Silik Fotoğraflar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
ÖTÜKEN
Eşim Mübeccel’e, Bütün bu silikleşen fotoğraflar arkasında net bir hatıra var: Kırkiki yıllık beraberlik.
Orhan Okay
Orhan Okay
Silik Fotoğraflar
ÖTÜKEN
YAYIN NU: 493
KÜLTÜR SERİSİ: 205
1. Basım: 2001
ISBN 975-437-366-3
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.
İstiklâl Cad. Ankara Han 99/3 80060 Beyoğlu-İstanbul Tel: (0212) 251 03 50 Faks: (0212) 251 00 12 İnternet: www.otuken.com.tr
E-posta: otuken@otuken.com.tr
Kapak Tasarımı: grataNONgrata Dizgi - Tertip: Ötüken Kapak Baskısı: Birlik Ofset Baskı: Özener Matbaası Cilt: Yedigün Mücellithanesi
İstanbul - 2005
İÇİNDEKİLER
Önsöz/9
Silik Fotoğraflar:
Vefa Lisesi Hocaları / İl
Bir Îdealistİn Ölümü:
Nurettin Topçu / 16
Bîr Meclîs Bir Hatip:
Hüseyin Avni Ulaş / 26
Millî Marş Şaîrinİn Dostu:
Haşan Basri Çantay / 31
Bir Sevgi ve Merhamet Âbİdesî:
Rahmi Eray / 36
KALABALIKLARDA BİR YALNIZ ADAM:
Mehmet Akif / 41
Osmanli ve Cumhurİyet Arasinda Bir Hoca:
Celâleddin Ökten / 46
ÖNSÖZ
$ ana, geçmiş zamana hep bir dürbünün tersinden bakıyormuşuz gibi gelir. Onda birçok hadiseleri ve kişileri daha geniş bir açıdan fakat bir arada seyretmek, aralarındaki, vaktiyle göremediğimiz ilişkileri fark etmek imkânını bulur, böy-lece daha genel değer yargılanna varmak cesaretini gösteririz. Ama dikkatimizi onların arasından bir kişiye, bir vakaya yoğunlaştırdığımız zaman, fotoğraf agrandismanında olduğu gibi diğer kişi ve vakalara oranla birdenbire haddinden fazla büyüttüğümüzü, bu yüzden biraz da flûlaş-tırdığımızı unuturuz. O zaman hafızamız onlara farkında olmayarak küçük rötuşlar yapar. Onun için onlar hakkındaki intibalanmız sadece onlan tanıdığımız zamanlara ait değil, bu sahrlan yazdığımız yaşlılık yıllanmızın rötuşlannı da ihtiva etmektedir. Okuyucu, bu kitaptaki portrelere ve hadiselere, varsa meziyetleri yanında bu kusurla-nnı da görerek bakmalıdır. Zaten çoğu hatıra olan bu yazılar, her hatıra gibi nisyan ile malûl olan beşer hafızasının istemiyerek yaptığı yanıl-malannı da taşıdığından gerektiği kadar ihtiyatla okunmalıdır.
Silik Fotoğraflar, sadece bir portreler kitabı değildir. Çoğu, tasvir edilen şahısların vefatı veya ölüm yıldönümleri vesile edilerek yazılmış, bazılannda da başka vesilelerle yazılırken arada
bir veya birkaç kişinin portresini yeri geldiği için çizmek gereği duyulmuştur. Bu yüzden bazı şahsiyetler birkaç yazıda farklı özellikleriyle tekrar edilmiştir.
Çoğu, Zaman gazetesinde çıkan "Pazar Yazılan ndan oluşan bu kitap için editör orijinal fotoğraflar istediği zaman, bunlardan bazılannın resimlerini bulmak zor oldu. O zaman, o insanla-nn kendi sûret’lerini çıkarmağa fazla meraklı ol-madıklannı fark ettim. Bu yüzden bir kısmının ancak resmî dairelerden istendiği için çektirilmiş vesikalık fotoğraflannı bulabilmek mümkün oldu.
Burada portrelerini ve bazı özelliklerini verdiğim kişilerden bazıları ile hayatta sadece birkaç kere karşılaştım; bazılanyla ise daha yakından, hocalık-öğrencilik, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerim oldu. Kendilerine yetişemediğim birkaçı ile Bitaplan, hakkında anlatılanlarıyla haşır-neşir olum, öylece onlarla da kafa ve gönül dostluğumuz olmuş demektir. Yakından gördüklerimin, merimdeki intihalarıyla beraber yer yer birkaç H u ^onorn''er'rı^en ve beden yapılarından aa bahsetmek lüzumunu hissettim. Eski kıyafet-name erden yeni karakterolojilere kadar çok ge
I °lan ^en yapısı ile şahsiyet ara... . ' konusuna meraklı olanlar için küçük ıpuçlan vermek istedim.
kifah^^^ Hamİd’ Makber mukaddimesinde olacakla0 Uy®nJann ^r kabristanı ziyaret etmiş bana ^abra ve Portre yazılan ise
retini d a^r^en daha fazla kabristan ziya-ama ^^ ° kadar hüzünlü değil,
badada rahmet „i^î «T“”
Silik Fotoğraflar
Z/arim asır önce öğrencisi olduğum Vefa Lisesi 125 yaşında. Tarihi muhafaza etmeye fazla meraklı olmayan toplumumuzda bu 125 yaş epey uzun bir ömrü işaret ediyor. Binaların korunması ayrı, kurumların yaşamaları ayrı şeylerdir. Binalar yanar, yıkılır; ama müesseseler nesilden nesile, asırdan aşıra devam eder. Avrupa’da resmî kurumlar gibi ticarethaneler bile kaç asırlık kuruluşlarıyla âdeta birer müze gibi hayatiyetlerini korurlar. Bizde kaç ticari kurum, kaç matbaa, kitabevi, gazete bir asır öncesine gidebilir? Onun için, böyle bir toplum yapısı içinde 125 yıl gerçekten uzun bir ömür.
Tanzimat’tan sonra maarifte girişilen yenilik teşebbüsleri arasında bugünkü ilk-orta-lise sistemine benzer sıbyan-rüşdiye-idadî okullarının toplam eğitim süresi değişik dönemlere göre 9, 10 veya 11 yıldı. Bu süre dikkate alınınca, idâdileri lise olarak kabul etmek gerekir. Zaten idadî kelimesi de hazırlık mânâsına gelmektedir ve bu okullar daha yüksek bir meslek okulu için hazırlık sınıfları olarak düşünülmüştür. Böylece Türkiye’de ilk idâdî 1872 yılında, şimdiki Vefa Lisesi’nin çekirdeği olarak Mekâtib-i Âliye İdâdîsi adıyla kurulmuştur (1868’de açılan ve daha özel bir durumu olan, fakat yine de lise seviyesinde bir okul olan Galatasaray Sultanisi’ni ayrı düşün-
3 Mayıs 1945'te Vefa Lisesi avlusunda öğretmenler jübilesi
mek gerekir). Bir süre sonra İstanbul içinde ve diğer vilayetlerde de idâdîler açılınca, ayırmak için okulun adına Dersaadet İdâdî-i Mülkî-i Şahanesi denir. 1881’de bugün bulunduğu binalara taşınan okulun adı da, semtin adına ağ anarak Vefa İdâdisi olur. Meşrutiyet inkılâbından sonra modaya uyularak başka birçok idâdîlerle beraber ^^r^3 a^' Sl{ltan‘ ye Çevrilir. Cumhuriyetten sonra da Vefa Lisesi olur.
^ l‘seye kaybolunduğum zaman okul, or-U Unan ^h’ büyük bina ile onun merdivenli binadan >UnUn 'e-yanında bulunan ikişer katlı iki küçük bozan ha ^‘ yapıların mimarisini tamamen
ortadan kald b’na avlunun büyük bir kısmını
rihî bina cJt™15*??1?^01’merkezî ve ta^ 2 t p a™^ Abdülhamide kadar
ort pad.şahın döneminde de sadrazamlık yapmış bulu-
"sadece bu insanları bir daha görmek, onlarla bir arada bulunmak...'
nan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa’nın konağıdır. Daha sonra Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın olmuş, 1881’de de hükümet tarafından 4 bin 400 altın karşılığı sahibinden satın alınarak okul haline getirilmiş. Ben lisenin ilk iki sınıfını bu binada okudum. Yukarıda bahsettiğim avludaki iki pavyondan sağdakinin üst katında laboratuarlar, alt katında da oldukça zengin olan, hatta epey yazma ve basma eski harfli kitapların da bulunduğu bir kütüphane vardı. Bu kütüphanenin bir tarafında bulunan mihrap ise, idâdî döneminde mescit olarak kullanıldığını gösteriyordu. Üçüncü sınıfa geçtiğim zaman yanımızdaki Dede Efendi Sokağı’nda bulunan, fakat bir bahçe duvarının yıkılmasıyla hiç sokağa çıkmadan içerden geçilebilen başka bir binaya geçtik. Burası bir Mimar Kemalettin yapısı olan ve Yüksek Öğretmen Okulu olarak kullanılan, sınıf yapılan odaları da pek büyük olmayan bir bina idi. Eski bina ise okulun orta kısmı olarak kullanılmaya devam etti.
1940’11 yıllar. İstanbul’da resmî, özel liselerin toplamı 10’dan fazla değil. Zaten bütün Türkiye’dekilerin sayısı da 40 kadar. Fakat her birinin özellikleri var, şöhreti var, hocalarının ayrı şöhretleri, lakapları var. Kabataş, Haydarpaşa, İstanbul, Pertevniyal... Buralardaki hoca kadrosunun seviyesine günümüz üniversitelerinden pek azı erişebilir. Nihad Sami Banarlı, Agâh Sırrı Levend, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Fahri Ozansoy, Nihal Atsız bunlardan birkaçıydı. Bu iddiamı biraz daha müşahhas olarak ifade edeyim: Vefa Lisesi’nde Avrupa’da doktora yapmış iki büyük hoca vardı. Biri felsefe öğretmeni Nurettin Topçu, ki doçent unvanı aldığı halde üniversiteye alınmıyordu, İkincisi kimya öğretmeni Tahsin Rüştü Beyer. Bunların dışında da gerçekten eli kalem tutan, sadece ders kitabı değil, birçok araştırıcının faydalandığı eserler yazmış olan epeyce hocamız vardı.
Elimde, ben liseye girmeden iki yıl evvel 3 Mayıs 1945’te, öğretmenler jübilesinde çekilmiş bir fotoğraf var. Yarı silik, flûlu, buğulu çehreleriyle çoğunun Allah’ın rahmetine kavuşmuş olduğunu hatırlatan bir fotoğraf. Resimdekilerin yüzü, okulun merkez binasına, yani Rüştü Paşa Konağı’na dönük. Arkada, şimdiki İlim Yayma Vakfı Yurdu’nun yanındaki Ekmekçibaşı Medre-sesi’nin kubbeleri, daha geride Süleymaniye Camii’nin bir minaresi görünüyor. Sağ taraftaki bina, altı kütüphane, üstü laboratuar olan yan pavyonlardan biri. Ön sırada oturanlardan tam ortadaki eski Arapça, o yıllarda felsefe, psikoloji muallimi Celal Hoca, onun solunda okul müdürü, edebiyat öğretmeni, Fecr-i Âti şairleri hakkında yayınlanmış monografileri ve kendi rubailerinden meydana gelen bir şiir kitabı bulunan Rifat Necdet Evrimer, aynı sıranın sağ baştan İkincisi Nurettin Topçu, onun ya-nın^a^’ Mişel Zevako ve Pardayanlar mütercimi Fransızca öğretmeni Muzaffer Esen; Celal Hoca’nın sağında Almanca muallimi ve İstanbul’da ilk özel gazetecilik okulunun kurucusu ve sahibi Fehmi Yahya Tuna, yanında Ziya
Gökalp’ın damadı, edebiyat öğretmeni Ali Nüzhet Göksel, onun yanında şair ruhlu, Mevlevi dervişi matematik öğretmeni Muhittin Erev, onun yanındaki, hayatta olduğunu duyduğum ve sağlıklı, uzun ömür duasında bulunduğum Selma Hanım, son devrin büyük Nakşî şeyhlerinden Abdülaziz Mecdî Efendi'nin torunu, edebiyat muallimi Selma Emir. Oturanların arkasındaki ikinci sırada, sağ başta, 1908’de Vefa Kulübü’nü birkaç arkadaşıyla kuran, kulübün "1" numaralı üyesi, en eski Vefalılardan tarih öğretmeni Saim Turgut Aktansel (Saim Ağabey), yanındaki edebiyat öğretmeni Samih Kuman, yanında Reşad Ekrem Koçu.
Sadece bu insanları bir daha görmek, onlarla bir daha bir arada bulunabilmek için bir siyans-fiksiyon harikasıyla bu fotoğrafın içine girmek ne kadar güzel olurdu. Bugün o güzelim binaların tatsız birtakım işyerleriyle çevrilmiş olması bile iki devrin okul atmosferi arasındaki farkı göstermeye kâfi. Halbuki birçok semtimiz gibi, Vefa Lisesi de, Ekim aylannda öğrencileri okullarına koşturan, fakat aynı zamanda çevresindeki küçük, sevimli mekânlarına kaçma duyguları uyandıran bir çevre içinde idi. Bozacısı, leblebicisi, ahşap konakları, Direklerarası’nın son artıkları olan küçük eğlence mahalleri, kahvehaneler, Turan, Hilâl, Millî sinemaları, Şehzade Camii, Bozdoğan Kemeri, Atıf Efendi Kütüphanesi, Şeyh Vefa Haz-retleri’nin kabri, Süleymaniye Külliyesi bu çevrenin dekorunu oluştururdu.
Toplumumuzdaki vefa duygusuyla beraber Vefa Li-sesi’nin ve Vefa semtinin özellikleri de kayboldu. Bize de galiba Ahmed Rasim’in hüzünlü şarkısını dinlemek düştü:
Gözümde işve-nümâdır hayâl-i bîbedeli
Acep vefada mı semti, acep acep nereli?
Bir İdealistin Ölümü
/7esİllerİmİz bir buçuk asırdan beri bitmez tükenmez ideoloji kavgaları içinde geçiyor. Tanzimat’la beraber bir Doğu-Batı mücadelesi şeklinde başlayan bu kavga günümüze kadar dallanıp budaklanarak milletimizi uzlaşmaz cephelere ayırmıştır. Solcu, sağcı, milliyetçi, ümanist, ilerici, gerici, ruhçu, maddeci, liberalist, sosyalist, komünist, ırkçı, Turancı, Kemalist... Üstelik bütün bunların kendi içlerinde bölündükleri siyasî ve ideolojik tarikatler, çok defa bir kavram kargaşalığıyla, genç nesilleri ya bunaltmış, bocalatmış veya şuursuzca bunlardan birine yahut ötekine sürüklemiştir.
Benim çocukluk ve gençliğim de bu kavgalar içinde geçti. İdeal sandığımız bir sürü ideoloji karşımıza çıktı. Her birinin lâ-yuhtî ve lâ-yüs’el bir putu, her birinin değişmez ve tenkid edilmez ilmihâli, "hepsinin emr ü nehyi, saltanatı" vardı. İnsanda heyecanın hemen dâima mantığa hâkim olduğu o çağda tereddütsüz bir tek sisteme bağlanmak mümkün mü? Evvelâ iki insan tipi, iki büyük değer sistemi teklifi ile karşı karşıyasınız: Biri büyük kitleleri arkasından sürükleyen devlet adamları, kahramanlar, ihtilâlciler ve onların kurdukları sosyal doktrinler; diğeri de insanlığın iç dünyasını yoğuran peygamberler, velîler, filozoflar, san atkârlar ve temsil ettikleri fikir sis-
Nurettin Topçu'nun evinde bir bayram ziyareti.
Soldan itibaren üst sıra 1. Uğur Kökten, 4. Ayhan Yücel, 6. Orhan Okay, 7. Mehmet Emin Alpkan, 7. Celâl Erçikan, 8. Ferruh Bozbeyli;
alt sıra 1. Sadık Göksu, 2. Murat Kubatoğlu, 7. İsmail Dayı. Topçu'nun yanındaki Ercüment Konukman
"Büyük idoller gibi, kendi etrafında toplananlara ebedî huzur ve hazverici nektarını bahşetti."
temleri. Bunların hangileri daha çok beşeriyetin hizmetinde olmuştur? Hangileri insan dediğimiz o karmaşık yaratıktan bekleneni vermiştir? Medeniyet hangilerine minnetdar olmuştur? Hangileri gözyaşlarına bir şifa kaynağı olabilmiştir? Türkiye’de, tek parti devrinin maddî ve mânevî her türlü yokluğu içinde, ben bu sorulara cevap aramak için karşıma çıkan her türlü yazıyı, bir seçime tâbi tutmadan okuyordum.
Öyle kitaplar ve yazılar vardır ki insan hayatının her safhasında bir mürşit gibidirler; yol gösterir veya yeni bir istikamet verirler. İnsan ruhunu uzun bir zaman süresi içinde besleyen ve yetiştiren kitapların yanı sıra bir anda sarsıveren bir iki mısra, birkaç satır yazı da vardır. 1946 yılında elime geçen eski, münferit mecmualardan yapılmış bir cilt içindeki bir yazıyı -birçok makale gibi- fazla bir ilgi göstermeden okumaya başlamış, fakat okudukça yazıdaki ruhun benliğimi sardığını hissetmiştim. "Vatandaş Ahlâkı" adını taşıyan ve benzerleri çok bulunabilecek bu başlığın altında o zamana kadar rastlamadığım bir üslûp, bir icaz, bir ibdâ karşısında idim. "Fertten doğup nâ-mütenahiye doğru yol alan hareketin âile, cemiyet ve insaniyet yollarından geçtiğini hareket felsefesi kabul ediyordu. Yani İçtimaî nizama âit hareketler ferdiyetimizle Allah arasında bir köprü oluyordu. Âile, millet ve medeniyet, nâmütenâhilik ve evrensellik temayülünü kendinde yaşatan ferdî hareketin eseri idiler" cümleleriyle başlayan bu yazı bir müddettir kafamı bunaltan ve nâdiren etra-fımdakilerle konuştuğum meselelere cevap veriyor gibiydi: "Asıl büyük adamlar iman yaratıcılarıdır. Bunlar hareketleriyle kâinatı velveleye verenler değil, şuurları harekete getirenlerdir, insanda irade yaratanlardır... Maddeyi ruha karşı koyan zorba hareket adamları İskender, Se-zar, Napolyon, Lenin insanlığın asırlarca çalışıp kurduğu medeniyetleri bir hamlede yıkmış olan adamlardır. Bunlar insanlığa yeni bir kıymet getirmediler, belki eski kıymetleri yıkarak bununla harab olan insanlığı ferdiyetlerinin gururuna esir ettiler."
Bu cümleler o ana kadar içimde ukde ukde olmuş düğümleri çözüyor, biraz evvel bahsettiğim o iki büyük değerler sisteminden birini diğeri aleyhine ulvileştiriyor, te^c.^ diyordu: "İnsanlığı hakiki çehresiyle tanımak için küçük görünen, kalabalığın alkışını toplayamayan, lâkin gözyaşından doğan eserlere bakın. İnsanlık kaba gözlerle görünmeyen bu şuur hareketleriyle ilerlemiştir. Bugünkü
insanlık Ramses’in, Sardanapal’in, İskender’in, Sezai’m, Haccac’ın, Cengiz’in, Napolyon’un ve Lenin'in eseri değildir." .
Bu satırlar hakikatte o günkü gençliğin olduğu kadar bugünkünün de bir çok kıymet hükümlerini sarsacak bir üslûpta idi. Nasıl bir muharrirdi bu? Herkesten başka düşünen, birçok kitaplarda okunandan başka türlü söyleyen, mekteplerde öğrenilenden başka şeyler vermeğe- çalışan? Ya anlatmak istediği şey? İnsanlığı insanlık yapan gerçek değerler nelerdi yahut kimlerdi? Yazı şöyle devam ediyordu: "Bu insanlık, Konfiçyüs’ün ve Buda’nın, İsa’nın, Sokrat’ın, Muhammed’in ve Gandi’nin eseridir. İnsanlık Likürg’ün ve Eflâtun'un, Monteny’nin ve Pas-kal’ın, Hallac’ın ve Yunus’un eseridir. Ruhları kımıldatan en küçük bir hareketin, hâdiseler arasında yarattığı izler derinden takib edilirse, insanlığın en feyizli, en büyük eser ve hareketlerinin doğuşunda tesiri görülebilir... Ebedî yaşayışın, doğuşumuzla bu dünyadan başladığına inanmak lâzımdır. Nâmütenâhiliğin fanî bir aksi olan varlığımız, aynı zamanda nâmütenahiden bir cüzdür. Onunla nâmütenahiye eser vermeliyiz. Bu hakikati derinden sezenler, insanlığın ebedî yaşayışına kavuşmuş kurtarıcılar oldular."
Bir taraftan tek ferde, diğer taraftan bütün bir cemiyete, nihâyet o zamanlar adlandıramadığım ve benim için müphem bir takım mistik duygulara kucak açan yazı, gerçek ve büyük san’at eserini bambaşka bir açıdan değerlendiren cümlelerle sona eriyordu: "Peygamberin vahyinde, san’atkârın eserinde ebedilik saltanat kurmuş duruyor. Kur’an, bir hayatın vahiyden doğan eseridir. O, Allahın eseri olduğu gibi, Mikelanj’ın ebediyete ses veren heykelleri, Bethoven’in ebediyeti çıldırtan senfonileri de Allahın eseridirler. Bunlar Allaha götürücüdürler. Faııst. gibi bir eser, Goethe’nin ömrünün elli dokuz yılını uğraştırdı. Corot bir tabiat ve bir ağaç vahyiyle bin bir tablo yaratarak ebediliği kazandı."
Daha sonra defalarca, içer gibi, ezberlercesine okuyacağını bu yazı ilk defa duyduğum bir imza taşıyordu: Nurettin Topçu. Makalenin çıktığı, yine o güne kadar varlığını bilmediğim Hareket mecmuasının diğer sayılarını buldum. O yıl bu dergi bütünüyle bana yeni bir dünyanın kapılarını aralamıştı. 1939-42 yılları arasında çıkmış o on iki sayılık koleksiyon, benim için o gün olduğu kadar bugün de Türk mecmuacılığında erişilmemiş bir fikrî olgunluğun meyvesidir. Yalnız bu sayıları karıştırmak, şu yazımın konusunu teşkil eden Nurettin Topçu’nun idealizmini anlamak isteyenler için kâfi bir hazinedir.
Her yazısı ruhumun damarlarına şifa verici bir ilâç gibi giren bu büyük adamı o senenin Aralık ayının son Cuma günü tanıdım.
Kapahçarşı’da bir mescid. Uzun ve dar merdivenlerin sonunda, çarşının ilgisiz kalabalığı içinde, beni Nurettin Topçu ile tanıştırdılar. Küçük bir gençlik gurubu orta-sındaydı. O çevrenin en genci, belki çocuk yaşta olanı bendim. Aradan geçen otuz yılın hatıralarının gerisinden o ilk intibâlarımı bulmak şimdi benin için ne kadar zor. Önce sür atli konuşması, çok dikkat edilince fark edilen bâzı tikleri gözüme çarptı. Sonra, geniş, entelektüel bir alın, iç dünyası hârikulâde zengin insanlara mahsus ince, derin, mânidar bir çehre. Bunlar o zamanki ilk intibâla-rım mıydı, yoksa daha sonraki yılların geliştirdiği bir tesir mi? Yalnız çok iyi hatırladığına, o günden itibâren böyle bir insanı tanımış olmanın verdiği gurur içinde oluşumdu.
lanımak kelimesini çok basit manasıyla kullanmış olduğumu biliyorum. Doğrusu o ilk tanışmamızdan sonra geçen uç sene, sadece bir hayranlıktan ibaret kalmıştı, l anıdığımı zannedişim o çocukluk veya gençlik yıllarına ait bir safdillikten başka bir şey değildi. Filvâki Nurettin
Topçu’nun şahsiyetinde kendi iç dünyasına, felsefesine, zaman zaman extase hâlindeki heyecanlarının kaynağına herkesi yaklaştırmayan bir tarafı bulunduğunu çok sonraları anlayacaktım.
‘İç dünyası harikulide rengin imanlara mahsus ince, manidar bir çehre. •
Topçu ile tanışmamdan bir müddet sonra. Bâbıâli duvarlarında büyük afişler gördüm. İki dev ayak, ağır ve emin adımlarla, arka plânda siluet hâlinde görünen bir şehre doğru yürüyor. Altında bir cümle: Hareket 1 Martta çıkıyor.
Ve Hareket mecmuası, 1947 Martında yeniden çıkmağa başladı. İlk sayısını ne büyük coşkunluk ve heyecanla elime almıştım. İlk makalenin ilk cümleleri yine o sarsıcı, uyandırıcı, mes’uliyet yükleyici cümlelerle başlıyordu: "Batan bir dünya nizamının enkazı üzerindeyiz. Yeni bir nizam, ahlâkta, hukukta, san’atta, dinde ve devlette insanlığa, dayanacak yeni temeller bulma zarureti neslimizin zayıf omuzlarını şiddetle sarsıyor..."
Gerçekte omuzlarımızı sarsan, birçok genci kendine getiren, havâilikten çevirip etrafındaki meselelere eğilmelerini sağlayan bu yazılar oluyordu. Harekefin bu de-faki çıkışı da iki seneden biraz fazla devam etti. Fakat kaynağını kaba heyecanlardan ve yasaklardan alan bâzı ideolojiler gibi, kalabalık okuyucu kitlesine hiçbir zaman sahip olamadı. Büyük idealler gibi, kendi etrafında toplananlara ebedî huzur ve haz verici nektarını bahşetti. Nurettin Topçu, Hareket’in bu devresindeki yazılarında bâ-zan cemiyet hâdiselerini değerlendiren bir sosyolog, bâ-zan varlığın sırlarını ve bilinmeyenin kapılarını zorlayan bir metafizikçi, bâzan Anadolu’ya hizmet aşkını teşvik eden bir idealist, bâzan milliyetçiliğimizin temellerini tesbit eden bir nazariyeci, bâzan da plâstik san atların kuvvetli bir yorumcusu olarak göründü.
1949-50 yıllarında onun başka bir tarafı ile karşılaştım: Hocalığı. Vefa Lisesinde felsefe derslerimize geliyordu. Muallim olarak başlangıçta biraz haşin, sert ve müsamahasız bulduğum Topçu da, zamanla öğrencilerine karşı duyduğu derin ve gerçek sevgiyi keşfettim. Müsamaha kabul etmez görünen disiplin zihniyetinin arkasında talebesini seven, iç hayatına girebilen, daha mühimi bir talebe için o çok sıkıcı felsefe derslerini sevdirebi-len bir hoca idi.
Memlekette tek parti devrinin ve mekteplerde tek kitap devrinin son yılı idi. Parti hükümetlerinin, parti tarihinin, parti görüşünün tek taraflı propagandasını yapan resmi sosyoloji kitabı yerine Nurettin Topçu’nun. bir çok
meselede zihinlerimizi açan kitabını okuyorduk. Milliyetçiliğimizin eski yeni birçok bahislerini, problemlerini o kitaptan; fakat daha çok hocanın derslerinden öğreniyorduk. Buradaki ders kelimesiyle, müfredata çok bağlı ve programlı bir takrir sistemini değil, öğrencileri heyecana, bâzan hülyalara sevk eden, fakat her zaman insanı alıp götüren ve sürükleyen büyüleyici ifadeyi kasdediyorum. Bunları sözle anlatmak mümkün değildir. Bu bir ruh halıdır ki bizzat yaşanmamışsa anlaşılamaz. Topçu’nun hocalığını bizden evvelki ve sonraki pek çok talebesinden dinledim. Sonraları, onun dünya görüşüne zıt karaktere sahip olanların bile hocalığı hakkındaki intibaları şu anlattıklarımdan farklı değildi.
Liseden sonra dostluğumuz ölümüne kadar devam etti. Fakat her zaman hoca-talebe münasebetlerini muhafaza ederek. Hayat boyunca ondan edindiğim, yahut edindiğimi zannettiğim çok şeyler olmuştur. Bu tereddütlü ifadeyi kullanışımın sebebi onun fikirlerini, felsefesini tam mânasıyla anlayamamak ve anlatarnamak endişesidir.
Nurettin Topçu milliyetçilik görüşünde yeni bir tebliğdir. Hoyrat ve kaba bir şovenizmin yerine, kaynağını önce insana, sonra İslâm’a dayayan spritualist bir milliyetçilik. Ancak, onun eserleri milliyetçiliğimizin ilmihâli değildir, kategorik bir sistem arz etmez. O kitaplarda milliyetçiliğin şu veya bu hususu hakkında madde madde, komprime bir bilgi arayanlar boş dönerler. Onlarda belki felsefeciliğinden, bu kelime kifayetsizdir, filozofluğundan gelen derin, san’atkârane ve şiir dolu bir milliyetçilik vardır. Okuyucu ancak bu usâreyi aldıktan sonra o madde madde aradığı soruların cevabını kendisinde bulacaktır.
Eserleri, onun derin ve koklu kültürünün bir kısmını aksettirir. Hiç şüphesiz o bir araştırıcı değil, bugunku tabiriyle bir yorumcu idi. Doktora (Zamana Uyuş ur İsyan) ve doçentlik (Bergson) çalışmaları dışındaki eserlerine.
bütün bir hayat boyunca elde ettiği kültürün, dünya görüşünün bir yorumu gözüyle bakılmalıdır. Başka müelliflerden nakiller ve dip notlarıyla şişirilmiş bir çalışma onun harcı değildi. Böyle bir çalışmayı küçümsemezdi. Fakat etrafındakilerden asıl beklediği, fikir, mülâhaza, görüş ve tefsirdi.
* * *
Hayat ne kadar kısadır. Onu asıl kısaltan kendimizin ve etraûmızdakilerin ölümüne hazır olmayışımızdır. Kader bize yakınlarımızın yavaş yavaş göçünü göstererek ölümü, o büyük hakikati hatırlatır. Derin bir iç adamı olmasına rağmen hayatı, bahusus tabiatı çok seven Nurettin Topçu için yakın bir ölümü düşündüğüm olmamıştı. Fakat tanıdığımdan beri onun birçok yakınlarını ve sevdiklerini kaybettiğini görüyor, bu kayıpların onda derin ve telâfisi mümkün olmayan izler bıraktığını hissediyordum. Hüseyin Avni Bey, Maurice Blondel, Abdülaziz Efendi, Remzi Oğuz, Rahmi Ağabey, Celâl Hoca, Cahid Okurer... kendisini tanıdığımdan beri kaybettiği sevdikleriydi. Bu daireyi biraz daha genişletip başka isimler de eklemek mümkün. Gerçek olan, etrafımızdaki her kayıptan sonra biraz daha yıkılışımızdır.
Emekli olarak, daha çok zaman bulunur düşüncesiyle, biraz kendisinin, en çok da bizim, gerçekleşmesini beklediğimiz bâzı eser projeleri vardı. 1974 kasımında yaş haddinden emekliye ayrıldı. Onu bu ayrılışından bir hafta sonra görmüştüm. Çok sevilen bir meslekten ayrılmanın büyük yıkıcılığını o zaman anladım. Geçici zannediyordum, ümid ediyordum. Ama geçmedi. Bu yıkılış, tıbbın ileri süreceği vesilelere, bahanelere eklendi. Emekliliğinin sekizinci ayında bu büyük idealist muallim, milliyetçi, ahlâkçı ve filozof hoca, Nurettin Topçu vefat etti.
Tekrar, baştan beri yazdığım tereddütlerime döneyim. Bu derin ve köklü kültürü, hilkatin bu harikulâde yorumunu alabildik, anlayabildik, hiç olmazsa tanıyabildik mi? Onda anlamakta güçlük çektiğimiz, yaklaşamadığımız bir taraf vardı. Tıpkı büyük velilerde olduğu gibi. Ama yine de şahsiyetinden tanıyabildiğimiz, konuşmalarından alabildiğimiz ve eserlerinden faydalanabildiğimiz kadarıyla neslimize ve bizden sonrakilere tanıtmak boynumuzun borcudur.
Bir Meclis, Bir Hatip
^İmdî 122 yaşında olan Türk parlamentosunun en şerefli ve yüz akı yılları Büyük Millet Meclisimin ilk dönemidir. Üç yıldan biraz fazla bir ömrü olan bu birinci Meclis, Millî Mücadele’nin, belki hiçbir milletin başına gelmemiş olağanüstü sıkıntılarını, acılarını, akıl almaz yokluklarını yüklenmiş, en az milleti kadar, belki milletinden daha fazla mahrumiyetlere katlanmış gerçek bir Millet Meclisi idi.
Benim neslim o Meclis’in tarihini, resmî tarihini değil, meclisin sıraları arasındaki görünmeyen kahramanları, az görünen hatipleri, yiğit mücahitleri, cesur muhalifleriyle ilk defa Saraet Ağaoğlu’nun kaleminden okudu. Kuva-yı Millîye Ruhu, 1944. Kitaplar bize gerçekleri ne dereceye kadar aksettirir? Sadece doğruları yazan bir insan için bile seçeceği doğrulara göre, birbirine benzemeyen, hatta birbirine zıt değer yargılarına ulaşması o kadar zor mudur? Peyami Safa, aralarında birer santimetre beyaz boşluklar bulunan siyah noktalar birbirine yaklaştırıl-dığı zaman peyda olan çizgi vehminden bahsederken insanın bu gibi yanılmalarını kasteder. Şimdi, zaman zaman benim de acaba Samet Ağaoğlu gibi güçlü ve usta bir kalem mi bize o Meclis’in ulvîliği vehmini verdi de ondan sonraki meclisleri hep ona bakarak, onunla kıyas-
layarak değerlendirdik diye düşündüğüm çok oldu. Yoksa acaba edebiyat mı bizi yanıltıyor? Kuva-yı Millîye Ruhu bir tarih kitabı değil, bir hikayecinin tarihe bakışı idi. Ama tarihe, bir takım hadiselerin agrandismanı, bir kı-
"... fazileti, namusu, dürüstlüğü, millî hâkimiyeti, demokratlığı temsil eden insan"
sim portrelerin flû bırakılması, bazı karakterlerin oturdukları sıralardan çıkartılarak daha uzak zannettiğimiz başka sıra ve kişilerle ilişki kurulması suretiyle bir bakış. Zaten hikâyecinin tarihçiliği böyledir, hatta belki de böy-
le olması gerekir. Ondan çok sonralan, yakın yıllarda aynı Meclis'i değerlendiren daha objektif, daha İlmî, daha akademik ve belgeleri konuşturan pek çok yayın oldu. Ama ilmin kuruluğunun, duygusuzluğunun (olumsuzluk olarak söylemiyorum) o Meclis hakkındaki heyecanlarımıza halel getirmediğini gördük. Denilebilir ki, ondan sonraki meclislerin de tarihi yazılsa, edebiyatı yapılsa benzer bir heyecan duyulmaz mı? Böyle bir soruya Galib Dede’ninki gibi
İşte kalem işte kişver-i Rum
mısraı kâfi bir cevaptır.
Parlamenter olmanın yarısı hitabettir. Birinci Mec-lis’te yine parlamento tarihimizin en yaman hatipleri bir araya gelmişlerdi. Mizaçları mı buna müsaitti; yoksa içinde yaşadıkları atmosfer mi onları böyle mantıklı ve heyecanlı, atak ve sakin, hodgâm ve diğergâm fakat daima nüfuz edici bir hitabet kabiliyetine mazhar kılmıştı? Orada da iktidar ve muhalefet vardı. Bir yüzüyle baktığınız zaman birbiriyle kıyasıya çekişen, en ağır suçlamalarda bulunan, başka bir yüzüyle baktığınızda Meclis’e ve Meclis in temsil ettiği millete yabancı olana, düşmana karşı tek bir yumruk, haksızlıklar karşısında en cesur, en cüretli direnişler bu meclistedir.
Her mecliste olduğu gibi orada da hitabet kürsüsünü idare eden birkaç güçlü ses var. Frak-smokin, silindir şapka hatta koyu renk elbise, beyaz gömlek ve kravat aramayan, asker, sivil, sarıklı, fesli bu kalabalığın hatipleri de kürsüde o günlük kıyafetleriyle görünürler. Cami kürsülerinin hatibi, Millî Mücadele’de de o kürsülerden milletin mukavemetini güçlendiren, isyanları bastırmada büyük rol alan Mehmed Âkif, Burdur mebusu Âkif bu kürsüde âdeta yok gibi. Buna mukabil askerlerden Mustafa Kemal. Kâzım Paşa, Rauf Bey, Çolak Selâhaddin; sarıklılardan Konyalı Vehbi Hoca, diğer bir Vehbi Efen-
di, Rasih Hoca; sivillerden İsmail Suphi, Ali Şukru, Hamdullah Suphi. Abdülkadir Kemali, Durak Bey, Celâ-leddin Arif, Tunah Hilmi, Mahmut Esat akla ilk gelen isimlerden.
Fakat burada asıl bahsetmek istediğim başka bir hatip var: Hüseyin Avni Bey. Hatip olmak parlamentoda hiç şüphesiz tek başına bir meziyet değil. Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey yalnız milleti değil, fazileti, namusu, dürüstlüğü, millî hakimiyeti, hattâ o sıkıntılı, olağanüstü dönemde bile demokratlığı temsil eden insandır. Daha hiç kimsenin rejimin nasıl olacağını düşünmediği, hiç olmazsa dile getirmediği zaman bile tek kişinin saltanatı aleyhinde bulunmuş gerçek bir demokrat. Birinci Meclis’te bizzat bulunmuş iki kişinin ağzından, aşağı yukarı benzer intibâlarla Hüseyin Avni Bey’i dinledim. Biri Karesi mebusu Haşan Basri (Çantay), diğeri Batum mebusu Edip (Dinç). Her ikisi de Hüseyin Avni Bey’in kürsüye çıktığı zaman sıralardaki başların dalgalandığını, onun konuşmasını, merak, heyecan, korku, telaş ve endişe karışığı duygularla beklediklerini söylemişlerdi.
Yukarıda adını zikrettiğim hatiplerden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in birdenbire ortadan kayboluşu ve birkaç gun sonra cesedinin boğularak öldürülmüş halde arazide bulunması üzerine Hüseyin Avni'nin kürsü konuşmaları hitabet tarihine girmelidir. Meclis’te memur olarak görev yapmış olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Avni’nin konuşması arasında "Ali Şükrü’yü öldüren bilekleri kıracağız, o bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun" şeklinde bir söz sarf ettiğini hatırladığını, fakat bu cümlenin Meclis zabıtlarına geçmediğini söyler. Haşan Basri Hoca da, çok iyi hatırladığı o celsede Hüseyin Avni Bey’in parmaklarını dinleyici sıraları arasında gezdirerek "Ali Şükrü’yü öldüren, hoca mıdır, ağa mıdır, paşa mıdır, bey midir, her kimse bulup cezalandıracağız" dediğini, bu sırada da, birkaç gün sonra Ali Şükrü’yü tuzağa düşürüp boğduğu anlaşılacak olan Meclis muhafız
alayı kumandanı çeteci Topal Osman Ağa’nın, omuzlarında, belinde el bombası, fişeklikler, tüfek ve tabancasıyla baştan ayağa müsellâh olarak Meclis sıraları arasında dolaştığını söylemişti. Konuşmanın bu noktasında dinleyenlerin birçoğu âdeta sıraların içine çokmuş vazi-yettelermiş.
Hüseyin Avni Ulaş, bütün öteki muhalifler gibi İkinci Meclis’c, hatta ondan sonrakilere giremedi. Hayatını, âdeta lütfen verilmiş, Mahmutpaşa’da İstanbul 5. Noteri olarak tamamladı. Elli yıl evvel, 22 Şubat 1948'de öldü. Hayatını, ister destan gibi, ister tarih ilminin verileriyle öğrenmek isteyenler Ağaoğlu'nun kitabından başka Muammer Çelik'in Hüseyin Avııi Ulaş, Ahmet Demird in Birinci Meclis’te Muhalefet ve Ömür Boyu Muhalefet adlı kitaplarına bakabilirler.
Milli Marş Şairinin Dostu
Whimid ÂKiı olduğu zaman beş yaşındaydım. Ne olumu. ne cenazesinin kaldırılışı, hatta ne de konuşulanlar hafızamda iz bırakabilirdi. Fakat daha sonraki yıllarda onun yakınında veya herhangi bir vesile ık çevresinde bulunmuş olan insanları tanımak bahtiyarlığına eriştim. Celâl Hoca, merhum Mahir İz. kardeşi Profesör Fahir İz gibi Haşan Basri Hoca da bunlardandı. 1964‘te vefat eden Basri Bey'i evinde ve derneklerdeki bazı konuşma-kırından tanıdım. 1950’1» yıllann başında Malta taraflarında bir apartman dairesinde oturan Basri Hocamı Nurettin Topçu ile ziyaret ettiğimizde Birinci Buyuk Millet Meclisi ne ait çok dikkate şayan hatıralar anlatmıştı. Bunların çoğunu yazmadı, yazamadı. Özellikle Ali Şukru Bey’in öldürülmesi üzerine Medis'teki heyecanlı oturumu anlatışını bir başka vesileyle yazmak ıstenm
Kendisinden ve başka hatıralardan topladığımız bilgilere göre BalIkesirli Haşan Basri Bey, genç yaşta gazeteciliğe atılmış, şahsi gayret ile Arapça. Farsça öğrenmiş, medrese bilgilerinde vukuf kazanmış âlım ve edebiyatçı bir zat idi. Son yıllarında yazdığı Kur'ânı Hakun ve Afe-al-i Kerim adlı üç ciltlik tercüme ve muhtasar tefsin ik daha geniş bir çevrede itibar kazanmıştı Âkiften 14 yaş kuçuk olan (doğumu 188Tdir) Haşan Basri Bey "in onun-
la yakınlıkları Meşrutiyet yıllarına tesadüf eder. Âkif 1920 Şubat’ında Millî Mücadele hareketine katılmak üzere Balıkesir’e geçtiği zaman, Haşan Basri Bey de Balıkesir İdadisi’nde edebiyat öğretmeni imiş ve Âkif orada kaldığı on gün içinde Basri Bey’in evine misafir olmuş. İstanbul’da başlayan edebiyat muhabbetleri bu tarihten sonra cephe arkadaşlığına dönmüş. Haşan Basri Bey Balıkesir’den, Âkif Burdur’dan mebus olarak Büyük Millet Meclisi’ne katılmışlar. Bir süre sonra her ikisi de adına ‘İkinci Grup’ denilen muhalefet hareketine dahil olmuşlar. Basri Bey, Ankara’da Tâceddin Dergâhı’nda Âkifin etrafında toplanan sohbet meclisinin baş müdavimlerin-uen biri olmuş. O kadar ki, Mehmed Akif, Bursa’nın işgali üzerine yazdığı meşhur Bülbül şiirini "Basri Bey oğlumuza" ibaresiyle kendisine ithaf etmiştir. Biz Basri Bey’i ziyaret ettiğimiz zaman ondan, Âkif hakkında büyük bir kitap hazırlamış olduğu, çalışmalarının epey tamamlandığı ve yakında yayınlayacağı müjdesini almıştık. Aslında Âkifin ölümü üzerine hemen çıkarmayı düşünmüş; fakat sonra "zülf-i yâre dokunacak" taraflarından dolayı çekinmiş. O 1950’li yılların demokrasiye yeni ısınan atmosferi de, demek hocaya kâfi görünmemişti ki Âkifnâme’nin yayını Basri Hoca’nın ölümünden ancak iki sene sonra gerçekleşebildi. Verilen bilgi ve hatıralar bakımından muhakkak çok zengin ve değerli olan Âkifnâ-me’ye şimdi bakıyorum da pek de o kadar "zülf-i yâre dokunur" bir şey yok. Belki kendisine göre var olanları hayatının son zamanlarında kendisi çıkardı. Belki de bize bazı şeylerin yazılması bügün çok kolay geliyor, onların yaşadığı sıkmtıları idrâk edemiyoruz. Öyle ya, Mehmed Akıfin damadı Ömer Rıza Doğrul’un senelerce müteaddit basımlarını yaptığı Safahaftan bile tâ yakın zamanlara kadar birtakım mısralar, kıtalar çıkarılmış olarak basılmış. Benim lise sınıflarında iken okuduğum Safahat baskısı 1944 tarihli ve yeni harflerle basılan ikinci basımı idi. Çok sonraları fark ettiğim, meselâ Süleymaniye Kürsü-
siinde kitabının orta yerinden şu mısralar onda yoktur (Vaiz Rusya’da Müslümanlara yapılan baskı ve zulmü anlatıyor.):
O zaman iş bitecekmiş... 0 zaman kızlanmız Şu tutunduklan gayet kaba pek mânâsız Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş! Ki kadın "sosyete" bilmezmiş, esarette imiş.
"şahsî gayret ile Arapça ve Farsça öğrenmiş, medrese bilgilerinde vukuf kazanmış âlim ve edebiyatçı bir zat"
Ayrıca Hakkın Sesleri kitabındaki "bir yığın kundakçıdan" diye başlayan koca bir şiir tamamen çıkarılmış. Fatih Kürsüsünde kitabından da epey çıkarmalar olmuş. Halbuki bu şiirlerin yazıldığı ve ilk yayınlandığı tarihlere bakıldığı zaman tenkid edilenlerin Meşrutiyet devrine veya Rusya’ya ait oldukları açıkça görülüyor. Artık gerçekten her ifade üzerinde bir sansür ve baskı mı vardı, yoksa insanlar ürkek mi olmuşlardı?
Yine 1950’li yıllarda üyesi bulunduğum Türk Milliyetçiler Derneği, o kapatılınca kurucularından olduğum Milliyetçiler Derneği hemen her yıl, Mehmed Âkif için anma günleri tertip etmeyi, hakkında kitap çıkarmayı ihmal etmedi. Hangi sene olduğunu hatırlamıyorum, o yıllardan birinde Haşan Basri Hoca’yı da konuşturmuştuk. Geçenlerde dosyalarımı yeniden tanzim ederken uzun ve dar pelür kâğıtlarına el yazısıyla yazılmış bir konuşma metnine rastladım ve hocanın yazısı olduğunu hatırladım. Demin bahsettiğim Âkif toplantısında yapılmış ko-nuşmamn bizzat Haşan Basri Hoca’nın el yazısıyla yazılmış, yer yer çizilme ve düzeltmeleri de ihtiva eden kâğıtlar, Latin harflerini sonradan öğrenenlere mahsus bir kaligrafi gösteriyor. Notlar arasında Âkif le ilgili önemli bilgiler var. "Kadirşinas ve nurlu ihtifal hey’etine" diye başlayan yazı Mehmed Âkif’in karakteri, şairliği ve Mec-lis’teki bazı davranışlarıyla devam ediyor. Basri Hoca, Mehmed Âkif in bir gün Ankara’da şöyle bir kıt’ayı ağzından kaçırdığım yazıyor:
Hikmet ne ezelde yazmamaktan
Ya Rab bizi de ganiyy-i şâkir Aç kamına çok mu kulluk ettik Olduk da bugün fakîr-i sâbir
Akif bu gafletinden o kadar utanmış ki, Basri Bey defterine kaydetmek istemişse de müsaade etmemiş; ama Basri Bey kıtayı ezberlediği için evine dönünce hemen not etmiş.
Hoca’nın hatıraları arasında, başka bir yerde rastlamadığım dikkate şayan bilgiler de var. Bunlardan biri Hintli casus Mustafa Sagîr’in durumundan şüphelenen Mehmed Âkifin onu bir arkadaşı tarafından takibe aldırması ve daha sonra devrin Dahiliye Vekili Adnan Adı-var’a ihbar ederek yakalanmasının teminidir. Diğer mühim bir hadiseyi Hoca’nın yazısından aynen naklediyorum: "Biz Ankara’da ilk zamanlarda rahmetli Âkif, arkadaşım Balıkesir mebusu merhum Abdülgafur ve Afyon mebusu merhum İsmail Şükrü beylerle birlikte kiraladığımız bir evde oturuyorduk. Henüz Meclis’in başlangıç günlerinde idi. Bir gün hoca kıyafetli şeytan bir adam ziyaretimize geldi. Dedi ki: ‘Ben Mustafa Kemal Paşa tarafından elçi olarak gönderildim. Size selamları var. Mec-lis’te dinî bir cemiyet kurmanızı rica ediyorlar.’ Âkif, yayından boşalmış bir ok gibi fırladı: ‘Hoca, hoca, dedi. Anadolu’nun göbeğinde de bir Otuzbir Mart mı çıkarmak istiyorsunuz? Hani böyle bir şey yapmaya kalkınız, evvelâ karşınızda beni bulursunuz. Def ol oradan’." Başı sonu kim bilir nerelere kadar uzanacak bu küçük hadise için Basri Hoca şu cümleyi ilâve etmeyi gerekli görüyor: "Bu meseleden tabii Paşa haberdar değildi."
Mehmed Âkif e de, onun aziz arkadaşı Haşan Basri Çantay’a da rahmet dilerim.
Bir Sevgi ve Merhamet Âbidesi
¿SKİ vokabülerimizde hasbî diye bir kelime vardı. Karşılık beklemeden gösterilen sevgi için, hizmet için kullanılırdı. O kavram, kelimesi ve medlûlüyle, yani delâlet ettiği, ifade ettiği mânâ ile beraber hayatımızdan çekilip gitti. Ben hayatımda, hasbî olmanın ilk örneğini Rahmi Ağabey’de buldum. Galiba son örneği de o idi.
Rahmi Ağabeyin ölümünden bir süre sonra, kurulmasında ve faaliyetlerinde büyük emek ve hizmetlerinin geçtiği Milliyetçiler Derneği, onun hakkında küçük bir anma kitabı çıkarmıştı. Bu broşürdeki beş ayrı yazıyı okuyanlar, Rahmi Eray’a dair ortak bir kanaat aradıkları zaman, zannederim bu hasbî oluşla karşılaşacaklardır..O, gerçekten, eski evliya menkıbeleri kitaplarında anlatılan veli ruhlu kişilerin sonuncusu idi. Yahut Dostoyevski'nin. Stefan Zweig’ın, Duhamel’in romanlarından çıkmışa benzeyen, merhamet âbidesi bir kahramandı. İnsan, hayvan, eşya ve her şey hakkında hissettiği ve bizim de sezdiğimiz merhameti, en sert yüreklilerin bile içini acı ile burktururdu.
Şu soru akla gelebilir: İnsan için mutlak mânâda hasbî olmak, hiçbir karşılık beklememek mümkün müdür En hasbî olan hareketlerimizde bile, en azından ruhi bir haz duymaz mıyız? Veya bir müminin sevgi ve hiz-
Mustafa Sabrı Sözeri'nin nikâh merasiminde.
Üst sırada 2. Orhan Okay, 3. Rahmi Eray, 4. Emin Acar, 5. İlhami Karayalçın, 6. Gökhan Evliyaoğlu, 7. Cemal Külahlı, 8. Nurettin Özdemir; alt sırada Mehmet Kaplan, Nurettin Topçu, Celâl Hoca.
'Cünün ve gecenin belirsiz zamanlarında, derilerine ortak arayanların, ruh ve fikir buhranı geçirenlerin sığınağı'
metinde, Allah rızasına ulaşmak gibi bir kulluk zevki bulunmaz mı? Eğer bu duygu, hasbî olmanın sınırlarını aşıyorsa ve ona bir halel getiriyorsa, hiç şüphesiz Rahmi Ağabey de, bu iyilik etmenin zevkini, hazzını yaşıyordu. Zaten biz insanlar için hasbîliğin de son haddi bundan ibarettir.
Ben Rahmi Ağabey’i, 1949 yılında, Türk Kültür Ocağı’nın tertip ettiği seminerler sırasında tanıdım. Türkiye’de, nisbeten hür ve demokratik hareketlerin başladığı 1946 yıllarından itibâren, hemen çoğu milliyetçi hareketlerin kuruluşunda, çalışmalarında veya arka plânında Rahmi Eray’ın varlığı hissedilir. O yıllarda hastalığı, ken-
dişini henüz yatağa mıhlamamıştı. İstanbul valilik binasının hemen karşısında, şimdi yıkılmış bulunan bir İzzettin Han vardı. Oranın galiba ikinci veya üçüncü katında, bir buçuk odalık bir bölümde Türk Kültür Ocağı adını taşıyan bir dernek bulunuyordu. Rahmi Ağabey buranın da ağabeyi idi. Bu yirmi yirmi beş kişinin zor sığabildiği odada, hoyrat ve saldırgan bir ideoloji kavgası yapılmıyor, Doğunun, Batının büyük felsefî, edebî, fikrî eserleri okunuyor, üzerlerinde münakaşalar yapılıyordu. İnsanın bulunduğu her yerde olduğu gibi, burada da farklı düşünceler, bir takım aykırı fikirlerin karşılaşmasına sebep oluyordu.
İlk tanıdığımda, Rahmi Ağabey bu lokalde Dosto-ycvski üzerine tartışmalı bir semineri idare ediyordu. Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Budala, Raskolnikofların, Mitya'larm biri gelip biri gidiyordu. Zaman zaman çağrışımlarla uzak konulara atlanıp, yine Dosto’ya dönülüyordu. Semineri Rahmi Ağabey mi hazırlamıştı, yoksa o mu idare ediyordu, hatırlamıyorum. Fakat sorulara, münakaşalara, uzlaşılır, kabul edilebilir kapılar açan, çıkış yolları gösteren hep onun otorite ile sükûnet arasındaki sözleri idi. Daha sonra başka toplantılara da katıldım. Hepsinde, hiç heyecanlanmadan, herkesi sükûnetle dinleyerek, hattâ neredeyse herkesi haklı görerek, akl-ı selimin yolunu göstermek istiyordu. Sonraları onun bu metoduna alıştım. Sokrat't okuduğum ve sevdiğim senelerdi. İkisi arasındaki ilişkiyi bulmakta gecikmedim. Rahmi Ağabey, muhatabının, bazan hasmının fikrini kabul ediyor, onun sözlerinden hareket ederek, sâkin bir şekilde asıl vermek istediği mesajı çok defa karşısındakine söyletiyordu.
Demin hasımları dedim. Aslında pek hasmı olduğunu zannetmiyorum. Kuttur Ocağı'ndaki seminerlerde, ^Î1 saikan onun yaşlarında, yine milliyetçi gençlerin ağabeyi olmuş bir Fethi Gemuhluoğlu vardı. Onunla bâzı münakaşaları olmuş. Birkaç sene evvel Ergun Göze'nin bir koşcbaşı yazısında, Gcmuhluoğlu'nun şöyle demiş ol-
dudunu okumuştum: "Rahmi Eray'la iki defa tezada duştuk. Ama ikisinde de o haklıydı." Heyecanlı, haşin hattâ biraz kırıcı bir mizacı olan Gemuhluoğlu'nun bu soru, Rahmi Ağabey’in etrafındaki tükenmeyen saygı hâlesini ' zannederim izaha kâfidir.
1950’den sonra hastalığı bayağı ilerlemişti, özellikle mevsim değişmelerinde ağrıları daha da artıyordu. Haftalar, aylar, nihayet yıllara uzayan, yatağa mahkûmiyet denesi başlamıştı. Bu, ondaki çalışma şevkini kırmamış, aksine, dolaşamadığı için, okumaya ve düşünmeye daha çok vakit bulmuştu. Hastalığının, her an için hayati tehlike taşıdığını bizim kadar o da biliyordu. Ben, hastalığı ile bu kadar haşır neşir, bu kadar dost olan bir insan tanımadım. Âdeta hastalığını seviyordu. Onun periyodlarını takib ediyor, bir arkadaş gibi kriz zamanlarının gelmesini bekler oluyordu.
Bu hastalığı sırasında düşünmeye ve okumaya daha çok zaman ayırdığını söyledim. Gerçekte buna da nasıl zaman ayırabildiğine şaşmamak mümkün değildi. Evi bir tekke gibiydi. Günün ve gecenin belirsiz zamanlarında, dertlerine ortak arayanların, ruh ve fikir buhranı geçirenlerin, sadece sohbet etmek için evine uğrayanların haddi hesabı yoktu. Hepsini bıkmadan güler yüzle karşılar, dinler ve bir çözüme götürürdü. Onun. Doğunun ve Batının büyüklerinden ilham alarak, süzülmüş ve bir senteze ulaşmış bir takım vccizeleri, yahut vecize dcmıyeyım, hayatımızı kolaylaştıran formülleri vardı. Hizmet ehli olmak sözü onun muydu, yoksa yine o kaynaktan içen azız ferruh Bozbcyli’nin miydi? Kader için "tabii adalet" derdi. İnsan iradesine büyük güveni vardı. Kader, irade, isyan, itaat gibi karmaşık meseleler, onun uzlaştırıcı sözleriyle çozuluyordu. Aslında belki çözülmüyor, içimizdeki çatışmayı daha uzlaşır hâle getiriyordu. Tıpkı kendisinde, hastalıkla sağlığın hoş bir geçimde olması gibi. Boylecc zamanla evi bir ağlama duvarı, bir günah çıkarma zaviyesi hâline gelmişti.
1950’den sonra Türk Kültür Ocağı, diğer bazı milliyetçi kuruluşlarla beraber aldığı bir ortak kararla önce Milliyetçiler Federasyonuna, daha sonra da Türk Milliyetçiler Derneği’ne dönüştü. Yüze yakın şubesi ile Anadolu’nun sathına yayıldı. Bugün çok sudan sayılacak sebeplerle 1953’te de kapandı. Bir müddet sonra Rahmi Ağabeyin evinde toplanan otuz kişi, Milliyetçiler Derne-ği’nin yeniden kurulması kararını alıyordu. Her zaman olduğu gibi Rahmi Ağabey ne kurucular arasında yer aldı, ne derneğin üyesi oldu. Fakat derneğin kültür birikiminde ve faaliyetlerinde hep onun işaret ettiği sevgi ve merhamet dağıtıcılığı, hizmet aşkı, fazilet ve feragat duyguları vardı.
Rahmi Ağabey, bir neslin yetişmesinde, çeşitli istikametlerde rol oynamış olan Nurettin Topçu, Celâl Hoca ve Abdülaziz Efendi gibi sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek birkaç büyük insandan biri olarak ve öyle inanıyorum ektiklerinin meyvalarının olgunlaştığım görmenin bahtiyarlığı içinde aramızdan ayrıldı. Ölümü sırasında ben Diyarbakır’da öğretmendim. Hocam Nureddin Topçu bana yazdığı mektubunda şöyle diyordu:
"Sana yüreğini sızlatacak bir haber vereceğim. Rahmi Eray’ı kaybettik. Âni olarak bir kalb damarının tıkanmasıyla vefat etti. Yüreğimiz yandı... Şu vefasız hayatta ye’sin, derdin, cefanın da safası yok. Hem Allah’tan başkasının gerçek var olmadığı bu âlemde neye küsüp neye yanahm?"
Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam
_Whmed Hamdi Tanpınar, şiirlerinde kendinin, romanlarında kendisi ile beraber başkalarının da peşinde olduğunu söyler. Bu söz bize roman kahramanlarının yazarla aynileştirilmesinin ne kadar isabetsiz olduğunu işaret ettiği kadar şiirle şair arasındaki ilişkilerin de o kadar yakınlığını düşündürüyor. Başka bir deyişle, şiirin dışındaki edebî türlerde kurmaca eğrisi yükselirken şiirde sıfıra doğru yaklaşır. Kısacası, şiirdeki ‘ben’ ile şair arasında benzerlikler aramanın pek de yanıltıcı olmadığını, üzerinde düşüneceğimiz örnekler bize gösteriyor.
Aldanma ki nair sözü elbette yalandır mısraını, Protagoras sofizmi ile "Bir şair sözü olduğuna göre bu da yalandır, öyleyse şair sözü doğrudur" diye cerhedersek bunun en güzel örneği her halde Mehmed Âkif olur. İnan ki her ne demimsem, görüp de söyleminim ve Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek mısralarının sahibi, Tanpı-nar’ın söylediği kadarının çok üzerinde, tamamıyla şiirlerinin içindedir. Yani Safahat’ın. O zaman Safahat’taki ‘ben’i Akif le birleştirmemiz belki her şairden daha fazla isabetli görünüyor.
Pek az şair Mehmed Âkif kadar içinde yaşadığı toplumun parçası haline gelmiş ve onunla haşir neşir olabilmiştir. O, âdeta bir toplum mistiği gibidir. Cami kürsü-
sunden kahvehane ve meyhane peykelerine kadar toplumun her tabakasına sokulan Âkif bu tarafıyla belki de edebiyatımızın tek şairidir. Necip Fazıl’ın Haykırsam kollarımı makas gibi açarak I Darım kalabalıklaş bu cadde çıkmaz sokak mısraları Necip Fazıl’dan çok Âkife yakışırdı. Bununla beraber satır-mısra aralarına bakan dikkatli bir göz onun iç dünyasında hiç de kalabalıklarla beraber olmadığını fark edecektir.
Bir toplum şairi olarak şiirlerinde aile kuruntunu yücelten. üç sınıf halka, ihtiyarlara, kadınlara ve çocuklara içi parçalanan ve onlara merhameti telkin eden Akif, Sa.. ında yer yer kendi ailesinden de bahseder. "Hayat Arkadaşıma" adlı kıtasında eşine hitap eder. Büyük kızları Cemile ve Feride kendi isimleriyle "Bebek yahut Hakk-ı Karar" adlı manzum hikâyesinin kahramanlan olurlar. Büyük oğlu Emin de ^sz/n’da, Hocazade’nin oğlu olarak yerini alır. Başkalarının kaleme aldığı onunla ilgili hatıralarda da mutlu bir baba portresi çizildiği görülüyor.
Ancak bu örneklere ve aile müsessesine karşı bu saygısına, dikkatine rağmen Mehmed Âkifin tuhaf bir şekilde, evlere sığmayan bir mizacı olduğu da yine şiirlerinden anlaşılmaktadır. Bir defa hiçbir şiirinde ev içi tasviri yoktur. Yukarıda bahsettiğim "Bebek yahut Hakk-ı Karar” gibi bütün Asım da evin içinde geçer: Fakat bunlarda da ev içine ait hiçbir özellik, mesela en ufak bir mekân tasviri bile yoktur. Safahatta eğer tasvir denilebilirse tek ev tasviri Seyfı Baba nın fakir hanesinden ibarettir. Buna mukabil pek çok manzum hikâyesinde kendi evinde bunalan, canı sıkılan, kendini âdeta sokağa dar atan bir Akıt i buluruz. Daha ilk şiirlerinden "Fatih Camii"nde sabah ezanını beklemeden sokağa çıktığını söylerken, Küfe de sabahleyin erkenden evden "mutada inkıyad ile yani âdet edindiği üzere çıktığını ifade eder. "Hasır" manzumesinde bir ufak dolanma bahanesiyle evden avrıl «lığını anlatır. Meyhane'nin başında Canım sıkıldı dun akğam sokak sokak gezdim, "Mezarlık"ta Geçen sabah u
"... bu ızlırjplı çehreyi gördükçe...'
Eyyub’a doğru çıkmıştım der. "Bayram"da ise Bütün gün evde oturmak ne olsa pek boktur / Bu arzu-yı tenezzüh gelince artık ben / Durur muyum? Ne gezer! Fırladım hemen evden diyerek sokağa çıkma huyuna tatlı bahaneler arar.
Mehmed Âkif mizaç olarak vefa duygusu olan, verdiği sözü yerine getiren, karşısındakilerden de buna uymasını bekleyen, bu yüzden çabuk kırılan; fakat bu prensiplerinin dışında şakalaşmaktan, arkadaşlarına takılmaktan, nezih eğlencelerden hoşlanan bir insandır. Fakat mesele toplumun dertlerine gelince, birdenbire büyük ve muzdarib bir veli olur. O zaman, içinde yaşadığı milletinin, bir parçası olduğu ümmetinin yakasından tutup onu sarsmağa kalkar. Safahat, "Dolaş da yırtıcı arslan kesil behey miskin!"; "Ey millet-i merhume sabah oldu uyan!"; "Ey dipdiri meyyiti"; "Ey millet uyan, cehline kurban gidiyorsun!" gibi sarsıcı, uyarıcı mısralarla doludur. Fakat ye’si, ümitsizliği bir felsefe olarak zihninden uzaklaştırmış olan o güçlü iradesine rağmen, onun da toplumda sesine bir yankı bulamadığı ve ümitsizliğe düştüğü zamanlar olur. O zaman, tıpkı evine sığamayışı gibi dünyayı da dar bulur, vatansız, hanümansız bir garip haline gelir. Asıl dikkati çeken, bu kırgınlıkların yaşlılık gibi sebeplere bağlı olmayışıdır. Kitabının hemen her safhasında bir tarafta toplumu uyarma ve ona yol gösterme iradesi, diğer tarafta yalnızlığı, fakat çelişkili değil, âdeta baş başa iki hayat tezahürü olarak dalgalar halinde gelir ve gider. Yine Safahat’ın ilk kitabındaki "Canan Yurdu" adlı şiir Feryadımı yok mu eyleyen guş I Yâ Rab! Bu nasıl cihan-ı hâmuş / Bir yok’ diyecek şada da yokmuş mısralarıyla biter. Mehmed Âkıf çığlıklarına yankı arayan bu motifi birkaç defa daha kullanacaktır: "Bütün yokluk mu her yer, bari bir yok der şada yok mu?" Hakkın Sesleri’ndeki bu uzun manzumenin ortalarında şair yalnızlığına, meçhul bir yolcuyu ortak etmek ister:
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım Elemim bir yüreğin kân değil, paylaşalım
Şiirin sonunda en iyi dost olarak yalnızlık kalmıştır:
Bana vahdet gibi bir yâr-ı müsait lazım Artık ey yolcu bırak ben yalınız ağlayayım
Âsim’da. bu yalnızlığı Köse İmam temsil eder:
Bana dünyada ne yer kaldı emin ol ne de yar Aranm göçmek için başka zemin, başka diyar Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder Bir güler çehre gezip güldüğü yoktur yüzümün Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün
Bir sonsuzluk arayışına doğru giden bu bedbin mısralar, nihayet hayatının son yıllarında ona mistik bir dünyanın kapılarını aralar. Gölgelerde Âkif bütün büyük yalnızlar gibi çilesinin meyvesini toplar: Gece, Secde ve Hicran şiirleriyle. Safahat’ta bir yandan nükteli, hoşsohbet Köse İmam’ları, Hocazade’leri, bir yandan cerbezeli Abdürreşid İbrahim’leri, Dirvas’ları, Ömer’in karşısındaki kocakarıyı, Hüsam Efendi Hoca’yı, Hoca Mandal’ı okurken mısralar arasından bu ızdıraplı çehreyi gördükçe aklıma hep Abdülhak Hamid’in bir beyti gelir:
Bu taş cebinime benzer ki aynı makberdir Dış sükun ile zahir, derunu mahşerdir.
Osmanh ve Cumhuriyet Arasında Bir Hoca
Nüfustaki kaydı: Mahmud Celâleddin Ökten.
Bu isimlerden hiçbiri onu tanıyanlara bir şey hatırlatmaz. Benden önceki nesil, benim neslim ve benden sonrakiler onu hep Celâl Hoca diye bildiler.
Bir gün birkaç öğrenci gelip bir mesele için ona başvururlarken "Bizi Nurettin Topçu gönderdi" demişler. "Ne dedi?" diye sormuş. "Bunu Celâl Bey’e sorun, o bilir, dedi" demişler. O zaman Celâl Hoca "Doğru söylemiyorsunuz, demiş, Nurettin bana Celâl Bey demez, Celâl Hoca der." Bu fıkrayı başka ağızlardan ufak tefek varyantlarla birkaç defa dinledim. Ama kıssadan hisse hep aynıydı: Celâl Bey yok, Celâl Hoca var. Halbuki o hem medresede okuduğu için Celâleddin Efendi idi, hem Da-rülfünûn’da ve Darülmuallimîn’de okuduğu için Celâl Bey’di. Bunlara ilave olarak genç yaşta Trabzon’dan gelmiş, evinde cepli ve çizgili entarisiyle oturmaktan hoşlanan, enfiye tiryakisi son Osmanh; sokakta beresi veya fötr şapkası, gömleği ve kravatı, gerekiyorsa bir bakanla protokoler konuşmasıyla İstanbullu bir Celâl Beyefendi idi. Ama bütün bu herkese mahsus unvanlar yerine galiba kendisi de Celâl Hoca olmaktan daha çok hazzederdi.
Bir muallimin, isminden çok hocalığı ile ebediyete intikal etmesi ne büyük bahtiyarlıktır. Birkaç yıl evvel okullardan "hocam!" hitabını kaldırma emri veren bir millî eğitim bakanı vardı. Zehî gayret! Zehî tegafül! O bakanın icraat diye acaba hangi faaliyeti hatırlanıyor?
1882 doğumlu Celâl Hoca 1961 yılının 21 Kasımımda vefat etti. Ölüm yıldönümünde rahmete vesile olsun diye, birçok meziyetleri yanında bugünkü imam-hatip okullarının kurucusu olarak anılması, unutulmaması gönlümden geçiyor.
1947 veya 1948. Darüşşafaka Lisesi kürsüsünde “yalpalanmayan vakur bir şahsiyet'
1946-1950 yılları arası Türkiye’de demokrasiye intikal dönemidir. Demokrat Parti kurulmuştur ve her muhalefet gibi iktidarın yapamadıklarını va’d etmektedir. Bu va’dler arasında fikir ve vicdan hürriyeti başta geliyor, dolayısıyla nisbî bir inanç, ibadet serbestliği, buna bağlı olarak dinî yayınlar görülüyordu. İktidardaki CHP. kerhen razı olduğu bu demokrasi oyununda geri kalmamak için bazı kozları muhalefetin elinden almak istiyor-
du. 1946 öncesindeki yıllarda icrası değil, teklifi bile laikliğe aykırı görülecek birtakım konularda, kozu muhalefete kaptırmak istemeyen iktidar, bazı tavizlere başlamıştı. Partinin böyle bir dünya görüşü ve felsefesi olmadığı için bunları taviz olarak adlandırmakta hiçbir engel yoktur. Böylece arka arkaya beş-on hadise CHP’ye neredeyse muhafazakâr bir görünüş kazandırıyordu. Bunlardan birkaçını burada zikretmek isterdim, fakat Celâl Hoca’yı anlatırken konunun başka taraflara sürüklenmesini arzu etmediğim için bunları başka bir yazıya bırakarak imam-hatip okulları bahsine geleyim.
Zannediyorum 1927 veya 1930 yılında bütün imam-hatip okulları kapatılmış oluyordu. Memleketin imam ve hatip ihtiyacı da kendiliğinden yetişenlerin eline kalmıştı. Bunun manasızlığını, abesliğini bugünün insanına anlatmak kabil mi? İşte yirmi küsur yıl sonra, bu mâ-nâsızhğm hükümet tarafından anlaşılmış olmasından dolayı değil, biraz yukarıda bahsettiğim muhalefetin eline geçmiş olan bir kozu yakalamak için on ay süreli bir imam-hatip kursu açılmıştı. Langa’da metrûk ve izbe muhtemelen eski bir sıbyan mektebi veya aşhane, fakat herhalde bir külliye müştemilatı binasında derse başlayan kursun önce meslek dersleri hocası, bir süre sonra da müdürü Celâl Hoca idi. Tahmin ediyorum ki, hükümet içinde bu işlere biraz daha sıcak bakan Milli Eğitim Bakanı rahmetli Tahsin Banguoğlu, İstanbul Sultanisi’nden Arapça hocası Celâl Hoca’yı bu kursun başına bir cemile olmak üzere tayin etmişti. Ben Celâl Hoca’yı bu kursta iken tanıdım. Lise öğrencisiydim. Nurettin Topçu’yu tanıyordum. Daha sonra imam-hatip okulunda öğretmenlik yapacak olan Mustafa Sabri Sözeri’yi tanıyordum-Böylece Celâl Hoca’nın rahlesine yaklaşmak benim için pek zor olmamıştı. Hoca, kursun Arapça derslerine fırsat buldukça devam edebileceğimi söylemişti. Ben de lise derslerimin verdiği imkân içinde bir süre bu derslere devam ettim. Fakat asıl düzenli derslerimiz bu tarihten bir-
kaç sene sonra, Hoca’nın evinde, iki kişilik daha dar ve özel bir çerçeve içinde olacaktı.
Bu kurs galiba iki sene kadar devam etti. Zaten 15-20 öğrencisi vardı. Çoğu da yaşını başını almış insanlardı. Hatta öğrenciler belli bir sayıya ulaşmazsa kursun açılmayacağı tehdidi karşısında Celâl Hoca, galiba kursun hademesini filan da kaydettirmişti.
Bu işler olurken 1950 seçimleri yapıldı. CHP’nin bütün o tavizleri boşa gitti ve Demokrat Parti iktidara geldi. O yılın Ağustos ortalarında da Tevfık İleri Milli Eğitim Bakanı oldu. Celâl Hoca’nın bu kurslardan önce de, kurs süresi boyunca da ideal bir imam-hatip okulları programı üzerinde çalıştığını biliyorduk. En küçük teferruatına kadar okutulacak dersler, ders programları üzerinde düşünüyor, hepsini önce kafasında, sonra kâğıt üzerinde yerlerine yerleştiriyor, böylece kanaviçe gibi hiçbir karesini boş bırakmamak üzere planını tamamlıyordu. Tevfik İle-ri’nin bakanlığı böyle bir tasavvuru gerçekleştirmek için büyük bir ümit kapısı oldu. O zaman bakanlık özel kalem müdürü olan Cahit Okurer’in tavassutuyla Celâl Hoca, Aıkara’ya çağrıldı. Aslında hayatı boyunca devlet kapısına yüzsuyu dökmeyen, hükümet işlerinde gerekli ince politikadan anlamayan, Karadeniz’in bu anud ve vakarlı insanını, Tevfik İleri, inadını ve vakarını kırmadan, hoş-nud ederek karşıladı, ağırladı ve itibar etti. Hoca’yı, Ankara günlerinin akşamlarında yalnız bırakmadı, dostlan ve aileleriyle beraber evinde bu son Osmanlı âliminin sohbetlerinden faydalanma inceliğini gösterdi. Böylece hocası Kemalpaşazade’ye hürmeti ve itibarıyla tarihe geçen Yavuz Selim gibi, Cumhuriyet devrinin ender devlet adamlarından biri olduğunu gösterdi.
Celâl Hoca’nın Ankara macerası uzun ve benim hepsini bilemediğim ayrı bir destandır. Arapça’sı dışında fıkıh ve kelâm gibi İslâmî ilimlerde olduğu kadar edebiyat, Batı felsefesi ve psikolojisi bilgisi ve geniş bir düşün-
ce ufku olan Hoca, bir taraftan Diyanet teşkilatındaki kendi tabiriyle "armut kafalı" hocalara, öbür taraftan Ta-lim-Terbiye Dairesi’nin zındık üyelerine laf anlatma mücadelesi veriyordu. Diyanet’tekiler ders programındaki felsefeyi, sosyolojiyi, yabancı dili, hele fizik, kimya, matematik gibi dersleri gereksiz buluyorlar, Talim-Terbiye üyeleri ise Arapça’ya itiraz edip Kur’ân-ı Kerim’in tercümesinden veya Latin harfli basımından okunmasını teklif ediyorlardı. Zaten daha esastan itirazları vardı: Münakaşa, yedi yıllık imam-hatip okulları değil, on aylık kurs mu devam etsin yoksa iki seneye mi çıkarılsın konusu üzerindeydi. Tevfik İleri’nin kararı Diyanet’i de, Talim-Terbiye’yi de aşarak işi kestirdi. Yedi yıllık imam-hatip okullarının açılması kararı çıktı.
Celâl Hoca, İstanbul’a döner dönmez, artık ilk müdürlüğü de üzerine verilmiş olan okulunu açma gayretlerine düşmüştü. 1951 yılının yaz aylarıydı. Önce bina, sonra hoca bulmak gerekiyordu. Karar çıkmışken bir riske girmemek için okulun açılışını, müteakip seneye bırakmak istemiyordu. Fakültedeki ilk yılımın tatilindeydim. Bu hizmet çorbasında bir tutam tuzumun olmasmı bana lütfeden hocama minnet borcum vardır. Nerede bakanlığa veya vakıflara hatta özel şahıslara ait bir bina bulunduğunu duysa bana haber veriyor, oraya gidiyorduk. Yetmiş yaşında kaç insan bu hasbî gayreti gösterebilir? Bir gün Üsküdar’a, bir gün Şehremini’ne, bir gün Beyoğ-lu’na, bir gün Fatih’e gide gele, çoğu terk edilmiş, uzun tamire muhtaç, bazıları yıkık medreseler olan bütün ümit kapılarını yokladık. Nihayet Vefa Lisesi’nin karşısında, Zeyrek Ortaokulu’nun boşalttığı büyük ahşap konak binası uygun bulundu. O da tamire muhtaçtı ama, artık kaybedilecek zaman yoktu. Bir süre sonra, ders yılı başlangıcını biraz geçmiş olduğu halde, ilk imam-hatip okulu, bakıyyetıissüyuf olarak nasılsa hayatta bulunan son din âlimlerinin öğretime katılmalarıyla açıldı.
* * *
Celâl Hoca yakın devir eğitim tarihimize imam-hatip okullarını ihya eden bir şahsiyet olarak geçecektir. Bu hükmüm tahminden çok ümit ve temennidir. Eğer vefa duygumuz varsa bu böyle olmalıdır. Yukarıda onun 65 yaşını geçmiş emekli bir öğretmen olarak imam-hatip programlarını hazırlamasından, bunların kuruluş mücadelesinden bahsetmiştim. Şimdi biraz daha özel bir Celâl Hoca’yı anlatmaya çalışacağım. Çocukluktan gençliğe geçtiğim yıllardı. İstanbul’un, bu büyük şark metropolünün kendine mahsus simaları arasında, belli bir çevrede meşhur olmuş bir Sakallı Celâl’i vardı. O da öğretmendi veya bir mektepte müdürdü. Celâl Hoca’yı ilk defa ben Vefa Lisesi ilk sınıfında iken, bir teneffüste, emekli olarak, belki bir vesile ile eski okulunun koridorlarında, etrafını geçen yıllardan tanıdığı son sınıf öğrencileri sarmış ve bir sohbete dalmış olarak gördüm. Kim olduğunu sorduğumda, Celâl Hoca, demişlerdi, eski felsefe, psikoloji, edebiyat, yurttaşlık vs. hocamız. Fazla mübalağalı olmayan hafif sakalıyla, birdenbire acaba Sakallı Celal mi diye kendi kendime düşündüm. Halbuki, o sırada akıl edemi-yeceğim kadar birbirinden uzak dünyaların insanı idiler. Sonra sonra demin bahsettiğim Langa’daki imam-hatip kursuna devam ettim ve Celâl Hoca’nın tiryakisi oldum.
Belki küçük bir ayrıntıdır, ama bilinsin istedim. Bugün sakaldı, kravattı, başörtüsüydü diye yılların heba edildiği taassup kavgası acaba o zamanlar nasıldı? Herhalde memur sakal bırakmıyordu. Yasak mıydı, bilemiyorum. Ama Celâl Hoca sakallıydı. Yalnız benim tanıdığım emeklilik çağında değil, daha evvel de. Belki sakalını hiç kesmemişti. Yalnız o da değil, Kuleli Askerî Lisesi debiyat Öğretmeni Tahir Olgun, yani Tahirülmevlevî e sakallı olarak, hem de bir askerî okulda senelerce derse girmiş. Celâl Hoca’nın bende, Darüşşafaka Lisesi’nde, ursüde ders anlatırken çekilmiş bir fotoğrafı da var, sa-
kaili. Zannederim 1947-48 senelerinde çekilmiş olmalı. Celâl Hoca, İstanbul Sultanisi’ndeki Arapça hocalığını, artık okullarda Arapça okutulmayacağı için kaybetmiş, ama ondan sonra Allah ne verdiyse, edebiyat, Türkçe, psikoloji, yurt bilgisi dersleri okutmuş. Hep o sakalıyla. Hem de Cumhuriyet tarihinin en otoriter, otoriter ne de-gıek en despot maarif bakanının devrinde. Haşan Âli Yücelin’ ’ ' ' ‘ j
Tahirülmevlevî’nin durumunu bilmiyorum, ama Celal Hoca’nın bana göre sanki hepimizin üzerinde olduğu gibi daha başka çevrelerde de herkesten farklı bir imtiyazı, belki bir ilim adamı olmanın vakur otoritesi vardı. Bunu bir süre sonra bir tesadüf vesilesiyle fark edecektim. Galiba yine imam-hatip okulu için bina aradığımız günlerdeydi. Celâl Hoca’yla BabIâli’den Sirkeci’ye doğru iniyorduk. Birden karşımıza haşmetli kaşlarıyla Haşan Âli Yücel çıktı. Daha doğrusu sadece resimlerinden bildiğim için Haşan Âli olduğunu tahmin etmiştim. Biz yukarıdan, o aşağı taraftan geldiği için zaten seviye olarak biraz aşağıda kaldığı gibi, bir de, Hoca’ya yaklaşınca, bana biraz mübalağalı görünen, eskilerin kandilli temenna dedikleri tarzda, elini evvela dudaklarına, sonra alnına, sonra göğsüne iliştirip yerlere kadar eğilerek "Allah ömürler versin beyefendi!" dedi. Celâl Hoca vakur, dik bir adamdı. Vakarından mı, yoksa biraz da gururundan mı bilmiyorum, hiç eğilmedi ve elini yumuşak bir asker selamı gibi alnına götürerek mukabele etti. "Haşan Âli idi, değil mi hocam dedim. Hoca hiç önem vermiyormuşçasına sadece kısa bir "evet" demekle iktifa etti. Bu kısacık karşılaşmanın ve selamlaşmanın arkasında bana sanki geçmiş bazı hikâyeler var gibi geldi, ama soramadım. O tek başına "evet" cevabı bu hikâyelerin teferruatına girilemeyeceğini gösteriyordu.
Celâl Hoca nın, bu iradeli insanın iki şeye zaafı vardı. Biri, ailesine ve çocuklarına düşkünlüğü idi. Çocuklarıyla küçük küçük şakalaştığını, onlara takıldığını benim
tanıdığım yıllarda onlardan bahsederken nasıl gözlerinin ışıldadığını, üzerlerine titrediğini biliyorum, ikinci zaafı enfive tiryakiliği idi. Sigara dahil hiçbir iptilası olmayan bir insanın bu küçük alışkanlığı şüphesiz ehemmiyetsiz bir şeydi. Hâlâ enfiye kullananlar var mı bilmiyorum. Bir şeye alışkanlığım olacaksa enfiye kullanırım diye aklımdan geçtiği olmuştur (Belki bir de nargile). Sigara gibi, günün her saatinde, her mekânda, bütün etrafındakileri rahatsız eden bir irade düşmanının yanında enfiye ne kadar masum kalıyordu.
Bir çeşit terbiye edilmiş tütün olan enfiyeyi o zamanlar Tekel idaresi yuvarlak teneke kutularda satışa çıkarıyordu. Ama tıpkı sigara gibi başka türlü, hatta ithal enfiyeler de vardı. Celâl Hoca’yla sokakta yürürken bazen kendi yaşıtı olan arkadaşlarıyla karşılaştığımız olurdu. O zaman enfiye tiryakilerinin, tıpkı sigara içenlerde olduğu gibi birbirlerine iltifatlı, özel tabirlerle bir enfiye protokolü denilebilecek konuşmalarına şahit olurdum. Ceplerden kutular çıkar. Kiminin Tekel tenekesi, kiminin daha özel kemik, gümüş, bağa kutularının kapakları açılır: "Seninki ne, Alman mı? Benimki yerli" tarzında muhaverelerden sonra eller harekete geçer, sağ elin baş ve işaret parmak uçları karşısındakinin kutusuna dalar, hemen bir küçük tutam enfiye alınır, burnun sol kanadı sol işaret parmağı ile kapatılır, burnun sağ deliğine de o toz parçası, derin bir nefes alınarak itilir. Zannediyorum burunda bıraktığı acı bir lezzeti olurdu. Hepsinin ceplerinde çizgili ketenden, âdeta küçük bir bohça büyüklüğünde mendiller bulunur, biraz sonra o mendiller çıkarılarak burundaki enfiyeyle karışık ifrazat temizlenir. Tabii o mendil-olurd^n^n ^ saatlerin<^e nemden bayağı ağırlaştığı
Celal Hoca’nın hatırlanması gereken bir de rüya ta-■ralıgı vardl Gençliğinde, KaragümrükTeki Cerrahî etmiş.
reddın Efendi rüya tabirinde ender görüteMÇet-
li (belki Allah vergisi) insanlardanmış. Celâl Hoca’ya da bu kabiliyeti kazandırmış. Bu nasıl olurdu, bilmiyorum. Eskiden beri, dinî çevrede de, bunun dışında da rüya merakı malûmdur. Bir yığın da rüya tabiri kitapları vardır. Fakat bence asıl tabir, yani yorum içten gelen sezgi gibi, belki ‘einfühlung’ gibi bir aydınlanma, bir açılmadır. Şiir nasıl yazılır diye sorulmadığı gibi rüya nasıl tabir edilir diye de sorulmamalı. Ama pek çok şey gibi elbet bunun da bir eğitimi vardır. Celâl Hoca, şeyhinden bu eğitimi almış. Fahreddin Efendi bir gün ona "el vererek" artık kendi başına yorum yapmasına izin vermiş. Celâl Hoca büyük bir coşkunlukla yanından ayrılmış. Fatih’e doğru yürürken karşısına çıkan tanımadığı bir adam ona rüyasını söyleyip yorumunu istemiş. Celâl Hoca, sen benim rüya tabir ettiğimi nerden çıkardın, diye sorunca, başında sarık gördüm (Hoca medresede okumaktadır), elbet bilirsin dedim, demiş. Böyle böyle birkaç adım gittikçe bir başkası durdurup boyuna rüya sormağa başlamışlar. Diyor ki Celâl Hoca, "O zaman gerisin geri Fahreddin Efendi’ye döndüm, bunun bir parçasını benden geri al, dedim."
Celâl Hoca benim tanıdığım zamanlar çok kişilerin rüyalarını tabir ederdi. Bazen hiç tanımadığı siyasilerin bile ona rüya tabir ettirdikleri olurdu. Bazen de anlatılan rüyaya, "Bu senin dışında bir rüya, anlattığın iyi oldu, ama bilmesen de olur" dediği olurdu.
Fevkalade Arapça’sıyla, Arap edebiyatı, Türk edebiyatı, İslam tarihi, fıkıh, usûl-i fıkıh, kelâm gibi alanlardaki geniş bilgisiyle ve belki daha da önemlisi, meselelere tam bir ilim adamı vukufu ve objektif yaklaşma tarzıyla Celâl Hoca, zamanında da günümüzde benzeri nadir bulunacak insanlardandı. O bilgilerin, pek çok şark âlimi gibi birkaç yazısının dışında kitaplaşmaması bir kayıptır-Bu biraz da hatadan korkmanın alameti olsa gerektir. Ama geride bıraktığı binlerce talebenin zihninde, bazıla-
rının eserlerinde o olağanüstü zekânın ve hocalık hizmetlerinin izleri yok mudur?
Kader ona seksen yıllık ömrünün, âdeta bıçakla bölünmüş gibi yarısını Osmanlı, yansını Cumhuriyet insanı olarak yaşamasına imkan vermişti. Celâl Hoca günlük hayatında da, resmî görevlerinde de her iki dönemi hakkıyla yaşadı. Mollalığında ve darülfünun talebeliğinde; Arapça muallimliğinde ve psikoloji öğretmenliğinde; diyanet ve maarif arasında, kısacası skolastik ve modern arasında yalpalanmadan, o vakur şahsiyetini her zaman muhafaza etti.
Kazan Türklerinden Bir Veli
tâ îr fazilet ve feragat âbidesi olan Abdülaziz Efendi’yi tanıdığım zaman, ortaokulun son sınıfında idim. Kaderimin büyük bir lütfü olarak, o çocuk denecek yaşta, belki bugünkü nesiller için meçhul, fakat benim için büyük değerler taşıyan insanları tanımıştım. Aşağı yukarı aynı yıllarda Nureddin Topçu’yu ve Celâl Hoca’yı tanıdım. Bunların hepsinin, üzerimde büyük ve unutamayacağım tesirleri vardır. Hepsini rahmet ve minnetle anmak boynumun borcudur. O yıllar, Cuma namazlarını Kapalıçarşı içindeki küçük mescitte kılıyordum. Cuma hutbesini, Abdulaziz Efendi’nin~~kendisinden çok yaşlı (otuz yaşTa-dar) bir büyüğü ve şeyhi olan Tlasib~~Efendi merhum okurdu? Munis yaradılışlı, Peygamberimizin bahsi geçince gözyaşlarını belli eden, ince sesli ve sesi gibi rikkat dolu bir kalbi olan Hasib Efendi, bu özellikleriyle üzerimde müsbet bir tesir bırakmıştı. O mescit cemaati arasında zaman zaman Abdülaziz Efendi’den de bahsedildiğini işitirdim. Nureddin Bey’den, Sabri Sözen’den ve amcamdan ve başkalarından sitayişle kendisinden bahisler, iyi intibâlar zihnimi dolduruyordu. Amcam, Kur’ân kursu diye bir şeyin bulunmadığı, Kur’ân öğretenleri polisin sıkı takipte tuttuğu 1950’den önceki yıllarda, Çarşamba Karakolunun yanındaki helvacı dükkânının bir köşesin-
de, mahallenin çocuklarına Kur’ân okumayı, öğretmeyi kendisine hasbî olarak vazife sayan ve bu tarafıyla çevresinde saygı uyandırmış bir insandı. Abdülaziz Efendi ile çok genç yaşlarından beri muârefeleri varmış. Galiba Abdülaziz Efendi’nin ailesiyle beraber Kazan’dan döndüğü yıllarda, Kantarcılar yahut Asmaaltı taraflarında bir dükkânda beraber çıraklık yapmışlar. Dükkân sahibi ya amcamın babası (üvey büyükbabam) veya Abdülaziz Efendi’nin babası olmalıdır.
Bir Cuma günü, amcamın oğlu ile beraber Zeyrek yokuşunun başındaki Çivizade Mescidi’ne gittik. Namazdan sonra amcamın oğlu beni Abdülaziz Efendi’ye tanıttı, elini öptüm. Hiç unutamıyorum, sırtımı okşayarak güldü, "Koca molla!" dedi.
Şimdi, daha sonraki hatıralarımla birleştirerek hükmediyorum ki, Abdülaziz Efendi, Hasib Efendi kadar yumuşak olmamakla beraber, asık suratlı bir insan da değildi. Cemiyetin durumundan, Müslümanların aczinden ve za’flarından son derece muzdarib olan bu zat, günlük hayatında çok defa mütebessimdi. Ufak tefek şakalar yapar, yakınlarına takılmayı severdi. Gözlerinin içi parlayarak gülmesine, ilk defa karşılaştığım andan itibâren sık sık şahit oldum.
Abdülaziz Efendi Kazan Türklerindendi. Oradaki hatıralarından çok nâdir olarak bahsederdi. Belki başkalarına daha fazla anlatmış olabilir. Bir konuşma sırasında Hilmi Ziya Ülken’le akraba olduklarını söylemişti. Teyze çocukları gibi bir yakınlıkları varmış. Abdülaziz Efendi nin bir hususiyeti de, her yaşta, her seviyede ve her sınıftan insanlarla çok kolay bir şekilde diyalog kurabilme-siydi. Bu yüzden evine her çeşit insan gelmişti. Bir defasında da bir arkadaşımız, şifa ümidiyle, alkolik bir adamı kendisine getirmek için izin isteyince, "Buraya her çeşit 'nsanı getirebilirsiniz, yalnız kibirli olmasın, çünkü kibirli insan şeytana satılmış demektir" demişti.
Çivicizade Mescidi’nin arka tarafında genişçe bir bahçe vardı. Orada, bir köşede, küçük bir setin üzerinde yetişmiş bir incir ağacı altında, yaz günleri, tatlı bir serinlik içinde, küçük cemaat gruplarıyla sohbet ederdi. Yahut da evin alt katındaki büyükçe odada. Her iki mekân da geniş bir perspektiften Süleymaniye Camii’ni görürdü. Ben umumiyetle Hoca’nın gece sohbetlerine değil, Cuma namazından sonrakilere katılırdım. Bu konuşmaların teferruatı maalesef hatırımda değil. Hatırımda olan, oradan her çıkışımda, tarif edilmez bir ruh ferahlığı hissedi-şimdir.
Birçoklarının onunla ilgili hatıralarında ortak taraflarından biri, Hocaefendi’nin, karşısındaki şahsın müşkülünü tahmin ederek, o bahis açılmadan, tabii bir şekilde çözüm yollarından bahsetmesidir. Ehl-i tarik arasında buna keşif derler. Parapsikolojide adı telepati’dir. Adı ne olursa olsun, ortada bir vâkıa var. Merhum hocam Nureddin Topçu’nun kendisinden birkaç defa "Bu adam içimizi okuyor!" diye bahsettiğini biliyorum. Ben de benzer bir hâtıramı anlatayım: Vefatından bir yıl evvel, 1951’de, bir Ağustos cumasından sonra, yine küçük bir cemaatle incir altında idik. Abdülaziz Efendi biriyle, galiba bizi pek ilgilendirmeyen bir şey konuşuyordu. Yanımda Gökhan Evliyaoğlu vardı. O gün ikimizin kafasında ortak olan bir meseleyi, uygun bir şekilde soru hâline getirerek, kendisinden öğrenmek istiyorduk:
Zamanımızın Müslümanının cemiyet içindeki fonksiyonu ne olacak? İslam, ferdî bir yaşayışı kâfi görür mü? Yoksa Müslüman için farz olan cihad, bugün fikir ve hareket seviyesinde olmalı mıdır? (Türkiye’nin kırk yıl evvelki şartları içinde bu soru çok tabii idi). Gökhan, bir ahlâkî problem olarak, bilhassa şunu sormak istiyordu: Dervişin cemiyet içinde mücadeleye atılması, onun gururunu kamçılamaz mı? Gökhan öyle zannediyordu ki. Aziz Efendi, dervişlerin hareket adamı değil, inzivâ adamı olmasını isterdi. Bu takdirde içtimâi hayat ne olacak-
tı? Cemiyetin sefaletiyle mücadele, inzivaya çekilip mu-tekif olmaktan daha çileli değil mi? Bunlar nasıl telif edilecekti?
Biz Gökhan’la aramızda bu suâlleri tartışır ve birbirimize önce sen sor diye teklifler yaparken, Hoca birden-
‘Herkese aklının derecesine göre hitap ediniz"
bire, o zaman Teknik Üniversitede asistan olan Osman Çataklı’ya dönüp "Meselâ senin milletvekili olman gerekse nasıl bir faaliyet gösterirdin?" diye sordu. Aziz Efendi cemaatten hattâ sıradan bir kişiyle, çok ilgisiz bir konuşma sırasında, söz nasıl böyle bir konuya intikal etmiş de,
böyle bir soru için muhatap seçmişti? Gökhan’la birbirimize bakıştık, donup kalmıştık. Çünkü biz o sırada, bambaşka bir meseleyi, bir büyüğün sözünü nasıl kesip de şu konuyu açalım diye tereddüt ediyorduk. Gökhan o şaşkınlıkla "Bizim de müşkülümüz bu idi, efendim" dedi. Abdülaziz Efendi her zamanki gibi kıs kıs gülüyordu. Bu içimize işleyen, tabir hoş görülsün, muzip tavırdan, herhalde yalnız Gökhan ve ben anlıyorduk. Hoca’nın, kendisini biraz geriye atarak bu gülüşünde, sanki "işte adamı böyle yakalarlar" dercesine bir tavır vardı. Tabii bu suâlden sonra bütün mesele çözüldü. Hoca, aklımda kaldığı kadar şunları söyledi:
"Bugünün dervişi için, mağrur olmak (çünkü Aziz Efendi’nin en sevmediği bir tabiattı gurur), "ben" duygusuna kapılmak tehlikesi var diye, cemiyetten uzak kalmak yanlıştır. Hem asıl dervişlik de burada ya! Hem düşmanla, hem gururuyla mücâdele eder. Müslüman’ın milletine lâkayt kalması câiz değildir. Benliğe düşmemek için inzivâya çekilmek, pis boğazlıktan korkarak aç durmak gibi bir şey. Bu arada, yani bu içtimâi çalışmalar, millet için mücâdeleler esnâsında şöhret sahibi olmak da var. Kendini bilen insan için nefsini bu gibi şeylerin gururundan kurtarmak imkânsız değildir. Şöhret herkes için kötü değil ki! Bilakis şöhretin başka insanlar için lüzumu da var: Örnek adam olunur. Hazret-i Ömer meşhurdur, fakat hiçbir zaman mağrur ve mütekebbir olmadı. Ve örnek insan oldu. Mücadelede herkesten istifade edilir. Meselâ filâncanın mebus olması cemiyet için faydalı olabilir de, Nureddin Beyin mebus olması faydasızdır. Aynı şekilde herhangi bir şahsın... ile (Burada, o yıllarda İslâmî mücadelede isim yapmış birinin adını zikrederek) teş-rik-i mesâi etmesi belki lüzumludur. Nureddin aynı şeyi yaparsa, artık ondan istifade imkânı kalmadı demektir. Zira bir kere onların safında görüldü mü, bir daha bizim aramızda çalışmasına imkân yoktur. Vaktiyle gençler Nureddin Beyin mebus olması için çalışırlardı da, benim
gönlüm buna hiç râzı değildi. Onun yapacağı en iyi iş, şimdiki gibi gençliği yetiştirmek ve tenvir etmekle meşgul olmaktır. Demek ki her insanın Hak yolunda farklı çalışma usulleri var. Meselâ Orhan’ın, Sabri’nin ve senin (bunu söylerken Teknik Üniversiteden bir öğrenciye hitab ediyordu) çalışmalarınız da teşbih yerine geçer. Ama teşbihe de devam ederseniz iki katlı kadayıf olur." Ve yine kıs kıs gülüyordu.
Sakalın, din adamları dışında pek yaygın olmadığı o devirde, bazan miskin Müslünıanlara kızar, "Ah, şu sakalımı kesip kalabalığa bir karışmak isterdim" derdi.
Abdülaziz Efendi’nin Cuma hutbeleri hazır metinlerden değildi. Kısa, özlü ve açık bir ifade tarzı vardı. Kaç defa Nureddin Bey, ondan, bu hutbelerini bir kâğıda not olarak kaydetmek istemişti. Hoca razı olmuyordu. Aralarında biraz şaka ile karışık şu muhavere geçmişti:
Aziz Efendi: Zaten hutbe dinlerken yazmak değil, her türlü hareket yasaktır.
Topçu: Öyleyse ben mescidin dışında durur, açık pencereden dinleyerek not alırım.
Aziz Efendi: O zaman da cemaatin dışında kalırsın, cumanın âdâbı ihlâl olur.
Topçu: Demek bir çare kalıyor. Bir gayri müslimi getirip ona not aldırayım.
Abdülaziz Efendi’nin buna ne cevap verdiğini hatırlayamıyorum. Razı etmek mümkün değildi. Yalnız 1950 yılının ilk aylarında, belki ilk yarısında, İstanbul’da bulunan Senirkentli gençlerin çıkardığı (galiba haftalık) bir gazetede, kendi ismi olmaksızın, bu Cuma hutbeleri neşredildi. Meraklıları küçük bir himmetle tedarik edebilirler.
* Biraz da, Nureddin Topçu ile yakınlıklarından bahsetmek isterim. Ben Abdülaziz Efendinin sohbetlerine, çok defa Nureddin Beyle katılmıştım. Başka insanlarla, cemaatin sıradan insanlarıyla, onların seviyelerine göre konuşan Hocaafendi’nin, Topçu ile sohbeti daha başka
idi. O sanki, "Herkese aklının derecesine göre hitab ediniz" hadîsinin en başarılı bir tatbikatçısı idi. Doktorasını Sorbon’da yapmış bir felsefe doçenti ile, zâhiren bir mahalle imamı olan Aziz Efendi arasında nasıl bir sohbet bağı kurulacağına akıl erdiremeyenler olabilir. Nureddin Topçu, Hoca efendiye nasıl bağlanmıştı? Benim her ikisini de tanıyışımdan on seneden daha öncesine âit bu bilgiyi, Topçu’nun çocukluk ve okul arkadaşı merhum Sim Beyden öğrenmiştim. Topçu, geniş ve derin bir felsefe kültürü, musiki ve güzel sanatlarda gelişmiş bir estetik zevki, fakat dinî konularda bir takım tereddütlerle Paris’ten dönmüştür. Sene 1935. Sıkıntılarını Sırrı Beye açmış. Bildiği din adamlarına itimad edemediğini, onlarda bir derinlik bulamadığını söyleyince, Sırrı Bey onu ilk önce Hasib Efendi’ye götürmüş. Topçu birçok taraflarıyla haşin bir insan. Yumuşak kalbli, merhametin titrettiği bir zât olan Hasib Efendi, onun üzerinde, bir din adamı olarak müsbet tesir hâsıl etmişse de, sıkıntılannı açacak yakınlık hissedememiş. Sırrı Bey bu defa onu Şeref (Güzel-yazıcı) Beyle tanıştırmış. Şeref Bey o yıllarda epey genç, dünya nimetlerine bağlı, edebiyata meraklı bir zât. Topçu "Sırrı, bu benim aradığım adam değil!" demiş. O zaman Sırrı Bey, kendisinin çoktan beri intisab etmiş bulunduğu Abdülaziz Efendi’ye götürmeyi denemiş. Ancak içinde de bir endişe. Avrupa’dan yeni dönmüş, fırtına gibi bir adam, bir tekke odasında, yere çöküp bir sofradan tahta kaşıkla yemek yiyecek. Akıbetinin ne olacağını bilmediği bu sıkıntıyı göze alıp gitmişler. Ve gidiş, o gidiş olmuş. O gece yatsı namazından sonra sohbete başlamışlar. Öyle olmuş ki, Sırrı Bey konuşmaları takip edemez hâle gelmiş. Sabaha karşı izin isteyip çıkmışlar. Bir müddet sonra Nureddin Bey, "Geriye dönsek ayıp mı olur?" diye sormuş.
Abdülaziz Efendi, 1952 Ağustosunda gittiği hacdan hasta döndü. Önceleri bir soğuk algınlığından bahsedildi. Anjin dendi. Bir ara oldukça iyileşti, hattâ bir defa hut-
beye de çıktı. Sonra bir nüksetme miydi, neydi? Difteri neticesi yumuşak damak felci baş gösterdi. Gittikçe ağırlaştı. Tıbbın bütün bahaneleri bir araya geliyordu. 4 Kasım sabahı fakülteye giderken Lâleli’de Celâl Hoca’ya rastladım. "Abdülaziz Efendi sîzlere ömür, dün Sabri geldi, o söyledi" dedi. Fatih Câmiinde kılınan cenaze namazından sonra Edirnekapı kabristanında, Hasib Efendi’nin yanına defnedildi. "Vücudda ruh, kında kılıç gibidir," derdi. "Kılıç kından çıktığı zaman keskin olur."
Abdülaziz Efendi’nin vefatı, Nureddin Topçu üzerinde büyük yıkım oldu. "Taşralı" kitabındaki o hârikulâ-de şiir ifadeleriyle yüklü "Yıldırımın Huzurunda" yazısı, bu acının mahsûlüdür:
"Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılanm, zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun, bende şimdi muammâ olan son bakışında melek masumluğu ile İlâhî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtârın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberâne sakalının üstünde nâmütenâhiye kolayca dalan mâvi gözler de kapandıktan sonra, sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da, gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım."
Zarif Bir Mesnevîhan
Ç ocukluk ve gençliğim, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili kanunun, gösteri niyetiyle bile mistik temaşalara izin vermediği yıllarla geçti. Mevlevi âyinini ilk defa, orta okul öğrencisi olduğum sıralarda, Reşat Nuri’nin tiyatrosundan aktarılmış olan "Taş Parçası" adlı filmin bir sahnesinde seyretmiştim. Bu sahnenin bana olağanüstü bir haz verdiğini ve uzun süre hafızamdan çıkmadığını biliyorum. İkinci Dünya Savaşı, yani 1945’ten önceki yıllardaydı. Savaşın son yıllarında kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye olmamızla beraber Türkiye’de de tedrici bir zihniyet değişikliği başladı. Çok partili demokrasi tecrübelerine girişildi. Önce Millî Kalkınma Partisi, arkasından Demokrat Parti kuruldu. Özellikle Demokrat Par-ti’nin, her alanda devletçi doktrin karşısında liberal görüşler ileri sürmesi, haliyle bir süre sonra dinî yayın, eğitim ve diğer faaliyetlerin de nisbî bir serbestliğine yol açmaktaydı. Daha 1946-1950 arasında Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı zamanında, imam-hatip kurslarının açılması gibi bir dizi "dinî taviz"in asıl sebebi, milletin hayn-na gayretten değil, bir takım siyasî kozları muhalefete kaptırmamak kaygısından kaynaklanıyordu.
İşte bu rahatlama yıllarında bir gün Süleymaniye Camiinde Tahir Olgun tarafından Mesnevi dersleri okutulacağını işittik. Yıl 1948. Ben Vefa Lisesi’nin ikinci sı-nıfındayım. O zamanlar cumartesi günü de mesai var, okullar açık, fakat öğleye kadar. Mesnevi dersleri ise öğleden sonra verilecek. Cami, okulumuza çok yakın olduğundan takipte güçlük yoktu.
‘Kırçıl, kısa sakallı, yumuşak ifadeli bir çehre"
Mesnevi dersleri, cumartesi günleri öğle namazından sonra Süleymaniye Camii’nin dört sütunundan mihraba yakın ve doğu tarafında bulunan sütunun dibinde,
alçakça bir kürsüde veriliyordu. Önceleri namazdan sonra cemaatin çoğu tecessüsle dersleri takib ederken bir süre sonra daha seçkin, entelektüel bir grup oluşmaya başladı. Aklımda kaldığı kadar otuz ilâ elli arasında bir dinleyici kitlesi vardı.
Daha önceki Mehmet Behçet Yazarın "Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı" adlı bir çeşit anket sorularına verilen cevaplardan oluşan kitabından tanıdığım Tahir Olgun, soyadı kanunundan önce maruf ismiyle Tahi-rü’l-mevlevî, ilk derste Süleymaniye Camiinde bu derslerin verilmesinin bir vakıf gereği olduğunu ve bu tarihten galiba ikiyüz sene kadar evvel Kubat Çavuş adında biri tarafından vakfedilmiş olduğunu anlattı. Kendisinin Cumhuriyetken evvel de bu dersleri verdiğini söyledi. Hafif kısık, yumuşak, biraz gevrek bir sesi vardı. Yaşı yetmişin üzerindeydi ve kırçıl, kısa sakalı yumuşak ifadeli çehresini çevreliyordu. Mesnevî’den beyitler okuya oku-ya, bazan sadece tercüme ederek, fakat çok defa uzun yahut kısa açıklamalarla dersini verirdi. Beyitleri şerhe-derken ilgisi dolayısıyla âyet ve hadisler zikreder, tarihî hadiseleri anlatırdı. Gerektikçe Sadi’den, Hâfız’dan, Muallim Naci’den, Mehmed Âkiften, diğer Türk şairlerinden ve kendi müellefatından beyitler okur, araya evliya menkıbeleri hatta fıkralar sokuşturur, bâzan da kendi hayatından bir takım hatıralar ilave ederdi. Tabii okuduğu beyitlerle daima ilişki kurarak. Yani dinleyicileri sıkmayan bir takrir tarzı vardı. Gerek Arapça gerekse Farsça telaffuzunda kendisini sıkmaz, mahreçlerde rahat bir OsmanlI telaffuzunu tercih ederdi.
Mesnevi şerhine Arapça dibacesinden başladı. Galiba bu bahis üç ders, yani üç hafta sürdü. Sonra Mesne-vfnin on sekiz beyitlik ilk bölümü üzerinde de epey teferruatlı olarak durdu. Hele bazı beyitleri uzun uzun açıklıyor, âdeta her kelimesinin tasavvuf! olarak manasını veriyordu. Beyitleri çok defa kendisine göre şerheder. arada bir Ankaravî ve Abidin Paşa gibi eski Mesnevi şâ-
rihlerinden de nakiller yapardı. Araya kendi hatıralarından ilaveler ve fıkralar da katardı. Anlattığı fıkralarda veya gerçek hadiselerde hoşlanmadığı bir kişi bahis konusu ise "herif-i nâ-şerifin biri..." diye başlar, sevdiği ve takdir ettiği bir insan ise "urefadan bir zat ..." gibi daha saygılı ifadeler kullanırdı.
Dersler bir süre ilerledikten sonra başlangıç ve bitişlerinin belirlendiğini, âdeta klasik denilebilecek bir kalıba girdiğini fark ettim. Hemen her derste tekrar edildiği için de ezberlemiş oldum: "Eûzü besmele"den sonra "Rabbi’şrahlî sadrî ve yessirlî emri v’ahlül ukdeten min li-sânî yefkahû kavli : Yarabbi, göğsümü ferahlat, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar" âyetlerini okurdu. Sonra Mesnevî’den
Tû megû mârâ bedan şeh bâr nîst
Bâ kerîman kârhâ düşvâr nîst
"Bize o şahın huzuruna çıkma müsaadesi yoktur deme. Kerem sahipleriyle iş yapmak zor değildir" beytini okur ve "Ders-i sabıkta şu beyitte kalmıştık..." diyerek konuya girerdi. Herhalde bir veya birbuçuk saat kadar devam eden ders bittikten sonra da
înçünin fermûd Mevlânâ-yı mâ
Kâşif-i esrârhâ-yı kibriyâ
İn ne necmest ü ne remlest ü ne hâb Vahy-i Hak vallahü a’lem bissavab
"Büyük sırları açan, efendimiz, Mevlânamız böyle buyurmuştur. Bu ne yıldız falıdır, ne gaibden haberdir, ne de rüya! Allah’tan ilhamdır, doğrusunu Allah bilir" kıtasıyla bitirirdi.
Derslere benim dışımda devam edenlerin kimler olduğunu bilemiyeceğim. Belki de daha sonra isimlerini duyacağım kişiler vardı. Fakat devam edenlerden bazılarına dikkat ettiğim zaman mevlevîliğin halen yaşamakta olduğunu anlamıştım. Aralarında muhakkak mevlevî ve-
ya mevlevî-meşreb olanlar vardı. Bazılarının ellerince hacimli Mesnevi ciltleri bulunuyordu ve dersleri beyitler üzerinde parmaklarıyla takip ediyorlardı. Bazıları kürsünün önünde diz çöküp otururken belli belirsiz bir şekilde zemine dudaklarını değdiriyorlardı.
Dersler bir süre ilerledikten sonra o sıralarda Sultan Ahmed Camii’nin baş imamı olan Sadettin Kaynak da devama başladı. Tahirülmevlevî, yukarıda zikrettiğim kıtayı okuyup derse son verdikten sonra gözleriyle cemaa: arasında Sadettin Kaynak’ı arar, onu görünce "Sadettin Bey, bir aşr-ı şerif lütfeder misiniz" derdi. Epeyce şişman gövdesiyle bağdaş kurup oturmakta olan Sadettin Kaynak da bu rica üzerine dizleri üzerinde güçlükle doğrulur, iri ve biraz patlak gözlerini devire devire bir aşır okurdu.
Her dersin sonunda cemaat dağılırken ben de özentiyle Tahir Olgun’un yanına yaklaşır, elini öperdim. O zaman, yaşınız ne olursa olsun, o da eğilip sizin elinizi öperdi. Bunun bir mevlevî âdâbı olduğunu o sıralarda öğrenmiştim *
Tahirülmevlevî eski insanlarımızın pek çoğu gibi mahviyet sahibi idi. Kendisinden "bu fakir" diye bahsederdi. Mevlâna muhibbi idi ve onu son derece saygılı bir dille "Cenab-ı Mevlâna, Hazret-i Pîr" gibi hürmet lafızları kullanarak anardı.
Mesnevi Dersleri ilk yıl tamamen Süleymaniye Camii nde verildi. Tahir Olgun’un yaşlı ve biraz da sağlığının bozulduğu yıllardı. İlk yılın sonunda, sonbahara doğru, Süleymaniye bayağı soğuk olmaya başlamıştı. Büyük, loş ve kuzeye yani Boğaz’a bakan camiin, herhangi bir ısınma imkânı olmadığı gibi cemaati de fazla olmadığından epeyce üşünüyordu. Bir gün Hoca, "Bu mübarek cami fazla soğuk oldu. Müftülüğe bildirdim, Peygamberimizin sünnetine ittiba ederek, bundan sonra daha ılık bir semtte, Laleli Camii’nde devam edeceğiz" dedi. Ondan sonra dersler Laleli Camii’ne alındı. Orası da okuluma
fazla uzak değildi ama, Marmara’ya, yani güneye baktığı için gerçekten daha ılıktı.
Tahirülmevlevî’nin enfiye tiryakiliği de vardı. Derse gelen, kendisi gibi yaşlıca zevat ile -muhakkak hazretin dostİarı idiler- cami çıkışında aralarında özel bir enfiye protokolü teati edilir; zarif, küçük, işlemeli kapaklı enfiye kutulan yelek ceplerinden çıkarılır, artık hatırımda kalmayan bir takım adlarla, enfiyelerin cinsleri üzerinde "sizinki filan, benimki falan" gibi sözler söylenir. Derken baş ve işaret parmakları birleştirilerek birbirlerinin kutularına uzanırlar, birer tutam enfiye önce sağ, sonra sol burun deliğine çekilir, bir süre sonra da çizgili, kalın bir bezden mamul bohça gibi bir mendile burun ifrazatı boşaltılır. Ne zevk aldıklarını bilemem, fakat bu merasim, bu hazırlık, bu özel işlemeli zarif kutular bayağı dikkatimi çekmeye, hatta hoşuma gitmeye başlamıştı (Aynı alışkanlık merhum hocam Celaleddin Ökten’de de vardı). Herhalde bütün iptilâlar gibi pek iyi bir alışkanlık değildi ama muhakkak ki etrafına zararı sigara ile kıyaslanamaz-dı.
Tahirülmevlevî’nin bu dersleri kısa süre sonra, 1949 Şubatından itibaren formalar halinde basılmaya da başlandı. Daha sonra külliyetli ciltler halinde yayınlanan "Mesnevi Dersleri" bu formaların daha tamamlanmış ikinci basımlarıdır. 1950 yılının sonlarına doğru Hoca hastalandı. Galiba, böbrek rahatsızlığı çekiyordu. Dersler seyrekleşti. Sonra hiç devam edemez oldu. Haseki Hastaha-nesine yatırdılar. 1951 yılının güneşli bir Haziran gününde vefat etti. Ramazan ortalarıydı. Cenazesi eller üzerinde epey kalabalık bir cemaatle Merkez Efendi Kabristanı na götürüldü. Rahmetli sahhaf Hacı Muzaffer Ozak, cemaatin başında gür sesiyle tekbir getiriyor ve cemaati Allahü Ekber" nidalarına iştirak ettiriyordu.
işte son büyük mesnevihan’ın küçük hikâyesi.
Şehzâde Hocası
¿/EPEBAşrnda, şimdi TÜYAP binasının bulunduğu yerde, yanılmıyorsam 1970’li yılların başına kadar mevcut olan, belki de kullanılmaya devgm eden, birbirinden az mesafeli iki tiyatro binası vardı: Şehir Tiyatroları’nın dram ve komedi binaları. Dram Tiyatrosu, düz bir plânda, birkaç kat locaları bulunan, dışarıdan klâsik Osmanlı köşklerini de andıran ahşap bir yapıydı. Âdeta göz göre göre, arka arkaya iki yangın geçirerek kayboldu gitti. Çocukluğumda Fransız Tiyatrosu da dendiğini işitirdinı, sonraları sadece Dram Tiyatrosu deniliyordu. Ondan biraz daha Galatasaray’a doğru, Meşrutiyet Caddesi ile Refik Saydam caddeleri arasında Haliç istikametine inen meyilli araziden faydalanılarak anfiteatr şeklinde inşa edilmiş komedi kısmı bulunuyordu. Bu ikinci salonda 1945-1950 yılları arasında benim de seyirci olarak bulunduğum iki "Edebiyat Gecesi" yapılmıştı. 1947-48 ders yılında seyrettiğim İkincisi hakkında hafızamda epey zengin sahneler var. Bu geceleri Edebiyat Fakültesi’nin Türkoloji Bölümü öğrencileri, hocalarının da iştirakiyle hazırlıyorlardı. Lise öğrencisiydim. Nasıl haber aldığımı ve ne gibi bir tecessüsle gittiğimi hatırlamıyorum. O gece sahnede, Türk edebiyatının, galiba tamamen Türk şiiri' nin belli başlı şairlerinden on, on beş tablo tertip edilmiş-
ti. Mümkün olduğu kadar tabii ve tarihî dekor ve kıyafetlerle saray erkânı, şairler, sevgilileri Divan şiirinin seçkin, güzel beyitleriyle konuşuyorlardı. Böylece Fuzulî’yi, Nefî’yi, Nedim’i, Galib’i, Namık Kemal’i, Hamid’i, Fikret’i canlandıran birtakım dramatize tablolar arka arkaya veriliyordu. Çölde bir kuyu başında zayıflıktan kadid kesilmiş bir Mecnun, Fuzulî’den beyitler okuyordu. Seneler sonra hocam olan rahmetli Profesör Nihad Çetin’e bir gün, bir vesileyle bu hatıralarımı anlatıyordum. "İşte o Mecnun bendim" dedi. Yine sonraları öğrendim ki heybetli bir kıyafet içinde Tuti-i mucize-gûyem ne desem lâf değil diye gür sesle Nefî’yi okuyan da rahmetli Muharrem Ergin’miş. Hatta Âşiyan’ının penceresinden Boğaz’a bakarak Sis şiirini okuyan Tevfik Fikret’in de Ferdâ Gü-ley olduğunu yine çok sonraları hatıralarından öğrendim.
“Lâle devrinden gelmiş zarif bir Osmanlı bürokratı"
O gece şimdi belki kimsenin hatırlayamayacağı gerçek bir klâsik musiki şarkıcısı olan Âkile Artun da divan şiirlerinden bestelenmiş bazı şarkıları okudu. Ama bence asıl mühimi ilk ve son defa Neyzen Tevfik’i bir ney taksimi yaparken dinleyişim oldu. İstanbul’un renkli ve unutulmaz bir siması olan bu insan, hiç şüphe yok gerçek sanatkâr ruhuyla yaratılmış bir deha idi. O dehasını o gece gösterdi mi? Bunu fark edecek yaşta değildim. Yalnız, bütün ısrarlara rağmen sadece bir taksim yaptığını, hatta onu bile biraz kerhen, başından savmak için yaptığını çok açık belirten tavırlar içindeydi.
Asıl Ali Nihat Bey’i anlatmak istiyorum. Gecenin başında takdim konuşmasını o yaptı. Divan şiirinin bu son büyük "şârih"ini ilk defa o sahnede gördüm. Bu inti-bâlarım, kendisini daha yakından tanıdıktan sonra, yani dört yıl öğrencisi olduktan, mezuniyetten itibâren de zaman zaman bir araya gelmelerimizden sonraki intibâlarla birleşti. Onunla, yalnız bir "şerh-i mütûn" hocasını değil. Lâle Devri’nden gelmiş zarif bir Osmanlı bürokratını, belki Enderun’un en parlak devrinde yetişmiş bir konak efendisini veya Tanzimat devrinin o her biri bazan birer mektep olan oda’larından birinde çalışan bir kâtip efendiyi tanıyorduk. O takdim konuşmasından şimdi aklımda kalan, şiirin ve bütün güzel sanatların önemini vurgulayan bazı cümlelerden ibaret. Özellikle geçmiş ve itibardan düşmüş Divan şiirinin nasıl tekrar sevdirilebilecegini anlatırken iyice hatırladığım "Gülhane Parkı’nda gördüğü yaralı bir kaplumbağa" istiâresinden bahsedişidir. Asıl aklımda kalan da, ölünceye kadar kaybetmediği o zarafet tesiri oldu. Hafif kamburca denilebilecek derecede öne eğik, zayıf-nahif bir vücut, ince ve nazal bir ses, baş ve işaret parmaklarını birleştirerek, âdetâ karşısındakine bir çiçek takdim ediyormuş gibi bir tavır. Daha sonra bütün öğrencilik yıllarımızda bu konuşma tarzına tik hâline gel' miş birkaç da kelime girdi. Bunlardan biri "evlâdını’dı Güzel bir beyti açıkladığı zaman, dayanamaz, onu bize
âdeta dürterek duyurmak istercesine "ne tasavvur efendim, şâheser..." derdi.
Yukarıda şerh-i mütûn hocalığından bahsettim. Gerçekten o Divan şiiri tahlili geleneğinin bizim için ilk büyük halkasını teşkil eder. Bizim için dedim. İlk önceleri şüpheyle karşıladığımız, sonra yavaş yavaş Divan şiirinin dünyasına girdikçe alıştığımız ve gitgide her mısraın her kelimesinin bir harikuladelikler rüyasına açılmasını heyecanla beklediğimiz tahlilleri bizim için olağanüstüydü. Ama o, zaman zaman "Siz bunu bir de Ferid Bey’den dinleyecektiniz" diye ah çekerdi. Ferid Bey dediği, Mehmet Âkifin "üstâdı hakimim" diye hitab ettiği büyük âlim, aynı zamanda Dârül-fünun’dan Ali Nihad Bey’in hocası Ferid Kam’dı. OsmanlIların pek çoğu gibi "kitâbî" olmayan, yani bilgisinin çoğunu yazıya geçirmeden, anlattıklarıyla kalan insanlardan olan Ferid Bey’in metin şerhi ile ilgili notlarından faydalanarak, diğer bir öğrencisi, Agâh Sırrı Levend, Divan edebiyatı hakkında o geniş hacimli eserini vücuda getirmişti.
Ali Nihat Bey, üniversitede hoca olmak için o devirde hiç de mecbur olmadığı halde ilk defa edebiyat doktorası yapan hocadır. Bugünkü üniversitelerimizde Divan şiiri okutan hocaların çoğu onunla başlayan bir zincirin halkalarıdır.
Kendisinden dinlediğim, galiba hiç bir yerde yayınlanmamış bir küçük anekdotu zikredeyim: Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bey, Ali Nihad Bey’in çok saygı duyduğu hocalarındandır. Ali Nihad henüz fakülte öğrencisi iken Galatasaray Sultanisi’nde Farsça öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Ali Ekrem de aynı okulda öğretmendir.
Ali Nihad Bey anlatıyor: "Girdiğim lise sınıflarından birinde bir öğrenci var. Derse karşı ilgisiz, sorduğum sorulara cevap veremiyor veya vermiyor. Not defterime işaret etmek için adını sordum. Ayağa bile kalkmayarak, ya-r*m ağızla ‘Ali Vâsıb’ dedi. Hiç duymadığım böyle bir
adın şaşkınlığını üzerimden atamadan hiddetlenerek ‘Evlâdım, dedim, hocanızla konuşurken ayağa kalkmak âdetiniz değil midir?’ Çocuk ayağa kalkar gibi şöyle bir davrandı, fakat bir kere dersin tadı kaçmıştı. Epey nasihat ettikten sonra sınıftan çıkıp muallimler odasına gittim. Baktım, hocam Ali Ekrem Bey orada. ‘Hocam, dedim, Vâsıb ne demektir?’ O, biraz gülümseyerek, ’Sende şaştın değil mi?’ dedi. ’Ben de ilk işittiğimde lügate bakmıştım. Gayretli, devamlı demekmiş. Şimdi onlar hep böyle duyulmamış isimler koyuyorlar.’ ‘Kimler?’ diye sordum. ‘Bilmiyor musun?’ Sesini biraz kısarak, ‘Sultan Mu-idû-ı Hâmis efendimizin torunlarından Şehzade Ali Vâ-sıb Efendi’dir’. Birdenbire yüzümü bir ateş bastı. ‘Ya, öyle mi hocam, ben bugün ona ders çalışmadığı için kötü not verdiğim gibi, bir de ayağa kalkmadığı için azarladım.’ O zaman Ali Ekrem Bey dişlerini sıkarak, sesini de biraz daha kısarak ‘İyi etmişsin, benim yapmak istediğimi sen yapmışsın, şımarıklar!’ dedi. Ama sonra o sınıfta bütün çocuklarla güzel bir ders yılı geçirdik."
Hadise 1920’de geçiyor veya 19İ9’da. Ali Nihad Bey 22 yaşında, Ali Vâsıb Efendi 17. Ali Nihad Bey bundan tam 18 yıl evvel 1978 yılının 30 Eylül’ü 1 Ekim’e bağlayan gecesi vefat etti. Şımarık öğrencisi Ali Vâsıb Efendi ondan altı sene sonra İskenderiye’de öldü (Dernek ki aynı yaşlarda). O zamanın gazetelerinde Fransız imlâsıyla ya-zilmiş Vassab adına rastlarsanız bunun Vâsıb demek olduğunu hatırdan çıkarmayın.
Büyük Hoca'nın Hatırasına
"Her rind bu bezinin nedir encamı bilir"
^//er edebiyatçı biraz şairdir ve her şair biraz da rinddir. Hiçbir edebiyat hocasının, araştırmacısının, pozitif ilim alanlarında olduğu gibi konusu karşısında duygusuz kalabileceğini zannetmiyorum. Bir biyolog, her halde hücre ile kendisi arasında hissi bir yakınlık kuramaz; fakat edebî eserle, şiirle meşgul olmuş her insan, bir gün kendisini şiirin içinde kaybolmuş bulur. Zira o, bir araştıncı olmanın gerektirdiği objektivizme ne kadar bağlı kalsa, kendisini sanata yaklaştıracak şeyin sezgiden, eserle bir oluştan, eseri yaşayıştan geçtiğini bilir. Merhum Mehmet Kapian’ın çok sevdiği ve yazılarında sık sık kullandığı bir kavramla, bu yaklaşma bir çeşit mistisizmdir. Rahmetli hocam, sanatı sâdece anlayan ve yorumlayan değil, seven ve benimseyen bir insan olduğu için, aynı zamanda sanatkâr ruhlu bir insandı. Onun, gençlik yıllarında, belki de bizim fark edemediğimiz daha sonraki yıllarında da, şiirle bizzat yazmak sûretiyle meşgul olduğunu biliyorum. Neşredilmiş ilk yazısı olduğunu tahmin ettiğin "Oğuzlar" makalesi ile beraber, 1939 şubatında Hareket dergisinde bir şiiri de çıkar. Birçoklarının bilmediğini yahut unutmuş olabileceğini zannettiğimden bu şiiri hatırlatmak istiyorum:
Manzara
Durulmuş bir sonbahar akşamında Serin bir nehir akıyor içimden Şehrin bu koyu çay renkli damında Bir kuştum, uçuyordum sevincimden.
Bir gizli yuva kurdum buğularda, Sazdan ve söğütten ve ince gamdan; Mevsim kar gibi erirken sularda Gülerek bakıyordum ona camdan.
O yıllarda şiirde şöhret yapmış, poésie pure kervanının yolcuları, Necip Fazıl, Ahmet Kudsi, Ahmet Hamdı Tanpınar gibi çağdaş rindlerden nefesler taşıyan bu mısralar, öyle zannediyorum ki şu örnekten ibâret değildir. Bir dilin bu mısraları yakalayabilmesi için, önceki baa tecrübelerden geçmeye ihtiyacı olduğu muhakkaktır.
ilimde, araştırmada disiplini arayan ve yetiştirdiklerine de tavsiye eden Mehmet Kaplan, hususî hayatında eskilerin tabiriyle, deryâ-dil. rind-meşrep bir insandı. Kolay kırılmaz ve her zaman affedici mizâcıyla, hayatı boyunca etrafında, her yaştan ve her çevreden bir dost hâlesi kurmuştu. Milliyetçiydi ve bunun çok tabii bir neticesi olarak antikomünistti. Fakat bu düşünceleri onu, solun ve sağın çeşitli tandanslarından şahsiyetlerle, hattâ bohem hayatına özenmiş sanatkârlarla arkadaş olmasına, hiç değilse diyalog kurmasına mâni olmadı.
***
’Dünyamızı nâgan zalâm örtebilir"
Bu müsamahalı tavrından dolayı zaman zaman suçlamalara uğradı. Her biri ayrı bir yazı konusu olabilecek ve çoğunun altında kaba siyâsî ideoloji çekişmelerinin gizlendiği suçlamalar. Şimdi belki pek çoğunun hatırlayamayacağı Düşman piyesi dâvâsı, Atatürk Üniversitesindeki hizmetlerini çekemeyenlerin kopardıkları yaygara.
Erzurum'daki evimizde Mehmet Kaplan'la 'kırk yıla yaklaşan, hepsi güzel de olsa şimdi biraz buruk, biraz hüzün dolu hatıralar..."
"Cumhuriyet Devri Türk Şiiri" ve lise edebiyat kitapları dolayısıyla uğradığı hücumlar, hulâsa her milliyetçinin başına gelen Osmanlıcılığı, gericiliği, bereli profesörlüğü onu hiç mi üzmemiş, müteessir etmemiştir. Ama o bu kıyım kampanyalarında, bir ilim adamına yakışır vakarla susmayı ve polemiklere girmemeyi tercih etmiştir.
Fakat, ne çare ki, hayatımızın çöküntüleri sadece ha-sımlarımızın elleriyle değildir. Her yaşında, gençlerle çevrili muhiti, kaderin birer birer kendisinden uzaklaştırdığı sevgili çehrelerin yerini ne kadar tutabilir? En sevgili dostu, üstadı Ahmed Hamdi Tanpınar’ın ölümü, büyük bir sarsıntı olmuştu. Sonra eşi, benim de kendisine her zaman minnet ve rahmet dilemek borcum olan edebiyat hocam Behice Kaplan’ın ölümü. Daha sonra arka arkaya Mümtaz Turhan’ın, Cahit Okurer’in, Nurettin Top-Çu’nun...
İki Ölüm Yıldönümünde İki Mizaç
~^Kisi de hocamdı. Belki tek ortak tarafları ikisinin de üniversitede aynı kürsüde ders vermiş olmalarıydı. Bunun dışında birbirinden çok farklı iki dünyanın insanı idiler. Bu farklı mizaçların yakınlığı önce hoca-asistan, daha sonra arada saygı barajı hiçbir zaman kalkmamak şartıyla, dostluk ilişkileri içinde hayatları boyunca sürdü.
Biri sanatkâr mizaçlı bir insandı ve bu mizacın bütün gereklerini yaşamaya hazırdı. Bohemdi, sağlığı yerinde değildi ve sağlığına da düşkündü ama sigarayı ve alkolü de sanatının itici bir gücü olarak düşünürdü. OsmanlI’nın musikisine, mimarisine, sanatına, şiirine, hatta belki yaşama tarzına hayrandı; Halk Partisi’ne izahı zor bir sempatisi vardı, hayatı da çoğu Marksist sanatkârlar arasında geçti, kendisi hiç Marksist olmadığı halde sanatı için onlar arasında rahat bir zemin bulduğuna inanmıştı. Bununla beraber yukarıda açtığım ve birtakım çelişkilere işaret ettiğim parantezi kaparken sadece sanatkâr mizaç-h değil, hakiki sanatkâr olarak yaradılmış bir insan olduğunu tekrar etmek isterim.
Bir gün talihi ona, bir ilim müessesesinde profesör olma kapılarını açtı. Bu kürsüyü belki de sanatı için, daha çok zaman ve daha rahat imkân bulmak ümidiyle iste-
mişti. Galiba bulamadı. Mektuplarında sıhhati kadar zamansızlıktan, bir de, ne kadar Türk aydınının beynini yiyen parasızlıktan şikâyet ediyordu. Fakat sanatkâr mizacı onu kendi bölümündeki, hatta fakültesindeki pek çok (bütün desem ayıp mı olur?) hocadan farklı bir seviyeye getiriyordu. Tanzimat sonrası Türk edebiyatını okutan bir kürsüye gelmiş olduğu halde, araştırmalarını sadece
Derbeder bir şair ile disiplinli bir hoca hayatları boyunca birbirlerine kırılmadan dost yaşamış iki insan"
u alanda değil, divan edebiyatı ve Osmanlı tarihi üzerine e Erinleştirdi. Medeniyet değişmelerini yorumlayan uzun girişiyle "Edebiyat Tarihi" emsalleri arasında hâlâ
İki Ölüm Yıldönümünde İki Mizaç
^Kisi de hocamdı. Belki tek ortak tarafları ikisinin de üniversitede aynı kürsüde ders vermiş olmalarıydı. Bunun dışında birbirinden çok farklı iki dünyanın insanı idiler. Bu farklı mizaçların yakınlığı önce hoca-asistan, daha sonra arada saygı barajı hiçbir zaman kalkmamak şartıyla, dostluk ilişkileri içinde hayatları boyunca sürdü.
Biri sanatkâr mizaçlı bir insandı ve bu mizacın bütün gereklerini yaşamaya hazırdı. Bohemdi, sağlığı yerinde değildi ve sağlığına da düşkündü ama sigarayı ve alkolü de sanatının itici bir gücü olarak düşünürdü. OsmanlI’nın musikisine, mimarisine, sanatına, şiirine, hatta belki yaşama tarzına hayrandı; Halk Partisi’ne izahı zor bir sempatisi vardı, hayatı da çoğu Marksist sanatkârlar arasında geçti, kendisi hiç Marksist olmadığı halde sanatı için onlar arasında rahat bir zemin bulduğuna inanmıştı. Bununla beraber yukarıda açtığım ve birtakım çelişkilere işaret ettiğim parantezi kaparken sadece sanatkâr mizaç-1* değil, hakiki sanatkâr olarak yaradılmış bir insan olduğunu tekrar etmek isterim.
Bir gün talihi ona, bir ilim müessesesinde profesör olma kapılarını açtı. Bu kürsüyü belki de sanatı için, daha çok zaman ve daha rahat imkân bulmak ümidiyle iste-
mişti. Galiba bulamadı. Mektuplarında sıhhati kadar zamansızlıktan, bir de, ne kadar Türk aydınının beynini yiyen parasızlıktan şikâyet ediyordu. Fakat sanatkâr mizacı onu kendi bölümündeki, hatta fakültesindeki pek çok (bütün desem ayıp mı olur?) hocadan farklı bir seviyeye getiriyordu. Tanzimat sonrası Türk edebiyatını okutan bir kürsüye gelmiş olduğu halde, araştırmalarını sadece
Derbeder bir şair ile disiplinli bir hoca 'unca birbirlerine kırılmadan dost yaşamış iki insan"
de ,anda değd> d*van edebiyatı ve Osmanh tarihi üzerin-uzun MedeniYet değişmelerini yorumlayan
gaşiyle 'Edebiyat Tarihi" emsalleri arasında hâlâ
nev’-i şahsına münhasır bir abide gibi yükselir. Edebi« tarihini kuru bir kronolojik yapıdan o kurtarmıştır. Ekilimde objektivite bir zaruretse, bu kitapta o objektivite epey makyaja bürünmüş olarak bulabilirsiniz. Sanatkâr mizacı, hemen bütün değer yargılarında ön plandaycı Tarihî ve edebî şahsiyetleri ve eserleri hep o sanatkâr mizacının adesesinden görüyordu.
Fındıklı’da sultan saraylarından birinde (şimdiki Güzel Sanatlar Fakültesi binalarından Tophane’ye yakın । olanı) bulunan Edebiyat Fakültesi’nin ilk sınıfı ögrencik- 1 ri olarak merakla beklediğimiz şair, romancı ve hoca, heı I üç vasfıyla kürsüye geldi. Fakülte giriş salonunun sol di- 1 binde, büyük konferanslara tahsis edilen karanlık anîdeydi k. Kısaya yakın bir boy, hafif eğik bir vücut, kıs» denilebilecek bir sesle neler anlattı? Cevdet, Münif, Mustafa Reşid gibi Tanzimat’ın entelektüel paşalar | sonra Kısas-ı Enbiya, Mecelle, Hüsn ü Aşk, Telemak gibi kitaplar gözümüzün önünde uçuşuyor, biz bunları nerese yerleştireceğimizi düşünürken Lamartine, Victor Hugo Proust gelip çakılıyordu. Bu dersler daha sonraki yıllarda Koska’daki yeni fakülte binasının daha küçük ve samimi odalarında, son sınıflara doğru on, oniki kişi kalmış tu. grup içinde, adeta bugünkü doktora dersleri gibi devanı etti. Ne kadar not tutabilirdik, bilmiyorum. Çok defa ko ■ tuğunun altında bir/l^-ı Memnu veya Rubab-ı Şikeste ile gelir, açar, biraz okur, sonra onlar hakkında konuşur, not tutmaya başlarız, derken kendisini zengin çağrışımlarım11 akıntısına bırakır, uzaklaşırdı. Biz de kalemi elimizde11 bırakır, her biri bir roman cümlesi veya bir şiirin mısra1 olan sözleri hayran hayran dinlerdik. Bu bir üniversite dersi miydi, zannetmiyorum. Oradan çıktığımız-zaman hangi bilgiyle dolu olduğumuzu söylemek güçtü. Faka' bir sanatkârı dinlemiş olmanın hazzını yaşıyorduk şüphe siz.
■hafit eğik bir vücut, ktstk denilebilecek bir sesle neler anlatıyor?'
Bir defa bizi, o zaman Ihlamur Kasrı’nda bulunan Tanzimat Müzesi’ni gezmeye götürdü. Bir süre ağaçlar arasında dolaştık. Başını, göğün maviliklerine karışan yüksek ağaçları görmek için olabildiği kadar geriye atıyor, büyük bir zevk içinde onların ağır hışırtılarını ve araya karışan kuş seslerini dinliyordu. ' Ne büyük orkestra Ya Rabbi, dedi, ne büyük". Sonra sesler arasında birini işaret ederek, "Bakın karatavuk, dedi, bu da orkestranın davulcusu." Tabiatı öylesine severdi. Bekârdı, derbederdi olabildiği kadar. Kılığına, kıyafetine de pek dikkatli değildi. Belki bu yüzden, belki vücut yapısından dolayı yakınları arasında adı "kırtipil"e çıkmıştı. Çocukları da sevdiğini zannetmiyorum. Hatta hocalıktan hoşlandığına, bu mesleği zevkle götürdüğüne dair de bir intibaım yok.
Ama dostluklarında samimi ve devamlı olduğunu çevresinden ve mektuplarından biliyorum.
Onun bu mektuplarından birinden aldığım bir iki cümleyle ikinci hocama geçeyim: "İmtihanın çok güzeldi. Vuzuhlu görüşün, sükûnetin, çalışman seni mümtaz bir fikir adamı yapmak üzeredir. Artık istediğin gibi yazabilirsin."
Yazımın başında çok farklı iki mizaçtan bahsettim. Bu ikinci hocam, aslında onu diğerinden birkaç sene önce tanımıştım, fakat daha genç olduğu için ikinci hocam dedim, bir ilim adamı karakteri taşıyordu. Böyle birisi için gereken sabır, ihtiyat, tecessüs ve şüphe gibi vasıfların hepsi onda vardı. Yazılarında kısa fakat vâzıh cümleler kullanırdı. Galiba bu tarz ona çok genç yaşlarda okuduğu Fransız filozofu Alain’den geliyordu. Şair hocamın asabiyetine, kolay hiddetlenir ve kırıcı mizacına mukabil, bu, sakin yaradılışlı ve karşısındaki insanların patavatsızlıklarına bile tahammül eden bir mizaca sahipti. Gençlik yıllarında bir süre şiirle meşgul olmuş, hayatı boyunca yazamadığı bir roman kaleme almayı düşünmüş, sonra yolunu edebiyatta değil edebiyat araştırmalarında bulmuştu. Bir gün "Geçen asırlarda dünyaya gelseydim derviş olurdum" demişti. Bu arzusu, eğer bir disipline bağlanmak, Fransızca’daki disciple karşılığı mürid mânâsına kullanılmışsa, doğrudur. Ama mistik mânâsında derviş değildi. O da hocası gibi aynı kürsüde, daha uzun bir süre, kırk yıla yakın yeni Türk edebiyatı dersleri okuttu. 0 da divan edebiyatına, tarihe, hatta biraz daha genişleterek psikolojiye, sosyolojiye, felsefeye, milliyetçiliğimizin meselelerine ilgi duydu. Ama bu ilgi, tabir caizse, âlimâ-ne idi. Hiç şüphesiz sadece malûmat yığını değil, fikirle yoğrulmuş, ama objektiflikten uzaklaşmayan bir yorum tarzı vardı. Şair hocam her çağırıldığı konferansa gitmedi, her isteyen dergiye makale yazmadı. Sanatkâr mizacı ona keyifli zamanlarında yazı yazdırabiliyordu. Bu hoca-
mın ise geri çevirdiği bir konferans, bir yazı var mıdır, ben bilmiyorum.
Yazı yazmayı bir alışkanlık haline getirmişti. Galiba o da Alain’den geliyordu. Disiplinliydi. Bizim yıllarımızda derslerine önceden hazırlanmış notları olmaksızın geldiğini hatırlamıyorum. O notların hepsi zamanı gelince kitaplaştı. Birçok şiirin, hikâyenin tahlili, tiplerin incelenmesi bunların mahsûlüdür. Güzel sanatlara ilgi duyardı. Ama diğerinde olduğu gibi bu ilgi bir ihtiras halinde değildi. Evi severdi, evliydi, güzel, rahat ve çalışma zevki veren evlerde oturmak istedi. Bu yüzden eşinin ölümüne kadar sık sık ev değiştirdi. Çocukları olmadı. İster miydi, bilmiyorum, ama çocukları sevdiğini biliyorum.
Belki bazı gereksiz teferruata kadar inerek birbirinden çok farklı ama hayatları boyunca birbirlerine kırılmadan dost yaşamış iki insanı, iki mizacı anlattım. Ölümleri yirmi dört sene arayla, ama birbirini takip eden iki takvim gününde birleşti: 24 Ocak 1962-23 Ocak 1986.
Mizacımız, biraz da kaderimiz değil midir acaba?
Köprülü Mektebinden Bir Edebiyat Tarihçisi
ahmetlİ Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu bir ara Muallimler Birliği başkanı olmuştu. Onun başkanlığı dönemi Birliğin en faal yıllarını teşkil eder. Yayın organı olan Bilgi mecmuası onun zamanında çıkmaya başlamış, ciddi, meslekî ve akademik bir dergi hüviyeti kazanmıştı. Bahis konusu dönem 1946 ve devamı olan yıllardır. Yani tek partili cumhuriyetten çok partili demokrasiye geçiş denemelerinin başladığı yıllar. Siyaset meydanında olduğu kadar başka alanlarda da muhalefet kımıldanışları görülüyordu; ama bu muhalefetin, yine de iktidarın izin verdiği nisbette sürdürülmesine gayret ediliyordu. Devletin otoritesine sırtını dayayarak basın, radyo, belki daha da önemlisi okullar yoluyla saltanatını sürdüren Türk Dil Kurumu’na ilk ciddi muhalefeti de bu yıllarda Fındıkoğlu çeşitli yazılarıyla, Muallimler Birliği’ndeki faaliyetleriyle ve Bilgi mecmuası aracılığıyla başlatmıştı. 1948 yılında Birliğin tertip ettiği Dil Kongresi de onun himmet ve gayretleriyle toplanmıştı. Türk Dil Kurumu’nun Dil Kurultaylarına alternatif olduğu anlaşılan ve muhafazakâr tavrı belli olan Dil Kongresi’nin o zamanki Eminönü Halkevi nde yapılan toplantılarını merak saikasıyla ben
de takip ediyordum. Konuşma aralarından birinde, koridorda, daha önce bu sütunlarda kendisinden birkaç defa bahsettiğim Arapça hocam Celaleddin Ökten’i (Celal Hoca) görerek yanına gitmiştim. Beni o sırada konuşmakta olduğu, yaşça kendisinden epey genç bir zatla tanıştırdı: Nihad Sami Bey. Yıllardır liselerde okunan Edebî Bilgiler kitabından ve o aylarda ilk basımı fasiküller halinde yayınlanmakta olan Resimli Türk Edebiyatı Tari-lıi’nden adını bildiğim Nihad Sami Banarlı. Celal Ho-ca’nın kısaca tanıtmasından sonra Nihad Sami Bey bana dönerek hocaya karşı saygısını ifade eder bir dille aralarında içli dışlı, âdeta hısım akrabalığa benzer bir yakınlık
Çapa'da Yüksek Öğretmen Okulu merdivenlerinde Nihad Sami Bey ve öğrencileri. .
Arka sırada Orhan Okay, Kemal Eraslan ve Mehmet Akalın 'itinâ ile sağ kaşının üzerine indirdiği fötr şapkasıyla"
5 ir metnini inşad eder gibi ahenkli, tannan... bir konulma'
çekin°^^^nu söyledi. Hafızamın beni yanıltmasından L îyat,a iyeyim, galiba Nihad Sami’nin bara da r eS' ^e'a^ Foça’ya hocalık yapmış, daha sonde Trah?n ^ ^e'a' lEca’nın öğrencisi olmuş. Her te şüvor U ^d^Hdan bu yakınlık akla da uygun dû-öğrencisi idün§mamiZ bU kadarla ka,dl- Zaten henüz lise sında kan-n |BanSU°^1U nun Millî Eğitim Bakanlığı sıra-baOndS 1“ Y₺k Öğretmen Okulu 1951 Ş» de felsefe &öğrenc‘ a^amak üzere yeniden açılmıştı. Be» menlik garantk- - °’ mezuniyetimden sonra öğret-siyesi üzerine ugundan ve bazı hocalarımın da tav-girdim. Giris imt h Un ^Ürk ^m ve Edebiyatı Bölümü ne de vardı. Ama h a“ının Emisyonunda Nihad Sami Bey em atırlamış olduğunu zannetmiyorum-
Türk eğitiminde önemli hizmeti olan, epey de ilim adamı yetiştiren Yüksek Öğretmen Okulumun öğrencileri aynı zamanda Fen ve Edebiyat fakültelerinin de öğrencileriydi. Yalnız pedagoji derslerini fakültede değil, yatılı bir mektep olan Yüksek Öğretmen Okulu’nun gece derslerinde görürlerdi. Bunun dışında yabancı dil ve edebiyat bilgilerini geliştirmek üzere yine düzenli gece dersleri olurdu. Bizim edebiyat derslerimize değişik yıllarda Enver Naci Gökşen, Nihad Sami ve Orhan Şaik Gökyay girdiler. Böylece Nihad Sami Bey’le o ilk karşılaşmamızdan sonra bir hoca-talebe ilişkimiz, daha sonraki yıllarda, fazla sık görüşmemiz olmasa da, aramızda bir dostluk bağı kuruldu.
Tanıdığımız insanları anarken, gözümüzün önünden hiç kaybolmayan fizik yapılarını da anlatışımız, herhalde şahsiyetlerinin bir parçasını maddî varlıklarında görmüş olmamızdan kaynaklanıyor. Beden yapısı ile karakter arasında mevcut olduğuna inandığımız ilişkiler, paralellikler doğru olmasaydı bunca karakterolojileri, kıyafetna-meleri boşu boşuna doldurmaya gerek kalmazdı. Zaman zaman tanıdıklarımın portresini çizerken böyle bir karakteroloji yapma iddiasında, hatta niyetinde de değilim. Bu belki o şahsiyeti yakından tanımamış olanların muhayyilesinde biraz daha tecessüm etmesine yardım etmek arzusunda olduğumdandır.
Nihad Sami Bey ortadan biraz daha kısa boyluydu ve bu tiptekilerin ekseriyeti gibi kalın tabanlı ayakkabısı, yaz-kış başından çıkarmadığı ve itina ile sağ kaşının üzerine indirdiği fötr şapkasıyla ilk bakışta dikkati çekiyordu. irice adımlarla ve dizlerinin üzerinde biraz yaylanır gibi bir yürüyüşü vardı. Güzel bir İstanbul Türkçesiyle konuşurdu, yazılı bir metni, belki daha doğrusu bir şiir metnini inşad eder gibi, ahenkli, tannân, vurguları ve tonları hissedilir derecede belirli bir konuşma. Buna da-’<ı az belirli jest ve mimikleri de ilave edebiliriz. Bu çok göze çarpan tavır ve konuşma tarzının, muzip ve zalim
öğrenciler tarafından kolayca taklit edildiğini tahmin etmek zor değildir. Doğrusu bütün bunlar başlangıçta bana da biraz sun’î görünüyordu. Gerçekten bu hareketleri bir hesapla, dikkat ve itina ile yaptığına bugün de eminim. Ancak o bunu bir yaşama tarzı, belki eski bir saraylıda veya bazı klasik kordiplomasi mensuplarında görüldüğü gibi bir protokol, bir âdâb-ı muâşeret kuralı olarak hayatının tabii bir tezahürü haline getirmişti.
Yazımın başından beri adını, şimdiki imla kurallan-na aykırı olarak ‘d’ ile yazmaya özellikle gayret ediyorum. Kendisi öyle yazdığı gibi telaffuz ederken de çok belirli bir şekilde vurgulayarak "Nihad" derdi ve öyle denilmesini de isterdi. Yalnız o mu? Ünsüz uyumlarında da bir Osmanlı fesahatçısı gibi mesela "geçti" değil, "geçdi’ olmasını veya ‘d’ ile ‘t’ arasında bir sesle telaffuz edilmesini arzu ederdi.
Nihad Sami Bey, Köprülü mektebinin sadık bir tilmizi idi. Darülfünun’un 1930’da mezunlarını veren sınıfında kendisiyle beraber zehir gibi altı talebenin memleketin ilmine ve irfanına büyük hizmetleri geçmiştir. Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Ziya Karamuk, Abdülbaki Gölpınarlı, Tahsin Banguoğlu ve Nihad Sami. Doğrusu ender bulunacak bereketli bir toprak. O yılın sonunda üniversite reformu lafları dolaşıp yabancı mütehassıslara bu reformun planları yaptırıldığına göre onlar eski OsmanlI’dan Cumhuriyet’e intikal eden Darülfünun’un da son öğrencileri sayılırlar.
Nihad Sami'nin edebiyat tarihi (Resimli Türk Edebiyatı Tarihi), Köprülü’nün siyasî tarihe paralel olarak geliştirdiği sistemden geldiği için orijinal olmamakla beraber son dönem edebiyat tarihlerinin en iyilerindendir. Tenkit edilmiştir; fakat buna rağmen öğrenciler ve öğretmenler için de en faydalı olanıdır. Fuat Köprülü den hemen her öğrencisine değişmez bir miras halinde kaldığım gördüğüm bazı özellikler Nihad Sami Bey’de de vardı: Zengin bir kütüphane, o dönemin bilgisayarı demek olan
zengin bir fiş arşivi ve disiplinli, düzenli çalışma. Ben onun oturduğu iki evde de ziyaretine gittim. İlki, Cihangir’de Sormagir Sokağı’nda bir apartman dairesi, İkincisi de Bebek’te Ehram Yokuşu’nun tepesinde bir malikâne idi. Her ikisinin de cepheleri Boğaz’ı geniş bir açıdan görürdü. Yahya Kemal gibi bir İstanbul âşığı olan Nihad Sami’nin bu güzel mekânlarda zengin kütüphanesini, fişlerini ve çalışma tarzını öğrencilik yıllarımda görme fırsatını buldum ve tek başına bir metot olmasa da edinilen bilgilerin saklanması, tasnifi, terkibi ve tekrar kazanılması için fiş sisteminin faydasını daha sonra kendi çalışmalarımda da gördüm.
Nihad Sami Bey’in sanatkâr tarafı birçok gözden uzak kalmıştır. Baba tarafından dedesi Emin Hilmi Efendi Trabzon’da, devrin imkânları içinde iyi bir tahsil görmüş, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda da Trabzon’u temsil etmiş, okur-yazar. yazma ve matbu eserleri, bir divan tutacak kadar da şiirleri olan bir zat imiş. Onun İstanbul Çarşamba’daki konağında sohbetlerine katılmış olan İbnülemin, Nakşibendî olduğunu ve tasavvuf! şiirleri bulunduğunu söyler. İnsan-ı kâmil arar isen nadir ey gönül / Gerçi cihana muttasıl âdem gelir gider mısraı onun gazellerinden birinin hikmetli bir beytidir. Oğlu, yani Nihad Sami nin babası İlyas Sami Bey, Birinci Dünya ve İstiklal Savaşı yıllarında Trabzon’da Pontus devletinin kurulmasını engelleyecek mücadeleler yapmış, o da babası gibi şair olmakla beraber divan tarzından ziyade Namık emal in izinden gitmiş. Gelin ey ehl-i vatan biz yeniden nâm alalım I Dâr-ı ııkbâya şehadetle gidip kâm alalım mısraları da bu vatanperver babanındır. Nihad Sami Bey, 'endi ifadesiyle bu mutasavvıf divan şairi dedenin torunu anıiyyetli mülkiye âmiri ve vatan şairi babanın oğlu-ur. Onun da aruz ve heceyle yazılmış şiirleri vardır. Ha-cımce az fakat dikkatli ve titiz bir emeğin mahsulü şiirler, de h ^am' ®ey 'n bana göre asıl büyük hizmetlerin-n 'u, belki en önemlisi kurucusu olduğu ve ölümüne
kadar müdürlüğünde bulunduğu Yahya Kemal Enstitüsü olmuştur. Nice sanatkârlarımız, yazarlarımız kıymet bilmez varislerinin çekişmeleri yüzünden unutulmaya teık edilirken o, Yahya Kemal’in bilinen, bilinmeyen, unutulmuş, gazete ve dergi sayfalarında not defterlerinde kalmış bütün eserlerini titiz bir çalışmayla yayına hazırlamıştır. Öyle zannediyorum ki Yahya Kemal, ölümünden sonra unutulmayıp şiirlerinin dillerde ve ellerde dolaşmasını, çok yakın dostu Nihad Sami’nin kadirşinaslığına borçlu olmalıdır. Her şairin, yazarın, sanatkârın ölümü arkasından bir enstitü kurup bütün bıraktıklarını böyle bir mesai ve göz nuru ile ebediyete geçiren dostu olsaydı, edebiyatımız gemiler geçmeyen ummanda çalınan besteler misaline dönmezdi.
Yirmi beş yıl evvel, 13 Ağustos 1974’te vefat edip Miraç gecesi öncesinde Rumelihisarı mezarlığında, Yahya Kemal’in kabri yakınlarına defnettiğimiz Nihad Sami için öğrencilerinden merhum Kaya Bilgegil’in bir beytini, her ikisi için de rahmete vesile olur ümidiyle hatırlayalım:
Urûcumuzda güzergâhımız olup Miraç Haremserâ-yı Huda var harîmler yerine.
Taşralı Bir İstanbul Efendisi
_A aya Bîlgegİl öleli on yıl olmuş. Ömrümüz yarım asrı aştıktan sonra kader, yakınlarımızı, dostlarımızı, yavaş yavaş, birer ikişer aramızdan alır. Böylece sevdiklerimizle ebedî bir hayatta bir araya geleceğimiz ümidini biraz buruk bir hüzünle tadarız. Kaya Bey benim için bu aziz dostlardan biriydi.
Erzurum’da, Atatürk Üniversitesi’nde çalışmaya başladığımın yedinci yılında Kaya Bilgegil doçent olarak benim bulunduğum kürsüye atanmıştı. Kısa zamanda çevresinde gönül ehli olanların teşkil ettiği bir dost halkası teşekkül etti. Ancak hemen bütün dostluklarında, sebebini zor izah edeceğim bir saygı mesafesinin bulunduğu görülüyordu. O, insanımızda gittikçe kaybolmakta olan birtakım hasletleri taşıyordu. Bu hasletlerden biri bugün, zaman zaman, hattâ olur olmaz bazı kişiler hakkında kullanılan İstanbul efendisi olmaktı. Hattâ belki de bir Dersaâdet efendisi, Enderun efendisi demek daha doğru olacaktı.
Cumhuriyet’in ilânından iki yıl evvel, 1921 yılında Si-'as m Gürün kazasında doğan, ilkokulu bu kasabada, or-aokulu Sivas’ta bitiren, bir süre Erzurum Lisesi’nde o uyan Kaya Bilgegil, 1940’ların başında tahsilini Kaba-a§ ısesi nde devam ettirmek için İstanbul’a geldiği za-
man taşralılığı bırakıp şehirli bir Osmanlı olmaya karar vermiş olmalıydı. Osmanb’nın beş asırda büyülü imbiklerden süzerek terkip ettiği zarafet iksiri, bu şehre doğudan, batıdan gelen birçok yabancı gibi onu da sermest etmiş olmalıydı. O yıllarda her öğrencinin, özellikle taşralı öğrencilerin heves ve cesaret edemeyeceği bazı sanat ve edebiyat çevrelerine giriyor, sur içinde Dârüttalim Kıra-athanesi’nden Küllük’e, İbnül’emin konağından Yav-ru’nun Çayhanesi’ne kadar kahvehane ve ev meclislerini. Beyoğlu’nda Markiz, Löbon, Haylayf gibi daha şık ve Avrupai köşeleri, Yahya Kemal’in ikamet ettiği Parkotel’i, bütün bunlara ilâve olarak alaturka ve alafranga ‘hara-bat’lan dolanıyordu. Böylece Kabataş Lisesi’nden başlayarak Edebiyat Fakültesi ve Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilikleri sırasında OsmanlI’nın son nesline mensup pek çok insanı tanıyarak o neslin konuşma, nükte sarf etme hattâ oturma âdâbını, şüphesiz Tanzimat’tan sonra biraz Avrupaîleşmiş olan tarzlarıyla takip ediyordu. Buna başlangıçta özenti ve taklit de diyebilirsiniz. Fakat hangi kültürde ve medeniyette taklitler, tesirler bulunmaz? Onun da bu arayışlarında kendine göre bir terkip bulmuş olduğunu zannederim. Böylece çok itinalı olan kıyafetinden, tavır ve hareketlerinden konuşma tarzına kadar OsmanlI protokolünün, burada daha da isabetli olacak bir terimle Osmanlı teşrifatının son temsilcilerinden biri oldu, bir İstanbul efendisi oldu. Yukarıda bahsettiğim saygı mesafesi zannederim bu tavrından, bu tavrının etrafındakiler tarafından kısa zamanda fark edilmesinden kaynaklanıyordu.
Kaya Bilgegil’in belki sadece yakınlarımn bileceği bu şahsiyetinin dışında üniversite hocalığı ve ilim adamı hüviyeti de bahsettiğim hasletlerden biridir. Asrımız ihtisaslaşma asrıdır. Bu konuda aşırılık, tıpta meselâ sadece sağ böbreğin fonksiyonları ve hastalıkları üzerinde derinleşip insanı psiko-somatik bir bütün olarak kavrayamayan darlaşmaya ve bunu doğuracağı bir yığın tehlikeye götürme-
Kaya Bilgegil Erzurum'da Edebiyat Fakültesi'ndeki genç meslektaşları arasında:
Arka sıra: 1. Orhan Okay, 2. Orhan Bilgin, 3. Efrâsiyap Gemalmaz, 4. Ali Berat Alptekin, 5. Saim Sakaoğlu, 6. Mustafa Çetin Varlık, 7. Turgut Karacan, 8. Zehra Bilgegil
Ön sıra 3. Yavuz Akpınar, 4. Recep Toparlı, 5. Coşkun Alptekin
si gibi, hemen her ilim alanında da bütünü kaybetmek tehlikesini doğurur. Fuat Köprülümün hâlâ Türkoloji’nin efsanevî bir ismi olarak bilinmesinde, kendini dar bir alana hapsetmeyip edebiyat, tarih, sosyoloji, dil, hukuk gibi beşerî ilimlerin hemen her alanına ilgi duymasının rolü büyüktür. Kanaatimce Kaya Bilgegil de Köprülü mektebinin son örneklerinden biriydi. Kendi kürsüsü olan yeni Türk edebiyatı dışında, edebiyatın diğer alanlarına, yabancı edebiyatlara da ilgisiz kalmamıştır. Ölümünün onuncu yılında onu anma vesilesiyle, ilgilenenlere birkaç kısa cümle ile bazı eserlerini tanıtmak isterim.
21 yaşında bir fakülte öğrencisi iken bir saz şairi olan Kusûrî üzerine araştırması (1942) akademik çalışmanın güzel örneklerinden biridir. 23 yaşında iken neşrettiği Cehennem Meyvası (1944) ise ilk bölümündeki 40 sayfalık "Şiir ve Mâbâdi" başlıklı poetikası ve devamındaki küçük mensureleri ile önemli ve orijinal bir eserdir. 1959’da İlahiyat Fakültesi yayını olarak çıkmış olan "Abdülhak Ha-mid’in Şiirlerinde Ledünnî Meselelerden: Allah" adlı kitabı, bir tarafıyla dil, diğer tarafıyla ilahiyat ve metafizik bahisleri ihtivâ eden ve zannediyorum başka örneği bulunmayan bir çalışmadır. Birkaç defa basılmış olan "Türkçe dilbilgisi", kavram adları ve orijinal örnekleriyle farklılığı dikkati çeken bir kitaptır. "Belâgat" ise son dönemde kadim edebî sanatlarımızı geleneğin sınırları içinde ele alan tek eserdir.
Kaya Bilgegil’in yeni edebiyat, divan şiiri, yakın dönem siyasî tarihi üzerine sadece isimlerini vererek bile bu yazının sınırlarını aşacak çapta önemli eserleri ve makaleleri bulunmaktadır. 21 Ekim 1987’de ölen bu değerli ilim adamını anmamızın rahmete vesile olmasını temenni ediyorum.
Hüsnühatta Bağbozumu
'¿A ul yapısı olan bir makinenin Allah yapısı olan ve mahlukatın en şereflisi olan insana çarpmaya, onu çiğnemeye ne hakkı var?" diyordu rahmetli hocam Nurettin Topçu. İki elim âhirette yakalarında olacak şoförlerden biri, evinden çıkıp yolun karşı tarafına geçmekte olan Halim Efendi adlı ufak tefek bir adamcağıza çarptı, çiğnedi. Halim Efendi iyileşemedi ve on gün kadar sonra 1964 yılının 30 Eylül günü vefat etti. Daha nice trafik kazalarında kaybolan nice zekâlar, nice maharetli eller gibi o da kaderin garip bir tecellisi ile göçtü.
Halim Efendi, hat sanatında kendine mahsus dehası olan, nev’i şahsına münhasır olağanüstü bir insandı. Onu 1950 sonbaharında tanıdım. Sahhaflar Çarşısı’nın o zaman şeyhi, alafranga tabirle duayeni olan kitapçı Raif Yelkenci, benim Edebiyat Fakültesi’nde okuduğumu öğrenince "Seni Halim Efendi’ye göndereyim, boş saatlerinde hat öğrenirsin" dedi. Edebiyat Fakültesi o yıllarda Fındıklı’daki Çifte Saraylar’dan birinde bulunuyordu. Halim Efendimin ders verdiği Güzel Sanatlar Akademisi de Çifte Saraylar’ın diğer binasında idi. Böylece iki ders saati arasındaki boşluktan faydalanarak hat derslerine devam edebilecektim. Raif Bey elime eski harflerle yaz-
dığı "Hamil-i kart..." diye başlayan ve hakkımda bazı bilgilerle beni tavsiye eden bir kartvizit tutuşturdu.
Nasıl bir insanla karşılaşacağımı düşünmüş müydüm. bilmiyorum. Ama olabileceklerin en beklemediğim bir tipiyle karşı karşıya geldiğimi şimdi de hatırlıyorum. Bu, boyu herhalde bir buçuk metreden belki biraz fazla, boynu hemen yok denecek kadar kısık, tam kara-kuru tabirinin tarif ettiği bir çehre ve yürürken hafif iki tarafa salınan, eğer bir meslek yakıştırılacaksa herhangi bir ayak esnafı olabilecek, ama herhalde bir zanaatkâr değil, hele sanatkâr ve hattat olması hiç akla gelmeyecek bir insandı. Bu sadece kendi yanılmam mıydı, yoksa karakteroloji denilen ilmin istisnalarından biri miydi? Öğrencilerine meşk verirken gözlerim gayri ihtiyari parmaklarına takı-hrdı. Bu kahn, küt, kısa parmaklı, iri tırnaklı ve âdeta nasırlaşmış elin, divit olarak kullandığı küçük bir cam kutuya kamış kalemi batırıp sonra elindeki defter üzerinde harikulade bir yumuşaklıkla, hiçbir yanlışa, geri dönmeye, tereddüde niyeti olmaksızın kararlı çizgileri çektiğini, hayır, kaydırdığını görünce hayretim daha da arttı.
Halim Hoca uzattığım kartı tebessümle okuyor ve "Ne demek, ne demek, Raif Bey tavsiye edecek de ben kabul etmeyeceğim, başımın üstüne" diyor, ben ezilerek estağfirullah’ları arka arkaya sıralıyorum. "Bu kadar talebeniz arasında size zahmet vereceğim." "Ne demek, zahmet değil, rahmet, rahmet." (Daha sonraları bu çok hoşuma giden sözünü işitmek için sık sık "size zahmet olacak" lafını kullanır oldum.)
Ertesi hafta, kendi talimatı üzerine bir harita defteri ile, Sahhaflar da hat malzemesi satan Hulusi Efendi den (Türk Musikisinin Nazariye ve Esasları adlı kitabın müellifi son devir musiki bilginlerinden Ekrem Karadenizin babası) divit, lika, mürekkep ve birkaç kamış kalem tedarik ederek derse başladık.
Akademide hat derslerine, bütün öbür Batı sanatlarına, resme, heykele, mimariye ayrılan geniş, ferah, ay*
dınlık salonlarla kıyas edilemeyecek tevazuda bir yer tahsis edilmişti. Bu, yukarıda bahsettiğim Çifte Sarayların iki binası arasında klasik Osmanlı taş yapısı eski ve küçük bir sıbyan mektebi idi. Minyatür, tezhip, cilt, hat gibi bütün eski sanatlarımız haftanın değişik günlerinde bu fevkani taş binanın üst katındaki iç içe iki odadan ibaret mekânda veriliyordu.
Hu, boyu herhalde birbuçuk metreden biraz (azla, boynu hemen yok denecek kadar kısık, tam kara-kuru tabirinin tarif ettiği bir çehre...'
Hat dersine nasıl başladık?
Halim Hoca önce, getirdiğim kamış kalemleri eline aldı. Birkaç tanesini seçti. Sonra onları birer birer önündeki tahta masaya şöyle bir karış kadar yüksekten atarak düşüşlerindeki tıngırtıları dinledi. Bir taraftan da bana.
yaptığı işin mahiyetini anlatıyordu. Hoca bu hareketiyle, güneşte olgunlaşmış kamışın yazı için en ideal pişkinliğini sesinden bulmaya çalışıyormuş. Bu test bittikten sonra sıra, kalemi açmaya geldi. Evvela elime bir kalem tutuşturarak onu nasıl tuttuğuma dikkat etti ve tutuşumdan dikkatini ayırmadan, maktama yerleştirdiği kalemi alışık el maharetiyle açtı. Bir yandan da "Ben bu ellerimle hem kalem açarım, hem bağ bıçağı kullanırım" diyordu. Bu cümlenin arkasındaki acıklı hikâyeyi daha sonra onun bölük pörçük anlattığı kısa hatıra notlarını birleştirerek öğrenecektim.
Kalem açma işi de bittikten sonra yazmaya geçiyoruz. Hoca benden iki defter getirmemi istemişti. Birine yalnız kendisi yazacak, diğerini ben acemi çizgilerimle dolduracaktım. Kendi defterini aldı. Bir masanın önüne oturmuş olduğu halde, yazıyı masada yazmıyordu. Hafızların aşır okudukları zaman yaptıkları gibi sol ayağını altına alıyor, sağ dizini hafif dikerek onun üzerine koyduğu deftere pek de itina eder görünmeyerek rahat bir şekilde yazıyordu.
İlk ders: Nesih hattıyla nefis bir besmele. Kamış kalem, hacıyağı kutusu gibi küçük bir cam hokkadaki, Arap zamkına doyup kıvamına gelmiş mürekkebe batıyor, defter üzerinde kalemin "be" harfine başlaması için ilk hafif konuşu, sonra "sin" harfinin dişlerini takiben keşidesinin sayfanın hemen üçte birine kadar rahatça gelmesi için kaleme yol açılıyor. Bundan sonra harfler şaşırtıcı bir süratle akıp gidiyor. Son "minı"in kuyruğunu da çeken kalem geriye, başa dönüp kısa darbelerle harflerin noktalarını, harekelerini, tirfillerini, tırnaklarını daha büyük bir çabuklukla yerlerine koyuyor. Hele bu sonuncu yazı süsleri, kelebekler gibi, adeta kâğıdm üzerinden uçacakmış intibaını veren bir hafiflikle defter üzerine konup kalkıyorlar. İkinci satır, nesih kelimesiyle başlıyor, harflerin altına ve üstüne konan noktalar, harekeler, vasıllar gösteriliyor. Üçüncü ve dördüncü satırlar "nun"a kadar elifi
banın bütün harfleri. Ve hepsinin altına Hoca’nın kendisine mahsus kısaltmasıyla "çalış!" mânâsına gelen-hat çekiliyor. Hattın üzerine "Orhan Okay’a, fi 2 Kasım sene 1950" ibaresi, altına "Muallimühu el-fakir el-hac Mustafa Halim" imzası.
Yukarıda, Halim Hoca’nın yazıyı masada değil, elinin üzerinde yazdığını söyledim. Bunun gereği yahut ma-
"Ve sülüs yazıyla hadis metni, daireyi tamamlayarak başladığı yerde sona erdi."
naşı üzerinde fazla düşünmeden epey bir zaman geçmişti- Hoca’nın bendeki kendi yazdığı defter yıpranıyordu. Daha fazla harap olmaması için onu ciltlettim. Ertesi derse gittiğim zaman Hoca defteri görünce birden büyük
bir kırıklığa kapıldı. Kızdığını anladım, ama hiddetini de fazla belirtmek istemiyordu: "Yahu ne yaptın, meşk defteri de ciltlenir mi ? Ben o yumuşak sayfaları sol elimin altına getiriyordum, kalemle yazarken sağ elim sol elimi hissediyor, böylece yazının iki elim arasında kaldığını anlıyordum" dedi. Galiba Halim Hoca’yla hat çahşmaların-dan aldığım en büyük ders bu olmuştu.
Onun ağzından dinlediğim bir hatırasını daha nakledeyim. Halim Efendi galiba meşhur hattat Hacı Kâmil Akdik’in öğrencisi olduğu gençlik yıllarında, hocasının evine ders almaya gidermiş. Mesafe de epey uzun. Tam olarak aklımda kalmamış ama, meselâ, Halim Efendi Şehremini’nde, Kâmil Efendi Beşiktaş’ta oturuyor diyelim. Fakir bir ailenin çocuğu olan Halim Efendi, haftada kaç gün ise, bu yolu yürüyerek gidip dönüyor. Ama hazan bu uzun mesafeyi aşıp Beşiktaş’a vardığında, belki de karlı bir kış günü, Kâmil Efendi’nin kapıyı açıp "Ah evlâdım, bugün biraz nâmizacım (hastayım), başka bir gün, olur mu?" demesi üzerine evine döndüğü de olurmuş.
Halim Hoca’nın derslerine gayri muntazam olarak iki buçuk sene devam ettim. Kendisi meşk verirken ve daha sonra benim yazdıklarımı düzeltir veya takdir ederken hep konuşur, yaptığı işi açıklamaya gayret ederdi-Sanatını kıskanmayan, öğretmekten yüksünmeyen ideal bir hocaydı. Bana verdiği son meşki, temmet’ten sonra Hazreti Ali nin yazı öğrenmek hakkındaki cümlesiydi-Fakültemiz Bayezit’e taşındı. Araya mesafe ve başka gaileler girdi ve ben icazet alamamış hatta hat sanatından anlayan değil, belki sadece zevk alan bir insan olarak yolun başında kaldım. Ama Hoca ile yakınlıklarımız devanı etti.
Topkapı dışında, bugün yerinde neler olduğunu bilemediğim Çırpıcı’da, Tepebağ denilen semtte Halim Hoca nın epeyce geniş bir arazide üzüm bağı ve iki katlı, sevimli bir bağ evi vardı. İbnü’l-Emin merhumun Son Hattatlar kitabında "Yetiştirdiği mütenevvi üzümlerden -ilk
ve son defa olarak- vaktiyle bana bir sepet getirmişti" diye biraz da serzenişle bahsettiği o üzümlerden, özellikle kendisinin hususi bir itina ile elde ettiği pembe çavuş üzümünden epey yedim. Halim Hoca’yı elinde bağ bıçağı ve çapa gibi âletler olduğu halde toprakla, asma kütükleriyle nasıl haşır neşir olduğunu görünce o küt parmaklı, nasülı ellerinin acısını içimde hissetmeye çalıştım. 1928’de harf inkılabı sebebiyle hocalığı değil, sanatının icrası bile yasaklanan Halim Efendi’ye devletin son lütfü, Maarif Matbaası’nın Latin hurufatıyla malzemesini ısmarlamak olmuş. (Hoca’nın başta gotik alfabe olmak üzere Latin harflerinde de ustalığı vardı). Otuz yaşında kendisini ve ailesini geçindiremeyecek kadar boşluk içinde kalan bu sanatkâr adam, nasıl aklına geldiyse, birçoklarına göre delice bir teşebbüsle sur dışında bir arazi satın alarak bağcılığa başlamış. Kamış kalem tutan eller artık demir kalem, bağ bıçağı, çapa tutacaktır.
Nisbî bir demokrasi dönemine geçildiği 1945 yılından sonra Halim Hoca’nın (soyadı Özyazıcı olmuştu) kalemine dar da olsa yeniden bir ufuk açıldı. Cüz’î bir ücretle Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders vermeye, yeni yapılmakta olan camilerin kapı ve kubbelerinde şaheserlerini göstermeye başladı. Bir defasında, galiba Ürdün Emiri Abdullah için, yazıları bozulmuş bir Kur’an-ı Ke-rim’in tamiri maksadıyla birkaç gün veya hafta süreyle Dolmabahçe Sarayı’nda ikamet ettiğini de kendisi söylemişti.
1953 yılında İstanbul'un fethinin beşyüzüncü yılı bir takım faaliyetlerle kutlanmaktaydı. Bu arada arkadaşım Gökhan Evliyaoğlu da bu faaliyetlere Kostantiniyye Kızıl Elması adlı ilk şiir kitabıyla katılmayı düşünüyor, fetih hakkındaki hadisin de bir hattat tarafından yazılarak kitabına konmasını arzu ediyordu. Aracı ben oldum. Bir pazar günü yine Çırpıcı’daki bağ evine gittim. Arzumuzu söyledim. Hoca hiç yüksünmeden "Olur, başımın üstüne!' diyerek önce şöyle bir düşündü. Kısa bir süre sessiz
geçti. Zannederim yazıya kafasında bir istif tasavvur ediyordu. Sonra bir kâğıt üzerine pergelle bir daire çizdi. Ortasına daha küçük bir daire. Her zamanki gibi kâğıdı dizinin üzerine koydu. O iki daire arasındaki boşluğa, hadisin başlangıç ve bitiş noktalarını görebilmek için, metni kurşun kalemle ve kabaca yerleştirdi. Daha sonra kamış kalem ve mürekkeple yazıya geçti. Dairenin alt sağ tarafından başlayarak, bir yandan kâğıdı sol eliyle döndürüyor, bir yandan da sağ eliyle inanılmaz bir harikulâdelikle kalemi kaydırıp sürüklüyordu. Ve sülüs yazıyla hadis metni, daireyi tamamlayarak başladığı yerde sona erdi. Bütün bunlar on beş dakika sürmüş müydü? Eğer bunda yanıhyorsam yarım saatten fazla olmadığına eminim. Bir yandan da bana yazıdaki eliflerin, lâm’ların, keflerin uzantılarının hep dairenin merkezinden geçtiğini izah ediyordu. Bu bittikten sonra ortadaki küçük daireye, dik olarak "Kale’nnebiyyü..." ibaresini bu defa daha ince bir kalemle ve yine sülüs olarak yerleştirdi. Bir defa da Fuat Sezgin’in Mecâzü ’l-Kur’an kitabı için kendisine kapak yazısı yazdırdım. Bütün bu yazılarla beraber hocalığının da hasbî, yani karşılıksız olduğunu söylemeyi, içinde yaşadığımız zaman açısından gerekli buluyorum.
Çektiği onca sıkıntıya rağmen Halim Hoca, tanıdığım en iyimser ve kendi şartları içinde kendine bir bahtiyarlık dairesi çevirebilmiş nadir insanlardandı. Son yıllarını, arazisinin civarından Londra Asfaltı geçeceği, bağının değer kazanacağı ve âhar-ı ömründe Erenköy taraflarında ezan sesi duyulan bir eve sahip olacağı hülyasıyla geçirdi.
Evinden çıkıp yolun karşı tarafına geçmekte iken, iki e ım âhirette yakalarında olacak bir şoförün çarpıp çiğnemesiyle ölen Halim Efendi adlı ufak tefek adamcağız işte bu Halim Hoca idi.
Divan Şiirinin Mihaniki Şerhi
^ satırları, otuz beş yıllık bir dostluğun artık zihnimde dumanlanmaya yüz tutan hatıraları arasından yazmaya gayret ediyorum. 1992 yılı Eylülünün 29’uncu.günü, kaderin kim bilir nasıl bir tecellisiyle, Erzurum’da akşam ezanları okunurken vefat eden Halûk İpekten’le uzun yıllar devam eden arkadaşlığımız oldu. Fakültede, benden birkaç sınıf büyük olduğu için, öğrenciliğimiz yıllarında pek beraber olamamıştık. 1955’ten sonra her ikimiz de Anadolu’da öğretmenlik yaptık. Yaz tatillerinde, genç yaşta kaybettiğimiz müşterek dostumuz Ali Kara-manlıoğlu’nun fakültedeki odasında birkaç defa karşılaştık. Rahmetli Adnan Menderes’in, İstanbul’u harman' edip ona yeni bir çehre kazandırma gayretinde olduğu yıllardı. Ali de, Halûk da merak ve tecessüsle hattâ zevkle, yeni şekillere giren sokakları geziyor, o zamanlar hepimize olağanüstü görünen dev inşaat makinelerini hayretle, hayranlıkla seyrediyorlardı. Bu gezilerden bazılarına ben de katıldım.
Halûk’la asıl uzun beraberliğimiz Erzurum da yeni açılmış olan üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün ilk asistanları olarak çalışmamızla başlamıştır. 1959 yazının sonuna doğru, her ikimiz de yeni evli olarak Erzurum’a geldik. Lojman niyetine tutulmuş bir otelde,
aynı hole bakan odalarda, hocamız Mehmet Kaplan’ın hemen yanıbaşında, komşuluktan da yakın bir âile beraberliği içinde ilk yıllarımızı geçirdik. Daha sonra doktoralarımız, doçentliklerimiz, profesörlüğümüz ufak zaman farklarıyla birbirine yakın yıllarda tamamlandı. 1963-64 yıllarında Paris’te, altı ay kadar beraberliğimiz ve güzel hatıralarımız olmuştur.
Halûk İpekten, üniversitelerimizde "eski Türk edebiyatı" denilen, ama bence eskimeyecek klâsiğimiz olan divan edebiyatı alanının disiplinli ve titiz araştırıcılarından-dı. Kitâbî, sağlam bilgilere dayanan fişleriyle, serbest yo-umu spekülasyon telâkki eden tavn ile bir edebiyatçıdan çok, güvenilir formüllere itibar eden bir matematikçi gibiydi. Onun, eski şiirimizi belli bir açıdan tahlil etmekte, neslinin içinde bir otorite olduğunu tereddüt etmeden söyleyeyim. Ama, divan şiirini sever miydi, diye sorulursa, buna aynı rahatlıkla evet demem kolay değil. Açıklamaya çalışacağım.
Halûk’un günlük hayatı, bana hep birbirinden hemen hemen kesin bir çizgiyle ayrılmış iki kategori hâlinde görünmüştür: Meslekî alanı yani edebiyatla meşguliyeti ve diğerleri. Bu diğerlerinin arasına onun bütün merakları, hobileri girer: Pul koleksiyonu, tab’ ve agrandisman işleri dâhil fotoğrafçılığı, rafine bir zevk kabul ettiği gastronomisi, bir ara onu pipo alışkanlığına doğru götüren tütün keyfi, arabası, kitap ciltleme vs. Ama gerek edebiyatçı arkadaşları, gerekse diğer dostları arasındaki sohbetlerinde konunun edebiyata, özellikle divan şiirine kaydığını hatırlamıyorum. Eski şiirimizi sevenlerin pek çoğunda olduğu gibi, günlük hayatın hâdiselerini bir hikmetli beyitle bağlamak tarzında bir alışkanlığı da yoktu. Olağanüstü güzel bulduğumuz nice mısralar, beyitler karşısında bunların zevkimizle, o andaki hâlet-i rûhiye-mizle mutabakatı, ayniyeti dolayısiyle takdir nidâları çıkardığımız hep olmuştur. Merhum Ali Nihad Bey hocamız, böyle birkaç mısra okuduktan sonra gözünü uzakla-
Mustafa isen, Halûk İpekten ve Orhan Okay Erzurum'da Rıdvan Canım’ın doktora imtihanında.
ra daldırır ve bir teşbih zikri gibi birkaç defa "Ne tasavvur, ne muhayyile evladım, şâheser, şâheser!.." cümlelerini tekrar ederdi. Halûk’un ağzından da, kaleminden de buna benzer bir söz işitmedim, okumadım.
Divan şiirimizin tahlil ve değerlendirilmesinde, birbirinden farklı iki yol tutulmuştur. Eski tezkirecilik usûlünü ve aslında pek de bilgimiz olmayan geçmiş asırların şuarâ meclislerindeki veya var idiyse şiir öğretimindeki usûlleri bir tarafa bırakıyorum. Darülfünun ve akademik Çevreler teşekkül ettikten sonra Divan şiirine iki türlü bakılmıştır. Biri Ferid Bey (Kam)’in şerh-i mütûn geleneği ki, Agâh Sırrı Levend, Ali Nihad Tarlan, Necmettin Halil Onan ve onların yetiştirdikleri, bir ‘okul dan bu geleneği devam ettirmişlerdir. İkincisi Fuad Köprülü nün,
her edebî eser gibi-divan şiirinin de tarihî, sosyal, siyâsi bir zeminde geliştiğini dikkate alarak tahlil çerçevesini genişleten bir yorum kapısı aralamasıdır. Bu aralanan kapıdan birbiriyle fazla bağları olmayan, kısmen Ali Canip Yöntem, daha çok İsmail Habib Sevük, Ahmed Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan gibi tenkitçiler girdiler. Divan şiirinin yorumu, bu sonuncuların elinde, siyâsî ve sosyal tarihle birlikte bir mukayeseli edebiyat, bir medeniyet, kültür, psikoloji, felsefe, estetik problemi hâline gelmeye başladı. Birinciler, divan şiirinin kendi geleneği içinde, o kültürün ifşâ ettiği ile yetinen, yolu, izi, çerçevesi belirli, güvenilir ve her değerlendiriciye göre hemen aynı neticeyi veren bir tahlili tercih ettiler. Bu belki de günümüz strüktüalistlerinin de divan şiiri üzerinde uygulayabilecekleri bir usûldür. İkinciler ise daha serbest, bâ-zan ve bir bakıma İlmî olmaktan uzaklaşıp daha sanatkârca bir yorumu uygun görmüşlerdir. Bencesi bu iki usûlün birlikte mütalâa edilmesidir. Rahmetli Mehmet Çavuşoğlu bazı çalışmaları ile bu telife yol açmaya başlamıştı.
Halûk İpekten, bunlardan birincilere bağlıydı. Divan şiirinin mantığına, belâgatine, formel yapısına, nihâyet bütün bu sistemin getirdiği bilgi birikimine son derece bağlı, fakat bunu aşan yorumlara, kendisine uzak ve zorlama gibi görünen kontekst ilişkilerine, geleneğin getirdiği şerhlerden sapmalara, aykırılıklara da aynı derecede karşıydı. Belki de bu tavrının verdiği çekingenlik ve titizlikle kongrelere katılmadı, dergilere yazmadı hattâ çok sınırlı sayıda birkaç örneğin dışında makale de kaleme almadı.
Halûk İpekten’in kitap çapındaki büyük çalışmaları ise ortadadır. Bunlar, bahsettiğim metoddan uzaklaşmayan, rakamlara ve sisteme dayanan, hesaba kitaba bağh İlmî eserlerdir. Divan neşirleri, onlardaki biyografi ve inceleme bahisleri, İslâm Ansiklopedisindeki maddeleri, son yıllarda kitap hâline getirilmiş ders notlarındaki beyit açıklamaları hep aynı metodun mahsûlleridir. Divan ede-
biyatı nazım şekilleriyle ilgili küçük kitabı da, benzerleri arasında daha programlı ve disiplinli, güvenilir bilgiler vermektedir.
Yine ders notları arasında kalmış ve basılmasını çok arzu ettiğimiz aruz kitabı da önemli çalışmalarındandır. Burada, bahirler ve kalıplar bilgisi, verilen örneklerle pratik bir aruz risalesi görünüşünde olan eserin, asıl mühim tarafının, belli başlı büyük şairlerin divanlarının titiz bir şekilde taranarak, çeşitli aruz kalıplarıyla yazılan şiirlerin, sayılara dayanan tablolarının ortaya çıkarılmasının önemine işaret etmek gerekir. Böylece şairlere ve asırlara göre bazı kalıpların yükseliş ve düşüş grafikleriyle, belki divan şiirimizin form ve ses telâkkisi üzerinde düşüne çekler için zengin bir malzeme ve tesbit ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Üniversitelerimizin Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde, gerek lisans, gerekse doktora seviyesinde tezkireler üzerinde en yoğun çalışmaları zannederim Halûk ipekten başlatmıştır. Fakat onun asıl büyük ve belki araştırıcılık hayatına tâc giydirecek çalışması mazmunlar üzerine olacaktı, tamamlanamadı. Ferid Bey’den Agâh Sır-n’ya, Ali Nihad Bey’den Mehmet Çavuşoğlu’na kadar kaç hocanın fişler dolusu malzemesi olduğunu işittik ve hepsi işitmemizle kaldı. İşte Halûk’un zengin olduğunu tahmin ettiğim fiş koleksiyonu da şimdi bu durumda. Malzemenin tamamını göremediğim için söyleyebileceklerim sınırlı. Zannederim, metaforların, teşbih-istiâre-mazmun çizgisi üzerinde bir tecrid diline doğru gelişmelerini takib etme esasına dayanıyordu. Öğrencileri olan genç mesai arkadaşlarının, onun titizliğinden ayrılmadan bu çalışmaları tamamlamalarını ümid ve temenni ediyorum.
Bu yazı vesilesiyle kimisi arkadaşım, kimisi hocam bir yığın merhumun adlarını andım. Abdülhak Hamid’in ^e£liği gibi bir kabristanı ziyaret etmiş gibi oldum. Halûk İpekten’le beraber hiçbirinden, Cenâb-ı Rabbü 1-âle-n’in in rahmetini esirgememesini niyaz ederim.
En Büyük Şair
o anatin karizması olmaz. Hatasız, günahsız ve şüphe edilemez vehmiyle inanılan kişiler yalnız siyâsî veya yan siyâsî dinî liderlerdir. Günümüzde daha karizmatik kişiler, belki daha doğru bir sıfatla idorieı sinema artistleri, futbolcular ve sahne şarkıcılarıdır. Hangi gerçek sanatkârın bir stadyum dolusu insan tarafından çılgınca alkışlan-dığmı duydunuz? Okunmak, her yazar için; seyredilmek, dinlenmek her sanatkâr için şüphe yok, hoşa giden bir duygudur. Ama şöhretin âfet olduğunu da en iyi onlar bilir:
Şöhret, asîl ve mağrur bir ruh için mûcib-i hicaptır-diyen Ahmed Haşim’den epey önce Şeyh Galib de
Daim bunu der ki elde hâme Âfet bana itibâr-ı amme
Elimdeki kalem bana hep şunu söyler: Halkın itibârı benim için belâdır.
Misâlleri çoğaltabiliriz. Necip Fazıl’ın
İstemem ne dil, ne mal. Bana ne verdinse al! Sazını kafana çal, ver bana kavalımı!...
diye hitap ettiği de şöhretten başka şey değil.
'Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara '
Bu girişten sonra "en büyük şair kim?' sorusu abes olmaz mı? Bu soruda karizma veya idol bahis konusu olmaksızın bütün bir neslin veya şiirle ilgilenenlerin ortak isimleri kim olabilir demek istiyorum. Bugün bu soruya cevap vereceklerin bir isim üzerinde anlaşabileceklerini zannetmiyorum. Hattâ, şair dostlarımız gücenmesin, belki böyle bir ismin olamayacağı üzerinde anlaşmak daha kolaydır. Daha 1938’lerde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın meşhur yazısında bahsettiği gibi, içimde "Şiir ölüyor mu?" diye bir şüphe yok. Şiir yaşıyor. Alâmetleri çok. Ama büyük şair kimdir sorusu daha uzun zaman cevapsız kalacağa benzer.
Burada büyük şair sözü belki gerçek bir sanat değerini değil, yine şöhrete yakın bir sosyal (ma’şerî) kabulü işaret etmektedir. Bunun tayininde yanılma ihtimâli vardır. Bu yanılmayı da göze alarak, Türkiye’de son büyük şair örneğinin Necip Fazıl’la tamamlanmış olduğunu söyleyeceğim. Ondan sonrakiler, bu yarışta aşağı yukarı birbirine yakın, bir hizada bulunanlardır.
Kırk yıl öncesinin büyük şairi Yahya Kemal’di. Sevenleri çoktu, sevmeyenlerinin bile en büyük şair kimdir sorusuna bu cevabı vereceklerinden, hiç olmazsa içlerinden geçeceğine eminim. Onun Itrî için söylediği mısraları:
O ki bir ihtişamlı dünyaya
Ses ve söz kudretiyle hâkimdi
diye değiştirirsek bu hâkimiyeti, yani şiir hükümranlığım belki daha iyi ifade etmiş oluruz.
Yahya Kemal’in, sağlığında şiirlerini kitap hâlinde neşretmediği herkesçe bilinir. Kendi tecrübemle biliyorum ki, bir hikâye, roman hattâ denemeler kitabı bile bir çırpıda okunmak istenirken, şiir kitapları, alındıktan sonra masa üzerinde, yastıkta uzun zaman sürünür, aradan, sondan birkaç şiir okunur, sonra kütüphanedeki yerine
kalkar. Nadirdir bir şiir kitabının baştan sona, programl okunması. Yahya Kemal bunu bilip, şiirlerini bu şuurk kitap hâline getirmeyen nadir şairlerdendi. Ama edebiyatla, şiirle ilgilenen herkesin, hemen hemen herkesin biı Yahya Kemal defteri bulunduğunu benim veya benden önceki neslin mensupları bilir. Ve bu insanlar, tıpkı sigara veya enfiye tiryakileri gibi, yahut pul biriktiren çocuklar gibi karşılaştıkları zaman birbirlerine Yahya Kemal’in hangi şiirlerine sahip olduklarını sorar, değiş tokuş yaparlardı.
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm Bir meşaledir devredilir elden ele
-
♦ ♦ ♦
Yahya Kemal’i ilk defa 1948 yılında gördüm. Lise son sınıf talebesiydim. Edebiyat öğretmenimiz Behice Kaplan, Yahya Kemal’in 65. yaş günü kutlamasının Üniversite konferans salonunda yapılacağını haber vermişti. Soğuk bir Aralık günüydü. Şimdiki fen fakültesinin büyük salonunun içi, sıralar arasındaki boşluklar, giriş kapısı dışındaki koridorlara, haıtâ konuşma kürsüsünün etrafına kadar büyük bir kalabalık. Hiç de popülist olmayan, klâsik denilebilecek, buna rağmen demek ki popüler olabilmiş bir şair için gerçekten olağanüstü bir ilgi. Şöhretin, yukarıda bahsettiğim bütün tehlikelerine rağmen, siyâ-sî-ideolojik yönü hemen hiç olmayan Yahya Kemal için, o dönemde okur-yazar nisbeti bugünkünden çok düşük, üniversite öğrencisi de İstanbul’da bugünkünün belki otuzda biri olduğu o yıl şiire veya şaire bu ilgi gerçekten harikulâde idi. Sadece şiir adına, Yahya Kemal için daha yakışacak bir ifadeyle saf şiir adına böyle bir ilginin bugün olabileceğini zannetmiyorum.
Yahya Kemal’in alkışlar arasında salona girişi ve o ’geniş, mülahham gövdesiyle olabildiği kadar zarif görünmeye çalışarak, elini göğsüne koyup reveranslar yaparak
bu alkışları kabul edişinden sonra kürsüye çıkan pek çok insandan şimdi çok azını hatırlıyorum. İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, Hamdullah Suphi, İsmail Habib Sevük, Nihad Sami Banarlı, Ahmed Hamdi Tanpınar aklımda kaldı. Arada, bir topluluk Yahya Kemal’in şiirlerinden bestelenmiş şarkılar okudu. Yahya Kemal usûlen kısa bir teşekkürden sonra istek üzerine kendi şiirlerinden örnekler sundu. Bunlar arasında da Itrîyi, Deniz Türküsü’nü ve o sırada epeyce yeni olan ve dillerde dolaşan Sessiz Gemi’yi hatırlıyorum. Biraz boğuk fakat yükseltmeye çalıştığı bir sesle, aşırı vurgulu bir tonla ve bazı kelimelerin sonlarını fazla uzatarak okuyordu. Bana göre güzel bir okuyuş değildi.
Daha sonra Edebiyat Fakültesi’nde öğrenci iken bir defa daha, bu sefer yakından görme fırsatım oldu. 1952 veya 53 yılı idi. O zaman Hasanpaşa Medresesi’nde bulunan Türkiyat Enstitüsü’nün fevkani camlı avlusuna dikine yerleştirilmiş kitaplıklar arasındaki küçük boşluklarda çalışıyorduk. Aynı yerde İslâm Ansiklopedisinin de müdürlüğünü yapmakta olan Adnan Adıvar, birden yanında Yahya Kemal’le göründü. Ve o sırada orada çalışmakta olan on-on beş öğrenciyi toplayarak, hemen ayakta, şairi bize tanıtıcı birkaç cümleyi takiben Yahya Kemal de ilti-fatkâr, teşvik edici bir-iki sözden sonra, bir istek mi oldu bilmiyorum, bir şiirini okuyarak veda etti. Okuduğu şi-yine Itrî idi. Demek en çok sevdiği o şiirdi. Yine aynı diksiyonla okumuştu. Fakat bu sefer, belki daha küçük b.. topluluğa hitap etmiş olmasından, bu okuyuş bana dah; sıcak geldi. Yahya Kemal’i hatırladıkça o okuyuş tarzım sesi halâ zihnimde yankılanır.
Bayezit’teki Küllük Kıraathanesi’nin son saltanat yİ larıydı. Vaktiyle sık sık geldiğini, Sıdkı Akozan’ın Küllük-namesi’ndeki
Biz ne Yahya’dan Kemal umduk ne Midhat’tan Cemal
mısraından da bildiğimiz Yahya Kemal artık oralara uğramıyordu. Daha çok ikamet ettiği Parkotel’de bulunuyor, zaman zaman da Emirgân’a gidiyormuş. Bir gün Yüksek Öğretmen Okulu’ndan hocamız Nihad Sami Ba-narh bizi, birkaç kişilik küçük bir öğrenci grubunu, Par-kotel’e onu ziyarete götürdü. Sıhhatli bir zamanı değildi. Ama edebiyata, kendisine ilgi duyan gençleri görmekten mesuttu. Teker teker hal hatır sordu. Aynı yıllar birkaç defa da Emirgân çayhanesinde gördüm. Bahçenin ortasında değil, asıl çay ocağının bulunduğu ahşap dükkâna sırtını dayamış, denizi sol tarafında bırakmış olarak oturuyordu. Her gördüğümde etrafında orta yaşın üzerinde küçük bir grup onu hayranlıkla dinliyordu. Konuşan yalnız oydu. "Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara."
"En büyük şair" sözü sanata, şiire yakışır bir unvan değil. Ama çok açık görülüyordu ki, Yahya Kemal, yaşarken döneminin en bilinen ve en akla gelen şairiydi.
Birkaç hatıra... Birkaç intiba...
¿7azima, Necip Fazıl’ın "Birkaç Hikâye, Birkaç Tahlif' kitabının adını hatırlatacak bir başlığı bilhassa koydum. Hem hatırasına bir hürmet duygusu taşıyacağına inandığım için, hem de onu seven genç nesillere bu unutulmuş kitapçığını bir daha hatırlatmış olmak ümidiyle...
İnsan hayatının, doğum, sosyal zaruretler, ölüm gibi, hiçbir fâni için değişmeyen fonksiyonları vardır. Asıl değişen, bu fonksiyonlarm diğer insanlarda göreceği alâkadır. Galiba insanın ne doğması, ne de sosyal faaliyetleri, başkalarını ölümü kadar sarsabiliyor. Necip Fazıl da ölümüyle, tahmin ve temenni ettiği gibi dört inanmış adamı değil, onbinleri, hattâ gönül olarak yüzbinleri arkasından sürükledi.
Necip Fazıl'ı, henüz ilkokula başlamadığım, çat pat okumayı söktüğüm yıllarda, bir kıraat kitabındaki şiiriyle tanıdım. Bu, yer yer İstiklâl Harbinin menkıbevî hikâye ve şiirleriyle dolu, Anadolu sevgisini aşılayan, renkli resimli ve sevimli bir kitaptı. O zamanki taze hafızamla kolaylıkla ezberlediğim ve şimdi içimde buruk bir lezzetle hatırladığım şiir de "Üç Atlı" idi:
Karşı yoldan üç atlı Bir kuş gibi kanatlı Geliyor köye doğru
Cepkeni kola atmış Sağ elini uzatmış Üçü de göğe doğru
Bir bulut olmuş rüzgâr Heyecandan başaklar Tutmuş nefeslerini
Sıra dağlar inliyor Kalbi diye dinliyor Çelik nal seslerini
Sürün atlılar sürün Beni alıp götürün Bu ilde pek yalnızım
Demeyiniz bu da kim Öyle diyor ki içim Candan âşinânızım.
Çocuk kafası mücerret düşünmeğe alışık değildir. O vakit, zihnimde çizdiğim tabloyu, aradan geçen yarım asra yakın zaman silebilmiş değildir: Sarı buğday başaklarıyla dolu bir ovada, ufuk kadar uzak bir mesafede, gölge hâlinde üç atlı. Daha ön plânda, yalnız bir insan, ümitle, ümitsizlikle onlara doğru elini uzatmış, bağırıyor: Beni alıp götürün... Bu şiirde yalnızlığın derinliği ve ürperticiliği çocuk muhayyilemi, hattâ rüyâlarımı uzun zaman meşgul etmiştir. . .
Okula başladığım yıllar, yaz tatillerini, Anadolu sahilindeki köylerde, anneannemin kiracı olarak sık sık değiştirdiği evlerde geçiriyorduk. Çengelköy de kaldığımız bir yaz, ezberimdeki Üç Atlı şairi Necip Fazıl’ın komşu evlerden birinde oturduğunu söylediler. Şimdi tam hatırlayamıyorum, galiba Havuzbaşı civarında bir evi yahut yalıyı göstermişlerdi.
Nihayet bir gün onu, Çengelköy iskele meydanındaki gazinoda, masalardan birinde, kadınh-erkekli neş’eli bir grubun içinde yüksek sesle konuşur ve etrafındakileri güldürürken gördüm. Bir çocuk hayranlığıyla ve bütün dikkatimle onu seyrettim. Tiril tiril, şık bir yazlık kıyafet içinde, diğerlerinin oturduğu masada o ayakta duruyor, biraz mübalâğalı görünen teatral el ve kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu. Ezberlediğim o güzel şiirin sahibine bu kadar yakın olmanın zevkiyle bütün hareketlerine dikkatle bakıyordum. Konuşurken, jestlerine daha da mübâlâğalı olan mimikleri katılıyor, çehresinin beklenmedik noktaları, kâh yanağının bir kısmı, kâh ağzının bir tarafı, bâzan önce bir gözü, sonra diğeri, bir kaşı, hulâsa yüzünün bütün hatları kımıldıyor, bu çehreden fırlamak ister gibi sıçrıyordu. Etrafındakilerin zaman zaman patlattıkları kahkahalardan, onun binlerini taklid ettiğini düşünmüştüm.
O günden sonra, Çengelköy ile Havuzbaşı arasındaki dar cadde üzerinde, akşam üzerleri, köy halkının mû-tad piyasa’lannda, onu hiçbir zaman yalnız olmayarak, hep yakınları arasında dolaşırken gördüm. Mimik veya taklit zannettiğim o yüz hatlarının sıçrayışlarını, sâkin zamanlarında da fark ettim. Tiki var, demişlerdi, istemeyerek yapar. (Sonraları, ondaki bu tezahürü, derin iç çatışmasının gayri irâdî olarak dışa vurması şeklinde düşünecektim.)
O yıllarda gerçekten birer köy kadar küçük ve tenhâ olan Beylerbeyi ve Çengelköy halkı onu tanıyor, seviyor ve saygı duyuyordu. Bunu, o pıyoMİarda kendi üzerine çektiği gözlerden, saygılı ve hayran bakışlardan hissetmemek mümkün değildi.
İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Erkekler her fırsatta lâfı siyasete, muharebeye, bunların memlekete getirdiği sıkıntılara intikal ettiriyorlardı. Bu sıkıntıyı, endişeyi,
“derin iç çatışmasının gayri iradî olarak dışa vurması
hattâ korkuyu büyüklerle beraber yaşayan çocuklar da ister istemez konuşmalara ilgi duyuyorlar, yaşlarından beklenmeyen bilgilere sahip oluyorlardı. Başlangıçta harbin çıkacağına kimse ihtimâl vermemiş. Barış görüşmeleri o kadar iyi gidiyormuş ki... Bütün gazeteler bir savaş tehlikesinin tamamen ortadan kalktığını yazıyormuş. İşte o sıralarda, galiba "Son Telgraf' gazetesindeki "Çerçeve" sütunlarında Necip Fazıl, şartların yakın bir zamanda bir çatışmayı kaçınılmaz kıldığını yazıp durmuş. Derken, bunları yazdıktan bir müddet, belki birkaç hafta sonra mı ne, savaş patlayıvermiş. Hayret, falcı gibi bir adam bu!
Şimdiki gibi apartmanlarm doldurmadığı o sevimli sahil köyleri, Boğazın bilhassa Anadolu yakasında, Üsküdar’dan tâ Kavaklara kadar komşu evler gibi mânen ve maddeten birbirine yakın idiler. Pek çok insan birbirini tanır, hattâ yalıların pencerelerinden, vapurdaki yolcularla selâmlaşılır, temennâ edilirdi. Boğaz vapurlarının (o zamanki adıyla Şirket-i Hayriye) kaptanlan, geç kalan bir yolcunun eksikliğini fark eder ve hatır için birkaç dakika beklerdi. Bir vapurun hemen bütün yolcularının, hattâ personelinin birbirlerini tanıdıklarını, hal-hatır, hasta-lık-iyilik haberlerini sorduklarını söylersem mübâlâğa sayılmasın.
Benim yaşımda ve daha büyük İstanbulluların hiç şüphesiz hatırlayacakları bir Tahsin Kaptan vardı. O zaman vapurların çoğu, bacalarına yazılmış kocaman numaralarıyla tanınırdı. Tahsin Kaptan galiba 65 numaranın süvarisi idi. Bilmiyorum nasıl olmuştu da, bu adam, sadece vapurunun numarasıyla, görünmeyen "fantom şahsiyetiyle bütün Boğazın sevgilisi oluvermişti. Daha çok çocukların, fakat büyüklerin de sevgili Tahsin Kaptanı. Nereden geçerse, kim görürse hemen başkalarına haber verir, derken küçüklü-büyüklü bir grup sahilde, iskele üzerinde, yalı rıhtımlarında birikir, eller kollar, şapkalar, eşarplar sallanır ve avaz çıktığı kadar bağırılır: "Ya ya
ya, şa, şa, ya, Tahsin Kaptan çok yaşaaaa..." Ve süvari köprüsünde silûeti görünen Tahsin Kaptan, muzaffer bir amiral edasıyla düdüğün ipini çekerek cevap verir: Vuut, vuut, vûûûûûût... Daha da güzeli, altmışbeş numara, eski sultan sarayları olan Galatasaray, Gaziosmanpaşa, Kabataş, Boğaziçi mektepleri önünden geçerken, derste olan talebeler hocalarıyla beraber pencerelere yığılır, aynı şekilde bağırırlardı: Ya ya ya, şa şa şa... Ve vuut vûûûût...
Bir gün altmışbeş numara her zamanki gibi sahilleri, iskeleleri dolaştı, her zamanki gibi çocuklar bağırıştılar, fakat Tahsin Kaptan her zamanki gibi onları selâmlamadı. İki gün, üç gün, dört gün... Ne olmuştu? Sonradan öğrendik ki, Necip Fazıl "Çerçeve"sine bir yazı yazmış, hadiseyi ‘psiko-sosyo-politik’ açıdan değerlendirmiş, devleti temsil eden bir adamın (Tahsin Kaptan) bu gayri ciddi davranışını tenkid etmiş. Yazıyı okuyan Tahsin Kaptan da düdüğünü susturmayı bir devlet görevi telâkki etmiş olmalıydı. Birkaç gün sonra, "Çerçeve"de bir yazısı daha Çıktı. Şimdi aklımda kaldığı kadar aşağı yukarı şunları söylüyordu: "Yanlış anlaşıldım ve üzüldüm. Tahsin Kaptan benim için bir vesile idi. Ne yazık ki kırkikilik bir top mermisi ile bir serçe vurdum." Bu son yazı üzerine Tahsin Kaptan’ın seremonilerine devam edip etmediğini hatırlamıyorum.
Bu ilk intibâ ve hatıralarımdan sonra yıllar geçti. Üç Atlı’dan sonra onun çok şiirini, tiyatrosunu, kitabını okudum. 1945’den beri çıkan Büyük Doğu’n\ın bu ikinci devresi, benim neslim gibi benden sonrakilerin de zihinlerine, gönüllerine büyük ufuklar açtı. Onun beğendiğim, beğenmediğim yazıları ve davranışları oldu. Gerek yaşayışındaki, gerekse yazılarındaki bocalayışları, sanatkârlığından, mistikliğinden ve dinî endişelerinden kaynaklanıyor, bu üçünü birbiriyle telif etmeğe çalışıyordu. Bir insanın zor taşıyacağı bu üç yükü o, seksen sene, hiç yorulmamış bir zihinle taşıdı. Bütün mücadelelerine, sıkıntılarına rağmen mes’ud olarak yaşadığına ve öldüğüne inanı-
yorum. Az mı ihtiraslar, aşklar, şöhretler, fikir mahkûmiyetleri, kalabalıklar onu kucaklayıp yükselttiler. Bunların her biri, bir tek sanatkâr için bile tali’in mes’ud meyvala-rıdır. Necip Fazıl bu meyvaların hepsini tattı ve onlardan bir yığın yeni eser ortaya koydu.
Ve Hüve’l Bâkî...
Sanatkârın Talihi
Ulüm yıldönümünde Necip Fazıl’ı hatırlarken, memleketimizde pek çok aydının, sanatkârın uğradığı haksızlıkları, hattâ zulüm derecesine varan muameleleri de ister istemez düşündüm. Nice şiirin, romanın, tiyatronun, fikir eserinin, haydi diyelim ki siyasî yazının arkasında gözyaşı, hapis hattâ idam kâbusu vardır. Necip Fazıl’ın da seksen yıla yaklaşan fırtınalı hayatı içinde kaç defa kitaplan, dergileri toplatılmış, kaç defa "cinnet mustatili" dediği hapishanelere düşmüştür.
Bütün bu sıkıntılı ve "çile"Ii ömüre rağmen başka bir açıdan bakıldığında Necip Fazıl hayatında da, ölümünden sonra da, yine memleketimiz ölçüsünde bahtiyar sanatkârlardandır. Hayatının her döneminde, değişik çevrelerde de olsa kıymeti bilinmiş, takdir edilmiş ve sevilmiştir. Etrafı hemen daima bir hayranlar halkası ile çevrili olarak yaşamıştır.
Şöhret tek başına bir sanatkâr için talihli olmanın ölçüsü değildir. Hattâ belki tehlikelidir de. Ama eserlerinin dillerde dolaştığını ve sevildiğini görmek, sadece hissi olmamak, bilinçsiz olmamak şartıyla hayranları bulunmak pek de itilecek bir nimet olmasa gerek. Belki bu da beŞerî zaafımızdır; ama insan zaten zaaflarının ve güçlerinin dengelediği bir mahlûk değil mi?
Necip Fazıl çok genç yaşta sanatkâr şöhretinin nimetlerini tatmış, ölünceye kadar da içinde yaşadığı toplumun şu veya bu kesiminde ilgiyi kaybetmemiş nadir de-ğerlerimizdendir. Hatta bu ilgiyi ölümünden sonrasına da ilâve etmek gerekir.
İlk şiir kitabı olan Örümcek Ağı çıktığı zaman kulaklar, şiirin bir ses ve söz sanatı olduğuna inanan kulaklar
"çileli bir hayata rağmen sağlığında ve ölümünden sonra ilgiyi kaybetmeyen sanatkâr"
birdenbire irkilmiş, yeni bir ses işittiklerini sezmişlerdir. "Senelerden beri tersine çevrilmiş elbiseler veya usaresini kaybetmiş posalar gibi o sayfadan bu sayfaya, o ağızdan
bu ağıza, o omuzdan bu omuza dolaşan yırtık ve yıpranık nazımlardan artık gına geldiğini" söyleyen Salih Zeki Ak-tay, Örümcek Ağdnı yepyeni bir âlemden gelen, karanlığın, aydınlığın, korkunun, evhamın güzelliklerinin ifade edildiği bir ilham çağlayanı diye karşılar. Yıl 1925. Ve Necip Fazıl yirmi yaşındadır. Bu sözler de hatır için, bir genci teşvik için söylenen cümleler değildir. Nitekim bu tarihten iki yıl sonra Kaldırımlar şiiri yayınlandığı zaman şiirin büyüleyici alanı daha da genişler ve onu "Kaldırımlar şairi" yapacak şöhrete kavuşturur. Kaldırımlar ve Ben ve Ötesi şiir kitapları için yazılanlar o yaşta bir genci şı-martmasa bile mağrur edecek derecede iltifatlı alkışlardır. Ne demekti Reşat Nuri, Mustafa Şekip gibi yaşlı başlı yazar ve fikir adamları bu gencecik şairi göklere çıkaran cümleler sarf etsinler? Hele Nuruilah Ataç gibi o yıllarda daha da titiz olan bir tenkitçinin, hem de Hüseyin Cahid’e karşı onun şiirlerini savunması?
Necip Fazıl’ın bu üç şiir kitabı çıktıktan sonra Ahmet Hamdi Tanpınar "Son Yirmi Beş Senenin Mısraları adlı seri yazısında (yazı 1936 tarihli olduğuna göre demek ki Fecr-i Âti’den o güne kadar) damağında lezzeti kalan şiirlerden bazı mısraları yorumlar. Kuvvetli bir estet olan ve diğer güzel sanatlara, özellikle plastik sanatlara ait eserler hakkında yaptığı yorumlarda da bu sanat eserlerine bakış açısında olduğu kadar dile, Türkçe ye geniş ufuklar açan Tanpınar, Necip Fazıl’ın:
Söndürün lâmbalan uzaklara gideyim Nurdan bir şehir gibi ruhunu seyredeyim Pınl pınl Pınl pınl
mısralarını "bir yalnızlık gecesini bütün bir ruh şehrâyini yapan şiir olarak gösterir.
Örnekleri çoğaltmaya gerek yok. 1925-30 arası Türk Şiirinin kurak dönemidir. Hece vezni, şiirin tekniği ve dili
ile tam bir uyum bulamamış; ideolojik, hamâsî şiir ve Anadolu edebiyatı özentisi ise derinliği olmayan, sathî manzumeler ortaya koymaktadır. Necip Fazıl’ın şiiri böyle bir dönemde yeni bir ses ve dilde mücerredi yakalamanın zaferini getirir. O, "Kaldırımlar şairi" şöhretiyle bu zaferin zevkini tatmıştır.
Necip Fazıl’ın tiyatrosu da bir hâdisedir. Sanat eserlerinin toplumda heyecan ve taşkınlık uyandırmasını benimsiyor değilim. Sanatkârın şöhret gibi, "hâdise"ye de ihtiyacı olmamalıdır. Buna rağmen Necip Fazıl’ın 1935’te yazdığı ve kendi ifadesine göre umduğu ilgiyi görmeyen Tohum bile Türk tiyatrosunun o yıllardaki kısırlığı içinde büyük bir hamle olmuş ve pek çok tenkitçi tarafından takdir edilmiştir. Bundan iki yıl sonra sahneye konan Bir Adam Yaratmak ise gerçekten bir hadisedir. Ertuğnıl Muhsin’in âdeta mistik bir sempati ile kendini vererek sahneye koyduğu ve başrolünü oynadığı oyun büyük ilgi görmüş, hakkında sitayişkâr yazılar yazılmış ve uzun süre kapalı gişe oynamıştır. Benim de zevkime ve kanaatime göre Bir Adam Yaratmak Türk tiyatrosunun yüz akı sayılması gereken bir oyundur. Bugünün düşünmeden gülmek, duygularını, heyecanlarım tepinerek, dövünerek göstermek histerisi içinde olan seyircilerin çoğu için belki modası geçmiş sayılacak olan Künye, Para, Reis Bey, Parmaksız Salih oyunları da tiyatromuzun klasikleri arasına girmiştir. Devlet veya Şehir tiyatroları oyun sezonuna onun eserleriyle başlamayı hatırlamalıdırlar.
Bir "fildişi kulesi" sanat anlayışının peşinde olan ve sadece elit bir çevrede ilgi görmesi tabii olan Ağaç dergisi tecrübesinden sonra bu kulenin dışına çıkan Necip Fazıl, 1943’ten ölümüne yakın yıllara kadar çıkardığı Büyük Doğu dergisi ile ilgi odağım daha farklı bir çevreye çevirir. Ayrı ve uzun bir yazı konusu olabilecek bu bahis için sadece şu değer yargısında bulunabilirim: Büyük Do-ğıı’nun, İslam’ın, toplum hayatında yeniden zinde bir ruh kazanmasında büyük rolü olmuştur. Bununla beraber
dergi sadece bu açıdan mühim değildir. Özellikle 1945-1948 arasındaki büyük boy 87 sayılık koleksiyon, yine bana göre diyeyim, Büyük Doğu’nun en zengin muhtevalı dönemi olmasının yanı sıra, siyasi yorumları, fikir yazıları, edebî mahsulleri ve zengin yazar kadrosu ile de dergi tarihimizin dikkate değer örnekleri arasına girmeye layıktır. Bunun dışında ulaştığı tiraj bugün bile magazin yayınların dışında pek çok derginin gıpta edeceği bir seviyede idi.
Necip Fazıl’ın asıl talihli yönü, ölümünden sonra da görmekte olduğu ilgidir. Bunda onun her ölüm yıldönümünde veya başka vesilelerle anılması kadar, arkasından eserlerini devam ettiren insanlar bırakmasının da rolü büyüktür. Bugün altmışın üzerinde bir sayıya ulaşan kitapların tükendikçe yeniden basılmak suretiyle onlara ihtiyacı olanların hizmetine verilmesi bir yazar, bir sanatkâr için ulaşılacak bahtiyarlıkların herhalde en büyüğü olmalıdır. Necip Fazıl çileli bir hayata rağmen sağlığında da, ölümünden sonra da çevresinin ilgisini görmüş nadir sanatkârlardandır.
Hünerli Bir Nakış ve Asabi Bir Ses
2 6 mayis 1905’te doğan Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983’te öldü. Mayısın şu günleri onun hem doğum, hem ölüm tarihine tesadüf etmektedir. Şiir, tiyatro, hikâye, roman, deneme, fıkra, tarihî, dinî, tasavvufî inceleme ve yorumlar, siyasi ve sosyal makaleler gibi çok değişik türlerde, kalemini hiç yormadan bir akrobat gibi kullanmış, Türkçe’nin, tedricî derinlikte, gazete ağzında, zaman zaman muhatabına hakaret sınırlarına gelecek seviyede polemikte ve sanat zarafetinde zirvelerine varmış bu usta yazar bugün daha sınırlı bir alanda tanınıyor.
Necip Fazıl’ın, hemen herkes tarafından münakaşa-sız kabul edilen yönü şairliğidir. İnsanoğlunun ebedî trajedisini benzeri pek az bulunabilecek üst seviyede bir şm diliyle ifade etmiştir. Bunun aksini söylemek ya şiir zevkinin gelişmemişliğine veya paradoksal olma özentisine hamledilebilir. Üçüncü bir ihtimal düşünemiyorum. Şu fikirleri, şu duyguları daha önce de ifade edenler olmuştur demek ise yeryüzünde yeniliğin hadlerini bilmezlikten gelmek demektir. Hepimizin yaptığı, bir tekrardan başka nedir? Mesele yeni ifade ve yeni kompozisyonlardır. Bütün bir musiki dünyası, -insan sesi için 3-4, âlet sesleri için 6-7 oktav kabul edersek- nihayet arızalarıyla
beraber 60 ilâ 100 arasında ses biriminin değişikliklerinden ibaret değil elbette. Edebî eser için de kelimeler kadar fikir ve duyguların, hatta hayallerin bile sınırlı olduğunu tereddütsüz söyleyebiliriz. Onun için net olarak tesirleri gösteremediğiniz zaman, "şu söz daha evvel de söylenmiştir" demek bir şey ifade etmez: "Güneşin altın-
’İnsanoğlunun ebedi trajedisi’
da söylenmemiş söz yoktur." İnsanları ne yanılmaz kişiler olarak putlaştırmaya, ne de daha sonra o putu yıkmak için ille de aykırılık yapmaya gerek vardır. İnsanlar güçleri ve zaaflarıyla vardır. Bunlardan birini silip diğerim ön plana çıkarırsanız onun asıl gerçek şahsiyeti kaybo-
lur. Bu davranış, bizdeki tenkit anlayışının hemen hiçbir devirde kaybolmayan sakat taraflarından biridir.
Yazımın başlığım Necip Fazıl ve Yahya Kemal olarak düşünmüştüm. Aslında bu iki şahsiyeti bir arada düşündürecek ortak çizgi yok gibidir. Aralarındaki yaş farkı dikkate almarak neredeyse iki ayrı nesilden telakki etmek yanlış olmaz. Her biri sabrın ve sükûnetin meyveleri olduğu anlaşılan şiirleriyle Yahya Kemal otuz yaşını geçerek şöhrete ulaşmışken, nefes nefese yorucu, âdeta bir irticalin mahsulü intibaını veren şiirleriyle Necip Fazıl’ın şöhreti, Kaldırımlar’ı esas alırsak, yirmi üç yaşmda başlar. İstemem ne dil, ne mal/Bana ne verdinse al dediği Şöhret adlı şiirini 26 yaşında söylemişken, Yahya Kemal’in buna benzer mısralarını, kesin tarihini bilmemekle beraber, yaşlılık yıllarmda kaleme aldığını sanıyorum: Yarab ne müsavatı, ne hürriyeti ver/Hatta ne o yoldan gelecek şöhreti ver.
Bütün Türkiye’de en büyük şair kimdir, diye sorulacak olsa, bilmem herkesin, nerede herkes, şiir sevenlerin üzerinde ortak olarak birleşecekleri bir isim var mıdır? Halbuki 1940’lardan sonra, epey yıllar boyunca Yahya Kemal’in de, Necip Fazıl’ın da sevenleri bir hayli idi ve tereddütsüz bu iki isimden biri veya her ikisi hemen hatırlanırdı. Bundan sonra gelecek isim üçüncü değil, pek-çok üçüncüler olabilirdi. Bunları söylerken, bu ölçünün tek başına bir değer ifade ettiğini iddia ediyor da değilim. Ama ikisi de ayrı ayrı Türk şiirinin ustalarıydılar. Üstaddılar.
Necip Fazıl da, Yahya Kemal de geniş entelektüel çevreleri olan insanlardı. Her ikisinin çevresinde bulunan ortak şahsiyetler de var. Ancak her ikisinin bir arada bulundukları ortak bir çevre hemen yok gibi. Bir defa Yahya Kemal’in hiçbir yazısında Necip Fazıl’ın adı geçmez. Belli bir yaştan sonra aktüel edebiyat üzerine fikir beyan etmeyen Yahya Kemal’in, kendinden yirmi yaş küçük bir şairden bahsetmemesi tabii olabilir. Edebî hatıralarında
Silik Fotoğraflar / 131 ve kritiklerinde esasen kendinden öncekilerin dışında başkalarından bahsetmiş de değildir.
Necip Fazıl’a gelince... O Yahya Kemal’den birkaç defa sathî olarak bahseder. Bir defa Heybeliada Deniz Mektebi’nden hocasıdır ki onu biraz sonra anlatacağım. Yazı ve yayın hayatı ile ilgili hatıralarını anlattığı Babıâli kitabında Yahya Kemal birkaç yerde geçer. Ama sanki bu iki şair arasında hiçbir konuşma, hatta selamlaşma bile olmamış gibidir. Necip Fazıl bir defa, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Paris’e gitmeden hemen biraz evvel, Ankara’da Ulus Meydanı’ndaki bir lokantada başında kara kalpaklarıyla oturan adamlar arasında Yahya Kemal’i de görmüştür, o kadar. Sonra, bir ara Büyük Doğırnm yazar ve şairleri arasında da görünen Salih Zeki Aktay’dan dinlediği dedikoduları keyifle bu hatıralar arasında nakleder: Osmanlı Bankası’nda çalışan Ahmed Haşim’in yanına gitseniz, Nişli Agâh diye Yahya Kemal’i çekiştirir; Serkl Doryan kulübünde ziyaretçilerini kabul eden Yahya Kemal de Bağdad Fellahı diye Haşim’in dedikodusunu yapar. BabIali'nin hemen aynı sayfalarında bir de Pe-yami Safa’dan naklen, birçok Türk yazar ve şairinin nasıl Batılı yazarlardan konu yürüttüklerini anlatırken Yahya Kemal’in de Leylâ şiirini bir Fransız şairinden. Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin mısraını da Omeros tan nasıl aşırdığını söyler.
Başka bir anekdotta, Boğaz’da bir yalıda ikamet etmekte olan ve ismi verilmeyen bir hanımefendinin etrafında, Necip Fazıl’la beraber Y^hya Kemal in de bulunduğunu anlarız. Daha sonra Ağaç mecmuasının kuruluş hikayesini anlatırken Ahmed Hamdi Tanpınar ın hünerli bir nakışçı olan Yahya Kemal’e bağlı olmasını, geleceği •Çin bir tükeniş işareti olarak gördüğünü söyler.
Bu hatıralarda, yukarıdaki olumsuz yaklaşımların dışında iki yerde Necip Fazıl, Yahya Kemal in esprileri yanında yer alır. Bir gün Ulus gazetesinde Burhan Asaf (Belge) eşsiz bir Türk inkılâbının varlığından bahseder-
ken Yahya Kemal ona, "Ayol, der, ben asıl onu kabul etmiyorum! Evvelâ onu isbat et de sonra dâvâna giriş!" İkinci anekdot da şu: Yahya Kemal’in de bulunduğu Çankaya sofralarından birinde şiirler okuyan Behçet Kemal hakkında Yahya Kemal "Hârika!" demiş, sonra bu sözü nasıl sarf edebildiğini soranlara da "Şair demedim ki, harika dedim" diye tevil etmiş.
İki yerde de Yahya Kemal’in, kendisini takdir ettiğini anlatır. Birinde Beyoğlu’nda Markiz Pastahanesi’nde, kalabalık bir grubun ortasında Necip Fazıl, Lâtin harflerinin eski alfabemize göre bir üstünlüğünün olmadığı hakkında konuşurken, Yahya Kemal de "Altınla yazılacak sözler bu.." diye onu takdir etmiştir. Bir başka sefer, yine Ağaç mecmuasında Necip Fazıl’ın "Bendedir" şiiri çıkmıştır. O gün Suadiye’de iki şair bir gazinoda karşı karşıya gelirler, Yahya Kemal ona iltifatlarda bulunur ve masasına davet eder: "O ne şiir öyle, bugün Ağaç mecmuasında gördüm" der. Ve kendisinden okumasını ister. "Teatral jestle ve âhenklerle şiir okumaktan hoşlanmadığını" söyleyen Necip Fazıl yutkunurken Yahya Kemal şiirin tamamını "o yayvan, dalgalı ve titremeli sesiyle" ezbere okumuştur. Hatıralarının burasında Necip Fazıl bir parantez açarak, "Yahya Kemal ve neslinin bir âdeti vardır. Kendilerinden sonrakilerle alakalı görünmek istemezler. Bunu küçüklük sayarlar" der. Onun Yahya Kemal ve benzerleri hakkındaki bu değer yargısı, yukarıdan beri bahsettiğimiz bu iki şair arasındaki müphem soğukluğu, ama, yalnız biri değil belki ikisi tarafından da açıklamaya yetecek bir ipucudur.
Hatıralardaki bu teğet dokunmalara mukabil 1945 Büyük Doğıı’larında Necip Fazıl, sembolik bir Edebiyat Mahkemesi’nde Yahya Kemal’i epey hırpalayacaktır.
Şimdi Necip Fazıl’ın, yazıları veya bana göre hikâyeleri arasında kaybolmuş ve dergi sayfalarında kalmış bir metninden bahsedeceğim. Yazımın başında Heybeliada Bahriye Mektebi’nde öğrenci iken Yahya Kemal in de
bir süre hocalık yaptığını söylemiştim. O ve Ben adlı hatıra kitabında hocası Yahya Kemal hakkındaki ilk intibâla-rını "Boyuna burnunu karıştıran kontrolsüz hali, dalgın ve eşyadan habersiz tavrı, efsane kahramanları etrafında boyuna köpürttüğü satıcı heyecanlanyla, Yahya Kemal beni o zamandan çekmedi" şeklinde verir. Ve bir gün Yakup Kadri’yi görmek üzere İkdam gazetesi idarehanesine gidince "Onda Bahriye Mektebimden hocam ve sonraları ahbabım Yahya Kemal’in, ya dalgın ve unutkan, yahut yılışık ve laubali yüzünden eser yoktu" diye benzer bir hüküm verir.
Dergi sayfaları arasında kalmış olduğunu söylediğim yazının adı "Lö Sid"dir ve Büyük Doğıı’nun 26 Aralık 1947 tarihli 73. sayısında çıkmıştır. Burada Yahya Kemal’in ilk defa sınıflarına nasıl girdiğini, öğrencinin ricası üzerine orta çağın büyük kahramanlık destanlarından Lö Sid’i anlatmaya başladığını, ertesi ders devam etmek için yeniden baş tarafa döndüğünü, böylece altı ay boyunca, her seferinde yeniden başlayarak hikâyenin bir türlü sonunu getiremediğini veya getirmediğini anlatır. Bu hadisenin bilmiyorum ne kadarı hatıra, ne kadarı kurmaca-dır. Yalnız sezdiğim, bütün hatıralarında özellikle Edebiyat Mahkemesi’nde olduğu kadar bu yazıda Yahya Kemal hakkında pek zâlimâne davranmadığıdır. Yazının altındaki bir notta, ilk defa yirmi küsur sene evvel (yani 1925-27) neşredildiği kayıtlıdır.
Elde mevcut bu sınırlı bilgilerin ışığında kanaatim, şöhretleriyle ortak bir dönemi paylaşan bu iki şairin, birkaç peşrev denemesinden sonra birbirlerine dikkatli bir mesafede kaldıklarıdır.
Şiir Dergâhının Çelebisi
Gözlükler mistisizm ve tasavvuf kavramlarına az çok birbirine yakın mânâ verirler. Mistisizm bir Hıristiyan kültürünün mahsulü olarak düşünülürse tasavvufa da İslam mistisizmi demek fazla yanlış olmaz. Batı dillerinden gelen bir kelime olan mistisizm, özel mânasıyla Tanrı yı sezgi yoluyla kavramak ve bu yolla ona ulaşmak, yücel-mek karşılığı olarak kullanıldığı takdirde tasavvufa yakın gibi görünür. Ama genel mânâsıyla mistisizm, insanın kendisinden üstün bir varlıkta kendi benliğini eritmesi, yok etmesi demektir. Bu mânâda mistisizm transandantal (aşkın) bir duygudur. Mistiğin yücelmek için kendi varlığını yok etmeye gayret ettiği bu üstün varlık eğer Allah ise, bu mistik tecrübenin adı fenâ fi’Hah’t\r ve İslam tasavvufunun önemli bahislerinden biridir. Bu mânâda bir Hıristiyan mistisizminden de bahsedilebilir. Ama mantıktaki içlem-kapsam ilişkileri açısından mistisizm daha genel, tasavvuf daha özel bir terimdir. Her mistik davranış tasavvufî olmayabilir; fakat her tasavvufî mesele mistiklik alanına girer. Tekrar edelim, İslam mistisizminin adı tasavvuftur.
Bu tariflere bağlı kalarak tasavvufu sadece dinî alanda kullanmak zaruri olduğu halde mistisizm bunun dışında da kullanılabilir. Olağanüstü bir varlık için ruhun yö'
neldiği, yüceldiği, hayranlıkla temaşa ettiği (kontamplas-yon) her durumda bir çeşit mistisizm vardır. Nitekim Ahmed Hamdi Tanpmar, ateist bir tenkitçi olan; fakat tecrübeyle ulaşılan gerçekler karşısında da vecd ve heyecan duyan Beşir Fuad için "ilim mistiği" tabirini kullanır.
Bu çeşit mistisizm sanatta da bahis konusudur. Sanatın şekil, yapı, teknik dediğimiz dış unsurlarının ötesinde, sanatkârın kendi şahsiyetini, ben’ini aşan bir varlıkta yok olması, fenâ bulması, her gerçek sanat eserinde az veya çok kendini hissettirir. Försterin, roman sanatı
için ileri sürdüğü ermişlik, anlatmak istediğim mistisizme yakın bir mânâ taşır. Fuzulî’nin Leylâ ve Afecnıın’undati aşk, birçoklarının zannettiği gibi ilâhî-tasavvufî bir aşk değildir. Ama mistik bir aşktır. Böyle bir tabir yoksa söyleyelim, Mecnun bir fenâ fi’l-Leylâ’dır, fenâ fi’l-aşk’tır. Bununla beraber başlangıçta beşerî olan bir aşkın giderek bedenî bazlardan sıyrılıp bir çeşit süblimasyon’a (i’lâ) ulaşması mümkündür. Dünyevî, yani özel terimi ile mecazî aşkın, yüce bir duygu hâlinde İlâhî aşka ulaşması beklenirse, neticede Mecnun’un da böyle bir aşka ulaştığı düşünülebilir. Ama Fuzulî bunu sarih olarak söylemiş değildir.
Bu kendini aşma (transandans) keyfiyeti sanat eserinde birtakım motiflerle ortaya çıkar: Aşk, ölüm, Tann, tabiat, kâinat gibi. Hattâ sanatkârın kendi bent bile böyle bir motif teşkil edebilir. Ancak bu ben (ego), sonuçta bir ‘süper ego’ya dönüşür. Yunus Emre’de olduğu gibi. ben'in içinde, kendi ferdiyetini aşan, onun çok üzerin-de/derininde başka bir ben’in varlığı bahis konusu olur. Namık Kemal’in vatan mistiği, Mehmet Akif’in cemiyet mistiği olduğundan bahsedildiği zaman kastedilen budur.
15 Ekim 1958’de ölen Asaf Hâlet Çelebiyi, ölüm yıldönümünde hatırlarken, ondaki mistik temayüllerin mahiyeti beni bu uzun girişi yapmaya mecbur etti.
Kadim bir İstanbullu ailenin çocuğu olarak Cihangir’de bir konakta doğan, Galatasaray Sultanisi’nde okuyan, ölünceye kadar da Boğaz’ın öbür yakasında, Beylerbeyi sırtlarında bir köşkte oturan, yarım asırlık hayatı içinde de İstanbul’dan pek çıkmayan şair Asaf Hâlet Çelebi giyinişi, konuşma tarzı, kültürü, dostluğu, istiğnasıyla bir tarafıyla Avrupalılaşan, öbür tarafıyla Osmanlı nın eğer denilebilirse burjuvasına yakışır bir medeniyet 'e zarafete sahip olan gerçek çelebilerden biriydi. Yalnız o bu saydığım vasıflarıyla, benzerleri olan başka sanatkâr larda olduğu gibi bir eski İstanbul nostaljisine tutulma mıştı. "Divan Şiirinde İstanbıd" adlı antolojisi ile yine es'
Türk şiirinde İstanbul’la ilgili birtakım motifler üzerinde duran birkaç makalesi dışında bu tarafı hissedilmiyordu. Buna mukabil onun şiiri, dönemindeki diğer şairlerin aksi bir yönde, hem İslamî-tasavvufî derinliklere, hem de mistikliğin başka motiflerine açılıyordu.
Asaf Hâlet Çelebi’yi ilk defa 1950’den önceki bir tarihte gördüm. Garip şiirlerinin genç çevrelerde revaç bulduğu yıllardı. Beyazıt’ta, Marmara lokalinde yapılan bir şiir günüydü. Vezinsiz, kafiyesiz, hatta mısrasız (!), çoğu o sıralarda insana kolayca yazılıverecekmiş gibi görünen şiirler okundu. Derken lokalin ışıkları söndü. Birdenbire elinde bir şamdanla, mumun alevlerinin gösterebildiği silûetiyle Asaf Hâlet Çelebi sahneye geldi. Sahnenin birkaç basamak yüksek bir yerinde mi durdu? Bana şimdi küçük bir masanın üzerine çıkmıştı gibi geliyor. Bir yandan elindeki şamdana itina ettiği için hafif eğik duran, ortadan az yüksek bir boy, fakat tombulluğuyla biraz daha kısa görünüşlü, pos bıyıklı, âdeta parmaklarının uçlarına basarak tin tin bir yürüyüşle, bir taraftan da şiirini boğuk fakat artistik bir sesle okuyarak geldi: Niyagrod-hâ/Koskoca bir ağaç görüyorum/ufacık bir tohumda... O boğuk ses, o’larda, a’larda alabildiğine uzuyor, sıra nakarata gelince üç defa aynı mısraı her hecesi vurgulu ve tempolu olarak, o arada şamdanı tutan eliyle diğer elini de görünmeyen bir davula vurur gibi aynı tempoyla hareket ettirerek tekrarlıyordu: Om mani padme hum... (Bu mısra da tıpkı Süleyman Efendi gibi, o yıllarda yeni şiiri gırgıra alanların dilinde dolaşıyordu.)
Daha sonra hangi şiirlerini okudu, hepsini hatırlayamıyorum. Bunlar arasında biri daha aklımda kalmıştı. Bu defa, önceki sesinden daha farklı ve daha müzikal, yer yer inceleşen, uzayan tiz bir sesle okuyordu: Evloimeni i vasilîya tu patros: Bu ses, bu müzik ve bazı kelimeler bana yabancı gelmiyordu. Hele arada bir uzun îsûuuss deyişi. Kendim; ekalliyetlerin oturduğu Balatlı olduğum
için Rum kiliselerinden mısraların bu okunuş tarzının çağrışımı zihnimde hemen birbirini buluyordu.
Sonraları, benim de ilk yazı denemelerimin çıktığı İstanbul dergisinin Bâbıâli’deki yazıhanesinde birkaç defa karşılaştık. Fakültedeki öğrenciliğimin son yıllarında da alt kat koridorlarından birinde, galiba sanat tarihi kitaplığında kütüphane memurluğu yapıyordu.
İstanbul dergisinde Asaf Hâlet Çelebi’nin yazıları, özellikle poetikasını oluşturan "Benim Gözümle Şiir Davası" adlı yazıları, dönemin öteki poetikalarından (meselâ Orhan Veli’nin, hattâ Necip Fazıl’ın) farklılığını göre-oümek için okunmaya değer: Şiiri Ahmed Haşim’le başlayan, belki Tanpınar’ı da içine alan "kapalı âlemler" uzantısında; ama onlardan ayrı: poetikası yine Haşim’i, belki biraz da Kaya Bilgegil’i düşündüren; fakat onlardan daha çok bir ‘ben’ poetikası olan bir metin. Yani şiiri pek az anlatan, fakat Çelebi’nin şiirini anlayabilmek için gereken bir poetika. Mistisizmine ise sınır yok. Fenâ fi’t-tarih.. Eski Anadolu, İsrailoğulları, İbrahim Peygamber, Cüneyd, Taş devri, Meryem ve İsa, Mevlânâ, Budda, Hallâc, eski Mısır, insan öncesi vs. Bütün bunlar karışık jeolojik tabakalar gibi onun şiirinin, sınırları belirsiz zamanını oluştururlar. Galiba hepsini şu iki mısrada toplamak gerekiyor:
İçimdeki mağarada kurumuş ölüler yatar.
"Geniş ve Yüksek Bir Alın..."
/ 94 7 yılının kasım veya aralık ayı. Vefa Lisesinin ilk sı-nıfındayım. Odası, dershanemiz olan 4/H sınıfının hemen karşısında bulunan başmuavin Lebip Bey, elinde şık bir zarfla sınıf kapısının önünde durarak, "Bâbıâli'yi bilen var mı?" dedi. Kimseden ses çıkmayınca biraz ürkek bir sesle, "Kime götürülecek?" diyecek oldum. Lebip Bey benim bu sorumu herhalde "ben bilirim" manasına alarak "Al bu zarfı, İlhami Safa’ya verilecek" dedi. Başka da bir Şey söylemeden sınıftan çıktı. Zarfın üzerinde "İlhami Safa. Muharrir-Cağaloğlu" kelimelerinden başka bir şey yoktu. Ama bir defa "Bâbıâli’yi bilmek" gibi acaba istemeden bir cüretkârlık mı, yoksa gizliden gizliye kendime bir öğünme payı mı çıkardığımı hatırlayamadığım bir yükün altına girdiğim için bu işi, izcilikteki "Garsiya!' emriyle eşanlamda kabul edip yola koyuldum. Galiba biraz da gurur meselesi yapmıştım.
Bugünün okuyucusu hatta pek çok araştırıcısı için İl-hami Safa ne kadar yabancı bir isimse o yıllarda bile bu adı, muhtemelen dar bir çevrenin dışında pek bilen olmadığını şimdi düşünüyorum. Yalnız iyi bir tesadüfle bir süre önce Togo’nun bir karikatür albümünde profilden yapılmış bir portre karikatürünün altında "İlhami ve Pe-yami Safa kardeşler" diye bir ibare aklımda kalmıştı, böy-
lece hiç olmazsa İlhami Safa ile Peyami Safa’nın kardeş olduklarından, ayrıca Peyami Safa’nın, o sıralarda epeyce popüler bir halk gazetesi olan Vakifte yazmakta olduğundan da haberim vardı. Açılıp kapandıkça Kurun, Zaman adlarıyla yeniden çıkıp durmakta olan Vakit gazetesinin Bâbıâli’de, şimdiki Remzi Kitabevi’nin biraz daha altında, zemin katında üç dört dükkânı içine alacak genişlikte ve hatırımda kaldığı kadar dört katlı, o devre göre muhteşem bir binası vardı. Klâsik bir yapıda, şahnişinli olması sebebiyle her tarafa hâkim olan bu binanın adı Vakit Yurdu idi. Kafama buraya gitmeyi, Peyami Safa orada yazdığı için İlhami Safa’yı da bilebileceklerini koymuştum.
Vakit Yurdu’nun hangi katında, kimlerle karşılaştım, kimlere sordum, hatırlamıyorum. Nihayet biri İlhami Safa’yı Tünel’de, Metro Hanı’nda bulabileceğimi söyledi. Soğuk ve yağmurlu bir gündü. Köprüyü yürüyerek geçtim. Tünel’in üzerine kurulmuş olan Metro Han’ın üst katlarından birinde, kapısında İstanbul Belediyesi Basın-Yaym Müdürlüğü gibi bir tabelâ bulunan bir odayı gösterdiler. İçerde, bir masanın başında İlhami Safa oturuyordu. Ayağa kalktığı zaman iri-yarı denilebilecek bir cüssede, yani oldukça uzun boylu ve şişmanca bir insandı. Bu tip insanlara mahsus bir rahatlıkla, geniş el ve kol hareketleriyle odada oturan diğer iki kişiye bir şeyler anlatıyordu. Onu şimdi Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun Doktor Ragıp tipiyle daha kolay mukayese edebiliyorum: "Uzun boy. Seyrek, ince ve sarı saçlar. Etlerinin her parçası aynı pembelikte, sıhhatli bir baş. Daima gülümseyen bir ağız. Amelî ve haricî bir zekânın daralttığı muzip, derinliksiz, kıvrak mavi gözler. İçinde bana baktığı zaman gurur, müsamaha, şefkat ve yukarıdan aşağı inen bir takdir... Mutedil bir zarafet.." vs.
O yaşta hem Garsiya’ya ulaşmanın, hem Bâbıâli cephesinden bir insanı tanımanın heyecanıyla zarfı verdim
'İki kaşının arasından yukarıya doğra kaybolan dikey çizgi ve yalay kırışıklarıyla geniş bir alın...“
ve şimdi hatırlayamadığım kısa bir-iki cümlelik konuşmadan sonra ayrıldım.
Aradan yedi yıl geçti. 1954 baharında. Fakülte son sınıfmdayım. Seçimler arefesinde acı bir haber hepimizi sarsmıştı. Köylü Partisi Başkanı Remzi Oğuz Arık, seçim konuşması yapmak için Adana’dan bindiği uçağın Toros-lar’a çarpıp düşmesiyle hayatını kaybetmişti. Hadiseden on gün sonra Milliyetçiler Derneği olarak Eminönü Hal-kevi’nde bir anma toplantısı tertip ettik. Hocamız Nurettin Topçu’nun tavsiyesiyle Remzi Oğuz’la dostluğu olan Peyami Safa’nın da bir konuşma yapması programa alındı. Derneğin başkan yardımcısı olarak da Peyami Safa’yı davet etme işi bana düşmüştü. O sırada Objektif başlığıyla fıkralarını yazmakta olduğu Milliyet gazetesindeki odasında kendisini buldum. Çoktan beri romanları, dergilerdeki yazılan ve yeni çıkmaya başlamış olan Türk Düşüncesi dergisiyle tanıdığım Peyami Safa ile ilk karşılaşmam o gün oldu. Onu, kapıyı tıklatıp girdiğim çok küçük bir odada, bir yazıhanenin önüne oturmuş buldum. Başını kaldırdığı zaman harikûlade denilebilecek bir kafa ve çehreyle karşılaştım. İki kaşının arasından yukarıya doğru kaybolan bir dikey çizgi ve yatay kırışıklıklarıyla geniş bir alın, kalın siyah çerçeveli gözlüklerin arkasından nüfuz edici nazarlar, kararlılık ve iradeyi gösteren ince bir ağız, aşağı doğru küçülen bir çene ile bütünüyle armûdî denilebilecek bir yüz. Bu defa hafızam henüz yeni okumuş olduğum Matmazel Noraliya’nın fotoğrafını çağrıştırdı: "...zayıf, uzun yüzlü bir kadın. Geniş ve yüksek bir alnın altında çok iri gözleri fanusa doğru bakıyordu. Burun, ağız ve çene hayret verici bir nispetsizlikle küçüktü. Yüzün bütün varlığı gözlere ve alna doğru fırlamıştı-Öteki uzuvların hepsi bir formaliteden ibaretti." Birkaç sayfa sonra Matmazel Noraliya’nın halüsinatif çehresini anlatırken çok çarpıcı ve yoğun bir benzetme daha dikkati çeker: "Yumurta biçiminde, soluk ve titrek bir ışık
peyda oldu. Süratle büyüyor ve salkım gibi üst tarafı geniş ve alt tarafı gittikçe daralan bir şekil alıyordu."
Konuşurken Peyami Safa’nın biraz boğuk ve öksü-riklü bir sesi vardı. Remzi Oğuz hakkında takdirkâr ve müteessir birkaç cümleden sonra anma toplantısına davetimizi kabul etti. Çıkarken ayağa kalktı ve elini uzattı. O zaman, otururken o küçük odayı tamamen kaplar gibi olan o büyük kafayla hiç nispeti olmayan bir gövde göründü. Sıkmak üzere uzattığı kolu, çocukluğunda geçirmiş olduğu hastalığın tesiriyle rahat bir şekilde vücudundan açılamıyordu. O zaman yıllar önce karşılaştığım ağabeyini ve iki kardeş arasındaki tezadı düşündüm. Kader aynı ailenin içinde sanki bütün sıhhatlilik ve mutluluk hissesini bir kardeşe, zekâ ve azap hissesini diğer kardeşe vermiş gibiydi.
Beşir Ayvazoğlu’nun yeni okuyup bitirdiğim "Peya-nv"s\ beni bu yıllar öncesine götürdü. Peyami Safa gibi futınalı bir hayat ve velûd bir kalem için biyografi yazmak hayli zahmetli bir mesaiyi gerektirir. Beşir Ayvazoğ-lu belge değerindeki bilgileri, metin ve iktibasları, fotoğrafları güzel bir terkip ve itinalı bir üslupla birleştirerek bu zor işi başarmıştır. Yalnız bir husus hakkında kanaatimi belirtmek istiyorum. Kitapta, değişik bölümlerde maddî bakımdan sıkıntılı bir hayat imajı çiziliyor. En azından, 1950’lerden sonra böyle olmadığını zannediyo-num. O günlerin şartları altında Peyami Safa, kazancı en yüksek gazetecilerdendi. "Benim yazılarımın tirajı elli bindir" dediğini ve çalıştığı gazetelerden iyi telif hakkı aldığını işitirdik. Arkasında hiç de büyük bir servet bırakmamış olduğu ileri sürülürse o zaman Necip fazıl gibi Peyami Safa’nın da çok kazanıp çok harcayan ve şık yaşamayı seven insanlardan olduğunu hatırlamak gerekecek.
Edebiyat Müfettişi
J/er neslin elinde ortak başucu kitapları olmuştur. Bir kitabın birdenbire böyle yaygınlaşmasmda çağın, siyasi ve sosyal atmosferin önemli rolü olmalıdır. Çok bilinen örneğiyle, Almanya’nın o romantik yıllarında Werther’in, dolayısıyla intiharların kısa zamanda bütün memlekete, hatta sınırların dışına taşması biraz da marazî bir ruh hali şeklinde toplumun aşırı hassasiyetinin eseri değil midir? Çocukluk ve gençlik yıllarımda bizde de böyle bazı kitapların ellerde dolaştığını hatırlıyorum. Grigori Petrofun "Beyaz Zambaklar Memleketinde" adlı kitabı, hâlâ bir türlü kalkınamayan Türkiye’yi mutlu ufuklara götürecek sihirli formüller ilmihali gibi okunmaktaydı. Onun için ayakları memleket gerçeklerine basamayan Yirmiyedi Mayısçı’lara ayrı ayrı sorulan sorularda ortak bir cevap olarak hemen hepsinin okudukları en ciddi kitabın bu Beyaz Zambaklar Memleketinde olduğu görülmedi nıi? Grigori Petrofun, bunun gibi bir kitabı daha Türkiye de meşhur olmuştur: "Mefkûreci Muallim." Bunlar hep Cum-huriyet’in ilk dönemindeki Anadolu sevdasının uyandırdığı ilginin pırıltılarıdır. Hattâ o yıllarda maarif vekaletinin, yeni mezun ilkokul öğretmenlerine Mefkûreci Mual-lim’i hediye olarak verdiğini duymuştuk. Bu kitaplar arasında acaba Çalıkuşu da var mıydı, bilmiyorum. Ama ba-
'Jfak tefek denecek kadar çelimsiz, kamburca fakat gözlerinin ıçı gülen içinin aydınlığı çehresine aksetmiş bir zat... ’
na kalırsa olmalıydı. Çünkü o da, özellikle genç kızlardan birçoğunu öğretmen olarak Anadolu’ya hizmet vermeye teşvik edici rol oynamıştır. Edebiyat sosyolojisi açısından araştırmaya değer.
Bundan 41 yıl evvel, 7 Aralık 1956’da, tedavi için gittiği Londra’da ölen Reşat Nuri, unutulmasına gönlümüzün razı olmadığı büyük romancılarımızdan biri. Belki romanlarının taşıdığı mesaj dolayısıyla, saf edebiyat peşinde olanlardan, ona sempati duymayanlar bulunabilir. Ama dikkat edelim, Türkiye’de ortalama okuyucunun, hattâ aydının edebiyat zevkinin arkasında hep bir mesaj vardır. Bu mesajların faziletle yüklü olanları daha tercih edilir. Realizmin tekliflerine aykırı; ama ne yapalım ki millet realitesine daha uygun olanı bu.
Reşat Nuri’nin hemen bütün eserlerinde sevgi, merhamet ve şefkat dağıtılır. Toplumun çeşitli sebeplerle Damga’ladığı insanlar, günahkârlar, sonunda yazar tarafından hep affedilmiştir. Reşat Nuri’yi sevdiren de zannederim hiçbir zaman gizleyemediği bu merhamet duygusu olmuştur.
Gelgelelim, sayısı yetmişi bulan roman ve tiyatroları arasında Yeşil Gece ve Hülleci, onun müsamaha ve merhamet sınırlarının dışında birer istisna olarak durur. Gerçekten Yeşil Gece’de hiçbir romanında yapmadığı seviyede softalıkla devrimciliği tam bir çatışma haline getiren yazar, dindar tiplerin hepsini cahil, yobaz, menfaatperest, asker kaçağı ve hattâ düşmanla işbirliği yapan kişiler olarak göstermiştir.
İstiklâl Savaşı’nın arkasından yazılan Çalıkuşu ile hemen aynı kadro ve mekân içinde geçen Yeşil Gece, sanki önceki romanda yumuşak, hoşgörülü, sevgi ve Merhamet dolu insanlar yerine bu duygularını kaybetmiş, kavgaya kararlı insanları sahneye çıkarmak istemektedir. Yeşil Gece 1928, benzer bir tezi, dindarlarla alay etmeyi hedef alan Hülleci 1933 senesinde yayınlanmıştır. O yıllarda buna benzer yayınların çoğaldığı dikkate alınırsa Reşat Nu-
ri’nin de böyle bir ısmarlama kitap kampanyasına katıldığı düşünülebilir. Nitekim Yeşil Gece için "yobazlığı tenkit eden bir roman yazması" direktifiyle hareket ettiği söylenmiştir. Hülleci’nin de zaten baş tarafında, yayınlayan resmî makamın "ulusal tezlerimizi yığına anlatacak eserlerin tanınmış yazarlara ısmarlandığı" ifadesi bulunmaktadır.
Reşat Nuri’nin, bütün eserlerinde ve hayatında şefkat, merhamet dolu bu zarif ve çelebi insanın, şuyığtn’a, yani İstiklâl Savaşı’nı yapan millete karşı böyle bir harekette bulunmak zorunda kalışı onu vicdanı ile ne derece karşı karşıya getirmiştir, bilmiyorum. Yalnız o tarihten çok sonraları kendisiyle yapılmış bir mülakatta, Yeşil Ge-ce’nin devamını yazmayı düşündüğünü, bunda roman kahramanı devrimci Şahin Bey’in roman yazarıyla karşılaşacağını "ikimiz de o zaman gençtik, toyduk, birçok şeyleri yanlış gördük" diyeceğini ifade etmiştir. Bu itiraf yeterli değil mi? i
Yahya Kemal hakkındaki yazımda, onun sağlığında şiirlerini kitap haline getirmediğini, bu sebeple o yıllar meraklıların çoğunda bir Yahya Kemal defteri bulunduğunu ve birbirinden eksiklerini tamamladıklarını yazmıştım. Benim de, dosya kâğıtlarını ikiye katlayarak itina ile ciltlettiğim bir Yahya Kemal defterim vardı. Eski harflerle tuttuğum bu defterden lisedeki edebiyat hocam rahmetli Behice Kaplan’ın bile, kendisinin bilmediği şiirleri kopya edişinden için için gurur duyardım.
Sene 1949. Lise son sınıftayız. Bir gün hocamız yanında ufak tefek denecek kadar çelimsiz, kamburca fakat gözlerinin içi gülen, içinin aydınlığı çehresine aksetmiş Wr zat olduğu halde sınıfa girdi. Bu zatın Reşat Nuri olduğunu ve müfettiş olarak geldiğini öğrendiğimiz zaman sınıfı kaplayan saygı ve heyecan duygusu tahmin edilebi->>n Derste galiba Edebiyat-ı Cedîde’nin kuruluşu işleniyordu. Kafiyenin göz için mi, kulak için mi olduğu müna Masını anlatırken, Behice Hanım, Reşat Nuri’ye done-
rek, "Bir öğrencimiz eski harfleri biliyor, müsaade eder misiniz tahtaya ‘abes-muktebes’ yazsın" dedi. Reşat Nuri başınm zarif bir işaretiyle tasdik etti. Ve ben tek parti hükümetinin o son yılında tahtaya kalkarak eski harflerle bir "abes-muktebes" yazdım.
O kadarla da kalmadı. Bir ara hocam benim bir Yahya Kemal defterimin olduğunu da söyledi. O zaman Reşat Nuri sırada yanıma oturdu, defteri istedi, bir süre karıştırarak inceledi, "Yazın benimkinden güzelmiş" diye de iltifat etti. O devirde belki bugün birçoklarının önemsemeyeceği kadar mühim olan bu mizaç yumuşaklığına, o zaman olduğu gibi bugün de muhtacız.
"Küllüğün tarihini bir gün..."
Önce Küllük kayboldu. Bayezit Camii haziresine komşu, bu aynı zamanda hem biraz uhrevî, biraz akademik mekânın İstanbul’un yüreğinden çekilmesiyle sanki bu büyük şehrin büyüsü de bozuldu. Arka arkaya gelen yıkım hareketleri sadece mekânlara ve binalara değil, sanki nesillerin hafızasına da musallattı. Bu hafıza dağarcığını, artık izi bile kalmamış insanları, mezar taşları, çeşmeleri, asırdîde çınar ve atkestaneleri, hattâ külhanbeyleri, hattâ cinayetleri ile yeniden doldurma işini birkaç himmet sahibi yüklenmeseydi belki de bir "toplumsal bunama" illetine uğrayacaktık. Bu himmet sahipleri listesinin başına Reşad Ekrem’i koymalıyız.
-
6 Temmuz 1975’te ölen Reşad Ekrem Koçu'nun ay-nlığı da çeyrek asra yaklaşıyor. Darülfünun’da bir süre asistanlığını yaptığı hocası AJımed Refik gibi, o da tarihi kolay okunur bir saha olarak önümüze açmıştı. Hattâ Ahmed Refik’ten biraz daha fazla romana yaklaştırdı tarihi. Fakat asıl hayatını "taçlandıracak" büyük eseri, "büyük şehrin kütüğü" dediği İstanbul Ansiklopedisi olacaktı. Bu gibi eserlerin hazırlığı ne kadar sürmüş, ne zaman müellifinin kafasında tekevvün etmeye başlamıştır, bunun için bir şey söylenemez. Bizim bildiğimiz, eserin vitrine çıkış tarihidir. Bu da 1944’te başlayıp 1973e kadar
devam ettiğine göre, demek sadece bu yayın kâbusu onun otuz yılını almıştı. Sonunda pek çok aydının başına gelen ona da ânz oldu. Küskünler kafilesine katıldı ve kütüğünü tamamlayamadan çekildi.
İlk mektep sıralarında iken, çocukluk dünyamı dolduran Yavnıtürk diye bir dergi vardı. Orada çocuk muhayyilemi geniş ufuklara açan birkaç romanı, seneler sonra bile, yeniden o yaşlara dönme nostaljisini hissettiğim zamanlar defalarca okumuştum. Son Yeniçeri, Kara Korsanın Peşinde 248 Çocuk, Gizli Yol, Balabancık... Yazarı da Ahmet Bülent Koçu.
Aradan bir zaman geçti. Okuma merakımla beraber tarihe, edebiyata, sonra eski harflere, mezar taşlarına, kitabelere tecessüs duydum. Ortaokulda resim öğretmenimiz Kemal Zeren’di. Kendisi de bir ressam olan hocamız vasıtasıyla onun da resim ve krokilerinin bulunduğu İstanbul Ansiklopedisini tanıdım. Fakat almak ne mümkündü! O yıllarda en pahalı çocuk dergisi 10 kuruş, İstanbul Ansiklopedisinin bir fasikülü ise 130 kuruş. O ana kadar ansiklopedi diye bildiğim şey, daha çok bilgi yığını bir dergiye benzeyen Çocuk Ansiklopedisi ile yarı resmî hüviyetiyle o seviyeden pek de yüksek olmayan Hayat Ansiklopedisinden ibaretti. Resim hocamın elinde gördüğüm İstanbul Ansiklopedisi ise, benim kitap repertuvarıma kıyasla baskısı, resimleri ve hele anlattıklarıyla çok farklı ve cazip geliyordu. Yavrııtürk’teki macera romanlarım yazan Ahmet Bülent Koçu’nun da bu ansiklopediyi çıkaran Reşad Ekrem olduğunu öğrenince bu cazibe biraz daha artmıştı.
Derken Vefa Lisesi’ne geldim. Orada tarih öğretme ni olan Reşad Ekrem’in ilerki yıllarda derslerimize g>r mesi ümidini hep taşıdım. Bir gün, lisenin ilk sınıfında henüz ilk haftalarında, müdürlük panosunda, Reşad Ek ^m K°Çu imzalı bir ilân gördüm. Aradan bir ay seçip ilânın hükmü kalmayınca da onu yıpratmadan yerinden çıkarıp muhafaza ettim. Eser sahibi bir tarih öğretmem-
nin lise müdürüne hitaben yazdığı, görülen ve sezilen birtakım sıkıntıları, fedakârlıkları ihtivâ eden, aynı zamanda son Osmanlı kalıntısı bir zarafetle yazılmış bu "ariza"yı hatıra ve ibret olması için naklediyorum:
‘ihmâl edilmiş bir sakal, kalın çerçeveli gözlüklerin arkasından fıldır fıldır bakan iki göz, kabarık, tarak görmemişe benzer saçlar ‘
Muhterem efendim,
Dört yıldan beri bir ömür mahsûlü olarak neşredegel-diğim İstanbul Ansiklopedisi'nin 200 Millî Eğitim Bakanlığı abonesi arasında bir nüsha da lisenize gönderildiğinden, eserim manzur-ı âliniz olmuştur sanırım. Bu mektubumun
içinde, İstanbul Ansiklopedisi’nin kıymeti hakkında bir peyler söylemeye hicabım mani oluyor. Fasiküller hâlinde intişar eden bu eserin bir fasikülünün fiyatı 130 kuruştur. Sayısı yüzleri aşan lise talebesi bendenize gelerek, çıkacak olan 30’uncu fasikülü ile üçüncü cildini tamamlayacak olan eserimin talebelere tenzilat ile satılmasını istediler. Tenzilâtlı talebe satışı suistimâller ile umumî satışı rahnedar edeceğinden kabul edilmedi, fakat eski nüshalar tükenmek i'ızere olduğundan, eserimi tedarik etmek hevesinde olan bu gençlerin arzuları, 120 ciltlik bir tahsis ile yerine getirildi ve hiç ummadıkları bir tenzilât yapıldı. Keyfiyetin ekli tafsilat ile talebelerinize tebliğini ve hürmetlerimin kabulünü rica ederim.
Reşad Ekrem Koçu, ekli kâğıtta ise, bir fasikülün 50 kuruştan verileceğini, alan öğrencilere bir kart verilerek bundan sonraki fasikülleri de aynı fiyattan alacaklarını bildiriyordu.
Kaç gün sonra bilmiyorum. Herhalde fazla vakit kaybetmeden soluğu Bâbıâli’de aldım. Verilen adresten idarehaneyi kolayca buldum. Vilayet’in alt taraflarında, şimdiki Kültür Bakanlığı Yayınevi’ne yakın bir binanın giriş katında, iç içe iki odadan ibaret bir büro, depo, arşiv vs. Yani yazıh-basılı kâğıtlar yığını bir mekân. Geliş sebebimi söyledim. Oldukça kısa boylu, ihmâl edilmiş bir sakal, kalın çerçeveli gözlüklerin arkasından fıldır fıldır bakan iki göz, kabarık, tarak görmemişe benzer saçlar. Neler söyledi, hatırlayamıyorum. Ama zaten büyük fedakârlıklarla çıkardığı ansiklopedi için bu tenzilâtın da ağır bir yük olduğunu söyleyerek kendi eliyle, bozuk nüshalar ol-mamasma dikkat ederek 28 fasikülü seçti. Fasiküller arasındaki renkli bir tabloyu bir diğeriyle değiştirerek klişecinin kendisine oynadığı oyun yüzünden baskıların bir kısmının kötü olduğundan bahsetti. Paketleyip elime verdikten sonra da "Al bakalım, bu gece sana uyku yok!" deyişini unutamıyorum. Çünkü o gece gerçekten geç vakit-
lere kadar uyuyamadım. O zamana kadar çocuk ve macera romanları, Jül Vern tercümeleri ve yakında dadandığım Ahmed Refik tarihleri dışında fazla bir kitabı olmayan kütüphanem için, Yarabbi, ne zengin bir koleksiyona sahip olduğumu düşünüyordum. Büyük bir itinâ ile kestiğim formaların yaprakları arasında bildiğim, bilmediğim bir yığın sokak, çeşme, insan, bina ve bütün bunların hepsinin arkalarındaki masallar, kaybolmuş kahramanlar o kısa gece içinde âdeta birbirlerini iterek arka arkaya sıralanıp durdular.
Vefa Lisesi’ndeki üç yıl süren öğrenciliğim sırasında Reşad Ekrem’in tarih derslerimize gelmesini boşuna bekledim, sonraki yıllarda da hocamız olmadı. Ama son sınıfta iken bir boş saatimizde sınıfımıza geldiğini, çocukluk hatıralarından başlayarak ilk hocalığını yaptığı Niğde mi, Kırşehir mi, o taraflara ait intibalarını anlattığı, yazıları kadar lezzet veren konuşmasını da unutmuyorum.
O ansiklopedi (B) harfinin başlarında durakladı. Sonra 1960’lara doğru, fakat daha kötü bir baskıyla, daha küçük boyda ilk maddelerden yeniden başladı. O da (G) harfinin ortalarında yarım kaldı.
Evvelce bu sütunlarda bahsettiğim Kesriydi Sıdkı Bey Küllüknamesdnâe "Küllüğün tarihini bir gün Reşad Ekrem yazar" mısraıyla bu kahvehanenin tarihini yazma işini ona devrediyordu. Haklıydı da. Ansiklopedideki sokaklarda, evlerin ve dükkânların kimlere ait olduklarına kadar, o zaman birçoklarına mânâsız görünen; ama şimdi çok zengin bir şehir kütüğü olacağını herkesin kabul ettiği, teferruatlı bilgi ile kim bilir Küllük nasıl anlatılacaktı! Bize de Yahya Kemal’in Itrî için söylediklerini biraz değiştirerek söylemek düşüyor:
Belki hâlâ o tarihini yazar Canlann bildiği bir âlemde
Bir Devr-i kadîm Efendisi
^y^NCAK yaşı yanm yüzyılı geçmiş olanlann hatırlayabilecekleri, o devir sahhaflarının en kıdemlisi bir Raif Yelkenci vardı. Dükkânı asıl Sahhaflar Çarşısı içinde değil, o sokağın alt ucundan çıktıktan sonra karşınıza gelen Ka-pahçarşı duvarına bitişik, çarşının Bitpazarı kapısının birkaç dükkân solunda bulunuyordu. Alelâde bir kitapçı olmayan, hele bir esnaf hiç olmayan Raif Bey’in dükkânı pek çok kitap meraklısının, tarihçinin, edebiyatçının, üniversite hocasının uğrak yeriydi.
1950 veya 51 yılında idi. Bir gün Raif Bey’in dükkânında oturuyordum. Oturmak ne kelime, henüz üniversite öğrencisiydim, dükkândaki şimdi hatırlayamadığım birkaç kişinin arasında bir köşeye sığınmıştım. Raif Bey mutadı veçhile, koltuğa benzer bir hezaren sandalyenin üzerindeki minderinde, bir ayağını dizinin altına almış oturuyordu. Herhalde birtakım kitaplar hakkında konuşuluyordu. Benim yüzüm de dükkânın içine doğru dönük. Birden Raif Bey’in, yüzünü sokağa çevirdiğini, sonra koltuğundan inerek ayağa kalktığını, iki elini bir asker gibi yanma yapıştırdığını ve sokağa doğru selam vaziyetine geçtiğini gördüm. Nc olduğunu anlamadan, gayri ihtiyari ben de ayağa kalktım ve başımı dışarıya çevirdim. Adı bir efsane gibi dolaşan ve resimlerinden tanıdığım
Halid Ziya, I lasan Âli Yücel, Mehmed Emin Yurdakul ve İbnülemin 'bu konağa başta devlet adamları olmak üzere Slim, şair, musikişinas, hattat pek çok önemli şahsiyet müdavim..."
İbnü'l-Emin Mahmud Kemal înali ilk defa o zaman gördüm. Başında takkesi, sırtında lataya benzer yahut par-dösü ile cübbe arası bir kıyafet, başı yarı öne eğik, biraz asık bir suratla dükkânın önünden geçiyor ve Çadırcılar Sokağı istikametinde yürüyordu. Herhalde bulunduğum yerle onun geçtiği yer arasında on beş-yirmi metre kadar bir mesafe vardı. Çok tuhaf bir refleksle kendimi onun gözlerine bakma lüzumunu hissettim. O mesafeden projektör gibi dikilmiş bu gözlerin çok geniş bir açıdan hemen her tarafı kontrol altında tuttuğunu zannettim, yahut anladım. Yüzü gittiği yöne, yani sokağın ilerisine doğru dönük, Raif Bey’in dükkânına bakmıyor gibi, ama bir taraftan da yan gözle bakıp sanki ayağa kalkılıp kal-kılmadığını kontrol ediyor gibi. Doğrusu bu atf-ı na-
zar’da hiç de seksen yaşını bulmuş bir pirin fersiz, yumuşak bakışları yoktu. Dükkândakilerin olağanüstü saygı duruşuna mukabil o sağ elini sadece bir iki defa alnına doğru belli belirsiz götürerek selamlarını aldı. Alma lüt-funda bulundu. Şurasını söyleyeyim ki, böyle bir tavır bugün kimde olsa hoşa gitmez ve yersiz bir kibir alameti sayılır. Ama İbnü’l-Emin’i pek az tanıyanlar bile ona yakışanın bu olduğu bilir.
Ben o zaman gerçek bir kitapçı ile gerçek bir âlim arasında gördüğüm ve hiç şüphesiz, hiçbir hasis hesaba dayanmayan bu hasbî saygıyı ve selam alışverişini hayatım boyunca unutmadım. Onun için diyorum ki o sahhaf-lar esnaf değildi ve o insanlar da müşteri değildi.
O tarihten sonra İbnü’l-Emin’i yine Bayezit’deki Sahhaflar civarında birkaç defa gördüm. İstanbul Uni-versitesi’nin onun için tertip ettiği jübilede bulundum. Devlet otoritesinin bugünküyle kıyas edilemeyecek kadar güçlü olduğu o devirde o devletlilerin bile kendisine ne kadar, bazen mübalağaya varan saygı ile muamele ettiklerine şahit oldum. Ama hakkında ağızdan ağıza dolaşan fıkralarıyla İstanbul’un bu renkli şahsiyetinin yakın çevresinde bulunamadım ve Mühürdar Emin Paşa Konağı diye maruf olan evindeki dillere destan meclislerine katılamadım. Yaşım müsaitti, konağa gitme imkânı da bulabilirdim. Fakat gençlik ürkekliği ve hakkında tevatür eden fıkralar bende, evine gittiğim zaman birçoklarına yaptığı gibi "Sesin güzel mi? Şarkı okur musun? Şiir yazar mısın?" gibi sorularla karşılaşıp sonunda "Eeee, ne halt etmeye geldin?" sorusuyla azarlanmak korkusu uyandırmıştı. "Ne halt etmeye" tabirini ben haddim olmayarak, teeddüben biraz yumuşatarak ifade ediyorum.
Kendisi, evine gelenleri, meclisine katılanları şu dört sınıfa tasnif edermiş: Saz erbabı, söz erbabı, ehibbâ-yı kadîme ve bunların iznini alarak getirdikleri. Ben olsa olsa ancak sonunculardan olarak gidebileceğime göre azarlanmak ihtimalini düşünmekte haksız değildim. Ama bu-
gün, kaybettiğimiz daha pek çok değerler için olduğu gibi, pişmanlık hisleri içinde, keşke o meclisin bir köşesinde olsaydım da azarlansaydım diye hayıflanmaktan kendimi alamıyorum.
‘projektör gibi dikilmiş bu gözlerin çok geniş bir açıdan hemen her tara/ı kontrol altında tuttuğu...'
İbnü’l-Emin Mahmud Kemal, Sultan II. Abdüllıa-mid devri mutasarrıflarından, daha sonra Sadrazam Y u-Suf Kâmil Paşa’nın mühürdarı olacak Mehmed Emin Pa-Şa’nın ve Hamîde Nergis Hanım’ın oğlu olarak İstanbul Mercan da mühürdar Mehmed Emin Paşa Konağı diye
bilinen konakta 1871 yılında dünyaya gelmiş. Öğrenimi düzenli olmayan İbnü’l-Emin’in asıl kültürü hususî olarak aldığı derslerden ve çocukluğundan beri babasının konağma devam eden değerli şahsiyetlerden, belki de en mühimi, yine çocukluğundan beri haşır-neşir olduğu kitaplardan gelir. İçinde doğduğu ve ölümüne kadar ayrılmadığı baba evi bu kültür ve malumatın gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Süleyman Nazifin "Dârü’l-Kemâl" adını verdiği, Sarı Konak diye de meşhur olan bu konağa başta devlet adamları olmak üzere âlim, şâir, musikişinas, hattat pek çok önemli şahsiyet müdavim olmuşlardır. İbnü’l-Emin bu çevrede devrin meşhur şahsiyetlerini tanıdığı gibi, onlann İlmî sohbetlerini, şiirlerini, musiki fasıllarını dinleyerek büyümüştür. Aynı şekilde babasına refakat ederek çocukluk ve gençlik yıllarını bu şahsiyetleri evlerinde ziyaret ederek geçirmiştir. Çocuk denecek yaşta yazı hayatına atılan İbnü’l-Emin’in senelerce Tercü-man-ı Hakikat, Resimli Gazete, Asır, Mütalâa, Beya-nü’l-Hak gibi gazete ve dergilerde din, ahlak, hikmet, edebiyat, tarih gibi değişik konular hakkında pek çok yazısı çıkmıştır.
İbnü’l-Emin, babasının ölümünden sonra Baye-zit’deki konağında sohbet geleneğini devam ettirmiş, o çevre içinde pek çok şahsiyetin yetişmesinde rol oynamıştır. O devri yaşayıp onun konağından geçmiş olanların hatıralarında zengin bilgiler, derin tarih kültürü, lezzetli sohbetler ve bütün bunlara katışmış fıkralar dikkati çeker. Kâzım İsmail Gürkan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Ziya Ortaç, Haşan Âli Yücel, Tevfik Remzi Ka-zancıgil gibi.
İbnü’l-Emin’in birtakım vasıfları, kendi çağı içinde, çok eski bir devrin son şahsiyeti olarak görülmesinde âmil olmuştur. Bu vasıflarının başında zengin bir şiir hafızası, hazır cevap ve nükteli konuşmaları gelir. Fakat daha da önemli olanı, vesika toplamaya olan merakıdır. Arşivde çalışırken elinden geçen bir yığın evrakı bazen kop-
ya ederek, bazen çok defa yanılmayan hafızasında tutarak, birçok tarihî hakikate vakıf olması, onun ileriki yıllarda yazacağı biyografilerinde değerli malzeme teşkil etmiştir. Konağının iki defa uğradığı felaket (biri yangın, diğeri de mütareke yıllarında Fransızların ikametine tahsis edilmesidir), mevcut vesikaların ve tarihî değeri olan eşyanın zâyi olmasına sebep olmuşsa da kurtulanları bile gerçek bir arşiv teşkil edecek zenginliktedir.
Büyük çapta dört biyografi kitabı Osmanlı tarih ve tezkire yazarlığı ile biyografinin modern örnekleri arasında bu iki tarzın bir nevi terkibi gibidir: Son Sadrazamlar, Son Asır Türk Şairleri, Son Hattatlar ve Hoş Şada adlarını taşıyan bu kitapların modernliği vesikaların ve vakaların tarafsız bir şekilde ortaya konmasındadır. Osmanlılığı ise bunların arasında kendi şahsî ve çok defa hissî kanaatlerinin hatta dedikodulann sıkıştırılmasıdır. Tanpınar onun hakkında boşu boşuna "cihan kaynanası" dememiştir.
Bütün kütüphanesi ile beraber mevcut bütün evrakını sağlığında İstanbul Üniversitesi’ne bağışlayan tb-nü’l-Emin 24 Mayıs 1957’de vefat etti. İlk mısraını Yahya Kemal’in, İkincisini Süleyman Nazifin söylediği beyit onun şahsiyetini ne güzel ifade eder:
Hezâr gıpta o devr-i .kadîm efendisine Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.
Kitaplar... Kütüphaneler...
Ralarina portreler, günlük ve gezi notlarını da sıkıstı-rabılecegımız hatırat denilen yazı türüne fazla meraklı ,ir m'.,ct °lmadığımız muhakkak. Batı’da on altıncı aşıran iti aren gittikçe çoğalan ve ilgi gören hatırat kitapla-mın bizim kültürümüzdeki örneklerine ancak 1870’ler-en sonra rastlayabiliyoruz. Bu tarihten önceki benzer
T 3 *Se’ ba^ka maksatla kaleme alınmış vekayi, ser-y e- ’ seyahatname, sergüzeştname gibi çok defa yarı dıyeb,leceğimiz metinlerin içinde karşılaşıyoruz. a’ ^akme alan kişinin duygu ve intihalarından tün k e,n^e müŞahade ettikleri yer alıyor. Yoksa bü-daki k 6 S1 ■1'“-'n as'i ^b®1^ Tanpınar’ın roman hakkın-midiçdü^fe» Çe§İt İtİraflardan kaçı§ PsikolojİSİ yıl ichufp bÜ'meS' ^ere^en b’r başka şey de son otuz-kırk dır Rum U tU! yayınlann yoğun bir şekilde çoğalması-veya ven^h S'?da yeni yazılm,§ olanlar, evvelce eski but vaktivlp a erle basılmı§ olanların yeni basımları yan var. Sivas’ ^^ Ve S32616!®^6 Çıkıp unutulmuş olanla-namayınca aiuT .^ka sebeplerden zamanında yayınla-defa gün ı«ı» er. Cnne yabut dostlara emanet edilip ilk cu ügisi »ördı?-1-80^^ de bu,unuyor. Şüphesiz okuyu-
8 1 Soluğu ,ç,„ ortaya çıkan b’tün "^ yaym|a.
rın yoğunlaşması, bana yaşanılan devrin bunalımıyla bir çeşit "geçmiş zaman peşinde" olma zevkinin göstergesi gibi geliyor. Yani biraz marazî, biraz nostaljik. Çünkü zaman denen büyücünün, geçmişin en tatsız hadiselerini bile, bize buruk bir lezzetle tattırma gibi ustaca sihirbazlığı var.
“gerçek bir ilim adamı, aynı zamanda ılım ahlâkına sahip
Hatıra kitapları ya bütün olarak bir insanın hayatını veya belli bir dönemi, hadiseyi, kişiyi (portre), memleketi (gezi) anlatıyor. Böylece hatıraları siyasî, askeri, edebi., olarak yahut yazarının mesleğine göre gazeteci, öğret-
men, sanatkâr vs. çevresinde tasnif etmek mümkündür. Üsluplarına göre de ya roman gibi bir tür oluştururlar veya alanlarıyla ilgili önemli belge değeri taşırlar. Her şeye rağmen yazarının bir apoloji’si demek olduğundan yine de dikkat süzgecinden geçirerek, başka bilgilerle karşılaştırmasını yaparak onlara ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.
Birkaç ay önce elime geçtiği halde ancak okuma fırsatı bulabildiğim bir hatıra kitabı vesilesiyle bu satırları yazıyorum. Kilisli Muallim Rıfat Bilge’nin hatıra türünden notlarını bir araya getiren Anılar ve İnsanlar’m, Kilis Kültür Derneği’nin yayınlarından olduğu için geniş okuyucu kitlelerine pek ulaşamamış olduğunu zannettiğimden, ilgi göstereceklere duyurmak istedim.
Adı Rıfat Kilisli olan diğer bir yazarla karıştırılmaması için kendisinin de, tanıyanlarının da hemen daima "Muallim" sıfatını kullandığı Rıfat Bilge’yi hatırlayanlar gittikçe azalıyor. Başta Dede Korkut kitabı olmak üzere Türk diline ait pek çok önemli eseri ilk defa yayınlayan, Divanii Lügati’t-Türk’m yayınlanmasına himmet eden, bunların dışındaki pek çok telif, tercüme çalışmalarıyla gerçek bir ilim adamı olan Rıfat Bilge, aynı zamanda ilim ahlâkına sahip bir şahsiyetti. Döneminin her aydını gibi Arapça ve Farsça’yı iyi bildiği kadar Türkçe de dahil olmak üzere bu dillerin inceliklerine vakıf nadir insanlardan biriydi. Nitekim Türk Dil Kurumu’nun kuruluş yıllarında, sözlük çalışmalarında onun olağanüstü himmet ve gayretini ilgilenmiş olanlar bilir.
Anılar ve İnsanlar, yayınlayanların baş taraftaki ifadesine göre, Muallim Rıfat’ın vaktiyle Yeni Sabah gazetesinde yazdıklarından derlenmiştir. Ancak gerek yazıları derleyenin, gerekse yayınlayan derneğin merhum hemşehrilerine gösterdikleri kadirşinaslıklarını takdir etmekle beraber, yayının hiç de sağlıklı olmadığını söylemek zorunda kalıyorum. Korkunç dizgi hataları arasında bazı kelimelere karine ile mânâ verilirken bazılarını anlamak
hiç mümkün olmuyor. Dipnot numarası verildiği halde konulmayan veya çok başka bir sayfanın normal metinleri arasına giren dipnotları, arka arkaya tekrar edilen cümleler, birer cümleden ibaret gereksiz paragraflar, hele kitabın sonuna konulan lügatçedeki isabetsiz karşılıklar doğrusu o güzel hatıraları ağız tadıyla okumaktan alıkoyuyor. Nihayet bir gazetede üstelik Latin harfleriyle tefrika edilmiş yazıların bugüne naklinde bu kadar hata yapmak için epey gayret sarf edilmiş olmalı diyeceğim geliyor ve ister istemez Cehlin ol mertebesi sehl olmaz mısraını hatırlıyorum. Yine de şahsen şimdiye kadar gör mediğim bu hatıralara bizi ulaştırdığı için himmetleri var olsun.
Anılar ve İnsanlarda meraklılarını üzerine çekecek epey güzel hatıra var. Bazı şahsiyetler hakkındaki küçük hadiseler onların karakterine yeni birtakım özellikler ekliyor. Kitabın değişik sayfalarında Ali Emirî, Faik Reşad, Ziya Gökalp, Talat Paşa, İsmail Saip, Rıza Tevfik, Rauf Yekta, Mehmed Âkif, Samih Rıfat, Osman Reşer, Abdü-laziz Mecdi, Resneli Niyazi ve İhya Efendi gibi devrin önemli şahsiyetleri hakkında dikkate şayan notlar var.
Bunlar arasında ilgimi en çok çekenler, Kilisli nin bazı kütüphaneleri elden kaçırmamak için sarf ettiği olağanüstü gayret ve bunlarla ilgili hadiseler. Bu hatıraların Çoğunda hadisenin hangi tarihte geçtiğini gösteren bir bilgi olmamakla beraber Osmanlı Devleti nin büyük ekonomik sıkıntılar geçirdiği yıllar olduğu aşikâr. O yıllarda şahsî kütüphane sahiplerine ait satışa çıkarılan pek çok değerli yazmanın yurt dışına gitmemesi ve devlet tarafından satın alınması için Kilisli’nin gayretleri kadar, ilgili devlet adamlarının himmetlerini de saygıyla anmak gerekir. Nitekim Bağdath İsmail Paşa’nın çok değerli kitapları, istenilen bedelin verilememesi yüzünden daha yüksek bir fiyatla Suriyeli bir kitapçının elinde kalmış. Ama bu tek örneğin dışında Kilisli, bir maarif nazırının, bir ev a nazırının şahsî gayretleriyle satın alınan birçok kütüp <ı
neden bahsediyor. Bunlar arasında İttihad ve Terakkimin ideolojik danışmanı veya akıl hocası Ziya Gö-kalp’ın da tavassutuyla Halis Efendi’nin ve Rıza Paşa’nın kütüphanelerinin satın alınması zikre değer. Kilisli, satmaya yanaşmayan Halis Efendi’yi Talat Paşâ’nın tatlı yolla tehdit ederek razı etmesi gibi bir oyuna da giriştiklerini anlatıyor. Bu tehdit oyununu doğru bulmayacaklar için neticede Halis Efendi’nin kütüphanesinin 37.500 liraya, Rıza Paşa’nınkinin de 17.500 liraya satın alındığını ilâve edeyim.
İlâve edilecek birkaç husus daha var: Daha birçok kütüphaneyle beraber sadece bu ikisi için ödenen toplam elli beş bin liranın, kâğıt para olarak verildiği tahminine dayanarak, bugünkü karşılığı beş yüz milyar liradan (İler-ki yıllarda bu satırlan okuyacak enflasyoncu nesillere kolaylık olsun diye ilave edeyim: 750.000 dolar) aşağı değildir. Altının satın alma gücünü o yıllardaki gerçek değerine indirmeye çalışsak da yine karşımıza çıkacak olan miktar üç yüz milyar liradan fazla olur. Kütüphane sahibi ile pazarlığa girişip bu meblağın ödenmesi emrini veren de Talat Paşa. Hakkında o kadar çelişkili hükümler verilmiş; ama tarihe daha çok olumsuz değer yargılarıyla intikal etmiş, kültürle, kitapla ilgisini pek bilmediğimiz Talat Paşa. Hem de sadrazam olduğuna göre hadise 1917’de vuku buluyor demektir. Devletin birçok bakımdan en buhranlı dönemi. İster istemez günümüzde elden kaçırılıp Batı ülkelerine el altından satılan kütüphaneleri düşündürüyor. Ve de hangi başbakanın Talat Paşa kadar böyle bir meseleye ilgi duyacağını.
Anılar ve İnsanların ilgi çeken başka bir bahsi de Ali Emirî Efendi’nin Divanii Liigat’it-Türk’ü ele geçirme ve daha sonra kitabı yayına hazırlamak üzere Kilisli’ye teslim etme hikâyesi. Hadise konuyla ilgilenenlerin malumudur. Benim orada dikkatimi çeken, bibliyoman değil; fakat gerçek bir bibliyofil olan Ali Emirî Efendiye, Lügat i Muallim Rıfat’a emanet etmek için yine Sadrazam
Talat Paşa’nın, âdeta ayaklarına kapanırcasına olağanüstü iltifatlarda bulunmasıdır. Yahya Kemal’in
■ Muhtaç isen füyuzuna eslâf pelidinin Diz çök önünde şimdi Emirî Efendi’nin
beytini pek de boşuna söylememiş olduğu anlaşılıyor. Devlet-i Aliyye’nin, belki daha da mühimi İttihad ve Te-rakki’nin sadrazamı Talat Paşa, Emirî Efendi’nin önünde diz çökmüş, muhtemelen o ana kadar varlığını ve önemini hiç bilmediği bir yazmanın, q Birinci Dünya Savaşı hengâmesinde Kilisli’ye teslimini temin etmiştir. Hem de Ali Emirî’ye üç yüz altın lira göndererek. (Bu ifadelerim üzerine birinin çıkıp da "İşte Osmanlı bu harcamalardan batmıştı." demeyeceğini umarım.) O âlicenap Emirî’nin bu parayı kabul etmediğini söylemeye gerek var mı?
O ne ağaç ne tohum...
Bir Müze Adam
î^İzde müzecilik hangi tarihte başlar? Galiba Abdülaziz devrinde, yani 1860’tan sonra adı "Müze-i Hümâyun" olan, ama müzeden çok, bir eski eser deposu manasına gelen, yani ziyaretçisi bulunmayan bir binadan ibaret ilk teşebbüsü bir tarafa bırakırsak, gerçek müzecilik Osman Hamdı Bey’in müdürlüğe gelmesiyle 1881’de başlamış. Demek ki müzeciliğimizin tarihi yüz yılı biraz aşıyor. Fakat bu tarih, hemen sadece arkeolojik kalıntılara tahsis edilmiş bir müzecilik anlayışının başlangıcı. İnsanoğlunun kullandığı bütün eşyanın, yani kültürün önemli bir bölümü olan objelerin muhafazası ve teşhiri çok sonraki yıllara aittir. Hele bu bahsin bir başka bölümü sayılabilecek yazılı belgelerin her birini tarihî bir vesika sayma şuuru o kadar yakın zamanlara aittir ki, şahsen böyle bir şuurun geç uyanmasına, çocukluk ve gençlik yaşlarımda âdeta sokaklara dökülmüş olarak rastladığım nice obje ve belgelere gereken ilgiyi göstermediğime yanarım.
Osmanlı devrinin hiç şüphesiz uyanık kafalarından biri olan Ahmed Midhat Efendi, yukarıda bahsettiğim yegâne müzemiz, "Müze-i Hümâyun"un açıldığı yıllarda, 1889'da Avrupa’ya yaptığı seyahatte hemen her şehrin müzelerini büyük bir tecessüs, dikkat ve hayranlıkla gez-
"çantasından çıkardığı bir deftere bir peyler yazıyor... sonra ufuklara bakarak o deftere ince kalemiyle krokiler...’
miş, seyretmiş, daha o zaman kafasında Türkiye’de de çeşit çeşit bir yığın müze açılabileceğini tasavvur etmiştir.
Son dönemde, birçok gencin zihninde müze ve arşiv şuurunun uyanmasında büyük hizmeti geçen insanlardan biri de Süheyl Ünver’dir. 14 Şubat 1986’da kaybettiğimiz bu olağanüstü çalışkan insan, 11. ölüm yılında, pek çok meziyetleri yanında bende bu tarafıyla canlanıyor. Onu ilk defa, Vefa Lisesi Mezunları Derneğinin verdirdiği bir konferansta dinledim. Galiba 1947 yılı idi. Eminönü Hal-kevi’nin kürsüsünde, lise tahsiline Mercan İdadisi’nde başladığını, sonra okulun Vefa’ya nakledildiğini, onun için kendisini Vefalı olarak saydığını söyleyerek söze başladı. Konu neydi, hatırlamıyorum acaba vefa üzerine miydi? Okulun adıyla vefa duygusu arasındaki tevriyeli mânâlar üzerinde bir girişle, bu nüktelerin dinleyiciler
üzerinde tesir yaptığını hatırlıyorum. (Ben de Vefa Lise-si’nin ilk sınıfında idim.) Yalnız o konferanstan aklımda bir cümlesi mânâ olarak kalmıştır. "Ben yürürken zamanımı iyi kullanmak için hep düşünmeyi tercih ederim" demişti. Daha sonra Süheyl Ünver'in hizmetlerini ve çalışmasının mahsullerini gördükçe bu sözünün mânâsını daha iyi anladım. O, doksan yıla yaklaşan ömrünü, birkaç insanın birkaç asırda yapabileceği kadar değerli eserle doldurmuştu. Hocam Mehmed Kaplan, onun hakkında yapılan bir toplantıda konuşurken, "Süheyl Bey bir değil on profesörün yaptığından daha fazlasını yaptı" demesi boşu boşuna sarf edilmiş bir iltifat sözü değildir.
ikinci Dünya Savaşı’nın hemen sonunda, Demokrat Parti’den evvel bir muhalefet tecrübesi yapan Milli Kalkınma Partisi vardır. Başkanı Nuri Demirağ idi. Kurucu-lâflınlaflTiri olan Hüseyin Avni Ulaş, bildiği dürüst insanları partiye çağırırken Süheyl Bey’e de uğramış. Süheyl Unver particiliğin kendi mizacına uygun olmadığını söylerken, "Kusura bakmayın, benim her akşam 17.15 (bu saati şimdi yakıştırarak yazdım, farklı da olabilir) vapuruyla Kadıköy’e geçip eve gitme huyum vardır" demiş. O zaman bu parti memlekette bir ümid ışığı olarak parladığından, yahut bize öyle göründüğünden Süheyl Bey in bu mazeretini, teklifi biraz hafife almak gibi düşünmüştük. Ama eğer particiliğe bir defa kendini kaptırmış olsaydı, bu yola giren birçok benzerleri gibi o güzel çalışmalar acaba ne olurdu?
Ben Süheyl Bey’in yakınında bulunma bahtiyarlığına eremedim. Ama onunla tamamen tesadüfi olarak yaptığım iki seyahat bana hayatımda unutamadığım bir haz vermiştir. 1957 yazında toplanan Türk Dil Kurumu nun kurultayında, Tüzük Komisyonu’nda beraberdik. Galiba hiçbir konuşmaya katılmamıştı. Kurultay dönüşünde trenin aynı kompartımanına düştük. Bu tarihten bir veya iki sene sonra da Mudanya’ya giden bir vapurda yine bera ber olduk. İntihalarım, dinlediklerim bu iki yolculuğun
“tek başına büyük bir müze.“ Süheyl Ünver hattat Halim Hoca ile.
muhassalasıdır. Hangisinde neleri konuştuk bilmiyorum. Yalnız bildiğim, şimdi kıymetini düşünemeyeceğimiz her nesnenin bir gün müzelik değer taşıyacağına, her yazılı evrakın arşiv malzemesi olacağına beni inandırmasıdır. Mudanya’ya giderken, çantasından çıkardığı bir deftere bir şeyler yazıyor, sonra vapurdan dışarı, ufuklara bakarak karşı kıyıları, dağlan o deftere ince kalemiyle krokiler halinde geçiriyordu. Gezip dolaştığı her şehir için ayrı bir defteri varmış. Nereye gidiyorsa oraya ait defterlerini yanına alırmış. Şimdi yanında Bursa defteri vardı. Bana daha önceki Bursa seyahatinde defterine kaydettiği notlarını gösterdi. Değişik renkli kalemlerle, bazen İngilizce, bazen eski harflerle, çoğu Latin harfleriyle tutulmuş günlük mahiyetinde intibâlar, hatıralar vs. Daha da dikkatimi çeken ve beni şaşırtan, bunlar arasında defterin bir köşesine iliştirilmiş bir vapur bileti, bir belediye otobüsü
bileti, bir Ahmed Vefik Paşa Tiyatrosu bileti, arada suluboya ile, kurşun kalemle çizilmiş krokiler, desenler, nakışlar, sokak planları... Onun bu oyuncaklar dünyasını görünce, Tanpınar’m Acıbadem’deki Köşk hikâyesinin kahramanı küçük çocuğun, büyük dayısı Sani Bey’e söylediği gibi, "Dayıcığım acaba beraber oynayamaz mıyız?"
"Doksan yıla yaklaşan ömrünü, birkaç asırda birkaç insanın yapabileceği kadar değerli eser...“
diyeceğim geldi. Sonra bana bunların müze değerini hissettirmek için dedi ki: "Güllü Agob’un tiyatro biletini şimdi bulsaydın nasıl sarılırdın ona? Ya ilk atlı tramvay bileti veya eski harfli bir elektrikli tramvay, vapur bileti, hatta ne bileyim bir kibrit kutusu, bir jilet zarfı, bir doktor reçetesi? Biliyor musun, benim en kıymetli evrakımdan biri Marko Paşa’nın yazmış olduğu bir reçetedir.'
Ankara dönüşü trende ise, birkaç gün evvel Hacı Bayram Camii’nin karşısında başına gelen bir hadiseyi anlattı. Orada bir kahvenin önündeki bir iskemleye oturup suluboya ile cami ve türbenin resmini yapmak istemiş. Kahveci çırağından bir bardak su istemiş ve fırçayı bardağa batırarak resmi yapmaya başlamış. Biraz sonra çırak tekrar önünden geçerken bardağın halini görünce, "Amca, zaten bir tane bardak var, onu da kirletme" demiş. Oradan öğrendim ki bu gezilerinde suluboya takımını da yanına alıyormuş.
Süheyl Ünver meslekî eserleri dışında tıp tarihine, hat ve nakış sanatlarına, sanat tarihine, ilimler tarihine dair kitap ve makale halinde pek çok eseri dışmda tek başına büyük bir müze ve arşiv teşkil edecek obje ve belgeler bırakmıştır. Bunların arasından yayınlanabilecek olanların yayınlanması, diğerlerinin de meraklıların ve araştırıcıların ilgilerine sunulması onun için gösterilecek en büyük kadirşinaslık duygusunun tezahürü olacaktır.
Kitap Dostu
¿7alniz Türkiye’nin değil, dünyanın da en zengin kitap koleksiyonlarından birinin Erzurum’da olduğunu biliyor musunuz? Aynı zamanda bir şahsın yaptığı en büyük kitap bağışlarından birinin, belki birincisinin de Erzurum da bulunduğunu? Bu zengin koleksiyon bağışlayıcısının ölüm yıldönümünü vesile ederek bilmeyenlere bu kütüphaneyi tanıtmak, bilenlere de önemini bir daha hatırlatmak için bu satırları yazıyorum.
Atatürk Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nin üst katında büyük bir salon bu özel kitap koleksiyonuna ayrılmıştır. Kapısında bağışlayıcının adı, salondaki bir duvarda da büyükçe boy bir portrenin altında, sahibine yakışır bir kitabe tevazuu ve sessizliğiyle şu iki satırlık yazı: Seyfettin Özeğe. 1901-1981.
Dünyanın en az kitap okunan ülkelerinden birinde bu az okuyanların da kaçının tanıyabileceğini endişeyle düşündüğüm Seyfettin Özeğe bu ülkenin büyük adamlarından biriydi. Ama onun adını ansiklopedilerde, biyografi kitaplarında kimse boşuna aramasın.
Seyfettin Özege’yi 1950’lerde tanıdım. Bazı evliya menkıbelerinde geçen keramet hadiseleri gibi, İstanbul un hangi kütüphanesine gittiysem ona rastlıyordum. Eski bankacılardan, kitap meraklısı bir zattır" dediler.
Onu uzun boyu, vakur, hatta gülmeyen çehresiyle, yaz-kış sert kolalı, kol ağızlarından bir santim dışarı taşan manşetli beyaz gömleği, dikkatle bağlanmış siyah kravatı, daima siyah yahut lacivert, düğmeleri hep kapalı kruvaze elbisesiyle nadiren sokakta, fakat çok defa Sahhaflar
"vakur, hatta gülmeyen çehresi, yaz-kış sert kolalı, kol ağızlarından bir santim dışarı taşan manşetli beyaz gömleği, dikkatle bağlanmış siya
kravatı..."
Çarşısı’nda ve kütüphanelerde gördüm. İstisnasız her za man üst üste yığılı gazete, dergi, kitap duvarları arasında kaybolmuş, elinde küçük bir cetvel, kitapların eb adını
ölçüyor, birtakım küçük defterlere, fişlere, kâğıt parçalarına notlar alıyordu. Daha sonraları doktora çalışmalarım sırasında bazı müşküllerimi hep o fişlerine, defterlerine bakarak halletti, yol gösterdi. Bayezit’teki sahhafla-rın hemen hepsi onu tamyor ve isteyeceğini bildikleri kitapları ona ayırıyorlardı. Sonradan öğrendim ki Seyfettin Bey bütün servetini, hatta bütün hayatını kitap toplamaya, özellikle eski harfli bütün kitapları toplamaya sarf etmiş. Böyle bir yaşama tarzı için çok tabii olarak hiç evlenmemiş, bütün imkânlarını, gelirini bu işe ayırmış, evini de bu merakına mekân yapmış.
1959’da Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne asistan olarak girdim. Galiba 1960 yılında idi. Bir gün Seyfettin Özege’nin bütün kitaplarını üniversitemize bağışladığını duyduk. Yeni kurulmuş bir üniversitenin o yıllarda bile böyle bir nimete kavuşması hayal edilecek şey değildi. Seyfettin Özeğe o on binlerce kitabı, sandıklanması ve nakliyat masrafları gibi bütün külfetini de kendisi yüklenerek Erzurum’a gönderdi. Karşılığında beklediği bir tek şey vardı: Bağışın tek şartı o kitapların katalogunun yapılması ve kendisine yüz adet gönderilmesi.
Bir insanın tek başına topladığı on binlerce kitabın katalogunu, o zaman çok geniş imkânları olan üniversite maalesef senelerce ortaya çıkaramadı. Kitap denilen nesneye sempati ve ilgi duymayan, kütüphaneye alınan her kitabı bürokratik bir yük telakki eden birtakım memurların ilgisizlikleri hatta engelleri, bu arada bazı kitapların kaybolduğu haberleri Seyfettin Özege’nin de kulağına gitmiş, bu faziletli insanı derecesiz üzüntülere boğmuştu. Bu acı hikâyeyi burada tekrar etmek istemiyorum. Daha sonra kitabı gerçekten seven ve kitap tanıyan, himmet sahibi birkaç memurun gayretleriyle kitaplar fişlendi, iyi-kötü bir baskıyla katalogları yapıldı ve ilgililerin istifadesine sunuldu.
Türkiye’de İbrahim Müteferrika’dan başlayarak Latin harflerinin kabul tarihi olan 1928 yılına kadar basıl-
mış Türkçe kitapların aşağı yukarı yüzde doksanı demek olan 30.000 cilt kitabı ihtiva eden Seyfettin Özeğe Kütüphanesi bu özelliği ile dünyanın en zengin koleksiyonuna sahiptir. Bu kitaplar arasında birer yazma eser değerini taşıyacak kadar nüshası azalmış olanları vardır. Seyfettin Özeğe, aynı kitabın birden fazla basımı yapılmışsa bunların hepsini elde etmiştir. İlk bakışta herhangi bir kitaplık için gereksiz gibi görünebilecek olan bu gayret, bir ihtisas kütüphanesi için, bir eserin değişik basımlarındaki farklılıklar üzerinde çalışanlar için eşi bulunmaz bir hâzineyi vücuda getirmiştir. Ayrıca, zamanında belki haklı olarak önem verilmeyen, bu yüzden hiçbir kütüphanede bulunamayacak olan ilk, orta, lise, haydi kendi isimleriyle söyleyelim, iptidai, rüşdiye ve idadi sınıfları için hazırlanmış ders kitapları da bütün basımlarıyla bu kitaplıkta bulunmaktadır. Bundan yetmiş, yüz, yüz elli sene evvelki kıraat kitaplarını, güzelim elifbaları zannederim çok eğitimcimiz merak etmiştir de (yoksa bunda da mı yanılıyorum) nerede bulacağını bilememiştir. Bir felaket, bir tabii âfet, bir cinayet veya herhangi mühim bir hadise üzerine yazılmış birkaç veya tek yapraklık destanları, bir zamanlar sokaklarda nane şekeri satılarak besteleriyle söylenen şarkıları ihtiva eden 8-10 sayfalık şarkı kitaplarını artık hangi kütüphanede bulabilirsiniz? Osmanh mekteplerinin hatıra kitapları, mükâfat dağıtma cetvelleri, hatta takvimler gibi saklamayı kimsenin aklına getiremeyeceği her türlü basın malzemesi Özeğe Kütüphane-si’nde vardır. Bütün bunları okuyucunun hizmetine açmış bir kitaplığa sadece kitaplık demek yetmez. Burası bir arşiv belki de bir müze olmalıdır. lürkiyede eski harflerle basılmış dergi ve gazete sayısı 2500 kadardır. Özeğe Kitaphğı’nda, hepsi tam koleksiyon halinde olmasa da bu periyodiklerden 1500 ü mevcuttur. Zaten dergi ve gazete koleksiyonu ve kataloğu yapmakta iddiası da yoktu.
Seyfettin Özege’nin faaliyeti bununla kalmadı. Bu bağışının dışında bir uzmanlar heyetinin bir araya gelip yapamayacağı şeyi tek başına yaptı. Onun beş büyük cilt hacmindeki Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Katalogu bugün Osmanlı kültürünün değişik alanlarında çalışanlar için baş tacı bir kitaptır.
27 Nisan 1981’de, hayatta yapmak istediklerini büyük çapta başarmış bir insan olarak bu fani dünyadan ayrılan Seyfettin Özege’yi rahmetle anarken, Atatürk Üni-versitesi’ne otuz altı yıl hizmet etmiş, bu kütüphaneden de büyük bir nimet telakki ederek faydalanmış bir hoca olarak üniversite yetkililerinden bir ricada bulunacağım. Biri Türkiye’de kütüphanecilik alanında hizmeti görülen kişi, kuruluş veya yayınevleri, diğeri yine Türkiye’deki kütüphanecilik bölümleri öğrencilerinden kendi alanlarında yapacakları araştırmalar için olmak üzere her yıl iki ödül tahsis edilsin. Seyfettin Özeğe adına verilecek bu ödüller hem Atatürk Üniversitesi’nin zengin kütüphanesini tanıtacak, hem de merhuma üniversitenin çok gecikmiş minnet borcunun ödenmesi mânâsına gelecektir.
İstanbul Mektupçusu
-İnsanimiz fert olarak vefalıdır, yahut öyle biliriz ama, millet olarak, toplum olarak da vefalı mıyız, orası biraz Şüpheli. Öyle olsaydı memleketine, milletine bunca hizmet etmiş, eser bırakmış nice insanımızın doğduğu, yaşadığı evler, yazdığı eserler kaybolur, hatta kabir taşları bile çalınır mıydı? Son yıllarda kalabalıklar kimlerin ardından koşuyorlar dikkat ediyor musunuz? Siyaset büyükleri, futbolcular ve şarkıcılar. Ya ömrünü iğneyle kuyu kazar gibi bir doğruyu, bir iyiyi, bir güzeli yüceltmek için harcayan insanları ne kadar az hatırlar olduk. Bazan öğrencilerime böyle unutulmuş, ama bence mühim bir insanın hayat hikâyesini konu olarak, tez konusu olarak verirken acaba kaç kişinin dikkatini çekecek de okunacak diye ne kadar endişe etmişimdir.
Bazı çevrelerde, son yıllarındaki resmî görevi dolayısıyla "İstanbul Mektupçusu" diye bilinen Osman Nuri Ergin merhum da bu unutulanlar arasındaydı. İstanbul Belediyesi Kültür İşleri Dairesi’nin himmetiyle, doğrusu o birçoklarının kaybettiği vefa duygusuyla, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye’nin yeni harflerle yeniden yayınlanması, umarım ki yaşı benden daha genç olan 1 ürk aydınlarının kulaklarına bazı fazilet cümleleri fısıldamış olsun. Malum ya, faziletin bir mânâsı hasbî iyilik demekse, eski bir
mânâsı bizzat ilmin kendisi demektir. Eski ulemaya "faziletin" unvanı boşu boşuna verilmiş değildir.
1882 veya 1883 yılında Malatya’nın bir köyünde dünyaya gelen, çok zor şartlar altında, özel dershanesiz, burssuz, kredisiz, hattâ yurtsuz bir öğrenimi göze alarak İstanbul’a gelen Osman Nuri, Zeyrek Rüşdiyesi’nde, daha sonra Darüşşafaka’da okur. Bu yetimler yurdu onun hayatı boyunca:
Nem varsa onun, her ne kazandımsa onundur Ben sâye-i sakfında yetiştim bu binanın
mısralarını söyleyeceği bir bilgi yurdu olur. Buradan mezun olduktan sonra da o müktesebatıyla, ilim ve fazilet kazançlarıyla hayata atılır, memuriyet hayatına. Ve zamanımızda nice üniversite mezununun değil, nice üniversite hocasının gıpta etmesi gereken çalışmalarına başlar. Bir yandan öğretmenlik de yapar. Pek çok makalesi ve büyük çapta kitapları arasında en önemli ikisi, başta söylediğim Belediye Mecellesi ile Türk Maarif Tari/ıi’dir. Doğrusu bugün buna benzer çalışmaları bir insan tek başına yürütür mü, bilemiyorum. Tek insanın değil, korkarım bir ekibin bilgisi ve gayreti de ona kolay ulaşamaz.
1959-60 yıllarında doktora tezim olan Beşir Fuad üzerinde çalışıyor, hemen hiç mesâbesindeki vesikalara bir küçük kırıntı eklemek için çırpınıyordum. İstanbul Tepebaşı nda bulunan Beşir Fuad Sokağı’na bu adın neden verildiği bile benim için bir çıkış kapısı olabilirdi. O ümitle, 1927’deki Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımında görev aldığını, İstanbul sokak adlarını yeniden düzenlediğini, birçok sokak isimlerini kendisinin verdiğini bildiğim Osman Nuri Bey’i görüp fikrini ve bilgisini almak istedim.! Evi, Fatih’ten Karagümrük’e giden yol üzerinde, Atikali Paşa veya Zincirlikuyu Camii’nden hemen önceki Kimyager Sokağı’nın köşe başında, çocukluğumda semtin en gösterişli apartmanlarından biri olarak bildiğim dört katlı bir bina idiÂAlt katında bir zamanlar Karagüm-
rük Postahânesi bulunuyordu. Galiba binanın tamamı Osman Ergin’e aitti.
Dördüncü kattaki dairesinin, OsmanlI’nın son asrına ait Doğu-Batı karışımı, ağır kadife perdeli, ağır möbleli salonunda beni robdöşambr giymiş olarak karşılayan Osman Ergin, zayıf, uzunca boylu, yaşının seksene yaklaş
mış olduğunu gösteren fakat oldukça sıhhatli bir beye fendi idi. Çalışma konumu söyledikten sonra Beyog-lu’ndaki Beşir Fuad Sokağımın adının hususi bırmanaşı °lup olmadığını sordum. O zaman, gözleri par a ı.
makama mukabil olduğunu söyliyeyim. Ama bu karşılık kâğıt üzerinde ve resmî sıfatı dolayısiyledir. Yoksa ne Mecelle-i Umıır-ı Belediyye’yi, ne Türk Maarif Tarihi’ni, hattâ ne de İstanbul Şehri Rehberini ve daha pek çok eseri yazacak özel kalem müdürleri şimdi var mıdır acaba? Mecelle’yi yeniden basan İstanbul’un şimdiki belediyesinden bir otuz beşinci yıl anma günü istemek çok mu olur? Şu HABITAT hengâmesinden sonra belki bazılarının içlerini ferahlatacak bir Osman Nuri Ergin ihtifâli, yerinde bir kadirşinaslık değil midir? Unutulmamalıdır ki, bugün Taksim’de bulunan, adı Atatürk Kitaplığı olarak bilinen İstanbul Belediyesi Kitaplığı da onun himmet ve gayretiyle kurulmuştur. Hem de yazma ve basma çok değerli 11.000 adet kitabını bağışlamak sûre tiyle.
Bir Köy Hocasının Hatıraları
îo izde hatıra yazma geleneğinin pek eski olmadığını daha önceki yazılarımdan birinde söylemiştim. Hatıranın bir türü olan seyahatname alanında bile dünya literatürünün belki en güzel veya en dikkate şayan eserlerinden birine, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ne sahip olmamıza rağmen, bu alanda da klasik örneklerimizin sayısı pek az.. Seyahatname veya hatırat, bunlara günlükleri de ilâve edebiliriz, hayatın veya daha sınırlı yılların müşahede, tecrübe ve intibalarla yoruma doğru açılan teferruatına girilerek ifade edilmesidir. Şark insanı yazıda geveze değildir. Onun içindir ki edebiyat hemen sadece şiir alanında gelişmiştir. Şiir ise zaten tabiatı icabı teferruattan uzak olmayı gerektirirken doğu şiiri âdeta beş-on mısraa sıkıştırılmış bir mânâ yoğunluğu gösterir. Bu bakımdan nesrin yokluğunun sebebi, hatıra için daha da geçerlidir.
Hatıranın bizde yaygın olmamasının başka bir sebebi de, kendinden bahsetmenin, hatta bir çeşit itiraf-ı zü-nûb’un makbul bir ahlâkî haslet sayılmamasıdır. Psikolojik tahlile dayanan romamn Batı’da zuhur etmesini kilise itiraflarına bağlayan Tanpınar eğer haklı ise, bu kanaat hatıra için romandan daha isabetli olmalıdır. Ehl-i dil söyleyemez derdini Allah’a bile" diyen bir ahlak anlayışı-
nın, derdini kula ifşa etmeyi hiç benimsemeyeceğini tabii görmek gerekmez mi?
Roman gibi hatıra yazma modasının da Batı’daki örneklerinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Nitekim hatıralar Tanzimat’la başlar, İkinci Meşrutiyet’ten sonra artar, Cumhuriyet döneminde daha yaygın bir hal alır. Kişilerin kendi hayatlarıyla beraber çevresindeki insanları, bunlar arasında siyasi şahsiyetleri (yani artık dokunulmazlığı kalmamış ekâbir-i devleti), sosyal olaylan da tenkit süzgecinden geçiren hatıraların son otuz-kırk yıl içinde yoğunluk kazanmasını biraz da rejimin nisbî demokratikleşmesinde aramalıdır. Nice günlükler, hatıra sahiplerinin vasiyetiyle (belki varislerin korkusuyla) gün ışığına çıkmak için eşref saati beklemiştir. Daha da bekleyenler var.
Bu uzun girişi, son günlerde okuduğum, bana göre epey değişik bir hatıra kitabı hakkında birkaç söz söylemek için yaptım. İsmail Kara’nın yayına hazırladığı ''Kutuz Hoca’nın Hatıraları'' (Dergâh Yay. 2000), bir köy hocası olan babasının Cumhuriyet öncesinden başlayarak günümüze kadar uzanan belki biraz dağmık, fakat benim için çok orijinal bilgi ve belgeleri ihtiva ediyor. İsmail Kara, "Sunuş" yazısında din adamlarına ait hatıraların yok derecede olduğunu, bunun için bu gibi şahsiyetlerin yakınlarında bulunanları, vakit geçirmeden onları konuşturup veya belge ve bilgileri derleyip yayınlamaya çağırıyor. Hatıra meraklısı olduğum için bu davete ben de gönülden katılıyorum.
Yine Sunuş’un bir dipnotunda (s. 7) din adamlarına ait hatıraların çok nadir olduğunu ifade eden İsmail Kara nın verdiği hatıralar listesine yayınlanmış birkaç kitap adı daha eklemek isterim: Biri on dokuzuncu asırda yaşamış bir Mevlevi dedesi olan Aşçı İbrahim Dede’nin hatıralarıdır ki iki bin küsur sayfalık hatıralarının ancak onda biri basılarak yayınlanmıştır. İkincisi Bulgaristan’da yetişip Türkiye’ye göç eden ve imam-hatip okullannın ilk
Kutuz Hoca (soldan ikinci) köyünün yaşlı arıyla, sadece ikindiyi bekleyen
ihtiyarlar değil!
kuruluş yıllarında hocalık yapan Ahmet Davudoğlu’nun Ölüm Daha Güzeldi adlı hatıralarıdır. Bunlara Necip Fa-zıl’ın Hac’dan Çizgiler, Renkler ve Sesler adlı kitabıyla yine onun Abdülhakim Efendi ile olan hatıralarını anlattığı O ve Ben adlı kitabı da ilâve edilebilir.
İsmail Kara, Rize ve civarında Kutuz Hoca olarak bilinen hatıraların sahibi Hafız Mehmed Kara’yı tıpkı Mehmed Âkif gibi "hem babam, hem hocamdır" diye tanıtıyor. Rize'nin bir köyünde dünyaya gelen ve epey yer gezmiş olmasına rağmen hayatının büyük bir kısmını daha sonraları nahiye de olsa köylüğünü kaybetmeyen bir küçük âlemde geçiren baba ile oğlu arasında, baba-oğul, hoca-talebe muhabbetinin dışında, belki üstünde bir saygı barajının bulunduğu dikkati çekiyor. Bunu şüphesiz Müslümanlığın insana verdiği değerden gelen ama Müs-
Küllüknâme Şâiri
"Bir demet güldür takılmış göğsüne İstanbul’un Ey saba sen de konakla bir gün uğrarsa yolun "
<Sunlar Kesriydi Sıdkı Bey’in Küllüknamesi’nin son iki mısraı. Şu cümlemdeki hemen bütün özel isimler kaç kişiye neleri hatırlattı acaba? Kesriye neresidir, Sıdkı Bey kimdir, Küllüknâme nedir? Daha dün denecek kadar kısa bir süre evvel hayatımızın içinde olan bir yığın kültür unsuru hatıra bile olamadan kayboluyor. Avuçlarımızın içinde zannettiğimiz şeylerin kayıp gittiğini görüyoruz. Zaman gazetesinde, geçen şubat yazımda isim vermeden Tanpınar’ı ve Mehmet Kaplan’ı anlattığımda* kendi çevremden, genç arkadaşlarımdan bazılarının kimlerden bahsettiğimi sormaları beni epey şaşırtmıştı. Hatta birkaç gün sonra Gül Saati’ndeki yazılarından birinde Ali Çolak da konuyla ilgili üzüntüsünü dile getirmişti.
Evet, Kesriydi Sıdkı Bey’in Küllüknâme's\. Kırk yıl evvel belki yazmaya bile değer bulunmayacak bu konu, tıpkı ateş ütüsü, sacayak, idare lambası gibi farkına varmadan yeni nesillere yabancı bir antika halini aldı.
Kesriye neresi? Osmanlı’nın Manastır vilayetinde Görice Sancağı’na bağlı aynı adı taşıyan küçük bir gölün içine doğru uzanmış yarımada üzerinde sevimli bir kasa-
ba. Ama artık ne Osmanlı var, ne o vilayet, ne sancak. Hatta ne de o güzelim isimler. Manastır Yugoslavya’da (şimdi Makedonya) kalmış, adı Bitola. Görice Sancağı Arnavutluk’ta, adı Koritsa. .Kesriye kasabası ise gölüyle beraber Yunanistan’ın olmuş, adı da Kastoria.
Artık Kesriyeli Sıdkı Bey gibi Küllük de unutulmak üzere
Sıdkı Bey’e gelince... Aslen Şarki Karahisarlı Çubuk-çuzade ailesinden, ilmiye sınıfına mensup Hoca Ahmet Hamdi Efendi geçen asrın sonuna doğru Kesriye’ye müftü olarak gelir. Oğlu Mehmet Sıdkı hasbelkader 1890 da
doğduğu bu kasabanın adıyla Kesriyeli Sıdkı olarak anılacaktır. Hatta daha sonraları Akozan soyadını alsa da bu namla hatırlanmaya devam edilecektir. Belki de onun gibi Rumelili başka bir şair olan İskeçeli Sıdkı ile karıştırılmamak için. Buna rağmen karıştıranlar olmuş. Kül-lük’le beraber İstanbul’un kahvehanelerini, okunması kolay, verdiği bilgilere güvenilmesi zor, kaynakları meç-huVKcdnrder Ki tabı’uda anlatan Salalı Birsel, bir ara Kiıl-lükname’den de bahsederken yazarının İskeçeli Sıdkı olduğunu söyler. Halbuki İskeçeli Sıdkı Kahveler Kita-bı’nda da adı geçen Zahir Güvemli’nin babasıdır.
Kesriyeli Sıdkı Bey orta öğrenimini Makedonya’da tamamlamış, daha sonra İstanbul’a gelerek Darülfünun Edebiyat şubesinden mezun olmuş, bazı memuriyet ve hocalıklardan, Edebiyat Fakültesinde de uzun süre memuriyetle ve sekreter olarak çalıştıktan sonra emekliye ayrılmış. Bilinen kaynaklar arasında yalnız iki yerde kısa biyografisine rastladığımız Sıdkı Bey’in ölüm tarihi de belli değil. 1942’de tamamlanan Son Asır Türk Şairle-n’nde henüz hayatta olduğu görülüyor. Reşad Ekrem’in İstanbul Ansiklopedisi’ndedâ maddede, "1950’ye doğru, kesin olarak tespit edemediğimiz bir tarihte öldü" deniyor. Devlet-i Aliyye’nin artık çok uzaklarda kalan bir bucağında doğup iyi veya kötü oniki kitaba imzasını atmış Sıdkı Bey’in hayat hikâyesi burada bitiyor.(Kâğıdı ve fo-toğraflanyla güzel ve itinalı baskılı Dünden Bugüne İstan-|o>ll bul Ansiklopedisi pek çok insan, semt, bina ve hadiseyi ehemmiyetsiz bularak bıraktığı için Sıdkı Bey’in adı da sadece bir defa Küllük maddesinde geçer^Öyle ya, koca OsmanlI’nın bir vilayeti üç devlet arasında paylaşılıp adları bile kalmadıktan sonra bir Sıdkı Akozan da varsın hufre-i nisyana gömülsün.
O iki biyografideki bilgileri Özeğe katalogundan tamamlayarak Sıdkı Bey’in 1909’dan itibaren basılmış, eski ve yeni harflerle kitaplarının adlarını çıkarabiliyoruz: Aheng-i Millî, Divançe-i Şinaver, Zayiat, Salâ-yı Cihad,
Lamia, Dul Kadın, Oğlumun Defteri, Kervan, Aveng-i Yaran, İleri Geri, Dikenler ve Küllükname.
Yaşı ellinin altında olanlar Küllük’ü bilmezler. Belki bir ara Marmara Sineması’nın, Beyaz Saray’ın bulunduğu set üzerinde açılmış olan başka bir Küllük’ü hatırlayanlar olursa yanılırlar, o başka bir küllüktür. Asıl Küllük Bayezid Camii’nin dış avlusunun cümle kapışım, yani Üniversitenin merkez kapısının karşısına tesadüf eden kapıyı nirengi kabul edersek, bu kapının sağına doğru avlu duvarını geçip ilk köşeyi döndükten sonra asıl caminin duvarı dibine gelmiş olursunuz. Küllük Kıraathanesi bu köşeden biraz sonra başlayan bir açık hava kahvesi idi. Kışlar için ocak kısmının bulunduğu kapalı bir mekânı da vardı ama pek kullanılmazdı. Küllük, Bayezid Camii’nin içinde bulunan Veliyüddin Efendi Kütüphanesi’nin teşkil ettiği çıkıntının duvarları dibinden başlar, hafif bir meyille Marmara ve Aksaray istikametinde çeyrek dairelik bir alan teşkil ederdi. Hatırımda kaldığı kadar pek oyun oynanmazdı. Kâğıt oyunlarını hiç görmedim. Türbeye yakın, daha dip bölümünde fazla gürültü çıkarmadan bazen tavla oynandığını hatırlıyorum.
Buranın İstanbul’un eski, klasik ve meşhur kahvelerinden olmadığı muhakkaktır. Muhtemelen asrın başlarında teşekkül etmiş olmalıdır. Belki de Cumhuriyet ten sonra Darülfünun’un Harbiye Nezareti’ne verilmesiyle kıraathanede kendiliğinden entellektüel bir çevre teşekkül etmiştir. Nitekim Küllük Kıraathanesi içindeki Emin Mahir Efendi Lokantası, hatta caminin öbür cephesinde, Sahhaflar Çarşısı’nın girişinde, yine cami duvarına bitişik Hafızın Lokantası da üniversite hocalarının ve sanatkârların yemek yedikleri temiz ve fazla pahalı olmayan birer mekân olmuştu.
Küllük, en saltanatlı yıllarını galiba, 1930-1955 yılları arasında yaşamış olmalıdır. Bu yıllardan başlayarak yakın zamana kadar pek çok roman, hikâye, hatta şiirde
Küllük önemli bir mekân olarak yerini almıştır. Tabii hatıralarda da. Fakat bu arada Sıdkı Akozan’ın Küllükna-me'si hemen tamamen unutulmuş görünüyor. Görebildiğim, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi ile Salah Bir-sel’in dışında pek ilgi gösteren olmamış. Belki gözümden kaçan olmuştur.
Küllükname, kapağıyla beraber tek formalık küçük bir risale. Kısa bir takdim yazısından sonra 78 beyitlik bir manzume içinde Küllük müdavimi olan kişiler birtakım özelliklerine göre anlatılıyor. Böylece zamanında meşhur olmuş veya en az Küllük çevresinde tanınmış 127 şair, yazar, hoca ve sanatkâr risalenin çapının müsaade ettiği nisbette, Sıdkı Bey’in, şüphesiz şairane olmayan fakat keyifle okunacak biraz ironik, biraz iğneleyici kalemiyle dile gelir. Bu isimlerin birçoğu bugün için bir şey ifade etmiyor. Sıdkı Bey gibi onlar da hufre-i nisyanda. Bütün isimlerin kimler olduğunu bulmak için o devri yaşamış kişileri bulup konuşturmak gerekir. Nitekim yeni İstanbul Ansiklopedisi’nin Küllük maddesinde bunlardan sadece 100 kadarının adı verilmiş. Ahmed Kudsi yerine Tahir Kudsi Makal gibi olmayacak yanlışlıklar da yapılmış.
"Sanmayın avare bülbüller gibi güllükdeyiz Biz yanık bir kor gibi akşam sabah Küllük’deyiz."
mısralarıyla başlayan manzume, kişilerin adlarına, mesleklerine, huylarına, diğer kişilerle ilişkilerine göre biraz da yeknesak bir üslûpla devam eder. Aşağıdaki mısralar-da Yahya Kemal, Midhat Cemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Hilmi Ziya, Peyami Safa, Ahmed Hamdi ve Ahmed Kudsi anlatılmaktadır:
"Biz ne Yahya’dan Kemal umduk ne Midhat’tan Cemal Hikmeti nazmeyleyen şairde kaldı ihtimal
Derleyip bir bir dökülmüş san’atın yaprağını Böyle örmüştür Necip Fazıl örümcek ağını
Bunda can verdi yeni mabuduna Hilmi Ziya •
Bekledik hicran ile durduk Peyami’den Safa
Bayezid havzu gibi taştıkça söyler Kırtıpil
Taktı Kudsi arkadan Şeytana bir kallavi zil
Bu mısralar arasında bir tanesi bana biraz hazin göründü. Küllük’ün şiirini yazan Kesriydi Sıdkı bey, burasının tarihini yazmayı da Reşad Ekrem Koçu’ya havale etmiş:
Küllüğün tarihini bir gün Reşad Ekrem yazar.
İstanbul’un bütün tarihini, kültürünü bir kütüğe sığdırmayı hayatının ideali edinen Reşad Ekrem’in sabrı da, ömrü de ansiklopedisini tamamlamaya yetmedi. Artık Sıdkı Bey gibi Küllük de unutulmak üzere...
Devletliler ve Sanatkârlar
-Selim iLERİ’nin 14 Temmuz 2000 tarihli Cumhuriyetteki ‘Yazı Odası’ köşesinde "Fotoğrafın Ardında" başlıklı bir yazısı çıktı. Yazar, İbrahim Çallı kitabımn (YKY) içindeki bir fotoğraf üzerinde düşünüyor ve okuyucuyu da düşündürüyor. Fotoğrafta görünen hayli büyük bir tabloda İnönü takım elbise, kravat, üçgen mendil ve adamakıllı ciddi bir çehre ile yaldızlı bir koltukta oturuyormuş. İnönü’nün kendisi de, etrafında elpençe divan duran iki kişiyle beraber bu tabloyu seyrediyor. O iki kişiden biri tablonun ressamı Feyhaman Duran, diğeri de Ayetullah Sümer. Bu iki usta ressamın, devlet başkanının huzurunda da olsa böyle eğilip bükülmeleri İleri’nin ağırına gitmiş. Daha sonra kendisinin de başka devletliler huzurunda, kırılıp dökülmeden bile el sıkma zorunda kahşını hatırlayarak yüzünü ateş bastığını ilâve ediyor.
Bu Cumhuriyet dönemi şefine ait küçük anekdot bana başka bir dönemin devletlisini düşündürdü. Yine bir ressam tarafından yapılmış bir tablo: Bu defa yaldızlı olmayan deri bir koltuğa oturmuş, başını şakağına dayadığı sağ eline yaslamış, redingotlu, yelek düğmeleri kapalı, fazla mübalağa etmeden ayak ayak üstüne atmış, yine ciddi görünüşlü bir adam. Sonra başka bir tablo daha:
Abdülmecid Efendi'nin fırçasıyla Recaizade Ekrem Bey deri bir koltuğa oturmuş, başını şakağına dayadığı sağ eline yaslamış,
redingotlu, yelek düğmeleri kapalı...'
Bunda önü açık ceketinin altından sol eli hafifçe pantolon cebinde, yine her düğmesi kapalı yeleğinin üzerinde dirsekten bir dik açıyla duran sağ elinde monokla benzer bir nesne tutan, ciddiyetle sevimliliği bir arada taşıyan ayakta bir adam duruyor.
Bu tablolar da ressam elinden çıkmış portreler ise de, İleri’nin gösterdiğinden farklı bir tarafı var. Bunlarda devletli olan, bu portrelerdeki kişiler değil. Birinci tablodaki oturan adam Recaizade Ekrem Bey’dir. İkincide ayakta duran ise Abdülhak Hamid. Her iki tablonun da ressamı Abdülmecid Efendi. Yani asıl devletli o. Bu resimleri yaptığı sırada şehzade, daha sonra veliahd ve son halife.
Osmanoğulları’nın, belki dünyanın hiçbir hanedanında olmadığı kadar musiki, hat, nakış, hele şiire meraklı oldukları, pek çoğunun şiirleri ve divanı, bir kısmının besteleri olduğu, son yüzyılda da Batı müziğine ve resme heves ettikleri bilinmektedir. Halife Abdülme-cid'in de vasat seviyenin üzerinde bir ressam olduğu malûmdur. Ama dünyada resme meraklı başka bir hükümdar adayının, çağdaşı olan şairlerin portrelerini yaptığı galiba malûm değildir. Bu portrelerin nasıl yapıldığının hikâyesini bilmiyorum. Acaba ressam Abdülmecid Efendi. Hamid’i, Ekrem’i karşısına model olarak oturttu da elinde palet-fırça çalıştı mı? Yoksa biraz daha amatörce, onların kartpostallarına bakarak mı resmetti? Veya bazı örnekleri bilindiği üzere hafızasından mı yararlandı? (İkinci Abdülhamid’in hal’i ile ilgili tablosundaki kişileri de, her birini ayn ayrı görerek ve hafızasında kalan çizgilerinden hareket ederek resmettiğini kendisi söylüyor).
Hadise, Selim İleri’yi sıkıntıya sokan durumun tamamen tersi olduğuna göre, hayal gücümüzü biraz daha zorlayarak, İnönü örneğinde olduğu gibi çekilmiş farz ettiğimiz bir fotoğrafı seyredelim. Acaba Ekrem veya Hamid bu tabloları gördükleri zaman bu defa İsmet Paşa gi-
bi hafiften takdir eder yollu ressamlarına biraz üstten mi baktılar? Yahut belki de Abdülmecid Efendi, hayranı olduğu bu şairleri, meselâ asıllarına benzetemediği için mahcup mu görünüyordu? Bunları bilemiyoruz. Ama bildiğimiz başka şeyler var.
1916 yılında Abdülhak Hamid’in Finten tiyatrosu basılır. Aşağıdaki mektup o yılın Kasım ayında, devrin birçok şair ve yazarı arasında İbnülemin Mahmud Kemal İnal’a da gönderilmiştir:
"Mahmud Kemal Beyefendi’ye,
Edebiyat-ı milliyemize kitap şeklinde tab ve neşrolunan Finten ile de birhüccet-i nevin-i mübahat (övünülecek yeni bir belge) ihda (hediye) eden Şair-i Azam Abdülhak Hamid Beyefendi’nin zat ve me’serini (kendisini ve eserini) tebcile medar olmak üzere (yüceltmek maksadıyla) şehr-i hâl-i ruminin yirmi sekizinci günü Bağlarbaşı’ndaki ikametgâh-ı sayfimizde sabah taamına rağbet buyurulmaları temenni olunur."
Bir yazarın tiyatrosunun basılması münasebetiyle bir şehzadenin, köşkünde ziyafet vermesi, bilmem benim gibi başka okuyuculara da devlet sanatçıları resepsiyonlarını çağrıştırıyor mu? Ama kimsenin, meşrutî rejimde böyle bir ziyafetin arkasında popülizm veya propaganda maksadı arayacağına ihtimal vermek istemiyorum.
Son olarak, yine Abdülmecid Efendi'nin gönderdiği bir kartvizitinin arkasında kendi el yazısıyla şu satırlar okunuyor:
"Tevfik Fikret Beyefendi Hazretleri,
Vakt-i âlinizin müsaid bulunduğu bir zamanda Çamlıca’ya teşrifinizi rica ederim."
Bu tek cümle, işin erbabı daha iyi bilir, bütün saray protokollerinin üzerine çıkan bir ifade taşımaktadır. Bu-
rada şehzadenin "Beyefendi Hazretleri" diye hitab ettiği kişi Tevfik Fikret’tir. "Teşrif tabirinin kullanılmasındaki, eski ifadeyle takdim-tehir ise bana tevazuu da aşan olağanüstü bir davranış gibi göründü. Eğer yukarıda bahsedilen Bağlarbaşı’ndaki ziyafeti reklam veya siyasi veya
Şairlerin ressamı, son veliahd ve son halife Abdûlmecid (fendi
gayri siyasi bir yatırım olarak düşünecekler varsa bile, bu son davette muhatabından başka kimsenin bilemeyeceği şu kartvizit herhalde samimi bir dostluğun, edebiyat sc sanatseverliğin tezahüründen başka bir şeye yonılamaz
Abdülmecid Efendi’nin yakınlarından, onun yanında ve yurtdışında hususi kâtibi olarak bulunmuş olan Salih Nigâr Keramet’e (şair Nigâr Hanım'ın oğlu) yazdığı mektuplarda da aynı tevazu ve kadirşinaslık ifadeleri var.
Şehzade’nin haftanın belli günlerinde köşkünde edebiyatçıları, ressamları ağırladığı da bilinmektedir. Yukarıda Tevfik Fikret’e yazdığı mektup da herhalde bu davetlerden biri olmalıdır. Abdülmecid’in, Fikret’in "Sis" şiiri için yaptığı yağlı boya tablosu, Abdülhak Hamid’in portresi ile beraber halen Aşiyan Müzesi’nde teşhir edilmektedir.
Hatırlanması gereken ve bizi başladığımız yere döndürecek son bir husus: Abdülmecid’in Bağlarbaşı toplantılarına devrin ressamlarından, bütün masraflarını kendi vererek Fransa’da resim tahsiline gönderdiği Avni Lifij başta olmak üzere, Çallı İbrahim, Şevket Dağ, Ali Sami Boyar ve Namık İsmail’le beraber bunlardan biraz daha genç, otuz yaşlarında bir ressam da devam edermiş. Şehzade onların, teşrifata uymak için sıkıldıklarını gördükçe daha dostça davranır, bazan hep beraber yemek de yerlermiş. O genç ressamın adı da Feyhaman imiş.
Kendime Dair
Dünyada acaba kaç meslek öğretmenlik kadar feyizli ve bereketlidir? Konusu maddeden başlayarak bitki ve hayvana doğru yükselen meslek alanları arasında eşref-i mahlûkat olan insana yönelenlerin itibarı hiç şüphesiz daha fazladır. Ruh ve beden sağlığı, ahlâk, hukuk, iktisat... insanoğlunun yeryüzündeki mutluluğuna uzanan gayretlerin hepsi mübarek ve kutsidir. Ama bütün bu mesleklerin öğretmenliği ve bütün öğretmenlikler başka hiçbir alanda olmadığı kadar verimlidir. Çünkü diğerlerinde, en beşerî olanlarında bile, ne olursa olsun, konunuz önünüzde nihayet bir obje gibi durur. Onunla ilişkileriniz, bir takım tesbitlerden ve kesbetmiş olduğunuz bilgiler çerçevesinde tekliflerden, iyileştirmelerden, mevcut şablonlardan birine uyarlamaktan ibarettir. Halbuki öğretmenlikte, haydi biraz somutlaştıralım, en kalabalık sınıflarda bile hep teker teker insanlar vardır. Öbür mesleklerde olduğu gibi şablonlar belki burada da vardır. Hepsine aynı dersi anlatırsınız, hepsinin aynı bilgiye sahip olmasını istersiniz. Fakat biraz sonra onların hepsi, birer birer önünüzde uyanmağa, kımıldamağa başlar. Birden yüze kadar her birinin zekâları, şahsiyetleri, sempatileri, antipatileri, alışkanlıkları, kurnazlıkları, saflıkla-
n gözünüzün önünde sıralanır. İçinizde, her birinin birden yüze kadar, yani en alt seviye ile en mükemmel arasında bir yeri olur, bir sevgisi olur. Öğretmenlik iki ruh arasında en hasbî ilişkilerin mesleğidir. Onun için bu hasbîliğin meyveleri de bir süre sonra yine sevgi olarak size döner. Öğretmenliğin feyzi ve bereketi bu meyvelerdedir.
Bu yazımın başlığını "Kendime dair" koyarken, İb-nü’l-Emin Mahmut Kemal İnal’ın ifadesine sığınıyorum. Son Asır Türk Şairlerinde yüzlerce şairden bahsettikten sonra kitabının sonundaki uzunca bir bahisle kendini an' niştir. Aslında öteki şairlere ait bahislerde bile kendinden bahsetmiştir ya. Ben de çoğunu yakından tanıdığım, bazılarını eserleriyle bildiğim bazı insanları, bazı hususiyetleriyle anlatmaya çalışıyorum. İbnü’l-Emin gibi, aslında her yazar, hepimiz, başkalarını anlatırken de kendimizi anlatmaz mıyız? Bizi biz yapan da zaten hep o başkalarıdır. İbnü’l-Emin o külliyetli biyografi kitaplarından sonra "Kendime Dair"i yazdı. Kendisi de bir şair olduğu için şairlerin sonuna "hâtime" olmak üzere bir otobiyografi onun çok tabii hakkıydı. Benimki ise bir hâtime değil, bir minnet borcunu ödeme. Şimdi çoğu öğretmenlik mesleğini seçmiş olan öğrencilerime ödemek istediğim bir teşekkür borcu.
1955’te başladığım (eğer askerlik mesleğinde olduğu gibi okul devresi de sayılmak gerekirse, Yüksek Öğretmen Okulu’na intisap ettiğim 1951 yılından beri) hocalığıma, resmî hocalığıma, 1996 Ekim’inde, kendi ihtiyârım-la son verdim. Resmî diyorum, çünkü öğretmenlik, yine hiçbir meslekte olmadığı kadar bütün hayat boyunca aklınız başınızda olduğu müddet sizi bırakmaz. Bu 41 veya 45 yıllık hocalık hayatımın bu safhasında tahmin etmediğim kadar bir gönül zenginliğini, bir vefa hâzinesini de arkamda bıraktığımı görüyorum. Önce, geçen 1996 Eylül sayısında Yedi İklim dergisinin özel sayfalarında hakkımda çıkan yazılar daha sonra Dergâh Yayınları’nın, mes-
lektaşım Prof. Dr. İnci Enginün’le beraber emekliliğimiz vesilesiyle tertip ettiği toplantı ve orada yapılan konuşmalar, yine Dergâh Yayınları’nın hazırladığı armağan kitapları ve Zaman gazetesinde dört gün devam eden bir hayat hikâyesi. O konuşmaları yapanlarla bu yazıları kaleme alanların adlarını teker teker yazamıyorum. O anlatılanlar arasında ne kadar "ben" varım? O konuşmaları dinler ve o yazıları okurken, bütün insânî zaaflarımız a, bir taraftan hoşlanmanın sarhoşluğunu, bir taraftan a "Bu ben değilim" itirafıyla terlemeyi beraber hissettim. Yedi İklim’i çıkaran Ali Haydar Haksal la, Dergâ ayın ları’nın Sahibi Ezel Erverdi’ye ve toplantıya katılan, ya yazmak lûtfunda bulunan bütün sevgili öğrenci cim , vefalı dostlarıma teşekkür ederken o yazılar a ası olan ben değil, sîzlerin içinizdeki güzelliktir, eme yorum. Nitekim ömrümü harcadığım Beşır ua > met Midhat’ta, Ahmet Haşim de, Necip azı ,
met Âkifte, Tanpmar’da da, başka yazdıklarımda da onlarla beraber, hattâ belki onlar değil ben varım.
Bütün bu iyi niyetli, artık hiçbir -menfaat demek dilime gelmiyor- dünya ilişkisi kalmamış olduğu için gerçekten hasbî medihlerde, gururumu frenleyen bir hikâyeyle "Kendime Dair"i kapamak istiyorum:
Ebu Hanife bir gün bir öğrencisiyle Bağdat sokakla-nnda dolaşırken, bir kenarda oynayan iki çocuktan biri diğerine İmam’ı göstererek demiş ki: "Bak bu amca var ya! O geceleri hiç uyumaz, hep okur ve ibâdet edermiş." Bunu işiten İmam-ı Azam talebesine dönmüş ve "Bak demiş, yâ Ebâ Yusuf, insanlar bizi nasıl görmek istiyor? Öyleyse onların görmek istedikleri gibi olalım."
ORHAN OKAY
silik fotoğraflar
Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan gibi edebiyat tarihine edebî bir tad vermesini bilen Prof. Dr.
Orhan Okay'ın üslûpçu bir yazar oldunu ve zarif denemeleriyle, portreleriyle kendisinin de edebiyat tarihimizde önemli bir yer edindiğini Silik Fotoğraflar‘t okuyunca anlayacaksınız. İdealist bir üniversite hoca
sı olarak hayatının önemli bir kısmını Anadolu'da geçirse de hep İstanbullu kalan ve İstanbul kültürünü bütün zarafetiyle şahsında temsil eden Orhan Okay. yakından tanıdığı ve sevdiği Şahsiyetleri anlatıyor. Güzel atlara binip gitmiş güzel insanların dünyasında heyecanlı bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız, hâtıra tadındaki bu hârika metinleri mutlaka okumalısınız.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder