münferit bir kabiliyete atfetmekten ibarettir. Cemiyete küskün adamın zihnî faaliyeti iki şekle irca edilebilir:
Bir yandan İçtimaî hadiselerde zaruret tanımıyan bir teffekkür, bir yandan da ferdî endişelerden gelen bir memnuniyetsizlik. Onun için cemiyete küskün adamla münakaşa ederken hep bu İlmî ihatasızlıkla, bu hodbin hassasiyete çarparız. Cemiyete küskün adamın siyasî vaziyeti ekseriya dar bir muhaliflik şeklilde tecelli ediyor.
Halbuki bu küskünlerin dar zekâları hakikati halde siyasî bir idareyi besliyebilecek İçtimaî tekâmül telâkkisine malik değildir. Hodbin hassasiyetleri ise siyasî faaliyetin muvaffakiyeti için elzem olan fedakârlık şimesiyle de kabili telif değildir.
Cemiyete küskün adam tipinin menşei marazîdir. Salim bir cemiyet adamı dayima faaldir. Salim bir cemiyet adamı dayima mefkûrecidir. Fert bu faaliyeti, mefkûreciliği kaybettiği dakikada artık hastalanmıştır. O halde cemiyete küskün adamın tevekkülünü fikrî mantığında, yahut dar hodbinliğinde aramak doğru değildir. Bu menşe bizzat cemiytin hayatında hasıl olan boşluklardadır.
Muayyen fertler içtmaî hayatı sıkıca yaşamadıkları, ce-miyt maneviyatını şidditlice taşımadıkları için aynı zamanda bedbin, ve aynı zamanda hodbindirler. Küskünler cemiyet denilen manevî terkibin inhilâl eden cüzü fetleridir. Bunlar cemiyetten koparak yalnız adamın tabiatine ricat etmektedirler. O halde cemiyet içinde bobinleri, bedbinleri azaltmanın tek çaresi İçtimaî mevcudun bilhassa haz, neşe, vecit, mefküre veren bediî ve manevî muhitlerini uyandırmakatan başka çare yoktur. Yeni cemiyetimizi ahlâkî ve bediî zevki idrake müsayit cihazlarla zenginleştirmek lâzımmi geliyor.
Mütefekkir
İlmi bipayan insanlar vardır. Filân adam tarih alimidir . Filân adam mükemmel bir nebatçıdır, morfoçya alimidir. Filân da atikiyat ile uğraşır. Bu adamları türlü sıfatlarla tavsif etmek ve derya misali olan ilimlerinden dolayı takdir etmek pek tabiîdir. Elverir ki bu malûmat usulü daiyresnide tedarik, tahkik ve tensik edilmiş olsun.
Mütebehhirin teşekkülünü hazırlıyan en mühim meleke kuvvetli bir hafızadır. Halbuki kuvvetli bir hafızanın en büyük sebebi verasettir. Bir çocuk bu veraseti taşımıyorsa ne kadar terbiye edilse de mükemmel bir hafızaya malik olamaz. Şu halde mütebahhirin teşekkülünde terbiyenin rolü mahdut demektir. Halbuki mütefekkir, bambaşkadır. Mütefekkir hıfzu tahattur ve tahsil hususunda mütebahhirin dehasını gösteren adam değildir. Mütefekkir bir toplayıcı değil, belki bir teşkilâtçıdır. Mütefekkir fikir binasının malzemesini bulmaz. Yalnız başkaları tarafından bulunan bu malzemeyi kullanarak eser vücude getirir. Demek mütefekkir hazır fikirleri tefekkür eden adam demektir. Rolü daha ziyade icat rolüdür. Mütefekkirin teşekkülünde hafızanın rolü mühim midir? Şüphesiz bir bakıma öyledir. Fakat bu ehemmiyet bir dereceye kadardır. Mütefekkirin asıl cihazı tasnif, mukayese, izah, farz ve tahmin kuvvetidir. Şuhalde mütefekkire lâzım olan; hafıza veraseti değil. tam ve mükemmel bir tefekkür cihazıdır. Çünkü mütefekkir hafızasının noksanını türlü tarikler ve kolaylıklarla dahi telâfi edebilir. Fakat tefekkür usulüne, ilim tekniğine malik olmıyan bir adam için ilim yapmak ümidi yoktur. Şimdi yeni Türkiyenin mühtaç olduğu fikir adamı hangi, cinstendir, sualine verilecek cevap gayet basittir. Türkiye fikir adamının her cinsine mühtaçtır. Ancak tebehhurun da,, tefekkürün de usulleri memleket için pek yenidir. Onun için bizim tedrisat hayatımızda mühim olan şey, bu usuldür.
Türkiye, fikir adamlarının azlığından değil, usul sahiplerinin kıtlığından şikâyet etmelidir. Mekteplerimizde ve ilim müessiselerimizde adet kıymeti yerine keyfiyet kıymetini koymalıyız. “ Parlak zekâlar „ ’ a kıymet verecek yerde, bir tefekkür usulüne malik olanların kıymetini düşürmemeliyiz. Çünkü milletin fikir hayatının mey vasim toplattıran teşekkül, mütefekkirlerin ruhunda oluyor.
Mefhumun öldürdüğü adam!
Anadolu’dan geldiğim zaman “ Acaba güvelerini yedi ? 1 „ diye bermutat büyük dolabın altındaki gözü çektim. Orada bir İkdam gazetesinin yaprakları arasında sakladığım resim koleksiyonunu karıştırmağa başladım. Kara kalem heykel başları, yağlı boya bir ördek resmi... Solgun, ölgün, çocukların lisanı kadar masum şeyler !. Onu bana hediye eden zat, merhum Teke Zade Sayit Bey’dir. Sanatkârı beş altı sene evvel bir mektebi ziyaret ederken tanıdım, resim dersanesinde idik. Sehpalrı karşısında çalışan, gayet temiz giyinmiş yirmi, yirmi beş kız çocuğu resim yapıyordu. Alçı keykeller, kabartma çiçekler, renkli şekiller, dıvarlann sadeliği, hele sekenesinin huşu ve sükûneti burasını eski bir yunan mabedine benzetiyordu!..
Sınıf o kadar çıplak ve beyaz, o kadar sade ve heybetliydi.. Resim yapan kızlar hiç kımıldamaksısm gözlerinin ucu ile bize baktılar. Bu hareketsizliklerinde bir mahviyet ve bir selâm manası vardı. Köşede, çalışkan kızlarının eserini koruyan, alkışlıyan bir üstat vaziyetinde, orta yaşlı, tıknaz bir adam duruyordu. Bizi görünce yaklaştı. Kendisini bize
— Resim muallimimiz Teke Zade Sait bey... diye takdim ettiler.
“ Teke Zade „ unvanının benim hafızamda derin bir hayali vardır: Vefa idadisinde talebe olduğumdan beri Şehzade başından geçer, ora da bir dükkânın camekân içerisinde ki yağlı boya insan resimlerini: köylü, hamal, satıc kfalarını seyrederim. Bu mevzular bize o kadar garip o kadar cür’etkârane gelirdi ki!.. Mekteplerde aldığınız resim' dersleri bizi hep mikâp ağaç, ve evlerle oyalar, resmi ve kâinatı bunlardan ibaret zannettirirdi!. İnsan resmi, insan kafası, hele hamalların, satıcıların kaba ve kalın suratları çirkin hissiyle klâsik tedrisatın haricinde kalırdı!.. Teke Zade’nin resimleri eski, hurda ve kati çizkiler zevkine isyan edercesine kalın, bariz, mühmel fakat, inadına canlı ve mistik idi. İşte biz, resim ve model hakkına eski telâkkilerimizi yirtan bu canlı halk resimlerinin meftunu olurken, altındaki “ Teke Zade „ imzasını da aynı canlılıkla, aynı hürriyetle atılmış bulurduk... İmzanın sahibine karşı uzarktan uzağa bir hürmetimiz vardı. Mektepte kendisini görünce san’ati ğibi şahsı da dikkatimi celbettı. Müdirenin odasına döndüğümüz zaman kendisinden bahsettim. Zeki kadın derhal bahse lüzumu kadar ehmmiyet verdiğini ispat eder bir vaziyet aldı. Hemen şu sözleri söyledi:
— Evet! Teke Zade bizim için alelâde bir resim hocası değil, fakat şahsiyle, göziyile, ve eyiye olan muhabbetiyle kızlarımız için büyük bir mürebbidir, bir insanı kâmildir, dedi.
Müdirenin bu cevabından çok memnun oldum. Çünkü bu hükümler benim hislerimi okşuyordu: Ben, bir ressam, bir musikişinas hakkında yalnız böyle söylenmesini istiyordum . Ben öylelerini gördüm kü güzeli, inceyi anlamak itibariyle taş devrinde çalışan iptidaî insanların seviyesinde kalmışlardır!., Hep kaba görürler, hep katı düşünürler!. Bu, bir milletin ruhu için iflâs değil de nedir?!. Onun için istiyordum ki sanatkârlar her yerde çok sevilsin.. “ Güzel „ denilen hak ve hakikat karşısında yirmi yirmi beş kızın büyük şuurlarla çalışması sizin için, memleketiniz için manevî, hattâ maddî bir kazanç değil midir? İşte ben de aynı sebepten dolayı memnun ve mes’ut bir ruhla bu ziyaretten avdet ettim. Ziyaretimi müteakip Teke Zade hatıra olarak güzide çıraklarının resimlerinden bir koleksiyon yapıp bana günderdi. “Acaba güvelermi yedi!» diye telaş ettiğim güzel kolsksiyon işte budur.
Bir memleket için ne garip, ne meşum talihsizliktir yarabbi!.. Bütün bu talebeyi, muallimi, dersi bam başka düşünen idare adamları, bu adamların bir mantığı ve memleketin idare usûlleri varmış!.. Bu mantıklar, usûller çalışa çalışa ve bu “pedagojiye muvafık» ıslâhat “ terakki „ ede ede varmış, Kız Sanayi Mektebinin resim dersini tahta kollariyle yakalamış, hocasını, usulünü, bütün muvaffakiyetleri, bütün hisleriyle pencereden aşağı atmıştı: Ziyaretten bir iki ay sonra Teke Zade’nin derslerini elinden aldıklarını işittim. Bu teşkilât ve ıslâhat o kadar gücüme gitti ki o zaman mevkii iktidarda bulunan büyük bir memura müracaat ettim ve haykırdım: Hükümetin, idarenin bu hareketini sanat, terbiye ve insanlık namına protesto ettim. Muhatabım şüphesiz izan sahibi bir zatti. îşin tamiri için lâzımgelen teşebbüste bulundu. Fakat netice hasıl olamadı. Çünkü doğrudan doğruya kendi işi değildi. Bir de bu tebeddûlât kanuni ve mantıkî bir çerçeve içinde yapılmıştı. Nizamdan, talimattan, intizamdan, gruptan bahsettiler. “Sırası gelince ona başka bir ders daha vereceğiz» dediler. İşte ne şahıs ne de kasıt mahiyeti olmadığını ilân ettiler.
Teke Zade benim bu hasbî mücahedemi işitmiş, bunun üzerine bana bir mektup yazıyor. Bu mektupta güzel rıkkası ve açık türkçesi fakat aynen hatırımda kalmıyan bir ifade ile hislerini anlatıyordu.
“ Beni öldürdüler! Çünkü dersimden ve kızlarımdan ayırdılar. Beni emelsiz bir ruh, ruhsuz bir ceset gibi tutunamaz ve artık yaşiyamaz bir hale getirdiler! Benim dersimi benden, benliğimden kopardılar! Ve onu hisle, sanatle, milliyetle hiç bir dostluğu olmuyan bir adama verdiler! Ruhum kayniyor, bu ruh beni boğuyor! Ben artık nasıl yaşıyabilirim, bu mümkün?! Beş altı gün sonra ben öleceğim... Bu ölümden yalnız sizi haberdar ediyorum. Şimdiye kadar beni yaşatan namus ve gururdu... Şimdide aynen beni zillet öldürüyor. Son günlerini size, yalnız size borçluyum. Bütün hayatımda saimi, ruhumu en yakından anlıyan siz oldunuz. Size rica ediyorum. Herkese bildiriniz ki beni yalnız o vak’a, oazil ve ilga vak’ası öldürüyor..,,.
Hakikatte sanatkâr yanılmamıştı: Sözleri, çıldıran ve intihar eden enesinin sözleri imiş! Tam beş gün sonra “Teke Zade öldü!„ dediler. Ben bu haberi işitince dondum kaldım! Sonra tabiat ve ateşte çok haksızlık etti. İzmir’de bulunduğum sene kütüphanemin bir tarafında sakladığım bu mektubu, elyazısını yaktı. Şimdi Teke Zadenin hayatından bana kalan yadigâr ikidir: Biri İkdam gazetesinden bir kefene sarılmış on on beş parça baygın ve solgun bir resim koleksiyonudur. Diğeri bütün basitliği, bütün çıplak-lığiyle imana kalbolmuş bir fikridir:
Kanun, nizam, talimat, adalet, hak, namus... gibi bütün mefhumlar canlı, hür ve yaratıcı hayattan çıkarılmış cansız, suru, mücerret düsturlardır. Doğrudan doğruya hiç bir hakikat öğretmezler, hayattan öğrenilen hakikatleri ifade ederler. Mücerret olarak hiç bir manaları yoktur, hayatta mevcut olan manalara delâlet ederler. Hayat için hiç bir zekâ vermezler, zekilre hizmet ederler. Bunlar mutlak surette ne bir hak, ne de bir hakikattir. Belki hakin ve hakikatin kelimesi, remzidirler. Her biri birer mefhumdur, ölüdür. Canlı olan hakikat, bu zihnî mefhumlar haricinde yalnız tabiatte ve vicdanda gömülüdür. Mefhumlar, fikrin hayatı selâmeti için elzem şeylerdir. Fakat hiç bir zaman hayatın kendisi ve selâmetin kendisi değildirler... Nasıl söyleyeyim bilmiyorum kül.. Hissiz, yakinsiz, bedahetsiz mefhum, izansız, selâmetsiz bir müfekkire; ruhsuz bir beyin gibidir. “Bana beyin lâzım değilmi ?!„ demeyiniz; ben size: “Ruhsuz beyin yaramaz,, diyorum. Birtakım akılsız ve izansız adamları, bir takım hayat ve tecrübe aptallarını ilim, irfan, terbiye ıslâhat mefhumlariyle oynatmayınız. “Kaş yapayım!„ derken göz çıkarırlar, kanunla mektep yıkarlar, bu da elvermezse, nizamla adam öldürürler!..
Kaplumbağalr gibi
işaret etmek istediğim haleti ruhiyyeyi şu vak’a ile teşhir edebil irim: Harbi Ummî esnasında Darülfünun’da ders veren Alman müderisleri memleketlerine döndükleri zaman bizim darülmesainin yerini değiştimek lüzumu hasıl olmuştu. Bıraktığım odada tirşe renginde güzel bir kumaşla kaplanmış beş altı parçadan ibaret yazıhane mobilyesi bulunuyordu. Bunların arasında bir de amerikankâri, alçak istirahat koltuğu vardı. Yeni odaya yalnız bana ayit olan eşyayı naklediyordum. O esnada yanımda asistan vazifesiyle çalışan genç bir Ffendi vardı. Aramızda şöyle bir muhavere oldu:
— Eşyayı taşıtmıyacak mıyız efendim?
— Hayır, bunlar burada kalacak.
— Fakat hiç olmazsa bu amerikan koltuğu burada bırakmasak?... '
— niçin?!
— Ffendim çok güzel bir şey, öbür tarafta buna benzer bir şey yok. Her halde alalım...
— İyi ama azizim, bu koltuk, takımın parçası, ayn». renkte, aynı tarzda ypılmış. Bunu diğerlerinden ayırırsak yazık olur. Hem de burası bir darülmesai olacak. Buraya diğer bir muallim gelecek. Bu koltuktan şimdiden sonra da o istifade etsin olmaz mı?..
Bu basit cevabım üzerine sesini çıkarmadı. Yalnız bir az şaşırır gibi oldu. Bir kaç gün sonra beni tekrar gördüğü zaman samimiyet ve mahcubiyetle şu sözleri söyledi:
— Efendim size bir şey söyliyeceğim: Geçen gün koltuk için vrediğiniz cevap doğrusu ya beni düşündürdü, tarzı muhakemeniz, itiraf ederim ki, benim için yeni bir şey... koltuğu sürüklemediğimizden dolayı bu gün âdeta içimde sevinç duyuyorum... Vukuatı böyle geniş bir çerçive içinde görmek bizim için lüzumlu bir şey olacak...
Asistanın bu cevabı pek masumdu. Bu kadar açık ve temiz bir itiraf karşısında takdir ve hürmet duymamak elde değildi. Aynı zamanda bu tahsil görmüş genç ruhu; niçin bu kadar hasis kalmış, bunu düşünmek vazifemizdi. Bunun gibi daha bir çok sualler hatıra geliyor: Niçin bu muharrir dünyada yalnız kendisini doğru düşünebilir farz-ediyor? Niçin bu kadın bütün hayatı, cemiyeti kendi arzusunun, kendi şehvetinin uşağı farzederek serbeslik davasında bulunuyor? Niçin bir nazır iki üç bigünahı, müdafaasız; memuru azletmekte kendisini selâhiyettar buluyor? Niçin ve neden ?! Bütün bunlar .memlekette garip bir haleti ruhi-yenin, bir anlayışı ve düşünüş tarzının, hatta daha evvel bir nevi duyuşun eseri değil midir ?.. Bütün bu hallerin müşterek seciyesi hodbinlik değil midir ? Bütün bu kimselerin ruhunda bir kaplumbağa yatmıyor mu ?!.
Öyle bir his ye hayat kaplumbağası ki bütün kâyinatı,. tabiat ve insaniyeti kendi kabuğunun altından seyrediyor.
İşine gelirse başını çıkarıyor, eğer zarar geleceğini sezerse gene o başı içeriye çekiyor! Bütün mevcudatı ruhiyle, vicdaniyle değil, ağziyle ve midesiyle seviyor 1.
Acaba bu menfeatperestliği ruhlardan kovmak için ne yapıyoruz ? Bütün maarifimizin, tahsilimizin bu işteki hissesi, muvaffakiyeti nedir ?
Kaplumbağa sevkıtabiîsi yerine lâzım olan insan şuurunu koyabilioyr miyiz ? Maalesef hayır. Çünkü tahsilimiz hemen bir fikir ve eşya tahsilidir: Hikmet, kimya, koz-mografya, hesap, hendese... Şeklinde, dayima bir fikir ve eşya tahsilidir. Bu haricî ve maddî tahsil ferdin malûmat, zekâ, istihsal gibi sırf ferdî ve intifaî olan melekelerini - o da muvaffak olmak şartile - işletiyor. Bu sayede ferdi hayat kavgasına hazırlamak maksadına yarıyor. Fakat bu uzvî ve fikri faaliyetler haricindeki şuur âlemi: dinî, bediî, ahlâkî heye-canlariyle felce mahkûm kalıyor. Hulâsa bizde mektep kalbi yaşatmyor, sadece aklı işletiyor. Bizim maarifimizle iyi tahsile muvaffak olan bir genç belki iyi bir müstahsil, iyi bir işçi olabilecek, menfaatini tanıyabilecek, rızkını kazanabilecek, fakat başkalarının istihsaline, başkalarının emeğine, kendi nefsi haricindeki mil’î, İnsanî hakikatlere ne derece inanacak ve tapacak?!
Garplı bir mütefekkirin tabiri veçhle ilim ve talim fert için mütekarip ilelmerkes bir kuvvettir. Bu sayede fert kendi üzerine katlanır. Hars ve terbiye ise mütebayit anilmerkes bir kuvvettir. Bu sayede fert kendinden geçerek gayra, hakka kavuşur. Eski tekke mürşitleri mütekait anilmerkez olan telkinleriyle müritlerini “ fenafillâh „ sırrına mazhar ederlerdi.
Bu künkü mektep muallimleri ise gençliği hep “ Fena filmal „ muvaffakiyetine eriştiriyorlar!.. Vahdeti, tesanüdü muhafazaya herkesten ziyade memur olanların bu işteki vazifesi gaeyt sarihtir : Mekteplerde bilhassa pu mütebayit anilmerkes olan kuvveti tenmiye etmektir. Bu maksat için fikri, zekâyı tenmiye eden ilimler, talimler kadar hissi, vicdanı şuurlandıracak harslere, terbiyelere mevki vermek lâ-zımgeliyor. Mektepler yalnız maddiyat ve müspetat itibarile değil, bilhassa maneviyat ve vicdaniyat noktasından da islâh edilmek lâzımgelir. Bunun yegâne çaresi bütün maarif teşkilât ve ıslâhatını her gün değişen memur ve memuriyet işi halinden çıkarıp felsefenin âlemşümul esaslarına bağlamaktır. Siyaset endişesi yahut cehalet saikasiyle yapılan her türlü ıslâhat yapanlarla beraber gidiyor. Bütün bu indî ve keyfî icraattan kalan eser, ancak ezilen ve üzülen bir hayattır
içtimaiyat
Anadolu meçhul bir ülkedir
Bundan dört ay evvel Anadolu’da yapmak istediğim tetetbu seyyahatine medar olur diye bir coğrafya kitabı arıyordum. Darülfünunda hayli zengin bir coğrafya kütüphanesi vardır. İşime yarar bir şey bulurum ümidile kütüphane memuruna müracaat ettim. Memur bana bu maksat için rehberlik edebilecek hiç bir kitap bulunmadığını söyledi!.. Bu cevap beni şaşırttı. Yüzlerce, binlerce eser arasında nasıl oluyor da bir Anadolu seyyahatini tenvir edebilecek, iki yüzsahifelik bir eser bulunmuyor ? ! Gerçi kütüphanede Anadolu’nun ahvali tabiiyesine ayit almanca büyük eserler yok değildi. Fakat ihtisas maksadiyle yazılmış olan bu hususî eserler istisna edilince Anadolu’nun bilhassa ahvali beşeriyesini, hayat ve medeniyetini tanıtabilecek, fayide-si âlemşümul bir esere tesadüf edilemiyeceğini artık öğrenmiştim. O aralık zihnim on senelik bir hatıra üzerine katlandı:
Paris’in Auteuil taraflarında Ecole J. B. Say isminde büyük bir mektep vardır. Bir gün bu mektebin yüksek sınıflarının birinde coğrafya dersi dinliyordum. Muallim coğrafyayı okutmuyor, yaşatıyordu.. Adeta insan bu muallimin ifdesini canlı vukuatın şahidi gibi merak ve heyecanla dinliyor, bu sayede mevzu üzerindeki ihatasını arttırdıkça arttırıyordu. Bu muvaffakiyetli hocaya, bu âlim san’atkâra karşı kalbimde bir hürmet uyandı. Desrten sonra otobüsle şehrin merkezine iniyordum. Tesadüfen yanımda oturan zat biraz evvel dersini dinlediğim coğrafya hocasıydı. Beni derhal tanıdı, selâmlaştık. Sırf bir nezaket olsun diye ders hakkmdaki mütalâamı sormakla söze başladı ve nihayet şu sözleri söyledi:
— Biz Fransızlar coğrafyayı az bilmekle ismi çıkmış bir milletiz! Biz coğrafya cehaletinin zararlarını memleket 9 vererek ve iktisat sahesinde diğer milletlere mağlup olarak ödemişizdir.Onun için son zamanlarda bizde de bu ilme çok ehemmiyet verilmeğe başlandı. Bilmem siz Türk-ler coğrafya için ne yapıyorsunuz?.
Fransız mualliminin bu sözleri beni bir kaç cihetten hayrette bıraktı. Bir kere bir Fransız ağzından coğrafya cehaletinin bu kadar açık itiraf edildiğini işitmek tuhafıma gitti!.. Kendi kendime dedim ki: Vidalde la Blache gibi büyük alimlere malik olan bir memlekette kendini coğrafya bilmemekle itham edebilirmiş!.. Sonra biz “Türkler coğ rafya için ne yapıyoruz ?! „ diye düşünmiye başladım. Bugün el’an bunu düşünüyorum...
Meşrutiyetten sonra bu ilim sahesinde yapabildiğimiz §ey nedir ? Birkaç klâsik ecnebi kitabının kaba saba ve çok kere eksik tercümelerinden ve bunları programa muvafıktır diye mekteplere sokup çocuklarımıza ezberletmek ten ibaret değil mi ? Daha sonra bu kitapları daha süslü, daha fazla resimli bir şekle soktuk değil mi?
Bu sırada bazı ferdî ve mahallî muvaffakiyetler de var. Fakat bundan sarfınazar, on dört sened enberi memlekette ne bir coğrafya heyecanı hasıl oldu, ne de bir coğrafya ilmi teessüs edebildi. Neticede Anadolu denilen esrarengiz ülke şimdiye kadar Afrika içleri gibi karanlıkta kaldı!.. O derecede ki bu meçhul ülkenin meçhul seknesi, namuslarının muhafazası için dağlara çıktıkları zaman, ruhunu bizim gibi tanımıyan Avrupahlar “Taassup galeyan etti! » dediler. Asırlardan beri Anadolu’yu idare etmek iddiasında bulunan İstanbul münevverleri ise aynı harekete “Basüba-delmevt» yahut “mucize» dediler!.. Belki her iki hükümde yanlıştır. Belki de “taassup ve icaz» dediklri bu isyanlar, her keşçe meçhul olan Anadolu ruhunun en tabiî ve en basit bir hadisesi, bir aksi tesiridir. Belki de Anadolu akla daha çok hayret verici, daha büyük bir kudretin şu dakikada sahiptir... Fakat gene hiçbir şey bilmiyoruz! Ne maddî Anadolu’yu ne de manevî Anadolu’yu... Anadolu’nun ne dağlan, ırmakları ne de zevki, ahlâkı mefkuresi hakkında sarih denilebilecek bir fikrimiz yoktur. Anadolu gıeç~ hul bir ülkedir! Üç aylık bir seyyahatten sonra müşahe-datımı dinlemek istiyenlerin huzurunda Anadolu’nuu kendine mahsus bir ruhu, dehası, san’ati, mimarisi, tezyinat ve tefrişatı, ince ve derin bir hayatı olduğunu hatta mühtacı ispat bir farziye gibi söylemek bazı ukalâlar nezdinde bir cür’et sayılıyor, mübalağaya atfediliyor. Lâkin gariptir ki hiç bilinmediği halde bu ülke kendisini tanımıyanlar tarafından “ harabezar, toprak yığını, taassup ocağı! » diye tarif ve tasvir edilirken kimse bu insanlara “yanlış ve günahtır,, demiyor!.. Anadolu’nun ruhu duyulmadığı, hiç anlaşılmadığı halde bu ruh “ölmüş ve çürümüş! „ diye takbih edilirken bu sözler “yalan ve cehalet» sayılmıyor!...
Belki millî zaruret ve İstıraplarımızın yaratacağı bir fikir kahramanı bir gün bu meçhul ülkeyi ilmin vasıtalariyle keşfedecektir. Belki o zaman eski medeniyetlerin, bediala-rın eserleriyle karşılaşan bir Kurunu Vusta nesli gibi bizim neslimiz de uyanacaktır. Aynı zamanda san’atimizin, zevkimizin, ticaret ve ziraatimizin kuvvetlenmesi için lâzım olan usareyi bu yeni âlemde, meçhul ülkede bulacağız, lâkin mazül bir kaymakam ağzından dinlendiği gibi bellenen sahte bir Anadolu fikri bizim için dayima yanılmak ve aldanmak vesilesi olup kalacaktır! Bizde bu memleket, yani toprak ve ruh tanımamanın zararını Fransızlar gibi memleketlerle değil, kıtalarla ödedik; coğrafya bilmemek günahının cezasını bu güne kadar kanlar dökerek çektik!...
Nasıl terakki edecek ?!.
Bir gün Darülfünun gençleri bana şu suali sordular:
— Efendim memleket nasıl terakki edecek ?..
Bu sual nazarı dikkatimi celbetti, o neviden daha başka sualleri de hatırlattı::
— Ziraat nasıl terakki edecek ? ticaret nasıl terakki edecek ? Sanat nasıl terakki edecek ? Maarif nasıl terakki edecek ?..
Biz Türkler her gün her yerde bu gibi sualleri işitmek talihindeyiz. Bütün bu suallere verilen doğru yanlış bir takım cevaplar vardır. Bence mühim olan cihet yalnız bu cevapların doğru veya yanlış olması değil, asıl bu suallerin istinat ettiği felsefedir. Ben de o felsefeyi düşünerek şu cevabı verdim:
— Bu meseleyi halletmek için evvelemirde memleket, sanayi, maarif... hakkmdaki fikrinizi tashih etmek mecburiyetindeyiz. Siz bu hayatlar “ nasıl terakki edecek ? „ sualini sorarken onları esasen “ terakki etmiyor „ farze-diyorsunuz! Zannediyorsunuz ki memleket duran, kımıl-damıyan, katı, cansız bir şeydir Gene zannediyorsunuz ki “ terakki „ hariçten gelip bu katı ve cansız cismi harekete getirecek yabancı bir kuvvettir. Hayır, bu fikriniz tamamiyle yanlış! Memleket canlıdır, değişmektedir, hatta terakki ediyor... Ama diyeceksiniz ki bu terakki ağır oluyor ve yahut bu terakki şu merhaleye varamamış.. Bunlar başka meseleler ! Esasen memleket... fikrinde terakki var mı yokmu ? Mühim olan nokta budur. Terakki varsa terakkinin amillerini hariçte aramıya lüzum yoktur. Çünkü terakki bün-yevî ye dahilîdir. Terkki her yaşıyan mevcudun hâl ve şanıdır. Yoksa ne dışarıdan eklenecek bir yama, nede nefhedilecek bir havadır. O, hayatın kendisidir. O halde terakki meselesini vazedebilmek için her şeyden evvel bizzat yaşıyana hürmet etmeniz lâzımdır. Bir millet ne halde olursa olsun yaşıyorsa asla istihkar etmeyiniz. Onu katı ve ölü bir şey de sanmayınız. Evvelâ canlı ve değişici bir şey olduğunu kabul ediniz, ve canına hürmet gediniz...
Bu muhabbeti duyduktan sonra, sizin için yapacak bir şey daha kalıyor ki o da iyi kötü yaşıyan, terakki eden bu mevcudun nasıl yaşadığını ve nasıl terakki ettiğini anlamaktır. Bunun için de gene tetkik ve tefekkür usullerinizi değiştirmek mecburiyetindesiniz. Canlı bir mevcuda uzaktan ve hariçten bakılınca onun nasıl terakki etmekte olduğunu anlamak güçtür. Uzaktan ve hariçten bakılınca camit gibi görünür, terakkisi anlaşılmaz. Fakat yaklaştıkça terak-. kinin sezilmek imkânı artar. Hayatın tarif ve tavsifi kabil olmıyan bir çok ufak hareketlerden, bir takım muvaffakiyet ve ademi muvaffakiyetlerden ibaret olduğunu, aynı hareketlerin bazen hürriyetle tetevvüç ettiğini, bazen esirliğe mahkûm olduğunu göreceksiniz. O ufak muvaffakiyetleri, hürriyetleri arttırmak, ufak engelleri kaldırmak suretiyle hayat terakki edecektir. Zira dediğim gibi terakki, hayatın gayrı değil, aynıdır...
Fakat işi tabirlere boğmayalım, hayatın kendisine dönelim ve kalpgâhına yerleşelim, ne göreceğiz? Her gün, her dakika evde, sokakta, mektebte, memuriyette, harbte... her yerde ataleti, ölümü, maddeyi yenmekten ibaret bir terakki, bilâkis atalete mahkûm, ölüme mağlûp, maddeye esir olmaktan ibaret bir tedenni... Birinci yolu ihtiyar etmekle çeht sarfına mecbur oluyoruz. İşte bu ceht terakkinin kendisidir. Çünkü terakki bir ceht, ruhun maddeyi yenmek hususunda sarfettiği can hamlesidir; İşte bu.ceht akıl sahesinde ilimdir, ahlâk sahesinde hayırdır, sanat sahesinde güzeldir. Cehil, şer, çirkin ise ölümdür, ölümün kendisidir! İlim, ahlâk, sanat ruhun cehil, şer ve çirkin dediğimiz manevî ölümlere karşı yaptığı azemetli mücadeledir. Şu halde terakkiyi bir meçhul, yahut mabadüttabiî bir mevzu gibi bizden, hayatımızdan,
muhitimizden hariçte aramıya lüzum yotur. Bu tarik ya zihniyecilerin felsefesi yahut tenbellerin safsasatasıdır. terakki, bizimle beraberdir ve her yerdedir.
Misal olarak size bir adamdan bahsedeyim: Merhum Sami Bey - Süleyman Nesip - çok zeki, çok hisli bir adamdı. Önüne çıkan her çaresize yardım eder, kendisine müracaat eden her insana yardım eder, memlekete ayit olan her işe yardım ederdi. Yaşadı, mütemadiyen gayr için, iyilik, doğruluk, ve güzellik için yaşadı. Kötü, çirkin» yanlış hiç bir şey yapmadı. Bu adam hayrın, muhabbetin vücudü, terakkinin mücahidi idi.
Terakki, terakki diyorsunuz, bakınız, terakki ne derce mütevazi faaliyetlerin eseridir: Bir gün Gülhane Parkının rıhtımında dolaşıyordum. Deniz gayet fena, dalgalar çatlıyor, zahire yüklü bir mavna akıntıdan kurtulmak için yorgun bir yedekçinin sırtında çabalıyor, yirmi otuz kişi durmuş bu felâketzedenin seyrine bakıyor, mavna göz göre göre parçalanacak. O esnada orta boylu, kır saçlı, gayet şık giyinmiş bir genç hasıl oldu. O da diğerleri gibi mavnay seyredecek sandım. Fakat böyle yapmadı, kalabalığa sokularak yüksek sesle haykırdı:
— Haydi arkadaşlar; Şu zavallı mavnacıya yardım edelim...
dedi ve bunu diyerek yedekçinin yanma koştu, halata asıldı, arkasından o yirmi otuz kişi mihaniki olarak koşuştu; hep birden yedeğe asıldılar ve mavnayı selâmete çıkardılar.. Bu da bir terakkidir. Terakki hayatın ölüme karşı açtığı harptir. Hülâsa terakki için mesele yok, ceht vardır. Görüyorsunuz kü benim terakki hakkmdaki felsefem gayet basittir!.
Meçhul dertler
Bir tarihte beslemek için dokuz yavrulu bir kaz kuluçkası satın aldım. Bunları elli dönümlük boş ve münbit bir araziye salıverdim. Su, yiyecek, her şey vardı. Palazlar enine boyuna geziyorlar, otluyorlar, dut ağaçlarının altına dökülen taneleri topluyorlardı. Karınları şişince havuza giriyorlar, bir müddet yıkandıktan sonra çıkıp gene dola-şıyorladı. Böylelikle on beş yirmi gün içinde mübalâğa olmasın, analarından fark edilmez bir hale geldiler. Günün birinde kazlardan biri hastalandı, dediler. Hayvan yürüyemiyor, yemiyor, içmiyor, başı dayima önüne düşüyordu. Bir iki gün sonra ölüverdi. Arkasından biri, biri daha öldü, biz bu ölüm vak’aları karşısında türlü tevillerle vakit geçirmiştik: Zehirli ot yedi, diye arazide ne kadar baldıran varsa sökdürdük! Ayaklarına sızı geldi, diye tentürdiyot sürdük!. Bir diğer defa da güneş çarpmıştır, diye başlarına kova ile su döktük. Fakat hiç birinin faiydesi olmadı, yaptığımız bütün tedbirler boşa gitti. Kazlar öle öle bir tane en zayıfı kaldı. Bu vaka bana merak oldu- Ötekine berikine sordumsada kimse doğru bir cevap veremedi. Bu yaz Anadolu’da rasgeldiğim bir çiftçi bunun sebebini anlattı: Kazlar haddinden fazla yer içerse çatlarmış! Böyle fazla semizlemiş kazları kesmekten başka çare yokmuş!.
Bu kaz misalini kaba bulanlar olsa da müddeamı tenvir edecek kadar basittir: Bir çok vukuat karşısında vaziyetimiz böyle cahil tabip vaziyetidir. Bir çok şey düşünürüz, bir çok tedbirlere müracaat ederiz, bir çok para> emek sarfederiz, fakat netice sıfırdır. Çünkü vukuatın mahiyeti anlaşılamamıştır. Nice cahil doktorlar görülmüştür ki hüsnü niyet ve gayretle adam öldürmüşlerdir! Nice cahil siyasetçiler gelmiştir ki hüsnü niyet ve gayrette memleket batırmışlardır! Nice cahil ebeveyne rasgelinmiştir ki hüsnü niyet ve gayretle çocuklarının terbiyesini bozmuştur!. Yüz binlerce misaller, hepsi teşhissiz tedavinin, iz-ansız siyasetin, akılsız terbiyenin müessir olamıyacağını söylüyor. Böyle teşebbüsleri menfi akibete uğrayan kimseler için intibah müyesser olmazsa hayret yahut hiddet mukadderdir. İnsan oğlu gariptir. Basit şeyleri pek geç ve güç anlar. İşte fakrü sefalete maruz bir memleket içindesiniz. Fakrü sefalet elbette bir vak’a, bir neticedir. Acaba neyin neticesi?! Fakrü sefaletin elbette sebebleri, müte-kaddimleri vardır.Acaba bu sebepler, mütekaddimler nelerdir?! Böyle düşünülmez, hemen hükmedilir: Meselâ “ cehalet!» diye.. Bu hüküm bir kere verilip fakrü sefaletin mebdei cehalet olarak kabul edildi mi, hemen izalesine çalışılır. Başlar adam, her işi gücü tehir edip ilim ve marifeti takdim etmeğe!. Ve meselâ ahalisi sıtmadan ölen bir köyde imlâ ve musiki dersi vermiye!. Artık bu uğurda sarfedilecek her emek ne kadar büyük ve ne kadar şiddetli olursa olsun, kıymeti gene “ cehaletin fakrü sefalete mebde olması „ hükmüne tabidir. Ya cehalet fakrü sefaletin mebde değilse?!. O zaman felâkettir. Yerine masruf olmıyan bu faaliyetler benim kaz tedavisinde sarfettiğim emekler gibi faydasızdır! Ölen gene ölecektir!
“ Memleketteki fakrin sebebi alelitlâk cehalet değil, mekteplerde verilen nazarî derslerdir; binaenaleyh mektepleri amelîleştirilelim, hayat mektebi şekline sokalım, amelî adam yetiştirelim..» diyeceksiniz. O zaman daha ince, daha karışık bir iddiaya girişmiş oluyorsunuz. Gene emeklerinizin kıymeti yeni iddianızın kıymetine tabidir. Bu yeni teşhisiniz doğru mu, yanlış mı?! Acaba fakrü sefalet mekteplerdeki tedrisat amelileşince mi kalkıyor; nitekim bu tedrisat nazarileşince mi konuyor ?! Bu hususta müspet bir kanaatiniz var mı?! Bunu bir kere kendinize sorunuz!..
Hülâsa, bir çok meselelerdeki ihtisasımız benim kaz tedavisindeki tebabetime benziyor! Gayet cahilâne, fakat
hüsnü niyetli bir cüret!.. Neticesi dediğim gibi sıfrı!.. Te’ davi etmenin yahut edilmenin en mühim şartı tedavi ilmine innamaktır. İlme inanılmıyan, yahut ilmin erbabı olmıyan bir memlektte böyle bir tedavi nasıl mevzuubahs olabilir ?!
Bu hafta matbuatımızı istilâ eden iki mühim bahisten biri maarif, diğeri kadınlık hayatının İslahına dayirdi. Kadınlık meselesini tetkik edenler iki taraftır. Bir taraf esasen kadının ahlâkı düştüğüne kani. Bu düşkünlüğe mani olmak için menfi ve zecrî tedbirlere müracaat edecek. Diğer taraf esasen böyle bir düşkünlük vardır demiyor. Mevcut olduğu kadarını her zaman ve mekânda olan bir fenalık gibi zarurî görüyor. Islâh için vaazü nasihate, seciyeyi takviye gibi usullere müracaat edilmesini tavsiye ediyor. Bence bu noktayı nazarlar zahiren telif edilemez görülüyorsa da hakikatte birdir. Şöyleki her iki tarafa göre de endişeyi mucip olan kadın hayatını zecir yahut rıfk gibi her hanği ter-biyevî bir vasıta ile tevkif etmek mümkündür. Eğer kadın hayatında var dedikleri endişeli hâl cezasızlık, fikirsizlik, ve nasihatsizlİkten ileri gelme bir hâl ise bir diyeceğim yoktur. Böyle olmayıp ta daha başka, daha âlemşumül ve meselâ İktisadî bir sebepten ileri geliyorsa o zaman bu tet-birlerin faydası ne olacak ?! Tabiî hiç! Ö halde meçhul bir dert için malûm bir dava tavsiye etmekten ne çıkar? Malûm davayı tatbik etmeden evvel meçhul derdi bulmuya çalışmak daha doğru olmazmı ?..
İmlânın hayatı
Çocukluğumdan beri yazıya, hattatlığa merakım vardır. Hattatlığın ve müzehhipliğin muhtelif şubeleriyle uğraştım. Yazılarımızı en ziyade bediî cihetinden tanır ve bir hattat gibi severiiù. Günün birinde yazılarımız hakkmdaki muhabbetimi bir arkadaşın o zaman doğru bulduğum tenkidi sarstı: Bu arkadaş hayatını müspet ilimlere ve lisan hocalığına hasretmiş bir gençti. Yüksek bir tahsili, amelî işlerde az çok isabeti fikri vardı [2]. Arkadaşımın fikrince yazılarımızın bütün kıymeti güzel olmasından ibaretti. Aynı yazı lisan ve imlâ için âdeta bir belâ idi! Bunun gibi milletimizin felâketi, okunması güç ve ihtiyaca gayrı muvaffik bir alfabe ile imlâya malik olmasından ileri geliyordu. Bu sebepten hem manen hem de matteden bir çok zararlara uğruyorduk !. Arkadaşım diyordu ki :
— Mademki lâtinceyi kabul edemiyoruz ; o halde yazımızı lâtince gibi munfasıl bir hale getirelim. Harflerimizi lâtincede olduğu gibi müstakil ve matbaacılığa elverişli surette islâh edelim.
Arkadaşım böyle söylüyerek beni teşvik ediyor ve bu İslâhatı yazı ile meşgul olduğumdan, daha salâhiyetle ve muvaffakiyetle yapabileceğimi ileri sürüyordu.. Böylece bir yandan memleketçilik hissine kuvvet vererek bir yandan da hattatlık gururumu okşuyarak kendince makul ve meşru olan bir inkılâp teşebbüsüne beni de teşrik etmek istiyordu. Filvaki arkadaşımın dediği oldu: Geceleri gündüzlere katarak çalışmağa başladık. Yazıyı parçaladık, her harfe, her sayite müstakil bir şekil bulduk. Bunları yapabilmek için yazımızın sülüs, nesih, rıka, tâlik, divanî., gibi bütün şekil ve resim menbalarına müracaat ettik. Yazımızın lâtinceye temessül eden munfasıl şeklinde mühim olan bir kusur: Bazı harflerin umumî hizadan yukarı, bazıları-nında aşağı taşmak istidadı idi. Bu müşkülâtı da intihapta uygun şekilleri tercih ederek bazen de güzellikten bir az feda ederek nihayet yendik.. Böylece yarı türkçe yarı lâtince melez bir yazı vücude geldi!.. Bu “ihtira„’m müstakillen mevcudiyeti, calibi dikkat bir güzelliği yoktu. İhtira-timizin bütün imtiyazı, arap yazısından kopmak, fakat lâtife şekillerine benzeyememekti!.. Fakat o zaman bunun farkına kim varacaktı ? ! Biz kendimize “muhteri» süsü vererek yazımızın mazisine muvafık ve munfasıl harflerin şeraitine, mutabık şekilleri bulduk, diye seviniyor, rastgeldiğimiz. yerde munfasıl harfler lehinde telkinatta bulunuyorduk!.. Biz bu yazı ihtilâlini meşru göstermek için en ziyade tahsili iptidaîmizin intişar edemediğini ileriye sürüyorduk. Buna, sebep olarak ta yazı ve imlâmızın güçlüğünü gösteriyorduk. Teşebbüsümüz için yalnız hususî encümenlerde değil,, matbuat sahesinde de faaliyet imkânı buluyorduk. Günün birinde Ebülziya merhum Tasviri Efkâr’da bir fıkra neşretti. Bunda tadili huruf meselesine dayir olan risaleyi ve muaddel nümunelerini tenkit ediyor, yazımızın aslî olan seciyesini mahvettiğimizi söylüyordu. Ebülziya’nm şayanı dikkat: olan bir fikri de şu idi: “imlânın güçlüğü terakkiye mani, değildir: Ispanyollar, imlâsı en kolay olan bir millet,. İng’lizler ise imlâsi en güç olan bir millettir. Halbuki Ingiltere’de maarif iptidaiye ne derece müterkki ise, Ispan ya’da o nisbette geridir!..», ihtiyar gazetecinin bu tenkidi bizi hayli şaşırttı. Müddeamızın masuniyyetini temin için çabaladık durduk. Fakat ilk şüphe kalbimize sokulmuştu. Ma-mafi“filân sâyit için şu şekli mi kabul edelim, bu şeklimi?», münakaşası Gazi Ahmet Muhtar Paşa merhumun riyasetindeki komisyonda devam edip duruyordu. Diğer cihetten gûya matbaa yazısını hal ve fasletmişizde, şimdi de sıra elya-zısına gelmişti!..
Aradan üç beş sene geçtikten sonra biçare arkadaşım. İspanyol nezlesinden öldü. Ve eminim ki maksadına ve emeline kavuşamuyan insanlar gibi müteessir ve müteellim bir halde öldü. Maamafih daha da yaşasaydı çok bir şey göremiyecekti. Zira o kadar tapındığı munfasıl yazı mef-kûresi bir türlü tahakkuk edemedi: Bir zamanlar muallimi de, doktoru da dahil olduğu halde beş on müteced-■ditle yüzlerce mürit ve muhibbi peşinden sürüklüyen bu munfasıl harfler teşebbüsü memlekette umumî denilebilecek yalnız bir aksülamel tevlit etti: Ordu Elifbesi!.. Harbiye Nazırı Enver Paşa merhum ne bizimkine, ne de diğerlerininkine benzemiyen bir munfasıl elifbeyi ve imlâsını orduya kabul ediyor, bütün muhaberatı askeriyeyi bununla icra ettiriyordu. Bir gün geldi ki işin yürüyemiyeceği anlaşıldı. Birden kabul edilen bu elifbe, gene birden kaldırıldı! O tarihten beri bu resmî teşebbüs haricinde göre bildiğim şey, bazı gazetelerde munfasıl harflerle yazılmış mağaza ilânlarıdır! Onlar da galiba kolayca okunarak anlaşılsın diye değil, güçlükle okunarak nazarı dikkati celbetsin diye yazılıyordu!.
Hayatımın hemen üç beş senesini yutan bu harfçilik faaliyetinden şahsen olan istifadem tamamiyle menfidir: Bir kere iyi kötü, mektepte öğrendiğim imlayı kaybettim! .Aynı sayfada aynı sözü muhtelif imlâda yazar, bazen yazdıklarımı kendim de güçlükle okuduğum vaki olurdu!. Bu zarara mukabil hayat için büyük bir ders almış oldum: Bizi munfasıl harfler gibi kısır bir teşebbüsün yorucu zahmetlerine atan fikir şu idi: “ Bizim imlâmız kötü, diğer milletlerinki iyi, bizim yazımız iptidaî, diğerlerininki mütekâmil!..,,. İşte biz bu kanaatin tesiri altında kaldığımızdan dır ki bütün o girift ve dolambaç işlere karıştık. Ve nihayet Ebüzziya’nm dediği gibi âdeta seciyesiz bir yazıya vasıl olduk. Bu işteki mantığımız tamamiyle nazarî idi. ister bir imlâ, ister bir ahlâk olsun, canlı olan şeyi cansız, katı şeyi madde gibi, nazarı itibare alıyor ve onu elimizdeki taklit ve tercih desteresile istediğimiz tulde, istediğimiz biçimde kesilir, biçilir, sanıyorduk.. Meğerse imlâ da lisan, ahlâk, sanat... gibi canlı ve mütekevvin imiş. Fakat biz, o tarihlerde bunun farkında bile değil idik. Hiç düşünmüyorduk ki esasen imlâmızın bu günkü makul veya gayrı makul şekli dahi dünkü mantıkî tefekkürlerimizin veya makul İslahlarımızın eseri değildir. Çünkü imlânın da bütün uzviyetleri gibi, kendi kendini yapan ve yaratan batını bir hayatı, batini bir istihalesi vardır. O hayat ve sayrurettir ki bazen bizim elimizi haberimiz olmadan - gayrı makul, gayri; mantıkî - şekiller, kalıplar içinde gezdiriyor, bizi faaliyetimizin bu garip inkıyadı karşısında mütehayyır bile bırakıyor!.. Fakat biz acemiler bundan haberdar değildik. Canlı olan imlayı kuru mantığımız için kabul edilmesi elzem olan,, bendesi kalıplara sokmağa çalışıyorduk! Zannediyorduk ki her şeyde kemal, mutlaka intizamdır, ve intizam mutlaka bendesi olur! Düşünmüyorduk ki: tabiyette bu mana ile muntazam olan mevcutlar yalnız billurlardır. Ve bütün mevcudat bunlar gibi mikap, mütevazilmustatilât şeklinde dön-seydi kim bilir hayat için ne felâket olurdu!.. Hülâsa hayata da muhabbetimiz yoktu, imlâya da.. İmlâyı bilmiyor, imlânın yaşadığını duymuyorduk!
Bugün el’ân imlâmızın ıttiratsızlığmdan, muayyen ve müstakar kayidelere tabi olmadığından hararetle bahsedenler vardır. Korkarım bu zatlerin zihnin deki“ıttirat„ ve “kay-de„ mefhumları imlânın vücudu ve canı için bir engel,, imlânın seyri ve hürriyeti için bir düşman olmasın!. Hayatın hep ittirat, hep intizam ile mümkün olduğunu kimiddia edebilir ? ! San’at, ahlâk buhranları olduğu gibi acaba imlâ ve yazı buhranları da yokmudur ? Acaba imlâmızın bugünkü tezebzübü, bu zahirî kargaşalık, hakikatta yarınki tipleri için hayatî oir ceht değilmidir ?
Eğer böyle ise, bu hamil ve tevellüt buhranında isti— rap çeken imlâyı intizam kalıbı içinde ezip büzmekten ne çıkar?!... Diyeceksiniz ki “bu ihtilâl devam etsin mi ?!„. Fakat insaf ediniz, ben de “ihtilâl devam etsin!» Diyor muyum?! Yalnız imlânın bir ihtilâle girmesi tabiî, hatta bu ihtilâlin imlânın istikbaline doğru bir ceht, batınî bir faaliyet olduğunu farzediyorum. îşte hayatta bu gibi buhranlar ne derece tabiî ise, bu tabiî buhranların müzminleşmesi de o derece gayrı tabiîdir...
Hayat kadını
“Nasıl kızlarınız zekimi; erkekler gibi çalışıyorlarmı? „ bir çok kimseler kız mekteblerinde dersi olanlara bu gibi sualler soruyorlar. Bir çoğumuz kadınlarınızın zekâsını erkeklerle mukayese ederek düşünmek istiyoruz. Bunun sebebi, kadınla erkek arasında bir fark olmasıdır: Bir kadın erkek gibi düşünmez, erkek gibi duymaz bir kadın zihniyeti vardır.
Bu farkın sebebi nedir ?.. Bazıları bu farkı doğrudan doğruya yaradışa, istidada vermek istiyorlar. Hatta “Kadın istidatsızdır, kabiliyetsizdir!,, diyenler bile vardır! Niçin? Kadın fiziyolojisi, kadın psikolojisi hakkında İlmî bir fikir edinmişler ?.. Hayır: O halde bu hükmü nasıl veriyorlar? Sırf hislerinin yahut görğülerinin tesiriyle... Ve kadın akılsızdır, muhakemesizdir, şöyledir böyledir, çünkü kadındır!..» İşte bu zümrenin mantığı!..
Gerçi kadınlarla erkekler arasında farklar yok değil' Bir kere cinsiyetten mütevellit uzvî ve uzvî - ruhî farklar var. Sonra bilhassa bizim kadınlarınızla erkeklemiz arasında zihniyet farkı, hassasiyet farkı gibi sırf manevî faraklar da var. Hatta bu farklar elle dokunulacak kadar barizdir... Fakat bu farklar birinciler gibi “ yaradılış farkları » değil, “ yaşayış farkları „ dır: Kadın ruhunu erkekten ayıran asıl sebep, kadının kadın olması değildir, kadın hayatı, faaliyetidir. Bizde kadın nasıl bir hayat yaşıyor, nasıl bir faaliyet gösteriyorsa ruhu da ona göre bir ruhtur. Meselâ bütün seciyesi, bütün hususiyetleri ile türk kadınını anlamak için türk evini, türk evinin hayatını anlamak lâzımdır. Eski türk kadını halis bir “ ev kadını „ dır.
“ Hayat kadını „ ev kadınından başkacadır. Bu bir kadındır ki ev hayatından ayrılmış; meslekini, meşgalesini hariçteki hayattan almıştır: İşçi kadınlar, memur kadınlar, tüccar kadınlar... Hayat kadını da evine bakacaktır, hayat kadını da evini düşünecektir. Fakat düşüncesi eve saplan-mıyacaktır... Hülâsa, hayat kadını bir kadındır ki faaliyeti evin dar muhitini kırmış, cemiyetin geniş muhitine taşmıştır...
Lâkin bu inkilâp henüz yenidir. Kadın yuvayı henüz bırakmıştır. Onun için bütün derinliği, bütün kuvvetiyle evin, bu dar, fakat kuvvetli, muhitin bütün itiyatları bu kadında yaşamaktadır: Korkaklık, sessizlik, devam, sebat, amelî bir zekâ, mistik bir ruh... Evde yetişen bu ruh cemiyetin istediği ruha istihale etmelidir: Korkak kadın cessur, acul kadın saburlu, hülyakâr kadın maddî, mütevekkil kadın müteşebbis... olmalıdır. Bunun için bütün bir ruh inkilâbı lâzımdır. Bu inkilâbı kim yapacak, mektep mi?..
Mektep her şey değildir; sadece mekteptir: Fikir ve tahsil yeridir, o kadar... Her kusuru, her vazifeyi ona yüklemek, mektebin asıl vazifsi ne olduğunu anlamamaktır. Şüphesiz hayat kadını hayat mekteplerinde yetişecekti; fakat bu hazırlık fikre, ilme münhasır kalacaktır. O halde hayat kadının seciyesini kim yaratacak? Kadınlara yeni kudretler, yeni itiyatlar kazandıracak olan halik kimdir?.. Muhittir: Edebiyatı, ticareti, sanayii, kanunları, matbuatiyle, bütün mübarezeleri, mübarezelerinin bütün şiddetiyle bu halik muhittir. Kadın hayatını islâh etmek isterseniz her şeyden evvel hasta olan bu muhiti İslah ediniz..
Köye mi, şehire mi?
Meşrutiyet inkilâbıyla beraber İstanbul’da yeni Darül-muallimin tesis edildiği zaman memleketin en münevver tanınmış insanları bile şu itirazda bulundular: '
— Bu teşkilât çok iyi, fakat bu suretle müstakbel muallimleri şehir hayatına alıştırmış oluyorsunuz!. Bunlar mektepten çıktıktan sonra köylere gitmezler!.
Gene bir gün Darülmuailimin mezunlarının nereye, hangi köylere gittiğini soranlara biri cevap veriyordu:
— Köylere gidiyorlar1, Erenköyüne, Feriköyünel.
Istanbuldaki Darüleytamlar tevhit edildiği ve yetimler mugaddi yemekler, temiz, çamaşırlar, ve rahat karyolalar tedarik edildiği, ve aynı yetimlere insanca giyinmek, insanca tuvalet yapmak öğretildiği zaman aynı kafadaki insanlar şu itirazda bulunuyorlardı.
— Yetimlere, iyi yimeye, temiz giyinmeye, şık gez-miye alıştırıyorsunuz. Fakat bunların sonu?.. Sonra ana-arını, babalarını beğenmiyecekler, köylerine gitmiye-cekler! Yetimleri terbiye edelim, diye soysuzlaştırıyorsunuz!
Geçen gün Ankara’dan gelirken trende Darülmuallim-lerimizin atisini mevzuubahs ediyoruz. Ben taşrada adedi on dörde baliğ olan fakat her birinde yüzden yüz elliden fazla talebe bulunmuyan binasız vesayitsiz, bayatsız darül-mualliminler yerine meselâ İstanbul’da, bin, iki bin kişilik mükemmel ve mücehhez asri bir darülmuailimin açılması lüzumunu ve imkânını mevzuubahs ederken yanımızda bulunan bir maarif adamı da şu mütalaayı dermiyan tmişti:
Fakat İstanbul’da açılacak olan bu büyük Darül-mualliminden çıkanlar taşraya, köylere gitmiyeceklerdir. Nitekim İstanbul Darülmuallimini mezunları da gitmiyorlar.
Görülüyor kü şehir ve köy hakkmdaki bu haleti ruhiye bir derece müstevlidir. İstanbul da Darülmuailimin açıyoruz, talebe taşrıya gitmez diye korkuyorlar. Yetimleri temizliğe ve güzelliğe alıştırıyoruz, anasını babasını beğenmez diyorlar!. O halde ne yapalım?! Bu gün bu suali açık sormak mecburiyetindeyiz. Çünkü bu yüzden memlekete zararımız, çoktur.
Bence her şeyden evvel tenvir edilmesi lâzim gelen nokta şudur: Köylülerin şehirlere akın etmesi marazî bir hâlmidir değilmidir ?.. .
Alelitlâk bu hâlin marazî olduğunu kabul etmiyorum.
Çünkü şehirler de köyler gibi İçtimaî uzviyetlerdir. Ve bu uzviyetler bir cihetten köyler sayesinde tagaddi ve tenmmi ederler. Köylülöler şehre gelmezlerse ve yahut şehir kendi vasıtalariyle artmazsa nasıl neşvünüma bulabilir? Gerçi bu hicret köy için hazan marazı olabilir, fakat köyden şehre olan her hicretin mutlaka fena olduğunu nasıl iddia edebiliriz?..
Darülmuallimin meselesinde hakikat şuki: Şehir maarifimizde büyük bir boşluk köylerden kasabalardan gelen muallim unsurlarını şiddetle cezbetmektedir. Şehir mekteplerinde bu kaht ve bu gala varken iki şeyden biri: Ya Darülmuallimin mezunlarını şehirlerin ihtiyaçlarına rağmen zorla köylere sevketmek ve yahut şehrin büyük ihtiyaçlarını tatmin için bu mezunlan tabiî olarak şehirde bırakmak..
Hangisini tercih edelim? Bence tabiî ve müreccah olan ikinci yoldur. Şehirlerde bu muallim kıtlığı devam ettikçe bizim için köylere hoca bulmak ihtimali zayıftır. Hususiyle Türkiyenin maarif itibariyle pek hususî bir vaziyeti vardır: Asırlarca iptidaî maarifi memleketimizde mühmel ve metri k kalmıştır. Şimdi her boş yeri birden doldurmak mecburiyetindeyiz. Bu sırada en büyük boşlukların en büyük cazibe ile çekmesi kadar tabiî bir şey olamaz. O halde Darülmuallimin mezunlarının taşralara gitmesini alelitlâk bir felâket olarak telâkki etmiyelim. Çünkü hakikat halde bu gençler hiç bir vazifeye gitmiyorlar değil, köyde bir vazife deruhte edecek yerde bu vazifeyi daha geniş, daha müsmir, çünkü daha İçtimaî şeraitte olarak şehirde deruhte ediyorlar... Böyle diyerek ne Darülmuallimin mezunlarının köylere gitmesi aleyhinde söylemiş oluyorum, ne de bu vaziyetin ilâ-nihaye devam etmesini tabiî görüyorum, maksadım sadece hayatın bir zaruretini ifadedir.
Darülmualliminlerden ve Darülmuallimatlarda iyi, temiz 've güzel yaşıyan çocukların, gençlerin istikbaline gelince: köylünün çocuğu köylü olmasını düşünmek ve köylü çocuğunu köylü bıramıya çalışmak son derece yanlış bir
10
fikir ve tefekkürün mahsulüdür. Bu talep asri olmıyan cemiyetlerde meyzuubahs olabilir. Cemiyet kastlar devrinde ikendir ki çocuk için ayilesinin mesleğini takip etmek bir emri zarurîdi. O devirde meslek intihabı kat’iyen serbes olarak icra edilmezdi. Çünkü meslek ile veraset tveemdi. Aristokrasi devirlerinde de aynı şey. Hatta köylü ve çocuğu hakkmdaki malûm telâkkimiz bile o devirlerin bir yadigârıdır! Ben diyorum ki; köylünün çocuğu neden mutlaka köylü olsun? Köylü çocuğu olarak doğmak, köylü kalmak için bir mecburiyet midir? Bilâkis hürriyet ve musvaat şunu emreder: Köylünün çocuğu mutlaka köylü olmasın, neye müstayitse ve ne olmak isterse onu olsun. Temeli « “ müsavatçılık „ dan ibaret olan demokrasi içinde insanları babalarının ve analarının mesleği ile bağlamak mümkün değildir. Zira demokrasi aynı zamanda hukuk nazarında insanların bir ve aynı derecede kıymet ve şerefli olması ve dilediği mesleği intihap hususunda da serbes kalması demektir.
O halde hükümetin vazifesi mesleklerin inhisarına karşı bilâkis hürriyetin tedbirlerini almaktır Hiç kimse diyemez ve hiç bir ilim idda edemez ki: Dahi şehirden çıkar, ve köylü ağır ve sefil şeraite irsen mahkûmdur, Hayır... O halde elimizden gelirse yetimlerin her şeyden evvel tam bir insan ve mütekâmil millet fertleri olmasını temin edelim. Bu suretle bir kerre istidatları inkişaf itti mi, her birini müsayit olduğu mesleğe terkedelim, ve o zaman ister şehre gitsinler, ister köylere... Bu cihet size ayit değildir !..
Temizliğe, güzelliğe ahşan insanların köylere gitmiye-ceğini'Ve köyleri beyenmiyeceğini ileri sürenlere karşı şu kısa cevabı ve itirazımı söyliyeceğim: O halde köylere gitmelerini temin için pisliğe, çirğinliğe mi alıştıralım ?! Diğer cihetten temizlik ve güzellik hissini almış insanlar için pis ve çirkin köylerden iğrenmek kadar tabî ne olabilir ?!. Terbiye maziye menfi bir intibak değildir ki bunun icabı olarak bizde pislik, çirkinlik, basitlik âdetlerini yeni ruhlarda idame edelimTerbiye etmek bilakis mefkureye, yeni hayata intibak ettirmektir. O halde ?.. O halde yetimler için yapılan iş de gayet doğrudur...
Dikkat edilecek bir nokta var. Yeni nesil temizliğe, güzelliğe alıştıralım, pislikten ve çirkinlikten iğrendirelim, fakat köylüden, Türkten, türklüğün mefkûresinden uzaklaş-ırmak hakkımız değildir. Müstakbel nesil temizlik, sıhhat, konfor ve sayire dediğimiz medeniyetin azamî derecesini idrak etmeli, fakat millet, milliyet, halkçılık mefkûresini-de hiç kaybetmemelidir.
Bu ihtiyaçların temini gene terbiyenin vazifesidir. Medeniyetin milliyete muzur olduğunu hiç bir zaman kabul et-miyelim, milliyeti medeniytsizlikle muhafaza etmek istiyen milliyetçilik sahtedir. O- bir nevi muhafazakârlık ve tassu-bun kendisidir...
Meş’um kesafetsizlik!...
En basit fikirli bir adama sorunuz:
— Memleketin terakkisi için ne lâzımdır?
Alacağınız cevap pek basittir:
— İlim ve irfan! '
Fakat bu adama gene sorunuz:
— Bu ilim ve irfan neye mütevakkıftır ?
— !...
Aynı suale bir diğerinden/ daha münevverinden alacağınız cevap şudur:
— Ahlâk lâzım!
Fakat gene sorunuz:
— Ahlâkın, ayilevî, millî, İnsanî vazifelerin muta olması için ne lâzımdır?
Aynı suale bir üçüncüsünden de belki şu cevabı alacaksınız:
— Terbiye lâzım!
Fakat sorunuz.
— Terbiyeyi nasıl tesis etmeli ?!
— !..
Dayima bu ikinci suallerin cevabı ya hiç yoktur, yahut manasızdır. Meselâ: “Terakki etmek için çalışmak lâzım!» diyenler vardır; lâkin bunlar da çok bir şey ifade etmiş olmazlar. Çünkü onlara da aynı güç suali sorabilirsiniz:
— Ya çalışmak için ne lâzım?!
Cevap ya “gene çalışmak lâzım!» gibi garip bir iddia, yahut “ilim, irfan, ayile terbiyesi lâzım!» gibi bir talâkkidir!. Halbuki . memleket idare etmek istiyen bir insan için en şayanı istifade bir müşahede, Fransa’da Almanya veya İngiltere’de çalışan her hangi ferdin psikolojisidir. Bu “ her hangi fert „ bir otomatik mihanikiyetyile, muntazam, muttarit ve lâyhuti bir surette çalışır. O derecede ki bu “her hangi fert» için çalışmak asıl, çalışmamak araz olduğuna hükmedebilirsiniz!
Acaba bu “ her hangi fert „ çalışmak için büyük bir tefekkür kuvvetine mi maliktir?! Hayır! Aynı adamda yüksek derecede bir azim ve teşebbüs kudreti mi vardır?! Hayır, o halde niçin ve nasıl çalışıyor demelisiniz... Şunun için ve şu suretle ki o memleketlere göre “ çalışmak „ bir emri tabiî ve bir emri zaruridir. O muhitlerdeki “her hangi fert» zeki de olsa gabi de olsa mutlaka çalışacaktır.
Şimdi bu memleketteki çalışmayı iki noktaiyı nazardan mütalâa ve iki sebebe irca edebiliriz. Bir kere diyebiliriz ki: O “her hangi fert „ sırf ferdî kuvvetlerinden ve ferdî meziyetlerinden dola çalışıyor, halbuki avrupalı ile şarklı arasında ne alelitlâk hilkat, ne de alelitlâk zekâ farkı olmadığı bir bedahettir. Bir de diyebiliriz ki her hangi adamı çalışmıya mecbur eden sebebler vardır. Meselâ çalışmasa ölür, çalışmasa medenî ihtiyaçlarını temin edemez. Şu halde o adamın çalışmasında kendi ihtiyarı haricinde muhtelif amiller vardır ve bu amiller İçtimaîdir. Bu hüküm İlmî bir hakikat ise, her hangi türk ferdini o avrupah gibi sade talim ve terbiye etmekte yakın birfayide yoktur. Çünkü çalışmak veya terakki etmek bir çok kimselerin zannettiği gibi aklî ve mantikî nevinden basit bir hâdise değildir. Bu İçtimaî muhitin tazyikiyle fert tarafından hatta zorla kabul edilmiş bir itiyattır!. Onun için belki cahil ten beller yerine alim tenbeller koymuş oluruz. Fakat cahili de alimi de çalıştırmak İçtimaî muhitin elindedir. “Söyle bana zekâ ve malûmatını, söyleyim sana faaliyetinin derecesini...» diyemezsiniz! Fakat “Söyle bana cemiyetin her fert üzerindeki faaliyete sevkeden ve tahsili mecbur kılan tayzikini, söyleyim sana faaliyteinin derecesini...,, diyebilirsiniz.
Bu izah, çalışmak hâdisesi için doğru olduğu gibi bütün İçtimaî hâdiseler için de böyledir. Bir cemiyetin en mukaddes hisleri de dahil olduğu halde ahlâk, hukuk, iktisat, ilim ve sanat gibi hiç bir hâdisesi yoktur ki onda İçtimaî varlığının tabiati müssir olmasın. Meselâ, İnsanî ve beynelmilel ahlâk kayidelerinden bahsediyorsunuz. Henüz kabili bir hayat yaşıyan bir cemiyette bu kıymetler nasıl vücut bulsun?!. Müspet ve dünyevî bir irfandan bahsediyorsunuz. Henüz vüstaî itikatları zinde olan çünkü İçtimaî bünyesi İlmî taksimi amele müsaade etmiyecek derecede kapalı ve parça parça olan bir cemiyette bu fikirler nasıl revaç bulsun? Hülâsa hangi İçtimaî hâdiseyi nazarı iti bare alsak da tamik etsek, onun altında “İçtimaî bünye,, dediğimiz temeli buluruz. Meşhur kari Marx tarihi İktisadî hayatın evveliyeti ve hâkimiyeti ile izah eden bir nazariye ortıya koymuştur. Bu nazariye, tarihi fikirlerle, ahlâkla, yahut dinle veya adaletle, hülâsa her hangi manevî bir mevzula izah eden bütün nazariyelerden daha kuvvetidir. Bunlardan hiç biri tarihî maddeçilğin izahı karşısında duramaz.
Marx ahlâk, sanat gibi bütün İçtimaî hâdiselere şibih hâdise, gölge der! Ona nazaran hakikî hâdise İktisadî olandır. Bütün diğerleri onun gölgesidir!. Acaba Marx’cılık ilmin son sözümüdür? Hayır, nazariysinedeki hakikat parçası büyük olmakla beraber, bütün hakikat değildir. Çünkü cemiyet âleminde İktisadî hâdiseyi de besliyen büyük bir kök vardır. Bu kök İçtimaî morfoloji dediğimiz şeydir. Bir cemiyette vücude gelen bütün tahavvüillerin ve tecellilerin ilk menşei, anası o cemiyetin bünyesidir. Bu bünyenin dağınık veya sık zümrelerden teşkkül ettiğine göre cemiyet başkadır. Bu kadar değil, cemiyet bu bünyenin kitlesine de tabidir, içtimaiyat ilmi nazarında en mes’ut cemiyet, bazı avrupa milletleri gibi, aynı zamanda nispeten ufak kıtalarda büyük nüfus ihtiva eden milletlerdir. Tabiri diğerle büyük ve kesif bir kitlesi olan milletler en müterakki ve en kuvvetli olanlardır. Daha açık tabirle iyi bir cemiyet, hem büyük, hem-de ağır ve sert olanlardır. Böyle bir cemiyette terakki, faaliyet, ihtira, mücadele., bir emri tabiîdir. Gevşek cemiyetlerin hayatı da gevşektir... İlmin bu müşahedesinden sonra, terakki istiyen bir cemiyetin en büyük vazifesi nüfusunu arttırmak ve bu nüfusu zümre halinde sıklaştırmak olabilir. Fakat bu da gelişi güzel değil eğer nüfus biribirini anlamıyan fertlerden teşekkül ederse kıyamet kopar. Çünkü nüfusun yalnız çokluğu değil, fertler arasındaki manevî mümaseletin, hars birliğinin kuvveti de lâzımdır. O halde biz memleketimizde Türkleri ve Türkler arasmdada hars birliğini temin ederek nüfusumuzu çoğaltmıya çalışmalıyız.
“Nüfus nasıl çoğalır?„ sualini sormamalıdır! Çünkü biz kendimizi nüfus mütehassısı diye hiç bir zaman takdim etmiyoruz: Biz sadece iddia ediyoruz ki nüfus, nüfus kesafeti nüfus vahdeti dediğimiz bünyevî hâdiseye istinat etmiyen ilim, ahlâk, hukuk, iktisat siyaseti akim kalacaktır. Bunun aksini söyliyen varsa söylesin de biz de öğrenelim. Nüfus siyaseti yapacak olanlara bir de şunu diyebiliriz ki: Tatbikatta büyük mesele “nüfusumuzu nasıl arttıralım» sualiyle tecelli edecek değildir, büyük mesele “mevcut veya vücut bulan Türkleri ölümden nasıl kurtaralım?» meselesidir. Çünkü tevellüdatı çoğalmak güçtür. Belki de elimizde değildir, fakat vefiyata sebep olmak o çok kere bizim elimizdedir.
Binaenaleyh nüfusumuzu azaltan kuvvetleri öğrenirsek türk devletinin dayimî düşmanlarını da öğrenmiş oluruz. Şimdiye kadar düşmanı bazen şarkta bazen de garp taaraya geldik. Fakat ilmin bize keşfettirdiği hakikî düşman şu değil-midir: Me’şum kesafetsizlikl.
Nüfus siyaseti
Cemiyetlerin hayatını tetkik edenler İçtimaî tekâmül hâdisesini muhtelif sebeplere atfetmişlerdir. Bunlar arasında muhiti coğrafiyi yalnız başına amil görenler olduğu gibi, iÇtimaî müessiselerden birini meselâ İktisadî müssiseyi yalnız başına amil görenler de vardır.
Karl Marx bu mütefekkirlerin en meşhurudur. Bu zatin “ Tarihî maddiyecilik „ denilen mektebine göre ictimî hayatta asi olan hâdise İktisadî hâdisedir, ve bütün diğerleri: din, ahlâk, hukuk, sanat... hep birer “ şibih hâdise „ dir ve bunlar asıl hâdisenin bir gölgesidir!. Cemiyetin mukadderatını toprağa bğlıyanlann davası münakaşaya bile değmez. Çünkü bu iddiayı bir çok misallerle cerhetmek mümkündür. Bu izahta ilmin de kabul edebileceği bir hakikat hissesi olmakla beraber, hakikat muhitçilerin anladığı gibi değildir. Filhakika bir milletin dini, ahlâkı, lisanı... muhiti coğrafî dediğimiz fizikî ve fiziyoloçyaî amillerle kabil değil izah edilemez. Halbuki ilim nazarında tarihî maddiyecilik daha çok kabili münakaşa ve kabili müdafaadır. Bu nazariye birincisine göre daha İlmîdir. Hususiyle tarihi maddiyecilere mülâyim gelebilecek olan şu fikrin hiç bir yanlış tarafı yoktur: “ İktisat gibi bir müessise bir kere teşekkül ve taazzuv ettikten sonra cemiyetin bütün diğer müessesileri üzerinde mutlaka müessir olur „ . Bilhassa ahlâk, san’at gibi cemiyet müessiselerinin İktisadî hayattan alacakları bir çok tesirler vardır. Cürümlerin, cinayetlerin, intiharların ekmek ve kömür fiyetiyle artıp eksildiğini istatistiklerle ispat etmek güc değildir. Fakat buna mukabil cemiyetin dinî, ahlâkî, hatta bediî müessise-leri de İktisadî hayatı üzerine müessirdir. İktisadî taksimi amelin de, İktisadî iradenin de bütün bu kıymetlere tesir ve müdahalesi vardır. Hatta Simiand gibi içtimaiyatçılar manevî kıymetlere en yabancı görünen İktisadî kıymetlerin dahi bu kıymetlerle münasibeti olduğunu göstermişlerdir. İktisadî kıymetlerle manevî kıymetlerin bu münasibeti bilhassa “ İptidaî „ dediğimiz cemiyetlerin hayatında zahirdir. Meselâ bu cemiyetlerde din, hayvanları ehlileştirmek, muhafaza etmek kayidelerinin müessisi olmuştur... Hülâsa bir çok müşahedeler ve mukayeseler neticesinde İktisadî müessise-nin İçtimaî tekâmülde yalnız başına hâkimiyetini kabul etmek mümkün değildir. Bu müessise de diğer müessiseler gibi kendilerinden daha esaslı, daha uzvî bir sebeble tabidirler... Acaba bu mühim sebep nedir? Içtimî hayatın motorü neden ibarettir? İktisadî hayatta dahil olduğu halde, dinî, ahlâkî, hukukî, bediî... tahavvülleri vücude getiren amil nedir? Bu amil Auguste Gomte’tan sonra müspet içtimaiyatçı-lığın vazıı olan E. Durkhim’a göre “ dahilî muhit „ denilen bir sebeptir. Durkheim’da coğrafî nazariyeciler gibi cemiyetin tekâmülünü muhit ile izah ediyor. Fakat bu muhit coğrafî, haricî değil, İçtimaî ve dahilîdir. Muhiti dahilî muayyen bir cemiyetin İçtimaî bünyesini temyiz eden başlıca iki unsurdan ibarettir: Bunlar bir yandan cemiyetin hacmiyle bir yandanda bu hacmin kesafetiyle tayin edilir. Şu taktirce cemiyeti cemiyetten ayıran bir kere nüfusunun mikdarıdır. Fakat bu kadar değil; aynı nüfusa ve aynı içtimai hacma malik olan iki cemiyette bu nüfusun sureti tevezzuudur. Bu nüfus Hindistan’da olduğu gibi, dinî, ahlâkî tefrikalarla mı maluldür, yoksa avrupa milletlerinde olduğu gibi, İçtimaî taksimi amelle ve bunun neticesi olan maddî ve ahlâkî tesanütle mi mücehhezdir ?.. Tabiri diğerle cemiyet denilen uzviyet iptidaî mahlûklarda olduğu gibi, vahidül-hücey veya senaiyülhüceyre midir, yok ali mahlûklarda olduğu, gibi gayet mütedahil ve mütesanit uzuvlar ve vazifelerden mi teşekkül ediyor?.. Asıl mühim olan şart İkincisidir. Bir kavmın nüfusu Hintliler kadar çok olmuş neye yarar ?!. Yedi milyonluk İsviçre kadar mütesanit olmadıktan sonra!.. İşte bu morfolojik sebeplerden bünye ve taazzuv farklarından dolayıdır ki bir cemiyetin ahlâkî, hukukî, İktisadî müessiseleri şu veya bu şekli alıyor. Hikmet ve kimyaya mevzu olan maddiyatta olduğu gibi, cüzü fertlerin vaziyet ve hareketi nasıl bir takım yeni hâdiseleri vücude getiriyorsa, içtimaiyatta da cemiyetin hüceyresi makamında olan - fertler değil! - meslekî zümrelerin vaziyet ve hareketi de yeni yeni kıymetlerin ve bu kıymetlerin canlı bir vücudü makamında olan İçtimaî müessiselerin zuhuruna sbep oluyor. Şu takdirce fikrimizi kısaca ifade etmek için diyebiliriz ki: İçtimaî tekâmül mofolojik bir tekâmüldür. Binaenaleyh cemiyetin bünyesini sarsmıyan, cemiyetin içindeki meslek zümrelerinin vaziyet, hareket ve mesafesi üzerine müessir olmıyan her hangi tarihî hâdise İçtimaî mahiyeti hayiz değildir. Halbuki muharebeler, hastalıklar, muhaceretler... gibi sebepler görünüşü ve gösterişi ne derece meşum olursa olsun, bu dahilî ve uzvî bünyeyi daha mütekâsif, daha müteazzi hâle getirmek şartiyle cemiyeti için mahzı hayırdir. Nitekim muharebeler, muhaceretler ve hastalıklar neticesinde büyük millî inkılâplar olduğu çok kere vakidir. Şu taktirde hâdise ve şibih hâdise tabirlerini bu fikrimizi ifade için kollanmak lâzım gelirse o zaman İçtimaî bünye bir hâdise, ahlâk, hukuk, iktisat... gibi bütün diğerleri bir şibih hâdisedir demek lâzım gelecektir.. Mahaza bu hüküm de tamamiyle İlmî değildir. Çünkü İçtimaî bünye esas olmakla beraber; bu esasın değişmesi yalnız başına olmuyor. Çünkü bunda dinî, ahlâkî, İktisadî, hatta bediî bütün müessiselerin bir rolü vardır. Ezcümle din cemiyeti teşkil eden muhtelif kasetlar için muhtelif telâkkiler ve muhtelif vahdetler şeklinde tecelli ederse, bu parçalar biri birine nasıl yaklaşsın ?!. Gene ahlâk telâkkileri ayile hududuna münhasır kalır, millî ve İnsanî bir ahlâkta olduğu gibi geniş hudutlara şamil olmaz ve kâfi derecede umumiyet ve alestiyiyet kazanmazsa, bu ahlâk İçtimaî bir taksimi amele ne suretle müessir olabilir?!. Hülâsa bütün diğer müessiseler İçtimaî bünyenin neticesi olmakla beraber, bunlar da bilmukabele İçtimaî bünyenin teşekkül ve taalisinde kendilerine mahsus bir rol yapmaktadırlar.
Acaba ilmin bu müspet fikirleri ve keşifleri karşısında idare adamının, siyasetçinin vazifesi nedir ?!. Evvelâ “ siyaset „ nedir ?!. Bence bu “ İçtimaî iradenin İçtimaî hayata tatbikinden ibarettir. Hükümet adamı cemiyetin bir mümessili, bir murahhasıdır. Hükümet adamının yaptığı, yapmıya mezun olduğu iş, sadece bir hayır, yani cemiyetin islâhıdır. Bu ıslâh ameliyesinin müspet bir esası var mıdır, yoksa sırf keyfî, nefsi bir iş midir ?!. Olmak lâzım gelir! Bu esas tababet için fiziyoloji olduğu gibi, siyaset için de sosyolojidir. Denilecek ki: bu sosyoloji temamiyle müesses değildir! Evet doğru, fakat siyasetçilerin müspet gibi istinat ettiği fikirler hiç müspet değildirya ?!.
O halde yapılacak şey, gayet basittir: Hukuk, iktisat, asayiş vazifeleri gibi bir de nüfus vazifesi olduğunu düşünmek, türk nüfusunun artması, türk nüfusunun tekâsüf, türk nüfusunun tesanüdü, hülâsa nüfus vasıtasiyle türk cemiyeti bünyesinin tekemmülü için beşeriyetin fikirlerinden ve aynı beşeriyetin mütehassıslarından istifade etmektir. Bizim vazifemiz bu ihtisas şubesi hakkında esasen malik olmadığımız malûmatı uydurmak değil, belki fikir ve dikkati bu esaslı hayat meselesi üzerine celbetmektir. Türkiye’de bir çok şey yapıldığı hâlde hiç bir şey hiç yapılmamıştır. O da ilme müstenit bir İçtimaî bünye siyasetidir. '
İntiharlara karşı
Türkiye’de intiharlar çoğalıyor, gün geçmiyor ki gazetelerde bir iki intihar vak’ası okunmasın. Bu intiharlara karşı bizde sade bir ürkeklik var. Yahut alelâde bir merhamet... Fakat bu gibi hassasiyetlerin intiharların azalmasına hiç bir tesiri yoktur. İntiharlar üzerinde müessir olabilmek için her şeyden evvel intiharların hangi sebeplerle vücude geldiğini ilmi surette bilmemiz lâzımdır.
İntiharları, intihar edenlerin düşüncesizliğine, yahut her hangi bir deliliğin neticesine atfetmek pek sathî bir izahtır. İntiharların menşei İçtimaîdir. İntiharların İçtimaî ma-hiyetiini bariz bir surette ortıya koyan zat, içtimaiyatçı Durkheim’dir. Durkheim’a göre intihar İçtimaî bir hâdisedir. Yani intihar eden adam sırf kendiliğinden intihar etmez. Onu intihara sevkeden asıl sebep, mensup olduğu cemiyetin hâlidir. Bu cemiyet kuvvetli mi, gevşek mi, sağlam mı, hasta mı, mefkûreli mi, mefkûresiz mi?
Bütün bu hâller intiharların azalıp çoğalmasında amildir. Yine Durkheim a göre içinde intihar olmıyan cemiyet yoktur. Binaenaleyh intihar bütün cemiyetlere şamil olmak itibriyle cemiyetlerin hayatında tabiî birer hâdisedir.
Fakat intiharlar bir dereceyi bulur ki bu şekli tamaiyle marazîdir. Buna karşı tedbir almak cemiyetin vazifesidir-İnsanı hayata bağlıyan zevkler yalnız hayvanî değil, içtima1 zevklerdir. Türlü hislerimiz, türlü heyecanlarımız var ki ölüm yerine ayilemizin, mektebimizin, mesleğimizin hayatını bize tercih ettiriyor ve bunları yaşamakla kendimizi bunları ihtiva eden cemiyete bağlı sayıyoruz, yaşamakta mana buluyoruz. Fakat bu bağlar günün birinde çözülüverirse işte o zaman felâket zuhur ediyor, bedbaht, meyus oluyoruz. Ve bu tatsız, cansız hayata ölümü kat’i bir nihayet olarak tercih ediyoruy. Dürkheim bu davayı ispat için intihara dayir eserinde bir çok istatistikler göstermektedir. Hatırımda kalan garip müşahedelerinden biri de şudur: Kalabalık bir ayilenin reisi intihara diğerlerinden daha az müstayittir. Çünkü hayata daha bağlıdır. İnsanı intihara sevkeden zannedildiği gibi mutlak bir yeis değildir. Bilâkis bu yesi de intiharı da vücude getiren cemiyetsizlik, bağsızlıktır. Şu takdirde intiharlara en çok müsayit olan devirler içtimai kıymetler dediğimiz dinî akidelerin, ahlâkî kayidelerin, meslekî tesanütlerin gevşediği, boşandığı devirledir. Halbuki bütün bu haller en ziyade inkilâp zamanları olur. Cemiyetlerin eski mefkûrelerini yıkıp yeni mefkurelerinin binaları-ni da temamiyl kuramadıkları devirler fertlerininin tihara en çok müstayit oldukları zamanlardır. Böyle zamanlarda fertler eski mefkûrelerini canlı bir surette yşıyamadıkları gibi yenilerine de temamiyle sarılmış değildirler. İşte bu bağsızlıktır ki ölümün girdabına kolayca düşmelerine sebep olur. Şimdi Türkiye’de vukua gelen inkilâpların sürat ve şiddeti bir kerre nazarı itibara alınırsa ruh buhranı itibariyle fertlerin ne oldukları tahmin edilebilir. Halbuki bir cemiyet içerisinde her kes aynı derecede intihara müstayit değildir. Bu intihara en çok müstaiyt olan fertler bilhassa sinirli dediğimiz fijiyoloçiyaî enmuzeçlerdir. Çünkü bunlar içti«oaî sarsıntılardan, şiddeti bir derecede müteessir olurlar. •Onun için kıymetlerini değiştiren ve kendisine yeni bir vicdan sarayı yapan bir cemiyette en çok iztirap çeken bunlardır. İşte müntehirlerin sinirli ve muvazenes’z adamlar arasından zuhuru bu kimselerin mefkûre buhranına en az mütehammil olmalarından ileri geliyor.
Şu anlayışa göre müntehirin hastalığını doğrudan doğruya bir mantık hastalığı zannederek vazü nasihata müracaat etmek, yahut alelâde bir vücut hastalığı gibi anhyarak doktor ve ilâca müracaat etmek intihar denilen cemiyet hastalığını hakkiyle teşhis edememekten ileri geliyor. Bir memlekette intiharların fevkalâde surette çoğalmasına karşı yapılacak tedbir nedir? Durkheim’m tetkiklerine göre yegâne çare fertleri İçtimaî bağlarla bağlamaktır. Durkheim bu bağların ne olabileceğini birer birer tetkik ediyor. Evvelâ dinlerin intihara krşı müessir olacağı hatıra geliyor.
Dinler böyle bir rol yapabilmek için hayata pek yakın olmak, hayatın içinde olmak gerektir. Din ferdin bütün hareketlerini, bütün işlerini yakından idare etmeli ki onu bir nevi cemiyet ayrılığı olan ölüme yaklaştırmasın. Bu gün ise dinlerin böyle bir rol oynaması mümkün değildir. Çünkü umumiyetle dinler tarihteki dünyevî vazifelerini terkedip büsbütün bediî ve mefkürurî bir mahiyet almışlardır. Ferdi intihardan korumak için ayile muhiti müessir olamaz mı?.. Hayır çünkü bü günkü ayile sıkı bir muhit, devamlı bir cemiyet değildir. Akşamları toplanmasiyle dağılması bir oluyor. Ayilede geçen hayatımız dar ve mahduttur. Çocuklarımız hakkında beslediğimiz his, muhabbet azalmış, zayıflamış manasında değil, fakat bu çok sevdiğimiz insanlarla birlikte geçirdiğimiz İçtimaî hayatın kemiyet ve keyfiyeti pek mahdut... Şu halde bu pek dar zamanın cemiyeti bizi nasıl sıkı sıkıya saracak ve ölümden koruyacak?!.
Fakat bu din ve ayile muhitleri haricinede bir muhit kalıyor ki her hangi hayatımız onun içinde geçiyor ve devam itibariyle hepsinden üstün... Bu muhit meslek muhitidir. Meslekte ayile gibi İçtimaî bir muhittir. Meslek muhitini vücude getiren meslekdaşlar arasındaki zevk, meşgale benzerliği bu cemiyete son derece ahlâkî bir şekil verebilir. Bir de meslek muhiti ayile muhiti gibi bu günkü hayatta gittikçe daralan bir muhit değil, gittikçe genişliyen ve yeni yeni uzuvlar viicude getiren canlı bir muhittir. Şu halde meslek muhitini eski ayile muhiti yerine koymak ve ondan ahlâkî bir tesanüt neticesi beklemek mümkündür. İşte intihara karşı içtimaiyatın tavsiye edebileceği amelî bir tedbir budur.
Mahaza amelî sahede çalışmak için intiharların nevilerini tespit etmek lâzımdır. Meselâ sık sık mektpliler arasında vücude gelen intiharlar bize mektep dediğimiz ahlâkî mevcudun dahi bir buhran geçirdiğini ve bunun içinden nevrastenik bazı unsurların yandığını gösteriyor. Daha evvelki gün Milliyet gazetesi İzmir Ticaret ve Lisan Mektebi talebesinden on altı yaşında Cahit isminde bir gencin mektepten kovulduğu için beynine kurşun sıktığını yazıyordu. Mektepli intiharları karşısınde aldığımız vaziyet sadece teessüf ve hayretten ibaret kalyıor. Fakat bu vaziyetimiz uzun uzadıya devama müsayit değildir. Bundan on beş, on altı sene evvel Bürüksel mekteplerini tetkik ettiğim sırada Belçika’nın etfaliyat mütehassıslarından doktor Schuyten ile görüşmümş idim. Doktor Schuyten beni Belçika hükümeti tarafından İlmî tetkikleri için tahsis edilen eve götürdü. Orada dıvarda asılı olan bir grafiği gösterdi. Bu grafiğin esası şudur; Üç ilâ yedi yaşında çocuklar tarafından yapılmış olan insan resimlerini hep toplamış ve binlerce insan resminden bir kolleksiyon elde ettikten sonra bunların boyları ile enleri arasındaki nispeti bulmuş, aynı müşahedeyi yedi yaşından sonraki çocukların resimleri üzerinde de yapmış ve görmüşkü iki nispet arasında bir uçurum var! Doktor Schuyten bana demişti ki: Bu hâdiseyi herkes bir türlü tefsir edebilir. Ben yalnız şunu söylemek istiyorum ki: Bu günkü ana mektebi ile ilk mektep arasında bir uçurum vardır. Çocuk ana mektebinden ilk mektebe geçtiği zaman dehşetli bir zekâ buhranına oğruyor. Binaenaleyh iki mektep arasında açıklık bu itibarla son derece şayanı tetkiktir. Bu derece şayanı tetkik olur da dün hocasına tabanca çeken, bu gün de tabancayı kendi kafasına sıkan mektepliler buhranı şayanı tetkik olmaz mı ?!. Binaenaleyh içtimai noktayı nazarlara son derece ihtiyarimiz vardır. Kanaatimce memlekette bu gibi tetkikleri himayesine alabilecek olan yegâne vekâlet Maarif Vekâleti olabilir. Bu tetkikleri y. pacak olanlar müspet bir usûl sahibi olan içt;maiyatçılardır.
İçtimaiyatçıların hâdise kaydeden ve istatistik neşreden hükümet şubeleriyle tesanüdü neticesinde memlekette intihar namına olup biten hareketlerin seyrini, merkezlerini, istidat ve temayüllerini görmek mümkündür. Bunlar bir kere mütalâa ve izah edildikten sonradır ki polis, emniyeti umumiye, dahiliye, muaveneti içtimaiye, maarif işlerinde intiharla mücadele iradesini kollanmak mümkün olur. Binaenaleyh sırf bu maksatla içtimaiyat tetkiki yapan mütehassısların meşgul olmasını ve hükümetinde bunlara müzharet etmesini temenni etmek zamanı gelmiştir.
Hayatlar ve kapları
Son Saat gazetesinin 8 Teşrinievvel 1926 tarihli nüshasında “ Türkiye maarifinde bina siyaseti „ serlavhasiyle bir makale neşretmiştim. Mukaddemesi şudur:.
“ Bundan on beş sene evvel bir gün Beyazıt Rüştiyesi denilen mektebi ziyaret etmiştim. Bu mektebin başında bu gün maalesef maarif hizmetinden ayrılmış olan kuvvetli bir adam bulunuyor, en iyi hocaları oraya topladıktan sonra en iyi usullerle terbiye vermiye çalışıyordu. Bu binanın maddî sefaleti ise son derecede idi: Duvarları rutubetli, bir çok odaları güneş almaz, dar ve loş idi. bir aralık müdür, beni teneffüshane hizmetini gören taşlığa jndirdi. Burada yüzlerce çocuk oynuyordu. O zaman mektepte oyun, haraket, hep mübah idi. Bir hal son derece nazarı dikkatimi celbetti. Bütün çocuklar etrafa dağılıp sağa sola haraket edecek yerde sade zıplıyorlardı!. Çünkü çocukların mikdarı çok, halbuki mesafe son derece azdı. Onun için çocuklar muhtaç oldukları mesafe noksanını şakulî haraketlerle telâfiye çabalıyorlardı!.. O zaman şu sual kafamda canlandı: “ Acaba, dedim, bir mektebin hayatında mesafe mekân, konfor, taş, ağaç, bahçe ne derece hâkimdir?. Ve bu hâkimiyet maddî saheden haraket edip manevî saheye ne kadar girebiliyor?».
Bu gün bile bu sualin tam cevabını veremiyorum. Fakat bu gün madde ile mananın bir çok yerlerdeki tesanüdü gibi kaplarla içindeki haytların tesanüdüne kuvvetle inanıyorum. Bu kanaatimde yalnız değilim. Hatta onun vü-cude gelmesinde başkalarının da hizmeti vardır: Fransız ruhiyatçısı Ribot’nun “ Dikkatin ruhiyatı „ adlı kitabı bende bu fikri kuvvetlendiren ilk eserlerden biridir. Ribot’ya nazaran dikkat sırf manevî bir hâdise değildir. Onun adele ile, vaziyetle samimî bir alâkası vardır. Her nevi dikkat kendine mahsus bir duruş, bir bakış, bir vaziyet alış ister. Şu halde her hava, her oda, her sandalye, her oturuş her nevi dikkate, her nevi tefekküre müsayit değildir... Dikkat eden zekâlar gibi dikkat ettiren, zamanlar, mekânlar vardır... Fransız içtimaiyatçısı Durkhei’mm “Année sociologique,,, teki bazı neşriyatı da beni bu meselede çoktenvir etmiştir: Durkheim evvelâ içtimaiyatın İçtimaî morfoloji içinde mütalâa etmek istediği evleri bilâhara içtimaiyatın teknoloji kısmına sokmuştur. Çünkü Durkheim’a göre evler, içinde yaşıyan ve ayile denilen zümrevî hayatın kapandır. Evlerin cesameti, taksimatı, vaziyeti... hep bu ayilenin İçtimaî tabiyetine göre bir türlüdür. Binaenaley ne kadar ayile enmuzeci varsa o kadar ev enmuzeci bulunması tabiîdir. Niçin ? Çünkü evler hakikî hayat şartlarından zaman ve mekân münasibetlerinden hariç mücerret bir fikrin mahsulü değil, ayilenin hakikî hayatiyle, ihtiyaçlariyle birlikte teşekkül ve tahavvül eden İçtimaî aletlerdir. Ayile ile evin bu tarihî mûnasibetine bakıp hükmedliebilir ki bir ayile ancak kendisine lâyık olan kabı bulduğu zaman tabiî hayata mazhar olabilecektir. Ev hakkmdaki bu mülâhaza bütün mekteplere, bütün atelyelere, hatta şehir denilen içtimai vahdetlere bile teşmil edilebilir. Bu fikirler ruhiyat ve içtimaiyat ilimlerinin nazarî sobesine münhasır kalmamıştır. Bu ilimleri tatbike çalışan pedagoji sahe-sinde de rasgeliyoruz: Gençliğin ancak açık havada ve kır muhitinde terbiye edilebileceğini iddia eden “New-School„-ler, “ Ecole Nouvell’ „ 1er mektep terbiyesiyle mektep kabının tesanüdünü başka bir dille iylân eden teşebbüslerdir. Froebel’in meşhur terbiye vasıtalarından farklı bir terbiye tarzı icat ettiğini anlatan İtalyan terbiyecisi Montessori her şeyden ziyade mektep sıralarına itiraz ediyor ve eseriyle onları yıkıyor. Nereye gidilse, hangi ilme sorulsa hayatlar ile onların maddî zarfları arasında sıkı bir müna-sibetin, hakikî bir tesani'dün bulunduğunu iddia edenlere rasgeliyoruz. Esasen bu mesele hissi selimin inkâr edebileceği bir müphemlik mi taşıyor?. Hayır. O halde niçin binalara, konforlara, ve güzelliklere itiraz ediyoruz?!. Çünkü “ ruh „ hakkında müspet olmıyan, İlmî olmayan bir kıymet hükmünü bilmiyerek taşıyoruz. Ruh hayatını anlayışımız ne müspet bir ruhiyatçının, ne müspet bir içtimaiyatçının, ne de müspet bir terbiyecinin anlayışıdır. Bu anlayış Orta Zaman sofusunun esrarengiz ve miskin telâkkisidir... Eğer telâkkimiz hakikî ve canlı bir telâkki olsaydı, onun hürriyeti ve ouun sayrureti için hiç bir maddeyi, hiç bir vasıtayı tahkir etmezdik ... “ Biz madde istemiyoruz, mana istiyoruz; şekil istemiyoruz cevher isteyoruz, sus istemiyoruz tahsil isteyoruz...„ diyenler ya ne söylediklerini bilmiyorlar, yahut söylediklerini ispat edemiyecek kadar fena biliyorlar... Türkiye bir inkılâp yapmış, yeni bir ruh kazanmıştır. Mutlaka yeni bir zarf, yeni bir kalıp ister.
Yeni Türkiye için yeni bir mektep binası ister. Türk ayiiesi yeni kıymetler kazanmıştır. Bu yeni kazançlarını muhafaza için yeni bir zarfa muhtaçtır. Ey mefkûreciler... Mefkûreyi istediğiniz kadar takdis ediniz, haktır ve hakkınızdır. Fakat maddeyi istihkar etmeyiniz. Hususiyle öyle bir madde ki ruhun kabı ve kalıplanmışıdır. Onsuz mef-kûreler cisimlenemez...
Demir yolları
Taşa, demire ayit her teşebbüsü maddî biliyoruz. Nüfusa, nüfusun çoğalmasına ayit her işi yalnız sıhhî bir alâka ile takip ediyoruz. Konforu, medenî bir hodbinlik zannediyoruz, her konforu da lüks addediyoruz, her lüksü israf olarak kabul ediyoruz!.. Korkuyorum ki bu kıymet hükümlerimizin altında zuhdî bir hassasiyetin menfi vicdanı gizli kalmış olmasın... Türkiye Başvekilinin demir yolu siyasetini herkes bilir. Bu demir yolu örgüsünü sırf İktisadî bir eser zannedenler aldanıyorlar...
Her demir parçasını “arzü talep,, ile münasibetli bir madde zannetmek için cemiyetin maneviyat hayatı, cemiyetin maneviyat tekâmülü hakkında fikir sahibi olmamak lâzım gelir. İçtimayatçı Durkheim’a nazaran İçtimaî hâdiselerin bir temeli, bir menşei vardır. O İçtimaî morfolojidir. İçtimaî tmorfoloji cemiyet bünyesinin teşekül tarzını gösterir. Cemiyeti teşkil eden fertlerin sayısı ne kadardır? Az mı, çok mu? Çokluk müsavi şartlar içinde İçtimaî tekamül için bir hayır, müsaadedir.. Azlık mı? Yine müsavi şartlar içinde bu müsayit bir vaziyet değildir.
Fakat aralarında kâfi, bir yapışma, kaynaşma olamıyan çokluk neye yarar? Bir cemiyet olmak için lüzumu kadar benzeme lâzımdir. Eu benzeyişe isterseniz hars diyebilirsi-: niz. Şu halde yalnız çokluk değil, çokluğu vücude getiren cüzlerin meselâ lisan gibi maneviyat çimentolariyle yapışmaları da lâzımdır. Şimdi bu birlik vücude geldikten sonra cemiyet için uzviyetleşmek, mükemmelleşmek pek mümkündür. Böyle bir kitlenin içinde hususi istidatlar çıkar hususî meslekler, ihtisas işleri vücut bulur. Cemiyetin bünyesi incelir, kuvvetlenir, uyanık bir hâle gelir. Böyle bir netice hasıl olmak için fertle fert arasında, hele zümre ile zümre arasındaki mesafe daralmalıdır. Fertler bir vücudun parçaları olduklarını duyabilmelidirler. Halbuki dağlr, kayalar, uzun mesafeler, buna hep manidir. O halde tek çare... ferler ve meslek zümreleri arasındaki mesafeyi azaltmak. Bunn en makul vasıtaları şüphesiz ki vapurlar, şimendiferler, tayyarelerdir. Öyle ise şimendiferler cemiyetin hareketleri, cemiyetin tekamülü noktasından bakılırsa âdeta manevî neticeler kazandıran vasıtalardır.
Bazı kimseler en hasis bir ticaret adamı gibi soruyorlar. “ Otuz bukadar senedir, oraya şimendifer işliyor, iktisadî hayattmda ne değişiklik olmuş?! Milletin parsına yazık değilmi?!„ . Fakat haksızlık ediyorlar, çünkü bu kimseler şi-menferlerin sırf İktisadî tesirlerini ölçüyorlar. Fakat şimendiferler vasıtasıyla açılan firkirleri, tazelenen emelleri, büsbütün yenileşen bir milletin ruhunu, yaşamak idaresini düşünmüyorlar. Ben şimendiferlerin türk harsinde, türk inkılâbında, türk istiklâlinde en birinci, en büyük tekâmül amili olduğuna kanaat ediyorum.
Evkaf meselesi
Evkaf meselesi hakkında Yunus Nadi Beyin “ Cumhuriyet te çıkan makalesini okudum. Bu makale vakıf işleri hakkında millet meclisindeki ilk haleti ruhiyeyi ve bir baş vekilin vakıf meselesini derhal halledivermek için vaziyeti pek müsayit bulmasına rağmen gene ihtiyata riayetle: meseleyi ilmi surette tetkik etmek ve kâfi derecede mücehhez, olmak arzusunu göstermesi itibariyle son derece şayanı dikkattir. Son günlerde Türkiye Baş Vekilinin vakıf teşkilâtı için İsviçre’de tetkikler yapılmasını arzu ettiğini gene gazetede okudum. Bundan üç sene evvel “ Akşam „’ da neşrettiğim bir makalede bu işin her türlü enfüsî telâkkilerden azade bir surette, sırf İçtimaî bir nazarla tetkik edilmesi lüzumunda İsrar etmiştim. Bizi bu hususta en çok: tenvir edebilecek olan misaller diğer muasır memleketlerdeki vakıfların muasır teşkilâtıdır. Bu memleketlerde yapılacak olan ilmî tetkikler, vakıf teşkilâtını asrileştirmek için kâfidir. Bu sırada bizde vakfa ayit bazı müşahede ve mülâhazalarımı burada tespit etmeyi fayideli görüyorum.
Türkiye’de vakıf, millî servetin el’an mühim bir kısmını teşkil ediyor. Yalnız İstanbul’da on üç bin vakıf vardır: Camiler,, çeşmeler, sebiller, muvakkithaneler, medreseler, kütüphaneler, hastahaneler, tımarhaneler, köprüler, kabristanlar,, imaretler, hamamlar, hanlar, mektepler, yetimhaneler.. Bunlar yalnız maddî kıymeti hayiz olan eserler değil, çok defa mimarlık, hattatlık, tezyin sanati, işçilik itibariyle de büyük manası olan eserlerdir. Maddeleri itibariyle değilse bile sanatleri itibariyle muhafazalarında millî menfatlar vardır.
Bu servetin bir kısmı da vakıf teşkilâtının asrileşmemesi yüzünden mahvolmuştur. Böylece kaybolan cami, türbe, kabristan arsaları, kitabeler, kütüphaneler, zinet eşyasının yerleri belli değildir. Teşkilâtsızlık yüzünden bir müddet: sonra geriye kalanlarında çoğu mahvolaçaktır.
İcareyi vahideli akaretlerin vaziyetleri yeni hukuk telâkkileriyle hemahenk surette ve bir defaya mahsus olmak üzere tespit edilmelidir. Vakfa ayit olup ta bu gün için ne maddeten ne de manen kabili istifade olmıyan bina, arsa, gibi şeyler satılıp vâkıfın meşru maksatlarına muvafık şekilde işletilmeli ve sarfedilmelidir. Sıhhat, ilim, alhâk, veya hayır maksatlariyle vücude getirilen ufak vakıfların nemaları ve varidatı cem ve teksif edilerek halk mektebleri,darülrfününlar, iş odaları, kütüphaneler, müzeler., gibi İçtimaî hayatın inkişafına toptan hizmet edebilecek büyük tesisler vücude getirilmelidir. Vakfiarda her sene bir derece daha artacak olan millî servetin bir kısmı da cami, çeşme, sebil., gibi türk sana-tinin güzel eserlerini mütemadiyen muhafaza ve tamiri için de sarfedilmeli, bu suretle şimdiye kadar bir türlü halli çaresi bulunamıyan eski ve güzel eserlerin muhafazas emri devlet ^bütçesine yük olmadan temin edilebilmelidir.
Fakat her şeyden evvel mühim olan şey vakıf denilen tesisatın medenî ve asri şekli hakkında sarih ve müspet bir fikir elde etmemizdir. Bu fikri kazandıktan sonra vakıf teşkilâtına müstayit ve lâyık olduğu İçtimaî mahiyeti vermeliyiz. Ve Türkiye’de meselâ yetimlerin, Darülfünün talebesinin tahsili için servetini, kütüphanesini, malini vakfetmek istiyen ’insanların cesaretini kırmamalıyız. Vakıf teşkilâtı böyle asrî bir hüviyet kazandıktan sonra bir vâkfın hayır için ter-kettiği servet sahipsizde olsa maksadına hizmet etmek hürriyetini dayima bulacak ve ona şu fert veya bu idare tarafından tecavüz edilmiyecektir.
Halef selefi niçin takip etmiyor?
Dün münevver bir zatle görüşüyordm. Türklerin imar ve temdin işlerindeki bir noksanını işaret etti. Dedi ki: Bizde bir kusur var, halef selefini beğenmez, gelen gidenin eserini bozar. Halbuki bu hâl diğer memleketlerde yoktur. Her iş umumî bir mahiyet ve çehre gösterir, dayima bir program takip edilir. Programsızlık belediye, maarif, iktisat işlerinde bize en çok zarar veren en büyük eksikliktir. .Arkadaşımın pek makul görünen bu sözleri üzerinde bir
lâhza duralım. Esasen bu tarzda yapılan itirazlar düşünen s Türklerden bir çoğunun fikri değilmidir?. Hepimiz sırası, geldikçe programsızlıktan şikâyet etmiyor miyiz?. Fakat bu programdan ne anlamak lâzımdır? Program fikri her hangi halef tarafından gelişi güzel tespit edilmiş bir karar mı ifade ediyor?
Eğer böyle ise, böyle bir programın büyük meziyeti daha evvel tespit edilmiş olmaktan ibaret kalacaktır! Bu,, devlet veya şehir işlerinde dayima muta ve makbul olmak kuvvetini temin edebilir mi ?.. Benim kanaatimce halefin selefi tekzip etmemesinin en büyük sebebi halef tarafından vücude getirilen projenin nefsülemre, tabiati eşvaya mutabık ve muvaffık olmasıdır. Başka memleketlerin işlerinde gördüğümüz istikrar ve tekâmül hep bu tabiîlik hassasının neticesinden başka bir şey değildir. O halde selefini takip etmenin ilk şartı mütekaddim teşebbüslerdeki bu tabiîlik ve afakîliktir. Meselâ gelen şehiremi-ninin giden şehiremininin işini beğenmemesinin ve izini takip etmemesinin asıl sebebi budur. Türkiye’nin teşebbüslerine bu tabiîlik ve hakikilik hassalarını vermek için hüsnü niyetin her işte olduğu gibi bir şart olduğunu biliyorum. Fakat teknik işlerde bu niyet hiçte kâfi değildir. Mühim mesele “ tabiîlik „ hassasını temin edecek olan ihtisastır.. Yani bir işi hususî surette bütün tafsilâtiyle bilmelidir.
Şu halde halefin selefini takip etmemesinin sebebini işlerin bidayette ihtisas eliyle yapılmamış olmasına irca edebiliriz. Fakat ihtisas şartı kâfimi?.. Denilecek ki: Nefsülemre ve tabiati eşyaya muvaffık bir projenin zamanla tahakkuk ve tekâmül etmemesinde şahsî garezlerin, ferdî istirkapların müdahalesi olamaz mı?. Olur. Fakat ilk şart temin edildikten sonra bunun o kadar tehlikesi kalmaz. Çünkü bir kere mütehassıs mütehassısı tekzip etmez, hakikî irfanda tesanüt vardır, tenafür ve tenakür yoktur. İlmin ve sanatin düşmanı olanlar yalnız yan ilimlilerdir,.
Bir de mütehassıs kendi kudretini göstermek için muvaffak olmuş bir eseri yıkmıya muhtaç değildir. Şahsî kudretini eserin tekâmülü yolunda da gösterebilir.
Binaenaleyh “ Türkiye’de halef selefi takip etmiyor, çünkü gelen gideni beğenmemek zafına müptelâdır...» şeklindeki müşahede ve izah tamamiyle doğru değildir. Hakikî dert işlerde ancak bir mütehassıs elinden çıkan işlerde bulunan devam kabiliyetinin bulunmaması veya az olmasıdır. Binaenaleyh iymar ve temdin işlerinde hakikî bir imti--madm, tabiî bir tekâmülün tecellisini arzu ettiğimiz dakikada ihtisas noktasına dikkat etmek zarurîdir. Bence Türkiye’nin bu meseleyi kalletmesi için evvel emirde şu noktaları halletmesi lâzımdır.
1 — “ İhtisas „ mefhumu ne derece geniş bir mefhumdur? Bu mefhum yalnız erkânı harplik, şifendifercilik, kimyakerlik gibi meşhur ihtisasları mı ihtiva ediyor? Belediyecilik, müfettişlik, gibi sade hissi selim ve gayretle olabilir zannedilen meşğaleler de ihtisas sahesi midir ?.. . 2 — Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da meselâ şehirlerin,
yahut kalem odalarının hüsnü idaresine, iktisadiyatına ayit ne gibi düsturlar vardır ki tabiati eşyaya muvafık olmaları sebebiyle âdeta beynelmilel bir mahiyet almıştır? Gene meselâ insanlar İstanbul gibi büyük bir şehrin imar ve tanziminde ne gibi esaslar keşfedebilmişlerdir ?.. -
3 — Avrupa’yı ğörmek, Avrupa’da seyahat etmek, Avrupa’da birkaç gün veya birkaç sene kalmak Avrupa’yı anlamak için kâfi değildir. Gerçi bunlar tabiatiyle teşekkül, tekemmül etmiş olan müessiselerin en ziyade hali hazırına ve istikballerine ayit olan temayüllerini gösterebilir. Fakat imar ve teceddüt siyasetini teşkil edecek olan mücerret fikirler» mülâhaza ve muhakemeler bu görgülerle elde edilemez. Onun için Avrupa Türklerin mütefekkirleri tarafından tetkik ve tefekkür edilmedikçe Türkiye için model vazifesini göreceğini zannetmemelidir. ■
4 — Şu taktirce Avrupa’nın ihtisaslarından istifade etmek için alelâde çok adam mı göndermeli, yoksa mahdut fakat mütefekkir zümreden ve yaratıcı bir kudreti taşıyan mahdut insanlar mı göndermelidir ?..
T ürkçenin kuvvetini bilelim
Türkçeyi düşünenler arasında türkçenin kendine kâfi gelmediğini, türkçenin arapçaya, acemceye muhtaç olduğunu söyliyenler vardır. Fakat bu muhtaç oluş kelimeler itibariyle midir, yoksa terkipler, itibariyle midir? Bunu pek tasrih otmiyorlar. Her halde bu sınıfın içinde türkçenin arapçadan, acemceden terkipler almak suretiyle zenkinleş-mek ihtiyacında olduğunu iddia edenler vardır. Sade veya süslü fakat dayima samimî bir türkçe istediğimiz zaman bize türkçenin bu günkü hâlini gösteriyorla ve “ Bakınız, şu veya bu terkibi bu türkçe ile nasıl ifade edelim?!,, diyorlar... Ben eski edebiyat adamları arasında firenkçeden tercüme ettikleri metin için: “Terkipleri türkçe kayidesi üzerine yaptım. Gerçi bunun güzel olduğuna kanatim yoktur. Fakat ne çare ki şimdi hu moddır!..„ diyenlere rastgeldim ve kanaatlerine şahit oldum... Hiç hayret etmiyorum. Bu dava kıyamete kadar sürebilir. Çünkü bir dava gibi ikame edildikçe, ve iki tarafın biri birini anlamak için müşterek bir dili olmadıktan sonra!.., Fakat mantık kavgalarım, fikir güreşlerini beklemeksizin değişen bir hakikat vardır, o da türkçenin kendisidir. Bu değişme bir emri vaki midir değil midir ? Evvelâ buna cevap vermek lâzımdır. “ Bir emri vakidir!. „ diyecekler. O halde her şeyden evvel tarihî bir müşahedeye lüzum vardır. Türkçe türk cemiyetinin hareketi nisbetinde, türkçeyi kullanan ve yaşıyanların birleşmesi, kaynaşması ve meslek zümrelerine ayrılması nispetinde bizim arzu ettiğimiz ve “ tabiati eşya „ ya uyğun dediğimiz seyri takip ediyor mu?. Ediyorsa tekâmülün yolu üzerindeyiz. Etmiyorsa muarızlar haklıdır...
Tabiî, salim bir tekâmülün vücudünü ispat edecek elimizde akıl tarafından verilmiş başka bir vasıta yoktur. Binaenaleyh tabiî türkçenin aleyhtarları için hasımlariyle mücadeleden evvel kabul edilecek olan nokta ilmin bitaraf noktayı nazarından başka bir şey olamaz. Her şeyde olduğu gibi türkçe bahsind de hisler karıştıkça ve noktayı nazarlar indî kaldıkça bu meselenin fikir sahesinde halline imkân yoktur. Fakat mademki her ne olursa olsun tekâmül eden bir türkçe vardır. İlim adamlarının vazifesi onun seyrini sadece tespit etmek, tekâmülün istikametini görebilir bir hale getirmek, ve şayet mümkünse bu tekâmülün tabiatin-den doğan muayyen kayideleri de tespit etmek, bu suretle tekâmülü kolaylaştırmak için o kaiydelerden istifade etmektir. İşte merhum Ziya Gök Alp’in türkçülük esaslarında mevzu-ubahs ettiği lisanların tekâmülüne ayit umumî zaruret kanunları bu nevidendir. Gök Alp’tan evvel ve sonra bizim fikir âlemimizde ilim namına bu neviden müspet ve kat’i iddialar dermiyan eden zatlere rasgelinmedi. Ancak davanın mevzuu bu günkü türkçe olduğundan tetkikatı müşahhas olarak onun üzerinde yapmak lâzım gelecektir. Türkçeyi ilim gözüyle kovalıyarak yalnız lisanın sadelik hamlelerini değil, türkçenin en tabiî mantığını keşfedebiliriz. Arkadaşım, Darülfünun müderrislerinden Halil Nimetullah Beyin “Müşahedeye doğru,, serlevhasiyle “ Millî Mecmua „ nüshalarında neşrettiği makaleler bu arzuyu tahakkuk ettirebilecek tabiatte yazılardır. Gene tabiî türkçenin muarızları haksız olarak diyorlar ki “ Bu iddialarnızm meydana getirdiği güzel türkçe nerededir? !„ Fakat iki şeyi biri birine karıştırmamak lâzımdır. Fikir adamının davası hiç bir zaman duyğu adamının ilhamı yerine geçemez. Alim, bir sanatkâr değildir. O halde alime ve ilme ne lüzum var, güzelliğin icadı ve tasarrufu sanatkâra ayit olduktan sonra? !.. „ İlim adamına şu itibarla lüzum var ki her yeni zevkin ve yeni güzelliğin telâkkisine tekaddüm eden maddî ve mantıkî neviden ibaret kalan ihtilâlci hareketler vardır. Bu günkü türkçe güzel türkçe inkılâbından evvel doğru, salim, tabiî türkçe inkılâbına muhtaçtır. Her şeyden evvel türkçenini harimine giren ecnebi elleri, ecnebi zekleri kovmak, Montaigne, Rabelais» Descartes ve Jean-Jacques Rousseau’nun yaptığı gibi, evvelâ tarlayı temizlemek lâzımdır. Ondan sonra hür sanatkârların yaratıcı muhayyilesiyle işlenmelidir. İlim sanat yerine geçmeyi iddia ettiği zaman dalâlettedir. Fakat sanatte ilmin» mantığın, geçi maddî ve haricî, fakat her halde hazırlayıcı rolünü yapabilir deyince inanmamalıdır. Bu münasibetle “ Halka doğru gitmek,, düsturunu hatırlatmak isterim. Bunu sanatkârın ilhamı şeklinde telâkki etmek ilhamı verenle alan hakkında gayet kaba bir hayal sahibi olmaktır. Bu düsturlakast edilen fikir, sanatkârın cismanî hareketi değildir. Burada kastedilen mana, sanatkârın derunî enesine, samimî ruhuna kavuşmasıdır.
Mefkûre ile mevhume
Bir arkadaşım ideal yahut mefkûre, vuslatı mümkün olmıyan bir fikirdir, diyor. Ben de soruyorum ki o halde nasıl oluyorda akıllı bir adam mefkûreci oluyor?!. Eğer mefkûre yanına yaklaşılması mümkün olmıyan bir fikir ise bu imkânsızlık nispetinde o bir mevhume olacak değil midir?. Hayır, mefkûreler, mevhumeler değildir. Mefkûreler tahakkuk edebilecek, olan şeylerdir. Mefkûreler vehimden» hayalden kopup uçuşan renkler, şekiller değildir. Zaten mevcut ve hakikî olan bir hayatın istikbale uzamış kısımlarıdır» Binaenaleyh tahakkuk edebilirler. Müsyait şartlarla tahakkuk edeceklerdir.
Mefkurenin kökü hakikatte, çiçekleri ve meyvalarr istikbaldedir. Mefkûre ne bu gün için ne yarın için bir yalan değildir. Şu halde mefkûre ile mevhumeyi ayırmak lâzım geliyor. İlim adamının vazifesi bu iki şeyi ayırmak olduğu gibi, devlet ve siyaset adamının vazifesi de bu iki şeyi karıştırmamaktır. Hatırımda kalan doğru ise Durkheim içtimaiyat usullerine dayir yazdığı kitabın bir tarafında şöyle diyordu: Devlet adamının vazifesi cemiyeti bir mevhumeye doğru koşturmak değildir, cemiyetin mefkûre-sine yaklaştırmaktır.. Onun için nüfusumuzun, servetimizin artması hakkmdaki gelişi güzel, hesapsız, muhakemesiz surette atıp tutan, vadeden insanlara hayretle bakıyorum. Bu adamlar hakikaten sözlerinde ve fikirlerinde samimî insanlar mıdır, diyorum. Eğer ilmi tetkikler yalan söylemiyorsa bir memleketin nüfusu ve serveti ile coğrafî vaziyeti, beynelmilel münasibetleri, muharebeleri, mücadeleleri, fikrî seviyesi arasında uzvî münasibetler vardır. Bunlar arzunun ve iradenin birden bire halledebileceği şeyler değildir. Bunlar ancak eşyanın tabiatine ve müsaadesine göre hüküm ve muhakeme edilebilecek şeylerdir. Onun için “Biz on seneye kadar Amerika’yı bile geçeceğiz!,, diyen bir adamın iddiasına şaşmamak kabil değildir. Bizzat Amerika’nın kendi kendini geçmek için sarfettiği kudretin zaman ve mekânla mukayyet fizikî ve İçtimaî kudretlerden ibaret olduğunu unutmamalıdır. Fakat bu mevhumecilerin iddiası ne olursa olsun her cemiyet, her millet için vasıl olunması mümkün ve ihtiyarî olan mefkûrevî gayeler vardır. Bunları iyice görüp te bunlara doğru ilerlemek kadar bir cemiyet hesabına afif ve meşru bir haraket ne olabilir?.. Ancak bu gayeleri bize gösterecek olan bitaraf el, ilmin elidir.
İçtimaî ve İktisadî cografiyası tetkik edilmeden, bir sene zarfında çocuklarına kazandıracağı irfan hamulesi hesap edilmeden, nüfusunun tezayüt veya tenakusu sebebleri ya-dalanmadan cemiyet için bu hedefleri müspete yakın bir surette işaret etmek mümkün değildir. Hülâsa türk cemiyeti her şeyden evvel müspet çalışmak mecburiyetinde olan bir millettir. Her millet gibi türk cemiyeti de mevhumecilerin iddialarına değil, samim îmefkûrecilerinin itikadıne kendisini bağlamaiıdır. Her şeyde olduğu gibi terakki mezhebinde de samimiyet esas şarttır. .
içtihat hakkı
Soruyorum:
— Niçin garp medeniyeti haricinde bir medeniyetin hakikî bir medeniyet olduğuna kanisiniz?...
Cavap veriyor:
— Bu benim içtihadımdır.
Gene soruyorum:
— Niçin eski ev kadınının hayatı daha ahlâkî ve daha mesut olduğuna kanisiniz?..
— Çünkü bu benim içtihadımdır.
Şimdi düşünüyorum: Içtihad bir hak mıdır?.. Her vatandaş içtihat hakkını taşır mı?.. Şüphesiz. Fakat maziperestlik, irtica, iğtişaş lehinde bile, böyle başı boş bir zekâ ile içtihat edilemez mi?! Şu halde içtihat fikrine bir gem vurmak, içtihat fiilini bir dayire içine almak lâzım geliyor. Bir kere içtihat mevzuu olmıyan hakikatleri düşünelin. Bunlar riyazî ve maddî ilimlerin mevzuudur. Hiç kimse “iki kere iki beş eder, çünkü bu benin içtihadımdır!» diyemez. Ve hiç kimse “ Sukut kanununu bu kanununu benim içtihadıma zit, diye tekzip edemez. Gene hiç kimse arazı müspet, tedavi usulü müspet bir hastalığın tebabetine itiraz edemez. Çünkü burada içtihada mevzu olacak bir keyfiyet yoktur. Bunlar maddî, müspet, afakî tecrübelerimizin mahsulü olan hakikat fikirleridir. Fakat iş ruh ve maneviyat sahesine, cemiyete, dine, ahlâka, sanatâ, lisana karışınca herkes müçtehit kesiliyor. Burada doğru eğri, eyi kötü, güzel çirkin fikirleri şahsî fikirler, içtihat mevzuları gibi tecelli ediyor. Neden?.. Çünkü herkes bu bahislerin keyfî ve şahsî bahisler olduğuna kani gibidir... Fakat dikkatimizi teksif edelim. Bu dikkati içtimaiyat tetkiklerinin vasıl olduğu mahdut, mütevazı fakat kuvvetli kanaatlere tevcih edelim. Ne göreceğiz? Hürriyet, müsavat, demokrasi, iş bölümü, ihtisas, kadının bir meslek sahibi olması fikirleri içtihat fikirleri, mezhep fikirleri, şahsî telâkkiler değil, tegaddi, teneffüs, hayat, ölüm, tekâmül gibi doğrudan doğruya tabiî ve afakî fikirlerdir. Bu gün İlmî bir tahsil görmüş olan cemiyet adamı İçtimaî tekâmülün eseri olan bu tecellileri garipsemez, onların doğru, yanlış, eyi kötü, yahut güzel çirkin olduğunu münakaşa etmez. Tekâmülü tekâmül olduğu için kabul eder. Tabiat ilimlerinin telâkkisi, müspet hâdiseler sahesinde itikat unsurunu kaL dırdığı gibi İçtimaî ilimlerin tarakisi de İçtimaî hayat meselelerinde içtihadın müdahalesini kaldırmaktadır, içtihat melekesi müspet muhakemenin halledeceği işlere karışamaz, içtihat, o da müspet hakikatlere dayanmak şartiyle, ancak akim müspet bir surette karar vermediği vakitlerde çalışır. Netice şudur ki garp medeniyeti hiçbir ilmin ve hiçbir alimin tenkit veya muaheze edemiyeceği bir hakikat olduğundan onun naklinde şahsî fikirler müdahele edemez.
Türkçenin zenginliği
Geçenlerde Maarif Vekâleti Vekili bulunan İsmet Paşa Hazretlerinin kendi riyasetlerinde toplanan İlmî istilâhlar Komisyonunun ilk celsesinde söyledikleri nutkun suretini gazetelerde okuduğum zaman bir sürpriz karşısında bulu-
nan insan gibi şaşalamıştım Fakat benim bu şaşalamam bazı kimselerde olduğu gibi kullanılmamış ve hiç bir yeni yazıda yer tutmamış olan türkçe kelimelerin verdiği sade bir hayretten ibaret değildi. Ben de ismet Paşa Hazretlerinin bir lisancı, yahut bir lisan inkılâpçısı olmadıklarını biliyordum. Ve kendi kanaatimce tarihî bir kıymeti olan nutuklarının bir örnek olarak söylenilmediğini tahmin ediyordum • Onun için bir müddet düşündüm: Beni şaşırtan, daha doğrusu sevindiren bu tesirin mahiyeti ne olabilir?.. Yavaş yavaş anlıyordum, sebep şu idi: Bu nutuk alelâde bir üto-pist, bir mevhumeci tarafından ortıya atılmıyor, büyük ve temiz inkılâbımıza o kadar çok inanmış ve bu inkilâbın manzaralarını ve renklerini o kadar eyi işlemiş kudretli bir fen ve hayat kahramanı tarafından söyleniyordu.. Kelimeleri, menuslukları her ne olursa olsun, nutkun, gayet şiddetli, gayet feyizli bir aksisedasi olacaktı: Türkçe zengin bir lisandır. O bir hazinedir. Onu arayıp meydana çıkarmak lâzımdır. Siyasî bir velayetin türk lisan ve san’at adamları için açtığı yenilik hayatının kıymetini ancak evvelden beri çalışanlar bilebilir. Bundan yirmi sene evvel bütün yazılarımdan arap ve acem kayidelerine göre yapılan terkipleri atmıştım. O zaman arap harfleriyle yazılan türk-çenin imlâsını da elimizden geldiği kadar sadeleştiriyorduk. Fakat bunları yalnız şahsî kanaatimizin dayiresine hapsetmiyorduk, Darülmuallimin talebesine de telkin etmiye çalışıyorduk. Bir gün bir makalemde “kadar» kelimesini okunduğu gibi yazdığım ve “kader» şeklinde yazmadığım için şiddetli bir hücuma uğramıştım. Bu gün o telâkki devrinden çok uzaktayız. Türkçenin hür ve medenî bir milletin meramını ifade etmek kudretine kani olduğumuz içindir ki Darülfünun arkadaşlarımızdan üç zat ile birlikte türkçe bir felsefe kamusu vücude getirmeğe altı aydan beri çalışmaktayız. Türkçenin bir şiir lisanı olarak ne kabiliyette olduğunu selâhiyet sahibi olan san’atkârlara bırakıyorum. x
Tecrübelerimize göre türk lisanı en felsefî düşünceleri bile bir avrupa lisanı gibi vüzuh ve kuvvetle ifade edebilir. ^Şimdiye kadar bu asaletli lisan felsefeleşmemişse kabahat ■onun değil, koullananlarmdır.
Zavallı dilsizler
336 senesi Londra’da aptal, kör çocuklara mahsus ■olan iptidaî mekteplerini ziyaret ediyorum. Elimde Maarif İdaresi tarafından verilmiş bir cetvel var, mekteplerin isimleri ve adresleri yazılı. Bu cetvelde ziyaret etmek üzere olduğum mektebin ismi hizasında “ Deaf Sehool „ diye bir işaret gördüm, o zaman İngilizce pek az bildiğim için manasını anlayamadım. Kör, sağır, dilsiz., diye kelimeyi hayalimde tefsir edip duruyordum. Mektebin bulunduğu mahalle merkezi Londura’nının kara, sisli manzarasına zıt, açık, yeşil, parlak ve neşeli idi. İki keçeli ufak, şık, boyalı, köşk tarzında evler.. Hemen hepsinin önünde ufak, vahşî bir bahçe var, hemen hepsinin kapıları, pancurlu nefti boyalı!.. Sokaklar inadına zikzak! Yanıltıcı ve gözleri eğlendirici bir perişanlıkla sağa sola dönüyor, daralıyor, genişliyordu...
Nihayet mektebe vardım. Ağaçlar, çalılıklar ve çiçekler içinde nefti yeşil boyalı, ingilizkâri bir köşktü.. Burada bize göre mektebi, kışlayı hatırlatan bir şey yok! Çocuklar bahçede imiş. Baş muallim yanlarına götürdü. Bahçe dedikleri yer, şirin bir park. Çiçekler, ağaçlar, kuşlar, böcekler, çocuklar her şey, her şey, bütün canlı mahlûklar... Ta uzaklarda bir çocuk kümesi taplanmış, besbelli ders yapıyorlar.. Yaklaştık, hocaları aynı biçimde bir adam.. Zayıf, uzun boylu, matruş bir İngiliz.. Çocuklar yazdılar yazdılar, hesap yaptılar, raksettiler, biri de tarihî bir manzume okudu. Nihayet en sevimlilerinden bir kaç kız hocanın teşvikiyle yanıma yaklaşdı. Gayet açık bir telâffuzla ve benim anlıyabileceğim derecede sade bir ifade ile nereden geldiğimi, nereye gideceğimi, İstanbul’u Türkleri sordular... Pek az bildiğim İngilizce ile yalan yanlış bunlara cevap vermeğe çabaladım.
Bu açık hava mektebini terk ettikten sonra yolda baş; muallimin bir nokta hakkında nazarı dikkatini celbetmek istedim:
— Affedersiniz efendim, dikkat ettim, çocukların ekserisi İngilizceyi pek güzel telâffuz ediyorlar! Fakat boğuk bir sesle !.. Bu nede» ?!.
— A Efendi, bilmiyor musunuz?! Burası bir “deaf school» dur! Burada gördüğünüz bütün çocuklar anadan doğma sağırdırlar. Hatta hocaları bile lakırdı işitmez!.. Dilsizler konuşmayı öğrendikten sonra böyle kısık sesli adamlar gibi konuşurlar? Dilsizlerin dillilerden farkı budur...
Bu derecesi inanılır şey değildi!.. Beni büsbütün bir merak aldı. Londra’da nekadar “deaf school,, varsa hepsini ziyaret ettim. Usulü tedrislerini tetkik ettim. Hakikat, eksik olan biçare dilsizlerin dili değil, dillilerin “dilsizlik hakkın-daki fikri, malumatı» idi!.. Dilsiz dediğimiz “sağır dilliler» “ işiten dilliler ,, gibi konuşmıya, lakırdı işitmiye değilse bile, “lakırdı görmiye» ve lakırdı anlamıya mukatedrir oluyorlardı. Hem de en basit pedagoji kayidiyle: Ağız hareketlerine, seda mahreçlerine dikkat ettirerek... Bu basit görgüler hem hoşuma gidiyor hem de şarkta dili yoktur, diye konuşturulmayan dilsizleri düşündürerek beni mahzun ediyordu. Nihayet İstanbul’a geldim. Bir gün Aksaray’dan aşağı doğru iniyordum. Ragıp Paşa Kütüphanesinin önünden geçerken gözüme ilişti: Dilsiz Mektebi. Çok şey, dedim. Demek bir dilsiz mektebi varmış!.. Evet vardı. Hatta çocukken resimli gazetelerde resimlerini bile görürdük. Daiyma “Padişahım çok yaşa» işaret eden vaziyette çıkarırlardı!!.. Ben de tabiatiyle bir kere bu mektebi ziyaret etmek merakı uyandı. Gittim. Burası eski hatıraları uyandıran ağır başlı
tarihî bir yerdir. Havlıya girer girmez sağa dönülüyor. Mermer bir merdivenden yukarı çıkılıyor. Büyük ve loşça bir odaya giriliyor... Bu odada üç beş çocukla köşede ufak ve eski bir yazıhanenin başında oturmuş, orta yaşlı, kır sakallı bir zat vardı. Selâm vererek yanma yaklaştım. Adamcağız selâma mukabele etmediği gibi yerinden de kımıldamadı! Onda vakitsiz bir misafiri istiskalden ziyade, ziyarete hayret eden adam hali vardı!. Yanındaki sandalyeye oturdum ve dedim ki:
— Dilsiz Mektebini ziyaret için geliyorum, müsaade ederseniz bir fikir alacağım?.
Yerinden kımıldamıyan adam gene mukabele etmedi. Bir kaç saniye geçtikten sonra başını pencereden tarafa çevirerek.
- Of!..
diye haykırdı ve titriyen sesiyle şu sözleride ilâve etti:
— Yarabbi! bu ne hikmet?! Otuz senedir burasını bekliyorum... Meğer bu memlekette dilsiz mektebini görmek istiyen insanlar da varmış!. Hamdolsun, çok şükür yarabbi!.
Derdli adamın hali bana çok dokundu. Artık mektebi tedrisatı, her şeyi bıraktım. Bu otuz senelik dilsizler babasını dinlemiye koyuldum. Dinledikçe ezildim, gençlik ve insanlık namına ezildim. Hele bir muallim olduğuma sıkıldım. Burası ihmal ve teseyyübün, cehlin, vukufsuzluğun dilsiz çocukları gömdüğü bir mezardı!.. Yarabbi! Otuz senedenberi belki hiç değişmemişti. Mektebin yegâne sekenesi olan bu beş çocuk halâ ellerini, gözlerini ve kaşlarını kımıldatıp duruyorlar!. Fakat bunu kim ayıp-lıyabilirdi?! Bakınız müdürün anlattığı vak’alar ne kadar canlı, ne kadar acıklı şeylerdi:
— Ah Efendi oğlum! Soruyorsunuz ki dilsizler de tahsile heves var mıdır? Neden olmasın?! Bark şu çocuğa! İşte o, her gün buraya Eyip Sultan’dan gelir! Fakir, zavallı bir yetim! Bir ablası var. O da onun gibi fakir ! Her gün elin-
12 den tutar, ta evinden buraya kadar getirir, sonra gider, şu karşıkı viranenin otları üzerinde oturur. Akşamlara ka* dar... Bak şimdi oradadır!..
Kederli adam başını pencereden tarafa çevirdi. Teessr-den yaşarmış gözleriyle dilsizin ablasını aramağa başladı. Artık dayanamadım, kalktım. Sersem ve perişan bir halde kütüphaneden çıktım, uzaklaştım.. O tarihten beri dilsizlere çok tesadüf etmedim. Ettimse de görmemezliğe geldim. Sanki bunlar benim cinayetimin kurbanı olmuş biçarelerdi!.. O teessürü veriyorlardı. Şu dakikada ben dilsizleri yazarken elim titriyor! Bir gün dilsizlerden biri çıkıp ta bizi süründüren dillilerden bir intikam alalım, diye rasgele yakama sarılırlar diye korkuyorum!
İşte Şehremini’nin “var mı?„ dediği dilsiz mektebi vardır. O işte budur. Yine Şehremini’nin “dilsizleri mi?! Elimden gelse dillileri okuturum!,, derken düşündüğü “dilsizler,, dc onlardır! Şehremini’nin insanlık kafilesine seçtiği dilliler hep birden işte bizleriz!..
Hiç kimseye düşmanlığım yoktur; ne Şehremini’ne, ne de Şehremanetine!. Ben “Dilsizler! Dilsizler!,, diye dilsizleri insanlık haricine çıkarken tasnifle yine dilsizleri tahsilden mahrum bırakan kalp mantığın düşmanıyım. İşte dillilerde bu kafa varken buna dilsiz ne yapsın?
Çocuk
Çocukları yaşatalım...
“Akşam„1’ nevvelki günkü nüshasında “ üç sende yedi çocuk validesi „ diye bir fikra vardı: Bu fıkra bu gün ber hayat kalan evlât anası bir valideden bahsediyor; bu çocukların babası fakır bir muhacirdir, muhtacı muavenettir, hükümet ve memleket bunlara şefkatini göstermek mecburiyetindedir» diyor. İstanbul’da bir ayile tanırım ki sekiz çocuk sahibidir. Cenabı Hak bu ayilenin çucuk nüfusunu yakında dokuza da baliğ edecektir diyorlar... Baba beş yüz kuruştan fazla maaşı olmıyan fakır bir müezzindir. Valide gene hiç varidatsız ve servetsiz zavallı bir kadındır. Baba her akşam için beş okka ekmek parası olan seksen üç kuruş otuz parayı kazanmak için ayrıca rençperlik ediyor. Bu ayileye ayit gayet hazin bir vakayı burada hikâye edebilir miyim? Senelerce evvel, Milli Harekâtın henüz başlanğıcında bulu nuyoruz. Bir gün bu valideye yanında dört beş çocuğu olduğu halde rasgeldim. Manzara çok samimî ve çok acıklı idi. Gayrı ihtiyari:
— Hanım? İnşallâh Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a gelir de senin çocuklarına nafaka bağlar, dedim. Kadın bu sözlerimi çok hissetti. Ve onlara benim zihnimdekinden fazla ehemmiyet verdi:
— Ah, Byeim, Allah onun düşmanlarını kahretsin; ahllah Mustafa Kemalin ordularını muvaffak etsin; bütün bu yavrular onun emeline feda olsun... dedi. Hayat, mukadderat, büyük adamın iradesi... ne derseniz diyiniz; bu sekiz çocuk annesinin arzusunu yerine getirdi. Bundan üç ay evvel gene bu kadına rasgeldim. Gözleri gözlerimin içinde, çocuklarının nafakasını soruyordu... Hemen kendi ağzından bir istida yazdım. Bu istidayı Heyeti İlmiye içti-maına giderken Ankara’ya götürdüm. Aynı istidayı Darülfünun müderrislerinden maruf bir zat Muaveneti İçtimaiye Vekâletinde bulunan doktor Tevfik Rüştü Beye verdi ve tavsiyede bulundu Bu istidanın neticesi ne olduğunu henüz öğrenmedim.
Daha bir vaka ki hatırası hayatımın en müellim daki-kalariyle karışmıştır: Bundan dört sene evvelgünün birin de Çamlıca’da bir kadın üç çocuk birden doğurdu. Valide için çocuklar için yer, yurt yoktu. Harap bir evin çerçevesiz ve camsız odasına sığınmışlardı. Tahta parçaları yakarak çocukları ısıtmıya çalışıyorlardı. Biz bunu haber alıp imdada gidin-ciye kadar çocukların üçü de ölmüştü !..
Bütün bunları sayıp döküp ferden ferda merhametsizliğimizi iddia edecek diğilim. Milletteki sefalet fertlerdeki hissizliğin bir neticesi olduğunu söylemek istemiyorum. “Bir batında üç çocuk! „ fıkrasını Akşam’a yazdığımve Allah’tan bu çocukları ısıtmak için kömür ve çıplak vücutelrini sarmak için kundak istediğim zaman zegnin, fakir, kadın, erkek bir çok Akşam karileri matbaaya hücum etmişler, üçüzlere hediye göndermişlerdi...
Bu seri hassasiyet çocukların müdafaası, çocukların himayesi için milletimizin ruhunda ne sağlam bir merhamet kumaşı olduğunu ispat eder. Binaealeyh fakir çocuklar hakkında türk milletinin hissini, merhametini celbetmek için teşvike, tehyice de hacet yoktur. Bu şevk zaten mevcut ve bu heyecan kâfidir bile.. Çocuk müdafaası ve çocuk himayesinin nufus ve iktisat noktasından kayidelerini, neticelerini ilâna ve ispata da muhtaç değiliz. Bu gün tenakusu nufus ve tezyidi nufus bahsinde ortıya konulan en basit hakikat şudur: Bir memleketin nufusu doğurmıyan, ve doğurmak istemiyen kadınlarını zorlamakla değil, fakat tabiyetiyle doğan çocukları yaşatmakla artabilir.. Yine bu bahsin şayanı dikkat keşiflerinden biri de şudur: Nufusun eksilmesi aleltlâk tevellüdatm azalmasından değil, çouk vefeyatının artmasından ileri geliyor.. O halde bütün çocuk siyaseti yeni doğanları ve doğmuşları öldürmemek esbabını aramaktadır. Buna muktedir misiniz ? Değilseniz doğarın ly an, doğurmakta manevî bir zevk bulmıyan, çocuktan hoşlanmıyan anaları akılla, fikirle mantıkla, istatistikle zorlamakta bir fayide yoktur..
Acaba çocukları ölümden, ölmekten ve öldürülmekten niçin kurtaramıyoruz?! Bence bunun sebebi gayet basittir: Ferden ferda merhametli, hamiyetli, çocuk muhabbetlisi olmamıza rağmen biz Türkler, çccukları yaşatacak, fakir çocuk analarını doyuracak, tabiî bereketi tenasülleri teşvik edecek İçtimaî bir teşkilâta henüz malik değiliz! Bu teşilatsızlığın, eğer tarziyemde yanılmayorsam, en büyük zararını gören ve çeken şehirlerdir. Çünkü çocukları temiz havadan, eyi sudan, mikropsuz sütten ve fakir olan anaları babaları mahalle ve köy tsanüdünden en çok mahrum olanlar onlar, ö biçarelerdir. Halbuki köyde?.. İş daha başka türlüdür. Ben bir şehirliyim; farzediyorum ki İstanbul’un en güzel bir mevkiinde oturuyorum; fakat buraya gitmek için ne araba yolu ne de piyade yolu yoktur. Bu insan geçmiyen kaldırımları benim ve birkaç mahlelinin eline kürek alarak yapması mümkün müdür ? Bu koca yolu belediye yapmazsa ben nasıl yapabilirim?! Hatta vergimi muntazaman vermem, vatanî vazifelerimi günü gününe yapmam bu işde neye yarar?! Varidatın, servetinin menbaı olan arabaların tekerleklerini kır** dıran, ve insanların ayaklarını inciten bir belediyeniz faaliyette oldukça!.. ,
Demek ki bu çocuk asrında bu çocuk mezhebini gütmek, bu çocuk muhabbetini yapmak, ve bu çocuk nüfusunu himaye etmek için ihtiyaç “İçtimaî bir teşkilât„a’ dır. Bu teşkilât ister Hilâliahmerin bir şubesi gibi vücude getirilsin, ister Himayeyi Etfalin tevessuu şeklinde olsun, dayima “İçtimaî bir teşkilât,, mahiyetinde, millî bir tesanüt halinde tecelli etmelidir. Büyük bir kumandan yaratıcı dehasiyle milletin iradesini gene milletin halâsı için istimal ettiği gibi, aynı milletin iradesini müstakbel vatandaşları olan mini minilerin canını kurtarmak için de işletmek mümkündür ve lâzımdır. Bir zatin dediği gibi: Türkiye’de darül-eytamlar tesisi mevzuubahs değildir; Çünkü bu gün yetimleri ve muhtaç çocukları ile Türkiye baştan başa bir darüleytam-dır... Bu mübalağada çocuk vaziyetinin vehametini gösteren bir kasıt vardır.
Yetimde bir insandır!..
Darüleytamların mukadderatını düşünen insanların bir kısmı şöyle diyor: “ Bu çocuklar mademki yetimdir, fazla okuyacaklarına iş öğretsinler, konforu bilmesinler, meşakkate katlansınlar.. Mademki yetimdirler, anaları babaları yoktur, hayatın bütün mahrumiyetlerine alışsınlar ve illâ bu kadar temizliğe ve güzelliğe alıştıktan sonra betbaht olurlar!...,, yni fikirlerle darüleytamları tenkit ederek diyorlar ki: “Çocuklar bu tedrisatınızla fikir mesleklerine sevkediyorsunuz, halbuki bunlar esasen yüksek tahsil görecek derecede zengin değildirler: Konfora alıştırıyorsunuz, halbuki bu zavallıların ayilelerinde yatacak yer yoktur! Paranın, servetin imkânlarından istifade ettiriyorsunuz. Halbuki esasen fıkara çocuklarıdırlar! Hülâsa siz darüleytam mürebbileri, çocukları müstakbel hayatlarının sefalet ve zaruretiyle mütenasip bir surette yetiştirmiyorsunuz! Onların ayilesini, mazisini, İçtimaî sınıfını nazarı itibare almıyorsunuz! Çocukları bozuyorsunuz!,,.
On seneden beri memleketimizde darüleytam teşkilâtı etrafında yapılan bütün itirazların ve yapılan bütün hücumların belli başlı fikri ve felsefesi işte bu garip mülâhazadır. Bu tarzı telâkkiyi kısa bir sözle ifade edebiliriz: “Yetimi yetim bırakınız!.» Darüleytamlara yetim olarak gelenleri gene yetim olarak çıkarmak, işte darüleytamlar için gayet kuvvetli, ve gayet müessir olan telâkki. O derecede ki günün birinde İstanbul şehri düşman kuvvetleri tarafından işgal edildiği ve yetim yuvaları basılarak üç bin yetim sokağa döküldüğü gün hepsini saraylara yerleştirmek suretiyle hayatlarını kurtaran adamı düşürmek için de aynı mantğı, aynı silâhı kullandılar, dediler ki:
— Bu adam çok çalışkan, çok iyi bir müdiri umumî, fakat fena mürebbi.. Çünkü yetimlerin erkeklerini “ Bey „ kızlarını “ Hanım „ yapıyor; her yetimin kat kat çamaşırı, tertemiz karyolası var! Yetimlere bulgur çorbası yerine et ve tatlı yediriyor. İşçi, rençber yapacak yerde muallim ve lise talebesi yapıyor? Bu sefahat, ve bu israf yetim lerin atisi için büyük bir tehlikedir...
Bu satırları yazmadan üç saat evvel görüştüğüm kıymetli bir maarif adamımız ise Balıkesir’deki darüleytamm müdürü bulunduğu zamana ayit hatıralarından bahsederken diyordıki:
— Bana en çok yetimlere et ve tatlı yedirdiğim için hücum ettiler! Hücum edenler arasında maatteessüf münevverler de vardı. “Niçin bulgur çorbasiyle beslemiyorsun?! diyorlardı!. Yetimlerin iyaşe ve ibatesine aiyt her ne teceddüt yaptımsa kabul etmediler. Ve evlerinde ğörmedikleri şeylere alıştırmak muzurdur dediler!..
Hülâsa yetimler bahsindeki bu zihniyet umumî ve saridir. Bu yalnız cahillerde değil, bir dereceye kadar münevverlerde de vardır. Ben darüleytamların teşkilştını bu tarzda tenkit ve tezyif edenlere çok rasgeldim. Teessüf ederim ki bu haleti zihniyenin menşei ne İçtimaî bir endişe, ne de İlmî bir mülâhazadır, bu sırf inhisarcı bir kafanın mahsuludur.
“Yetimleri yetim bırakmak!» düsturu bir terbiye düsturu değil, artık yıkılması lâzım gelen bir hürafedir. Çünkü bu düsturun menşei ahlâkî bir mülâhaza değil, tarihî bir hürafedir.. Düşünelim ki, “yetim de bir insandır ve her insan ğibi cemiyetin bütün nimetlerinden hissedar olmak hakkım taşır». İnsanları zengin ve fakir, kibar ve avam, şehirli ve köylü, beyaz ve siyah... gibi farklarla ayırmak musavatçı bir millette nasıl mevzuubahs olabilir?. Müsavatçılık demokrasinin temelidir. Eğer bu müsavatçılık bilfiil tahakkuk etmezse demokrasi yalan olur!. Sonra mademki Türk-ler hukukan müsavidirler, o halde anası babası olan türk ile olmıyan türk arasında hiç bir imtiyaz farkı olmamak lâzım gelir.
Her Türk müstayit olduğu ve arzu ettiği mesleği intihapta serbes olmalıdır. Herkese her çocuk veya gence mesleğini kabul ettirecek olan kuvvet, ne ebeveyni ne de hükümet olmalıdır; Fert bu mesleği kendi kendine, kendi kuvvet ve kabiliyetlerinin tabiyetine ve istikametine göre serbesce intihap edebilmelidir. Bunun için ferdin kuvvet ve kabiliyetlerini inkişaf ettirecek müessiseleri bir hükümet adamı sıfatiyle hazırlamak mecouriyetindesiniz. Bu kadar da değil; fertlerin o müessiselerden istifadesi imkânını da temin edeceksiniz. Mademki bir demokraside insanla insanın kıymet ve şeref itibariyle hiç bir farkı yoktur, ve madem ki her fert kendi kuvvet ve kabiliyetini inkişaf ettirmek hususunda serbestir; o halde yemek, içmek, giyinmek, okumak, yazmak, fikir ve iş mesleklerinden birini intihap etmek hususunda yetimde niçin hürriyet ve hak tasavvur etmiyorsununz?! için bir yetimden bir çiftçi, bir demirci olacağını tasavvur ediyorsunuz da bir kumandan, bir avukat ve bir kimyaker olabileceğini kabul etmiyorsunuz? Yoksa yetimlerde yetimlikle beraber uzvî bir noksan olduğunu mu tasavvur ediyorsunuz?!.
Her halde yetimi bütün diğer insanlardan ayırmak yanlıştır. Yetim de bir insandır ve bütün insanlar gibi, kıymetli ve şerefli bir insandır, babası, anası, serveti, evi malikânesi olmamak insanlar için kabahat olsa bile, yetimin değildir! O halde kendi çocuklarımız için reva görmediğimiz bir hayat tarzını diğerlerinin yetim kalan yavruları için hiç reva görmiyelim. Bütün insanlar gibi yetimlere de inkişaf, terakki, tekâmül kapılarını açalım ve bırakalım girsinler...
■— Bütün yetimler yalnız fikir mesleklerine mi hazırlansınlar?!
Bu suali sormayınız. Çünkü kaldırmak istediğimiz şey “inhisarcılık»’tır. “Bütün yetimleri hep işçi yapalım!» demek nekadar yanlışsa, “bütün yetimleri fikir adamı yapalım demek te aynı derecede yanlıştır.. Biz “yetim» diye bir sınıf bilmiyoruz ve kabul etmiyoruz ve yetimlerle yetim olmayanlar arasında da hiç bir fark gözetmiyoruz. Onun için bütün yetimleri terbiye edelim ve hangisi neye müstayitse onu olsun... Olacakları şeyi tayin edecek olan hâkim, yalnız istidatlarıdır. Yoksa biz değiliz! Biz sadece istidat dediğimiz bu tabiî sermayeyi azamî derecede neşvünüma ettirmiye memuruz...
Şu takdirde yetimlerin mektebi alelâde mekteplerden hiç farklı olamaz. Bunun farkı olsa olsa hususî ve ayilevî bir terbiye ile umumî ve resmî bir terbiye farkı olabilir ki cemiyetler içersinde İkincisi en tehlikesiz olanıdır. Hususiyle devlet burada yetimlerin doğrudan doğruya babası, vasisi mevkiinde bulunuyor. Zengin, şehirli, münevverlerin çocukları için tavsiye ve tedarik ettiği maarif nimetini yetimlerden, yani kendi çocuklarından esirgeyemez?.. Bu mülâhazaya binaen “ yetimi yetim bırakmak „ düsturu yerine “yetimi yetim bırakmamak» düsturunu koymak lâzım gelir. Bunun aksi ne haktır ne de adalet.. Gene soruyorlar ki:
— Fakat yetim hiç meşakkata alışmasın mı, yetim kuru tahta üzerinde yatmıya alışmasın mı?.
— Evet efendiler, alışsın; fakat yetim olmıyan her çocuk gibi! Çünkü icabında meşakkati çekmek, bulgurla tagaddi etmek, ve kuru tahtalar üzerinde yatmak için. Fakat her insan gibi aynı yetim neden rahata da alışmasın, neden et ve tatlı yemesin, neden temiz karyolada yatmayı öğrenmesin ve neden İçtimaî meslekler arasın en müstayit olduğuna hazırlanmasın? Buna da siz cevap veriniz!.
Tarihte tahsil bir inhisardı, meslek intihabı ayile ve
■verasetle mukayetti. Yeni cemiyetlerde ne bu inhisar nede bu kayıt yoktur. Herkes bir ve herkes meslek intihabında serbestin Yetimler ise bu kayideden hiç müstesna olamazlar. Çünkü vasileri develet yani bütün milletin iradesidir. Dikkat edelim, softanın elinden aldığımız taassubu ukalâların idaresine bırakmıyalım, bundan, bu inhisarcılıktan yalnız yetimler değil, bütün hayat mutazarrır olur.
Sokaktaki Çocuklar!
Dün öğle zamanı Edirne Kapısı’ndanberi yaptığım bir gezinti neticesinde çok yorgun bir halde Fatih meydanına varmıştım. Meydana bakarak açık hava kahvelerinden birinde oturtum. Kundura boyacılığı eden dokuz yaşında sarışın gözleri parlıyan bir çocuğa iskarpinlerimi boyatıyorum. Pek te fazla düşümiyerek sordum:
— Nasıl günde elli kuruş kazanabiliyormusunuz?
Çocuk acıklı bir tavırla başını soluna çevirdi:
— Ne gezer! yirmi kuruş kazanırsak iyi! Sabahtanberi beş kuruş aldım!..
Dedi. Tekrar sordum:
— Şehzade taraflarına gitmiyormusunuz ?
— Hayır, belediye bırakmıyor!.
Çocuğun babası, anası kardeşleri, olup olmadığını, nerede oturduklarını, hangi mektebe gittiklerini, daha doğrusu niçin gitmediklerini sormıya luzum yoktu. Çünkü alınacak cevabın ne olduğunu bu gibi çocuklara sora sora artık öğrenmiş bulunuyordum. Yalnız bu ufak temastan sonra köyde şehirde, irili ufaklı çok tesadüf edilen bu fakir sınıfın hayatı, mukadderatı üzerinde zarurî olarak tekrar düşün-miye başladım. Hürriyet ve müsavat temelleri üzerine yeni devletin binasını kuran türk milleti için, babasız, anasız, şehit çocuklarını, fıkara yavrularını elinden tutmaktan daha; mukaddes ne iş olabilir? Türk milletinin İnsanî duygularından, yüksek, zengin insanlık fikirlerinden kim şüphe edebilir?. Denilemez ki bu sefaletin menşei kalpsizliktir! Hayır, bu sefaletin menşei sedece teşkilatsızlıktır. Bir milletin çocukları için cemiyetsiz kalmak felâketlerin belki en büyüğüdür. Çocuk kendi kendini yetişdiremez. Çocuk ehlî bir fidandır, mutlaka, mutlaka adam denilen bahçıvanın ihtimamına muhtaçtır.
Şu halde “ bizde çocuk duygusu var ise de çocuk teşkilâtı için fikir yok!,, demek lâzım gelecek. Fakat bakalım bu fikir de doğru mu?. Türkiye matbuatında çocuk himayesini mevzuubahs eden sayifeler az değildir. Himayeyi Etfal cemiyeti ise millî bir müessise olarak mevcuttur. Yeni Türkiye senenin bir gününü çocukların yardımına vermiştir. Daha bir çok ispatlar ve işaretler var ki Türkiye’de çocuk himayesi fikri mevcut olduğunu gösteriyor: Ancak bir nokta var. Fikirler hep bir çeşit değildir. Fikirden fikire fark vardır. Hatta meşhur Fransız feylesofu Alferd Fouillée fikirleri ikiye ayırarak “ kuvvet fikirler „ ve “gölge fikirler» demişti... Gerçi her iki nevi fikir bir ismi taşıyor. Fakat ruhdaki işleri bir değildir:
Gölge fikirlerin hayatta canlı bir rolü yoktur. Bunlar yalnız öğrenilen fikirlerdir. Halbuki canlı fikirler duyulan, yaşman fikirlerdir. Bunların işi hafıza ve muhakememizle değil, irademizle ve faaliyetimizledir. Bir fikir ki insanı teşebbüse, icraata sevketmez, o cansız, ölü fikirdir, sadece bir zekâ ve mantıktır... Gerçi bizde çocukları himaye fikri vardır, fakat bu henüz tamamiyle kuvvet fikir hâline gelmiş değildir. Daha ziyade zihnimizin yüzündedir. Onun için fakir çocuklara yapacağımız en büyük hizmet onların ihtiyacını bir “kuvvet fikir» haline getirmektir. Bu husustaki tavsiyelerim şunlardır.
-
1 — Herşeyden evvel ufak çocukların zekâsı ve kabiliyeti hakkmdaki fikrimizi tashih etmeliyiz. Çocuklar insanların ufalmışn numuneleri değildir. Onlar nevinde münferit, kendilerine göre hayatları, kabiliyetleri olan mini mini mahlûklardır.
-
2 — Yedi sekiz yaşında bir çocuk sade tahsil için bir talebe değil, istihsal ve iktisat kuvveti hiçte yabana atıl-mıyacak olan bir amildir. Binaenaleyh cemiyet için pek fayideli olan bir takım işleri bu çocukların kuvvetlerinden istifade ederek yaptırmak pek mümkündür.
-
3 — Çocukları himaye için büyük mikyasta teşebbüslerde bulunamamızm bir mühim sebebi de Avrupa’da ve Amerika’da bu gibi işler hakkındaki teşkilâtı bilmememiz-dir. Avrupa’da bilhassa şimal memleketlarinde meşhur İsviçreli terbiyeci Pestalozi’ nin tasavvur ettiği gibi işle tahsili birleştiren mektepler vücude getirmişlerdir. Buralarda çocuklara sepet, marangozluk, terzilik, oymacılık, dokumacılık... her şey öğretirler. Sonra kendilerine mahsus dükkânlarda satarlar. Bu gibi müessiseleri iyiden iyiye tetkik etmeliyiz. Bu tetkik o derece müşahhas olmak gerektir ki müessiseleri götmiyen türk müteşebbisleri tarafından da yapılması mümkün olsun..
-
4 — Bütün bu teşebbüsler için memleketin bu günkü vastalanndan istifade etmelidir. Maksat zengin bir memlekette muhteşem dershaneler veya iş odaları vücude getirmek değil, yüz binlerce türk çocuğunu bu günkü sefaletlerinden kurtarmaktır O halhe zaten mevcut ve metruk olan mescitlerden, medreselerden neden istifade etmiyelim?
-
5 — Diğer bir imkân olmak üzere bu nevi faaliyetleri meselâ yemeni, ufak halı, mozayık... gibi orjinal türk motiflerini taşıyan el işlerine sevketmek mümkündür ki bu suretle işlerin ecnebi memleketlerine ihraç kabiliyetini arttırmış oluruz.
-
6 — Çocukları himaye tesisatımızı Hilâliahmer ve tayyare teşkilâtı gibi memlekete yaymakta mutlaka hayır vardır. Bu gün sokaklarda sürünmekten kurtulan bu çocuklar arasından yarın bir dâhinin zuhur etmiyeceğini kim iddia edebilir? Yahut bunun aksini ispat edebilecek İlmî bir kuvvet var mıdır?..
Çocuk maarifine olan ihtiyaç
“ Çocuk maarifi „ tabiri evvelâ kulağa ve zihne garip geliyor, fakat bahse yaklaştıkça munis bulacaksınız. Çocuklar zannedildiğinden faşla okuyucu ve iyi yazıları seçici insanlardır. Çocukluk devri kızğın bir muhayyile devridir. ■Çocuk hayalini kımıldatan her yazıyi okumak okutmak ve dinlemek ister. Hele hayatla, hareketle münasebeti olan her mevzu onun dikkatini uyandın. Çocukluk devri faaliyet devridir. Çocuk ezeldenberi oyuncaklarını kırar, aradığı şey hep eşyanın içi, sırrıdır.. Çocukların en koyu metafizikci-ler gibi en mutlak sualleri sormak ve cevap istemek tabî-atinde olduklarımda unutmayalım... Bizim çocukluğumuz İliç te talihli bir devir değildi.
Muhayyilemizin ateşini söndürmek için çok kere harekeli masallara bile muhtaç oluyorduk!.. Gerçi bunların arasında halk menbah, millî ruhlu esirler de vsrdı. Fakat yirminci asırda yaşıyan bir milletin çocukları ruhunun bütün yiyeceğini millî de olsa bu harekeli masallardan alamazdı. Nihayet günün birinde (Çocuklara mahsus gazete) imdadımıza yetişti. O iptidaî mecmua karikatürleri, sergüzeştleri ve renkli kâgıtlariyle bizi âdeta teshir ediyordu. Bu gün bile o mecmuanın bazı resimlerini hatırhyabilıyorum.
Hulâsa çocuk, meraklı bir okuyucudur. Bunu böyle kabul ettikten sonra inkılabımız için acaba büyük bir vazife meydana çıkmaz mı ? Bu büyük “küçükler kitlesini« en eyi, en güzel vasıtalarla okutmak lazım değilmidir ?. Bu vazifede muvaffak olmak için her şeyden evvel çocuk ruhunun ihtiyaçlarının göz önünde bulundurmalıyız. Bazı kimseler çocuklar için kitap, gazete ve yazı deyince bir yığın bayat nasihat reçeteleri düşünürler! Bu ne şaşkınlıktır!..
Doğrudan doğruya verilen ve haplar gibi yutturulmak istenilen bu sözlerden çocuklar için fayda beklememelidir. Bazı ukalalarda “ Kıssadan hisse almalı „ fikrini takip ederler, hayvanları konuştururlar, olmıyacak şeyleri olmuş gibi gösterirler, sanki bütün bu yalanlar süzülüp bir ahlak ve fazilet olacakta çocukların kalbine akacak!.. Çocuklara masal söylemek, masal okutmak zannedildiğinden çok nazik ve mes’uliyetli bir iştir. Evet, çocukların kızğm bir muhyile sahibi olduğunu, çocukların tahyilden zevk aldıklarını hep biliyoruz. Fakat çocukların bu muhyilelerini deli saçmala-rile çıldırtup yakmaktada ne çocuk ne de cemiyet için bir fayda yoktur.. Muhyile gibi bir kuvveti “ tahrik „ etmekle “ terbiye ve tanzim „ etmek bir şeymidir acaba ?!. Ben bu bahısta dayıma Jan Jak Rosunun, lafontik masalları hakkın-daki tenkitlerini hatırlarım, o tilki ve karga manzumesini hatırlayınız. Çocuk peyniri ağzından kaptıran karğadan safdillik zararlarınımı öğrenecek? ya tilkinin hilekârlığını öğrenmeyi tercih ederse?!.
Gerçi mesele bu değil. Hatta bence çocuk her ikisini de öğrenir, çünki ikiside bir fikir, bir hadise ve bir imkândır. Bunları bilmekte mutlaka zarar vardır denilemez-Fakat lazımdır ki çocuk yalınız doğruluğu ve iyiliği sevsin-İşte asıl terbiye, asıl ahlak budur.
Şu halde çocukları müstefit etmek için onların karşısına geçip mutlaka ehlak dersi vermek yahut kafalarını harcialem masallar ve yalanlarla doldurmak lazım değildir-Kabul edelim ki “ hakikat en büyük mürebbidir. „ Çocukları doğrudan doğruya yahutta dolayisiyle hakikatla temasta bulunduralım. Bunun için vasıta yalnız yilan ve fil hikâyeleri değildir. Yirminci asırda makine, ev vesaitinakliye..-Her şey her şey, bu hakikatin içindedir. O halde esk* eşya derslerini ve yeni tabiat derslerini “hakikat dersleri» şekline sokarak bunlara çocuk edebiyatında mühim bir mevki ayırmak doğrudur, çocuk muhayyilesine hitap edecek yazılara gelince: Burada en mühim hisseyi tarihe, seyahatnamelere, hakikî sergüzeştlere, vukuata vermek kadar doğru bir şey olamaz. Ben İngilizce çocuk edebiyatında çok rasgeldiğimiz güzel resimli peri masallarına doğrudan doğruya taraftar değilim.
1 Çocuk için masal gayet tehlikeli bir şeydir. Fakat çocuk için iyi yazılmış gerek tabiî, gerekse İçtimaî vak’alar kadar canlı ve istifadeli bir şey olamaz, muhayyile bahsinde en büyük hisseyi fennî, sınaî ve bediî ihtiralara ayırmak en doğru şeydir.
ilk tedrisat programlarının tarafımdan yazılan resim müfredatındaki tezyini, hayalî, ezber resim idmanlarından maksat hep budur. Bu sahede maarifimiz için yapılacak inkilâp bu usulleri sadece neşretmektir. Bu günün çocuk terbiyesinde “ kendi kendini yetiştirmek „ usulünü kabul etmeli, çocuğu elleriyle çahşıp fikrî ihtiralar vücude getirmek fırsatlarına mazhar etmelidir.
“El işi dersleri» serlevhasiyle on altı senedeberi Türkiye maarifinde teşhir ve müdafaa ettiğim fikrin etrafında bu gün nispeten müsayit, hatta bir derecede muhabbetli bir muhit hasıl olması beni çok sevindiriyor. Fakat bu sayi-felerde iddia ediyorum ki şimdiye kadar elişi namına memleketin mekteplerinde ciddiden ziyade gösterişe ehemmiyet verildi. İşi çocuk için ve tekâmül namına değil, hariç için yahut mektep için yaptırdılar. Şüphesiz bu tedrisatın hikmet ve mantığını kavrıyan mürebbilere sözüm yoktur. Fakat umumiyetle tedrisat mevzuubahistir. Bunun yegane sebebi henüz memleketimizde gerek maarif memurlarından gerek mürebbilerden mürekkep bir elişi mutahassısları zümresinin teşekkül edememiş olmasıdır. Bir de “ elişini » is' 13 mine bakıp ta ellerin işi zannetmek yanlıştır. Bir iş saltanatı olan demokrasi on altı senedir işidilen sesimizi elbette herkesten fazla dinleyecektir. Biz “ elişleri muallimleri mektebinin „ tesisini ve Harbiye Mektebinden zabit yetiştiği gibi buradan da iş ordusunun küçük zabitleri yetişmesini bekliyoruz.
Bu fikirler etrafında bütün bir milletin çocuk terbiyesi prorgamı hazırlanamaz mı? . Geçen gün bir gazetede Maarif Vekili Mustafa Necati Beyin Kılıç Zade ile mülâka-tını yazan satırlar arasında Maarif Vekilinin mektepte inzibat usûlleri hakkmdaki sarih ve tamamiyle gelişi güzele söylenilmemiş olan bu sözlerinden çok ümitlendim. Türkiye Cumhuriyeti maarifi bütün cihan milletleri arasında çocuk ruhiyatına birinci derecede riayetkâr bir çocuk harsinin temelini atamaz mı? Hatta Türkiye maarifi bu itibar ile bir hususiyet bile gösteremez mi?.., Acaba Türkiye’de bunu yapacak adamlar yok mudur?
Çocuklarımızı evde nasıl terbiye edelim ?
Bazı anneler ye babalar bana soruyorlar: “Çocuklarımızı evde nasıl terbiye edelim?,,. Bir çocuk sahibinin böyle bir müracaatı şüphesiz ki şayanı dikkat bir seviyeyi gösterir. Bu memlekette cisim hastalığı için bir doktora müracaat etmiyen, doktoru ve doktorluğu hakir gören insanlar vardır. Ruh hastalığı, terbiye derdi için bir terbiyecinin fikrini almak istiyenler ise yok denilecek derecede azdır.. Bu böyle olmakla beraber “Çocuğumuzu nasıl terbiye edelim?,, sualini soranlar çocuklarında muayyen ve müşahhas ibr kusurun tashihi çaresini araştırmıyorlar, suallerini hep umumî olarak soruyorlar. Bu umumî suallerin illetini araştırdım. Bulduğum illet şudur: Bu anneler ve babalar çocuklarını “ terbiye etme„’yi meselâ bir ana mektebinde olduğu gibi ancak muayyen aletler, şarkılar, oyunlar... vastasiyle olur farzediyorlar ve çocuk ana mektebinde değil, evde olduğuna nazaran ne gibi aletlerle onu terbiye etmek lâzım geldiğini anlamak istiyorlar.. Ne garip telâkki!.. Zannetmiyiniz ki ben çocuğun eline verilecek olan bir kaç tahta parçasının, hele bir kaç renkli kalemin onun zekâsı, onun yaratıcı hayatı üzerindeki tesirlerini anlamıya-cak derecede dikkatsiz bir adamım!. Hayır.. Bunlar iyi, yapınız ve yapa dursunlar.. Fakat terbiyenin illetleri daha büyük ve daha bünyevîdİr. Çocuk “Froebel hediye„’lerinden mahrum kalabilir. Ezcümle fakir çocuğun eline kâğıt kalem de geçmeyibilir. Zanneder misiniz ki her şey, hususiyle terbiyenin en mühim fırsatları artık kaybolmuştur?.. Hayır, çünkü terbiyeyi vucude getiren asıl kuvvet, İçtimaî hayat denilen şe’niyettir. Çocuklarınızı iyi ve asil bir terbiye sahibi etmek mi istiyorsunuz, her şeyden evvel iyi ve asil bir “yuva„ sahibi olunuz. Adi ve sefil bir evde ali ve asil duyguların yaşıaycağma inanmayınız [3]. Eviniz, eşyanız fakir olabilir, ama hakir olmasın.. Perdeniz basmadan, yemek masanız çam ağacından olabilir, ama temiz ve güzel olsun. Bütçeniz dar, yemekleriniz basit olabilir, ama sarfiyatınız makul, tagaddiniz sıhhî olsun.. Hülâsa, her şeyden evvel evinizi mutlaka evinizi is'âh ediniz. Ondan sonra yapabileceğiniz en büyük İslâhat nefsinize ayit olacaktır. Bir çocuktan henüz almadığı ve kazanmadığı terbiyeyi istemeyiniz. Bizzat siz bu terbiyeyi, bu inceliği taşıyor musunuz? Her şeyden evvel ayilenin fertleri arasına emniyete, adalete taksimi amele, iniscama ayit bir inzibat koyunuz. Tâki çocuklar kendilerini ahlâk bağlarına bağlanmış bir muhitte hissetsinler... Ucu] bucağı bulunmuyan bu dükkân oyuncaklarını vermiye mecbur değilsiniz. Asıl oyuncaklar evin eşyasıdır. Sandalyeler, masalar, minderler, kitaplar, kalemler ve bahçedeki taş ve toprak... Hatta çacuğun kendi karyolası, yastığı... bile onun için en canlı, en cazibeli oyuncaklarıdır. Elverir ki çocuk bunlarla oynarken siz şu veya bu alâka ile ona mani olmayınız. Bilâkis onlarla oynamayı ve sıra geldikçe de onları kullanmayı öğretiniz. Emin olunuz ki onun için en hakikî oyuncak ona ayrılacak bir odanın içindeki mini mini karyola, hep mini mini gardrop, sandalye, masa, yazıhane ve tuvalettir.. Yavrularınızı böyle bir odaya mazhar etmek kudretini taşı-yormusunuz, dünyanın en mes’ut anası yahut babası siz olursunuz, dünyanın en mes’ut çocuğu da mutlaka sizin çocuğunuz olacaktır. Oyuncak... derken beni büsbütün oyuncak aleyhtarı sanmayınız. Çocuklara mutlaka oyuncak almak isterseniz irisini, mutlaka hakikîsini alınız, mutlaka kullanılabilecek gibisini alınız. Hülâsa her şeyden ziyade ve her şeyden evvel çocuğu hakikatle temasta bırakınız. Bir yandan hakikî bir ayile hayatı, bir yandan bu hakikî ayilenin içinde çocuğun hayatı ve hürriyeti için terkedilmiş olan hakikî eşya... İşte çocukların hakikî tekâmülü için müsayit olan en kuvvetli vasıtalar bunlardır.
2 Bu vasıtalar gözünüzün önünde ve ayağınızın altında durup dururken onları dışarıda ve başka yerde fabrikatörlerin kafasında, mevhumecilerin iddiasında aramayınız..
Çocukların oyuncakları
Oyuncakla çocuğun alâkasını herkes bilir. Oyuncaklar çocukta faaliyetin en mühim sebeplerindendir. Fakat “Hangi oyuncaklar? „ sualine cevap vermek kolay değildir. Bununla beraber belli başlı noktaları tespit edebiliriz. Bence en mühim mesele şudur. Nasıl oyuncaklar alalım diye düşünmeden evvel, çocuk için zarurî olan oyuncakları, meşgaleleri tespit etmek lâzımdır. Bahçe bu vasıtaların başında bulunuyor. Bahçede mutlaka bir miktar kum yığıntısı bulunacaktır. Bu kumdan çocukların istifadesini temin içinde mutlaka ufak kürek ve kova gibi şeylere ihtiyaç vardır* Avrupa’da umumî parklardaki çocuk bahçelerinin ve kum havuzlarının hikmeti vücüdu budur. Evin içine gelince bence en mühim olan şey takozlardır Dört köşe dört köşe kesilmiş olan tahta parçalariyle çocuk için mükemmel oyuncak vücude getirilebilir. Yalnız mağazalarda satılan hazır tahta parçaları “Konstrüksiyon,, kutuları bu maksat için kâfi gelmez. Çünkü bunlar umumiyetle pek ufak parçalardan yapılıyor. Bilâkis inşaat işlerinin büyük parçalarla yapılması çok faydalıdır. Bir çocuk mevzuu yaptığı zaman hiç olmazsa yân boyuna varmalıdır. Onun için hazır satılan kutuları örnek yaparak marangoza büyük mikyasta yaptırmalıdır. Ufak bir keserle çivinin çocuk için en mühim bir vasıta olduğunu kabul etmelisiniz. Çocuk ekseriya yalnız olarak bazen de büyüklerin yardımiyle çalışarak bu vasıtalarla bir takım oyuncaklar vücude getirecektir. Arabalar, muumiyetle vasıtayi nakliyeler çocuk için belli bşalı cazibe mevzuudur. Ancak bu oyuncakların pek mini mini değil, çocuğun yaşiyle mütenasip ve tehlikesiz bir surette kullanılabilecek olması şarttır. Çok kapalı, mihanikiyeti çok gizli oyuncakların tavsiyesi mahzurludur. Çocuk haklı olarak bu mihanikiyetleri arıyacak ve o sırada oyuncağını behmehal kıracaktır. Netice hem zararlı hem de çocuk için kederli bir neticedir. Son yirmi otuz senedenberi çocuk oyuncaklarının resimlerinde bir tekâmül vücude gelmektedir. Şekiller mütemadiyen basitleşmektedir. Tafsilât, teferruat yerine daha ziyade ana hatlar ve bariz renkler kayim olmaktadır. Bu günkü oyuncak fabrikalarının mamulâtı ne mürebbileri ne de bizzat çocukları memnun edebilecek bir halde değildir. Çünkü ouyuncak amilleri bizzat mürebbiler yahut çocuklar değil, yabancılardır. Gerçi pedagoçya oyuncak fabrikalarına hulul etmek için çabalıyor. Fakat henüz bu hulul vaki değildir. Halbuki bilzat ¿nneleri ve müreb-biyeleri çocuk için oynncak imaline davet etmek çok doğru: bir harekettir. En sabit ve en mütevazi vasıtalarla çocukları çok eğlendirebilecek oyuncaklar vücude getirmek mümkündür. Elverir ki bun nümuneleri yaparken yalnız fabrikatörün değil, büyük adamın ihtiyaçları da hâkim olmamalı,, çocuğu nazar itibara almalıdır.
Çocukların odası
Bizde çocukların terbiyesiyle yakından meşğul olan anneler çoktur. Çocuklarının terbiyesini mürebbiyelere teslim edenlerin sayısı nispeten azdır. Onun için bu bahis üzerinde annelerle hasbihal etmek faydasız değildir. Garip şey, bir çok anneler “Çocuğuma nasıl bir terbiye vereyim?,, diye soruyorlar ve terbiye gözlerinde esrarlı bir şeydir!.. Hele bu terbiyenin vasıtaları msvzuubahs olunca daha çok müteretddittirler. Hangi oyunlar, hanği oyuncaklar, hangi kitaplar ?..
Halbuki çocukta şahsiyetin teşkkülü, haysiyetin, mesuliyetin vücude gelmesi hatıra gelmiyen basit vasıtalarla oluyor. Bence oyunlardan ve oyuncaklardan daha mühim olan şey çocuğun odasıdır. Her şeyden evvel şu yanlış fikrimizi tashih etmeliyiz: Çocuk ne küçülmüş bir adam, ne de büyük adamın ufak bir nümunesi dir. O, nevinde münferit, nev’i kendisine münhasır bir mevcuttur.
Binaenaleyh çocuk büyükler tarafından mütemadiyen tamamlanması lâzım gelen bir eksik değil, umumiyetle knndisine kifayet edebilen tam bir mahlûktur. Terbiyede
bütün mesele bu eksik mahlûku tamamlamak değil, fakat bu tam mahlûkun gene tam şekilde istihalesini temin edebilmektir. İşte bu terbiyenin ilk muhiti ayile olduğuna göre en mühim vasıtalardan biri çocuğun odasıdır. Ayilede çocuğun müstakil bir odası olmalıdır. Şayet bu mümkün değilse muayyen bir oda içinde çocuğun kendisine mahsus eşyası bulunmalıdır.
Bu odada aranılacak şey en mühim şartlardan biri şüphesiz sıhhattir. Fakat bu kadarı kâfi değil, çocuğun odası bir oyuncak gibi taklit oda değil, hakikî bir oda olmalıdır. İçerisinde eşya hakikî ve kullanılabilir eşya olmalıdır. Karyola, gardrop, lâvabo, sandalye, masa-., gibi. Şüphesiz ideal, bu eşyanın çocuk tarafından kolayca kollanabilecek gibi alçak, küçük, sade ve dayanıklı olmasıdır. Şayet bu mümkün değilse, büyük insanlara mahsus olan eşya da zarurette çocuklara tahsis olunabilir. Bir çocuk odasının eşyası hususî bir mo-bilye fikrini ifade eder. Avrupa’da onunla bilhassa oğraşan ressamlarda vardır. Bu eşyanın yegane sahip ve hâkimi çocuk olacaktır. Çocuk tasarrufun bütün mesuliyet ve selâ-hiyetlerini taşıyacaktır. Çocuk odasının eşyası hakikatten ibaret olduğundan bu eşyanın tertip ve istimali tamamiyle büyük adam eşyasının aynı olmalıdır. Odanın ortasını dayima açık bırakmak lâzım gelecektir. Çünkü çocukla büyük adamı ayıran şiddetli oyun ihtiyacı bu boş mesafeyi zarurî kılar. Bu odanın irçerisinde oyuncakların muhafazasına mahsus birde dolap yahut raf bulundurmak pek muvafıktır. Çocuk odaları ressamları odanın duvarlarına dayima itina etmişlerdir. Bu duvarların yağlı boya olmakla beraber üzerinde çocuk hayatını tasvir eden mevzular, hikâyeler, yahut hayvanlarla süslenmesi muvafıktır. Bir odaya ve müstakil sşyaya malik olan çocukta ahlâkî şahsiyetin teşekkülü şayanı hayret derrecede çabbuk olur.
Çocuğun terbiyesini soran anneye cevap
Bana çocuğunuzun terbiyesi hakkında müracaat ediyorsunuz. Benden bu terbiye için faydası olacak amelî kayideleri soruyorsunuz. Bu sizin hakkınız olabilir. Benim de sizden istediğim bir şey var: Tavsiyelerimi dikatle okumanız ve bir kere tecrübe etmedikten sonr harcı âlem fikirler gibi yabana atmamanızdır. Siz bana muayyen vakalardan ve meselâ çocuğunuzun muayyen itiyatlarından bahsetmiyorsunuz. Yalnız çocuğunuz hakkında umumî tavsiyelerde bulunmamı istiyorsunuz. Şu halde siz de çocuğuna ideal bir terbiye vermek istiyen her ana gibi iyi ve güzel usuller keşfetmek sevdasındasınız. O halde size en az ehemmiyet verilen fakat en büyük farkları vücude getiren bazı sebeplerden bahsedeceğim. Bu sözlermi muhayyilesi kuvvetli bir nazariyecinin tasavvurları olarak değil, çocuk terbiye etmiş bir adamın amelî tavsiyeleri olarak kabul edebilirsiniz.
Bir kere şu hakikati kabul ediniz ki çocuğumuza istediğimiz gibi terbiye vermek bizim elimizde değildir. Çünkü o, muayyen bir cemiyetin içinde yaşıyacaktır. Onun münzevi ve bedbaht olmaması için muhitini nazarı itibar e almak mecburiyetindesiniz. Bu itibarla çocuğunuz mümkün olduğu kadar mükemmel ve mücehhez bir türk çocuğu olacaktır. Bnnda şüphe yok. Fakat asıl mühim olan mesele başkadır. Bukünğüayile hayatımıza göre çocuk tamamiyle bizim nüfuzumuzun altında kalmıyor. Yeni hayatın temas ve ihtilât yolları çoktur. Çocuklarınızın daha ziyade yakın muhitlerinin terbiyesini alıyorlar. Bununla beraber meyus olmayınız. Çünkü bu muhitlerin en yakını gene sîzsiniz. Ne yapacaksınız? Bence emirlere, nehiylere çok kıymet vermeyiniz. Çocuğunuzun terbiyeli olması için hiç olmazsa şayanı tenkit olmı-yan bir yuva hayatı vücude getiriniz. İntizamperver olmasın1 arzu ettiğiniz mini mini, intizam dersini sizin ağzınızdan değil, evin odalarından, yemek saatlerinden, elbisesinden, dolaplarınızın eşyasından alacaktır. Çocuk için intizam bir fikir değil, belki bir alışkanlıktır. O halde?.. Belki siz de bir çok anneler gibi çocuğunuzun söz dinlemediğinden dolayı hiddetleniyorsunuz. Çocuğunuzun size değil, hep kendisine tabi olduğunu görüyorsunuz ve haklı olarak endişe ediyorsunuz. Tabiî bilmiyorum. Çocuğunuzu niçin bu hale getirdiniz?!. Daha doğrusu şimdiye kadar niçin onu itaat dayiresine sokmadınız ?!. Bakınız size annelerin fena itiyatlarını işaret edeyim. Onlar çok kere emretmeyi bilmezler! Çocuğun müracaatını ve hususiyle ricasını kabul etmeyi bilmedikleri gibi!.. Her şeyden evvel makul olmı-yan ve çocuk tarafından yapılması da mümkün olmıyan emirleri hiç vermeyiniz: “ Aç dur, kımıldama, uyuma, sus, ses çıkarma! „ gibi. Çünkü bu emirleri verdiğiniz taktirde dinlenmemek akibetine oğrıyacaksımz!.. Fakat her ne hal ise bir kere emri vediniz, hiç olmazsa yaptırınız.. Sonradan pişman olmayınız ve sonradan| fedakârlık etmeyiniz. Sizin tarafınızdan tereddüt onun için pek mühlik olur. Çocuk sizi makul ve adil tanısın, ona keyf ve hevesinizin kılıcını havale etmeyiniz!..
Annelerin gerçi pek azı zalimdir, fakat çoğu da haddinden ziyade mülâyimdir... Çocukla her gün meşgul olmak ta bence bir kabahattir." Çocuğunun nefeslerini sayarcasına hayatını kovalıyan birvalde iyi bir eser vücude getiremez. Çocuğun maddî yahut manevî varlığı tehlikeye girmedikçe ona karışmayınız. 'Her dakika elinden tutmayınız ve düşünce de her zaman kaldırmayınız. Ben ihtilâl tarihlerinin kah-aramanlarını sayan, yahut seyyareleri bilen ve yahut yağmurun, karın teşkkülünü izah eden mini mini çocukalr gördüm!. Bunlar arasında büyük türk şairlerinin manzumelerini ezber okuyanlar vardı. Bilmiyorum, bu da terbiye midir? Terbiye de olsa, ne işe yarar ?!. Hayır, Çocuğunuzu kukla yapmayınız. Çocuk, çocuk kalsa daha iyi olur. Onun ne allâme, ne de ukalâ olması iyi bir şey değildir. Bırakınız o çocuk kalsın. Yapacağınız en büyük hizmet, kafasını yalanlar ve yanlışlarla doldurmamak ve vücudunu hastalık larla çürütmemektir. Bu bahiste başka fırsatlarla söyleyecek daha bir çok sözüm vardın
Çocuk ve bahçe
“Çocuklarımızı evde nasıl terbiye edelim? „ Serlevha-siyle yine “Son Saat „’te çıkan bir makalemde çocukların tekâmülünde hakikî evle eşyasının büyük tesirleri olacağını söylemiştim.. Bahçe de çocuğun tekâmülünde büyük bir rol oynamak kudretinde bir amildir. Fikrimi açıkça söyleyebilmek için evvelâ fikrimin ne olmadığını bildirmeliyim: Bazı analar, babalar, yahut mürebbiler çocuğun bahçedeki faaliyetini geliş; güzel bir faaliyet olarak düşünüyorlar: Koşmak, oynamak, taşları topraklan karıştırmak.. Ben bu başı boş, daha doğrusu insiyaki faaliyetin ehemmiyetini inkâr edecek derecede gafil değilim. Fakat unutmamalı ki bu ehemmiyetin mahiyeti psikolociyaî olmaktan çok ziyade, fizyolo-çyaîdir.. Bahçede yapılan bu nevi hareket sporlarının fayi-delerini en ziyade tenefüz, sıhhat... noktasından düşünmelidir. Ancak bahçe daha başka noktalardan görülecek bir mevzudur. Burada en mühim hâdise * çocuğun nebatlarla olan müaasebetini temin etmektir. Bu münasibet bir kaç cepheden tessüs edebilir: Evvelâ nebatların hayatı, saniyen bu nebatlardan istifade, salisen bu nebatların tanzimi. Binaenaleyh bahçede hayatî, İktisadî, bediî olmak üzere üç mühim alâka mevzuuîbahstir. Çocukta bu üç alâkanın uyanması ve üç nevi şahsiyetin teşekkülü için en mühim şart “çocuğun büyük bir adam gibi mümkün olan bütün işlere karıştırılmasıdır.» Babası bahçesindeki gülleri tımar ederken sade seyreden bir çocuğun istifadesi kitap okunurken dinleyen veya tımar resimlerini gören çocuktan esaslıca, faklı değildir. Bir çok kimseler “amelî» sıfaıtı terbiyede “gözle görülen» mevzulara veriyorlar ki tamamiyle yanlıştır. Bir mevzu maddeye ayit olup ta hasseler ve adaleler ile yaşanmıyorsa “ Amelilik » sıfatını alması haksızdır. Binaenaleyh her işte olduğu gili, bahçe işlerinde de amelilik sıfatını “ adelî faaliyet » , daha doğrusu “ icat ve istihsal» fikirleriyle birleştirmelidir. Bahçe işle rizannec'ildiğinden çok fazla zekâya ve tefekküre muhtaçtır. Meselâ ağaç dikmek, ağaç aşılamak, ağaç budamak ameliyeleri keyfî, tesadüfi faaliyetlerden değildir. Bunlarda da yine hayat, iktisat ve güzellik esasları vardır. Çocuklar bu mevzuların her biri hakkında ya büsbütün malûmatsızdır, yahut kafasında bir çok yanlış malumatla beraberdir. Meselâ “Bir cins ağaç nasıl çoğaltılır?» sualine derece derece doğru ve kıymetli cevaplar vermek mümkündür: 1 - Ananın yavrularından ayırarak, 2 - Ananın dallarından çelik yaparak, 3 - Ananın çekirdeğinden dikerek, 4 - Ananın çekirdeğinden yetişen yabanilere aşı vurarak, 5 - Yabaninin çekirdeğinden yetişen yabanilere ananın aşısını vurarak. Fakat bu beş şeklin bşe ayrı kıymeti ihtiva eder. Bunlar çocuk, yahut acemi adam için meçhuldür. Bu kıymetler dizisi de sebepsiz değildir. Ancak hayatiyatm mutalariyle izah edebilir.
O efkâr umumiyeden çok ziyade eşyanın tabiyetini, hâdiselerin muayyeniyetini görür, eserinin muvaffakiyetini söz ve fikir rüşvetinden değil, tabiyetinden koparır. Binaenaleyh teknik adamı hoşa gitse de gitmese de içtimai tekâmülün muhtaç olduğu adamdır.
Şu halde bu güukü Türkiye’nin muhtaç olduğu vatandaşlar faaliyetini senpatik gösteren işgüzarlara değil, eşyanın tabiiyetine müstenit ve içtimai tekâmüle hadim yaratu
■cılık hassasını gösterebilenleredir. Malin iyisi kötüsü gibi, faaliyetin de hakikîsini ve kalbını seçelim..
Çocuklar için iş odaları
Türkiye şehirlerinde bir çok mescit, ufak cami vardır. Bunlar metruk bir hâldedir. Halbuki her mescidin yahut ufak caminin büyük bir salonu, ekseriya akar suyu, hiç «olmazsa tulumbası, apteshaneleri vardır. Bunların kendilerine göre vakıfları, varidatları da vardır. Acaba bu cemaatsiz, .metruk camiler hiç bir işe yaramaz mı ?..
Bu binalar böylece kapalı kalmıya mı mahkûm olacaklar? Bunları alelâde mektepler olarak kollanmak mümkün olmasın, fakat fevkalâde mektepler olarak kullanmak mümkün değil midir?. Fikrimi izah ediyorum:
Her şehirde, yüzlerce fakir, aç ve çıplak çocuk vardır. Bunlar dilenir, sürünür, çok defa da açlıktan yahut hastalıktan ölür. Bütün bu çocuklar yalnız türk nüfusu değil, millî servettir. Bütün çocukları mahalle mahalle bu ufak mabet binalarına toplamalıdır. Bunların üç şeye ihticı yardır: Evvelâ yiyecek, sonra biraz terbiye ve tahsil, daha sonra ufak ve sermayesiz bir meslek. Her şeyden evvel karınlarını doyurmak lâzımdır. Bu da gayet basit bir teşkilâtla: Fransız mekteplerinde olduğu gibi “Cantine scolaire» teşkilâtı yapılır. En ucuz, fakat en sıhhî ve mugaddi bir kap yemek verilir. Sonra bunları okutup yazdırmak lâzım. Bunun için hatta yüz çocuğa tek hoca, kâfidir. Bu tahsil gayet basit bir tahsil olacaktır, bu faaliyet öğleye kadar devam eder. Öğleden sonra ayrı bir hoca daha doğrusu usta gelecektir. Bu yavrucaklara sepetçilik, dokumacılık, fırçacılık, paspas yapmak... gibi en basit, en kolay bir sanatin çıraklığı öğretilecektir. Sonra çarşıda bu fakir çocuklara mahsus olan dükkânda butun bu eşya satılığa çıkarılacaktır» Bu eşyanın getireceği para yiyeceklerine, üstlerine, başlarına sarfedilecektir. Ondan sonra iş odalarında tahsillerini bitiren çocuklar oraya buraya çırak olarak yerleştirileceklertir. Bu teşkilât bir tasavvur değil, tahakkuk etmiş bir fikirdir.. 1886 da Norveç’te yapılmıştır. Norveç iş evleri nahiyelerden yardım görürler. Bu müessiselerin gayesi himayesiz çocukları sefaletten kurtarmaktır. Bu evler Norvoç’te ekseriya zengin sınıfın kadınları tarafından meccanen idare edilir. Tesisat masraflarına mahsus olmak üzere zengin bir vakıf ta vardır. Norveç iş evlerinin varidatı hibeler, talebe işlerinin satış hasılatı, nahiye ve belediye muavenetleridir. Bizde bu teşkilâtı vücude getirebilecek olan en yakın müessise Himayeyi Eytfal Cemiyetidir Türkiye’de mescit ve ufak camiler boştur. Türkiye’de binlerce çocuk aç ve tahsilzisdir. Türkiye’de çocuk sarayı yapabilecek maddî ve manevî sermaye imkânları vardır. O halde bu çocukları sefaletten kurtarmak bir vazifedir.
Türkçülük
Asrî Türklük
Bir çok feylesoflar için “tabiati beşeriye,,sabit ve lâyeta-gayyerdir. Bu tabiatin ihtiyaçları, saikaları, zaruretleri birdir, ne zaman ne de mekânla değişmez “ insan dayima insandır! Yine aynı feylesofların fikrince, ahlâk ve “kavaidi ahlâkiye,, bu sabit ve lâyetagayyer olan tabiati beşeriyenin esaslı ihtiyaçlarına istinat etmelidir. Feylesofların lisanyile “ilimi ahlâkw’ı tesis için ne tarihe, ne etnografyaya müracaat etmek ve bu suretle beşeriyetin zaman ve mekândaki tahavvüllerini tetkik etmek, ve bu tahavvüllerin tabi olduğu sebepleri araştırmak hiç lâzım değildir. Ahlâk ilmini tesis için yalnız feylesofun nefs ve nefsine ayit tecrübeleri kâfidir.. Bu tecrübeler diğer feylesofların nefsi tecrübeleriyle daha takviye edilirse ne alâ... Onun için bu enfesü usulü kabul eden feylesofların nazarında ahlâk ilmi hikmet, biyoloji ilimleri gibi, haricî tabiyetin afakî bir surette tetkiki neticesinde tesis edilecek bir şey değil, sadece derunî te-fahhuslann yakın bir neticesidir. Halbuki tarih ve etnoğrafya malûmatının mukayeseli bir surette tetkiki neticesinde vasıl olacağımız mühim neticelerden biri “ insaniyet „ fikrinin mutlak olmayıp İzafî olduğu, zaman ve mekânda sabit olmayıp bilâkis cemiyetten cemiyete ve muhitten muhite değişmiş olduğudur. Fransız içtimaiyatçılarından Lévy-Bruhl bu değişme hâdisesini ahlâk ilmine dayir olan meşhur eserinde açık bir tarzda göstermiştir. Lévy-Bruhl bu eserinde “ insaniyet „ fikrinin tarihin bildiği bütün devirlerde bir olmayıp Yunanı kadimde, Roma’da, Hiristiyanhğın ve İslâmlığın zuhurundan sonra başka başka olduğunu ve “insani-yet„’in etnografyanın fiziyolojinin tavsif ettiği bütün insanları değil, sadece bir kısım insanları ihtiva ettiğini söylüyor.. Filvaki Yunanı kadim felsefesinde mevzuubahs olan “ adam „ insaniyet değil, sadece “ Yunanlı „ idi. Eflatun'un Cosmo-14 lojisi ancak yunan sitelerini ihtiva ediyordu. Eski Yunanlılar kendilerde barbarlar arasındaki mesafeyi büyük farzediyorlar, hatta Mısır’dan ve Şarktan aldıkları medeniyetleri sonraları unutuyorlardı. Gerçi Yunanlılar nazarında barbarlarda insaniyet mefhumuna dahil idiler; Fakat bunlar ikinci derecede insanlardan addedilirlerdi. Barbarların müessiseleri Yunanlılar için yalnız bir eğlence mevzuuydu .. Roma İmperatorluğunun tesisi bilhassa îsla-miyetin intişarı bu dar insaniyet fikri yerine insanlara daha geniş muhtevalı bir “insaniyet,, fikri kazandırdı. Bihassa İslâmiyet, bütün insanları hak ve hakikat karşısında bir farzediyor, aralarındaki servet, nesep farklarını siliyordu. Fakat yine şayanı dikkattir ki Hiristiyanhk alemşümul bir din olmak iddiasına rağmen, insaniyet fikrini yalnız hâkim olduğu insanlar fikriyle birleştiriyor, hariçte kalanlara aynı kıymeti vermiyordu. Bu tarz anlayış duyuş el’an avrupalılarda devam etmektedir. Avrupalılann müstemlike siyasetleri şüphesiz “ müstemlike fikri ,,’nin, müstemlike hak-kındaki ahlâkî kıymetlerin bir tabiidir. Amerika’da yerliler hakkında cari olan örfler herkesin malûmudur. AvrupalIlar nazarında “ yerliler „ insaniyet fikrine pek zayif nispette iştirak eden unsurlardır. Bu dar insaniyet fikrinin devamına diğer bir misal de psikoloji ve ruhiyat dediğimiz eski ilmin tekâmülüdür: Bu “ilim,, yakın zamana kadar beyaz adamdan, avrupalıdan gayrisini mevzuu haricinde bırakmıştır. Levy-Bruhl’ün iptidaî cemiyetlerde zihnî melekâtm tetkikine dayir olan İçtimaî psikoloji nevinden kitaplar eski neşriyat arasında pek görülmez... Eski psikoloji de mevzuubahs olan bütün “ melekât „ bu beyazın ve avrupalının melekâ-tıdır. Ve yakın zamana kadar ahlâkî felsefe dediğimiz bahisler yunanı kadim felsefesinin yakından veya uzaktan tabii idi. Aynı tahavvülü muhtelif cemiyetlerin terbiye gayesinde de görmek kabildir: Her cemiyette terbiyenin gayesi “Adam„ dır. Bu adam ve onun müradifi olan tasavvur; mücerret bir fikir değil, pek müşahhas bir fikir yani bedenî, fikrî ve ahlâkî itiyatları olan bir emmuzeçtir. Atina’nın nazarında bu adam ince fikirli, zevk sahibi, mücerret mübahaselere kadir olandı. Romalılar nazarında aynı adam zafere teşne, mukavim vücutlü, edebiyat ve senayii nefiseye bigâne olan bir enmuzece ayitti. Ayni adam fikri Kurunu Vustada zühdî bir mana ifade ediyordu. Aynı fikrîn Rönesans’ta daha lâdinî, hürriyetperver ve edebî bir delâleti vardı, görülüyor kü müceret ve sabit farzettiğimiz mefhumlar bile zaman ve mekânla tahavvül edebiliyor. Bu tahavvülü görmek için iki üç bin senelik tarihe müracaat etmek zarurî değildir. Bizim gibi süratle değişen milletlerin iarihinde de bu tahavvülü işaret etmek mümkündür. Meşrutiyetten beri “Adam» hakkmdaki telâkkimiz mütemadiyen tahavvül etmiştir, “iyi mübarek, kendi halinde, insan, melek,, sıfatlariyle tavsif ettiğimiz müteaddit adam enmuzeçleri vardır. Bütün bu ta-havvülleri vücude getiren sebepler şüphesiz sathî, gelip geçici hâdiseler değil, belki cemiyetimizin esaslı telâkkilerini müteesir edebilen bünyevî sebeplerdir. Harbi Umumî bütün avrupa milletlerinin İktisadî, ahlâkî... bünyesinde mühim tahavvüller vücude getirdi. Aynı harp ve onu temadi ettiren büyük sarsıntıların da “ adam „’ı anlayışımız ve düşünüşümüz üzerinde tesiri olması zarurîdir. Bu tesirlerle bu günün Türklerin nazarında tecelli eden “adam,, enmu-zeci acaba nedir?.. Bence bu enmuzeci vücude getiren iki seciyeden biri “ İlmî ve müspet bir kafa „’dır. Bu seciye eski, kof belâgatçilîğe ve seri tefekküre karşı gelen bir kuvvettir. Bu seciyeden İkincisi “İçtimaî bir ahlâk telâkkisi» dir. Bu telâkki eski dar ayile ahlâkı telâkkisine karşı gelen bir kuvvettir. Her iki seciyeyi hayiz olan adam asrî türklüğün başlıca seciyelerini taşıyor demektir.
Büyük üstadın kabri başında
Büyük alim ve müderris Ziya Bey! kabrinizin başında ve arkadaşlarınızın lisanından size hitab ediyorum. Ziya Bey? Hayatınız hayatı bir takım maddî ve süflî kuvvetlerin bir terkibi gibi anlayanlar için ne kat’i bir tekzipti. Ölümünüz ise mefkûrenin ebediyetine ne büyük şahittir...
Ziya Bey! Bundan senelerce evvel gözlerimiz karanlığa çok alışmıştı. Siz, büyük alim, bize ışığı gösterdiniz: Fakat Ziya Bey siz, bize ışığı göstermekle kanmadınız, güneşe bakmayı da öğrettiniz...
Ziya Bey! Senelerce evvel hislerimiz maddî ve hodbin hislerdi. Büyük feylesof siz, bize millî ve İnsanî hislerin varlığını öğrettiniz!
Ziya Bey, senelerce evvel irademiz mefluç bir hâlde sanki paslıydı. Büyük mümin, siz bize iradenin yaratıcı kudretini ilân ettiniz.
Hülâsa Ziya Bey, siz, İlâhî bir hamle gibi cehli yıktınız, yerine ilmi koydunuz, fikirlerden anarşiyi kaldırdınız, yerine usulü koydunuz. İstibdat ve Saltanatı kaldırdınız, yerine istiklal ve hüriyyeti koydunuz, ümitsizliği kovdunuz, yerine imanı koydunuz. Siz bir Ümmeti ışıldattınız, ondan bir Millet çıkardınız..
Ziya Bey siz, yalnız bir ilim ve felsefe yapmakla doy madmız, ilminizin ve felsefenizin edebiyatını da yaptınız, siz her millî hissi alıp türk ülkesinin en hücra köşelerine kadar götürdünüz ve onlarla her türkün kalbinde histen bir abide inşa ettiniz..
Ziya Bey siz, o kadar büyüksünüz kü bunu ifade etmek için bizzat yarattığınız millî edebiyatın kuvveti bile kâfi gelemez. Sizin büyüklüğünüzü teslim için susmak lâzımdır. Çünkü sükût bilirsiniz ki ekseri ahvalde bir belagattir. Yalnız Ziya Bey, mezarınızın başında susarken içtimaiyatınızın büyük ve sert bir kanununu tekrardan kendimi alamıyorum: “Fertler fani,milletler ise sırrı ebediyete mazhardırlar..«.
Yaratıcı Türkçülük
Merhum Gök Alp Ziya Türkçülüğün tarihini vücude getirirken bütün menfi ve irticakâr telâkkilere isyan ederdi. Türkçülüğü mazimizin devamı gibi anlıyan muhafazakârları tanımazdı. Bunların mezhebine “Tarihî Türkçülük,, derdi. Gök Alp Türkçülüğü mazimizin sultasından kurtarmak için hep mefkureyi işaret ediyor ve ona sanki lâhutî bir makam veriyordu.. Gök Alp hemen her yazısında Türkçülük mefkuresinin ne olmadığını göstermek istediği zaman felsefesinin parmağıyie işaret ediyor. Bu parmağı bazen sanatkârın, bazen de millî bir feylesofun vicdanına sokup çıkarmak istiyordu. Ziya Beyde canlı harsi afakî usullerle keşif ve tespit etmek iradesi son zamanlarda tereddüde uğramış gibiydi. Bilmem bu noktada haklı mıyım?!. Çünkü hiç bir ilim, hiç bir İçtimaî tefekkür bize henüz “ olmıyan „ fakat * olmakta olan „ bir hayatın şahsını, vücudünü madenî bir billur gibi gösteremez!.. O hâlde hayatı hayalleriyle duyurmak istiyen sanatkârla hayatı mefhumlariyle anlatmak isti-yen feylesofa müracaatten başka bir şey kalmıyordu. Gerçi hayat da bu kanaati te’yitten başka bir şey yapmadı. Biz ilmin kafasiyle olması lâzım geleni düşünmekle kaldık. Fakat bu olanın vücüdunü, şahsını, ancak Mustafa Kemal’in iradesinde görebildik. Eğer bu millî kahraman zuhur etmeseydi ilmin mütalâası, cebrin düsturları sırf zihnî kalacaktı. Roger Marx ismindeki müellifin “ Art Social „ adlı kitabının nihayetindeki ankete iştirak eden Bergson şöyle diyor: “ Ana navîyi tekrar etmekle büyük sanat ananemize riayet etmiş olmayız. O sanat ananasi ki şimdiye kadar hep yeniyi ara-inak olmuştur ... „ Bergson’un Fransızlar için söylediği bw sözler hangi milletin anane felsefesi için doğru olmaz ? ... Hangi yenilik “ yeniliksiz „’dir ?.. Hangi değişiklik inkâr-sızdır ?.. Hangi ufuk geridedir ? .. Bence lisanda, sanatte yaşayışta yenilik, eski ananelere riayet etmekle değil, değişmek ananesine uymakla kabildir. Türkçülük fikri sanat ve felsefe fikridir. Türkçü her şeyden ziyade sanatkâr bir feylezof olmak mecburiyetindedir. Tekniksiz bir sanat ve ilimsiz bir felsefeyi anhyamadığımı söylemiye lüzum varmi ?..
Benim anladığım türkçülük
Bir Türk için en samimî hayat türklük denilen manevî kıymetleri yaşamaktır. Bu kıymetlerin duyulabilmesi için bir Türkün ne alim, ne de feylezof olmasına lüzum yoktur. Elve-rirki bu kıymetler lüzumu kadar şuurlanmış olsun... Bu hâlin adına “duygu türkçülüğü» diyorum. Duygu türkçülüğünün vaziyeti vecit ve istikrak vaziyetidir.
Bir susuzluk, açlık duygusu gibi milliyet duygusu da ta" biatin zaruretini bildiren kuvvetlerdendir. Milliyet duygusu mücbirdir. Bununla beraber bu milliyet duygusunun ne tabiîliğini, ne de zaruriliğini hakkiyle idrak edemediğimiz, anler olmuştur. O zaman bilgilerimizle duygularımız, aklımızla kalbimiz arasında garip bir çarpışma başlar. Ruhumuzun ne ahengi kalır, yahut ne de sükûneti kalır.. Artık o zaman ya kalbimizin durması, bilgilerimizin kontrolü lâzım gelir. Bu kontrol son hadlerine varınca milliyetler ilminden ibaret bir nevi muhkem bilgi vücude gelir. Bu son bilginin türklük için elde edilmesine de “Bilgi türkçülüğü» diyorum. Bilgi türkçülügünün vaziyetif tefekkür vaziyetidir. Fakat vaktaki bu bilgi, bu duygyuftabiî ve zarurî bir kuvvet olarak izah ediliyor; o zaman bu tabiî saikanın imkân âleminde vü~ cude getirebileçeği bütün hareketleri, fiilleri, eserleri mubah ve İnsanî görüyoruz. Onları elde etmek için çabalamak bir ihtiyaç oluyor. Ve harekete başlıyoruz. Bu çalışma bir yandan milliyet vicdanımızın tazyiki, bir yandan da milliyet ilmimizin irşadı ile oluyor. Yaşayışın bu manzarasına da “irade türkçülüğü „ diyorum. İrade türkçülüğünün vaziyeti yaratmak vaziyetidir.
Türkiye de türkçülüğün tekâmülü nazarı dikkate alınırsa bunun bu üç merhaleden ikisini geçtiği ve üçüncü merhalenin siyasî derecelerine vardığı görülüyor. O halde bugünkü Türklerin vazifesi ne duygu türkcülüğü, ne de düşünce türkçülüğüdür, irade türkçülüğüdür. Bu da türklerin siyasî vahdetini, yahut siyasî istiklâlini elde etmek için değil, belki bir ilim, iktisat ve adalet Türkiye’sini tamamlamak için mütemadiyen irade sarf etmektir. Şimdi benim anladığım türkçülük işte budur.
Türk sanatkârının anlaşılmayan T ürkçülüğü
Eskiden bir İlyas Ali, bir Hayrettin, bir Sinan, bir Mehmet Ağa, bir Kasım ağa vardı. Bunlar mimar idiler. Türk mimarı idiler. Camiler, türbeler, çeşmeler vücude getirdiler. Hep bu eserler Türk oldular. Belki de bir türkçü, türkiyatçı değildiler, fakat eserlerine türklüğün damğasını vurdular. Türk toprakları garp sanatinin zevki tarafından istilâ edildiği zamanlar bu üstatların eserleri anlaşılmaz oldu. Bu istilâ devrinin sanatkâr mantığı şundan ibaretti:
Eski Yunanistan sanati, yahut Rönesans sanati, yahut Barok, Rokoko tarzı en yüksek sanat nevidir. Binaenaleyh sanatin bu yüksek nümunelerini taklit etmekten başka bir şey yapılamaz. Bir çok Rum, İtalyan ve Firenk ustalar bir bakıma türk şehirlerini zevkler vatanına benzeten yabancı eserlerini hep böyle vücude getirdiler. Lâkin bu istilâ kat’i olamazdı. Çünkü millet her şeyi, her haricî sultayı olduğu gibi kabul eden menfi bir mevcut değildi. Onun için Yunanîden, Rönesansdan, Rokokodan, Barokdan hemen hemen başka bir Yunanî, başka bir Rönesans... vücude getirdi. Fakat buda İlmî bir kastla, mantıkî bir mücahede ile sunî bir surette olmadı. Bu istihale tabiatiyle, insiyaki bir surette, kendi kendine oldu. Mimar Vedat Bey Yeni Postahane binasını yaptığı tarihten beri yeni türk sanatkârlarında şayanı dikkat bir uğraşma var. Mimarlıkta hep milliyeti türklüğü arıyor, lar, düşünüyorlar, taşınıyorlar, her binaya bir türklük dam ğasını vumak için çabalıyorlar. Türkçülük mefkûresinin açtığı çığır ne dir? Bunu anlamak için otuz senedenberi Türkiye’nin her tarafında kırılan cami kemerlerine ve her tarafında şişen cami kubbelerine bakmak kâfidir!.. Âlim ve içtimaiyatçı olmıyan eski ustalar tarihe bir türk sanati kazandırdılar. Âlim ve içtimaiyatçı olan yeni mimarlar bize yeni bir sanat kazandırabildiler mi? Eski mimarlar kırık kemeri, Ikubbeyi, istilâktiti şekil âlemin Türkleri olarak kullanmadılar. Bu ustalar sade türk ve büyük sanatkâr oldukları içindir ki kemerlerini, kubbelerini, tezyinatlarını türk-eştirdiler ve ilhamlarını maziden, müstehaselerden değil, vicdandan ve muasır cemiyetin hayatından aldılar.
Hep teceddütçü olan bu adamların misalinden koyu bir muhafazakârlık ve ananeperestlik düsturu çıkarılabilirini?..
kadın
Demokrasi ve kadın
Geçen sene İstanbu’lu ziyaret etmiş ve Darülfünunda fransız sosyolojisine dayir bir konferans vermiş olan Paris Darülfünunu müderrislerinden Müsyü Bougie “De la Sociologie à l’Action Sociale „ adlı bir eser neşretmiştir. Bu kitabın bir faslı “Féminisme et Sociologie„dir. Professör Bouglé “Kadın bütün İçtimaî mesleklere, bilhassa Parlamentoya dahil olmalı mı, olmamalı mı? „ sualine İçtimaî vakıalara müstenit tetkikat yapan bir ilmin, yani içtimaiyatın şimdiden cevap verip veremiyeceğini mevzubahs ediyor.
Bouglé’ye nazaran her medeniyette bir takım hâkim kuvvetleri vardır. Muasır garp medeniyetinde bu hâkim kuvvetler üçtür: Sanayi, ilim, demokrasi. Garplı her şeyden evvel tabiate hâkim bir adamdır. Garp büyük sanayiin vatanıdır. Fakat ilimle beslenmiyen bir sanayi nasıl yaşar?! Onun için garp medeniyeti bir sanayi medeniyeti olduğundan ziyade bir ilim - şüphesiz müspet ilimler - medeniyetidir. Garp milletlerinde demokrasinin tarakkisi de şayanı dikkat bir vasıf mümeyyizdir: Bu milletler gitgide kendi mukadderatlarına kendileri vazıülyet olmakta, bu milletlerde hükümet yalnız halk için çalışmıya değil, halka hesap vermiye mecbur tutulmaktadır. Vicdanı ammede bu kontrola mesnet olan fikirler müsavat fikirleridir. Garp cemiyetlerinde müsavat fikirleri bir tesadüf veya keyif mahsulü müdür?! hayır! Belliki bu fikirler bizzat cemiyetin bazı esaslı akidelerine dahildir. Müsavatçılık mefküresini vücude getiren; bu mefkûrenin müradifi olan İçtimaî bir tahavvül, bünyevî bir sebeptir. İşte müsavatçılık ictimaî bir vak’a gibi kabul edilince kadınların da bundan müstefit olması kadar tabiî ne olabilir ?! Fakat buna karşı iki cinsin arasındaki “ uzviyet farkı„’nı ileriye sürerler ve derler ki:
Kadınla erkek arasındaki uzvî fark fikrî ve hele sisasî sahede kadın ile erkeğin müsavi olmalarına bir manidir. Kadın ancak bir ana, zevce, ayilesinin reisi olabilir. Fakat bu istişhadm temeli maddiyeci bir kanattir: Zira böyle demek, aklı teşrihi bünye tayin eder, demektir. İlim bu gibi farzi-yeleri teyit ediyor mu? hayır. Bu gibi iddiaların neticesi dayima menfi veya meşkuk, bilâkis soyolojinin bu noktada •öğreteceği dimağın her şey olmadığı, fakat terbiyenin yani cemiyetten gelen tesirlerin pek mühim olduğudur. Filvaki uzvî farzettiğimiz bir çok kuvvet ve kabiliyetlerimizin menşei, İçtimaî muhitimizdir. Biyoloji ile izah edilmek istenilen bir çok ruhiyat hâdiselerinin hakikî izahı içtimaiyattadır. Nitekim dün kadının yalnız valide, zevce ve ayile reisi olması biyolocyaî bir zaruret değildi, İçtimaî bir zaruretti. Ya bu gün aynı kadın nasıl bir mevki sahibi olacak ?!. Bu sualin cevabı da teşrihte değil, tarihte ve zaman ve mekânın icabatındadır. Eğer böyle olmasaydı, bütün zaman ve mekânda kadınla erkek arasındaki taksimi amelin doğrudan doğruya cinsî bir esas üzerinde yapılması iktiza ederdi. Halbuki tarih ve etnoğrafya bunun aksini gösteriyor. Bir çok kabileler gösterilebilirki arada kadının vazifesi muarızların mikyasiyle hiçte kadın işi değildir. Meselâ çiftçilik; balıkçılık, hammallık, hatta bazı kabilelerde muhariplik bile!.. Kadının deruhte ettiği vazifeler ne yeknesak, ne de zaman ve mekânda sabit... “Cinsi zaif„ fikrini her cemiyette bulmak kabil değil. Şu halde kadınla erkek arasındaki taksimi amelin menşei uzvî değil, manevî, ahlâkî bir sebeptir. Burada müessir olan kadının bünyesi değil bizzat cemiyetin bünyesi, bu cemiyetin dinî, ahlakî akideleridir. Şu takdirce bir cemiyet içinde kadının iştirakten mahrum kaldığı bazı vazifeler varsa bunun da menşei dinî, ahlaki... olmak lâzım geliyor. Mubah ve haram fikirleri tarih menşeli fikirlerden olduklarından cemiyetin değişmesiyle bunların de değişmesi mümkündür. Ve gene dinî bir akidenin kadına kapadığı bazı yolları İktisadî tekâmülün açması mümkündür. Patriyarkal ayilede baba ufak bir hükümetin reisi ve muayyen bir dinin nazımıdır. Babaya, büyük bir nüfuz temin eden ve buna mukabil kadına hürriyet vermiyen bu bünye garp cemiyetlerinde muhtelif amillerin tesiriyle bozulmuştur. Artık yuva ne bir hükümet, ne bir atel-yedir. Aynı zamanda istihsal ve istihlâk etmek kudretini ve kendi kendisine kifayet etmek iktidarını kaybetmiştir. Ayile bünyesini sarsan son hâdiselerden biride Cihan Harbi olmuştur. Harp cephelerine giden erkeklerin bıraktığı boşlukları doldurmak için kadınlara seferberlik ilân etmişlerdi. Bu fırsatla kadınlar o zamana kadar mahrum oldukları erkek işlerine girmişlerdir. Bu gibi vukuatın kadın hak-kmdaki fikirlerimiz, talâkkilerimiz üzerinde tesiri olmaması mümkünmü ?! Kadına bütün İktisadî mevkileri bahşettikten sonra daha doğrusu kadın İktisadî hürriyetini aldıktan sonra ondan siyasî hürriyeti esirgemek mümkünmüdür ?!.. Hülâsa demokrasi müsavat fikriyle tevemdir. Müsavat fikirleri, ise feminizm haricinde nemalanamaz...
Kadın ve hayat
— Efendiler İktisadî olmıyan bir istiklâl, nasıl bir istiklâldir ?! gümrüklermize hâkim olmadıkça, İktisadî haklarınızı, taarruzdan kurtarmadıkça biz Türkler için bir istiklâl naşı mezubahs olabilir?! Efendiler; kadınlarınızı erkeklermiz gibil aynı hizada, aynı ehemmiyetle İçtimaî hayata kanştırmıyan ve kabul etmiyen hayat nasıl müstakil bir hayat olabilir ?! Türk kadını yuvasını terk ettiği dakikada her hangi İçtimaî vazife alamazsa, kazanamazsa o kadınların dahil olduğu cemiyete nasıl müstakil diyelim?!..
İşte ben bundan on, on iki sene evvel böyle söylenerek * İstiklâli millî „ şerefine yapılan bir içtimada nutkuma devam ediyordum. Derken kürsüye bir ikinci hatip daha, çıktı. Bu hatibin mantığı gayet kuvvetliydi. Diyordiki:
— Bey biraderimizin dedikleri çok iyi, çok doğru, fakat evvelâ kadınlarınız Mal Hatun kadar “Şaliha„ olsunlar, ondan sonra erkekle yanşa çıksınlar. Evvelâ kadınlarınız iyi yemek pişirmeyi ve çamaşır yıkamayı öğrensinler, ondan sonra piyano çalsınlar!..
Halk bu mnatığı daha kuvvetli buluyor ve sahibini daha çok alkışlıyordu. Zahiren kadın inkılâbını meşru gören ve halkın dikkatini inkılâbın usulüne çağıran bu hakikî mürteci ve yalancı müteceddidi halk daha çok beğeniyordu. On beş senedenberi bu masum halk gibi cahil hükümet adamı da bu mantığın kurbanı oldu. Acaba ei’an kuvvetli olan bu mantık değilmi dir ?! Mantıkçılar diyorlar ki:
— Pek güzel! Biz kadının İçtimaî hayata karışmasına da taraftarız- Fakat kadınlarınız ekekler seviyesinde mi?! Kadınlarınızı bir kere o seviyeye getirelim, ondan sonra !..
Biz de, fakat bir kere hayata bakalım, diyoruz. Kadın meselesi bütün bir “ emri vakiler „ silsilesidir. Memuriyette kadın, sanatte kadın, darülfünunda kadın, ticarette kadın... hep birdenbire ihdas edilmiş ve gittikçe kuvvet ve metanet bulmuş sayısız emri vakilerdir. Bir maarif vekilinin dediği gibi: “ Kadınlarınız mütemadiyen İçtimaî emri vakiler ihdas ediyorlar. Bizim için bu emri vakileri takip edebilmek ne büyük bir muyaffakiyettir! ..„ .
Kadın inkılâbına sekte vermek istieyn bu kara kuvvet her ne olursa olsun, bu mantıkçılarla mantık dayiresinde anlaşmak faydasız değildir. Çünkü mantıksız olan asıl mantık değil, hayata musallat olmak istiyen aklı mücerredin mantığı, mantıkî mantıktır!
— Efendiler; ne istiyorsunuz? Önümüzde hayat, cemiyet, iktisat, yirminci asrın İçtimaî şerayiti... gibi muhtelif isim ye tabirlerle ifadeye çalıştığımız bir hayat denizi vardır. İkiden biri: Ya bir gün gelip kadının bu denize çıkacağını ve denize düşeceğini bildiğiniz halde, Hayır» Hanımler, düşmezsiniz, karada kalacaksınız, sizin için yüzmek ihtiyacı yoktur !..„ diyeceksiniz ve böylelikle onları aldatacaksınız !.. Yahut yüzmek ihtiyacını teslim ederek alıştıracaksınız. Bunlardan hangisini kabul ediyorsunuz ?
■— Şüphesiz kadının bir gün gelip bu hayat denizine çıkacağını kabul ediyorum.
- O halde ?!.
— O halde, biz de sizin gibi yüzme öğrenmesini istiyoruz. Fakat acele etmiyoruz. Yüzme öğrenmeden evvel kadını denize atmak yazıktır! Evvelâ yüzmeyi öğretelim, ondan sonra kadını denize çıkmakta serbes bırakalım*...
— O halde bu yüzmeyi öğretmek için nasıl bir usûl takip etmeliyiz? .
— Mektep, ilim, terbiye, tahsil...
— Fakat bütün bu muhitler, idmanlar evvelce de vardı. Kadın inkılâbına tekaddüm etmişti; matlup hasıl oldumuydu?!.
— Olmadı amma kabahat bu mekteplerin şerayitinde, tedrisatında, usulünde idi... Onları islâh etmeli...
— O halde müsaade ederseniz sözü selâhiyettarlarma bırakalım. Bakınız fikrimi izah edeyim: Amerikalı feylesof ve pedagok mister Dewey bir gün Amerika’daki yüzgeç mekteplerinden birini ziyaret etmiş. Bu mekteplerde çocuk sunî ve iradî hareketlerle bir oda içerisinde kollarını, bacaklarını kımıldatarak yüzmeye ahştırılıyormuş. Büyük terbiyeci en müstayitles inden birine şu suali sormuş:
“ Oğlum sen denize düşsen ne yaparsın? „ Cevap gayet samimiydi: “Batarım efendim!..» Çünkü bu çocuklar yüzmenin gramerini yani aklını tahsil etmiş olmalarına rağmen yi zmenin itiyadını ve şevki tabiîsini kazanmamışlardı!.. Binaenaleyh bu çocukları yüzdürmek için tek çare kalıyordu...
— Nedir o çare ?!.
— Yüzmeyi tariften evvel, denize sokmak!
— Ya boğulursa?!.
— Telâş etmeyiniz. Bir kere “ Denize atmak! „ demedim, “ Sokmak „ dedim. Sonra, boğulmak o kadar kolay değildir! Elverir ki fert bir hayvan ve bir çocuk safiyetini muhafaza etmiş olsun, elverir kî mürebbiler şevki tabiînin ilhamları yerine mücerret aklın düsturlarını ikame etmiş olmasınlar!.. Ne hacet bazı milletler çocuklarını bu usulle yüzmiye alıştırmıyorlar mı ?. Ve her ihtimale karşı yanında-smız. Eğer hata ederse tashih edersiniz... Fakat dayima bir şart ile: “Yüzmek ancak ve illâ su içinde öğrenilebilir; kadın ancak ve illâ hayata çıkarak, hayata çıktıktan sonra ve hayat içinde hayat melekesini kazanabilir. Zira her fiilin tecrübesi kendindedir; haricindeki bir akılda ve tahsilde değil!.. „ .
Taaddüdü zevcat bir fikir meselesi midir?
Biri diyor ki:
— Taaddüdü zevcat dinen menedilemez. Çünkü hakkında ahkâmı şeriye vardır...
Buna karşı bir diğeri cevap veriyor:
— Bilâkis taaddüdü zevcatm dinen meni lâzım gelir. Çünkü bu cihet ruhu şeriate daha muvafıktır. Gerçi taaddüdü zevcat dinen meşrudur; fakat bu meşruiyet mutlak değil, mukayyettir. Ve binnetice meşru olan, taaddüdü zevca-tın kanunen menedilmesidir...
Bir üçüncüsü diyor ki:
— Taaddüdü zevcat asıl hayatî bir meseledir. Taaddüdü zevcata kanun cevaz vermelidir. Çünkü bu cevaz nüfusumuzun tekessüriyle ve eşsiz kalan yüzbinlerce kadının refah ve seadetiyle alâkadardır.
Ne gariptir ki bütün münakaşalar ya dinî, ya hukukî veya sırf İktisadî bir noktayı nazardan yapılıyor ve taaddüdü zevcat meselesi sırf dinî bir itikat, bir mantık ve bir menfaat meselesi gibi vazediliyor! Lehte aleyhte, söylenilen bütün sözler fikrî ve edebî olan bütün servetlerine rağmen aynı derecede sakattır, çünkü bu sözlerden hiçbiri taaddüdü zev-cat meselesini afakî bir surette vazetmiyor.
“Taaddüdü zevcat dinen mendilemez; çünkü hakkında şu veya bu ahkâmı şeriye vardır» diyenlere soruyorum:
— O halde menetmeyiniz!.. Menetmediğiniz müddetçe taaddüdü zevcat hâdisesi çoğaldı mı?! Menetmemekte devam ederseniz aynı hâdisenin tenakusuna mani olabilecek misiniz?!..
“Bilâlkis taaddüdü zevcatm meni lâzım gelir, çünkü bu cihet ruhu şeriate daha muvafıktır» diyenlere soruyorum:
— Gayet açık olarak söyleyiniz, her şey, her iş ruhu şeriate daha muvafık olduğu için mi menediliyor. Veya muvafık olduğu için mi cayiz görülüyor ? Bunun için cevap istemez. Fakat suali yalnız her günkü müşahedelerinize ve vicdanınıza sormak kâfidir...
“Taaddüdü zevcata cevaz vermeli, çünkü bu cevaz nüfusumuzun tekessüriyle alâkadardır» diyenlere soruyorum :
— Fakat taaddüdü zevcat meselesini nüfus miyariyle hâlletmek selâhiyetini veren kimdir? Bu selâhiyeti ve bu cevazı kimden, nereden, hangi alimden aldınız? Yarın bir takım köylüler taaddüdü zevcat meselesini “ucuz amele temin eden bir usul » gibi vazederlerse onlara karşı ne diyelim?! Bu köylülerin aynı meseleyi vaz’ile sizin vazınız arasında bir nezaket farkından başka ne vardır ? Fakat diyeceksiniy ki:
— Biz meseleyi enfüsî bir surette hâlletmek istemiyoruz, afakî bir surette halletmeyi düşünüyoruz!..
— O halde acele etmiyelim!. Afakî olmadan evvel meseleye vaziyet etmeniz lâzım gelir, sonra afakî olabilirsiniz.
— Bu ne demek?!
— Sarahaten şu demek ki siz taddüdü zevcat gibi sırf “ahlâkî» bir meseleyi bereketi tenasül, tezayüdü nüfus refahı İktisadî... gibi tamamiyle “maddî» yahut “intifaî» bir mecraya sokuyorsunuz ve ahlâkî meseleyi İktisadî endişelerle sarıyor-15 sunuz. Ve belki de haberiniz olmayarak vicdanın emri yerine pergerinizinfuçlarınızı gösteriyorsunuz. Hiç bir kimse hiç bir vicdanlbizejtaaddüdü zevcat gibi bir milletin harsi için en manevî ve e nr har im bir davayı cetvel ve pergerle hallet dememiştir Zaten buna ne hakkınız var?! Binaenaleyh evvela taaddüdü zevcat meselesinin ahlâkî bir mesele olduğunu kabul ediniz ve teslim^buyurunuz ki: Ahlâkî hayat orijinal bir hayat demektir. O, ne iktisadın kölesi, ne de dinin uşağıdır! Ahlâk ahlâktır, ve emirleri müstakildir. “Taaddüdü zevcat cayiz değildir ve müdafaa edilemez,, diyelim, çünkü bugünkü ahlâkî vicdanımıza tamamiyle mugayirdir. Birden fazla kadın alamazsınız ve birden fazla kadın da size varmaz. Çünkü bu ahlâkî bir zillettir. Ve çünkü ahlâkımızın vicdanı: “yanlıştır, fenadır, çirkindir!..,, diyor. Daha nasıl delil istiyorsunuz ?!.
— “Fakat ahlâkî vicdan» dediğiniz şey nedir?! Senin, benim vicdanım mı yoksa ekseriyetin vicdanı mı ?...
— Sözünüzü bitirmıye lüzum bile yok! Çünkü ne diyeceğinizi biliyorum ve bekliyordum: Evet “ Senin benim vicdanım mı, yoksa ekseriyetin, milyonlara baliğ olan köylü kadınlarının mı?!» diyecektiniz değil mi?!. İşte cevabı: “ahlâkî vicdan» ne senin, ne benim, ne de milyonlara baliğ olan köylü kadmlarınındır; ahlâkî vicdan milletin, fakat “mefkûrevî milletin»’ dir.
Bütün cehline ve bütün sefaletine rağmen yaşıyan, askerlik sahesinde zaferi, siyaset sahesinde istiklâli, kadın hayatında hürriyeti ve hukuk sahesinde müsavatı tesis eden “millet» denilen o manevî mahlukundur. “Ahlâkî vicdan» her hangi münferit şahsın vicdanı değildir, millî tarihin, millî hayatın vicdanıdır. O hepimizden büyük ve biz onun belki bir tabiiyiz. Onun için ferdî fikirlerimizi o vicdana musallat edeceğimiz yerde o vicdanın mantığını kendimize mantık yapalım. Çünkü asıl hayatın mantığı yalnız ondadır ve bu ahlâkî vicdanın emirleri mevzuubahs olduğu zaman gözümüzü Anadolu’nun insan barınamıyan ve ot yaşamıyan tuzlu ve kireçli çöllerine çevirmiyelim, bilâkis bugün medeniyetin “ mehdi zuhuru,, olan şehirlere çevirelim, ve bu şehirler arasında İstanbul, İzmir gibi en mütekâmil şehirlerimizi tercih edelim. Çünkü ahlâkî vicdanın en ziyade temerküz ettiği mihraklar yalnız bunlardır... Medeniyet meselesinde “köylere gidelim!» demek nasıl sakatsa, ahlâk ve “taaddüdü zevcat„meselesindede“köy-lülerin fikrini alalım!» demek öylece sakattır...
— Fakat sizin müdafaanız çok müphem, “ahlâkî vicdan» diye “mistik» bir mahluktan bahsettiniz! Bu mevzu bizatihi muhtacı ispat değil midir ?!.
— Doğru! taaddüdü zevcat makalesiyle bilmiyenlere içtimaiyat dersi verilemez. Zaten benim sözlerim içtimaiyat bahislerine alışık olanlar içindi... Yalnız şunu da ilave edeyim ki: İçtimaî bahisleri münakaşa edenler için iki noksan pek tehlikelidir. Bunlardan biri: “hissi selim» dediğimiz hayat ve tekâmül hissini kaybetmektir, diğeri İçtimaî hâdiseleri kendi tabiat ve zaruretlerine mutabık bir ilim zihniyetinden ve İlmî bir usulden mahrum bulunmaktır!.. Fakat her hâlde hissi selimi zedelemiyen bir cehil ahlâkî kıymetleri hırpalıyan sahte ilimcilikten daha az zararlıdır!..
Türkiye’de cemiyet ve kadın
Yirmi seneye yakın bir zamandanken türk kadını inkılâbını yapıyor. İlme giriyor, sanate giriyor, ticarete giriyor, hatta erkekle mücadeleye’* giriyor. Bütün acemiliklerine rağmen girdiği sahede türk kadını muvaffak dahi oluyor. Fakat kadın inkılâbını sevmiyenlerin mantıği bu yirmi sene-denberi sanki dönmüş gibi hiç te değişmiyor! Her yeni mecliste, her yeni mübahasede gene aynı sabit fikir: “ Kadın erkeğin müsavisi olabilir mi? »Bereket versin ki İçtimaî hareketler yalnız kendi temayüllerini ve istikametlerini kovalıyorlar. Hiç bir kadın yeniliği mantık müsademelerinin, muzafferiyeti gibi vücude gelmiyor. Türk kadını, türk ayilesinin tabiî bir surette değişmesi neticesinde değişiyor. Muhafazakârların yahut müteassıpların fikirleri, yahut kanaatleri her ne olursa olsun, kadın • dünden bu güne ■ daha İçtimaî ve binaenaleyh daha şerefli mevkiler kazanıyor Fakat İçtimaî bir inkılâp olurken ilmin vazifesi nedir? Susmak mı?! Elbette değil.. İlim bir inkılâbı doğrudan doğruya yapamaz çünkü ilim ihtilâlci değildir. Fakat ilim mümkün ile muhali ayırmaz? Bir mefkûre ile mevhumenin ayrılması ilim vası-tasiyle olmaz mı? Cemiyet hayatında tabiî ile marazî olan hâdiselerin farkedilmesi ilim sayesinde olmıyacak mı?.. Evet ilmin tabiî olan vazifesi budur. İlim bize türk kadının erkeğin müsavisi olup olmadığını göstermelidir. Gerçi türk kadının inkılâbına fikren taraftar olmıyanlar da bize itirazlarının mebdeini ilimden aldıklarını söylüyorlar ve diyorlar ki; “İşte kadının fizyioloçyası! Bu tabiat erkeğin müsavisi mi dir ?.. „. Filhakika kadın ile erkeğin uzviyeti mevzuubahs olduğu zaman bir takım fizyoloçyaî farkları kabul etmemek mümkün değildir. Yalnız muarızlarınızla bir türlü anlaşamadığımız nokta şudur:
Mühim mesele bu farkların bulunup bulunmaması değil, belki bu gibi farkların İçtimaî hayat sahesinde hakikî bir müsavatsızlık icap ettirip ettirmiyeceğidir. Siz iddia edebilirsiniz ki: Sırf bu farklardan dolayıdır ki kadın erkeğin müsavisi olamamış ve hiç bir zaman kadın hayatı bu günkü ev kadını şartları haricindeki şartlarla birleşmemiştir? İşte kadmcılık cerayenınm muarızları senelerdenberi bu sualimizin cevabını vermiyorlar. Yahut bu sualin manasını bizim gibi anlamıyorlar. Kadmcılık aleyhtarları bazen psikoloçya sahe-sine girerek bize kadının taba’n “Nazik, ince, tahammülsüz..„ Olduğunu söylüyorlar.. Biz de bu emri vakii inkâr etmiyoruz, yalnız gene soruyoruz ki:
Bütün bu emri vakiler kadının fiziyoloçyaî tabiatinin ebedî müradifleri midir, yoksa bu emri vakiler kadının tarihî
- 235 -hayatının vücude getirdiği muvakkat ve yeni şartlarla zeval bulması şüphesiz olan İçtimaî emri vakiler midir?.. Kadıncı-lığın muarızları bu suale de müspet bir cevap vermiyorlar.
Hülâsa, muarızların doğruya benzer mülâhazaları gibi eğri mülâhazaları da Türkiye’de kadın cereyanı üzerine tesir edememiştir. Kadıncıhk hareketinin tabiî bir hareket olduğunu gösteren alâmetlerden biri de inkılâbın mücbir olan tabiatidir. Bu tabiatin tamamiyle salim olduğunu tarihin ve etnografyanın malûmlariyle de görüyoruz. Asri bir devletin yapacağı şey, bu cereyanın selâmetini temin için dayima maniaları önünden kaldırmaktır.
Ruhiyat
Türkün seciyesi
Kitapları bizde çok okunan bir fransız muharriri vardır : “Gustave Le Bon„ lâtin ve anglosakson medeniyetlerini tenkit ederken iki kavm arasındaki seciye farkı üzerine nazarı dikkati celbediyor; fikrince lâtinlerin felâketi seciyelerinin zayıflamasıdır; buna mukabil, anglosaksonların kudreti seciyelerinin metanetidir; hayatta muvaffakiyet için malûmatın o derece ehemmiyeti yoksa da teşebbüs, sebat, fedakârlık gibi seciye unsurlarının ehemmiyeti çoktur... Fransız muharririnin bu fikirleri bir takım münevverlerimizin fikirlerine uygundur. Bu münevverler seciyemizin zayıf olduğuna hayatta muvaffak olmak için bu seciyenin kâfi olmadığına kanidirler. Türk müteşebbis değildir, derler; hatta Müsevi-de, Rumda, Ermenide buldukları seciyeyi türkün noksanı sayarlar... Aramızda türk seciyesinin noksanlarını mekteple dersle, konferansla islâh etmek fikrinde olanları da vardır. Demolen mektebini, Ecole des Roches sistemini tavsiye edenler hemen bu kanaatle hareket eden kimselerdir Bu nazariyecilere göre seciye bir milletin, ve dayima İktisadî medeniyeti müterakki olan bir milletin imtiyazıdır. Binaenaleyh dünya üzerindeki bütün talisiz, fakir ve cahil milletler seciyesizdir. Bu seciyesizlerin seciyelenmesi için çare seciyeli millete te-messül etmektir; onun adetlerini, onun terbiyesini kabul etmek, kuvvetlerini kuvvet, meziyetlerini meziyet, mukaddeslerini mukaddes bilmektir. Böyle düşünenlerin nazarında türkte olmı-yan yalnız seciye değildir, türkün sanayii nefiseside yoktur. Meselâ bir türk mimarisi mevcut değildir. Gene Gustave LeBon arapların medeniyetine dayir yazdığı kitapta türkleri cılız minare yapmakla, türk mimarlarını minareyi anlamamakla itham ediyor. Gustave Lebon’a göre seciye nasıl bir milletin imtiyazı ise, İslâm mimarisi de bir sanatin, arap sanatinin inhisarıdır, ve arap minarisine nazaran türk minarisi çirkindir. Bu hüküm gene bir kısım münevverlerimizin türk san-ati hakkmdaki şüphesini kuvvetlendirebilir. Bu münevverler derler ki: Türk mimarisi diye müstakil bir sanat yoktur, Bizans arap ve acem sanatinin halitasidır. Meselâ türk araptan tezyinatı, acemden kemerleri, Bizanstan kubbeyi almış, bunları karıştırarak melez bir mimari yaptr stır...
Hattatlık ve tezyinatçılıkla uğraştığım tarihte ben de İslâm mimarisi ve tezyinatı namına yalnız arabı, bilhassa Endülüste’ki metrukâtını taktir ediyordum'. Elhamra Sarayı benim için İslâm sanatinin yekâne bediası idi. Türk sanat-ini meselâ şu İstanbul camilerinin bir türlü anlayamazdım. Ben de bir takımlari gibi türk arap ve acem sanatlerinin muhtaser bir taklidi farzederdim. Bilâkis, tenazurları, tedahülleri ile aklahayret veren hendesî arabsekler beni teshir ederdi. Bütün zevkim bu garip tezyinatı seyirden, taklitten ibaret kalıyordu, işte o zaman bir çokları gibi ben de mimaride hep tenazur, hendesî bedialar ariyan bir zevkle türk sanatinin asaletini, Sinanlarm, Mehmetlerin Kasımların sanat-İni bir türlü keşf edemiyordum. Bir tesadüfle bu uykudan uyana bildim: Bir gün Beyazıt camisinin civarında bir kubbenin üzerinde lâleyi hatırlatan mermerden oyulmuş bir çiçek gözüme ilişti. Bunu ahşap bir evin tezyinatı için çizmek hevesine düştüm. Bu güzel motif ne arap, ne de acem idi. Sadece türktü. Tecbrübe ile anladım ki türk sanati, hattâ en basit bir türk motifi bile Araptan, Acemden, hatta Selçuktan ayrı nevinde güzelliklerin, bediî hislerin menbaıdır. Zaman geçtikçe gayet müstesna, kendi dehasiyle, kendi hususî telâkkisiyle müstakil bir sanat .karşısında bulunduğumu anlıyorum. Bu sanat Gustav Le Bon’nun perestidesi olan Arapların sanati, ne mabetlerinin kapısı hadinden fazla açılmış bin bir ağıza benziyen acem sanatı, ne de basık kubbesinin sıkletiyle çöken Bizans sanati idi, bu güzellik trkündü. Artık bu basit lâle timsalinde türk güzelini seyrediyordum. O dakikada duy-dğum saadetin gururu yalnız bana, millî benliğime ayit oluyordu. O tarihtenberi türk mimarisini, türk tezyinat-çılığını, türk hattatlığını, hatta türk ahlâkını kendi hayatının seyrine dalmış, kendi talihine bağlanmış manevî bir insanı arar gibi aramak sevdasına düştüm, ve bulduğum yerde onu, onun şahsiyetini yabancıların zevkine göre değil, olduğu gibi, kendi varlığı içinde, kendi hususiyetleriyle duymağa çabaladım...
Her milleti, her tarihi, her seciyeyi hususî bir hilkat, ve hayatın müptekir, bir eseri olarak telâkki edeıi bir adam için kendi milletinin seciyesini beğenmemek nasıl mümkün olur ?!. Böyle bir insan için seciye, sanat, milliyet ve tekâmül bahislerinde Gustave Le Bon’un felsefesini kabul etmek nasıl cayiz olabilir ?! Böyle bir nazariyenin gençlerin terbiyesi hususunda gayet muzır, ve ihtilâlkâr tesirleri vardır: Yeni nesiller kendi varlığından, kendi esaletinden şüphelenir, kendi milliyetini sevecek yerde ecnebi milliyetlere imrenir. Bu hâller tereddidir. Rabbini nefsinde ariyan milletlerin ise başka felsefesi, başka feylesofları olmak lâzımgelir...
15 “ insaniyetin bütün kuvvetlerini fiile kalbeden amel milletler arasında inkısama oğrar; her vatan bu amelin hissesine düşen kısmını yapar, her kavmin intihap edildiği bir vazife vardır. Her kavmin tarihindeki muhtelif hâdiseler, üzerinde yerleştiği toprak, müessiselerin seciyesi, büyük adamlarının teşebbüsleri, daha bir çok sebepler her birine has bir an’ane icat ederek insaniyet âleminde mefkûrenin şu veya bu muayyen bir şeklini temsile müstayit kılar. Bu milletlerden biri sanayii nefisenin, diğeri ticaretin, teşebbüsün, hükümeti nefisin, bir diğeri vazıh fikirlerin, bir diğeri de derin fikirlerin Arzı Mevudu olmakla iftihar eder. Ve her birinin temsile memur olduğu muayyen hah ve hüsün şekilleri vardır. Bunlar sevilmek ve tepcil edilmek için hususî birer sebeptir.,, Bu sözleri meşhur Fransız içtimaiyatçısı ve feylesofu Bougle’nin “ fransız demokrasisi için „ yazdığı kitaptan aldım. Ve şüphesiz Gustave Le Bonun sözlerinden daha doğrudur. Italyan milleti sanayii nefisenin, İngiliz
■milleti teşebbüsün ve hükümeti nefsin Arzı Mevudu ise, mevcudatı ottan ve kayadan ibaret olmıyan Türk vatanıda şüphesiz diğer neviden manevî kuvvetlerin arzı mevududur-Siz bu iddianın ispatını istermisiniz? işte o toprakların müdafaası için ölen insanlar!. Müdafaası uğrunda ölümü bile ihtiyar ettiren bir hayatın esaletinden, seciyesinin metanetinden kimin şüphe etmiye hakkı vardır ?! Fakat diyeceklerki: Bu iyi ve metin seciye ile niçin tarakki edemiyoruz. Meselâ niçin zenğinleşemiyoruz?! Siz onu, mayası hep iyilikle, güzellikle, doğrulukla yoğrulmuş olan türk seciyesine değil, bu asil ve metin seciyenin hürriyetine, faaliyetine enğel olan manialara sorun, ve islâh edelim diye Türkün yekpare seciyesine yama uracağmıza, hürriyeti için mücahede edenlere yardım edin. Bir hayat imal edilemez, fakat hiç olmazsa hürriyeti müdafaa edebilir...
Seciye
Seciye fransızcadaki “caractère» kelimesinin mukabili ve tercümesidir. Seciye kelimesi fransızcada olduğu gibi türk-çedede muhtelif manalarda kullanılan ve muhtelif talâkkile-re uğrayan bir kelimedir. Seciye nedir?.. Bu suale muhtelif müellifler muhtelif tarzda cevap vermişlerdir. Bu cevaplardaki manaları geniş ve dar olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. Geniş manasiyle seciye bir ferdin fikirleri, hisleri, temayüllerinin heyeti mecmuasıdır. La Bruyère seciyeyi bu manada almıştı. Dar manasiyle seciye bir ferdin hassasiyet veya faaliyet tarzıdır. Seciyeyi dar mana ile tarif edenler zekâyı bazen bu tariflerinin çerçevesi içine almışlar, bazande zekâyı bu çerçevenin dişarsmda bırakmışlar.. Diğer cihetten mizaç bazen seciyenin bir unsuru gibi tarifin içinde görülmüş, bazen mizaç seciye telâkkisi dışında bırakılmıştır. Seciyeyi doğrudan doğroya mizaç müradifi anhyan müellifler de vardır. Hülasa secize öyle bir fikirdir ki bukadar muhtelif ve hatta biribirine zıt tarifleri olmasına bakılınca tarif edilemez bir mevzu zanedilirl. Şayanı dikkattir ki seciye tarifleri arasındaki bu ihtilaf bizzat seciye fikrinin muhtelif olmasındandır. Her müellifin seciyeden anladığı mevzu bir değildir ki bir mevzuun tarifleri arasında tevafuk olabilsin. Onuniçin her şeyden evvel seciye ile her müellifin hangi nevi hâdiseyi kastettiğini aramak bir de hususiyle seciyeyi seciye olmıyan. şeylerden tefrik etmek lâzım gelir. Evvelâ seciye kelimelerinin müradifi değildir. Salisen seciye şahsiyet mizaç ve ferdiyet kelimesinin bir müradifi değildir.
Eğer seciye bu üç fikrin müradifi olsaydı lüzumsuz bir kelime gibi işaret edilmek, fazla tekrarlarından sarfı nazar edilmek lâzım gelirdi.. Filvaki “seciyeli adam, seciyesiz; adam, seciyesi zayıf adam, seciyesi kuvvetli, yüksek adam» tabirlerinde ifade edilen hakikat ne bir adamın nazarî kabiliyetleri, ne ferdiyetini teşkil eden uzvî ve ruhî farkları, ne de şuuruna dahil olan ene idrakidir; belki bu unsurlara istinat eden ve hatta onları terkibine almakla beraber onlardan ibaret olmayan bir terkip, bir hassa kast: ediliyor. O derece ki aynı mizaca mensup insanlar arasında seciye farkı mevzubahs olabileceği gibi, insanın şahsiyet sahibi olmakla beraber yine seciyeli veya seciyesiz olabileceği de düşünülebilir. İşte seciye kelimesinin uğradığı ithamlar böylece uzaklaştırıldıktan ve hususiyle seciyenin ne olmadığ; anlaşıldıktan sonra seciyenin ne olabileceğini düşünelim. Seciyeyi tarif eden müelliflerden mizaç ve fitir temayülleri bu tarifin hududu harcinde bırkanlar arasında da ihtilâf vardır. Bu ihtilâfın esası şudur: Seciyenin terkibine zekâ girsin mi, girmesin mi?. T. Ribot bu unsuru seciyenin hududu haricinde bırakmıştır. Bilâkis Alfred Fouillee zekâyı seciyenin bünyesine sokmuştur. Fakat her iki talâk-kide faaliyetin esaslı mevkii muhtaıcı münakaşa değildir.
Çünkü faaliyet seciyenin en esaslı unsurudur. Hatta seciyeyi infiali hayatta arıyanlar, ve temayüllerle tespit etmek isteyenler nezdinde bile müessir olan fikir, hassasiyetle faaliyetin münasibeti fikridir. Şu halde seciyeyi diğer tabir ve hadlerin biriyle karıştırmaksızın düşünenlerin tarifinde müşterek olan unsur bu faaliyet unsurudur. Secize faaliyeti ihtiva eden faaliyetle alâkadar olan bir mefhumdur. Fakat bizzat faaliyet mefhumu umumîdir, müşahhas değildir. Hangi nevi faaliyetlerdir ki seciyenin terkibine giriyor ve ona seciye ismini verdiriyor? Pisikolojide faaliyet başlıca otomatik ve iradi faaliyetler olarak ikiye ayrılıyor. Seciye fikri şüphesiz bu ikinci kısımdadır. Çünkü asıl otomatizim ister bir çocuğun haraketleri, ister bir mecnunun veya bir fikri sabit sahibinin haraketleri şeklinde olsun, seciyeli adam fikriyle alâkadar değildir. Bilâkis bu fikre münafidir. Demek ki seciye fikrinin delâlet ettiği faaliyetler iradî nevinden olanlardır. O halde iradeyi seciyenin başlıca unsuru olarak kabul edelim. Fakat her iradî hareket seciyeyi mi ifade eder ? Hayır, seciye alelitlâk iradi hareketlerin heyeti mecmuası değildir. Seciye, menşei uzvî ve suflî ol-mıyan umdelere göre faaliyette sebat, faaliyette ahenk hassasıdır. Bir insan menfaati şahsiyesini istihsal hususunda istediği kadar faal ve müteşebbis ve hatta muannit olsun, buna seciyeli dimeye salâhiyettar değiliz. İradî faaliyet ali umdelere tabi olmadıkça ve bu faaliyet bu umdeleri tatbik hususunda sadakat ve vehdet göstermedikçe seciye ismini alması mevzubahs değildir. Şu taktirce seciye olmak için ali umdeler karşısında iradenin faaliyette sebat, istikrar ve vahdet bulunmak gerektir. “Filân adam seciyelidir» deriz. Çünkü filân hâdise münasibetiyle hiç bir ihtirazın, hiç bir korkunun tesiri altında olmıyarak belki yalnız ahlâkî vicdanına tabi olarak haraket etmiş, hareketinde sebat etmiş* eğrilmemiştir.
Halbuki ali umdeler dediğimiz umdeler hep İçtimaî menşeli kıymetlerdir. Eğer bir cemiyet ve onun tarihi olmasaydı, böyle ferdî ihtirasları mağlûp ettirecek, hatta seciyeli ferdi kendi ferdî kuvvetleriyle, uzvî amirleriyle çarpıştıracak bir cazibe ve kuvvet mebaı da vücut bulmazdı... Ferdi seciyeli kılan cemiyeti, cemiyetin manevî hayatı ve kuvvetidir. Fertlere “ Seciyeli ol! „ diyende “ Olma 1 „ diyen de odur. Şu halde seciyemizin mukadderatı her şeyden evvel cemiyetimizin mukadderatına tabidir. Bu münasibet nazarı itibara alınarak dinilebirlir ki: Seciyenin islâhını, seciyenin terbiyesini ve seciyenin irtidadını kabile, ayile, mektep, meslek, millet... denilen İçtimaî mevcutta aramalıyız. Çünki bizi uzvî ve ferdî amirlerin sultasına karşı ahlâkan mücehhez bulunduracak kuvvet ve iktidar menbaı yalnız odur.
Pek güzel anlaşılıyor ki seciyenin istihsali, seciyenin teş-şekülü basit bir iş mevzuu gibi doğrudan doğruya terbiyecilerin elinde değildir. Seciyeye kıvamını veren ve onu mukavim bir hale getiren ancak içtimai muhittir. Binaenaleyh dinî, ahlakî umdeleri sarsılan bir memlekette seciye terbiyesinin bir buhran safhasına girmesi gayet zarurîdir. Ve bu seciyenin İçtimaî hayattaki kıvam ile mütenasip olarak tevazün ve selabet kespetmesi kadar tabiî bir şey olamaz. Şu halde “seciyeli ol, seciye lâzımdır, seciyemizi düzeltelim» demekte filen bir kıymet yoktur. Fakat muhitte ahlâki umdelerin vuzuh ile tecellisine mani olan şeytanî kuvvetleri uzaklaştıracak tenkitler ve gene muhitteki ihtilâl, iğtişaş, intizamsızlık tecrübelerinin izalesi dolayısiyle seciyenin hayatına müessir olmak mümkündür. Sözün kısası, fertteki seciyenin mukabili cemiyetteki adalettir. Adalet maşerî amirlerin ferdî sultalara galebesi, şahsî ve keyfî emirler yerine gayrı şahsî umumî emirlerin ikamesidir.
İstidat bahsi
Günün birinde bir genç geldi, orta tahsilini bitirmiş ve yüksek mesleklerden birine girmek istiyordu. Fakat bir türlü kararını vermemiş: “Acaba ben ne olabilirim? „ sualini soruyordu. Diğer bir gün bir çocuk babası geldi, bu da muh terem bir zatidi: “ Size bir müşkülümü hal ettirmek için geliyorum, Liseyi ikmal etmiş bir kızım var. Büyük mektep lerden birine girmek istiyor, fakat hangisine vereyim tayin edemiyorum. Çocuğum için hangi mesleği ve hangi mektebi, tavsiye edersiniz? . „ dedi. Bu müracaatler ve bu sualler beni hayli düşündürdü. Bu gence şu suali sordum: “Fakat siz ne olmak istiyorsunuz ? „ Aldığım cevap şu idi: “Bilmiyorum ki 1.. „ Aynı suali çocuk babasına da sordum t “Ya kızınız, kendisi ne olmak istiyor ? „ dedim. Şu cevabı vermişti: “O da tayin edemiyor, ben de!..„ Acaba bu sualler, cemiyetimizin hususî bir safhayı işaret etmiyor mu? Eski hayatta mesleği intihap edenler babalar, analar idi, yeni hayatta aynı meslekleri bizzat çocuklar intihap ediyorlar. Çünkü cemiyet, taksimi amele mazhar oldukça ve meslekî zümreler teazzı ettikçe eski ayile suretleri-de inhilâl ederek yeni ayile şekli zuhur ediyor. Tabiri diğerle, ayilenin eski dinî, ahlâkî ve İktisadî faaliyetleri daralarak büyük cemiyete intikal ediyor. Bu sırada ebeveynin çocuk üzerindeki velâyeti azalarak çocuk, bir şahsiyet ve muhtariyet kazanıyor. Asrî çocukların ayilelerinde kazandıkları hukuk tarihi misallerle kabili mukayese bile değildir. Hülâsa, zamanın çocukları, muayyen bir yaşta kendi mesleklerini kendileri intihap mecburiyetindedirler. Fakat niçin bu genç ve bu kız babası bana veya size müracaat edip meslek soruyor? Çünkü bu çocuk kendi kendilerine meslek intihap edecek bir kudrette değildirler. Halbuki asrî genç, buna tabiyetile muktedir olmalıydı. Fakat bu kudretsizlik neden? Bu kudretsizlik şüphesiz, ki bu gençlerin aldıkları terbiyeden ileri geliyor. Marifeti nefs ve şahsiyeti öldüren başlıca iki sebep vardır: Biri eski ayile terbiyesinin büsbütün menfi ve korkak yetiştiren tesirleridir. Diğeri mekteplerde fikrî hayatın inkişafına engel olan ezbercilik ve şahsî mesainin tanınmamış olmasıdır. Ayile hayatında arzu ettiğimiz gibi uyanık ve kendinden haberi olan çocukları yetiştirecek olan terbiye, basit bir iki fiilden ve muameleden ibaret değildir. Ebeveynin her fiili ve her muamelesi mutlaka müspet veya menfi bir tesir vücude getirir. Binaenaleyh bu gün ayile hayatının yeni şartlara göre tanzimi icap eder. Mektebe gelince burada en mühim vasıta derslerdir. O dersler ki tarzı tedrisine göre müspet bir zihniyet gibi vustaî bir kafa da teşkil edebilir... Tedrisatın bilhassa lisan ve edebiyat derslerinin marifeti nefs, tahlili nefs, istipsarı nefs hususunda oynıycağı rol, hakikaten muazzamdır. Sonra tam ve temamiyet düsturuna muvafık bir tedrisat, tabiri diğerle yalnız maddiyat, tabiiyat ve riyaziyata müstenit değil, edebiyat, felsefe, resim ve elişine müstenit bir tedrisat, müteaddit istidatların inkişafını temin edebilir. Bu deslerin müsavat namına müdafaası lâzımdır. Bir de demokrasinin en büyük vazifesi istidatların hakkını vermektir. Ancak bu şeraitle müstayitlerin istidatla-* rını seçmek müyesser olacaktır.
Demokrasi ve cumhuriyet inkılâbı namına mektepte görmek istediğimiz en büyük tahavvül istidatlara hürmet etmek, istidatların inkişafına müsayit faaliyetleri hazırlamak ve istidatların inkişafına müsayit usuller kullanmak olabilir.
Seciye, İçtimaî bir mahsûl
Meşrutiyet inkılâbı bize muhtelif İçtimaî mefhumlar 16 getirdi. Hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet gibi... Bu mefhumlar zihinlerde biri birine zıt olmıyan şeylerdi. Fakat cemiyetin hayatında birleşemiyorlardı. Mütefekkirler için bunları müşahhaslaştırmak elim bir tefekkür mücahedesi idi. Hakikat şu idi: Din ile ilim, Saray ile halk zahidin telâkkisiyle lâik zihniyet boğuşuyordu.. Seciye terbiyecilerin en büyük endişesi idi. Bütün tefekkürlerinizin adesesini onun üzerinde dolaştırıyorduk. Biz böyle yaparak bazan bir seciye psikolojisi, bazan bir seciye sosiyolojisi yapıyor, fakat seciyenin kendisini icattan âciz kalıyorduk !.. Çünkü seciye psikolojisi bize seciyenin en mühim mümeyyizesi olarak ferdî faaliyetlerde ittıradı, seciyenin sosiyolojisi ise bize en mühim bir hakikat olarak iradenin İçtimaî menşeini gösteriyordu. Bu ittırat Meşrutiyet cemiyetinde yoktu. Çünkü bu cemiyetin müessiseleri tezat halinde idi. Ezcümle Meşihat maarifi tadil ediyor, gayrı Türk unsurlar Türk samimiyetinin tabiatini bozuyordu... İnkılâp pedağojisinin bu bitmek tükenmek bilmiyen davasını son defa rüyet etmek lâzımdır. Fert hayvanı tabiati iktizası bir mübdi değil, bir muharriptir. Aynı fert muhayyilesi itibariyle halk ve icade muktedir değil, hezeyana mütemayildir. Aynı ferdin faaliyetinde irade ve terkip kudreti yerine insiyak, ve otomatizm vardır. O halde ferdin bu uzvî kuvvetlerine vahdet, terkip ve ibda kudretini veren yüksek ve hâkim bir mevcut olacak. Bu mevcut şüphesiz ki cemiyettir. Cemiyetin bu yaratıcı kudret veren tesiri ne suretle vaki oluyor? İşte seciye pedagojisinin bütün mukadderatı bu sualin hâiline bağlıdır. Seciyemiz İçtimaî varlığımızın bir parçasıdır. Bu itibarla cemiyetimizin sadece bir makesiyiz. Ruhlarınızda vahdet ve kıvam bulmak için vahdet ve kıvamı olan bir cemiyetin hayatını yaşamış olmalıyız. Ruhlarmız ikizlikten ancak ikizliği atmış bir cemiyetin devamlı ve ahenkli hayatiyle kurulacaktır. Yaratıcı bir muhayyileye ancak yaratmak ihtimallerini taşıyan bir cemiyet hayatiyle sahip olabileceğiz.
Halbuki yeni türk cemiyetinin hayatı bu gün bu şartları hayizdir. O halde yeni türk neslinin seciyeli olarak- teşekkülüne hiç bir mani yoktttr. O halde bütün mesele yeni bir cemiyetin teşkkülünü beklemek değil, teşekkül hâlinde bulunan bu cemiyetin, yaratıcı olan hayatını bütün feyz ve şiddetiyle yaşatabilmektir. İnkılâbın kıymetlerini taşıyan irfan, sanat, ahlâk kaplarını genişletiniz ve bu kapların ağızlarını bütün türk çocuklarına tamamiyle açınız. Bu çocuklar yeni cemiyetin doğru, iyi ve güzel nüskundan mümkün olduğu kadar çok içsinler, yekpare, metin ve yaratıcı fertler olarak neşvünüma bulacaklardır.
Yokluktan varlık çıkarını?!
“Yokluktan varlık çıkârraı?» bu suali böyle bir fikir suali olarak akıllı bir adama sorunca: “Ne mümkün! „ cevabını alıyorum. Ve ben bir bedaheti münakaşa etmek istiyen adam mevkiine düşmüş oluyorum!... Halbuki maksadım kelime oyunu değildir. Bu suali bir de iş lisaniyle sorunuz. Bakınız ne garip cevaplar alınıyor. Bir iki vakayı misal veriyorum. Senelerden beri Avrupa’dan Türkiye’ye idhal edilen inşaat resimleri vardır. Bir ev, bir çiflik, bir değirmen ve sayire... Bu renkli resimleri çocuklar, makasla keserler ve uç uca getirerek inşaat nümuneleri yaparlar Ben bu eğlencelerin terbiyevî mahiyetlerine şiddetle kaniim. Onun için çocuğu olanlara her zaman tavsiye ederim. Günün birinde bir zat bana şu sözler söyledi: “İnşaat işleri terbiyevî değildir. Çünkü bu nevi işler çocuğu*mihaniki surette çalışmıya alıştırır. Çocuk hazır nümuneleri kesip yapıştıracağına, kendi kendine icat etmesi lâzımdır. Yedi sekiz yaşındaki çocukların kendi kendine icat etmesini istiyen bu zatin sözlerindeki İlmî mahiyet acaba nedir? Bunu düşündüm. Gene günün birinde bir ilk mektep müfettişi bu hazır numuneleri kestiren bir muallime soruyor: “Ne yaptırıyorsunuz?!» diyor. Muallim anlatıyor: “ Mevsim münasibetiyle hazır bir soba* nümunesinini çocuklara kestiriyorum „ . Müfettiş itiraz ediyor: “ Böyle hareket etmek yanlıştır. Bırakınız çocuk kendisi icat etsin..» diyor. Gene bu muallim bir gün bana rasgelinçe soruyor: “Siz diyorsunuz ki mini mini çocuklar hazır numuneleri kesip yapıştırsınlar, böylelikle istifade ederler, halbu ki müfettiş Bey diyorlar ki bırakınız kendileri icat etsinler. Biz de şaşırdık kaldık, nasıl hareket edeceğiz bilmem?!.».
Bildiğimizi açık söylemekle mükellefiz. İlmî bir münakaşa neticesinde kat i bir hezimete uğrayıncıya kadar kanaatimizi muhafaza edeceğiz. Çocuk içtimaileşmek iztıra-nnda olan bir mahlûktur. Henüz söylemez, anlamaz, işlemez.. Terbiyenin vazifesi ona dilini, ahlâkını medeniyetini öğrenmektir. Dil, ahlâk, medeniyet çocuğun icat ettiği bir şey değildir. Onlar kendisinden evvel vücut bulmuş mües-siselerdir. Çocuk dünyaya geldikten sonra, hatta muayyen bir tekâmül devresine kadar onları icat edecek değil, onları olduğu gibi kabul edecektir. Biz bunları çocuklardan öğrenecek değiliz, çocuklara bunları biz öğretecğiz.
Şimdi istiyoruz ki henüz İçtimaî rüşte vasıl olmıyan bu biçare vahşiler icat etsinler; fakat neyi ?! Medeniyeti mi ?! İşte çocuk buna muktedir değildir. Elma, armut ağacı da tomurcuk yapıp meyva vermeden evvel büyümek, bes-Tenmek, mütemadiyen tegaddi ve temsil etmek ihtiyacında-dır. Taklit olmıyan yerde icat nasıl olur?! Fakir kalan bir hafıza zengin bir muhayyileyi nasıl besler ?! Bu da bir ruhiyat hatası olacak: Bırakınız çocuk icat etsin; diyorlar! Fakt bırakınız çocuk evvelâ temeddün etsin; beşeriyetin mirasını elde etsin... Cemiyete ayit olan sermayeleri, kazançları cemiyet öğretmezse tabiat nasıl verir?!. Çünkü tabiatin mali değidir.
Istidaden zayıf!
Geçende ecnebi bir mektebin imtihanında dönen bir çocuğun vaziyetini tetkik ettim. Bu çocuğun niçin sınıftan döndüğünü anlamak istedim. Bana bilvasıta şu cevap verildi : “Istidaden zayıf olduğundan!.. „• On beş yaşımda bir gencin bir senelik hayatı üzerinde hükmünü veren bu mektebin sözünü düşünüuyorum: İstidat, kabiliyet, meleke, iktidar, seciye... bunlar mektep hocalarının dilinde ve terbiye kitaplarının sayfalarında, her hangi musahabede yahut tenkitte gelişi güzel kullanılan klişelerdir. Bunlar çok kere müphem oldukları için vazh ve kat’i fikirler gibi kullnıldıklan zaman ekseriya dalâlete, adaletsizliğe sevke-den tehlikeli aletlerdir, istidatlı diye talebesinin bir kısmını teşvik ederken, istidatsız diye diğerlerini ihmal eden bir mektepçinin mesuliyeti şu notadadır. Bu adam klâsik kayi-delerine ve ananevi usûllerine rağmen çocuğun, umumiyetle insanın tekâmülü hakkında felsefî, hiç olmazsa canlı denilebilecek bir tellâkki sahibi değildir. Onun nazarında ikinci senede şu muayyen malûmatı kazanmıyan, arkadaşlarından geri kalan çocuk istidatsız, kabiliyetsiz, yahut tenbel ve sayiredir.
Halbuki tekâmül fikrinin bu gün en samimî müradifi orijinalik fikridir. Bir çocuğun tekâmülü ötekine benzemez Çocukların tekâmülleri arasında kat’i bir muvazilik tesis edilemez, muayyen ve kat’i bir zekâ yok, belki hususî zkâ-lar vardır. Bir çok hilkatlerin mektep haricinde ve mektepten sonra inkişaf ettikleri görülmştür. Bir çok hilkatler de hayatın ilk devirerinde inkişaf etmemekle beraber daha sonra birden yaratıcı bir hamleyle inkişaf etmişlerdir. Hele muayyen bir mektepte beğenilmiyen bir çocuğun diğer bir mektepte takdir edildiği çok kere vakidir. Şu halde nasıl oluyor da bir iki lisanı zararsızça yazan ve okuyan temiz ve gözel giyinen ve muaşeret kayidelerini tatbik edebilen bir gence istidaden zayıf diyebiliyoruz ?!. Haydi bunu diyebildik, nasıl oluyor da birden onu sınıftan dişanya ata biliyoruz!.. Mektep çocuğunun hususî kabiliyetlerine intibak edebilecek gibi tedbirler almış mıdır ? Mektep bir türlü çocuğu kavrıyamıyan çerçivesini biraz daha daraltmış mıdır? Hayır, istiyor ki çocuk mektebe intibak ettsin!.. Fakat bu naşıl mümkün olur ?.. Terbiyeye memur olan çocuk değil, mekteptir. Mahkemede, kanunda aradığımız adaleti mektebin işlerinde de arıyalım . Mektebin zayıf yahut kuv-yetli, ehlî yahut vahşî, fakir yahut zengin bütün çocukların tekâmülünü idareye mahsus bir bahçe ve hocaların bu nebatlara karşı betbin ve bethah yabancılar değil, birer dikkatli bahçıvan olduğunu unutmıyahm. Froebel’in icadı olan “ Çocuk bahçesi „ hayali ne kadar beşerî bir hayaldir.
Çok okumak
Bu serlevhanın altında “çok okumak mı iyidir, az okumak mı iyidir?» gibi avamca bir suale cevap verecek değilim. Maksadım okumanın yalnız çokluğunu, yalnız? kemiyetini ölçü olarak kullanan telâkkilere karşı yazmaktır. Evvelâ şunu ehemmiyetle işaret etmeliyim ki malûmatın, görgünün çokluğu kadar akıl hayatımız için mühim bir sermaye ve azık olmaz ; yalnız bir şartla : Bu unsurlar beynimizin dokunmasına karışmalıdır... En amelî en ziyade müşahedeye mühtaç olan tetkiklerde bile bu böyledir. Meselâ tarih, etnografya, nebatların ve hayvanların yalnız tavsifini yapan morfoloji bahisleri de böyledir, Bu bahisler tabiatin kanunlarını arayıp bulmak vayifesini taşımadıkları hâlde bir müdekkik ve bir tespit edici mevkiinde yine İlmî bir tefekkürdür, çünkü bir hüküm ve muhakeme hissesi vardır. Kaldı ki biyoloji, psikoloji ve sosiyoloji gibi sırf tefekküre, yani mukayese ve istidlale istinat eden ilim şubeleri... Bunlar doğrudan doğruya tefekkür mevzulandır . Yalnız çok okuyan hatta okuduğunu iyice hazmeden ve böylece muhtelif meselelerden bahseden bir içtimaiyatçı farzediniz; böyle bir zatin ne İlmî bir kıymeti ne de İlmî bir rolü olamaz. İlimden felsefeye geçelim; aynı vaziyettir . Felsefe hayat yakut tekâmül dediğimiz hiç te sade olmıyan, dayima karışık olan hakikat karşısında insanın usulü dayiresinde düşünmesidir . Böyle olduğuna göre zekâ, kalp, irade, vicdan, mefkûre, terakki... gibi aynı hayatın tecellileri hakkında yalnız başkalarını nakleden fakat felsefesi yahut felsefe görüşü olmıyan bir “çok okumuş„’un kıymeti ne olabilir ?!.
Maddiyatperestler ve yeni gençlik
Bu memlekette bir kısım münevverler var ki hak, ahlâk, sanat... gibi ruhî ve vicdanî mevzuları aynı suretle tezyif, ilim, fen, servet ve saman gibi haricî ve maddî mevzuları aynı kafa ile tepcil ediyorlar!.. Siyasiyatta “ Tanzimaçılık „ hayatta “Mihanikiyetçilik„ , ahlâkıyatta “Menfeatçilik„ , terbiyede “ Fikircilik „ kılığına girerek kuvvetini ya eksik bir ilimden alan yahut ilmini yanlış bir felsefeye saplıyan bu mezhepler, madde ile ruh ve vicdan hakkında aynı galeti ruiy-yetin esiridirler. Şöyle ki madde halik, ruh ve vicdan mahlûk, madde sebep, ruh ile vicdan netice sanıyorlar, ve maddenin katı elleriyle ruhun, vicdanın en harim eserlerine, zevke, ahlâka tasallut ediyorlar; dinî bir intibah, ahlâkî bir buhran, siyasî bir inkılâp, yahut bediî bir iştiyak şeklinde görünen fakat dayima batınî bir tekevvünden haricî bir teşekküle doğru seyreden - bu ruh ve vicdan inkişaflarına maddenin - dayima hariçten dahile doğru olan-mihanikî tesirleriyle müdahale ediyorlar. Aklın hangi çeçe-çevesine girerse girsin, vicdanın hangi mevzuuna çökerse çoksun, bu mezhebin en derin temeli - kelimenin en geniş telâkkisiyle - “ Maddecilik „’tir. Avrupa’yı kör körüne taklitle memleketi islâh etmek istiyen tanzimatçılar, hayata hikmiyen kimyevî bir hâdise diyen hayatçılar tekâmülü sırf muhitin kör ve tesadüfi tesirleriyle izaha yeltenen tabiiyatçılar, hayır ve şer mefhumlarını ferdî hesaplarla hâlle kalkışan ahlâkıyat-çılar, fikri, tahsili manevî ve ahlâkî inkılâplara mebde bilen terbiyeciler bence hep bu mezhepten sayılabilir.
Maddeciler makulât ve maddiyat dünyası haricinde ve akıl ile ilmin maverasında mevcut ve müstakil bir âlemden, mahsusat ve maneviyat âleminden haberdar görünmüyorlar. Maddenin mihanikiyeti haricinde amel, ilmin muayyiniyeti haricinde nizam yoktur; kuvvanî bir hakikat, gözle görüle-miyen, akılla izah edilemiyen, hesaba, tahlile girmiyen, keşfe sığmayan bir hakikat yoktur diyorlar... Maddeciler işte bu mebdeden hareket ederek milletin vicdanî duygularını, mefkûrevî iştiyaklarını bile tezyiften çekinmiyorlar: Meselâ Türkün yaşayışında iffetin en büyük düstüru olan kanaatine “ miskinlik „ , bütün aklî ve iradî tedbirler ve teşepbüsleri fevkinde kadere karşı göstediği tevekküle “ aciz „, şan ve şöhreti istihkar, fakat ezelîyi, rahmaniyi takdis etmenin hissî ikrarı olan mahviyetine “ zillet „, her türlü külfet ve israftan azade olan hayatına “ iptidaî „ diyorlar Bu hükmü nasıl veriyorlar ? !. Kanaat, tevekkül, mahviyet... denilen hayatı duyduktan ve yaşadıktan sonra iğrenerek’mi ? Hayır, evvelâ iğrenip, sonra düşünerek !..
Maddecilik, kökleri hayatta o'mıyan her harici kuvvet gibi müeyyidesini kalplerde, vicdanlarda bulamayınca akla, ilme teveccüh ediyor: Tabiatte “vahşî» hayvanları - İçtimaî hayvanları değil - idare eden kanunlara bakıyor. “ Hayat bir kavgadır, kavga, kavî ile zayıf arasında bir güreştir. Galebe kavinindir... „ diyerek kavgayı, kuvveti atkdis, zayıfı, mağlubu takbih ediyor. Aynı.kafa ile maddecilik göz önünde olanlara başını çeviriyor, “ Sürünenler için ölüm saadet, geriye kalanlara hayat haktır. „ diyorBu İçtimaî şakavetin tahribatı bereket versin ki münevverler sahesinde kalıyor da halka giremiyor. Tahribat halkin aklı selimine çarptıkça maddeciler şaşırıyorlar. Nazariyelerinin çürüklüğünü görmekten âciz olan bu insanlar çürüklüğü halkin hayatında bulmak istiyorlar. O zaman merdut bir ırk nazariyesine yapışıyorlar, bütün geriliğimizi kafa tasiyle izaha kalkışıyorlar!.. Hakikati halde maddeciler islâh etmek istedikleri hayatı seviyorlar mı ? !. Sevmiyorlar, bu hayattan sadece iğreniyorlar. Hasta, kangren bir uzva ameliyat yapan cerrahlar gibi, maddeciler de kendilerini istırarî bir mevkide görüyorlar, ameliyatın icrası için her şiddeti, her cebri mubah sayıyorlar. Maddecilerin zihninde “ Anadolu köylüsü „ hasta, firengili, terakki ve temetdüne asi, mütefessih bir mahlûk gibidir Bütün siyasetlerinin gayesi hasta hayale karşı nefret telkin etmek, halkı bu enmuzçeten çıkarmaktır. Maddecilerin gayesi “ Medenî adam „ yetiştirmekti. Medenî adam, “ Avrupa görmüş zat „ ’tir! Anadolu köylüsü ise - bir edibimizin tasvir ettiği gibi - evvel emirde yalnız bıyıklan tıraş edilmesi lâzım gelen bir aşçı yamağıdır!.. Maddeci bolulu Türkün bu sayğısızlığa karşı isyanında medeniyet için bir kabiliyetsizlik manası buluyor, ve “ eşek Türk! „ demekte tereddüt etmiyor. Hatta avru-palılarm “ Hasta adam „ dedikleri bu Türke o daha fazlasını söylüyor: “ Bitmiş ! „ diyor, Türk yaşamak kabiliyetini gösterdikçe “ Halâ yaşıyor ! „ diyor. Türk yaşamakta inat ettikçe “ Acaba niçin ölmüyor ! „ diye şaşırıp kalıyor...
Memlekette bir yeis dalgası gibi süratle yayılan bu tefekkür hastalığı meşum neticeler doğurdu. Bir kere halkle münevverlerin arası açıldı. Halk münevvrlere, münevverler halke karşı derîn bir gayz duydu. Milliyetinden irtidat, vicdanından istifa edenler görülmüye başladı. Maziye muhabbet, medeniyete husumet gibi telâkki edildi. Hayat ve necat hep mazinin inkıtamda arnadı. Tarihin devamında ise öliim tehlikesi görüldü. Millî, mahallî olan şeylere karşı husumet edildi. Yeni gayreti, eski nefreti âdeta bir din oldu. O derecede ki türkçe söylemek, türkçe anlaşmak, türkçe yaşamak âdeta güçleşti. Bütün bu ceryanın neticesinde seciyemizi tahripkârlık ve riyakârlıktan ibaret bir tabaka kapladı...
Maddeciler tekâmülün içeriden gelme bir şey olduğunu bilmediler. Tekâmülün bir tahrik eseri değil, bir tekevvün mahsulü olduğunu farkedemediler. Terakki ilâç gibi hariçten şırmğa edilir, garbı - kör körüne - taklitle şark terakki eder, ilim yayılır, ahlâk düzelir, zorla güzellik olur, sandılar; her kavmin diğerine göre iyi kötü, makul gayrı makul, avrupaî olmakla beraber lisanî, bediî bir hayatı, hülâsa kendine göre bir oluşu ve duyuşu olduğunu düşünemediler. Türk milletinin de müstesna, orjinal bir ruhu olduğunu, ve yine müstesna, orjinal bir medeniyet yaratabileceğini, tarihin canlı, zevkin, sanatin, ahlâkın canlı olduğunu, canimin canlıdan, istikbalin ancak maziden, mefkûrenin yalnız vicdandan doğabileceğini bir türlü anlıyamadılar. Bilâkis ruhu, vicdanı, katı, cansız bir şey gibi ezmek, büzmek, zihinlerdeki madde katibiyle kalıplamak istediler.
Artık bu günkü gençler şu iki yoldan birini tutacaklardır : Ya maddeci kafasiyle maneviyat sahesinde ki tahribatımızı sonuna kadar götürecekler, yahut hariçten düşman gözüyle görülen ve iğrenilen bu hayatı bütün samimiyet ve harimietiyle bir kere kavrayıp nefret siyaseti yerine muhabbet felsefesi koyacaklar, hayatı bir mühendis gözüyle görecek yerde, bir sanatkâr kalbiyle duyacaklar ve bir sanatkâr aşkıyla seveceklerdir. Gençlik bu felsefî inkılabı yapabilmek için lâzım ki her şeyden evvel yabancı bir hayatın cansız mefhumlarını zihninden atsın, sonra tarihine katlansın, bu tarihi bütün canlı sadmelerinde ve yaratıc* hamlelerinde duysun, bütün seyirleri ve zarureleriyle bu tarihi yaşasın... |Bu katlanış ve dönüş ne maziyi parça parça tespit eden müverrihin, ne de bu parçalan zorla yaşatmak istiyen mürteciin teşebbüsüne, benzemiyecek, belki cani® mevzuun duyan bir sanatkârın, bir hayat ve tarih sanatkârıma sezişine benzeyecektir. Bir sanatkâr ki ahlâkın, sanatın maziden beri ardı arası keislmkesizin akıp gelen nehrini duyacak, aynı nehrin dalgaları, şelâleleri kendi vicdanının derinliğinden bu gün bile akıp geçtiğini işitecektir. Ruh, gerileyip gerileyip te canlı mazisinden aldığı bu hızla ancak, üzerinde ki riya ve irtidat kabuğunu atıp halin mütereddit: günlerinde mevut istikbaline atlıyacaktır.
Örümcek alan canbazlar.
Yüksek cami kubbelerine elle yetişmek, ayakla tırmanmak mümkün değildir. Bir kere kurulup örüldükten sonra bu kubbeler, altında dolaşan insanların temasından uzak kalırlar ne güzel!.. Fakat örümcek denilen cılız ve sessiz bir hayvan vardır . inadına gider kubbenin ta ortasında sinekleri yakalamak için ağ kurar! Aşağından bakanlar bazen bu ağı kubbeye sürülmüş siyah bir leke gibi görürler. Artık kubbenin güzelliğini kirleten bu lekeyi temizlemek farzolur. Bu işi görebilecek adam, ne imam, ne meyzin, ne de o güzel kubbeyi yapan sanatkârdır. Örümcek alan, mahsus canbazlar vardır. Bu canbazlar bazen hayatlarını tehlikiye koyarak orta kandilin zincirine tırmanırlar. Bazen de bellerinden iple bağlanarak kubbenin etrafındaki gezinti yerinden ileriye sarkarlar ve ellerindeki tavan süpürgesini uzatırlar. İşte Bu vaziyetlerde örümceği, ahncıya kadar kan ter içinde kalırlar, bu canbazlarln bütün hayatları böyle örümcek almak için kubbeden kubbeye^ tırmanmakla geçer... Onlara “filân kubbe nasıl?« diye sorulsa, “Çok pis, çok kirli!.. „ derler. Ne kubbeyi yapan mimarın zevkinden, ne de kubbeyi tutan fennin hesabından haberleri bile yoktur. Yerden kırk elli metre yüksekliğe tırmanan, yine o kadar bir derinliğe sarkan bu zavallıların kubbe zevki duymak, kubbe hesabı anlamak kabiliyetleri* sanki örümcek ağiyle örtülmüştür!.. Ne örümcekli kubbenin ne de örümceksiz kubbenin zihinlerinde bir manası yoktur. Yalnız örümçek ağının kara hayali vardır . Nazarlarında kubbe, ekmek parası kazanmak zaruretiyle örümceği alınması lâzım gelen yüksek bir tavandır! İşte o kadar...
Örümcek canbazları İstanbul gibi kubbesi çok bir şehir için pek lüzumlu adamlardır: Eğer onlar olmasaydı, cami kubbelerini örümcek ağları kaplardı. Fakat bir kaç can-baz bütün İstanbul kubbelerinin örümceğini almak için kâfidir . Çünkü bir canbaz her gün bir yerde çalışsa senede yüzlerce caminin örümceğini alır; fazla olurlarsa aç kalırlar. Onun için her keşi örümcek canbazı yapmakta fayda var mı bilmem ?! Halbuki ressamlar, şairler, mimarlar için iş böyle değildir. Bunlar ne kadar çoğalsalar belki o derece hayırlı olur. İnsanları böyle mesleklere teşvikte belki daha ziyade fay îde memul ola...
Bazı münakkitler vardır, bu örümcek canbazlara benzerler ! Ne zaman yeni bir kitap, yeni bir mecmua çıksa, ne zaman yeni bir fikir ortıya konulsa, ne zaman yeni bir kubbe örülse derhal altına gelip örümceği var mı diye kubbesine bakarlar ! Bulamazlarsa kızarlar; zira geçinmeleri o yüzdendir! Bulurlarsa hemen kollarını sıvarlar, ya altından, ya kenarından eserin örümcekli yerlerine tenkitlerinin süpürgesini uzatırlar !.. Bu münekkkitlerin bütün gayretleri filân kitabın, filân mecmuanın, filân faslında ve filân satırındaki filân kelimenin ve filân harfin manası, şekli, noktası ve yahul bilmem nesidir!.. Bu tenkit canbazlarma sorsalar ki kitabın, mecmuanın, manasından, ruhundan, felsefesinden ne haber?!. Bu sözden hiç bir şey anlamayarak ve dayima örümcekten bahsediliyor sanarak “ Aman sormayın çok kirli, çok fena!» derler. Gözleri harf, kelime,, imlâ, nokta ağları altındaki koca bir âlemi, maksat, mana, kuvvet âlemini göremez. Çünkü ne vaziferi, ne de idrakla-ri asıl fikri, rûhu, mefküreyi aramıya müsayit değildir. Eğer münekkitlik bu canbazlann zahmetinden ibaret olsaydı dünyada güzel, büyük, canlı eser olamazdı. Çünkü her eser mutlaka kusurlu, hatalı, kısmen örümceklidir. Kusuruz olan yalnız Allah’tır!.. Sanat eseri bir dokuma değildir ki her bir teli ayrı ayrı çekilip yoklansın. Her eser vücu-diyle, ruhuyle yekpare, canlı bir bütündür. Ve bütün gibi görülmek, öyle anlaşılmak lâzım gelir. Fakat denilecek ki bu nevi tenkitçiler mücrim midir ? Hayır bilâkis, müfit adamlardır. Fakat, dediğim gibi, böyle bir kaç tane olursa bütün bir şehir için kâfidir!... O da, bacakları zincire tır-anacak kadar kuvvetli, kolları tavan süpürgesini sallıya-cakkadar uzun olmak şartiyle.. Gerisi?! Kuru kalabalık !.-
Felsefe
Batınî hakikatler
1912 senesi Mudanya karşısında Armutlu köyünde bulunuyorum. Vapur Bozburun’n dolaşamadığmdan Armutlu li-inanına iltica etmiştir . Köyü dolaşmak istiyoruz . Fakat yolu bilmiyoruz . Tarlanın kenarından sekiz on yaşlarında küçük bir çobana rastgeldik. Çocuğa köyün yolunu, kaç dakika uzakta olduğunu, yiyecek, içecek bulunup bulunmadığını sorduk. Çocuk bize istizaha hacet bırakmıycak derecede açık ve kat’i cevaplar verdi. Köye vardığımızda çocuğun verdiği bütün malûmattan istifade ettik . Bir iki gün sonra İstanbul’a avdet ederken vapurda kamarotun oğlu olacak - yine sekiz on yaşlarında diğer bir çocuk bulunuyordu : yüzü, gözü karışık, kirli, alık salık bir şey!.. Elinde koca bir limon ayvası, gemirip duruyor ! yanımızda bir kaç musevî genci var. Deniz seyahati uzun sürdüğü için canları sıkıldığı anlaşılıyordu. Çocuğa: İsmin ne ? diye sordular. Hiç cevap vermedi. Tekrar sordular. Bir müddet yüzlerine bakarak, manasızca sırıttı. Sonra başını önüne eyip yine ayvasını, bu sefer daha dişliyerek koparmıya başladı !.. Şehirli çocuğun bu yabaniliğini görünce o köylü çobanı hatırladım. Şehirli ananesinin bu çirkinliğine karşı köylü ruhunun sadeliğini tercih ettim, utandırmak, lakırdı söyletmemek, değnek elde hayvan gibi sürmekten ibaret olan ı ananevi usullü terbiyemize isyan ettim. O tarihte intişar eden kitaplarımda hep bu miskinliğin aleyhinde yazıyordum. Böyle bir maarife cehaleti tercih ederim, çocukları mektebe göndererek sersemleştirmekten ise, cahil bırakalım, daha iyidir, diyordum!.. Bu güne kadar devlet ve milletin muammer olmasını bile münevverlerin ilminden ziyade, halkın ruhundaki safvet ve bekârete veriyordum !.. Gerçi benim böyle söylenmemi cehalet taraftan ve ilmü irfan düşmanı olduğuma atfedenler oldu ! Hatta zürefadan biri bu “ İlim husumeti„’nin tarihçesini bile yazmıya kalkıştı!.. Hiç unut-17 mam bir gün de fazıl ve müdekkik tanınmış bir dostumla görüşüyordum. Lâkırdı sırasında lâtife olsun diye:
— Malûm a, biz cehalet taraftarıyız!. dedim . Bu zat gayet tabiî olarak:
— Ayol hâlâmı öylesin?! dedi!.. Adamcağız gerçekten inanmış ve şimdide hayret ediyordu...
Nasıl oluyor da böyle bir adam cehalet propagandası yaptığıma kani oluyordu ?! Bunun sebebi o adamdaki mantıktır. Kullandığı mantığın vukuatı kavramağa , takdire müsayit olmamasıdır.
Kaç türlü mantık vardır, diyeceksiniz!.. Bence iki türlü, hatta iki türlü görüş vardır, maksadımı izah edeyim: İşte bir şehir, sokak, bahçe, insan vücudu, çiçek... karşısı adasınız; bunu ya bir mühendis gibi tahlil ederek, yahut bir ressam gibi duyarak göreceksiniz . Gerçi her ikisinde de gözün rolü bir değil; mühendis için, göz, bir alet, hatta bir gayedir! Mühendis için, göze göründüğü gibi çizmek, zaptetmek lâzımdır . Fakat sanatkâr için böyle değil: O hem görür, hem görmez ! Bazı çizginleri alır, bazılarını atar, bazılarını hafifletir, bazılarını da mübaleğalandırır • Çünkü sanatkâr bu suretle gördüğünü çizmek değil göz için mekşuf olmıyan bir hakikata vasıl olmak istiyor. Batinı bir hakikat ... Sanatkâr onu duyuyor, onu renge, çizgiye sokmak için yepyeni bir âlem, şekiller, cisimler yaratıyor . Öyle bir bediî âlem ki hiç bir hakikati tabiatinkine mutabık değil! Şu halde sanatkârın icat ettiği tabiat, tabi-atin kendisi değildir, belki kendi ruhunun tabiatıdır . San’-atkâr ruhunu bu batinî tabiat vasıtasiyle ve bu tabiat vesilesiyle tecelli ettiriyor demek.. Siz sanatkârın resmini fotoğraf ve mühendis göziyle tabiate ne derecede mutabık diye tenkit ederseniz, haksız olur . Ancak heyecan ve güzellik itibariyle kendi tabiatına ne derece mutabık yani manevî dünyasını ne derece tasvir etmiş diye tenkit etmelisiniz . Ne derece doğru diye değil, ne derece canlı diye.
Çünkü sanat aleminde ifade edilen hakikatler uzunluk, kısalık, yeşillik, kırmızılık gibi maddî, zahirî hakikatler değil elem, ıstırap, ahenk, iştiyak., gibi manevî, batini hakikatlerdir. Sanatkâr bunları söylemek için bir lisana muhtaçtır. Bu batini hayat zahirî bir vücude tutunacaktır, fakat o kadar.. Tutunduktan sonra bu vücudu yani bu renek ve çizgileri taşar aşar. Kendi hakikatine kendi hakkına vasıl olmak için..
Hülâsa tenkit, mevzua göre değişir. Mevzu nedir. Bir hesap, hendese mevzuu mu? Yoksa bir ruh ve heyecan mevzuumu ? Yazan, düşünen adam, bu ister bir ressam, ister bir heykeltıraş olsun, neyi ifade etmek istiyor! Zahirî bir hakikatimi, yoksa batini bir hakikatimi. Bu hakikat eşyaya, hesaba, akla taalluk eden neviden ise, akim man-tıhını kullanmakta elbette haklıyız. Değilse mikyas, miyar artık zevktir . Binaenaleyh zevke, sanate, hayata temas eden bahislerde göz manasiyle ne kadar doğru gördü diye değil, kalp manasiyle ne kadar iyi duydu, ve duydurdu, ne kadar yaşadı ve yaşattı., diye tenkit edebiliriz. Kabul edelim ki madde sahasinde hakikat “ Doğru „ olandır . Fakat mana sahasinde hakikat, iyi ve güzel olandır . Batıl, yalnız çirkin ile fenadır.
Tarih ve hayat
İçtimaiyatçılar derler ki: “ İçtimaî hayat, bir takım znüessîselerden teşekkül eder; dinî, ahlâkî, bediî... müesseseler. Cemiyet olan yerde bu müessiseler vardır, müessesesiz cemiyet, müessisesiz İçtimaî hayat yoktur. Her cemiyette din, ahlâk, iktisat.... müessiseleri o cemiyetin bünyesine göre bir türlüdür. Canlı mahlûkların uzviyetlerine mutabık fiilleri olduğu gibi, cemiyetinde İçtimaî uzviyetine muvafık müessiseleri, vazifeleri vardır. Din, ahlâk, iktisat... dediğimiz müe-ssiseler, - yani tahassüs ve tefekkür tarzları - cemizetten cemiyete, yani cemiyet dahilinde de, devirden devire değişir. Bu değişmenin aleti, “ İçtimaî bünye „ denilen hakikattir-İçtimaî bünye, bir cemiyeti teşkil eden zümreler arasında İçtimaî münasibetin tabiatıdır. Meselâ umumiyetle bu fertler arasında ne gibi manevî müşabıhetler, ve ne gibi maddî tesanütler vardır?. Fertler dağınık, kabilevî bir hayatmı yaşayor-lar, yoksa muhtelif işler ve muhtelif ihtisaslerle birbirine bağlanmışını bulunuyorlar ? Fertler tarafından vücude getirilen zümrelerin tedahülü, tesanüdü ne derecededir.? Bütün İçtimaî hayatın mukadderatı, fertlerinin işte bu tarzı teşekkülüne, cemiyetin bünyesine bağlıdır. Bu bünye değişmedikçe, İçtimaî hayatça değişemez. Bir fert terakkiyi, teceddüdü ne kadar arzu ederse etsin ve bu uğurda ne kadar çalı-şırşa çalışsın cemiyetin bünyesi değişmedikçe, bünyeyi değiştirecek inkilâplar olmadıkça teceddüt hususundaki bütün mesaisi kısır kalacak, içtimaileşemiyecektir... “ İçtimaî bünye,, gibi ilk uzvî bir mebdein neticesi olan İçtimaî müessiseler, ve bu müessiselerin toptan ifadesi olan İçtimaî hayat, ferdin keyfi, arzuyu hod yıkılamaz 1 „
İçtimaiyatın bu hükümlerini dinledikten sonra birden bire kendimize, soracağımız sualler şudur: “ O halde fert İçtimaî bir cebriyetin tarihi şeametin kör körüne esiri-midir ?!. Ferdin iradeyi cüziyesinin, ihtiyarının cemiyet hayatında bir kıymeti, ehemmiyeti yokmudur ?!. „ Fakat bilâkis, içtimaiyatın irşadından çıkarılacak doğru netice şudur: Kabile, aşiret, devlet... gibi her hangi bir cemiyet dahilinde yapılacak olan bütün inkılâp teşebbüslerinin, ferdî iradelerin hedefi, doğrudan doğruya cemiyetin bünyesi olmak lâzım gelir. Bu bünyeyi tadil ve ıslâh edecek mahiyette olan her ferdî, iradî hareket, cemiyetin hayatına müessirdir. Fert, cemiyetine karşı menfi kalmak vaziyetinden kurtulamaz!.. O halde evvelâ bu İçtimaî bünye nasıl değişir, buna dikkat etmeli. Coğrafi muhit, beynemilel münasebetler.
İktisadî muameleler, muharebeler... gibi haricî, siyasî sebepler; kanunlar, mektepler, tevelliidat, vefiyat, sari hastalıklar... gibi dahilî, ı zvî sebepler; sonra o asırda ulûm ve fününun terakkisi, büyük dinlerin zuhuru, keşfiyat... gibi büsbütün cihanşumül ve beşerî sebeplerle bu tahavvülün mihaniki bir surette vücude geldiğini farzedelim. Bu cebrî şeraitte bile ferdin iradesinin ve tabiatiyle zekasının, heyecanlarının mühim bir faaliyeti mevzubahs olmaktadır. Filhakika İçtimaî ilimlerin ve tarihî tetkikatm bize nefiyettiği şey ferdin iradesi değil, keyfidir. Çünkü irade, iktidar ifade eder, iktidar ise imkâna asılır, bir mefküreye koşar!.. Keyfin tazammün ettiği şekiller mevhumdur.. Cansız tabiatte cazibeyi arz, ziya, elektrik., gibi kuvvetlerin mevcut olması, madde üzerinde ki nüfuz ve hakimiyetimizi selbetmiyor; diğer bir neviden ve diğer bir tabiat demek olan İçtimaî kuvvetlerin varlığı bu ihtiyarımızı neden selbetsin ?! O şartla ki sarfe-dilecek emek, bu kuvvetlerin de tabiatıne, .kanolarına uygun olsun. Demek ki mesele içtimaiyat noktayi nazarından mevzuu bahs ve münakaşa olan ferdî idarenin vücudü değil, belki bu iradenin hedefi, istikametidir.
Hülâsa fert İçtimaî hayatta bir takım mukavemetlere maruzdur ve bunları yenmek, aşmak vazifesiyle mükelleftir. Şüphesiz bu vazifenin imkânı, türlü düşünceler, muhakemeler, ilimler fenler ile yine şüphesiz, aksam ve anasın meçhul, tahlil ve tarifi imkânsız olan bin türlü heyecanlar, batını mücahedelerle... Bilhassa büyük yeis ve tereddüt anlari vardır ki fert, hayatının seyrine karşı gelen hailleri yıkmak, devirmek için aramıya, düşünmıye muhtaç olur. Öyle dakikalar ki büyük, pek büyük, gayret ve cesaretle çalışmak ihtiyacını duyar. Bu ihtiyaç, her duyulması lâzımgelen arzu, ihtiras gibi, vicdanımızın en derin, en karanlık tabakalarından kopup aklımızın en aydınlık yüzüne çıkar, böyle olurken şuurumuzu, bütün benliğimizi sarsar. Böyce aşılmaz, yenilmez zannedilen setlerin karşısında kalan fertlerin ve milletlerin hayatı son derece esrarengizdir. Ruhlar ihtilâlci sadmelere, yaratıcı hâmlelere pek müsait bir zemindir:
Bir şair ki canlı ilhamlarını sığdıracak lisan bulamıyor; bir mimar ki muhayyelesinin doğurduğu taş ve demir şiirini okuyacak bir meslek, bir mektep bulamıyor; her hangi adam ki hayatının önüne dikilen koca duvarı yıkmak için vücudünde takat, kuvvet bulamıyor .. Düşününüz bir kere, ölümle karşılaşan böyle bir ferdin halâs ve hürriyet için baş vurduğu çare nedir ? Yine kendi ruhu; kendi aklı, kendi vicdanıdır... Fakat bu sefer ruhunun en derin, en karanlık nok talanna doğru.. Sanatkâr, yahut kahraman, böyle bir adam, ruhunun en gayri meşur, en kuvvani nahiyelerine inerek esranenğiz bir kuvvet ve kudret menbaı arar gibi dolaşır dolaşır, nihayet o yoldan bütün mazisinin en uzak, en dik yokuşlarına tırmanır; bir radde gelir, öyle bir noktaya varır ki artık içtiği su, hayat ırmağının suyudur. Vardığı yer, hayatın kaynağıdır... Teneffüs ettiği hava, hürriyet havasıdır... Haricin nazarında aşikâr bir irtica olan bu hareket, batinın zevkince kat’ı bir itilâdır. Çünkü derinleşmek ve gerilemek, ölümü aşmak zaruretinde olan bir hayat için, en tabiî, en selikavî bir harekettir: Hayat geriliyerek, hızlanır, hızlanarak ta ileriler, istikbale atlar. Her terakki bir icat, her icatta maziyi karıştırıp yeni şartlara, yeni ihtiyaçlara göre yeni baştan vücude getirmektir.
Ferdin hayatında gördüğümüz bu canlı irticai aceba cemiyetin hayatında bulmıyormuyuz? Cemiyet te zaman zaman bilhassa büyük bir hezimet ve atalet devirlerinden sonra hayatını, hürriyetini tehlikede görünce, geriye sıçırayarak mazisini yoklamıyorum Cemiyet mazisinin canlı hatıralarını karıştırarak eski unsurlarla yeni eserler, yeni yeni müessiseler vücude getirmiyormu ? !. Fertte hafızanın ve garyi şuurî * hayatının oynadığı bu rolü, cemiyette aceba tarih ve sanat oynamıyormu? Onun için meselâ Türklerin bu ğün tarih ve sanat eliyle mazilerini karıştırmaları bir hayır çünkü bir hayat alâmeti değil midir ?. [4]
Maziye dair
Müverrih Ch. - V. Langlois ile Ch. Seignobos tarihi methal tetkiklere olarak yazdıkları eserin sonunda: Bütün ilimlerin kıymeti, hak olmasına tabidir; tarihten de istenilen bu haktır, diyorlar. Tarih, ne Almanya’da olduğu gibi, vatanperverlik hissini tahrik için alet olmalı, ne de bir takım muallimlerin zannettiği gibi, ahlâk hocalığı yapmalıdır. Yalnız hakka hizmet etmeli, maziyi mazinin hayatını, müessise-lerini, olduğu gibi, yani, bütün iyilikleri, fenalıklariyle, bütün güzellikleri, çirkinlikleriyle göstermelidir. Çünkü tarihin hakikî hizmeti mazinin hakikatini öğretmek, hakka hizmet etmektir . İki müellifin tarih ve tedrisatı hakkında ki fikirleri aşağı yukarı budur...
Tarihin hayatî rolü hakkında ki tahminim, büyük müverrihlerin fikrine zıt değilse bile, tamamiyle mutabık da değildir . Fikrimce tarihin eseri, hakkı öğretmek, hak ve hakikat fikri vermekten daha derindir: Bir milletin zihninde tarihi tedrisatın nüfuz ettiği tabakalar, zihnin hüküm, muhakeme gibi nispeten sathî ve kışrî olan tabakaları altındadır, hatta ruhun en münzevi, en sırrî nahiyeleridir.. Düşünelim, mazimizin en uzak, en kaçıcı hatıralarını yokladığımız anler hangi anierdir? En müşkül, haricî tehlikiye en çok maruz kaldığımız dakikalar değil midir. Bunun gibi milletin en felâketli en buhranlı dakikaları hangi dakikala rdır ? Varlığının tehlikelere girdiği, büyük savletlere davet edildiği dakikalar değil midir ?. Bu dakikalardaki en tabiî, en hayatî faaliyet hangisidir ? Maziye, tarihe katlanmak değilimdir ?.. Demek ki hayat, yeni bir istikbale namzet olduğu ande canlı bir irtica ile mazisine katlanıyor. Bu mazinin sermayelerini, bütün hatıralarını, lezzet ve elemlerini, neş’e ve İstıraplarını, muvaffakiyet ve inkizarlarmı yokluyor, onları eritiyor ve yeni bir hayat şekline döküyor. Bu taktirce tarihi şuurun milletlerin bakası, istikbali noktayı nazarından gayet büyük bir ehemmiyeti vardır. Tarih, yaratan, istikbale atılan hayatın hafızası, bu hafıza ise o anlayışın şuurudur. Bir millet için tarihî tetkikat, tarihî tahsil zevki uyanmişsa, bu istikbal için hayırlı bir alâmettir. Yevmi matbuattan başlıyarak haftalık mecmualara, İlmî eserlere kadar tarihî neşriyat inkişaf etmek istidadını gösteriyor. Diğer cihetten maziyi tenvir için çalışan hususî teşebbüsler vardır. Nitekim geçende öğrendim ki“Cemiyeti sofiye,, isminde tasavvuf meraklılarından, mürekkep bir cemiyet mevcut imiş . Bu cemiyet bir zamandan beri tasavvuf tarihi yazdırmakla meşgul.. Tasavvuf, felsefemizin bir mazisidir ki müslümanlığm en mahrem heyecanlarını mütalâaya çalışır. Bu itibar ile tasavvuf bizim için dinî halin bir mazisi, iptidası dır. Tasavvuf ve tarihi hakkında yapılacak her teşebbüs, halin en canlı bir idrakma dokunacaktır. Bu teşebbüs iki şek’lde yapılabilir : Ya tasavvufun ve umumiyetle hayatın tarihini yazmak, yahut bu tarihi öğretecek vesikaları tesbit etmektir. Bu gün hangi mevkide bulunuyoruz? Mazimizin hakikatine bizi götürecek olan eserler ister bir yazma kitap şeklinde, ister bir mescit harabesi halinde olsun, hep yan-mıya, yıkılmaya mahkûm bulunuyor!.. Bu yanma ve yıkılma tehlikesi karşısında, hayatın mazisine muhabet edenlerin her işi, her şeyi sadece “ kurtarmak „ maksadına dönmelidir. Onun için bir tasavvuf tarihinden evvel, mutasavvıfların yazma kitapların, bir mimari tarihinden evvel, harap olan camilerin, çeşmelerin, mazinin tasvirinden evvel, vücudunden baki kalan eserlerin muhafazası.. Artık bu vazife kimlerindir, takdir edilsin!..
Bergson’un felsefesine dayir
Millî Harekâtın henüz başladığı tarihte idi. (Akşam)’da manevî kuvvetlerin hakikatinden ve yaratıcılığından bahseden bir iki makalem çıkmıştı. Birgün, arkadaşlarımdan biri : “ Nedir bu yaptığınız ? mistisisme gidiyorsunuz !.. Memlekette ilim aleyhine cereyan olacak „ dedi. Ve kendisinin mistiissme aleyhinde yazacağını söyledi. Ben sadece Bergson’culuk cereyanını kasdediyorsa bu felsefe ne zannet-liği gibi ilim aleyhtarı ne de mystik bir felsefe olmadığını söyledim. Ve bizzat Bergson’un eserlerini okumasını tavsiye ettim. Arkadaşım o zamana kadar Bergson’u okumadığını itiraf etti. Bu tesadüf, bu muhavere tekrar gösterdi ki bir felsefenin bir memlekette, anlaşılması için doğru olması, hatta açık bir lisanla yazılması kâfi değildir. Her halde doğru telâkki edilmiye müsayit bir muhitte intişar etmesi doğru telekkiye müsayit dimağlara ekilmesi lâzımdır. Nitekim fikrî terbiyesi olmıyan bir memlekette ilmin telâkkisi, ilmin kıymeti ne olabilir ? Bediî terbiyesi iptidaî olan bir memlekette bir Wagner, bir chopin neden takdir edilsin ? Yeniyi kabul ve temessül hazırlığı yalnız ilim ve sanat için değil, felsefe için de lâzım değil midir ? O halde her memleket, her devir, her felsefî telâkkiye müsayit olmadığı gibi, her okumuş yazmış ve bir az düşünmiye alışmış olan insan da her felsefî bir telkâkiye hazırlanmış değildir. Felsefe ile devir, feylosofla onu okuyan mütefekkir arasında her şeyden evvel canlı bir münasibet lâzımdır. O münasibet ise muhabbettir. Devrimizin ruhunda ve bizzat ruhumuzda yeni felsefeye - nasıl ki yeni bir ilim ve sanat telekkisine karşı - bu muhabbet olmadıkça onu anlamak güçtür, çünkü yeniyi anlatan, bizi yeniyi, anhyacak vaziyete koyan her şeyden, her talim ve tahsilden evvel bu duygu, bu muhabbettir. Yeniyi anlamak için yaptığımız her türlü tahlil ve mukayeselerin altından bu canlı alâka tessüs etmek sayesindedir ki yeni felsefenin kalbigâhma vasıl oluruz. O zaman bu felsefede zahiren garip ve mütezat, görünen bir çok hükümlerin canlı bir vahdet içinde eridiğini gcrürüz. Alelâde zamanlarda bile karşınızdakinin meramını anlamak için yaptığımız hamle dahi katiyen bundan başka bir şey değildir. Alemi hariciye ayit bir mevzuun, meselâ bir binanın, bir hayvanın yahut bir insanın, canlı cansız bir manzaranın acizleri, noksanları ve tezatları maverasında dolaşan manayı bulmak ve onu yakalamak için sanatkârın aldığı gerçi hayatî, samimî fakat lâ-aklî vaziyet dahi bunu gösterir. Sanatkâr bu suretle eşyanın parçalarına değil, belki ruhuna, manasına vasıl olur ki bedi odur. Yeni bir sanati, yeni bir hayat eserini de anlamak için böylece samimî bir idrâke muhtacız.
İşte Bergson’un felsefesine ayit başlıca itirazlar muhabbet sözü ile ifade etmek istediğim belki de temamiyle ifade edemediğim, çünkü lisan ile temamen ifade edilemi-yen samimî bir idrâkin noksanından ileri geldiğini zannediyorum . Zira Bergson’un eserlerini canlı bir alâka ile ile tekrar tekrar okumuş olsaydı ve bu feylosofun dediğinden ziyade demek istediği sezilseydi, hususiyle yoktan vücude getirir gibi görünen eserleri müelllifin alâkası ile yaşansaydı Bergsonculuk ilme mugayirdir, mistisismedir, gibi itirazlar dermiyan edilemezdi. Filvaki idrâkimizi bu feylosofun idrâkiyle birleştirdiğimiz zaman felsefesinin fikir âlemine başlıca iki istiklâl davasiyle girdiğini görüyoruz: bunlardan biri felsefenin mevzuuna, diğeri usulüne dayirdir.
Bütün Bergson felsefesi bu iki iddianın istiklâline ve yeniliğine dayir ilhamlar ve ispatlarla doludur . Çok kere feylesofun âlimin işini tekrareden bir alim farzetmişler; bazen de feylosofu alimin ve felsefeyi ilmin düşmanı sanmışlardır . Bergson’a göre felsefe ne ilme aynen mutabık: ne de ilme büsbütün mugayirdir . Belki felsefe ilmi kavrı-yan, fekat yine bu ilmi taşan bir nevi ilimdir . Asıl ilim maddeyi ve ilim dediğimiz, hakikatlerin ancak cemiyetleşmiş kısımlarını tetkik edebilir . Çünkü ilim bir alet, sahibi bir mühendistir. İlmin melekesi olan akıl, hakikatin bu kabili mukayese ve muhakeme olan katı kısımlarını yakalıyabilir. .Hakikatin bu kısmı ilim için tecrübe sahesidir. Hikmet kimya, hayatiyat, ruhiyat ve içtimaiyat dediğimiz ilimlerin mevzuları hep bu tabakanın sekenesidir. Halbuki insan şuuru için tecrübe sahesi sadece ilim sahasinden ibaret değildir . Madde ve hayat, imkânlarına yalnız hakikatin yüzüne serpmemiştir. Madde ve hayatın yüzünü tenvireden mihanikiyet ve muayyeniyet tabakaları altında öyle taviyet ve hürriyet nahiyeleri bu nahiyelerinde öyle hür ve tabiî sekenesi vardır ki bunlar hendesemizin, hesabımızın şekillerini' hassalarını taşan mevcutlardır. Onları akıl gözünün görmesine imkân yoktur.
Fakat zevk ve hats dediğimiz kalp gözüyle görülebilirler. Çünki nebatat ve hayvanata oğrayarak bütün kâinatı dolaşan hayat ırmağının son yatağı bizim ruhumuz, vicda-nımızdız. Feylosofun “moi fondamental» dediği batmî ene bu tahtanî cereyanların arzıdır. İnsan için böyle batınî bir tecrübelerin kabilolduğuna delil işte hakikate tahlil ve mukayese etmeyerek vasıl olan sanattir.
Sanatkârın işi mevzuunu ölçmek, biçmek, diğer mev-zularla münasebetini bulmak ve onu aklî mefhumlar, cebrî lisanlarla ifade etmek suretiyle ilmin faaliyetini devam ettirmek değil, bilakis ilmin giremediği nahiyelerde çalışarak mevzuunun vahdetini bırakmak ve onun şekli, cismi, değil, manayı ifade edebilecek bir lisanla ifade etmektir. Hülâsa sanatkârın vazifesi neş’e, iztirap, güzel, çirkin, haşmet, azamet kelimeleriyle ifadeye çalıştığımız fakat bir türlü ifade edemediğimiz bâtınî âlemin sekenesini bulmak ve onları haricî âleme kadar sürükleyip merî bir hale getirmektir.
Fakat sanatkâr samimî, ruhî bir eneyi ifade hususunda yalnız temsilci bir vazife görüyor. Acaba feylosof için sanat yolundan daha ileriye, fikre kadar gitmek ve sanatin temsillerinden daha fikri olmak üzere ifadeler bulmak mümkün olmaz mı ? Sorulacak ki felsefe bu faaliyetinde ilme muhtaç deiğilmıdır; fakat felsefe için ilim basamaktır. Feylosof bir fizik alemi olan ilme basarak bir metafizik âlemi olan felsefeye atlıyabilir. Nasıl resim ve heykeltıraşlık gibi sanatler asıl terkibi mevzularını bulmak için bidayeten bir takım tahlillere muhtaç oluyorsa, felsefe de asıl mevzuunu kavramak için bidayeten bir takım tahlillere muhtaç olacaktır. Sanatkâr hayata ve manasına vasıl olmak için evvelâ bu hayat ve mananın tutunduğu maddeyi ve şekli bulmak, anlamak mecburiyetindedir. Onun için her tasavvurun meşur ve ya gayrı meşur bir tahlili vardır. Her ressam manayı ifade etmeden evvel az çok şekli taklide başlar . Faaliyetinin bu safhasında sanatkâr maddeyi tetkik eden âlime yaklaşır . Fekat sanat bu tetkikte kalmaz . Buna tutunarak daha içeriye girer ve manaya doğru ilerler. Asıl bediî faaliyet işte bu batinî âlemde olur. Sanatkâr gibi feylesof ta asıl mevzuunu kavramak için bir takım tahlillere muhtaç olacaktır. Ona bu tahlilleri veren ve feylesofu hakikatin evvelâ soğuk yüzü ile temas ettiren vasıta ilimdir. Hakikî felsefe hakikî ilmin mabadidir. Onun için feylesof ilim vasitasiyle hakikate teması temin ettikten sonra sanatkâr gibi daha içeriye girer ve alimin dağınık mütalâalarına hep birden menba teşkil eden bir, bütün ve canlı merkezini, hayat ve fevza merkezini bulur ve görür ki bütün o hâdiselerin anası, hayatın bu sıcak ve zaman zaman infilâk eden bürkânıdır. O halde felsefenin ilim tabakaları altında arayan bir gözü, çalışan bir aklı vardır. Ruhun karanlıklarını delen nur, bu gözün nurudur. Hayatın sırları-iını keşfeden meleke bu aklın melekesidir .
Bu böyle anlaşıldığına göre Bergson’un felsefesi ile ilmin mutaları arasında nasıl taarruz olabilir?!.. Bilâkis tesanüt vardır . Bergson felsefesi ilmin bıraktığı yerden başlıyor ve ilmin rüyetlerini vahdete irca edecek olan asıllarını bulmak üzere derinleşiyor, yani ilmin mütalarını belfcdiyor .
Şu taktirce felsefe ilme nazaren müstakil bir mevzu oluyor. İlim hakikatin kabili müşahede, kabili mukayese ve kabili muhakeme olan sathını tenvir ederken felsefe aynı hakikatin bilâkis yalnız kabili tahaddüs, kabili tasvir ve kabili telkin olan umkunu keşfediyor . İlmin de, felsefenin de mevzuu hakikattir. İlmin mevzuu tastik hakikat, felsefenin mevzuu kuvvanî, dinamik hakikattir. Şu halde ilim sanatten ziyade hirfete, felsefe ilimden ziyade sanate yakındır diyebiliriz yine böyle anlaşıldığına göre felsefenin usulü ilmin usulünden başka olduğu görülür. İlmin akıl vasıtasiyle maddeyi ve ya madde gibi gördüğü hayatı tahlil,, tasnif ve mukayese ediyor; müşabih olan unsurlarını ayırıyor . Halbuki felsefe hakikatin kısır gibi kabili tecezzi olmayan kuvvanî kısmını bütün ve canlı olarak gösteriyor, daha doğrusu duyuruyor . İlmin melekesi akıl usûlü tahlildir . Felsefecin melekesi hats (intuition ), usulü terkiptir. Şimdi insan bu felsefeye ilme mugayirdir demek için anlamamış olmalıdır. “Mistik» demek içinde “mistik» kelimesine müspet telâkkisi haricinde menfi bir mana vermiş olmalıdır. Filvaki İlmî nazarlardan uzaklaşan, batınî rûyetlere vasıl olan her idrâk az çok mistiktir; yani derunî, batınî, kuvvanîdir. Nitekim her sanat te bu mana ile mistiktir. Sanat ve felsefe içini bu mana ile mistik olmak kendine sadık olmak demektir-
Taklit mi, hazım mi ?!
Dün Sümmer palast’a Strasburg’lu müsafirlerimizle Şehremini Beyin ziyafetinde bulunuyorduk . Müsafirlerimiz arsında şayanı dikkat münevver zatler vardır. Hemen bahis maarif teşkilâtımıza intikal etti. Hususiyle ilk tahsilin mecburiyeti memleketimizde tatbik edilip edilmediğini, lâiklik ^meselesini, kadınlarımızın İçtimaî hayattaki mevkilerini ve intihabata iştirâk edip etmediklerini.. hep sordular. Bu zat-lerdan biri taşra maarif teşkilâtımız hakkında malûmat istedi . Aynı zat Fransa’da olduğu gibi Türkiyede akademi rmmtakaları vücude getirilmesi hakkındaki fikrimi soruyordu. Ben bu teşkilâtın memlektimizde taraftarları olduğunu ve yeni yapmakta olduğumuz maarif kanununda bu esası kabul ettiğimizi söyledim ve bunun aleyhinde bulunanlar tarafından müfrit bir merkeziyet itirazı dermiyan edildiğini söylediğim zaman muhatabım güldü . Buna aksiyle itiraz etmek daha kolay olduğunu söyledi ve Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de millî ve harsî vahdetin emniyet ve selâmeti için bu mıntıka fikrini kabul ve tatmin etmekten başka çare olmadığını söyledi ... Bundan sonra misafirler muhtelif fırsatlarla ve muhtelif tabirlerle Türkiye’de vukua gelen siyasî ve İçtimaî inkilâplann harikulâde mahiyetinden ve Gazi Paşa Hazretlerinin müstesna şahsiyetlerinden bahsettiler. Aralarından biri “ Türk kavmi dünyanın müstayit kavimle-rinden biridir „ dedi. Demek istedi ki : Türk filân falân kavim gibi terakkiye gayri müstayit değildir. Bu fikir etrafında biri az münakaşa oldu. Hilkaten ve hayaten terakkiye müstayit olmıyan kavim var mıdır?.. Kavimlerin terakkisinden de tedennisinden de mesul olan müessiseleri değil midir ?.. Terakkiyi de, tedenniyide icap eden din, ahlâk, hukuk, iktisat, sanat., gibi müessiseler, İçtimaî vakıalar de-:ğil midir ?.. Türkün terakkisine bir mani varsa bu kafa tasiyle,dimağının hüceyreleriyle değil, tarihiyle, müessisleriyle alâkadardır. Bu dava etrafında hayli konuştuk. Nihayet bahis mektep ve tedrisat notayi nazarından Fransaya intikal etti . Ben dedim ki: Mektep ve tedrisat Fransa’sını doğru olarak anlamak için hiç olmazsa bir sene onun ilk, orta, yüksek, umumî, meslekî, salim gayrı salim mekteplerinde yaşamak ve bu mekteplerin hâlile hemhal olmak lâzımdır. Ben bu tecrübeyi yaptım. Fransadaki kat’i müşahedelerimin verdiği salâhiyetle diyorum ki: Fransa lisan, edebiyat, felsefe, yazı, tedrisatı itibariyle dünya üzerinde birinci derecede bir memlikettir . Hiç bir memleket bu dersler hususunda Fransız muallim ve müderrisler kadar hedeflerini vazıh bir surette tayin ve usullerini psikolojik esaslar üzerine vazedememişlerdir. Onun için bana Fransa’nın maarifini tarif için üzülmeyiniz. Misafirler bu sözlerden çok memnun oldular. Bahis, diğer memleketlerin maarif hayatına intikal ettiği zaman Almanya’dan tebahhur ve sınam tedrisat notasından, Italyadan sanayii nefise vatnı olmak itibariyle, İngiltere’nin spor ve “ self-govrenment,, toprağı mevkiindeki hakimiyetinden bahsedildi. O halde , dediler, siz Fransa’dan lisan ve edebiyat dehasını, Almanya’dan iktisat pedagojisni, İngiltereden ferdiyet harsini alınız, ve bunları birleştirerek asrî bir terbiye ve maarifin esasını kurunuz . Mübahasa esnasında pek munsaf davranan Strosburg lisesi müdürüne şu cevabı verdim: Evet her kes bize buna yakın tavsiyelerde bulunuyor; Avrupa memleketlerini mütehassıs oldukları cihetlerden taklit ediniz „ , diyorlar! Bu fikir ve itikat öteden beri bizim bir kısım münevverlerimizde de vardır . Bu münevverlerimiz derler ki : “ Avrupayı rehber ittihaz edelim, fakat Avru-panın iyi taraflarım alalım, fena taraflarını almayalım . „ Bu tavsiyeleri biri birinden daha makul ve mantıki olabilir. Fakat hepsinin esası şudur:
Medeniyet parça parça unsurlardan şuradan buradan alınıp eklenmesiyle teşekkül eden bir halitadır. Meselâ
Fransa’dan vuzuh vemantık unsurunu, Almanya’dan teknik unsurunu, İngiltere’den hürriyet ve ferdiyet dehasını alan ve tophyan Türkler bunları yan yana getirmekle kendilerine mahsus bir tarz ve şekil icat edebileceklerdir!., Fakat hayır! Buçalşma icat ve ibdaın sırlarına mugsj iıc’ir terakki hiç bir zaman bu yan yana getirip eğlemenin mahsulü olamaz. Eğer öyle olsaydı siz Fransızlar hâPim oldukları noktada Almanları, keza İngilizleri, ve tütün büyük milletleri taklitte tereddüt etmezdiniz!.. Bir içtimaiyatçınızın, profesör Bougle’nin dediği gibi, Fransa vazıh fikirler ve mantık memleketi, İtalya sanayii nefisenin arzı mevudu. Ingiltere ise “ Selef Governemnet „ memleketidir ... İktisadî hayatta olduğu gibi harsî ve manevî hayatta da her milletin dehasını tebarüz ettirecek İçtimaî bir taksimi amel mevzuubahs oluyor. Bizim yeni bir medeniyeti nasıl icat edeceğimize gelince Türkler yalnız şu veya bu milleti değil, bütün milletleri görmeli, hatta yaşamalı, en samimî ve en derunî bir tarzda fakat hiç birini hiç bir şeyi mihaniki olarak taklit ve kabul etmememeli - bittabi İnsanî ve beynelmilel olan esaslar başka - ve sonra kendi memleketlerinde işin gerisini akli selime, hatese bırakarak samimî bir faaliyetle icada çalışmalıdır. O şair gibi ki bütün klâsikleri okumuş ve zamanın bütün sanatkârlarını tanımıştır; fakat eseri kendinindir. Zira kendi ruhunun ve kendi samimiyetinin zadesidir.
Sözümü bitirir bitirmez muhataplarımdan biri şu kısa cevabı verdi:
— Evet, taklit değil, hazım, hazım
Şimdilik! Fena mı ?
Sakarya harbi esnasında Tokat’tan geçiyordum. “ Size Darülmuallimini İptidaiye binasını gösterelim,, dediler... Han gibi karanlık ve dar bir yere girdik. Bu karanlık binanın çürüyen döşemelerini değiştiriyorlardı...
— Darülmuallimini İptidaiye binası dediğiniz yer burası mı ?! dedim.
— Şimdilik !.. Fenamı ?.. Dediler. Bir kaç sene evvel Derülfünün binası olan Ziynep Hanım konağının önünde asarı atikadan olan süslü sebilin yanında tahtadan bir belediye kulübesi yapıyorlardı. Birine sordum :
— Bu nasıl belediye kulübesi ?!.
— Şimdilik!.. Fenamı ?.. dedi. Bu söz beni seneler-denberi sinirlendiriyordu. Bu defa arma komisyonu müna-sibetiyle Ankara’yı ziyaret ettim. Yukarı Ankara’da büyük taş binalar yapılırken yeni Ankara’da mukavva şatolar gibi yapılan ufacık tefecik evleri gördüm. Arkaşıma dedim ki:
— Yeni şehir mutlaka bu düzlükte teşekkül edecektir. Yeni şehri vücude getirecek olan en mühim binalar bu hususî meskenler, ayile evleri değildir. Asıl cemiyet mües-şişeleri, ilim, ve ticaret evleridir ki bu büyük şehre hususî bir sima verecektir ... Bn evlerin hâli nedir ?..
Arkadaşım şk cevabı verdi :
— Şehremaneti bunları yersiz kalan ufak memurlar için yaptırdı. Şimdilik ! Fenamı ?..
Hayır, hayır ... “ Şimdilik ! Fenamı ? ?. „ düsturu doğru değil... Bu kanaatin altında yatan zühtî bir kıymet var. “Şimdilik! Fenamı?..,, Biz bir göçebe kavim ve bir kabiyle değiliz... Bizim senemiz, on iki ay değildir, ömrümüz yaprakların ömrü değildir... Biz bir milletiz. Ve bizim hayatımız yalnız ebedîlikle ölçülebilir. Şimdilik diyenler bu büyüklüğe inanmıyanlardır. Onlar fenâya, faniye itikat ediyorlar, biz ise bakaya, ebedîliğe inanıyoruz... Şimdilik düsturu yanlıştır, şimdilik düstüru fenadır. Yeni Cumhuriyetin şehirlerini vücude getirirken ve binalarını yaparken “ Şimdilik ! „ dimeyiniz. Hakkınız yoktur. Cumhuriyet hayat siyasetinin düsturlarını ebedilikten ve cidalden alırken siz imar siyasetinizin düsturlarını zühtîlikten, kanaatten almı-yınız. Ey imarcılar! Milletin hayatı için kullanacağınız ölçüleri fani olan hayatınızdan almayınız. Bu ölçü, olsa olsa, mefkûrelerin bayatındadır. Türk hayatını kurtaran insan mücadelenin mikyaslarını saatlerden, günlerden ve senelerden alsaydı yer yüzünde Türk kalmazdı. Milletin ebdî hayatına kayil olunuz. Her işi milletin ebedî olan hayatı, müstakbel ihtiyaçları için yapınız. “ Şimdilik 1 „ düsturunu gömünüz. “ Yarın için ve ilelebet için ... „ düstûrunu alınız. Her fani, her zayii şeyin adına “ Fena „ diyiniz. İyiyi yalnız ebedîlikte ve bakada arayınız.
Sanat ve felsefe
. Bir felsefe sistemini bir sanat eserine benzetmek kadar uygun bir teşpih olamaz. Çünkü felsefe sistemi de sanat eseri gibi bir nevi “ terkip ,,’tir. Her sanat eseri bir takım renkler, çizkiler, cisimler veya seslerden teşekkül eder» her felsefe sistemi de bir takım fikirlerden, muhakemelerden, hayallerden teşekkül eder ... Sanat eseri bir takım unsurlardan teşekkül etmekle beraber, onu vücude getiren faaliyet bu unsurların “ gelişi güzel karışması „ değildir: belki “ hususî ve manalı bir tarzda imtizacı „’dır ... İşte sanatkârların asıl icadı bu manadır. İşte felsefe sistemini de vücude getiren fikirlerin, hayallerin “ yan yana gelmesi „ değil, bunların “ bir manaya, mutlak fikirlere delâlet edecek surette birleşmesi, anlaşması ,,’dır... İki nevi terkip arasında yalnız şu fark vardır: Sanat eserinin ifade ettiği mana bediî bir kıymettir. Sanat ancak hayale kada varır. Halbuki felsefe eserinin ifade ettiği mana fikrî bir kıymettir, felsefe en mücerret mefhumlara kadar varabilir ... Şu hâlde sanat te, felsefe de haricî âlemden, maddeden, fikirden, ilimden aldıkları unsurlarla bir takım yeni yeni kıymetlere vücut veren orjinal eserlerdir. Ancak bir sanat eserini sanat eseri yapan asıl hakkiat ne müracaat ettiği çizgiler, ne de taşlardır; belki sanatkârın hayatından aldığı ve çizgiler, taşlar vasıtasiyle ifade edebildiği manadır. Çizgiler, taşlar sanat eseri için nasıl bir vasıta ise, fikirler, ilimlerde felsefe sistemi için sadece bir vasıtadır. Sanatkâr gibi feylesof ta bunları yalnız vasıta olarak kullanır. Halbuki alimin işi bunun aksidir: İlim; unsurlar vasıtasiyle kaçıcı manaları ifade edecek yerde hiç bir manası olmıyan cansız maddeleri parçalıyor, onları hesap ve istifade edilebilir bir takım basitlere ayırıyor. İlim, sanat ve felsefe gibi tabiati duymak veya anlamak için çalışmaz, sadece gördüğünü “ kayt ve izah „ eder, bir hâdiseyi diğerine bağlar. İlim yalnız “ nasıl ölüyor ? „ sualine cevap verir, fakat “ nedir? „ sualine cevap vermiye uğraşmaz. Sanat ve felsefenin terkip çiliğine mukabil ilmin fiili tahlilcidir. İki faaliyetin istikametleri, gayeleri de ayrıdır: Hatta bir sanat, ilme mutabık, bazan mugayir de olabilir. Çünkü sanatin vazifesi haricî âlemin eşyasını, manzaralarını doğru öğretmek değildir. Nasıl ki felsefenin vazifesi kâinat hakkında - ilmin yaptığı gibi - müspet fikirleri, afakî hahikatlari bildirmek değildir. Bir felsefe sistemi ilme müracaat ve ilmi istimal etse bile doğrudan doğruya ilmin kendisi değildir. Şimdi bir ilim eserini, bir ilim adamının davasını anlamak için müracaat edilecek usul şüphesiz ki tektir: Zekâyı bu esere tatbik etmek, eseri parçalamak ve parçasını bin türlü tecrübe etmektir. Nihayet haricî âlemdeki şeniyete mutabakatını aramaktır. Halbuki bir sanat eserini anlamak için müracaat edilecek usul, bunun aynı değildir. Sanatkârın eserini parçalıyacak yerde toptan kavramak, anlamaktan ziyade duymak lâzımdır. Çünkü burada ilmin eserinde olduğu gibi çizkileri, şekilleri, cisimleri ayrı ayrı tahlil etmek değil, asıl bu unsurların vücude getirdiği ahengi, derunî lisanı keşfetmek lâzımdır. Sanatkârın eseri ilmin eseri gibi anlaşılmak istendikçe anlaşılmaz bir hâle gelir... Bir felsefe sistemi bir sanat eseri gibi mütalâa edilmek lâzım gelir. Yani ilim eseri gibi zekâ ile tahlil edilecek yerde bir sanat eseri gibi kalp ile duyulmalıdır. Felsefe eserinde anlaşılması lâzımgelen mühim hakikat fikirler, hayaller, cümleler değil, fyelesofun telâkkisi, “ kâinatı görüş tarzı ,,’dır. Bunun için eseri parçalamıyıp toplamak, toptan kavramak lâzımdır. Her şeniyetin vahidi kendinden olur. Madem ki ilmin mevzuu olan madde ile sanatin ve felsefenin mevzuu olan mana ayrı şeniyetlerdir, onların anlaşılması için kullanılacağı vahitlerin de ayrı cinsten ve kendi cinslerine mutabık şeniyetler olması zarurîdir. İlmin melekesi “zekâ» sanat ile felsefenin melekesi “ hats„’tir... ,
Basitçilik
Memlekette bir sınıf vardır ki aynı zaaf, aynı noksan ile malûldürler. Bunlar basit görüşlüdürler. Basit görüş ne demektir ? Meselâ memleketin maarifini, mektep ve terbiye tarzını ıslâh sevdasında olan alelâde münakkitleri nazarı itibara alınız. Bunlar senelerdenberi: “ köy ve mektep ! „ demişlerdir. Tkrk köyleri için mektep istemek kadar meşru bir hareket ne olabilir ? .. Fakat bir de bu istediklerinin menşelerini, sayiklerini yakından tetkik ediniz. Göreceksiniz ki onların nazarında “ mektep „ yalnız mektep değil, köy için her şeydir. Onların nazarında bu mektep siyasî, asksrî, İktisadî, ahlâkî bütün teceddüt ve tekemmül hareketlerinin hülâsa, ideal bir hayatın yegane, ve asîl mebdeidir... Aynı adamlar, türk köylüsü, imparatorun askeri, kabitülâsyon-ların esiri, sıtma mikroplarının hastası iken de helâsı için yalnız bu mektebi istemişlerdir. Demek ki “ Halk için mutlaka bir mektep, istiyen bu adamlar İçtimaî hayatın esaslı zaruretlerinden ve mektebin cemiyet içinde ki hakikî vazifesinden tamamiyle habersizdirler. Sonra ahlâkî hayat sahe-sine giriniz. Bu adamlar “ iyi ahlâk „ isterler. Hatta “ garp medeniyetinin iyi adetlerini „ alıp ta “ kötü olan adetlerini „ onlara bırkmak isterler!.. Çok . kere “ tesettür,, gibi ne ahlâkla, ne de ahlâksızlıkla, doğrudan doğruya bir münasi-beti olmıyan kıyafet ve tuvalet meselelerini bile samimî olarak bir namus ve iffet meselesi gibi telâkki etmekte inat ederler... Demek ki bu adamlar ahlâkî kıymetlerin şeniyeti, tahavvülleri hakkında yahut ayile ve kadın örfleri hakkında hakikî denilebilecek hiç bir fikre ve kanaate de malik olamamışlardır.
Basit görüşlülerin bir kısmı da vardır ki memlekette füzulî gayretkeşlik vazifesini ifa ederler. Nerede boş ve avare bir insana rasgelseler: “ durma çalış! „ derler. Çünkü bu işsizlerin ve memlekette işsizliğin yegane meş-ulü fertlerin iradesi olduğunu farz ve tahmin ederler. Bir memleketin İktisadî sefaletinden sadece şahısların mesul olduğunu iddia ederler ... Demek ki bu adamlar ferdî istekler haricinde ve şahısların gayret] ve teşepbüsü fevkinde memleketin iktisadiyatını idare eden millî ve beynelmilel faaliyet veya atalet sebepleri olduğunu düşünemiyolar...
Asıl iktisadiyat sahesine geçince bu adamların iddiaları daha garip, daha âlemşümul şekiller alır. Mevzuubahs olan mesele meselâ bir şehri zenginleştirmek midir ? O hâlde evvelâ onun “ bir sefahet merkezi „ hâline getirmelidir ... Mevzuubahs olan mesele diğer bir şehri güzelleştirmek midir ? O hâlde her şeyden evvel eski namına nesi varsa yıkmalı, fakat kos koca caddeler açmalıdlr.... Demekki bu adamlar refahın, yahut sefahetin dışarıdan tutulabileceğini ve her geniş caddenin elzem ve elzem tevehhüm edilen her yolun güzel olacağını kabul edecek kadar şehirlerin uzvî hayatından gaflet ederler. Bütün bu muhtelif fikircileri biri birine bağlıyan bir zihniyet birliği vardır ki o da “ basitçi „ olmalarından ibarettir. Bütün bu fikircilerin terbiye, ahlâk, iktisat ve şehir denilen ve dayima fizik, fziyoloji ve psikoloji ilimlerinin mevzuunu teşkil eden madde, uzuv ve ruh mevzuları haricinde mütalâa edilecek derece hususî ve mudil olan içtimî hayat hakkında son derece iptidaî fikirlere, kaba mefhumlara sahiptirler. İçtimaî hayat hakkında ki bu müşterek telâkkilerinin ve fikirlerinin noksanıdır ki hangi faaliyet veya mesuliyet saha-sine dahil olurlarsa olsunlar onları hep biri birine benzer bir tarzda duyar ve işler adamlar hâline getiriyor. Bence basitçilik her şeyden evvel bir zekâ fakrüddeminin eseridir.
Aynı hastalık tabiatiyle bir takım arazlar meydana getiriyor ki bunlar da tespit etmek güç değildir. Evvelâ bütün basitçiler “ ukalâ „ kimselerdir. Ukalâlık, gelişi güzel akılsızlık değil, aklın inzibatsızlığı, daha doğrusu salim faaliyeti için muhtaç olduğu İlmî müşahede ve mukayese faaliyetlerinden mahrum kalması ve hâdiselerin derinliklerine dalacak yerde yalnız sathında yüzmesidir... Basitçilerde görülen ikinci hâl taşkın bir hassasiyettir. Bu adamlar marazî bir surette her şeyden gayrı memnun, fakat en ufak iddi— alarndan dolayı sermestirler... “ Basitçiler ,,’de şayanı dikkat olan bir nakise de iradelerinin başı boş olması, gem,, hudut tanımamasıdır. Basitçiler İçtimaî hâdiseler hakkında-ki sathî fikirleri sebebiyle kadir her şeyi kendilerini her şeyde kendilerine tabi farzederler. Faaliyetlerinin amiri olan iradelerinde salim bir kudret değil, eahamet» vardır. Çünkü salim bir iradenin şartı, faaliyetinin hedefi olan tabiatte bir takım, muayyetiyetlerin vücudünü kabul etmektir ve onlara itaat etmektir. Halbuki basitçi fikrî zaafı sebebiyle kendisini “kadiri kayyum» zaneden bir adamdır ...
Basitçiliğin bu tabiatleri malûm olduktan sonra onun menşeini görmek ve menşeine kadar çıkarak tedavi etmek mümkündür. Mademki basitçilik esasen bir fikir hastalıkı-tır, onu fikrî terbiye sahesinde tedavi etmek çarelerini aramalıdır. Evvelâ basitçideki fikrî zaafı herhangi malûmat noksanı değildir. Çünkü malûmatımız fikrî terbiyemizin kerestesidir, binası değildir. O hâlde fikrin inşaî bir noksan demek olan basitçiliğin menşeini ansiklopedik bir tahsilin noksanında aramamalıdır
Asıl düşünücü zekânın kuvvetli olmamasıdır ki bu nevî kafaların teşekkülüne meydan bırakıyor... Böylece inşa ve icat nevinden bir zekânın mürebbisi yalnız ilim olabilir. Fakat “ ilim „ diyerek “ malûmat „ kelimesinin müradifini değil, mukayeseli, tasnifli ve izahlı ilimleri kastetmek lâzımdır: Matddiyat, hayatiyat, ruhiyat ve içtimaiyat ilimleri gibi. İşte bu ilim terbiyesinin noksanıdır ki tabiat ve şeniyet zekâsı yerine o hasta ve kör zekâların vücudüne meydan vermiştir. Gene bu ilim noksanının bir neticesi olarak basitçi dayima aklı selim ve mücerret mantığa istinat etmek istidadındadır. Halbuki ilim harsinin bir vazifesi de aklı selim hudutlarını göstermek ve mücerret bir mantık olmadığını, her şeniyetin mantığı kendi içinde bulunabileceğini ispat etmektir. İşte hakikî ilim terbiyesine istinat edilerek yeni nesillere ilim ve hakikat kafası verilirse Türkiye tefekkür âlemi muhtaç olduğu “ Şeniyet hürmeti „’ni kazanacaktır. Türkiye millî idaresinin her noktasında ihtisasa hürmet ederse gene millî hayatımız basitçilerin tahribatından kendini kortarabilecektir. Fikrî noksanlarımızı korkmıyarak ve aldanmıyarak teşhir etmek, menfi cihetten hareket edilmiş olsa bile Cumhuriyet nesillerinin terbiyesinde bizi müspet neticelere ulaştıracaktır...
İlim ve ihtisas mefhumları
Hiç kimse “ben cehil namına hareket ediyorum, cehli temsil ediyorum, benim düsturlarım cahilane fikirlerdir.. „ demez. Herkes ilim namına hareket ediyorum, ilme istinat ediyorum, fikirlerim ilmin fikirleridir ..„ der.. Fakat “ ilim „ fikrini siiyiistimal etmiyelim, ilim muayyen bir mevzudur. Her şey ilim değildir: İlimi eşya, ilimi tarih, ilimi hesap ilimi servet .. Diye ilim yoktur. Fizik, kimya, ruhiyat, içtimaiyat ilimleri vardır ve olabilir. Çünki ilim olmak için madde, ruh, cemiyet denilen afakî mevzulara ayit ve yine afaki neviden sabit tabiatler, kiillî hakikatler olmak lâzımgelir. İlim kelimesinin her şeye izafe edilmesi tehlikeli bîr harekettir. Sonra “ ilim „ fikrine bitişik olarak “ ihtisas „ fikri vardır, “ilimde ihtisas, fende ihtisas, san’atte ihtisas» gerçi bunlar hep haki kîihtisaslardır. Fakat hiç birini diğerine karış-tırmamalıyız. Resim, mimarlık gibi san’atlerin san’atlere ayit olan hususî ihtisas şeklî başka, mühendislere, fen memurların aay it olan tatbiki ihtisas şekli başka, san’at tarihçilerine-yahut estetik mütehassıslarına ayit olan fikrî ve İlmî ihtisas şekli başkadır. Sanatın tarihini yazan bir mütehassısa “ne selâhiyetin var, san’atkârmısın?.1,, diyemezsiniz. Çünkü sanat aserlerini müşahede ve tasnif kudrttini teşıyan o adam yerli yerindedir. Sonra sanat eserlerinde nevilerin zuhur, tekâmül ve inhitatındaki sebepleri tetkik eden, bediî vakıalar üzerinde mukayeseli tetkikler yapan bu bediyatçıyâ “ sen niçin bu işe karışıyorsun, sanatkâr mısın ? „ diyemezsiniz. Çünkü yaptığı iş yaratıcılık değil, usulü dayiresinde bir görüş ve anlayıştan ibarettir. Şu hâlde ihtisas hudutsuz ve hesapsız müphem bir fikir değildir. Pek muayyen bir şeydir. Onu suyiistimal etmemek gerektir. Bir de hikmet, kimya gibi müspet ilimler için kimsenin itirazı, şüphesi yoktur. Fakat bahiş manevî ilimlere, meselâ içtimaiyata girince bir çok kimselerde tereddüt baş gösteriyor. “ Terbiyede, siyasette, ahlâkta, iktisatta, tte, içtimaiyatta nasıl iddia edebiliriz ki müpset kanunları nadir ? içtimaiyat mef-kûreyi keşfedebilir mi? yarınki zevkî, yarınki hayatı kat’î olarak bugünden tayin edebilir mi?!.„ diyorlar. Fakat içtimaiyat gibi mevzuu süratle tekamül eden ve hayat olan bir âlemde aranacak katiyet ancak tekâmülün seyri, ciheti ve istikameti olabilir. İstikamet bize istikbalin keşfi için düsturlar ve reçeteler veremez amma, bir takım mukayeseler sayesinde cemiyet hayatında salim olanla salim olmıyanı ayırtır. Bu suretle tekâmülün seyrini kolaylaştırır. “ Fakat bu ilme yahut bu ilmi tefekküre istinade neden mecburuz?,, denilecek. Mecburuz, çünkü içtimaiyata istinat akla istinattır. Çünkü içtimaiyat cemiyet hayatının eserleri üzerine tatbik edilmiş ve bu eserler üzerinde çalışmış olan akıldan başka bir şey değildir. Mademki medeniyetimiz müspet bir medeniyet, idaremiz müspet bir idaredir. Umden başka bir istinatgâhı yoktur. Bu ilim ne derece iptidaî olursa olsun ona istinat bir zarurettr. Fakat “mazi ilmi yapmak,, ile “maziyi mezhep yapmak,, arasında fark vardır. Mazi ne bir model, ne de bir misaldir. Maziyi “bir ibret,, olarak kabul edebilir. Fakat oda maziyi ancak sabit, âlem şumul hakikatleri itibariyle nazarı dikkate alarak.. Yoksa mazi tefekkür hamlemizi boğacak yepyeni orijinal inkılâbın duygusunu körletecek bir ağırlık değildir.
Ne esaret ne de anarşi, sadece tekâmül.
“ Çocuğumu ahlâkî bir insan olarak yetiştirmek istiyorum. Başını boş bıraksam arsız oluyor, sıksam miskin oluyor, ben de şaşırdım ne yapacağımı ..?!„ Bir baba böyle söylüyordu. Fakat kabahat çocuğun değildi.. “Talebeme resim dersi veriyorum. Bir zaman matbu modellerden yaptırdık, hiç bir şey çizemezlerdi 1 Şimdi de serbes bırakınız, diyorlar, serbes bıraktık. Fakat netice aynı: Yine bir şey öğrenmediler !.. Bilmiyorum ki ne yapmamalı ?!„ . Bir mürebbi de böyle söylüyordu. Fakat kabahat resim yapa-mıyan çocuğun yine değildi. O hâlde kabahat kimindir? O baba ile bu mürebbinin mi ?.. Hayır onlann da değil. Kabahat fikirlerin, “ Tekâmül „ hakkındaki yanlış ve sakat telâkkilerin .. Çünkü terbiye çocuğu ne kapamak ne de başı boş bırakmaktır. Terbiye meselâ : yüzme bilmiyen adamın beline sardığı iptir! Hem lüzumu kadar karaya bağlıdır. Hem de lüzumu kadar serbestir. Tehlike oldukça bırakmaz, tehlike olmadıkça bırakır. Terbiyeyi mutlaka başıboş bir idare yahut mutlaka esaretli bir idare gioi anlamaktır ki bu muvaffakiyetsizlikleri vücude getiriyor.
O hâlde terbiye aynı zamanda “inzibat», aynı zamanda “ hürriyet „ fikirlerini toplıyan canh bir fiildir. Onun için terbiye bilâkis inzibatı kabul etmiyen Tolstoi'in anarşist nazariyesine de hapsedilemez. Terbiyenin hakikî tabiatini en iyi gören Jean-Jacques Rousseau’dur ki onu aynı zamanda hür vetabi, muayyeniyetle müzdeviç olarak görmüştür.
Kant’ın nazariyesi bircehit ve inzibat nazariyesi, Tols-toi’in nazariyesi sadece serbeslik ve kayıtsızlık nazariyesidir, Rousseau’nun nazariyesi ise hakikî tekâmül nazariyesidir. Terbiyenin tekâmül mahiyetini yalnız ahlâk terbiyesinde değil, bütün terbiye fiillerinde bulacaksınız. Meselâ yaratıcı muhayyilenin tebiyesini nazarı itibara alalım: İstiyoruz ki çocuklara resim dersleri sırasında tezyinat resimleri yaptıralım İki imkân vardır. Çocukta hazır tezyinat şekillerini taklit ettirmek. Bulunmazsa çocukları serbes bırakmak ... Bu iki imkân hakikî imkân olmakla beraber usul olarak sakattır. Şunun için ki çocuk modelleri taklitle kalamaz, esir olur. Çocuk yalnız başına da bir şey icat edemez, çünkü tezyinat âleminde haylaz olur !.. Tek çare şudur : Çocuğu hem modellere bağlamak, hem de kendi kendine icatta serbes bırakmak. Şu hâlde tezyinat tedrisatının siyaseti şudur : Çocukların hafızasını en iyi, en âlemşümul mahiyette örnekler göstere göstere zenginleştirmek, hem de çocukları serbes bırakarak icat, ihtira yolunda yürütmek. Böyle yapa yapa çocuk hem beşerin mazisine bağlı, hem de onun harsinde yenilik yapacak derecede ayrı kalmış olacaktır.
Şu hâlde felsefenin mevzuu olan bütün tekâmül bahislerinde olduğu gibi terbiyenin ve tedrisatın tekâmülünü de canlı bir anlayış ile anlamak lâzımdır. İdrakimiz ne esaret nede anarşi hayalinde hapsedilmemelidir. Belki esaret ve anarşi unsurlarının canlı izdivacı olan tekâmül hayalini araştırmalıdır.
Felsefe gayzı
İlim gayzı olduğu gibi felsefe gayzı da vardır. İlmin düşmanları olduğu gibi felsefenin düşmanları da vardır. “ Felsefe yalandır ! „ demek güçtür. Fakat “ Felsefe bir eğlencedir ! „ demek kolaydır. Fakat ne olursa olsun, felsefe dostları ile felsefe düşmanlarının anlaşması için bir çare vardır. O da her şeyden evvel dost ve ya düşman oldukları şu “ felsefe „ mefhumunu tespit etmektir. Felsefe bir “ ilim „ midir ? Felsefe bir “ cehil „ midir ? Felsefe “ Güzel sanatlerden biri „ midir ? Felsefe “ Hakikat hakkında ind ve enfüsî kanaatlerin mecmuu,, mudur?.. Yahut “Felsefe hakikat hakkında mevcut İlmî kanaatlerin umumî bir yekûnu „ mudur ?.. Hangisi?!.. İşte bir çok sualler ve fikirler ki “felsefe,, kelimesine mukabil şunun bunun kafasında yaşayabilir. Fakat felsefe bu fikirlerin hangisidir. Bunu ancak : felsefe kelimesini kullanan adamlar bilir. “ Felsefe bir zevktir, felsefe zihnin bir nevi mimarlığıdır. Felsefe zihnin bir “ art décoratif ,,’idir !.. „ diyenlerin “ felsefe „ kelimesini ne manada anladıklarını anlamak güç bir iştir.
Ben hayatımda felsefe ile uğraşan hem de pek kıymetli gençlerin zihni faaliyetlerinin şiddetine ve felsefe zevklerine rağmen “ felsefe „ mefhumu özerinde düşünmediklerini ve felsefenin vehminden evvel hakikatini mütalâa etmediklerini gördüm. Nitekim bir takım müellifler vardır ki “ felsefe, felsefî, fesefem, felsefesi, fesefeler... „ dedikleri hâlde, bu kelimenin medlûlünü vazıh bir surette tespit etmemişlerdir. İstanbul işgali esnasında Darülfününda tekâmül bahislerine dokunan tedrisatım esnasında feylesof Bergson’dan bahsettiğim sıralarda orada burada “ ilim aleyhtarlığı yapıyorlar !.. « , “ Bergson denilen herif ! „ sözleri söylenildiğini duyduğum zaman felsefe kelimesinin ne talihsiz bir kelime olduğunu görmüştüm. Bunun üzerine o aralık “İçtihat,,’ mecmuasının bir nüshasına Bergson’culuğun ne olduğuna dayir kısa bir makale yazmıştım. Bence Bergson’culuk felsefî bir meslek değil, beşerî bir müessise gibi teessüs etmek istidadında olan felsefenin kendisidir. Böyle söylerken feylesof Bergso’nun «.Evolution créatri’cev’te yahut Les données immédiates de îa consciencev’ta vasıl olduğu neticeleri düşünmiyorum.
Yalnız Bergsonun felsefe müessisesi için temel taşı olarak koyduğu iki mühim fikri işaret ediyorum : Bunlardan biri felsefenin mevzuu, diğeri felsefenin usulüdür. Eğer felsefe esaslı bir nevi tefekkürden ibaret olan ilimden aynlabiliyorsa vardır, ayrılamıyorsa yoktur. Halbuki ilmin mevzuu da “ şe-niyet,,’ tir. İlmin mevzuu bu şeniyetin cansız kısmı, yani keyfiyetidir. Halbuki canlı şeniyet cansız şeniyeti taşan ve onu ihtiva eden bir şeydir.
O hâlde ihtiva edici olan felsefe ilmin içinde değil, ilmin dişinda da değil, belki bu ilmi ihtiva edicidir. Onun için felsefe ilmin ne aynı, ne de gayrı olabilir, belki ilmi de ihtiva etmek şartiyle teessüs edebilir. İlmin mevzuu olan kemiyet ve madde âlemini parçalar hâlinde idrak eden zihin kısmı, zekâdır. Felsefenin keyfiyet ve hayat âlemini bütün olarak idrak eden zihin kısmı, hats kuvvetidir. Şu hâlde ilim şeniyetin parça parça olarak akılla mütalaası, halbuki felsefe şeniyetin bütün olarak hats ile kavranmasıdır. Değilmi ki ilim, “ hayat, kâinat, tekâmül, mukadderat.. ,r denilen mevzuların mutlak olarak mütalâasını deruhte etmiyor, metafezikî bir hayvan olan insan için şu ezelî sual dayima mevcuttr : “ Nereden geliyoruz ? Nereye gidiyoruz ? Biz neyiz ?„. O hâlde mutlaka iyi kötü bir cevap vermiye mecburuz. Tehlikeli olan; felsef eyapmak değil, felsefeyi limsiz, usulsüz, gelişi güzel yapmaktır.
Tedricen
Abdülhamit devri dönmüş bir devirdi. O devirde her kıymet, her telâkki duruyor, kımıldamıyor, yaşamıyordu. İçtimaî muhayyile, bütün yaratıcılığım kaybetmiş, İçtimaî vicdan âdeta bir atalet kazanmıştı. Şurada burada bn saltanata karşı yıkıcı ruh taşıyan ihtilâlciler bir tarafa bırakılırsa bir yandan Edebiyatı Cedidenin kozmopolit iştiyakları, bir yandan da Postahane binası ile tecelli eden yeni türk sanati pek gizli ve çok kerre de kendini bulamıyan millî şuurun indifaları gibidi. Bu devirde bütün akıl, bütün mantık, saltanatı ve istiptadı tehlikiye düşürebilecek olan her temayülü boğuyordu. Hakikati hâlde millet ve devlet namına kat’î ve şeklî bir muhafazakârlık hükümran idi. Meşrutiyet inkılâbı bu camit zihniyeti sarsar gibi oldu. Otuz bir mart vakası sarih bir irtica idi. Vaktaki Hareket Ordusuyle İçtimaî muvazene temin edildi; belli başlı iki zümrenin şahidi olduk; Muhafazakârlar ve tekâmülcüler !.. Bunlar ne istiyorlardı.? Muhafazakârlar mazi üzerinde serbesce bir tasfiye yapıyorlar. Zaten mahvolan kıymetleri feda edip ölü harsi müdafaa ediyorlardı. Tahâmülcüler ise inki-labı anca bir şartla kabul ediyorlardı. Bu şart “tedriç„’tir. Fakal niçin tedriç?! Çünkü tecriç tekâmülün şartı, kendisidir, onun için.. Tekâmülcüler anî, ihtilâlci, ayratıcı olan her hareketten sakınıyorlar, hareketi, tekâmülü sarsıntısız olarak arzu ediyorlardı. Muhafazakârların da, tekâmülcü-lerin de arzusu bir neticeye varıyordu: O da hayatı olduğu gibi seyretmek ve seyrine insan elini karıştırmamak. Bu iki telâkki arasında felsefe namına müdafaası kabil olan yalnız tekâmülcülüktür. Çünkü mutalarını hep ilimden aldığını iddia eder ve unsurları itibariyle müspet olduğuna inanır. Fakat tekâmcülüğe hakkyile yaklaşalım. Onda “tedricen „ tavsiyesini meşru kılacak bir tabiat var mıdır ? Bu tekâmülcüler İçtimaî hayatta tedriç istiyorlar, çünkü içtimai tekâmülü tedricen vukua gelir düz, muntazam, makul, hen-desî bir tekâmül zannediyorlar. Bize cemiyet hayatının düz bir çizgi üzerinde gayet muntazam bir surette tedricen de-, ğiştiğini ve bir hedefe doğru ilerlediğini gösterecek olan şey nedir? Elbete tarihî bir tetkik üzerine kurulmuş olan bir tekâmül felsefesi değil midir ? Halbuki tekâmülcüler esasen felsefelerini tarihe değil, bilerek bilmiyerek hayati-yata istinat ettiriyorlardı. Çünkü zihinlerdeki hayaller, hep Lamack’ın hayalleri idi. Onlar da Lamack gibi zürafaları boynu yüksek ağaçları yemek ihtiyaciyle uzamış sanıyorlar ve âlemde hiç bir şeyin anî olarak vücude gelebileceğini zannetmiyorlardı. Halbuki ilmin tam mutaları üzerine kurulmuş olan bir tekâmül felsefesi bize tekâmülün mihaniki değil, yaratıcı mahiyetini gösteriyor. Tekâmülün haricî ve muhiti değil, batınî ve uzvî bir emir olduğunu anlatıyor. Tekâmülü hep böyle bir hendesî çizgi hayaline sokarak yaptığımız farziyeler arasında kim bilir ne kadar yanlışları vardır: Dinlerin zuhuru, san’atlarin zuhuru, dillerin zuhuru ve tekâmülleri hakkında kim bilir ne kadar delâlatte kalmış olanları vardır. Muhafazakârlar niçin böyle düşünüyorlardı ?.. Çünkü değişmek kabiliyetinde olmıyan cahil adamlardı. Tekâmülcüler niçin böyle düşünüyorlardı?. Çünkü okumuş olmakla beraber ruhen muhafazakâr insanlardı. Bizim neslimiz bu yaratıcı kudrete niçin iman ediyor? Çünkü yaratıcı bir devrin neslidir onu için. Hükümetler gibi felsefeler de ancak lâyık olanları buluyor. İnkılâbın en büyük eserlerinden biri de bizi tam ve hür bir hayat felsefesine vasıl olmak için ruhen hazırlaması değil midir? Bu felsefeyi elde ettikten sonra “ tedricen „ düstûrundan belki ilelebet uzakuzaklaşacağız.
Hürriyet
Jean-jacqus Rousseau terbiyecilerin en hür ve en hürriyet-perver olanıdır. “Emile,, başındah sonuna kadar hürriyetin, hürriyet hayatının, hür yaradılan adamın, hür yetiştirilen çocuğun destanıdır. Hiç bir tefekkür onun kadar hürriyetin zevkini, hürriyetin aşkını terbiye emellerine karıştırama-mıştır. Hiç bir sistem onun kadar terbiyede haricî sultaların müdahalesini men’e muktedir olamamıştır. Hatta onun içindir ki Rousseau’yu tenkit eden Greard; Rousseau’nun terbiye plânını “tehlikeli bir vahime,, olarak teşhir etmiştir. Halbuki hakikat büsbütün başkadır. Kitabın her tarafında “hürriyet, hürriyet!,, diye bağıran Rousseau terbiye âleminde zahmete, meşakkate en çok mevki veren, terbiyenin hamurunu en ziyade zahmet ve meşakkat duygularyile yoğuran bir feylesoftur. Çocuklarda keyfe, hevese mevki vermek, hayatını hayvani sayiklerine terketmek şöyle dursun, bu keyef ve heves mekanizmasına en çok kızan, hatta zahmet ve meşakkati, elem ve istirabı tabiatin içinde bulan kendisidir. Rosseau’nun pedagojisi her şeyden evvel bir ceht ve tekemmül pedagojisi, bir zaruret ve meşakkat pedagojisidir. O hâlde Rousseau’nun terbiye sistemindeki bu tezadın menşei nedir? Felsefesidir. Fakat felsefesinde mevcut olan bu menşe bir tezat değil, bir ahenktir. Şöyle ki hürriyetin en iptidaî telâkkisi her istediğini yapmaktır, yani başı boş olmaktır. Halbuki bu mümkün değildir. Zira insandan daha kuvvetli olan bir tabiat vardır. İnsan bu tabiati ne istihfaf ne de istihkar edemez. O hâlde insan her istediğini değil, istediklerinin yalnız mümkün olanlarını yapabilecektir. Şu şartla ki istediği şeyler aynı zamanda tabiatin kanunlarına uygun olsun... O hâlde hürriyeti adamın, yalnız istemesi değil, istediğini bilmeside lâzımdır. Sonra hürriyetini istiyen adamın arzusu tabiati eşyaya muvafık olması kâfi değildir. Çünkü bu arzunun tahakkuku bir istihsale bağlıdır. İnsan hürriyetini, istihsal etmek sayesinde kazanır. Bu istihsal için yalnız usul, teknik, vasıta, fikir kâfi değil, kendini idare etmek, müstahsilin kudretine, fikrî hayalî, hissî ve iradî kudretine kavuşturmak ta lâzımdır. Müstahsil bir anarşist değildir. O hem fizikî tabiat üzerinde hem de ruhî, batini tabiat üzerinde işliyen mükemmel bir sanatkârdır. İstihsal eden adam yalnız bilen adam değil, aynı zamanda gücü yeten adamdır. Kendi kendini idare edemiyen hırçınlıklarını, muvazenesizliklerini, sersemliklerini yenemiyen bir adam âlemi harcîde hür yani doğru, iyi, güzel, faydalı birfiili nasıl vücude getirebilir ? O hâlde hürriyete lâyık olan adam hem fikrin, hem de iradenin kahramanı olan adamdır. Hür olmak için hem serbes olmak, hem de bağlı olmak lâzımdır. Rousseau bu iki ayrı şeyi bire kalbetmiştir. Hürriyeti başı boş kalmaktan, tabiati de esaretten uzaklaştırarak biri birine yaklaştırmış, tabiî terbiye dediği telâkkiyi vücude getirmiştir. Bu günkü ilim Rousseau’unun hatsine hiç bir şey ilâve etmemiştir. Yalnız bu hatsi izaha gayret ediyor.
Tezat kabul etmiyen felsefe
Oduncu ile Ezrayil’in masalı bence ruhumuzun garip bir ikizliğini ifade ediyor : Çok kere bir şeyi hem aklımızla İstemiyiz, hem de hissimizle isteriz, Çok kere aklımızla beğenmediğimiz hayatı hissimizle iyi buluruz. Sahte ilmimizle tezyif ettiğimiz şeyleri halis hayatımızla kabul ederiz. Cihan harbinden evvel memleketleri için « un vieux pays} » diyen Fransızlar muharebeden sonra aynı memleketi genç ve zinde buldular. “Bu memleket adam olmaz’„diyen Türkler de adamlıklarını bile borçlu oldukları bu memleketin eseri karşısında şaşırdılar.
Bedbin, hayâtı istemediğini söylediği hâlde Ezrayili görünce odun yüklenen bir köylüdür. Şu hâlde hissimizle ve irademizle beğendiğimiz hayatı aklımızla niçin inkâr edelim ?.. Ve bu ikiz hayat yeirine tek ve ahenktar bir hayat neden koymuyalım ?.. Buna mani olan; hayat, zaruret ve tekâmül telâkkimiz olsa gerektir. O hâlde sevmediğimiz, beğenmediğimiz şeyler hayat değil, başka bir şeydir. Filhakika asıl hayat, sevilen ve Ezrayile teslim edilmiyen kısımlardan ve kıymetlerden teşekkül ediyor ... Fakat hayatın ağır gelen, ezen yükleri de vardır.
Şu hâlde bu yük ile bu kıymetleri ayırmak lâzımgelir, İki şıktan biri : Ya yükü azaltmak, yahut tahammülümüzü çoğatlmak için bu kıymetleri daha ziyade duymak lâzımdir. inkılâbın gördüğü şey zebun ve ezik bir Türkiye idi. Fakat duyduğu şey bu Türkiye’nin can hamlesi, irade kuvveti idi; Bir inkılâbın yoktan var olduğunu zannetmek aklımızı tır-malıyan bir dalâlettir. Fakat inkılâbın hayatın her günkü en sathî itiyatlarından teraküm edebileceğini farzetmek te bir dalalettir. İnkılâbın müracaat ettiği zengin kudret Türkiye halkinin vicdanı olmuştur. Bu vicdanın kudreti ve nuru sayesindedir ki Türkiye bir çok yüklerini azalttığı gibi bir 19
takım yüklerini taşımak için de kudret ve kuvvet kazanmıştır. Eski, vüsati itiyatlara karşı gayz duyalım; bu bizim hakkımızdır. Fakat yeni ve canlı olan hayatımızdan şikâyet etmiyelim. Birini istememek için ötekini inkâra lüzum yoktur. Hasta fikir, sakat muhakeme bize bedbinliği tavsiye edecektir. Fakat vicdanın lâyuhti sesini işitelim. Ancak o zaman hakikî hayatımıza uygun, samimî bir felsefe yapabiliriz, zaten felsefenin vazifesi sathî ve haricî müşahedelerin inhisarcı hükümlerine karşı yekpare ve canlı bir hayat rüyeti vücude getirmek değil midir ? ■.
Mefkûre ile mevhume
Bir arkadaşım “ ideal yahut mefkûre vuslatı mümkün olmıyan bir fikirdir „ diyor. Ben de soruyorum ki o hâlde nasıl oluyor da akıllı bir adam mefkûreci oluyor?! Eğer mefkûre yanma yaklaşılması mümkün olmıyan bir fikir ise bu imkânsızlık nispetinde o bir mevhume olacak değil midir ?. Hayır mefkûreler mevhumeler değildir. Mefkûreler tahakkuk edebilecek olan şeylerdir. Mefkûreler vehimden, hayalden kopup uçan renkler, şekiller değildir. Zaten mevcut ve hakikî olan bir hayatın istikbale uzamış kısımlarıdır, binaenaleyh tahakkuk edebilirler. Müsayit şartlarla tahakkuk edeceklerdir.
Mefkûrenin kökü hakikatte, çiçekleri ve meyvaları istikbaldedir. Mefkûre bugün için bir hayaldir, fakat ne bugün için ne yarın için bir yalan değildir. Şu hâlde mefkûre ile mevhumeyi ayırmak lâzımgeliyor. İlim adamının vazifesi bu iki şeyi ayırmak olduğu gibi, devlet ve siyaset adamının vazifesi de bu iki şeyi karıştırmamaktır* Hatırımda kalan doğru ise, Durkheim içtimaiyat usullerine dayir yazdığı kitabın bir tarafında şöyle diyordu: Devlet adadamının vazifesi cemiyeti birmevhumeye doğru koşturmak değildir, cemiyetin mefkûresine yaklaştırmaktır... Onun için nüfusumuzun, servetimizin artması hakkındaki gelişi güzel, hesapsız, muhakemesiz surette atıp tutan, vaadeden insanlara hayretle bakıyorum. Bu adamlar hakikaten sözlerinde ve fikirlerinde samimî insanlar mıdır?., diyorum. Eğer ilmi tetkikler yalan söylemiyorlarsa bir memleketin nüfusu ve serveti ile coğrafî vaziyeti, beynelmilel münasi-betleri, muharebeleri, mücadeleleri, fikrî seviyesi arasında uzvî münasibetler vardır. Bunlar arzunun ve iradenin birdenbire halledilebileceği şeyler değildir. Bunlar ancak eşyanın tabiatine ve müsaadesine göre hüküm ve muhakeme edilebilecek şeylerdir. Onun için biz on seneye kadar Amerika’yı bile geçeceğiz! diyen bir adamın iddiasına şaşmamak kabil değildir. Bizzat Amerika’nın kendi kendini geçmek için sarfettiği kudretin zaman va mekânla mukayyet fiziği ve İçtimaî kudretlerden ibaret olduğunu unutmamalıdır :
Fakat bu mevhumecilerin iddiası ne olursa olsun her cemiyet; her millet için vasıl olunması mümkün ve mukadder olan mefkûrevî gayeler vardır. Bunları eyice görüp te bunlara doğru ilerilemek kadar bir cemiyet hesabına afif ve meşru bir hareket ne olabilir ?.. Ancak bu gayeleri bize gösterecek olan bitaraf el, ilmin elidir. İçtimaî ve İktisadî coğrafyası tetkik edilmeden, bir sene zarfında çocuklarına kazandıracağı irfan hesap edilmeden nüfusunun tezayüt veya tenakus sebepleri yakalanmadan cemiyat için bu hedefleri müspete yakın bir surette işaret etmek mümkün değildir. Hülâsa türk cemiyeti her şeyden evvel müspet çalışmak mecburiyetinde olan bir millettir. Her millet gibi türk cemiyeti de mevhumecilerin iddialarına değil, samimî mefkûrecilerinin itikatlaırna kendisini bağ-lamalıdır. Her şeyde olduğu gibi terakki meshebinde de samimiyet esas şarttır.
Hayatın arkasından giden felsefe
Mütarekenin en meşum günlerinden biri idi. Bir türk mütefekkirine rasgeldim bana bir münasibetle şu sözleri söyledi: < ......
— Türkler dejenere değil midir ?.. Cismen demeyorum, ahlâkan dejenere değil midir ?..
Muhatabımın bu zalim iddiayı ortıya atıvermesi beni çok şaşirttı. Hiç bir şey söylemedim. Halbuki ben mütareke zamanı değil, meşrutiyet zamanı da değil, ta çocukluğumdan beri Türklerin yaşama kabiliyetine çok inanmış bir insanım. Gerçi bu kanaatimi hayatımın her devrinde aynr vüzuh ve aynı müspetlik ile taşımadım. Fakat o-ir şevki tabiî gibi duyuyordum ve yirmi senedenberi bütün yazılarımda -ve derslerimde aynı itikadı, aynı dini neşrettim. Milleti hakkında kanaati yıkılan bu adam beni çok ürkütmüştü. Zeynep Hanım konağının üst pençerelerinden görülen yangın yerleri ve ayağı çıplak çocuklar bu kara kanaat için kara bir çerçeve oluyordu. Fakat bir adam, cihanın bile en büyük feylesofu olan Bergson beni çok irşat etti. Ruhun yaratıcı kudretini onunla daha vazıh olarak düşünmüye başladım. Bir türk hadisesi bu yaratıcı kudret feylesofunun davasını bilâkaydüşart teyit etmişti: Anadolu’da Mustafa Kemal’in zaferi. Bu büyük adam bir mütefekkirin tereddi ile tavsife kıyam ettiği milletinin hayatiyetini cihana kabul ettiriyordu. Bir feylesof hayatın imkânlarını, meydanlarını kavrıyamıya-cak derecede katı ve maddeci ise neye yarar ?.. Felsefe bir inkılâpçının eserlerini anlamıya çalışacak yahut izah edecek bir ilim değildir. Vazifesi hayatın önüne geçmektir Mütemadiyen hayatın mazisine bakarak ve hâlini tartarak cemiyetin istikbale müteveccih meyelanlannı seçmek, işte feylsefenin vazifesi budur.
Ne sırrîlik, ne akılcılık ve maddecilik ne .de yalnız başına ilim bu istikbal hamlelerini veremez bunu ancak hayatı seyrinde ve ihtilâllerinde şuurla yakalıyan felsefe yapabilir. Türk feylesoflarının vazifesi olmuş bitmiş şeylerin ve tarihî emri vakilerin adilâne seyir ve temaşası değil, türk milletinin mazisine bakmakla, hâlini yakalamakla beraber istikbalini araştırmaktır. Gözü arkada kalan ve hayatın arkasından giden felsefe ne millî olabilir, ne İnsanî olabilir.
Feylesofları anlarken
Gustave Le Bon’u çok okuyan ve çok seven bir arka daşım vardır. Bu muharriri büyük bir mütefekkir olarak kabul eder. Bir gün kendisine Henri Bergson’un “Evolution créatrice „ adlı eserini verdim. Beş on gün sonra kitabı iade etti. Ve hiç bir şey anlamadığını söyledi!.. Bu dostum gibi bir çok insanlar da felsefelerden bir şey anlamadıklarını söylerler.. Bence bir feylesofu ve bir sanatkârı anlamak için en büyük şart bir nevi muhabbettir. İsterseniz buna “sympathie,, deyiniz. Okuyanda bu muhabbet yoksa eser ona açılmaz. O hâlde sahibinin ne demek istediğini anlamak kararından evvel, anlamak arzusu lâzımdır. Eserin yüzünden ziyade yüreğine varmak istemeliyiz.. Bu mü-sayit ruhî vaziyeti aldıktan sonra yapılacak şey şudur: feylesoftan ne bekliyoruz? Bence beklenecek şey sadece kâinatı bir görüştür ve ezelî bir seziş tarzıdır. Feylesofu anlarken dikkat edilecek bir nokta daha mütefekkirin mu-bitidir. O da alim, sanatkâr, resul gibi bir muhitin adamıdır. Feylesofun büyüklüğü kendi zamanında felsefe binasına koyduğu taşın ağırlığına bakar. Şu hâlde keşfedilecek şey, beşerî tekâmüle ettiği hizmettir. Sonra hiç unut-muyalım ki feylesofu ancak kendi diliyle ve kendi mantıkiyle anlıyabiliriz. Feylesofun dili halkin dili değildir, hatta alimin çili değildir. Bu dil ifade etmek istediği orijinal manzaranın dizgileri ve renkleridir. Onun için bir feylesoftaki orjinal tabirleri anlamak, bence bütün felsefesini anlamıya bedeldir. Nihayet feylesofu anlamak için okumak lâzımdır, çok okumak, tekrar tekrar okumak, hemhal oluncuya kadar okumak lâzımdır. Sistemler sakinlerini çoğaltmak istemiyen kıskanç âlemlerdir. İçerilerine katılmak için cazibelerine katılacak kadar yaklaşmak lâzımdır.
Tabiat mı, medeniyet mi?
Tabiatle medeniyet kiymetleri hayatımızın her cephesinde çarpışıyor. Hayat felsefesi yaptığını zanneden bazı kimseleri hatırlayınız. İnsanların tabiatten ayrıldıklarına esef ederler !.. Şehir hayatına bir türlü uyamıyan bir nevi sinir hastalarını hatırlayınız, hep inziva aralar!.. Hele iradesi sönmüş biçareler vardır, hayatının son günlerini tenha bir köyde geçirmek isterlerBazı nazariyecilere göre de tabiat sanatin, ilhamın kaynağıdır. Bütün bu hükümler birbirine irca edilemiyecek kadar manevî vaziyetleri ayrı kimseler tarafından veriliyor. Fakat bu ayrı adamların benziyen bir tarafları vardır, o da şudur: Ne tabiat ne de medeniyet hakkında doğru bir kanaate sahip olmamak.
Eski medeniyet tabıatte kemal ve mutlakiyet âleminin bir hayalini görüyordu. Ortazaman medeniyeti tabiati sırlarla dolu görüyordu. Rönesans beşerî kurtuluşu bu tabiatte zannetti. Bizim zamanımızda tabiatin ne maveraî ne dinî ne de ahlâkî hiç bir kıymeti yoktur. Tabiat yalnız fizikî kuvvetlerin sahnesidir. Muasır kafalar tabiate teslim olmak için değil, bu tabiati kullanmak için görür. Tabiat bizim ne dinimiz, ne efendimiz, ne de üstadımızdır, sadece hiz-metkârımızdır. O hâlde muasır milletlerde “ Tabiat aşkı, tabiat har si, tabiat terbiyesi...» gibi sözlerin müspet bir delâlet olmamalıdır. Yalnız tabiati kullanmak, tabiati zaptetmek, tabiatten istifade etmek gibi sözlerin asri bir kiy-meti olabilir. Asrımızın tabiati müsavat, şahsiyet, sadelik ve samimîliktir. Ben ahlâkta olsun, sanatte olsun, “ tabi-ate dönelim» denildiği zaman hep bu manayı anlıyorum^.
Vuzuh
içtimaiyatçı Bougie fikirlerin tarihinden bahsederken H. Bergson’u maddî âleme mahsus klişelerle batınî âlemi düşünmenin tehlikesini gösteren feylesof olarak anlıyor. Bergson’a göre haricî âlemin klişeleri, hatta bunlar İlmî de olsalar, bir mana, keyfiyet ve seyir âlemi olan batınîyi, derunîyi, meselâ ihtirasların, mefkûrelerin, iradelerin tekevvününü ifade için salih değildirler. O hâlde katı maddenin sert ve dümdüz lisanı olan ilimden başka olan bir lisanla, felsefenin canlı ve terkipçi lisanına müracaat etmek lâzımdır. Acaba “ vuzuh, vazıh, tavzih „ dediğimiz zaman ne kastdediyoruz ?.. Bu sual madde dilindeki klişelerinden bazıları: “ ayırmak, açmak, berraklaştırmak„’tır.
Vüzuh bu mudur ? Eğer bu ise, içtimaiyat için E. Durkheim ve Auguste Comte’un, terbiye için Pestalozzi, Froebel, Jean-Jacques Rousseau’nun, sade bir neşircisinden ve ta-mımcisinden başka nedir ?.. Bu anlayışa göre sonradan gelenler evvelden gelenleri ayıklamışlar, temizlemişler, berrak bir hâle getirmişlerdir !.. Bu suretle işleri ne ilmî, ne de felsefî bir iştir, sadece amelî ve mihaniki bir iştir !.. Bu adamların ya canlı bir rolü var yahut yok. Hangisi ?..
Bence bir Durkheim, bir Pestalozzi, bir Froebel, hatta bu günküler hep birer başkalıktır. Hatta fikirlerinin en müşterek olan “ muayyencilik „ yüzünnde, hatta sezişlerin en eş olan “ tabiat „ fikrinde bile... Roussean’dan beri, hatta Rönesans’tan beri, bu fikir adamları hep “ tabiat, tabiat..,, diyorlar, fakat acaba kendi ananesi içinde yaşıyan bizler onun mukallitlerimiyiz Varisleri, kopyecilarıiyiz ?.. Benzemekle bir olmak bir şey değildir. ?.. Vuzuh !.. Bunu iyice anlamıya çalışalım : Vuzuhlandıran adam, taşlara, topraklara, ruhlara kadar inerek canlı bir iş görmüşse o, diğerlerinden ayrıca bir şeydir. Adi neşirci ile yaşatarak tekemmül ettiriciyi biribirinden ayırmakta sadece bir iffet değil, mecburiyet vardır. Çünkü bu dikkat haricinde şuunu kavrayamazsınız.
İlim İstılahları
Bir ilim İstılahları kamusu yapılacağını okudum . Yüksek ilim tedrisatının bu mühim ihtiyacına karşı kim, hangi ilim mensubu alâka göstermez ?.. Bizde ilim İstılahlarını tespit etmek teşebbüsü yeni değildir. Tıpta, fende, felsefede tessüs etmiş olan İstılahlarımızın sayısı binlercedir . Bununla beraber ilim dilimizin bütün parçaları da müdev-ven olduğunu iddia edemeyiz . Bütün ilim lügatlerini cem ve telif etmek teşebbüsü hakındaki fikir ve kanaatimi burada söylemek istiyorum . Her şeyden evvel böyle bir kamus ilmin maddiyat yani fizik ve kimya, hayatiyat yahut biyolocya, ruhiyat, içtimaiyat ve felsefe şubelerini ihtiva etmelidir. Bunlar koca bir mecelle olacağına, meselâ maddiyat, ruhiyat ilimleri kamusu, tip .kamusu, felsefe kamusu gibi menus ve kullanılması kolay parçalara ayrılmalıdır. Bu eserleri vücude getirecek olan heyet mutlaka bu lügat işiyle uğraşan kimselerden mürekkep olmalıdır. İstılahların konulmsmda en büyük güçlük istilahların şekli hususunda, birleşmek noktasında görülüyor . Bu müşkül vazifede muvaffak olmak için kabul ettiğimiz esaslar şunlardır : 1 - Her tabirin evvelâ türkçesini aramak, bu türkçe, varsa ve canlıysa, aynen kabul etmek. 2 - Beynelmilel mahiyette olan tabirleri aynen kabul etmek . 3- Bir feylesofun sistemine göre orjinal bir fikri ifade eden tabirleri keza aynen kabul etmek. 4- İstilahların kabulünde birle-şilmeyince her kes tercih ettiği tabiri imzası altında yaza-aktır. Bu esaslar sayesinde faaliyetimiz ilerileyecektir . Şimdiye kadar yaptığımız tecrübe bize türkçenin felsefe düşüncelerini açık ve kat’i bir surette ifade edebilecek, zengin bir lisan olduğu kanaatini vermiştir . Istilâh kamuslarını vücude getirecek olan heyetler kendi kabul ettikleri karşılıkları yazmakla beraber şimdiye kadar neşredilmiş diğer karşılıkları da işaret ve zaptederlerse tarihî hizmetleri daha mükemmel olur. Müşterek bir ilim dili ilmin İçtimaî hayatı için bir şarttır. Dilde iştirak içinde söylediğini yazmakta lâzımdır .
Metafizik
Bu bahse nasıl girdiğimizi eyice hatırlamayorum. Arkadaşım Almanyada felsefe yapmış olan bir gençti. Bir çokları gibi o da Kant’çıdır. Her zamanki gibi güç suallerinden birini daha havale etti:
— Nazarî ve amelî akılları, emperatifleri, Fenomen ve Numen’ile Kant... acaba neyin, nasıl bir zaruretin ifadesidir?
Ben İçtimaî bir dava ortıya atmak arzusiyle değil de misafirimi memunun etmek için biperva şu izahatı verdim:
— Kant’ta Ansiklopedistler ve Rousseau, yahut mistikler gibi bir devrin adamıdır. Bence felsefeler bir nevi İçtimaî hâletlerdir. Bunlar şeniyet manzarasını seyretmek için batın kâşanesinden açılmış pencerelerdir. Bu şeniyet o kadar girift, o kadar karışıktır ki türlü cephelerinden türlü man-zaralariyle görmek kabildir. Herkes aynı şeniyeti aynı tarzda görmeğe sevkedilmiş değildir. Aynı vaka, aynı amel hakkında aynı nazara malik miyiz. O hâlde rüyetlermizide enfüs* kalan bir mahiyet vardır. Kâinatı seciyemizin gözlüğüyle seyrediyoruz. Seciyemiz bizim rüyetimizi tadil ediyor. Kant’m hayatı tetkik edilsin. Bu hayatın ne kadar inzibat aşıkı bir hayat olduğu görülecektir. Böyle yoğur ulan bir seciyenin mukadderatı, şeniyeti hep intizam, amiriyet, cebir manza-ralariyle idrâk etmek olacaktır. Hatta onun içindir ki Kant, zaruret unsuruna irca edilmiş bir J.-J. Rousseau’dan başka bir şey değildir. Halbuki Rousseau, bakınız bu adam ne zaruretçi, ne akliyeci, ne hissiyeci, ne benci, ne de elcidir. Niçin ? Çünkü Rousseu’da şahsiyet millî değil, beşerîdir. Rousseau ne Alman, ne İngiliz, hatta ne İsviçreli, ne Fr ansızdır, sadece insandı. Vatanı yoktu. Çünkü vatan yerine küreiarzı iskân etmişti. Felsefesinde keşfettiğini zannettiği tabiî adam, kendi halis Enesinden başka bir şey değildi. Kant kendi zaruret mezhebinde gerçi ince bir mütefekkirdir. Fakat Rousseau, şeniyeti tam ve bütün kavramak iti-barile kaba sabada olsa daha genç bir kafadır.
O hâlde metafizik şahsî, millî yahut daha geniş olarak beşerî mahiyette bir şey olacak...
— Evet, metafizik tarihini nazarı itibara alırsak gerç* böyle... Fakat dayima böyle olması neticesi çıkarılamaz. Metafiziğin bir şahsın, bir harsin, bir medeniyetin tabiatine takılıp kalması bu tefekkürün tarihi bir kaderdir. Metafizik te ilim gibi afakî bir tefekkür mahiyeti alabilir. Şahıs veya mezhep işinden kurtulması mümkündür. Hatta keşiflerinin neticesini, kontrol için laboratuvara sokması bile mümkündür ...
— O hâlde sizin anlayışınıza göre bir feylesof kimdir ?
— Bu adam şüphesiz H. Bergson’dur. Fakat mutlaka “ Evolution Créatrice „ yahut “ Les Données immédiates... „ feylesofu Bergson değil; metafiziğin mevzuunu ilmin mev-Zuundan, usulünü ilmin usulünden ayıran ve metafiziği de ilim gibi afakî bir tefekkür olarak anlıyan Bergson... Ber-gson’un bütün arzusu metafizikin ilim gibi beynelmilel ve gayrı şahsî bir hâle gelmesidir.
— O hâlde tarihî feylesofların rolü ?
— Bunların rolü, tekâmül dediğimiz mevzuun cephelerini ayrı ayrı keşfetmeden ibaret kalmıştır. Onun için hepsi mezhepçidir. Bunlar tekâmülün anlayışına hizmet etmişler, fakat bütün tekâmülü birden kavrıyamamışlardır...
— Bergson’un hizmeti, biraz daha vazıh olarak nedir?
— Şudur: ilimin mvvzuu maddedir, hendesedir, ister maddî, ister uzvî ve ruhî, isterse içtimai hayata ayit olsun, şeniyeti madde gibi mütalâa etmek... Halbuki metafiziğin mevzuu tekâmül, sadece tekâmüldür. İster maddenin, ister uzviyet ve ruhiyetin isterse cemiyetin tekâmülü olsun, şeniyeti canlı olarak mütalâa etmek... İlmin usulü cebir ve hendese yani akıldır. Mevzuu ne olursa olsun ilim parçalar, mütecanis parçalara ayırır. Halbuki metafiziğin usulü hatstir. Mevzuu ne olursa olsun metafizik toplar, şeniyeti bütün ve seyyâl olarak mütalâa eder.
— O hâlde metafizik sanat gibi bir şey oluyor ?
— Evet sanat gibi bir şey, fakat sanat değil; çünkü sade hayal ve his sahesinde kalmıyor, tasavvur ve mefhum sahesine giriyor, gerçi ilim yolundan değil, sanat yolundan ..• Bir çokları ilimden geçmiyen kafaların metafiziğe kadir olmıyacağını iddia ederler. Ben de sanat terbiyesi almıyan metafiziğçinin, mezhepçilikten kurtulamıyacağını söylerim...
Hayasızlık
Tophanenin üstünde Sormagir derler bir türk mahallesi vardır. Çocukluğum o civarda geçtiği için o civara. ayit hatıralarım çöktür. Bir gün Sormagir camiinin önünden geçiyordum. Sokakta üç beş kişi toplanmış, karşıdaki mezarlığa bakıyorlardı. Bu mezarlık Çeşmi Hüseyin Efndi isminde evliya tanınmış bir zatindir. Çeşmi Hüseyin Efendi kerametinden çok bahsedilmeyen velilerdendi. Buna rağmen Sormagirliler onu severler, maneviyetma sığınırlardı. Mezarlığın içindeki kocamış çınar son günlerde devrilmek tehlikesini göstermişti. Şimdi mahelleli kazanın önüne geçmek için çınarı kesmiyi düşünüyordu. Bunlardan biri Sormagir .bekçisine dönerek dedi ki:
— Nasıl Ahmet ağa, şu çınarı devirebilir misin ?
Bu zatin nazarında çınar devirmek; kim bilir ne kadar .-adi bir işti!. Hiç unutmam, cahil bekçi bu teklifin kabalığına karşı - kendisine gayrı meşru, gayrı ahlâkî bir hizmet teklif edilen insanlar gibi - kızararak bozararak geriledi, sert ve haşin bir tarzda :
— Efendi, ben o zatin çinarına dokunamam !.. dedi.
Bu cevap bütün manasiyle yirmi beş sene evvelki Sor-magirlilerin ölülere karşı hissiyatını bildiriyordu . Gerçi o tarihte bile mahalleli arasında ölüyü, kabrini tahkir edenler vardı. Fakat bunlar o kadar az, mahalle hayatındaki mevkileri o kadar hiçti ki... Halk bunların her birine “ gâvur farmason „ gibi bir isim takarak “ sen benden değilsin! „ demek istiyordu ...
Küçüklükte alman bazı fikirler iman kuvvetini taşıyor. Uzun seneler bilmiyerek, anlamıyarak ölülere hürmet etmekte devam ettim . Hatta bu inanışımı çok kere izah edemiyorum. Lâkin “ Halkın sesi, hakkın sesidir. „ Zaman bu hükmü tasdik ettiriyor. Halkın itikadında “akıldan hariç» çok şey var; fakat “ akla mugayir » olanlar pek az !.. İster evliya , ister mabet hürmeti, isterse bir “ antika mera-ı „ şeklinde olsun, mazisini seven bir kavimle sevmiyen
/bir değilmiş... -
sjBu yaz Surler haricinde gezmeğe gitmiştim. Maksadım tarihî ve kutsî hatıralarla dolu olan bu yerleri, eski türbeleri , eski lâhitleri bir kere daha görmekti... Merkez Efendi dergâhından Yenikapı Mevlevihanesine doğru llyas Zadelere ayit tarihî bir kabristan var . En yeni taşının üzerinde 1190 tarihi okunuyor. Burası en aşağı üç yüz senelik bir mezarlık. Zaman ile camisinden ayrılmış , her tarafından civarındaki evlerin, tarlalar istilâsına uğramış hazin bir bucaktır. İçerisindeki lâhitler hep kırılmış, kavukları bir tarafta, gövdeleri öbür tarafta !.. Ağaçlar, vahşî çitlenbik-ler, bilmem ki nasıl bir yaşamak birsiyledir, bu üç yüz senenin eritemediği mermerleri parçalamış atmış ! Buraya artık bir kabristan diyemezsiniz 1 Belki bir kabristan, fakat İlyas Zadelerin, hatta insan zadelerin bile değil, sadece hayvanların kabristanı! Artık buraya ne meşhur ne de meçhul insanlar gömülmüyor; sadece civardaki at leşleri dökülüyor! Zamanın telâkkileri, idare adamlarının seyyiatı lâhitlerdeki eski sanatin nizamını bozmuş, yerde yatan taş kavuklar üzerine at başı iskeletleri koymuş !..
Belki bu türlüsü bir tanedir , diyordum. Fakat Aksaray’a geldiğim zaman Horhor’a doğru yine bir cami ve kabristan harabesine daha rasgeldim . Kız Taşından beri bütün evlerin münasibettar olduğu bir mecraya yol açmak için bu kabriatanı ortasından ikiyeye ayrılmışlar, bütün mezar taşlan , kitabeler mdeniyet elinin açtığı bu nezafet çukuruna yuvarlanmış, kim bilir “ neslicedit „ imarcıları atalarının itikadını pek cahilâne bulduğu için olacak, bu itikadın zadesi olan kabristanları tahrip ediyor . Yazık k* bu hakaretin bediî şeklini bulamamışlar !.. Artık ne bu çukuru ne de bunu açan mühendisi benden sormayınız ...
Ahlak
Hayır ile şer
Sivas azemetli, penbe dağlar memleketidir. Kayseri’den gelen yolcular için bu azemetli, penbe dağları aşmak lâzımdır. Nihayet Kızıl ırmağa varırsınız. Oradan şehre, ufak gösterişsiz evler arasından girersiniz. Sivas her tarafında bir selçuk minaresi, yahut bir selçuk kapısı yükselen bu lürk ve tarih şehri, bir millet hafızası gibi zengindir. Orada her şey ağır,^ her şey ciddidir. Bütün insanlar ağırbaşlılık için yaratılmış zannedilir .
Sabahleyin, ilk defa şehre çıktığım zaman, bu intibaı almıştım. Üç günlük ziyaretlerim gene bu intibaı teyit etti. Maarif müdürü bize Darülmuallimni, Darülmuallimatı, erkek kız iptidailerini gezdirdi, ikametimin son günüydü, ziyaret edecek bir müessise kalmıştı. O da Mektebi Sanayi... Bu, İstanbul’da, Bursa’da, İzmir’de, Ankara’da emsalini gördüğüm bir mektepti. Acaba Sıvas’mki nasıl, diyordum. Nihayet dar, dolaşık sokaklardan geçerek bir tepeye çıktık. Kollejin bulunduğu tepe gibi, şehre hâkim bir tepeye ... Uzaktan sanayi mektebinin büyük binaları görünüyordu. Yolda Sanayi Mektebini aynı zamanda idareye memur edilen Darülmuallimin müdürü malûmat veriyordu, bana mektebin mazideki bütün ikbal ve itbar devirlerini anlatıyordu. Yaklaştıkça sönmüş bir saltanatın enkazını göreceğiz gibi acı bir hisle müteessir oluyorduk ...
İşte asıl mektep, dediler ; ne güzel bina ... Alçak, oturaklı, kapıları, kemerleri renkli taşlarla süslenmiş, hiç şüphe yok, zevk sahibi bir mimarın daha evvel bir valinin eseri... Dershaneleri de öyle güzel, misafir kabulüne mahsus olan salon hep mektebin mamulâtiyle döşenmiş. İşte mektebin mamulâtından : On Beşinci Louis tarzında cevizden oymalı bir masa; şurada gene mektebin dişlerinden gayet ince dokumak ziynet halıları, köşede duran ufak bir sigara 20 iskemlesi, her tarafı selçuk tarzında çiçeklerle, yapraklarla işlenmiş, üzerinde bir tablo var ki tablodan ziyade bir resim levhasına benziyor. Sivas’ın en mutena bir eseri mimarisini gözle görülemiyecek derecede ince olan taksimat ve tersi-matiyle bunun üzerine hakketmişler. Aynı salonun dışarısında gene bir kapının üzerinde vaktiyle resim hocalığı eden bir zatın yağlı boya levhası var ki klâsik İtalyan sanatkârlarının eserlerini hatırlatıyor. Şimdi tasavvur ediniz. O renkte, hakte, dokumada, resimde bu kadar ileriye giden bir mektebin Sivas’ın iktisadiyatına hizmeti ne olmalıydı ? Pek büyük dğeil mi ? Her sene yetiştirdiği yüzlerce sanatkârlarla Sivas’ın taşlarını oymalı, yünlerini boyamalı, servetini arttırmalıydı, değilmi?. Hayır, netice bunun tamamyle aksi olmuştur! Böyle olduğunu hem içeride, hem dışarıda öğrendim: Mektebin hâli hazırda mevcut olan marangozhanesine indiğimiz zaman gördüm kü: Orada talebe namına yalnız yedi yetim var 1 Önlerinde bir iki tahta parçası, bir kaç fotin, uğraşıyorlar. Bu işler yeni idarenin temin ettiği ilk vazife, ilk faaliyetti. Eğer Sanayi mektebi Darülmuallimine yerleştirilmese, Darülmuallimin idaresi sanayie vaziyet etmeseydi, bu çocuklar belki bu hayatı da bulamıyacaklardı.Talihsiz çocuklar 1 dedim ve bu sukutun sebebini düşünmiye başladım. Dışarıya çıktığımız zaman öğrendik ki vaktiyle Sivas’ın kayalarını, taşlarını o kadar güzel tıraş eden türk sanatkârlarının memlektinde bu gün taş oyan tek bir türk taşçı kalmamıştır ! Kendi kendime soruyorum: O “ mektepsiz itilâ „ ne idi, bu “ mektepli inhitat „ nedir ? diyordum . Bu sual ne kadar garip olursa olsun, gene hatırıma geliyor ... Filvaki, bu neticede tarihin hissesini, mesuliyetini hesaba katmamak nasıl mümkün olur ? 1. “ Tarih „ diyerk İktisadî, Imî, ne şekilde olursa olsun, beynelmilel hayatı. İçtimaî tedahülleri kastediyorum. Tarihimiz ve topraklarınız haricinde aynı zamanda zaruret ve suhuletle teşekkül eden bir takım iktisat ve ilim merkezleridir ki bizde dahil oldu-ıımuz hâlde hariçte kalan bütün unsurları birer maddî zerre mihanikiyetiyle kendisine doğru çekmiş, o kuvvette-•diğer her hangi bir merkezin teşekkülüne, her hangi uzviyetin taazisine enğel olmuştur. Fakat haricî münasibetler sabit kalmakla beraber dahilde gene unsurdan unsura, hatta fertten ferde değişen refah ve muvaffakiyet şartları ¡refah ve muvaffakiyet noksanları da vardır. Sivas, binalarına taşçı, kerestelerine doğramacı, yapılarına kalfa bulamıyorsa bundan mesul olması lâzımgelen kimlerdi ?
Öyle tasavvur ediyorum ki Sivas Sanayi Mektebi tesis edildiği gün bu mektebin hayatını idareye memur olan büyük küçük memurlar hayat tarafından iki yoldan birini intihap etmeğe davet edildiler: Biri, “ gösteriş yolu „ idi. Otuz otuz beş sene kendisine taptıran bir Saray ve her yerde bunun yerine kayim olan saray zihniyetti valiler vardı. Bunların hoşuna gitmek için ancak süslü sigara iskemleleri» On Beşinei Louis tarzı masalar, ipek gibi ince halılar lâzımdı. İkinci yol “ hakikat ve ihtiyaç yolu „ idi. Sivas aptestha-neleri için taşçı, .Sivas evleri için doğramacı, Sivas hayatı için adam lâzımdı. Sivas’ın selâmeti bu yolda idi.
işte evliyayı umur Efendiler bu iki yoldan yazık ki birincisini intihap ettiler. Artık Sivas’a ve çocuklarına hizmet edecek yerde, valilere, makama hizmet ettiler! Sanatkâr yetiştirecek yerde, sadece eseri sanat yaptırdılar. İşte bütün bütün aklı, şuuru makamı vilâyetpenahiye dönen, bütün muvaffakiyeti, kıymeti, depdebe ve saltanatta ariyan Sivas Sanayi Mektebi kendi kendini kaybetti ve bu parlak baş* langıcm sonu böyle karanlık ve hüzünlü oldu!...
Sivas sanayi mektebi sade bir misaldir. Şimdi her sanayi mektebinin idaresine, her maarif teşkilâtının başına ve her resikâra geçen müdürlerin, idare adamlarının gideceği yol, gene bu ikiden biridir. Ya gösterişi, harici, şahsı düşünerek ellerinin altındaki çocukları öldürecekler, yahut haricin fani, sathî olan zevklerine, kârlarına iltifat etmiyip vazifenin içine, hakikate girmek, mektebin hâliyle hallenmek, memleketin ihtiyaciyle ünsiyet etmek,, müessise-lerini, memleketlerini bakâ sırrına mazhar etmek istiyecek-lerdir... Bu zatlere sorarım: Kendiniz için mi çalışıyorsunuz, gayrı için mi ?!. O vakit bu iki yoldan birini intihapta mustar kalacaksınız. Neticede şu ikiden biridir: Bir hayır yahut bir şer !
Temizlik ve Medeniyet
Yarış, güreş kahramanları olduğu gibi, temizlik kah-ramanlarıda vardır . Bunlar da halk arasında meşhurdurlar.. Bu gün bu kahramanlardan birini ziyarete gittik. Eliyle matruş başını kaşıdıktan sonra aynı elini etrafındaki bütün eşyaya sürdüğünü gördükAnkara’da temizliğiyle meşhur bir lokanta var dediler; oradaki ilk müşahedem de garsonun baş parmağını çorba tabağına sokması oldu !.. Yine bir gün İstanbul’un en meşhur muhallebicilerinden birine gittik, tezgâhtarı büyük tavuk göksü tabağını kaşıkla ufak tabaklara istif ederken eliyle tatlıyı tutmak için baş parmağını da kullanıyordu !.. Yine bundan on sene evvel o kadar meşhur olmıyan diğer bir muhallebicinin de muhallebileri avucu içine alarak ufak tabaklara geçirdiğini görünce tahammül edemiyerek itiraz etmiştim . Abani sarıklı zat bana “ Efendi, sen afe-dersin, bu el beş vakitte yıkanıyor!.. „ demişti... Evet halkın kanaatince sağ el her yere sürülebilir . Ona tarak, kaşık, kepçe, kürek... vazifesi gördürülebilir, çünkü sağ el temizdir, hatta mübarektir!.. Hususiyle yikanıyor. Bu son vakayı kendisine hikâye ettiğim bir doktor bana şu cevabı vermişti: Ellerin, hatta sabunla yıkanarak tamamiyle temizlendiğini farzetmek bile biraz tehlikelidir. Derilerimiz dayimî surette yağ ifraz etmektedir!.. Onun için yıkandıktan bir dakika sonra bile kirlenenirler . Bunun tecrübesi gayet kolaydır : Her hangi tahareti müteakip vücudünüzün muayyen kısmını sigara kâğıdiyle uvahyınız, göreceksiniz ki kâğıt lekeleniyor 1 Kaldı ki günde bir kaç kere yıkanan eli temizdir diye on altı saat zarfında rasgele, her yere sürtmek! Tarihî itiyatlarımız ve doktorun izahatı herkesi düşündürebilir mahiyettedir. Bir çok harekektlerimiz var kl onlan sırf şuursuzlukla muhafaza ediyoruz. Gerçi her biri bir fikir ve zan ihtiva ediyor: Yıkanan ellerin kir tutmıyacağı gibi!..
Her yenilik gibi temizlik te ustadan öğrenilir. Binaenaleyh memlekete lüzumu kadar fennî temizliğe muktedir ayileler hazırlamak temizlik medeniyetinin memlekette yerleşmesi için kâfidir. Buna ancak şu yoldan gidebiliriz: Bu tarz temizliği yaşıyarak ve yaşamakta olan teiniz mana-siyle medenî insanları bu terbiye muhitlerinin başına getirerek .. Saniyen mekteplerin, bilhassa leylî mekteplerin hayatını bilfiil değiştirerek. Türkiye garp medeniyetini temsil etmek istiyorsa mekteplerinin programları kadar mekteplerinin aptesthaneleriyle, hamamiyle, yemekhane ve yatakhanesiyle de meşgul olmalıdır.
Ben on altı, on sekiz leylî talebesine kapaksısz dolap veren ve verdiği dolapları da ayaksız bırakan, yahut ayak jerine gaz sandıklarının parçalarını çivileten bir mektebe mektep demem !.. Bu mana ve bu itibar iledir ki hükümetin elinde bulunan leylî iptidaîler, darüleytamlar, liseler, ali mektepler medeniyet âleminde terakkimizin olmasa bile tedennimizin, hiç olmazsa tevekkufumuzun amilleri olacaklardır !. Bir maarif adamına “ zalim, müstebit, veya ihtilâlci, anarşist „ diye hücum edilir ama, ona mektebin yataklarını niçin bu kadar temiz tuttun ? „ diye itiraz edilemez!. Halbuki itirazların bu nevini de idrak etmişizdir !. “Taasup» sıkılgan bir kelimedir, yalnız dinin mürtecilerine takılmıştır !.. Halbuki temizliğin de mürtecileri vardır !.. “ Değilmi ki yine kirlenecek o hâlde temizlenmiye ne lüzum var ?!. »diyenler çok olduğu gibi, fenne itibar etmeksizin temizlik: iddia edenler de vardır. Onlara inanmıyalım ve çocuklarımızı inandırmıyalım .. Bir insanın asri seviyesini en iyi ölçen mikyaslardan biri de meselâ o adamın hürriyetperverliği,-diğeri muktesitliği ise, üçüncüsü mutlaka temizliği, yani cis-manî ahlâğı değil midir ? Fennî temizlik fikrini sonuna kadar tafsil edebilirsiniz ve ondan bütün bir kayideler ve edepler mecmr.ası yapabilirsiniz. Fakat bütün mesele bizzat yeni nesilleri yetiştirecek olanları fennî temizlik mefhumuna göre, temiz bir muhitte ve temizlik kayidelerine tevfikan temiz olarak yetiştirebilmektedir. Bence medenî İslahatımızın büyük bir safhası budur .
Cezası olmıyan cürümler!
Geçende bir mektep müdürümüz bana bir mektup* yazıyor. Bu mektubunda Akşam’da intişar eden “ dayak „ serlevhah makalemden bahsediyor. Bu mektep müdürü: “ her gün müteaddit mektuplar ve Akşam gazetesi parçalarını alıyorum, bu mektuplarda sizin makalede mevzuubahs. olan hademesini dÖğen müdür ben olduğum iddia ediliyor,, ve kesik gazetelerle de aynı şey hatırlatmak isteniliyor „ diyor ve makalede mevzuubahs olan mektebin kendi mektebi olmadığı hakkında benim tarafımdan izahat verilmesini de rica ediyor. Filhakika hademesini döğen mektep ile bu mektep arasında sadece bir semt münasibeti vardı.. Kendisine mektup ve gazete parçaları gönderilen bu zat ne hademesini dövmüştü, ne de mektepte buna benzer bir vaka zuhur etmişti. Fazla olarak bu mektep İstanbul mekteplerinin en iyilerinden biridir. Bütün bunlara rağmen,, mektebin etrafında derhal dedi kodu oluyor ve dedi kodunun olması için semt münasibeti kâfi geliyor. Bu mektup-lan yazanlar ve o makale parçalarını gönderenler acaba samimî ve hasbî kimseler midir ?.. Bunu zannetmiyorum. Çünkü çalışanlara karşı beslenilen muhabbet ve hürmet imzasız mektupla tahrikat yapmıya manidir. Bunlar şüphesiz husumetkâr ve insafsız kimselerdir, şu veya bu ferdî sebeple, ve her hangi menfaat endişesiyle evvelâ muğber olmuşlar, sonra cürüm atfederken imzalarını gizlemek zilletini irtikâp edebilmişlerdir...Samimiyet bu fiilin neresindedir?!.
Gerçi böyle adamlar her yerde, her memlekette ve her zümrede bulunabilir. Binaenaleyh bunların tahrikâtın-dan derhal müteessir olmanın manası nedir, diyebilirsiniz... Fakat maatteessüf dedi kodu dediğimiz ve binnazariye kendisine hakikat ve kıymet atfetmedtiğimiz telkinatm ve neşriyatın İçtimaî hayatımıza merhametsizce tesirleri oluyor. Memleketimizde her hangi neşriyatın ve her hangi propagandanın bir millet adamının, bir memurun, her hangi mektep müdür veya mualliminin mevkiini, şöhretini sarsacak, yıkacak derecede şiddetli bir tesir hasıl ettiği görülüyor. Dedi koduların, cinayetler, intiharlar gibi İçtimaî hayatın elîm zaruretlerinden biri olduğuna gerçi kaniyim; fakat bunlar insanları hukukundan mahrum edecek, ferdin hürriyet ve saadetine engel olacak bir mahiyet aldığı zaman o cemiyetin hayatında bazı gayrı tabiîlikler mevcut olduğunu kabul etmelidir. Çünkü intihar ve cinayet gibi hâdiselerin cemiyet hayatında tabiî olan birer derecesi vardır. Bu dereceyi bir kere aştıktan sonra dedi kodu da marazî bir şekil almış demektir. Dedi kodu şahsî kıymetleri alçaltmak için yapılan bir teşebbüsdür. Ve bu teşebbüs müspet bir surette, meşru usullerle değil, tekrar ve telkinle, hissiyata müracaat edilerek yapılır. Halbuki bir memlekette şahsî kıymetleri, insanlık şerefini ve haysiyetini müdafaa eden başlıca müeyyideler kanunlardır. Kanunlar ise esasen ahlâkın ifade ve istitalesi demek olduğundan bu şeref ve haysiyetin muhafız ve mürakibide efkârı umumiyedir. Şu takdirce her hangi sebeple bu iki müeyyide zayıflar veya lüzumu kadar kuvvet ve selâbet kazanamazsa ferdin kıymeti ve şeref ve haysiyeti de yalnız başına terkedilmiş olacağından her taraftan şeytanî ve gayrı ahlâkî kuvvetlerin hücumuma, taarruzuna oğrayabilir. Halbuki bu nevi gayrı ahlâkî faaliyetlere mani olacak yegâne kuvvet, efkârı umumiyedir. Çünkü kanunlar tuvalete, zevke müdahale edemediği gibi, ahlâksızlığın bu nevine de müdahale edemez, ve çünkü dedi kodu dediğimiz şey ele, avuca sığar veya tartılır cürümlerden değilir !.. O hâlde bu gibi cürümlerin yegâne müeyyideleri efkârı umumiye, ammenin, cumhurun vicdani olabilir. Bu vicdanın nurlanması, bu vicdanın kuvvetlenmesi kanunun, cezanın yapacağı şeyi yapabilir. Bunun için ahlâkımız mahalle ahlâkından çıkıp millet ahlâkı şekline girmeli, İçtimaî hayatımız gene mahalle hayatının icap ettirdiği infiratçılıktan kurtulup millet hayatının muhtaç olduğu tesanütçülüğe vasıl olmalıdır. Şimdiye kadar bir takım alimlerimiz sırf madde felsefesi yapmasalardı, bir takım feylesoflarınız da sevkitabiî ve menfaat felsefelerini mezhep edinmeselerdi, muhakkak ahlâkî felsefemiz gibi ahlâkî terbiyemiz de daha başka türlü olurdu ... Bilenle bilmiyen müsavi midir ?!. Elbette değildir. Akıl dayima bir dümendir, onun işi şüphesiz ahlâkî kıymetleri icat etmek değildir, fakat bir çok sevkitabiîlermizi, nefsanî temayüllerinizi İlmî, bediî ve İktisadî şekilde islâh etmek yani içtimaileştirmek onun vazifesidir. Binaenaleyh meselâ lise tahsili görenle görmiyen ahlâkî telâkki itibariyle bir olamaz.
Her vasıta ile eski mahalle ahlâkını, ve kast zihniyetini yıkalım, yerine millî va İnsanî bir ahlâk telâkkisi koyalım. Ben hayatımda bir vakaanm şahidi oldum ki bütün insanlar için şayanı ibrettir: Meşrutiyetin ilk seneleri idi; Darülmu-alliminde bulunuyoruz. O zaman mektebin heyeti idaresinden olan bir zât tabiiyat muallimlerinden birine hademesiyle bir pusula gönderiyor ve bu pusulada belki lüzumundan fazla amirane bir lisan kullanıyor, fazla olarak pusula adres-siz bırakılmıştır . Muallim de müracaatin bu şeklini haysiyet-şiken bularak ağır bir mukabelede bulunuyor ve arada gayrıkabiliizale bir suyitefehhüm hasıl oluyor. Zannedilirdi ki bu iki zat artık biribirinin hasmıcanı olmuştur . Fakat bir gün mevzuubahs idare adamiyle bir yerde bulunuyorduk, muallimin bahsi geçti. Kendisinden bu zatin ehliyeti ve iktidarı hakkında fikir soruldu. Bilâterddüt cevap verdi, dersinde çok muvaffak olduğunu, en vazifeşinas bir da-rülmuallimin hocası olduğunu ve müessesenin kendisiyle iftihar edebileceğini söyledi... Bu samimî itiraf ve bu millî hassasiyet karşısında hürmet duymamak kabil değildi. Bir aralık kendisine şu suali sormaktan kendimi alamadım: “Hâlbuki o sizi bir muhavere mesleğinden dolayı rencide etmişti’ Şahsına karşı bir iğbirar duymuyor musunuz ?!. „ Şu cevabı vermişti: “ Filhakika o vakaadan dolayı son derece muğberim, kendisi o işte haksızdı. Fakat bu iğbirar tama-miyle ferdî bir mahiyettedir. Aynı sebeple kendisinin hizmetine ve iktidarına da muğber olmak için ne sebep var ?! Tekrar ediyorum ki kendisi Darülmualliminin en iktidarlı ve en vazifeşinas bir hocası idi „ . Bu vaka ferdî iğbirarla İçtimaî kiymetlerin karşılaşmasına ve İçtimaî mefkûrenin hakimiyetine bir misaldir. Bütün millet işlerinde aynı zihniyetle hareket etmek ve aynı kafa ile hareket etmiye alıştırmak nefsimize ve nesillere karşı bir terbiye borcudur. Biz bu tesanütçulük mefkuresini şuurlu bir hâle getirirsek dedi koduya karşı en müthiş silâhı elde etmiş oluruz, çünkü dedi koduyu teşvik eden şey, dinliyen kulakların çokluğudur !.. Halbuki millet ahlâkını kazanmış olan seciyeli bir insanın kulağı bu gibi ihtirasların sesini katiyen işitemez. Efkârı umumiyenin bu sahedeki tecellisi dedi koducuları bellemek ve mütemadiyen hariminden kovarak onları İçtimaî hayatın seyr ve tekâmülü üzerinde gayrı müessir bir hâle getirmektir . Cahil adam, kirli adam, tuvaletsiz adam her salona girmediği gibi, dedi koducu adam, gayrın kiymtele-rını her vesiyle ile münaksaya koyan muhtekir dahi her salona giremez. Filânın hayatı, filânın şahsî ahlâkî hakkmda-söz söylemiye başhyan adamın medenî bir muhitte göreceği mukabele pek aşikârdır: “ Bu bizi alâkadar etmez I „ derler ve sustururlar. Şu hâlde dedi kodunun mahiyeti ve dedi koducularm ahlâkî seviyesi hakkında gayet vazıh bir fikir sahibi olmak onların faaliyetini ve cesaretini sıfıra yaklaştırmak için en kat’i çaredir. Kanunlarımızı millet kanunları hâline getirmekle beraber ahlâkî terbiyemizde ahlâkî tetrisatımızda muhabbet ve tesanüt umdelerine lüzumu kadar mevki verelim. Unutmuyalım ki muhabbet İçtimaî hayatın kanunnudur . Tesanüt ise onun uzvî bir mukabilidir. Ne muhabbet ve ne de tesanüt olmıyan yerde hürriyet yoktur. Hürriyetsiz bir cemiyet bir kabiyle ve aşirettir, fakat bir millet değildir..
Adabı maşeret
Hangi hareketleriniz muaşerete muvafıktır ?! O hareketler ki hayvanın diğer hayvanlarla münasibetinde ki hareket-erden uzaktır!.. Çünkü adabı muaşeretin esası, insanlarla-olan münasibetlermizdeki temizlik, güzellik ve hakşinaslıktır. Hangi fiil ki insanlarla münasibetimize ayit olmakla beraber kirlidir, çirkindir ve hakksızdır, adabı muaşerete muvafık olamaz ... İşte ben bir lise talebesinin adabı muaşeret hak-kındaki sualine böyle cevap vermiştim. Bu cevap belki tamamiyle doğru değildir; fakat adabı muaşereti en iyi temyiz eden bir mahiyeti haizdir. O da bu adabın hayvani, üzvî menşeli olmadığı, tabiî temayüllerin, sevkitabiîlerin basit bir faaliyetinden husule gelmediğidir. Filhakika adabı muaşeret namına yapdığımız bütün hareketlerde ve gene o nama kaçındığımız bütün fiillerde sıhhî, ahlâkî, ve bediî bir endişe hâkimdir. Bir milletin kendi ahlâkî, bediî ve İlmî telâkkisine^ göre bir insanla diğer insanlarının münasibetini tanzim, etmesi... Bence adabı muaşeret budur. Binaenaleyh adabı* muaşeret insanla insan arasında mümkün ve muhtemel olan* bin türlü çirkin, gayrı sıhhî, ve haksız temaslar ve müna-sibetler yerine bilâkis güzel, temiz ve dürüst münasibetler ikamesi demektir. Bu suretle adabı muaşeret insanla insanın* münasibetinde ahlâkın, sanatin, ilmin ve fennin müdahalesi demek olur. Muaşeret adabının bu İçtimaî mahiyeti bir kere iddia edildikten sonra bu adabın İçtimaî vakıalara ayit bazı: hususiyetlerini işaret etmek icap eder: İçtimaî hâdiseleri diğer nevi tabiî hâdiselerden fark ve temyiz eden belli başlı vasıf, afakî bir mahiyeti hayiz olmalarıdır. Yani din,, ahlâk ve sanat gibi adabı muaşeret kayidelerinin de haricî mevcudiyeti vardır. Onları tesis eden biz ve bizim ferdî idaremiz değildir; bunlar zamanla muayyen mekânlarda,. tarihî zaruretlerle teessüs etmiş ve tekerrür edegelmiş olan İçtimaî kiymetlerdir. Milletin lisanını, dinini değiştirmek insanın elinde olmadığı gibi, İçtimaî muhitin muaşeret kayi-delerini inkâr etmek te kimsenin elinde değildir. Bu kayide-lerde yalnız afakîlik vasfı değil, umumîlik hâli dahi vardır. Muaşeret kayideleri aynı muhit ve bünyede olan bütün* insanlar için bilâistisna cari ve hâkimdir. Bu afakîlik ve bu umumîlik neticesi gayrikabilicerh ve mukavemetsuz olmalarıdır. Tabiî kuvvetleri temyiz eden sıfat haricî taarruzlar karşısındaki mukavemetleridir. Taşı, denizi zorlamak tecrübesi dayima bizim zararımızla, aksülamele duçar olmamızla neticelenir. Bunun gibi, muaşeret kayidelerinin ihlâli de muhitimiz tarafından şiddetli bir aksülâmelle neticelenecektir . Bu ihlâle cüret eden adam gerçi dinsiz, ahlâksız ve cahil sıfatlariyle tezyif edilmezse de her hâlde “ kaba „ sıfatiyle tavsif edilir . Binaenaleyh ferd İçtimaî muhitine intibak etmek zaruretiyle bu kaba sıfatından kaçınmak ve “ nazik, terbiyeli „ sıfatlarını kazanmak mecburiyetindedir. Her cemiyetin adabı muaşereti kendine göre olmak iâzımgelir. Çünkü adabı muaşeretin menşei her cemiyetin “ kaba adam „ ve “ nazik adam „ fikirlerine verdiği manaya göre değişir . Bu itibar ile kabiyle muaşereti, aşiret muaşereti, millet muaşereti .. diyebiliriz. Adabı muaşeret yalnız cemiyetten cemiyete değil, aynı cemiyetin muhtelif tekâmül devirlerine görede degişecektir.Meselâ cemiyette müspet ilimlerin, İktisadî müessisenin, lâik fikirlerin hâkim oluşuna göre, muaşeret tarzlarının da bir türlü olması iktiza eder . Bunun en açık misali bizim memleketimizdir . Memleketimiz müspet ilimler, büyük iktisat ve rlâiyık devlet medeniyeti olan avrupa medeniyetine giriyor. Adabı muaşeret telâkkilerimizinde değişmesi zarurîdir.
Bu esnada mahalle hayatında olduğu gibi vüstayî ve zühtî bir takım kayideler yerine asrî ve dünyevî kayidelerin kabulündeki zarureti takdir etmeliyiz. Bu büyük iktisat devrinde vaktin nakit, temizliğin ancak fen, itikatların ise mutlaka serbes olduğunu bilmeliyiz. Artık gelişi güzel her kese misafir gitmek ve gittiği yerde saatlerce kalmak, istiskal edilince de darılmak ve istediğimiz gibi yemek yimek, ve rastgele her keşi din namına aforoz etmek elimizde değildir... Mevzuubahs olan ihtiyaç, Fransız ve İngiliz terbiyesini kabul veya retetmek değil; zarurî ve küllî bir medeniyetin zarurî ve küllî kayidelerini kabul etmek veya bu medeniyete girmekten vazgeçmektir. Yeni Türkiye garbin İktisadî ve ilmî aynı zamanda lâik ve müsavatçı medeniyetine girmek istedikçe muaşeretinde de şu medeniyetin adabını olduğu gibi kabul etmemek mecburiyetindedir:
1 - Hiç kimseyi tasdi etmemek ve kimseye kendi vaktini israf ettirmemek. 2 - Bütün hayat ve muamelâtta ilmin tatbikatını bilâkaydüşart kabul etmek. 3 - Gayrın itikatlarına hürmet, ve kendi itikatları namına kimseyi taciz etmemek. 4 - Heryerde kadın erkek, zengin fakir, bütün insnalari müsavi muameleye tabi tutmak. Maaşeretin bu esaslar1 beynelmileldir, insanidir. Bunlar üzerinde pazarlıketmek yalnız Türklerin değil, asri olan hiç bir milletin eline değildir
Kast zihniyeti
“Kast,, Hindistan’da mevcut bir nevi cemiyettir. Kasta; mensup olan bir adam diğer kasttan kız alamaz. Hatta diğer kastın yemeğini yiyemez, ecnebilerle temas edemez. Her kast diğer kastlara karşı muhasım bir vaziyettedir. Hulâsa kast kapalı bir cemiyettir. Kastın benzemediği cemiyetler bugünkü Avrupanın açık ve mütesanit cemiyetleridir. Bu avrupa cemiyetlerinde gördüğümüz şeyler kastlarda* gördüğümüz şeylerin temamiyle aksidir. Onun için bir avrupalı zihniyeti gibi bir de kast zihniyeti vardır. Nsfeıl ki bir aşiret ve millet zihniyeti de vardir. Kast zihniyetinin ifade ettiği şey, millî vahdete, millî tesanüde, İçtimaî mefkûreciliğe ayit bir dar kafalılıktır. Bu dar kafalılığı, ve kast zihniyetini yalnız Hindistan’daki cemiyetlerin hâleti ruhiyesini ifade etmek için değil, asrî cemiyetler içinde bile bazı5 insanların zihniyetini bildirmek için kullanıyoruz. Kasttan bahsederken Kast zihniyeti dediğimiz gibi, bu insanlardan bahsederken de “ bu adamda kast zihniyeti var 1 „ diyoruz. Hulâsa “kast zihniyeti» İçtimaî hayatımızda bir nevi dar hassasiyetin ve bir nevi dar zekânın alemi olmuştur. Acaba bu zihniyetin amili nedir ? Ruhiyat ilmini içtimaiyat ilmine istinat ettiren alimlere göre her hangi şekilde olursa olsun zihniyet, bir hâleti uzviyeden evel bir hâleti çtima-iyenin ifadesidir. Dindarlığı, taassubu, milliyet ve insaniyet mefkuresini ve bunlara göre muayyen zihniyetleri vücude getiren, insanların yaradılışındaki hususiyetler değil, bu; insanların muhtelif hilkat ve istidatta olmalarına rağmen muhitlerinin yani ayile, meslek ve cemiyetlerinin bir ve-mütebeller olan hayatı, bu hayatın fertler üzerinde yaptığı muayyen tazyiklerdir. Nitekim kastların dar zihniyetinden mes’ul olan bu cemiyetlere mensup insanların kafa tasları değil, belki İçtimaî hayatlarının tarzı, İçtimaî teşrihleridir. İşte zekâ, namus, vicdan, irade gibi ali melekelerin zuhur ve teşekkülü ancak muhitle, muhitin İçtimaî bünyesiyle ka-biliizahtır. Tavus kuşunun ayaklan kadar kastın da taassubu tabiidir! Fakat bu cemiyetlerin bünyesi bir kere değiş-miye başlayınca kast zihniyetide tabiatiyle yumuşar,İçtimaî manasiyle dar kafalık azalır. Asrî cemiyetler bu itibarla kastlara en zıt olan cemiyetlerdir. Çünkü bunlarda müsavatçılık hâkimdir, insanla insan arasında fark gözetmemek, bütün insanları aynı hakla mücehhez bilmek asrî cemiyetlerin şanıdır. Halbuki bu cemiyetlerde bile kibarla avam, şehirli ile köylü, memurla amele, elişçisi ile fikir işçisi, siyah ile beyaz farkı yaşamaktadır. Gerçi bunlar hukuata değil, fakat itiyatlarda yaşıyor. Bunun sebebi eski cemiyet kast zihniyetine mütehammil olmıyacak derece inhilâl etmekle beraber .bu zihniyeti barındıracak bazı hususî muhitlerin henüz ta-mamiyle mahvolmamasıdır. Servet gibi, umumî ve millî bir tabilin noksanı gibi bazı sebeplerle kast hâli, vlev artık bir surette, yine yaşamaktadır ... Bu zihniyetle yapılacak mücadelenin mebdei bizzat çemiyeti harekete getirmektir* Elimizde iki mühim vasıta vardır: Biri ordu, diğeri mekteptir. Ordu ile mektep millî kaynaşmanın birinci vasıtasıdır. Fakat terbiyeci için her iki mefhumu bütün genişliğiyle ve İçtimaî hayatın zevklerine, heyecanlarına ayit olan bütün müsaadeleriyle düşünmek icap ediyor.
Türkiye’ye refah ve saadet verecek mekteplerden ne kast" tedildiğini henüz anlayamadım!.. Mektepten mektebe fark vardır! Evet mektep, fakat on yedinci asırda mektep ile yirminci asırda mektep bir şey midir?! Daha ileriye gidebiliriz: 'Yirminci asırda her mektep mektep iştiyakımızı, mektep mefkûremizi ifade edebilir mi ?! Bakınız ben alel-îtlâk “ Türkiye yeni mekteplere muhtaçtır „ demiyorum; “ Türkiye İçtimaî hayat icabına göre tesis edilmiş Cumhuriyet mekteplerine ve bu mektepler içerisinde bir teşebbüs ahlâkına yani iş hayatına muhtaçtır.. „ diyorum. Bu muammanın halli için evvelâ bir mimar cumhuriyet mefkûresine bunu kazandıracak İçtimaî bir mektep plânını çizmelidir .„
Gösteriş
Belçika, pedagoji noktayı nazarından görülmeğe değer bir memlekettir. Mekteplerinde, teceddütlere dayima tesadüf etmek mümkündür. 325’ten sonra Bruxelles’de idim. Şehrin usulü tedris itibariyle meşhur olan bir iptidaisini ziyaret etmiştim. Bu mektebin muallimlerinden biri, elişlerini tedrisata tatbik etmek, dersleri Amerikalıların tabiri veçhile “işleyerek öğrenmek» usulünü kullanıyordu bu muallim, her veçhle şayanı dikkat bir zatti. Söz arasında Bruxelles’de bir sene evvel açılmış olan sergiye dayir bir vakayı hikâye etti; dedi ki: “Geçen sene maarif müfettişlerinden biri mektebimi ziyarete gelmişti; benim elişi tedrisatına merak ettiğimi öğrenmiş. Talebe tarafından hazırlanmış bazı nümuneleri istedi. Ve sergiye konulmak üzere bazı nümuneler daha hazırlatmamı tavsiye etti». Ben de çocukları çalıştırarak arzu ettiği şeyleri hazırladım. Müfettiş Efendi tekrar gelip nümuneleri gördügü zaman hoşnutsuzluğunu gizlemedi; “ben sizden daha güzel şeyler bekliyordum, bunları sergiye nasıl koyalım ? 1 „ dedi ... Ben de : “efendim siz benden çocuk işi istemiştiniz ! Bu yaştaki çocuklar bunu ve bu adarını yapabiliyorlar* Filhakika bunlar sergi için İlmî veya pedagojik mevzular olabilir. Fakat arzu ettiğiniz reklamların yerini tutamazlar , dedim. Ve nümuneleri vermedim. Muallimin bu samimiyeti şayanı dikkat idi. Bu vakayı dinlerken bizim eski tevzii mükâfatlarda ve yeni müsamerelerde çocuklara zorla ezberletilen nutukları ve tiyatro piyeslerini hatırlıyordum Bunlar ne garip, ne cebrî teşebbüslerdir! Pariste “ Butes Chaumont „ civarında bir iptidaî mektebi vardı; “ mektepte sanat „ isminde bediî terbiye komitesinin himayesi altında bulunuyordu. Mektebin dıvar-ları, bilhassa yemekhanesi yağlı boya çiçek tezyinatiyle örtülmüştür. Burası bir mektep avlusundan ziyade şık ve kibar bir tiyatro dekoruna benziyordu. Aynı şehrin diğer bir mahallesinde ziyaret ettiğim diğer bir mektepte, bediî terbiye namına ne yapıldığını sorduğum zaman : “Efendi mektebin badanası için kâfi tahsisat alalım da tezyinatını sonra düşünürüz!» demişti.
Bunun gibi bizim hayatımızda nice misaller vardır. Hemen bir bina cesametinde kıristal lâvhalar üzerine yazılmış yaldızlı iri yazılar, aynalarla süslenmiş lustura dükkânları, toz ve pislik içinde olmasına rağmen bu kabil tezyinatı bir türlü ihmal edemiyen lokantalar, gazinolar... Bunlar hep aynı gösteriş ve yaldızcılık kafasiyle yapılan şeylerdir. Şu hâlde hayatta ihtiyaç için yapılan ile gösteriş için yapılan vardır. Samimî gibi cali de var, çok kerre bu cali, samimînin ve hakikînin yerini çalıyor!. Bu sırıtkan eşya, nezaketinin değil, arsızlığın eseridir. Bu, süslenmek ve güzelleşmek ihtiyacından ziyade lâubalileşmek ve zevkçe çıldırmak hâdisesine bağlanabilir.
Eşyamızda, ticaretimizde, senayiimizde gördüğümüz; bu riyayı, bu tereddi ve ölüm hassasını bizzat sanatimizin tarihinde bulmak mümkündür: Fatihin camiinden gelen, ikinci Beyazit Camisinin o ebedî eserinden geçen nihayet Yeni Camide “mertebeyi kusva» sini bulan türk mimarlığı,. Üçüncü Ahmet devrinde çıldırmıştı. Babı Hümayun önündeki çeşmeve daha o devrin diğer çeşmeleri, bu sarhoşluğun abideleridir 1. Türk bu kadar sefih ve bu kadar hayasız, bir mimariyi bütün tarihinde görmemiştir.
Ondan sonra gelen bütün mimarlar sanki şeytanî bir muhayyilenin kulu idilerKemerde, kubbede, sütunda, saçakta, çirkinliğin, soysusluğün, tezyinatta anarşinin bütün tecrübelerini yaptılar. Onlar da bugün türk mimarisi namına Lehistan sanayi sergisinde sivri kemerli bir kapı üzerine bir çiçek sovanı oturtan Leh kalfaları gibi, türk zevkine yabancı idiler Hülâsa hem tarihte tereddi etmiş devirler, hem de hâli hazırda tereddi eden zevkler vardır.
Bu, yalnız zevk için değil, ahlâk, ilim, yaşayış için de böyledir. Olduğundan fazla dindar görünmek, fiiliyatiyle kabul etmediği ahlâk umdelerini fikriyatla müdafaa etmek, ilim simsarlığı yapmak . . . Bunlar dâ bir nevi riyakârlık, bunlar da her riyakârlık gibi, samimî ve hakikî hayatın düşmanlarıdır. Bir sual: bu riya, bu sahte kerametfüruş-luğun menşei acaba ferdî bir temayül, cümleyi asabiyenin bir icabı ve hususiyeti midir ? Bence her İçtimaî hâdise de olduğu gibi bunda da ferdin hissesini ayırmalı; fakat hiç zan-etmiyorum ve kabul edemiyorum ki, bir Üçüncü Ahmet devrinin sanatinde görülen çılgınlık bir mimarın, bir kalfanın •şahsî temayülü eseri olsun ... Bilâkis, riyacı eserleri izah eden riyacı devirler vardır. Riya da tassup veya mübalâtsızhk gibi İçtimaî hâdiselerden biridir. Riya da, fevkalâde gösteriş merakı da İçtimaî hayatın imkânları ve zaruretleriyle izah edilebilir. Durkheim “ İntihar, “ İçtimaî iş bölümü „ ve “ Dinî hayatın ilk suretleri „ hakkında İçtimaî tetkikler yaptı. Bir içtimaiyatçı da bu görünmek merakının, bu sahte vakarların İçtimaî tetkikini yapabilir. Fakat teşebbüs güç •ve yorucudur. Acaba tetkik, mukayese, ve istikra usulüne •müracaat etmeksizin riya psikolojisinin mantıkî şartlarını tahmin edemez miyiz ? . . Bence bu şartların başlıcası hakikî ’vasıflar, samimî küvetler hakkında cemiyetin henüz vazıh, muayyen ve kafi fikirleri olmamasıdır. Yani cemiyet şarlatan ile ciddiyi, samimî ile riyakarı, alim ile cahili, asri adamla müstehase adamı tefrik edemediği bir zamandadır ki bu nevi “ seciye yalanlan „ zuhur ediyor ve muhite kendisini besletebilir ! .. Filvaki milletler büyük devirler nihayetinde “ adam „ mefhumlarını değiştirirler : Rönesan-sın adam mefkuresi ne eski hakim, ne de Kurunu Vüstanın dindarıdır. Bu, Parodi’nin dediği gibi “Honnête homme„’dur. Aynı adam on sekizinci asırda “ faziletkâr ve hassas „ sıfatleriyle tecelli ediyor. Asrî adam ise, büsbütün başka vasıfları hayizdir. Cemiyetler böyle adam mefkûrelerini değiştirdikçe seciyelerin teşekkülünde bir çok zararlı tecrübeler oluyor. Hakikî seciyeler yerine yalancıları teşekkül ediyor. Bu suretle gösteriş, iş ve kıymet yerine geçiyor ! Bu sahte hayattan kurtulmak için yegâne çare “ eski ve müstehase adam „ fikriyle mücadele, “ yeni ve asrî adam „ fi rine mümkün olduğu kadar vüzuh vermek, bu fikrin hürriyetini, tamamiyetini, dersle, edebiyatla, felsefe ile, tenkitle, hülâsa bütün vasıtalarla temin etmektir. “ Ticaret âleminde olduğu gibi, ruh âleminde de sahte matalan teşhir, hakikî matalan temyiz „ , İçtimaî hayatı, ihtikârdan kurtarmanın başka vasıtası yoktur !..
Gayzın mantıki
Muhatabınız diyor ki : “ ahlâk sukut etti, her yerde işüişret, sokaklarda kadınlara tecavüz, babasını, hemşiresini, karısını öldürenler I .. „ . Siz düşünüyorsunuz, evvelâ muhatabınızın dediği vukuat oluyor mu ? .. Evet oluyor, fakat bütün bu vukuat ahlâkın sukut ettiğine ilme11 delâlet eder mi etmez mi ? . Hayır, ilmin, içtimaiyatın size temin edebildiği bir selâhiyetle ve meseleyi afakî bir tarzda mütalâa ederek diyorsunuz ki: “ kerçi cemiyette büyük bir buhran var, cinayetler, intiharlar çoğalıyor ve muhtelif şekillerde oluyor, fakat bir kerre maziye bakalım, mazide ferdin tabi olduğu gayrı İnsanî kayıtların derecesine, mazide çocukların, gençlerin her yerde maruz kaldığı tecavüzlerin şekline bakalım. Mazide fert bir derece hür ve muhterem idi, bu günkü hürriyetin ve bu günkü kudsiyetinin derecesi nedir ?.. Hep bunları tetkik ve mukayese ettikten sonra hükhmede-biliriz ki memlekette ahlâk sukut etmiş veya etmemiştir. Sonra yine ilâve ediyorsunuz ki: ahlâktan kastınız nedir ? Yemek, içmek, gezmek, baloya gitmek veya gitmemek, şu şekil veya kıyafette sokağa çıkmak... Bunlar da hep ahlâk mevzular imidir ? ! „. Fakat beyhude zahmet! Çünkü muhatabınız İsrar ediyor, siz ne söylerseniz o yine aynı şeyi tekrar ediyor : “ hayır, hayır, sukutu ahlâk müthiştir ! Ben de bu memleketin öz evladı, bir vatanperveri değil miyim ?! Size o selâhiyet ve bu hisle tekrar ediyorum ki: heyeti içtima-iyemizin vaziyeti vahimdir!.. Memleket müthiş bir uçuruma sürükleniyor !.. „ Nihayet kâinatı hep kanlı gören bu bedbinle münakaşadan vaz geçiyor, ve susuyorsunuz... Bir diğeriyle medeniyet mübahasesine girişiyorsunuz, “ Avrupalılaşmak lâzım mı, değil mi ? „ Muhatabınız Aavrupa-lılaşmak aleyhindedir. Siz bu lüzumu ispata çalışıyorsunuz. Bunsuz, bu medeniyetsiz yaşanmıyacağını ispat ediyorsunuz. Nafile! Muhatabınız hep sözlerinizi cerhe çalışıyor. Siz kendi kendinize yeğane tedbir olarak “ Avrupalılık nedir ? Avrupalılaşmak nedir ? Biz ne için Avrupalılaşmahyız ? Biz nasıl Avrupalılaşırız ? „ Bütün bu suallerin cevaplarını afakî bir surette veriyorsunuz ve münakaşanıza mevcut ve muayyen sedalarla devam etmek istiyorsunuz; fakat muhatabınız aynı noktaya geliyor ve diyor ki: “ Avrupa medeniyeti sahtedir ! Şarkın kendine mahsus bir medeniyeti vardır,, . Nihayet meyus görünüyorsunuz .. Diğer bir muhatabınız Avrupalılaşmak taraftarıdır, fakat bazı şartlarla: “ Avrupa medeniyetinin eyi taraflarını almak, fena taraflarını birakmak ! „ . Siz diyorsunuz ki: “ aman ne güzel şey, fakat şunun bir de tatbikatını gösterseniz ! „ .
Muhatabınız tatbikatını gösteriyor : Avrupa medeniye-itni alacaksınız fakat israfları, sefahatleri, taşkınlıkları, coşkunlukları girmiyecek, bunun için zabita kuvvetine se-lâhiyet verilecek, herkesin kıyafetine, harekâtına, seyrüseferine, muaşeretine karışılacak !.. Diyorsunuz ki: “ bu nasıl şey ? ! Medeniyeti bir hürriyettir diye alırken bir okadar da istipdat mı getirelim ? !„. Beyhude zahmet! Çünkü bütün münakaşaların umumî neticesi ya medeniyeti istipdatla birlikte kabul etmek ve yahut hiç bir şey kabul etmemek!.. Nihayet Türklerin mukaddes ve ebedî davasını açıyorsunuz:
Bu dava istiklâl, hürriyet, asrî irfan, İktisadî teşkilât davasıdır. Muhatabınız size ta bidayetten, Harbi Umuminin ilânından başlıyor : “ hata ! „ diyor. Nihayet Arabistan ve Kafkasya seferlerini sayıp döküyor, bermütad EnVer ve Cemal Paşalar birer klişe gibi geçip gidiyorlar. En nihayet mütareke ve işgal hâdiseleri . . . Harekâtı Milliyenin tarihi, Millet Meclisinin teessüsü, saltanatın ilgası Cumhuriyetin ilânı muhatabınız her birinin etrafında dudak büküyor, dolaşıyor. Bazan yüksek perdeden takdir de ederken bazan da alelâde tezyif ediyor. Eğer mutaassıp bir dindar ise: “’yokdan hiç bir şey var olmaz ki devlet halkedilsin !..„ diyor. Eğer aynı zat kıskanç bir komiteci ise „ bu neticeler zaten bizim eserimizdir ! „ diyor. Muhatabınız eski hükümet nazırı ise “ ben bunları filân tarihte tatbika başlamıştım ! „ diyor. Muhatap mütekait bir sefir ise “ ben bu istikbali Ispanya’da iken sezmiştim ! ,, diyor. Hülâsa bir diğeri tenzilât yapa yapa Türk halâskânnı da alelâde bir mümessil, kuru bir hayal hâline getiriyor, o derecede ki sanki olmasa da olurdu !. Nihayet siz şaşırıyorsunuz ve münakaşadan vaz geçip soruyorsunuz. •
Şimdi bütün bu muhakemeve münakaşaları idare eden kuvvet nedir ? Akıl ve ilim melekesi ve hakikat hissi midir ? .. Hayır, bütün bu muhakeme ve münakaşaları idare eden yeğane kuvvet, his ve ihtirastır.
Muhatabınızın aradığı şey, yeni bir hakikatin keşfi, tezahürü ve ispatı değildir, sadece bir hissin telkini, bir ihtirasın teşriidir. Bütün o muhakemeler, mugalâtalar o hissin teşhiri, teyidi ve müdafaası içindir. Muhatabınızın gayesi zekâsının sihhat ve katiyetle istimali değil, fakat bu hissesinin, bu ihtirasının sadece masuniyetidir. Onun için 'muhatabınızın kullandığı mantık, bir akıl mantığı değil, bir his mantığıdır. Muhatabınız “ acaba hakikat nedir ? „ diye etrafını araştırmıyor, “ benim olan bu heyecanı, bu ihtirası nasıl teyit edeyim ? „ diye çalışıyor !.. Filhakika hissin mantığını aklın mantığından ayıran asıl fark, akıl mantıkında hükümlerin muhakemelerden sonra verilmesi, hissin mantığında hükmün evvelden verilmiş olmasıdir. O hâlde münakaşa mevkiinde olan bütün idare, siyaset, terbiye ve mektep adamları için varit olan şu sualin cevabı verilmesi lâzım geliyor: “ muhatabım bir akıl mantığı mı yapıyor, bir his mantığı mı ? Ve muhatabım benimle beraber hakikat ara-mıya mı çıkıyor, yoksa kendi hakikatini zorla bana kabul mü ettirmek istiyor ? „. Ancak bu sualin cevabını verdikten sonradır ki işe başlıyabilirsiniz. O ahlâkın sukutundan, medeniyetin fenalıklarından Türk halâskârlannm menfi rolünden bahseden adam hakikati hâlde hakikat aşıkı bir mütefekkir değil, ihtirasın zebunu bir bedbahttır 1 Bu adamın yapmak istediğine ilme, ne de hakikate hizmettir, sadece tenzilâttır 1 Hürriyyetten, medeniyyetten, inkılâptan, tenzilâtHakikati hâlde bu adamların yalnız bir gayzı vardır. Ve bu gayz inkılâba müteveccihtir. Bu gayz istediği kadar makul, mutedil ve vatanperverane renklerle boyansın ; değilmi ki neticesi inkılâptan tenzilâtdır, aynı şeydir, gayzm kendisidir. Çünkü ahlâk medeniyet, asrîlik, dediğimiz şeyler İttihatçılar, İttilâfçılar, dinîler veya gayrı dinîler tarafından ihtira edilmiş klişeler değil, tarihî hakikatler, ezelî tekevvünün merhaleleridir. Güneş gibi, sema gib, dünyanın yuvarlak olması gibi ispat ve kabul edilebilir, ret ve inkârda edilebilir. Fakat inkâr için batıl bir itikat gibi tefekküre müdahale eden hissi bir amil mevcut olmalıdır. Binaenaleyh »ki fikir adamı arasında bu hakikatlerin münakaşası bu mahiyette olamaz, münakaşa olsa olsa aklın tenvir edemediği karanlık noktalar üzerinde yapılabilir. Fakat bütün bu münakaşaların hayat için ameli fayidesi nedir ? .. Bence hiç, sıfırdır !. Çünkü bu gibi hisler, ihtiraslar bir fikir ve muhakeme ile tadil ve tağyir edilebilecek kadar sathî mevcutlar değildirler. Bunlar kökleri itiyatlarda, ruhun gayrı meşur nahiyetlerinde olan haletlerdir ve çok kere marazî şekilde tecelli ederler 2. Binaenaleyh akıl ve muhakeme tarikiyle islâhlarına imkân yoktur. Diğer cihetten bir inkilâp kuru ve mücerret bir mantığın neticesi değildir. İnkilâbı doğuran İçtimaî iradedir. İçtimaî iradenin mantığı da İçtimaî bir mantıktır. İçtimaî iradenin mantığı selâmet ve seadetini mücerredata terki nefs etmek değil, fakat bu neticeyi bizzat kendi yaratıcı faaliyetyile istihsal etmektir. Binaenaley inkilâbı tehdit eden herşey, inki-lâptan tenzilât yapan herşey inkilâbm bizzat düşmanı sayılmalıdır. Bir inkilâp kendini münakaşa ede ede tessüs edemez. Münakaşaya dahil olan bir inkilâp intihara mecburdur. Bir inkilâp kendini yiyen ve yutmak istiyen bütün şeytanî kuvvetleri mahvederek inkişaf edebilir. Bu da iki suretle: bir kere “ istiklâl, hürriyet, cümhuriyet, asrî ve dünyevî bir irfan umdelerinin hürriyet ve tamamiyet-terini bütün müessiselerde temin etmektir. Bunun için, mani olan bütün madî veya manevî neviden engelleri kaldırmak lâzımdır. İkincisi zekâsı hürriyet, istiklâl, cumhuriyet ve asrîlik mantıkiyle meşbu yeni nesli doğrudan doğruya vücude getirmektir. İşte her devirde inkilâpçılarm istinatgâhı yalnız bu iki şeydir. Biri inkilâba hadim İçtimaî teşkilât, diğeri inkilâba göre bir terbiye ve tedrisdir. Bunlar haicinde isti-natgâh ve kuvvet aramak dalâlettir. İlim, hak, hakikat, itidal kisvesi içinde ki inkilâp gayzını k afiyetle teşhis edelim.
Tezyif âcizlerin içkisidir
Arkadaşlarımdan biri bir gün “ döşeme mevzuubahs olunca medeniyet parkedir „ demişti. Bu söz benim zihnimde yer etmiştir. Yine zihnimde yer eden vakalardan biri de bir Alman kadınının İstanbul’da bir evde tahta kurularına karşı açtığı mücadeledir. Bu kadın vatanında ve şehirinde mevcut ve malûm olmıyan bu fena kokolu haşaratın döşeme altından ve tavan üzerinden döküldüğünü görünce dayanamamış, kollarını sıvamış, başına bez sarmış, sabaha kadar deliği deşiği gazlamıştı. Bir Avrupalının tahta kurularına karşı açtığı bu on iki saatlik kanlı mücadelenin hatırası bende çok kuvetlidir . . . Ben şerefli adam hatırasında temiz derili bir insan bulurum. Bendeki duygulu adam hayalinde şık bir insan gizlidir. Ne temizliği, ne şıklığı, ne de parkeyi medeniyetten, hür ve temiz yaşamak iradesinden ayıramam. Fakat bir gün Zeynep Hanım konağının bahçesindeki ballı babalarla aylandoz ağaçlarını yoldurduğum zaman “ zalim, meyva ağaçlarını kestirdi! „ dediler. Yine bir gün Yıldız, Sarayın’da, çürümüye mahkûm elli bin cilt kitabı taş bir binaya yerleşdirttiğim zaman “ kütüphane değil, anbar yaptı 1 „ dediler. Yine bir gün altı mermer, üstü çini, dıvarları kârgir her tarafı aydınlık ve temiz bir eczacı ve dişçi mektebi hazırlattığım zaman “mektebi ahıra soktu! „ dediler. Yine bir gün kolundan kurşunla vurulmuş Darülfünun gencinin “ bu, haksızlığı tecviz edermisiniz ? „ sualine karşı hayır oğlum ben haksızlığı tecviz etmem didi-ğim zaman, bak Darülfünun Eemini talebeyi ihtilâle teşvik ediyor ! dediler. Yine bir gün zevki bediî sahibi bir arka-aşm hediye ettiği al renkli bir ipek mendili ceketimin yan cebine koyduğum zaman “ bu nedir, neye delâlet eder ? ! „ dediler...
Şimdi bütün bu memnuniyetsizliklerin ve bütün bu hü-curaların sebebini soran gönç muharrir ! Türk milletinin İstiklâl ve hüriyetini iade edenler de dahi dahil olduğu hâlde tarihte tek bir adam göster ki bütün ammenin muhabbetine mazhar olmuş olsun! Yine bana tek bir müessise göster ki! eyilik ve güzellik numunesi olarak hatırası müebbet kalsın.. Tezyif âcizlerin içkisidir. Bir müddet için başı döndürür, İşte yavrum ben hasta değilim, onlar sarhoşturlar. .
• ■ • ■
İçtimaî mesleklerin adisi olur mu?
Bundan on iki esne evvl hususî bir mektebin salunun- , da sanayi mektepleri ve sanayi tedrisatı hakkmta umumî bir konferans veriyordum. Bu konferansta işçinin İçtimaî mevkiinden, işin şeref ve haysiyetinden bir hayli bahsettim. Konferans bitince Mektebi Sanayi elbisesini taşıyan iki, üç genç yanıma yaklaştı ; “ size bazı şeyler söylemek istiyoruz „ dediler. Bu gençlerle bir müddet konuştuk. İtiraf ettiler ki o güne kadar sanayiin manevî hayatla, bir cemiyetin şeref ve istiklâliyle münasibetine, işçinin İçtimaî mevkiine, işin millî hayattaki yaratıcı kudretine dayir tek süz işit-memiştilerdir...
Yine bu gençler dediler ki “ biz son sınıf talebesiyiz, yesi-mizden hemen hemen mektebimizi terketmek üzereydik.Çünkü cemiyet içinde kendimize bir mevki bulamıyorduk. Fakat sizin sözleriniz bizi çok sarstı, gözlerimin önünde mesleğimiz için yeni bir ufuk açıldı. Şimdi biz ne yapmalıyız ? Özlediğimiz gayelere nasıl irişmeliyiz ?...„. Bu gençlere ilk tavsiyem, ne olursa olsun mekteplerini terketmemeleri oldu. Filvaki şahadetnamelerini aldıktan sonra her biri bir suretle, tahsillerinde devam ettiler. Bunlardan biri İsviçre’de elektrik mühendisliği tahsilinin bütün derecelerini ve sitajlarmı gördükten sonra memlekete avdet etti.
Elyem Vekâletlerden birinin heyeti fenniyesinde azadır. ¿Zannederim ki bu, Türkiye’de çalışan genç mühendislerin en kuvetlilerinden biridir. Şu gençlerin ruhuna bedbinliği yerleştiren mekteptir denilemez. Bir mektep kendi gayeleri aleyhine nasıl çevrilebilir ?! Gerçi sanayi mekteplerinin bu itibar ile lüzumu kadar mefkureci olduğunu da kabul •edemiyorum. Türkiye’de mevcut sanayi mekteplerinin bir kısmını reyelayn gördüm ve etraflıca tetkik ettim. Bu evlerde genç işçilerin içtimai duygularını, meslekî aşkını bes-liyecek ne ahlâkî bir tesanüt teşkilâtına ne de bediî bir ayine, hatta ne de mesleğin kudsî duygularını temşil edecek bir armaya, bir remze tesadüf edemedim!.. İstanbul Mektebi Sanayiini bundan on sene evvel mükerreren ziyaret ettiğimiz zaman bu cinsten olarak bütün gördüğüm varlık - hatırımda kalan doğru ise - demirhanenin kapısı üzerine asılmış olan bir sanayi armasından ibaretti. Bu arma da merhum Ebüzziya Tevfi’ğin müdürlük zamanına ayit bulunuyordu. Remizler, armalar, bayraklar, ayinler, zümrevî duyguların madî tecellileridir. Bunlar bir müssisenin hayatında zuhur etmemiş ise bizzat duygularının henüz canlanmamış, kuvet-lememiş olduğunu kabul etmemek lâzım gelir. Acaba bizde sanayi mektepleri Türk sanayiinin asrîleşmesi ihtiyaçlariyle tesis edilmiş hakikî tekâmül müessiseleri midr ? ..
Bu sualin cevabını ancak ilk müssiselerinin iradesinde bulmak mümküdür .... Bizde sanayi mektepleri her hangi bir gaye ile tesis edilmiş olurlarsa olsunlar, bir kerre tessüs ettikten sonra acaba asrî ihtiyaçlara tekabül etmişler midir ? Bunun cevabını da ancak mezunlarının cemiyet içindeki muvaffakiyetleri tayin edebilir. Her hâlde benim bildiğim mühim bir hakikat varsa o da şudur: Bütün inkilâplara rağmen, halkın dememeli, bir nevi güzidelerin demeli - tahteşşuurunda yaşıyan sanayi düşmanı bir takım yanlış itikatlar, hurafeler vardır. Demircilik, marangozluk, taşçılık... bütün bunlr o itikatlar nazarında adi, sefil ve hasis işler gibi görülmektedir.
Muhitin bir kısmı bu menfi ve düşman hükümlerle, meşbu bir hâldedir. Fransa’da Jules Ferry umumî, meccani ve lâyık bir devlet maarifinin temellerini kurarken mekteplere tarih, coğrafya dersleriyle birlikte marangozluk, demircilik, çamur.. dsrslerinin de girmesini istiyordu. “ Ancak o zaman Fransız mekteplerine millet mektebi diyebilirim „ diyordu... Hayatımızın haricî düşmanlarını hep attık. Fakat hayatımızın dahilî düşmanlariyle mücadeleden vazgeçmemeliyiz. işçiyi, işi, iş mektebini, iş mefkûresini tenzil eden, tezlil eden her şey kendine mahsus silâhlarla iş cemiyeti tarafından mahvedilmelidir.
Zaten demokrat olad Türk halkının İktisadî müessise-lerine karşı çevrilen hakaret ve istihfaf nazarları körletilme-lidir. Bunun için takip edeceğimiz terbiye siyaseti gayet basittir : Her şeyden evvel iş ruhunu ve iş dehasını besliyen mektepleri maddî ve amelî oldukları kadar, hatta olduklarından daha ziyade menevî ve harsî müessiseler hâline getirmek, sanatkâra yalnız meslekî tekniklere değil, manevî kıymetleriyle de aşılmak.. Bazı dersler, konferanslar, İlmî, ahlâkî, millî vesilelerle yapılan dahilî içtimalar, bediî ayinler, bütün bunlar vasıtasiyle genç Türk işçisinin ruhunda aynı zamanda millî, meslekî ve İnsanî mefkûreyi tesis etmek, sonra Türk işçisini hiç bir sınlf farkı düşünmeksizin vatandaş mevkiine, zeki, vakur, temiz, hatta şık bir vatandaş hâline getirmek. Cuma günü şehirde gezerken diğerlerinden medeniyet, zekâ ve şeref itibariyle hiç bir suretle ayırt edilemiyen bir vatandaş yetiştirmek.
Sanayi mekteplerini misal verdim. Çünkü bunlar en ey i tanınmış olan meslek müessiseler dir. Bugün bu mülâhazaları dıvarcılara, nakkaşlara, garsonlara, şoförlere, dülgerlere tatbik etmek neden cayiz ve mümkün olmasın ?. Bunlardan hiç biri avukatlıktan, şairlikten, diplomatlıktan daha aşağı, daha kıymetsiz faaliyetler değildir. Hepsi mademki İçtimaî mesleklerdir, İçtimaî mesleklerin adisi, bayağısı yoktur. İnsanları eli çekiç ve orak tuttuğu için İçtimaî haklarından mahrum eden, örs ve önlüğü tahkir eden devir mazide gömülüdür. İçtimaî bir mesleğin kötüsü olmaz. Mes-lekdaşlar arasında fenaları bulunabilir. Fakat bu kabahat ferdindir. Türk inkilâbinm müsavat ve adalet temelleri üzerinde yeni işçinin terbiye binasını kurmak için dikkat edilecek mühim nokta bu binanın yalnız ilim ve teknik har-ciyle yapılması değil, mefkure ve heycanla da işlenmesidir...
Istirap çekenler için
Bundan üç sene evvel Tıp Fakültesinin teşrihhanesini ziyaret ediyordum. Şimdi Darülfünun Emini dan Nurettin B. beni teşrihhanenin içinden, içinden kol ve bacak fırlayan ölü havuzlan arasından geçirerek üzerinde yine kol ve bacak parçaları dolu bir masanın başında çalışmakta olan sarıca benizli bir zatin yanına götürdü:
— Teşrih muallimi İsmail Hakkı B. ... dedi. Ben İsmail Hakkı Beyi ilk defa orada, teşrihhanede tanıdım. O tarihten sonra İsmail Hakkı Beyin en samimî bir dostu olmuştum. İsmail Hakkı Beyi burada tavsif edecek değilim. Yalnız pek şayanı dikkat bir iki vasfını söylemek istiyorum. Bu adamda büyük bir sükûnet ve tevazu içine gömülmüş büyük bir nefsine itimat hassası vardı. Bu hassa onu zannederim ki teşrihi malûmatı en büyük dikkat ve kat’iyetle zabt ve tasarruf edebilen bir insan kudretine mazhar etmişti. İsmail Hakkı B. aynı zamanda itimat ettiği bu nefsinden büsbütün feragat etmek hassasını da taşıyordu. Bu hassa da onu bir teşrih muallimi vaziyetinden çıkarıp büyük bir vatanperverin marazî derecede şidetli hasasiyetiyle yaşatıyordu. İşte böyle tanıdığım teşrih muallim ile son defa Ankara’ya giderken Çamlıca’da büyük fıstık ağacının altında diğer Darülfünun arkadaşlariyle birlikte görüşmüştük. On beş gün sonra İstanbul’a avdet edip te memnun olacağı bir haberi kendisine vermek istediğimiz zaman öldüğünü haber aldık... Garessiz ve hesapsızca sevilen .bir adamın ölümü ne olduğunu ancak bu acı tecrübeyi yapanlar bilir ... Fakat daha acıklı bir şey: bu hep kendisine itimat eden fakat hep kendisinden başkaları için çalışan adamın haksız ölümüyle beraber yetim kalan çocukları idi. Bu çocuklar için Darülfünun hasasiyetini gösterdi. Yetimlerin himayesini Maarif Vekilinden ehmiyetle rica etti. Türkiye’de kim bilir kaç mektep hocası için aynı akibet mukadderdir. Kadavra, mikrop, kesik kol, bacak arasında geçen iztiraplı bir hayat günün birinde de apansız ve saygısız bir ölüm, arkasından yıkılan bir ayile, ve bu ayilenin mükâfat namına iztiraba kavuşan fertleri.. Bu meşum akıbetten mesul olan kim dir? Ölen mi ? ! O teşrih öğretmiş, teşrih öğretmiş, “ git dinlen, öleceksin!..» dedikleri zamanda “bırakınız teşrihhanemde öleyim ?!„ demiş ve ölmüş.. Kabahat, para biriktirmemesi mi? Para sahibi olmaması bir kabahat im ?.. Kabahat ölümde mi ? Fakat o ezelî bir şeamet yahut bir seadettir. Onun hesabı, mantığı, hele hiç bir adaleti yoktur ki... Yine kabahat kimde, çocuklarında mı ? .. Belki onlarda olacaktı... Eğer tahsillerini bitirmiş, tekmil etmiş olsalardı. Fakat hayır, bunlarda henüz çocuk ... O hâlde kabahat hükümette mi ?! Fakat bu uzvun da muayyen faaliyetleri vardır, hükümet bütün felâketleri tamir eden mutlak bir adalet müessisesi midir ?.. Şu veya bu yetimi himaye etsin, bütün Türk yetimlerini nasıl kurtaracak ?.. Bu zümrede nihayet bütçesiyle mukayyettir.
Görüyorsunuz ki bileğinin kuvveti ve gözünün nuru ile yaşıyan ve ayile denilen müessisenin kuvvetine inanmak cayiz değil. Bir ana ölümü her saadeti bozuyor, bir baba ölümü her istikbale nihayet veriyor... Namusluca yaşman ferdî bir hayat, adama dayima servet temin etmiyor. O zaman tek müessise, tek istinatgah kalıyor. Biz öldükten sonra çocuklarımızı teslim edebileceğimiz tek zümre... Bu şüphesiz meslektir. Bu meslek ki biz onun haysiyetinin, şerefinin bir parçası, .varlığının bir zerresiyiz. O, yıkılan ve bu dünyadan giden meslekdaşlann çocuklarını maddî, manevî himaye etmekle mükelleftir. Yazık hocalık gibi meslekî tesanü-dün icaplarını sonuna kadar götüremiyen, babalarını daha diri iken ölülerin yanma sokan, öldükten sonra da çocuklarım parasız pulsuz bırakan, yetimlere kucağını açamıyan mesleklere... Bu meslekler bizi niçin bu tehlikiye atıyorlar?!-
Tasarruf fikrinin ahlâkî mahiyeti
Geçenlerde Galatasaray Lisesinde yapılan tasarzuf sandığı teşkilâtı mühim bir vaka olarak gazetelere aksetti. Bu telâkki çok tabiîdir. Ancak bu mektep tarafından gösterilen örneğin diğerleri tarafından ne suretle kabul edildiğini bilmiyoruz. Böyle bir teşkilât sade fikirle ve sözle takdir edilecek her hangi eyi bir şey midir, yoksa ehemiyeti büyük olan bir teşebbüs müdür?..Bu bapta herkesin ne düşündüğünü bilmiyorum. Yalnız bildiğim bir cihet varsa o da bazı memleketlerde ciddi ve sağlam, taşkilâta malik olan bu tasarruf teşebbüsünün henüz mekteplerimize girmediğidir.
Tasarrufun bu büyük ehmiyeti ne olabilir ? Bunu takdir etmek için her şeyden evvel tasarruf vakasının ferdin çalışması ve ferdin kazanması ile değil, cemiyetin idaresi ve iktisadı ile münasibetini düşünmek mecburiyetindeyiz. Bizim kafamızda tasarruf fikri bu geniş cemiyet çerçevesi içine yerleşmiş bir fikir değildir Hep israftan kaçınmak, paramızı eyi idare ötmek isteriz ; fakat hemen dayima bir endişe ile : ferdî menfaat. Fakat fertleri tasarruf eden bir cemiyette fertleri tasarruf etmiyen bir cemiyet müsavi midir?
Cemiyetler arasında harp, iktisadi rekabet ve hayat mü-barezesi olduğu hâlde parayı israf eden bir millet parasını idare eden bir milletle müsavi olamaz; bu pek bedihîdir. Tasarruf fikrini “ medenî ihtiyaçlara karşı susmak, kendini mahrum etmek, iptidaî ve kısır bir hayat yaşamak.. „ manasında almamalıdır. Bence salim ve hakiki bir tasarruf muayyen bir hars ve muayyen bir medeniyet taşıyan İçtimaî adamın müsmir ihtimaller karşısında müsmir olmıyan ihtimalleri terketmesidir. Şu hâlde Türk çocuğu bu itiyatları işliyen bir muhit içinde yetişmelidir. işte bir vaka :
Paris’te bulunduğum sırada Auteuil semtinde Boulevard Exelmans’ta bir Fransiz ayilesinin pansiyoneri idim. Hiz' metçiden kibrit isterdik. Her defasında hizmetçi bir kutu kibrit ile gelir, fakat içinden yalnız üç tane kiprit çıkarırdı. Kutunun içerisine üç kibriti koyan, pansiyonun sahibi olan kadındı. Benim gördüğüm ve tanıdığım bütün Fransızların seciyesi bu itiyatla yoğrulmuştur. Fransa birinci derecede tasarrufçu bir memlekettir. Fransız mektebine girildiği zaman bu millî itiyadın mektep teşkilâtını bulmak mümkündür.
Fransız mekteplerinde “ Caisse d’épargne ,, denilen tasarruf teşkilâtı vardır. Her talebe meselâ pazartesi günü getireceği bir miktar parayı sınıfın mürebbisine verecek mukabilinde lâzım gelen kayıt yapılacaktır. Alman para emniyet sandığına gidip yatacak ve çocuk mektepten çık-dığı zaman eline fayiziyle birlikte ve ihmal edilenryecek olan bir yekûn geçecektir. Her cumartesi günü Sein Darülmu-allimini tatbikat mektebinin müdürü tarafından teneffüs bitip sınıflara girileceği sırada gayet açık, gayet kat’i ve kısa bir nutuk söylenirdi. Tasarrufun zekâsı izah edilirdi. Çocuklar mütemadiyen tasarrufa, idareye teşvik edilirdi. Bu teşkilâtın ferdî kazanç neticesini gözlemiyerek İçtimaî tesanüd neticesine varması büsbütün ahlâkî bir mahiyet gösterir. Mektepte yiyenlerin yanında bakanlar da yardır. Ve bu bakanların hiç bir kabahatlari yoktur. Bütün kabahatleri babalarının, analarının fukara olmasından ibarettir! Bunlar arasında üstü başı yırtık ve kilap almaktan âciz olan zevkli ve ahlâklı çocuklar da vardır. En ufak bir fedakârlıkla mektebi parasîyle, cemiyetteki mevkiiyle kuvvetli ve şerefli geçinen çocuklar da dahil olduğu hâlde yemekte, içmekte, giyinmekte az çok müsavatçı, hür bir cemiyet hâline girmek mümkündür. Mektep tarihimizde Hilâliahmer Cemiyetinin vücude getirdiği meccani gıda teşkilâtı kadar insani ve onun kadar ahlâkî bir teşebbüs hatırlıyamıyorum. Fakat bütün mesele Türk çocuğuna sokağa atarcasına har-cettiği kuruşu kendi gibi çucuklann kanı ve canı için vermeyi öğretmektir. Bu, mektebin işidir. Cemiyetlerin vicdanı artık * para benim değil mi ? İstersem sokağa atarım 1.. » tarzında düşünen “ sahibi iradet 1 ,,’lerin israfına tahammül edemez bir hâle ğelmiştir. Sarfiyatın da ahlâkî bir hududu vardır. Açlar ölürken tokların şişmesinde ne ferdî, ne de İçtimaî bir hayır yoktur. Tür çocuğunu parasının kıymetini bilen ve fazlaları muhtaç vatandaşların hayatına, muvaffa-kivetine sarfetmek kudretini taşıyan reşitler hâline getirmelidir.
Tahakküm var mı ?
Bu hafta Hippolyte Taine’in “sanat tarihi,, hakkmdaki eserinin bir tercümesini okudum. Tercümenin sahibi, hem Türk-çede hem de Fransızçada üstattır. Yalnız şiddetle itiraz edebileceğim nokta Türkçe olmıyan terkipleriydi. Bu terkipler daha benim gibi bu tercümeyi okomuş olan bir arkadaşımın da nazar dikkatini celbetmişti. O da “ Cemler ve terkipler Türkçe olsun...» demişti. Ben de öyle demiştim.
Fakat mübahaşemize vâkıf olan diğer bir arkadaşımız, ve herkesin hürmet ettiği bu zat te “ lisana tahakküm etmiye hakkımız varını?!» diyordu. Şimdi bu “ tahakküm „ keli-. mesi beni hakikaten düşündürüyor. Lisana tahakküme hakkımız var mı ? ! Kıyafete tahakküme hakkımız var mi ? ! „ İmlâya tahakküme hakkımız var mı ? ! „ diyorum. Zihnim hayli karışıyor ve bir müddet işin içinden çıkamıyorum.. Fakat her şeyden evvel bu “tahakküm,, kelimesini anlamak istiyorum. “ Tahakküm „ ile “ tecebbür „ ile, “ istipdat,, ile kasttettiğimiz mana nedir?. Acaba tahakküm kelimesinin yukanki cümlelerde ifade ettiği mana nedir ? “ Haricî bir kuvvetini fiil ve tesiri „ midir ?.. Eğer böyle ise bir çok işlerimiz tehakküm işidir:
Başta terbiye .. . Çünkü terbiye ancak bir nevi tahak-. kümün eseridir. Demek istiyorum ki terbiye çocuğu kendi kendine birakmakla olmuyor. Ancak bir reşidin, bir büyüğün tahakkümü ile oluyor. Eğer böyle ise meselâ bir san-atin tahsili de tahakküm eseri oluyor. Çünkü üstadın yaptığı şey, talebesine karşı bir “ nümunei ekmel „ olan mektebinin, üslübünün telkininden başka bir şey değildir ... Eğer öyle ise hatta hava, ziya, su da bir tahamkküm ifade ediyor. Çünkü orijinal bir hayatı olan ağacın, insanın varlığı da bu haricî kuvvetlere karşı itaat edici bir vaziyette kalmıya mahkûmdur ... Hulâsa tahakküm alelitlâk haricî bir kuvvetin fiil ve tesiri gibi anlaşıldıkça hep kabul edilemi-yecek hükümlere, neticelere bizi sevkediyor.
Tahakküm fikrinde bu haricilik olsun, fakat mutlaka başka menfi bir unsur var ki onu hayırlı, zarurî olan bütün haricî tesirlerden ayrı, merdut bir şey olarak tespit ediyor. O nedir ? ., Fikrimi ancak bir misalle açık söyliyebilirim : Gülhane Parkının kapısunda kökünün etrafı kaldırımla çevrilmiş .gayet bübük bir ağaç vardır. Bu ağacın gövdesinde zannediyorum, topraktan aldığı ve senelerce taşıyarak yukarıya kaldırdığı büyük bir taş parçası vardır. Bu taş, tahakkümün bir timsalidir !.. Halbuki bir ağacın hayatı taşların varlığına karşı dayima bigâne değildir. Ağacın kökleri bu taşın eriyebilen kısımlarım yer içer ! .. Denilemez ki ağacın köklerindeki taşın veya toprağın vaziyeti de deminki gibi bir vaziyettir... Şunun için ki iki vaziyet arasında büyük ve esaslı bir fark vardır : Gövdesinde kaya parçasını taşıyan ağaç, bu kaza ve kaderden dolayı muztariptir. Kökleri taşlara, topraklara batan ağaç ise taliin bu lut-fundan dolayı müteşekkirdir!.. O hâlde cebir ve tahakkümü onu zıddından ayıran bir şey var : Her canlı mahluk hava, ziya, toprak, taş gibi maddî kuvvetlere maruz kalabilir. Yine her canlı mahlûk talim, terbiye, emir, inzibat, hükümet, idare. gibi manevî sultalara, amirlere de maruz kalabilir-Fakat ne birinciler, ne de İkinciler esaret, istipdat, tahakküm fikriyle müşterek değildir. Bir şart; eğer canlı mah-lûğun batınî tekâmülünü rahnedar etmiyorsa ve bilâkis bu tekâmülü temin ediyorsa... İşte haricî bir kuvvetin canlı bir mevcutla alâkasını muhakeme edebilmek için mutlaka bu tekâmül fikrini karıştırmıya muhtacız. Veillâ hükmümüz sakat olacaktır. İşte ağacı sulama bir tahakküm değildir, kurularını ayıklama bir tahakküm değildir, hatta ağacı budama bir tahakküm değildir. Çünkü bütün bu hareketlerin eseri ağacın tabiî olan tekâmülüne engel olmak değil, belki yardım etmektir. Fakat denilecekti: Velev ağacın tekâmülü neticesini doğursun, değil miki ağaç yahut insan, sizden gayrı bir vücuttür; ister tekâmül eder ister etmez, bu tekâmüle yardım etmek bile bir nevi tahakküm ve tasallut değil mi idi ?!. Bu itiraza karşı gayet açık bir cavap vermek için diyorum ki :
Evet belki haklı olurdunuz ve ağaç bahsinde belki bir münakaşa yapabilirdiniz. Fakat insan bahsinde asla!.. Çünkü mevzuubahs olan lisan, imlâ, kıyafet, terbiye., sizin, daha doğrusu yalnız sizin değil, cemiyetindir. Bu İçtimaî tekâmülde sizin reyiniz “reyi hod„’unuz değil, bizzat cem-22 iyetin hayatı mevzuubahstir. Siz ne hak ile içtimai bir tekâmülü kendi keyfinizle geri birakacaksmız ?!.. Fakat yine diyebilirsiniz ki bakalım içtimai tekâmül sizin anladığınız gibi mi, benim anladığım gibi mi oluyor ? „ . O hâlde münakaşa tamamiyle ilmi bir saheye giriyor. Tekâmülü mütalâa eden bütün ilimleri ve onların son mutalalarını ele alalım ve bakalım:
Dünyada serpuşla muhafaza edilen miliyet var mı ? ! Bakalım ecnebi usuliyle terkip yapan millî bir dil var mı ? Bakalım hür ve vicdanî olmıyan bir terbiyenin asrîsi olur mu ? 1. Nasıl tekâmül bahsini keyfî arzulara bırakamazsak tekâmülün mefhumunu da enfüsî kanaatlere teslim edemeyiz. Bence yeni Türkiye’nin din, siyaset, iktisat, kıyafet ve muaşeret sahelerinde yaptığı bütün inkılâplar mahzı hayırdır. Çünkü şu veya bu şahsın hissine rağmen İçtimaî tekâmüle mutabık ve bu İçtimaî tekâmül mefhumunun keyfî tefsirlerine meydan bırakmıyacak derecede açıktır.
Tenkidin zulmü!.
Bu serlevhayı niçin intihap ediyorum. Maksadım yazılarımın mahiyeti ne olursa olsun nazar dikkati celbetmek midir. Hayır ... Bu serlevhayı intihap ediyorum, çünkü zulüm işleyen tenkitlerin vücudüne kaniim. Tenkidinde zulmü vardır. Tenkit malûm ve müşahhass eserler hakkında yapılır .Ve bu tenkit afakî, yahut tabiatı eşyaya muvafık farzedilen birtakım miyarlar ve mikyaslar vasıtasiyle olur. Tenkit edenin maksadı eseri bu düstûrlara ve bu Ölçülere göre tahkik ve muhakeme etmektir. Meselâ ben bir kitabı, bir binayı, bir usulü tenkit ederim. Çünkü elimde eyi kitap, güzel bina, doğru usul hakıknda bazan ammenin vicdanından, bazan tabiatın zaruretlerinden gelmiş esaslar, düstur fikirler vardır. İmtihan meydanına getirilenleri onlara göre ölçer biçerim... O hâlde tenkidin taşıdığı hükümler indî ve keyfî hükümler olmak lâzım gelir. Diğer cihetten zulüm, dediğimiz şeyin esası kıymet olarak tanınmış olan bir vücudun hayatına,hürriyetine karşı yapılan tecavüzdür. Zulüm, kendi hürriyet hudutlarını geçen serseri ve mütecaviz bir kuvvettir. O hâlde zulüm olmak için bu tecavüz fiili olmak lâzım gelir. Fakat zulme yaklaşalım, ne göreceğiz?..
Dayima kendi kendini meşru göstermek, hiç olmazsa mazur göstermek için sebepler, mazeretler, hiç olmazsa bahaneler ariyan bir zekânın faaliyeti! .. Bu zekâ dayima sakat, kör, topal bir zekâdır, fakat dayima zulmü cesaretlendirmek, alevlendirmek için çalışır. Bence zulmü yaratan bu zekâ değildir. Ferdi varlıktır, ferdiyettir. Fakat bu ferdiyet bir kerre haddinden fazla neşvünüma buldu mu yaşamak, kendini devam ettirmek için başkalarının ferdiyetine tasallüt etmek istidadını kazanacaktır. Şu hâlde zulmün en büyük müşevv iki bir nevi yaşamak cinneti dir. Bu cinnet kendini kendi vasıtalariyle doyuramaymca inbisatın vasıtalarından biri olan zulümede müracat edebilir..Adalet işliyen bir tenkit olduğu gibi zulüm işliyen bir tenkit de vardır. Tenkit aklın yahut vicdanın zarurî bir surette tevdi ettiği mutalara göre hüküm etseydi adil olacaktı. Fakat madem ki bu tenkit aklın yahut vicdanın ölçülerine göre hükümlerini vermiyor. Bir kaç hasis kablı, fikrin ölçüsüne göre asıp kesiyor. O hâlde zalimdir. Ona zulüm eden tenkit demek de hakkımız vardır. Şimdi asıl hedefim olan İçtimaî hayatımızın sahesine girebiliriz. Memleket işlerini tenkit eden ecnebi ve yerli fikir sahiplerini başlıca iki kısma ayırabiliriz. Bunlardan bir kısmının tenkitleri adildir. Çünkü zaman ve mekânla mukayyet, tabiat, zaruret ve tekâmül mebdelerine göredir . Bu zatlerin tenkitleri şahsî menfeat-larinin doymayan hırslarını beslemek için değildir, sırf adil bir hüküm vermek niyetiledir.
Bir kısmının tenkitleri de tamamiyle zalimdir. Çünkü bu tenkitlerinde bitaraf değildirler. Çünkü tenkitleri şu veya bu şahsî endişenin, tesiri altındadır. Ve en büyük hakikatlere bir tecavüzdür. Tarihî, hali pek malûm olan Türkiye her ne bahasına olursa olsun yaşamak iradesini taşıyor. Bu irade her müşkülâta karşı gerilecek, mutlaka mutlaka faal olacaktır. Bunun için şimendifer yapacak, vergi alacak ve yaşamak iradesini kırmak istiyen yabancı bir kuvvet bulursa mutlaka ezecektir... Bunun için, bu yaşamak iradesi için fert denilen, servet denilen, ayile, meslek denilen bütün parçalan, İçtimaî vahdetleri, kuvvetleri çalıştı racak, yoracak, hatta aşmdıracaktır.. Bu yaşamak emeli, bu yaşamak dinî karşısında bütün sarfiyatin, hatta bütün israfların bile ahlâkî bir mahiyeti vardır. Bunu görmeyip, yolların çamurlarını, sebzenin fiyetini, şirketlerin müna-sibetsizliğini yeni idarenin selâmetinden şüphe etmek için kâfi gören bir tenkit matbuat sahesinde olmasa da şahsî fikir sahesinde bile olsa, yine zulüm eden, günahkâr bir tenkit değil de nedir ? .. Türkiye, müstakil Türkiye olduğu gibi zengin ve müreffeh bir Türkiye olmak için de yalnız vücutlerin ve faaliyetlerin değil, kanaatlerin ve imanların da bir, bütün sarsılmaz bir kitle hâlinde olmasını ister. Türk vatanının hürriyeti, müdafaası, inkişafı namına bu günkü Türklerin çekdiği ve çekeceği zahmetlerin mükâfatını çocuklarının idrâk etmesini beklemeden evvel yine aynı Türkler idrâk edebileceklerdir. Her ne olursa olsun, Türk mevcudiyetinin müdafaası her kıymetin fevkindedir. Tenkitte bu mikyası unutan bir zekânın hükümleri birer hiyanettir.
Bugünkü ahlâkî telâkkimiz ve lüks
Harbiumuminin vücude getirdiği sefaletler fakir ve servetsiz insanların iztirabını daha göze çarpacak bir hâle getirdi. Harbin sonu ile beraber ahlâkî telâkkilermizde de bir çok tahavvüller vücude geldi. Bu günkü zengin dünkü gibi gözden uzak ve her hususta manevî mesuliyetten beri değildir. Yeni milletlerde müsavatçılık fikri insanları her hususta olduğu gibi servet ve sarfiyat hususunda da daha hassas kılmıştır.
Onun için temerküz eden servetlerin marazî bir faaliyetinden ibaret olan lüks her devirden ziyade bu gün insanların gözüne çarpıyor. Her yerde, her medenî faaliyet şubesinde lüksten kaçan fakat sadelik ve samimiyete yaklaşan İçtimaî bir temayül seziliyor. Şehircilik, mimarlık, mobilyecilik, tezyinat bağçeleri, giyinmek .... Gibi her saha da vicdanlar lükse karşı çekingen bir hâldedir.
Hulâsa hakikate, zevke, kıyafete isyan eden her israf yalan, çirkin ve gayrı beşeri sayılmak istidadındadır. Denilebilir ki halis demokrasi lüks ve israf fikirlerinin yabancısıdır. Yalnız bir mesele insani düşündirebilir : Acaba büyük servetlerin temerküzü neticesinde güzel sanatler sa-hesinde vücuda gelen teceddütleri lüks nefretile birlikte insanlar kayip etmiyecekler mi ?
Meselâ Versay siz bir on dördüncü Louis tezyinatı, saraysız bir Lâle devri nasıl teşekkül edecek ?. Hakikat şudur : Lüksün inhitatı halk muhayyelesini zenginleştirecek, halk sanatlarının inkişafına sebep olacaktır.
Diğer cihetten lüksün vücuda getirdiği inhisarcılık yerine umumî ve münteşir bir zevk kaim olacak, yalnız inhisarcı merkezler değil bütün hayat güzel olacaktır.
Şu hâlde ahlâk sahesinde hasbilik, tesanüt, teavün sözleriyle ifade etmek istediğimiz demokrasi mefkûresi sanat sahesinde lüksün ilgası ile kendisini gösteriyor. Avrupa’da yeni mimarlıkta motiflerin ilgası bu demokratik hareketin başlıca eserlerindendir. Yeni telâkkiye göre mimarlık motifleri iptidaîlik addediliyor. Daha doğrusu motifler bir nevi zaaf, tahakümdür. Bu gün bir Versailles vücude getirmek kabil olmamakla beraber, bütün halk eserlerini birden sade ve güzel olarak vücude getirmek mümkün oluyor. Şu hâlde müsavatçılık umdesini samimî surette benimsiyen milletler için yalnız ahlâkî hars sahesinde değil, bediî ve medenî icatlar ve tesisler sahesinde de uyanık bulunmak lâzımdır.
Türkiye şehirlerini imar ederken, yeni Türk mobilye-ciliğine levac verirken medenî müessiselerimizi vücude getirirken hep müsavatsızlığın helâk edici mahsulü olan lüks yerine, müsavatçılığın öz mahsulü olan sade ve samimî zevki koymalıdır. JLüks ile mücadele, demokrasi için ahlâkî bir vazifedir.
Kör gayz
Ruhumuzun garip bir hâli vardır : Her adamdan hoşlanmayız, her rengi sevmeyiz, her müellif bizim için aynı derecede cazip değildir. Hatta her saat çalışmamız için aynı derece de müsayit bulunmaz. Bu hâlleri tetkik ettiğimiz zaman aklî bir surette izah edemeyiz. Muhabbet veya nefretimizin mücazip yahut münafiretimizin köklerini haricî bir sebepte, makul ve müspet bir izahta bulamayız. Bulamayınca bu bir his meselesi dir, hislerimizin kendine mahsus bir mantığı vardır, deriz. İşte hayatımız böyle şuursuzca sarf ve israf ettiğimiz muhabbet ve nefret seyya-leleriyle dolu bir hazine gibidir. Yaşıyan insan duyan insandır. Duymak bir bakıma muhabbetini, nefretini şuursuzca sarf ve israf etmekten ibarettir, işte çocuğun ruhiyatı budur. Hatta bütün hayatî duygunun hamleleri ve zelzele-leryile sarsılan san atkârın ruhiyatı budur.
Hatta denilebilir ki aklın, muhakemenin hakimiyetine teslim olmıyan tabiî ve serazat insanların ruhiyatı budur. Muhabbet nefret hayatını tabiî surette yaşıyan adamın mantığı şudur: filân adamı, filân müellifi, filân felsefeyi sevmiyorum. Çünkü sevmiyorum. Lâkin evvelâ hayvan için sonra mini mini çocuk için, daha sonra tefekkür manasiyle medenileşmiş köylü için, nihayet ruhî faaliyetinin nevi itibariyle duygu, ilham nahiyesinde çalışan sanatkâr için bu garip hasasiyet tabiî, yahut zarurî olsun. Medenî adam, içtimaileşmiş adam, akli ve muhakeme mesleklerinden birine girmiş adam için bu hasassiyet tabiî midir?.. Bu uzvî ve hayvani hasassiyetimizi bütün akıl ve muhakemenin sahe-lerine kadar yapmıyacağımız var mıdır ? Meselâ bir idare adamî tasavvur ediyorum. Bu adamın maiyetinde çalışan derece derece memurlara karşı hüküm ve kararlarını bu uzvî hasassiyetin emirlerine göre vermesi ahlâkî vaziyetle kabili telif midir ? Korkusmdan hoşlandığı adamın ayaklarına kapanmak hayvanı tabiati olsun, çehresini beyendiği adamın kucağına atılmak çocuğun hakkı olsun, sırf çehresine, saçına sakalına bakarak adam hakkında iyi, mübarek.. Hükümlerini vermek cahil köylünün muhakemesi, olsun yıldızları çirkin görmek, beşeriyete gayzetmek, hatta insan-liğı tezyif etmek sanatkârın sanati olsun.. Fakat bütün bu hissî hükümleri idare, akıl, ilim, hürriyet, zaruret fikirleriyle birleşebilir mi ? Bence Pestalozzi müziç bir pedagoktur, fakat okurum. Filan adamın şahsı bende tabiî nefret uyandırır. Fakat onu medenî hürmetle taktir ederim.
Fakat hiç bir kimse filan arkadaşıma daha samimî olmaktan beni menedemez. O da benim ferdî hürriyetimdir* Ona kimse karışamaz, Meşrutiyet inkilabını müteakip mühim bir muallim mektebinde idare hayatına iştirak etmiş olan genç bir arkadaşımıza bir gün sormuştuk: Filân hoca hak-kındaki fikriniz nedir ? Cevap olarak “ emsalsiz bir mütefekkir, gayet iyi bir hocadır.. „ dedi. “ Halbuki siz onu hiç sevmediğimizi ihsas etmiştiniz 1 „ dedik. “Ben ferdî ve hissi takdirimi vazifeme siçratmam 1 „ cevabını verdi. Ferdî duyuşlar İçtimaî görüşlerimizi bozmamalıdır.
Bu kitabın sonuna kap sayifesindeki mündericat lav-hasında zikredilen “ güzel mazi, estetik ve şehircilik „ hakkındaki yazılarımı dercetmek istiyordum. Böyle yapsaydım kitap beş yüz sayifeyi geçecektir. Sanate ayit olan yazılarımı sanat serlâvhası altında toplaayıp bu eserin ikinci kısmını teşkil etmek üzere ve “sanat,, adiyle ayrı bir kitap hâlinde neşretmeyi daha münasip gördüm. Bu yeni kitabım da basılmaktadır.
İsmail Hakkı
FİHRİST
Mefkure |
Yazıldığı tarih Sayf< |
||
Maksat |
7 Teşrinisani |
1931 |
4 |
Yaşıyacak mıyız |
28 Şubat |
1920 |
5 |
Yalan ve riya |
9 Mart |
1920 |
6 |
Maneviyet |
22 Ağustus |
1920 |
7 |
Mazi ile hâl |
23 Şubat |
1922 |
9 |
Papulas’ın nutku |
16 Mart |
1922 |
11 |
Keder yolcuları |
25 Mart |
1922 |
14 |
Vicdan ve irade |
23 Teşrinisani |
1922 |
16 |
Anadolu harbini'n felsefesi |
6 Eylül |
1922 |
19 |
İlâhî zafer |
10 Eylül |
1922 |
22 |
Efzunla istilâ edilemiyen ülke |
16 Eylül |
1922 |
26 |
Konstantini şaşırtan netice |
20 Eylül |
1922 |
31 |
Şeref kimlerindir? |
25 Eylül |
1922 |
35 |
Muharebelerin dersleri |
29 Eylül |
1922 |
38 |
Mefkûrenin galebesi kahir dir |
6 Teşrinievvel |
1922 |
42 |
Takı zaferde ki timsal |
20 Teşrinievvel |
1922 |
45 |
Millî Hareket niçin hürdür? |
23 Teşrinievvel |
1922 |
47 |
Türk inkilâbının psikolojik mahiyeti 29 Ağustos Bahçıvan Ali Osman’ın anlayışı |
1927 1928 |
51 53 |
|
İnkilâbı tanımak lâzımdır |
15 Şubat |
1929 |
55 |
İhtilâl mi , İnkilâp mı? |
1 Mart |
1929 |
55 |
Yeni hayat |
|||
Yeni hayat |
10 Teşrinisani |
1922 |
59 |
Demokrasi nedir? |
6 Mart |
1924 |
61 |
înkilâpta yarım yoktur |
29 Nisan |
1924 |
65 |
Cumhuriyetimizin temelleri |
3 Mayıs |
1924 |
67 |
İnkilâbımız ve fikirler |
6 Temmuz |
1924 |
70 |
Mefkûremiz kuvvetli, tekniğimiz zayıftır. |
2 Şubat |
1927 |
73 |
Büyük inkilâplâr ve yeni teknikler 20 Kânunuevvel 1928 |
75 |
||
Gazi |
|||
Türk Harekâtı Milliyesi ve Mustafa |
3 Teşrinievvel |
1921 |
79 |
Kemal Pasa |
|||
Üç hakikat |
7 Teşrinievvel |
1923 |
82 |
Yazıldığı tarih |
sayfa |
|
Büyük adamın şahsı |
29 Haziran 1926 |
85 |
Mustafa Kemal şahsiyeti |
27 Haziran 1927 |
88 |
Gazi’nin en büyük eseri |
9 Haziran 1929 |
£0 |
Tipler Zevk aptalları |
6 Kânunuevvel 1921 |
93 |
Sırtlan gözüyle |
13 Kânunuevvel 1921 |
95 |
Yeni adam enmuzeci |
16 Teşrinievve 1923 |
99 |
Terakkiden kaçan adam |
15 Mart 1925 |
104 |
Sanatten kaçan adam |
22 Nisan 1925 |
105 |
Cumhuriyetin adam enmuzeci |
1 Teşrinisani 1925 |
107 |
Faal adam |
3 Ağustos 1927 |
108 |
Müşpet kafalı insanlara mühtacız Usulsüz faaliyet ne işe yarar? |
1927 17 Teşrinievvel 1927 |
110 112 |
Mefhumların esiri |
9 Kânunuevvel 1927 |
114 |
Cemiyete küskün adam |
22 Kânunusani 1928 |
115 |
Mütefekkir |
11 Haziran 1928 |
117 |
Mefhumun öldürdüğü adam |
7 Teşrinisani 1921 |
118 |
Kaplumbağalar gibi |
20 Teşrinisani 1921 |
122 |
İçtimaiyat Anadolu meçhul bir ülkedir |
21 Teşrinisani 1921 |
129 |
Nasıl terakki edecek? |
11 Kânunuevvel 1927 |
132 |
Meçhul dertler |
3 Kânunusani 1922 |
135 |
imlânın hayatı |
23 Kânunusani 1922 |
137 |
Hayat kadını Köye mi, şehre mi? |
24 Teşrinievvel 28 Mart 1924 |
143 |
Meşum kesafetsizlik |
24 Teşrinievvel 1924 |
147 |
Nüfus siyaseti |
4 Haziran 1924 |
151 |
İntiharlara karşı |
30 Mayıs 1926 |
155 |
Hayatlar ve kapları |
7 Kânunuevvel 1926 |
159 |
Demir yollaaı |
20 Kânunuevvel 1926 |
162 |
Evkaf meselesi |
26 Künunuevvel 1926 |
163 |
Halef selefi niçin takip etmiyor ? |
6 Ağustos 1926 |
165 |
Türkçenin kuvvetini bilelim |
15 Mart 1927 |
168 |
Mefkûre ile mevhume |
23 Nisan 1928 |
170 |
İçtihat hakkı |
2 Eylül 1928 |
172 |
Türkçenin zenginliği |
15 Haziran 1929 |
173 |
Zavallı dilsizler |
17 Kânunusani 1922 |
175 |
Yazıldığı tarih |
sayfa |
||
Çocuklar |
|||
Çocukları yaşatalım |
10 Teşrinievvel |
1923 |
181 |
Yetim de bir insandır |
23 Mart |
1924 |
184 |
Sokaktaki çocuklar |
20 Nisan |
1926 |
188 |
Çocuk maarifine olan ihtiyaç |
25 Mayıs |
1926 |
191 |
Çocuklarımızı nasıl terbiye edelim? 23 Kânunuevvel 1927 |
200 |
||
Çocukların oyuncakları |
31 Teşrinievvel |
1927 |
202 |
Çocukların odası |
10 Teşrinievvel |
1927 |
204 |
Çocuğunun terbiyesini soran anne- |
6 Teşrinievvel |
1927 |
206 |
ye cevap Çocuk ve bahçe |
2 Şubat |
1927 |
208 |
Çocuklar için iş odası |
2 Eylül |
1927 |
210 |
Türkçülük |
|||
Asri Türklük |
7 Haziran |
1924 |
215 |
Büyük üstadın kabri başında |
5 Teşrinisani |
1924 |
219 |
Yaratıcı türkçülük |
8 Kânunuevvel |
1928 |
219 |
Benim anladığım türkçülük |
13 Mart |
1928 |
220 |
Türk sanatkârının anlaşılmıyan türkçülüğü |
23 Mayıs |
1928 |
221 |
Kadın |
|||
Demokrasi ve kadın |
14 Kânunusani |
1924 |
225 |
Kadın ve hayat |
22 Şubat |
1924 |
227 |
Taadüdü zevcat bir fikir meselesi midir? |
26 Şubat |
1924 |
230 |
Türkiye’de cemiyet ve kadın |
20 Eylül |
1927 |
233 |
Ruhiyat |
|||
Türkün seciyesi |
I Eylül |
1922 |
239 |
Seciye |
4 Ağustos |
1924 |
246 |
İstidat bahsi |
18 Eylül |
1924 |
|
Seciye İçtimaî bir mahsul |
1 Kânunusani |
1928 |
247 |
Yokluktan varlık çıkar mı ? |
2 Mart |
1928 |
249 |
Istidaden zayıf |
4 Nisan |
1924 |
251 |
Çok okumak |
30 Kânunusani |
1930 |
252 |
Maddiyatperestler ve yeni gençlik |
14 Şubat |
1921 |
253 |
Örümcek alan canbazlar |
12 Mayıs |
1921 |
257 |
Felsefe Batınî hakikatler |
Yazıldığı ta 29 Kânunusani |
rih 1922 |
sayfa 263 |
Tarih ve hayat |
8 Şubat |
1922 |
265 |
Maziye dayir |
28 Şubat |
1922 |
269 |
Bergson’un felsefesine dayir |
25 Kânunusani |
1923 |
271 |
Taklit mi, hazım mı? |
27 Ağustos |
1924 |
276 |
Şimdilik, fena mı ? |
6 Kânunuevvel |
1926 |
278 |
Sanat ve felsefe |
20 Kânunusani |
1927 |
280 |
Basitçilik |
4 Şubat |
1927 |
282 |
İlim ve ihtisas mefhumu |
18 Mart |
1927 |
285 |
Ne esaret ne de anarşi, sadece |
15 Nisan |
1927 |
287 |
tekâmül |
|||
Felsefe gayzı |
3 Mayıs |
1927 |
289 |
Tedricen |
16 Ağustos |
1927 |
291 |
Hürriyet |
15 Mart |
1928 |
293 |
Tezat kabul etmiyen felsefe |
14 Nisan |
1928 |
295 |
Mefkûre ile mevhume |
23 Nisan |
1928 |
296. |
Hayatın arkasından giden felsefe |
26 Temmuz |
1928 |
298 |
Feylesofları anlarken |
27 Kânunuevvel |
1929 |
299 |
Tabiat mı, medeniyet mi? |
1 Ağustos |
1929 |
300 |
Vüzuh |
15 Teşrinisani |
1929 |
301 |
ilim istilâhlan Metafizik |
24 Teşrinisani Temmuz |
1929 1930 |
302 30<; |
Hayasızlık |
5 Temmuz |
1922 |
305 |
Ahlâk |
|||
Hayır ile şer Temizlik ve medeniyet |
5 Mart 23 Haziran |
1922 |
311 314 |
Cezası olmıyan cürümler |
20 Temmvz |
1924 |
316 |
Adabı muaşeret |
20 Ağustos |
1924 |
320 |
Kast zihniyeti |
29 Ağustos |
1924 |
323 |
Gösteriş |
10 Eylül |
1924 |
325 |
Gayzın mantığı |
18 Teşrinievvel |
1924 |
328 |
Tezyif âcizlerin içkisidir |
1 Mart |
1925 |
339 |
İçtimaî mesleklerin adisi olur mu? |
7 Mart |
1926 |
334 |
Istirap çekenler için |
21 Kânunuevvel |
1926 |
337 |
Tasarruf fikrinin ahlâkî mahiyeti |
2 Nisan |
1927 |
339 |
Tahakküm var mı? Tenkidin zulmü Bugünkü ahlâkî telâkkimiz ve lüks Kör gayz |
3 Şubat |
1927 |
341 344 347 348 |
Terbiye
Müellifi: İsail Hakkı
İstanbul Darülfünununda terbiye ve içtimaiyat müderrisi İsmail Hakkı beyin muhtelif terbiye meselelerini tetkik eden yeni bir eseridir. Başlıca mevzuları şunlardır: Maarif teşkilâtı, usul, Darülfünun, yüksek mektepler, iktisat ve terbiye, ilim ve terbiye, sanat ve terbiye, müşterek terbiye, terbiyeciler. Kitabın «maksat,, kısmında şu sözler vardır:
“ Bu kitap on iki senedenberi Cumhuriyet maarifi ve terbiye tenkitleri hakkında yazdığım dağınık yazılan topluyor. Her makale ayrı bir tarihte, ayrı bir davanın müdafaasıdır. Onun için bu kitabın parçaları arasında aynı eserin fasılları arasındaki şekil ve tertip münasebeti yoktur. Fakat bu ayrılık düşünce esasında birleşmelerine mani olmamıştır. Çünkü ben ilk kitabım olan “ Talim ve terbiyede inkilâp „’ın neşrindenberi aynı kanaatleri taşıyorum ve yirmi senedenberi bunlardan hiç ayrılmadım Bence terbiye fikri medeniyet fikrinin bir manzarasıdır. Her medeniyet gibi terbiyenin de tabiatte bir yeri vardır. Terbiye hem bir tenkit ifade eder, hem de hususiyle bir zihniyet ifadesidir Bu zihniyet esasını taşımıyan bir terbiye sağlam değildir. Ben şeniyetin şu veya bu unsuruna ötekilerinden daha fazla ehemmiyet verenlerden değilim. Meselâ ahlâk terbiyesini müdafaa için, ilim veya sanat terbiyesinin mevkini sarsmam, buna lüzum yoktur. Nitekim sanat harsini müdafaa ederken de ona ahlâkî bir hüviyet eklemem. Bu da faiydesizdir. Bence medeniyette her şey yerli yerinde ve kendisine göre bir ehemmiyette olmalıdır. Uzviyet hayatında hiç bir vazifenin ötekinden daha lüzumlu veya kustî olacağını düşünmediğim gibi, cemiyet hayatında da hiç bir harsın ötekilerinden fazla veya eksik kıymette olacağını düşünmem. Salim ve tabiî şahsiyetlerin teşekkülü için beşerî mirasın her parçası alınmalıdır. Cemiyet sınıflarından kalkmış olan imtiyazlar medeniyet müessiselerine yerleştirilmemelidir. Beni bütün fikir ve meslek hayatınea en çok sinirlendiren temayüllerden biri de kelimeler ve klişelere şeniyetlerden daha fazla ehemmiyet ve kıymet verilmesidir. El’an bir çok terbiye meselelerinin gayet yanlış bir surette anlaşılmakta olduğunu görüyorum. Hurafelerin daığlması için tam ve doğru fikirlere ihtiyaç vardır. Yoksa fikirler terakkinin amili olacak yerde engeli olurlar. Türkiye siyasî sahede çok büyük adımlar atmıştır. Bu adımları teknik sahesinde de atması lâzımdır. Tenkidin dili ne kadar keskin olursa olsun, söyliyeceği sözü biliyorsa inçitmez. Fakat söylemek lâzım olan yerde söylemelidir. Susmak, doğru, iyi ve güzel ihtiyacı duyulurken eğri, kötü ve çirkinle oyalanmak İçtimaî ölümün kendisidir. Yanlış bir tenkit doğru bir tenkitle daralanır ve ondan hayata hiç bir zarar gelmez. Fikirlerdeki anarşi bile ahlâkî anarşi gibi helâk edici değildir ve hayat için anî hiç bir tehlikesi yoktur. Fikir sahesinde meşum olan, susmak ve bildiğini, doğru bildiğini söylememektir. Bu kitabın içindeki yazılar doğru söylemek, poğruyu aramak için doğru niyetlerle yazılmıştır. Hayat bunların hangisini beğenir alır, hangisini beğenmez atar, onu hiç kimse kestiremez. Benim için yapılması lâzım gelen bir şey vardı ki onu yaptım. Dağınık, kesik, ve intizamsız bir surette söylediğim bir çok sözleri ve yazdığım bir çok yazıları bir kitap kabı içinde toplanmış olarak Türk vatandaşlarına arzetmek, işte ben onu yaptım. Bu eser Türk şuurunu teşekkülünde en ufak bir vazife yapsa yine mesut olurum,,.
Kitap 156 Sayifedır. Fiat 150 kuruştur.
Fİ ÂTİ UÜ : CİLTLİSİ 1UÖ KURUŞ |
||||
SÜHULET KÜTÜPANESİ NEŞRİYATI |
||||
100 100 75 75 125 100 150 150 100 100 150 150 150 150 100 100 50 40 150 150 175 50 125 100 60 75 50 50 |
Unların romanı Aka Gündüz Üb kızın romanı „ Aysel .. „ Acımak Reşat Nuri Yeşil gece , „ „ Leylâ ile Mecnun » „ Şimşek Peyarni Safa Bir akşamdı „ „ Fatih-Harbiye ,, „ Bir tereddüdün romanı „ „ Ak saçlı genç kız Mahmut Yesarİ Çulluk „ „ Su Sinekleri „ Bahçemde bir gül açtı» „ Kalbimin suçu „ „ Ölünün gözleri „ „ Kırlangıçlar „ „ Şeker Osman Yusuf Ziya Yakılacak kitap Etem İzzet Iztırap çocuğu „ ,, Beş hasta var „ „ Gün doğmayınca Ercüment Ekrem Meşhedi Aslan peşinde „ Meşhedile devri alem „ Zeynep Hayriye Melek Hunç Gönül gibi Suat Derviş Benimi? » „ Buhran gecesi „ |
75 200 125 125 150 75 100 100 50 100 75 75 60 35 65 20 50 50 50 100 25 700 35 300 500 500 50 |
Gökmen Güney Halim Son yıldız Mehmet Rauf Sönen ışık Mebrure Niçin beni aldattın ,, Kadın kalbi Saffet Nezihi Leke Vâ - Nû Çocuk kalbi İbrahim Alâettin Şen Yazılar » „ tik gençlik „ Tais Anatol Frans Babil Melikesi Selâmi İzzet Küçük hanımın kısmeti „ „ Geceye aşık „ „ Cennet Hanım M. Sadrettin Çölde İstanbul kızı Esat Mahmut Aşk ve ihanet Tolestoy Acıklı bir sergüzeşt „ Küçük Yakup Mehmet Âli Robenson ıssız adada „ „ Mete Yusuf Osman Kalpazan Salih Münür Zümrütûanka koleksiyonu 2 Cilt (mücellet) Bir Heyeti edebiye Zümrütüanka Salnamesi ,, „ Ayine koleksiyonu „ „ „ Cem koleksivonu (eski) Refik 1—33 Halil ,, 1—48(yeni) Cemil Musiki nazariyatı Muhittin Sadık |
|
ŞİİRLER |
||||
150 100 75 75 50 75 75 |
Bir ömür böyle geçti Faruk Nafiz Ben ve ötesi Necip fazı) Kafatası Nazım Hikmet Benerci kendini niçin öldürdü „ Persefon Salih Zeki Asya şarkıları „ _ Çanakkale izleri î. Alâettin |
25 50 290 30 15 15 |
Çakıl taşları Necmettin Halil Zindan İsmail Safa Türk edebiyatı tarihi ve numuneleri Sadettin Nüzhet Hazan rüzgârları Ş. Nihâi Derviş sözleri Tokatî zade Şekip Zehrifüsun M Hayret |
|
İLİM KİTAPLARI |
||||
125 125 125 100 100 100 100 |
İçtimaî mektep İsmail Hakkı j 75 Mürebbilere „ „ ’ 75 Terbiye „ „ ¡125 Tarihin tedrisi „ ,, i 150 Bediiyat Mustafa Namık; 30 Türk inkılâbı Celâl Nurij 75 Yeni adabı muaşeret M. Dalkılıç! |
İstanbul nasıl eğleniyordu? R.A. Ankara Avrupa siyaseti H. Adem Kooperatifçilik Suphi Nuri Tarih ticaret Kenan Centlimen H. Bahri Gizli ilimler ansiklopedisi Muhittin Dalkılıç |
Bu hükümlerin esasi içtimaiyatçı Durkheim’la feylesof Bergson’undur.
Bu zat Cihangirli ezcacı Şinasi merhumdur.
Burada mevzubahs olan asillik ayile hayatının maneviyatına ay ittir. Yoksa binaya maddî servete değil!..
Mefkure ile mazının münasebetine dair olan bu yazıları 1922 neşr etmiştim- Mefkûre iie mazinin munasibetini bu gün böyle duşünmeyorum. Yeni kanaatimi demokrasi ve sanat adlı kitabimde izah ettiğim gibi tarih ve terbiye ye dayir neşr etmek üzere olduğum yeni eserimde de mevzu-bahs ediyorum.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder