Biz İstanbullular Böyleyiz!
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Haris Spataris
Biz İstanbullular Böyleyiz!
Fener’den Añilar 1906-1922
KİTAP YAYINEVİ - 60
ANI VE YAŞAM DİZİSİ - 9
BİZ İSTANBULLULAR BÖYLEYİZÎ FENER’DEN ANILAR 1906-1922 / HARİS SPATARİS
ÖZGÜN ADI
TA KONSTANTİNU-POLİTİKA KE ALA (İSTANBULLA İLGİLİ VE BAŞKA ŞEYLER), ATİNA 1988
© 2004, KİTAP YAYINEVİ LTD.
ÇEVİREN İRO KAPLANGI
DÜZELTİ NİHAL BOZTEKİN
KİTAP TASARIMI
YETKİN BAŞARIR, BEK
TASARIM DANIŞMANLIĞI 8EK 4.-.
KAPAK RESMİ
SİRKECİ. FREDERICK SI M PICH,. 1 921 ~
GRAFİK UYGULAMA VE BASKI MAS MATBAACILIK A.Ş.
DEREEOYU CAD. ZAGRA İŞ MRK. b blok no:1 34398 maslak-İstanbul t: (0212) 285 11 96
1. BASIM
AĞUSTOS 2004, İSTANBUL
isbn 975 8704-71-0
YAYIN YÖNETMENİ ÇAĞATAY ANA DOL
KİTAP YAYINEVİ LTD.
CİHANGİR CADDESİ, ÖZOĞUL SOKAĞI 2O/l-B
BEYOĞLU 34433 İSTANBUL t: (0212) 292 62 86 f: (0212) 292 62 87 e: kitap@kitapyayinevi.com w: www.kitapyayinevi.com
Biz İstanbullular Böyleyiz!
Fener’den Anılar 1906-1922
Harİs Spatarîs
Çeviren İro Kaplangi
KİtapYAYINEVİ
YAYINCININ NOTU
PERİLİ EV
Hemşerimiz Haris Spataris’in 1988’de Atina’da yayınlanan anıları 588 sayfalık bir kitap. Ama sanıldığının aksine çok "kalın” bir kitap değil bu. Çünkü daktiloyla yazıldıktan sonra filme alınan sayfalann basılmasıyla oluşmuş. Tahmin edeceğiniz gibi Haris Spataris kendi eserini hem “tertip etmiş” (dizmiş), hem de kitabın sayfa düzenini yapmış. Okurlarımızın Spataris’in din, Yunanistan'ın güncel politikaları veya Yunanlıların günlük alışkanlıklarına ait düşüncelerine değil de İstanbul’da, Fener’de geçen ilk gençlik günlerine ait anılarına ilgi duyacaklarını gözönüne alarak kitabını biraz kısalttık. Bu kısaltmaların yapıldığı bölümler köşeli ayraç içinde üç nokta [...] ile belirtildi. Metne bizim eklediğimiz bazı açıklamaları yine köşeli ayraçla belirttik. Görece uzun açıklamaları ise numaralandırarak sayfa altlarına yerleştirdik. Metinde geçen ve Yunanca harflerle Türkçe olarak yazılmış sözcük ve ibarelerle, çeviride Yunanca olarak bırakılan sözcük ve ibareler italik karakterle yazıldı.
Spataris’in anılannda adlan geçen bazı yapı veya kurumlar hakkında Tarih Vakfı tarafından yayınlanan İstanbul Ansiklopedisinden yararlanarak hazırladığımız bazı okuma parçalannı da yan sütunlarda bulacaksınız.
Haris Spataris kitabının Yunanca baskısında, yaşadığı yerleri daha iyi anlatabilmek için bazı krokiler çizmiş ve birkaç da fotoğraf kullanmış. Fotoğraf ve baskı kaliteleri iyi olmadığı için bunları kullanamadık. Ama Alman Arkeoloji Enstitüsü Arşivi’nden bulduğumuz aynı dönemlere ait fotoğraflar ile Haris’le 39 yıl arayla doğduğumuz ve ilk gençlik günlerimizi geçirdiğimiz Fener’in günümüzdeki fotoğraflarını kitaba ekledik. Bu fotoğraflar için arkadaşım Serol Teber’e teşekkür ediyorum. Fener, sur içi İstanbul’un arsa ve bina rantlannın kimsenin gözünü kamaştırmadığı, yoksul ve son yıllarda da koruma altına alınan bir semti olduğu için, yılların yıpratması ve Dalan’ın sahil yıkımları dışında neredeyse değişmeden duruyor. Öyle ki Haris sağ olsaydı, gelip 98 yıl önce doğduğu evde bir kahve içebilirdi. Okurlarımızın sokakları gözlerinde canlandırabilmeleri ve istiyorlar-
sa gidip dolaşabilmeleri için Jacques Pervititch’in hazırladığı 1929 tarihli bazı sigorta haritalarına da (Pervititch Sigorta Haritalarında İstanbul, Axa Oyak/Tarih Vakfı, İstanbul, 2000) yer ayırdık. Haris’in İstanbul’dan ayrıldığı 1922 yılı ile bu haritaların yapıldığı 1929 yılı arasında mahallenin fiziki dokusunda neredeyse hiçbir değişiklik olmamış. Ama kültürel ve etnik dokusunda sonraki 35 yılda tamamlanacak -küçük bir çocukken, 6-7 Eylül 1955’te, bu mahallede Rum evlerinin, İstanbul’un uzak semtlerinden gelenlerce nasıl tahrip edildiğine tanık olmuştum- büyük değişikliklerin ilk habercileri kendini göstermeye başlamış. Örneğin 1950’lerde bizim Perili Ev diye bildiğimiz bina, Haris İstanbul’dan ayrılmadan önce Kos-midis’e aitken, 1929 tarihli Pervititch haritasında “Ecole Turque, ex-Cos-midis/Türk Okulu, eski Cosmidis” diye belirtiliyor. Anlaşılan, Haris’in birazdan okuyacağınız sözleriyle, “bu yoldaki önemli ve süslü evlerin arasındajki] yağlıboya ile boyanmış Kosmidis’in konağı”na el konulmuş ve burası bir süre Türk okulu olarak kullanılmış.
Tam bu noktada düşündürücü bulduğum bir başka sorun var. İktisadi veya siyasi nedenlerle şehirler ve mahalleler arasında sürekli bir göç halinde bulunuşumuz, yaşadığımız/doğduğumuz yerlerin mütevazı tarihlerini öğrenmemize olanak vermiyor. Çünkü hiç kimse kuşaklar boyu aynı semtte oturmuyor. Böyle olunca da bir semtin ya da sokağın hikâyesi dededen toruna ya da Haralambos Amca’dan mahallenin küçüklerine ak-tarılamıyor. 1920’nin Kosmidis Konağı’nı, üzerinden sadece 35 yıl geçince benim Perili Ev olarak bilmeme niye şaşmah ki?
Çağatay Anadol
YAYINCININ NOTU
Sunuş
BİZ İSTANBULLULAR İŞTE BÖYLEYİZ!’
“-|- stanbul’da doğan artık hep İstanbullu kalır.” Haris Spataris ile konu-I şurken bu sözlerinin anlamını düşünüyordum. 1922 yılının Ağustos ayında -o zaman on alh yaşında bir gençti- İstanbul’dan Atina’ya göçmüş olan Spataris “biz” diyor durmadan; ama ne Yunanlıları, ne Türkleri, ne de komünistleri (yani yoldaşlanm) kastediyor, “biz” derken “İstanbullular” demek istiyor.
Spataris 1988 yılında Atina’da Ta Konstantinu-politika Ke Ala Tina (İstanbul’la ilgili ve başka şeyler) adını taşıyan ilginç, duygulu, mizah ve hiciv dolu bir anı kitabı yayınlamıştı. Kendisini evinde ziyaret etmiştim ve kitabı konusunda konuşmuştuk. İlgili yazı Türkiye’de 1989’da yayınlandı.1 Bir süre sonra ölüm haberini aldım. Yazdıklannın Türkiye’deki okurlara ulaştığı bu kitapta o eski sohbetimizi yeniden canlandırıyorum.
“Bunca ayrmtıyı, bunca yıl sonra nasıl anımsıyorsunuz?” diye soruyorum, “Özellikle İstanbul Rumlarının o kendilerine özgü (ciğercis, muha-lebi çocuk, biletçis, kepazes, titizya, defteri, zarzavatçis gibi) sözcüklerini...”
“Belleğim güçlü” diyor. Gerçekten de kaleminden artık var olmayan bir dünya dökülüyor satırlarına: Fener semtinin ara sokakları, evleri, insanları, eski Haliç’in vapurları, sandalları, sandalcıları, patrikhanenin papazları, papazların kurnazlıkları, sokak lambalarını yakan memurlar, “dünya merkezi” Galata, gençliğinde onu heyecanlandırmış olan Gala-ta’nın kötü şöhretli evleri, Pera, Bolşevik devrimi sırasında Rus elçiliği önünde çatışan Ruslar ve Ermeniler, Kürtler, Yahudiler, asker kaçakları ve Rumların “tavan taburu” (askere gitmemek için tavan arasında saklananlar), Tünel’in onarılması, Sultan Hamid’in fobileri, o zamanlardaki Rum toplumunun ileri gelenleri, Heybeliada’daki “patriğin evi”, ayazmalar, Rumlann yemekleri, eğlenceleri, bayramları, hamamlardaki protokol, yangınlar ve tulumbacılar, sobacılar, satıcılar ve Yüksekkaldırım’ın seyyar satıcıları:
1 Cumhuriyet gazetesinin eki Çerçeve’nin 43. sayısında yayınlandı (4/1989).
Her ne alırsan beş kuruş
Ola apo pende (Rumca: Her şey beş kuruş)
Falimento prama (İtalyanca/Rumca: İflas malı)
Profitez de l’occasion (Fransızca: Fırsattan istifade edin)
Grande liquidation (Fransızca: Mezata çıkarılıyor)
Pende grosya pende (Rumca: Beş, beş kuruş)
İstanbullu olmanın bilinci Spataris’te çok güçlüydü. Oysa kendisi Yunan yaşamıyla da öylesine içli dışlıydı! Alçak gönüllülükle anlatıyordu: Makine mühendisi olmuş, elektrik şirketinde müdürlük yapmış. 1943 yılında mukavemete katılmış, yani komünistlerle birlikte silahını alıp dağa çıkmış. Almanlara karşı savaşmış. Sonra sürgün yılları gelmiş: Makronis-sos, Ai Strati, İkaria gibi adalarda sürgün yaşamış. Sonrası malum! Artık devlet memuru olarak değil, özel işlerde çalışmış. Başkalarının büyük panolarda ilan edecekleri bu yaşamı o böylesine mütevazı, kısaca özetliyor.
“Atina’yı başkent kılan biz İstanbullu Rumlarız” diyor. “Biz gelmeden önce büyük bir köydü burası.” Atina’yla eski İstanbul’u kıyaslıyor ve övgüye değer bulduklarını anıyor kitabında: İstanbul’un tapu ve bekçi ku-rumunu; Avrupai görünümünü; vapur, tramvay, tren yollarının güzelliğini; Rum kadınlarının uygar yaşamlarını vb.
Haris Spataris tam tarafsız bir gözlemci değil; beğenmediklerini duygusal bir taraflılıkla kıyasıya yeriyor. Çağcıl bir insan olarak çağdışı saydığı şeyleri yeriyor. Feminizmi, solculuğu, laikliği savunuyor, kiliseye ve dine karşı çıkıyor: “Bir aptallığa inanarak bakire olarak ölen binlerce İstanbullu kızı düşündükçe tüylerim diken diken oluyor; bu arada da zavallı delikanlılar Abanoz’un ve Galata’nın kerhanelerinde sabahlardı, frengi ve belsoğukluğu kaparak!”
Kiliseye, papazlara ve dine açık bir biçimde karşı çıkıyor. “Mizah ve hiciv gücünüz nereden kaynaklanıyor?” diye soruyorum. Gene aynı tutku: “Biz İstanbullular böyleyiz!” İşte papazlı öykülerinden biri (özetliyorum):
Peder Zotos Fener Lisesi’nde müdürdü. Patrikhanenin saygısını kazanmış bir insandı. Felçli kansına bakmak üzere Almanya’dan “fıstık gibi” bir genç kız getirtmişti. Kıza baktıkça biz öğrencilerin ağzımızın
8
Sunuş
suyu akardı. Ama anlaşılan Peder Zotos bakmakla yetinmedi. Dedikodu almış yürümüştü, iş ayyuka çıkmıştı. Rum basını olaya el atmıştı. Patrikhane yedi kişilik bir doktorlar heyeti oluşturup saygıdeğer pederi temize çıkarmak üzere kızı muayeneye karar verdi. O yıllarda kı-zm kişiliği söz konusu edilmezdi zaten. Ama “yerinde tetkik” gerçekleşmesine rağmen, rapor bir türlü yayınlanmıyordu. Doktorlar ha bire toplamyor, patrikhane ve cemaat heyecanla bekliyordu, ama boşuna. Sonunda anlaşıldı ki doktorlardan biri zaptı “bilimsel dürüstlük” adına imzalamıyormuş. Okulda disiplin diye bir şey kalmamıştı. Böyle bir karar ise “ekseriyetle” alınamazdı! Hiciv dergileri o sürede çok satmıştı. (Gatos-Kedi- dergisi örneğin) Sonunda o tek doktor da imzayı basmış, peder sözde temize çıkmıştı. Öğrencileri toplayıp “hak zafer kazandı” diye nutuk atmış, lokum dağıtmıştı.
Haris Spataris anılarını kayda geçirmiş, anımsadıklannın kaybolmamasını istemişti. Nedendir pek bilinmez, belki insanlar ölümlerinden sonra bir süre daha var olacaklarını sandıklarından ya da kendilerinden bir şeylerin süregeleceğinin umuduyla yazarlar böyle kitaplan. Ama Haris Spataris ile konuşurken başka bir nedenin varlığından da kuşkulandım. İnsanlar ona çok acı çektirmişti. Siyasi karşıtları hayatını zehir etmişlerdi: sürgünler ve yaşam hakkının kısıtlanması... Dinsel nedenlerle ona karşı olanlar ise, aile içindeki bir aile dramını dini inançları yüzünden “Tan-rı’nın gazabı” gibi gösterip yüzüne vururlardı. Ona en büyük acıları veren durumun sorumlusu sanki oymuş gibi suçlarlardı onu. Bir babaya yapılacak en sadistçe şeydi bu.
İnsanlar ona çok acı çektirdiler. O da onların sakat, iki yüzlü yanlarını, yalanlarını yüzlerine çalmak istemişti sanıyorum. Satir aralarında sezeceğiniz hiciv bu hoşgörüsüz -ve sözde erdemli- bir çevreye tepkiden de kaynaklanıyor sanıyorum.
Herkül Mİllas
Resim i. 20. yüzyılın başlarında Fener semtinin genel görünümü.
Fotoğraf: Sebah-Joaillier (Alman Arkeoloji Enstitüsü. İstanbul, neg. no. 9439)
Önsöz
Hapishanede doğan, hapishaneyi hatırlar... Hele de bu hapishane İstanbul ise. Ortaçağ şehirlerinin kraliçesi, iki bin yıllık efsaneleri ile iki büyük imparatorluğun şehri. Bugün de dünya ve Ortadoğu’nun kaderinde önemli bir yeri var. Bazı izlenimlerimi, anılarımı, beni yetiştiren insanları ve çocukluğumu geçirdiğim semtteki komşuları, öğretmenlerimi aktarmak istedim bu kitapla.
1906’da bu şehirde doğdum ve 5812 gün burada yaşadım. Küçük Asya Felaketi [Yunan Ordusu’nun Anadolu’da yenilgiye uğraması] sırasında, 14 Ağustos 1922’de, Sakarya’daki Yunan cephesinin yarıldığı gün Pire’ye gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldım. Her şeyi çok iyi hatırlıyorum. Bu hatıralar aynı şeyleri yaşayanlara da ilginç gelebilir diye düşündüm. Rum cemaatinin yok olmadan önce İstanbul’daki yaşamını merak edenler de olabilir.
Bütün bunlan düşündüm ve araya bir şey eklemeden ve uydurmadan yazmak istedim. Bu kitapta yazılan bütün olaylar gerçeklere dayalıdır. Adlarıyla sözünü ettiğim kişiler gerçek kişilerdir. Bu bir roman değildir.
Buna rağmen tarih yazdığımı iddia etmiyorum.
Sadece 16 yaşıma kadar bulunduğum bu şehri çocuk aklımla anladığım şekilde anlatıyorum. Hepsi bu!
Amlarımı aktarırken şimdiki görüşlerimi dile getirmeyi de ihmal etmiyorum. Bunların bazıları alışılmışın biraz, hatta çok dışındadır.
Ama ne yapalım, ben buyum ve böyle düşünüyorum.
Haris Spatarîs, 1988
HAYATIMIN İLK DENEYİMLERİ
Kahrolsun Gâvurlar
Gözlerimi dünyaya, Balkan Savaşı başlamadan Fener’deki evimizin önünden geçen Türk taburlarının İstanbul’a yakışmayan haykırışları ve buna refakat eden postal sesleriyle açtım. Gerçekten de daha öncesine ait hiçbir şey hatırlamıyorum. O zaman beş yaşındaydım (1911).
Patrikhanenin ve Maraşlı İlkokulu’nun karşısındaki iki katlı evde *V0v^MWMMMnqwMM^MMMMBMVWO#WIMVMHl^*Mlw^NnwJ^*M<WlMMMIMMMnHMMKS****>*l*M*MMMll^^ oturan iki ailenin çocukları olan bizler, doğal olarak çok korkmuştuk. Daha emin bir yer bulamadığımızdan, salondaki Madam Sultana’nın koltuğunun altına saklandık...
Patrikhanenin dar sokaklarındaki bu şamatalı gösterinin anlamını çok sonra kavradım. Bu, Türklerin Rumları korkutarak sindirmeyi amaçlayan özel bir girişimiydi. Türkiye, Balkan ülkelerinin ayaklanması ve özgürleşmesiyle sonuçlanan Balkan Savaşı’nın eşiğindeydi. Balkan ayaklanması, iki dünya savaşının ardından ünlü Osmanlı împaratorluğu’nu Kürtler, Çerkezler, Araplar, Ermeniler gibi bağımlı birçok halfa da içeren bir Türk devletine dönüştürdü.
Yunanistan Türkiye ile harbe girmek üzere olduğundan, patrikhanenin önündeki gösteri, ayaklanmayı afallarından geçirebilecek Rumlara, yani Türkiye’deki Yunanlılara dönük açık bir anlam taşıyordu: “Gâvur, rahat dur, yoksa keserim!” Burada şunu da belirtmek gerekir ki, sadece Türklerin değil, bütün Müslümanların başka dinden olanlara yönelttikleri “gâvur” küfrü, aslında “Muhammed Peygamber’e inanmayan” anlamına gelir.
Ruslar ve AvrupalIlar Bizi Koruyor
Türklerin barışsever ve sakin Fener’deki bu alışılmamış gösterilerinin yarattığı korku, çocuk zihnimde birçok soru uyandırmıştı:
Askerler neden Fener’in üst tarafında bulunan bozuk kaldırımlı dar yolu seçmişlerdi de daha geniş ve dikdörtgen taşlarla döşeli düzgün yoldan gitmemişlerdi? Neden evimizin önünden geçmişler ve neden tutkuyla “Kahrolsun gâvurlar!” diye bağırmışlardı?
Babam bana elbette askerlerin haykınş-lannın anlamını açıkladı ve Türklerin dini bağnazlıkları yüzünden Müslüman olmayan herkesi kesmek istediklerini anlattı. Bu yüzden böyle vahşice bağrışıyorlardı.
Ama ben ısrar ettim ve silahları olduğuna göre -tüfeklerinin ucundaki parlak süngülere hayrandım- evlerinde tüfeksiz, süngüsüz, tamamen savunmasız titreyen bizleri neden kesmediklerini sordum.
Hem neden bütün Fener’i ve patrikhaneyi yakmıyorlardı?
Bana yapılan açıklamaya göre, bunun nedeni Avrupa ile Rusların bizleri koruyor olmasıymış: Ortodoks olan Ruslar bir gün gelip İstanbul’u alarak Aya Sofya’yı da kurtaracaklarmış.
Çok dindar olmamasına rağmen, Efımit-sa teyzem çarlığın bir propaganda şarkısını mırıldanıyordu:
Azize Meryemli Türk Aya Sofya’m Moskovalı ne zaman ayin yapacak içinde?
[-]
Resim 2. Maraşlı Rum İlkokulu Fener’de, Sadrazam Ali Paşa Caddesi’ndeki bu okul ışor'de Patrikhane Örnek İlkokulu adıyla kuruldu. Okul binası Odessa Belediye Başkanı Grigorios Maraşlı’nın bağışıyla inşa edildiğinden daha sonra onun adı verildi.
Fotoğraf Serol Teber. 2004
Rum Muhacirler ve Balkan Muhacİrlerî
Balkan Savaşı’ndan bir süre önce İstanbul’u ve Marmara Deni-zi’nin kuzeyindeki Rum köylerini depremler sarstı; bu yüzden de şehre birçok Rum muhacir geldi.
Türk devleti tarafından bakımları söz konusu olmadığından, patrikhane bu muhacirleri Rum okullarında ve diğer Rum kurumlarında barındırdı. Bunların arasında antik tarz girişli, geniş odalı, görkemli Maraşlı İlkokulu da vardı. Bu odalara, yorganları ve çömlekleriyle, yakınlarını kaybetmiş ve zarar görmüş insanların yerleşmesini gördük.
Böylece, insanların başına gelebilecek felaketler konusunda bir fikrim oldu. İlerisi için önemli bir deneyimdi bu. Buna benzer ikinci bir durum, yaklaşık olarak aynı zamanda gelişti.
Haliç’e bakan evimizin arka tarafı duvar üstünde oturtulmuş olduğundan, ikinci kat deniz seviyesine göre üçüncü veya dördüncü kat gibi duruyordu. Buradan, gelen Balkan muhacirlerini de görüyorduk.
Bunlar Müslümandı, muhtemelen Pomaktılar. Hasırla örtülü kağnılarla gelmişlerdi. Tekerlerinde çubuk yoktu, tamamı tahtaydı. Türkçe’de bunlara “tekerlek” derler.
Bu yeni gelen muhacirlerin pisliği ve ilkel tavırları mahallemizde garipseniyordu: İstanbul’da Rum, Türk, Ermeni, Musevi ve diğer halklar da bulunuyordu ama böyle insanları daha önce hiç görmemiştik
Devletin yardım kurumu bu kalabalığı Haliç’in sahillerinde çürü-mekte olan, fare yuvası eski gemilere yerleştirdi.
Bu gemilerde olup biteni yüksek evimizden çok iyi görebiliyordum. Trakya’daki köylerinden, Rus yandaşı Hıristiyan Bulgar hemşerilerinden kaçarak Fener’e gelen bu başıbozukların ilkel davranışlarıyla çok eğleniyordum.
Rum muhacirler Güney Trakya’dan, Müslüman muhacirler Kuzey Trakya’dan gelmişlerdi; iki topluluk da Trakyah ve çiftçiydi. Elimde olmadan davranışlarını ve uygarlıklarını kıyaslamaya başlamıştım. Vardığım sonuç, bizi fetheden Türklerle bir saydığım Müslümanların lehine değildi. O sırada doğal olarak fark edemediğim bir ayrıntı vardı: Müslüman muhacirler içerlerde, bizim Rum muhacirler ise deniz kıyılarında oturuyorlardı. Köyleri İstanbul’la devamlı bir ilişki içindeydi. Büyükler böyle ayrıntılan bildikleri halde önemsemiyorlardı.
Benim için önemli olan şuydu: Bir yandan biraz insanlığı olan Rumlar, diğer yandan tamamen iptidai Türkler vardı. Bu da çocuk milliyetçiliğimi tatmin ediyordu. [... ]
İstanbul’un Ulaşimi
O zamanlar uçakla ulaşım yoktu. Uçaklar Birinci Dünya Savaşı’nda biraz kullanılmışlar, hatta Müttefikler Haydarpaşa Gan’nı ve Bağdat’a gitmeye hazırlanan üç yük katarını bunlarla havaya uçurmuşlardı.
Îstanbul-Atina arasında denizyolu ve Selanik üzerinden daha meşakkatli olan demiryolu ulaşımı vardı. Gemiler, Balkan Savaşı’nda Çanakkale Boğazı kapanıncaya kadar çalışıyordu. Hatırladığıma göre 1918 mütarekesinden sonra seferlerine devam etmişlerdi. Yunanistan’ın Andros, Ti-nos ve Arkadia gemileri ile bizim pek kullanmadığımız yabancı devletlere ait Rumen, Fransız, İtalyan gemileri seferler yapıyordu.
Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bir Rus buharlı gemi şirketi de vardı. Odessa-İstanbul-Yafa arasında sefer yapan bu gemiler sanınm Pire’ye de uğruyor ve Rus hacılannı Kutsal Mezar'a götürerek papazları zengin ediyordu. Savaştan sonra bu şirketin faaliyeti bitti, ama Bolşevikler Filistin’de Çarlık zamanında elde ettikleri manastırlardan ve başka bazı dini ayncalıklanndan feragat etmediler. İsrail ve Kutsal Topraklardaki bu haklar halen mevcuttur.
Şehre giden vapurlar Çanakkale Boğazı’ndan ve Marmara Deni-zi’nden geçip yer bulunca Galata rıhtımına yanaşıyorlardı. Yer bulamayınca Leandros* kulesinin açıklarında demirleyip yolcuları kayıkla, mallarını da mavnalarla karaya taşıyorlardı. Galata nhtımı, o zaman da Haliç’in kuzey sahili ile Boğazın Avrupa yakasının birleştiği yerde, Haliç köprüsünün dışında bulunuyordu.
İstanbul, Avrupa’ya Orient-Ekspres demiryolları ile bağlanıyordu. Bu demiryolu hattı Balkan Harbi’nden sonra SEK’ ağıyla birleştirilmişti, taşıma ücretleri pahalı olduğu için çok az kullanılıyordu.
Çanakkale, Doğu Akdenİz’İn Kavşaği
Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi’ne, İstanbul Boğazı’na, Karadeniz’e, dolayısıyla Karadeniz’de kıyısı olan devletler için tek geçiş yoluydu. Bu devletlere, Tuna nehrinin su yolunu kullanan devletleri de eklememiz gerekiyor.
Bu devletler de daha ucuz olan Karadeniz-Marmara-Akdeniz yolunu kullanıyorlardı.
Özellikle Akdeniz’e çıkışını garantilemek isteyen Karadeniz ülkesi SSCB için bu yolun önemi tartışılmazdı. Kabaca söyleyecek olursak bu geçiş 2 Kızkulesi -ç.n.
-
3 Yunan Devlet Demiryolları -ç.n.
için en önemli yer Çanakkale Boğazı’ydı. Bu yüzden, Türkiye buraya güçlü savunma mevzileri yerleştirmişti. Türklerin 1915’teki kahramanca savunmasında Mustafa Kemal büyük şöhret kazandı. Sultanın 1918’de Müttefiklerle yaptığı anlaşmaya baş kaldıranların lideri olmasını sağlayan da bu şöhretiydi.
Çanakkale 1920
1920’de Çanakkale’den geçerken, savaşın enkazı toparlanmadan önce gördüklerimin üzerimde yarattığı etkiyi hatırlıyorum. Koca destroyerleri ve diğer gemileri, su yüzeyinde kalmış gövdelerinde top ateşinin açtığı yaraları sergiler vaziyette görmek korkunçtu.
Ama gemimiz bu batık gemiler arasından sükûnetle geçiyordu. Aslında, tatmin olmuş aptalca kibrimiz olmasaydı, Churchill’in yarattığı bu yıkım ve katliamın karşısında nefesimizin kesilmesi gerekirdi.
Bu izlenimler bana 1915 yılındaki İstanbul’un rıhtımlarında Çanakkale Savaşı’nın yaralıları indirilirken gördüklerimi hatırlatıyordu. O anın gerektirdiği özensizliğe rağmen, duyduğum dehşeti unutamadım.
MÜTTEFİKLERİN AĞIRLAMASI
1918’de İstanbul’da durum belirsizdi. İstanbul’un halkını ilgilendiren işlerin yönetimini İngiliz, Fransız ve İtalyan müttefikler sırayla paylaşıyorlardı. Bu yüzden, halka gösterdikleri kolaylıklar ve zorluklar (evet zorluklar) genel politikalarına ve Osmanlı uyruklarına karşı hislerine göre değişiyordu. (Anlayabilirsen anla.)
1920 yılının Eylül ayında Pire’den Arkadia gemisiyle limana geldiğimizde, liman yönetimi sırası, bizim o zaman inanmak istemediğimiz şeyleri yapan Fransızlardaydı; yeni ortaya çıkan Mustafa Kemal ile işbirliği yapan ve ona bizi yenmesini sağlayan silahlan satan Fransızlarda.
Bizi, müttefikleri olan Rumları, iyi ağırlamak için, inmemize izin vermeden önce evraklarımızı incelemek üzere yirmi dört koca saat geminin salonunda ayakta bekletmişlerdi. Hürriyeti seven Fransızlara şükredip saygı gösterelim!
Diğer müttefikimiz İtalyanların, İstanbul’dan ayrılırken pasaportuma vize almak için gittiğimde yaptıklarını ise hiç anlatmayacağım.
Galata, Yeryüzünün Merkezî
Şimdi, yeryüzün merkezi olan Galata’dayız. İstanbul’un sakinleri olan bizler Galata’yı İstanbul’un ve dolayısıyla yeryüzünün de merkezi olarak görüyorduk.
Şaşırmayın: Aynı şeyi burada, Atina’da da yapıyoruz; Omonia’yı yeryüzün merkezi sanıyoruz. Nereye gidersen git, Omonia’dan geçmek zorunda değil misin?
Gerçekten de bütün ulaşım araçları Galata’dan hareket ediyordu:
-
• Keratio’nun (Haliç) küçük vapurları,
-
• Prinkiponisa’lara (Adalara) giden daha büyük vapurlar,
-
• Haydarpaşa ve Kadıköy’e giden diğer vapurlar,
-
• Üsküdar’dan Kavaklara kadar giden ve Boğaziçi’nin iki sahiline uğrayan vapurlar yolculuğa Galata’dan başlıyordu.
-
• Pera’ya giden Tünel de Galata’dan hareket ediyordu.
-
• Tramvaylar da (yeni köprü üzerinden) Pera’ya ve Boğaz’ın Avrupa yakasındaki yakın semtlerine Voyvoda Caddesi üzerinden gidiyordu.
-
• “Ke” dediğimiz rıhtım, deniz aşın hatlara da hizmet veriyordu.
Bütün bankalar, büyük şirketler, kurumlar, temsilcilikler, denizcilik şirketleri, borsa ve sarraflar da Galata’da bulunuyordu. Demek ki Galata İstanbul’un ve biz İstanbullular için yeryüzünün de merkeziydi.
Galata’nin Tarîhİ
Galata’nın önemini İstanbul ve dünya için bu kadar vurguladıktan sonra, bazı tarihsel olaylan belirtmem gerekiyor. Genelde bilinmeyen ve unutulmuş olan bu olaylar, Bizans İmparatorluğu’nun kaderini değiştirmişti.
İsa’dan önce Galata sahilinin adı “Sikodis” veya “Sike” [Sykai-İncir-lik] idi. Hıristiyanları buraya Büyük Konstantin yerleştirdi. Büyük Theodosios zamanında Sike artık bir şehir olmuştu.
528’de Jüstinyen Galata surlanyla birlikte, bir tiyatro yapısı ve bir saray inşa ettirdi, bu bölgede oturanlara da Jüstinyenler dendi.
Bizans, imparatorluğun başından beri Venediklilere karşı bir müttefik olarak Galata semtine Cenevizlileri yerleştiriyordu. 1261’de Bizans La-tinlerden geri alınınca, Mihael Paleólogos Latin yönetimi sırasındaki ayaklanmalarına karşılık olarak Cenevizlilere ayrıcalıklar tanıdı. Sonra Cenevizliler bölgeyi sağlamlaştırdılar, Galata Kulesi de o sıralarda yapıldı.
Fatih, fetihten hemen sonra Cenevizlileri mükâfatlandırmak için ilk kapitülasyonlan bağışladı. Osmanlı egemenliği sırasında Galata kendi mahkemeleri ile ayrı bir yönetim bölgesiydi.
Galata adı, Pera’daki çiftliklerden gelen sütlerden kaynaklanıyor. (Rumca’da gala süt demektir.)
Bedava Pilav
İstanbul’un etrafından Karadeniz ve Ege’ye giden birçok gemi vardı. Bunlar yukarda belirttiğim gibi Ke’den, yani Haliç Köprüsü’nün dışında bulunan birkaç metrelik rıhtımdan hareket ediyorlardı. Bu küçük gemilerin çoğu şahıslara aitti.
Bu gemiler köhne olmalarına rağmen başka ulaşım aracı bulunmadığından yoğun bir trafik içinde gidip geliyorlar ve müşteriyi çekebilmek için bedava pilav veriyorlardı. Bu küçük gemilerin çoğu, Kavunidi’nin Ellis-pontos’u gibi Rumiara aitti. İstanbul’un etrafındaki köylerde oturan müşterilerin çoğu Rum olduğu için tellallar “Egina’ya başka yolcu var mı? Bedava pilav var!” diye Yunanca bağırıyorlar ve kötü şiveleriyle bizi çok eğlendiriyorlardı. Bir Ermeni tellal ise şöyle bağırıyordu:
Ermeni vapur Silivri panayınna gidiyor
Kuni-muni yok (sarsılmıyor)
Galata Kulesí
Galata’nın ve İstanbul’un simgesi Galata Kulesi’ydi. Bu kule, biraz evvel söylediğim gibi, surlarla birlikte Cenevizliler tarafından inşa edilmişti. Bu inşaatın iznini imparatorlarımız beş paraya satmıştı.
Bu duvarlar sanıyorum bundan yüz yıl evvel yıkılmış. Bir tek kule kurtuldu. Bu kule Selanik’teki kuleye çok benziyor.
YüksekkaldınmTn ortasında bulunan kulenin etrafında fakir bir Musevi mahallesi vardı. Bu mahallenin çocukları Yüksekkaldınm’ın ortasında bulunan sinemanın devamlı müşterileriydi.
Türkler şimdi kuleyi İstanbul’a gelen turistlere açarak değerlendirdiler. Ortaçağdan kalmış bu kule her yerden görüldüğü için turistlere çok ilginç geliyor.
Galata’nın karşı sahilinde Saraskeratu dediğimiz Harbiye Nezare-ti’nin bahçesinde çok zarif bir başka kule [Beyazıt Yangın Kulesi] bulunuyor.
GALATA’DA ÇOCUKLARI CEZBEDEN ŞEYLER
-
16 yaşına kadar İstanbul’da kalan ben, Galata’da çok eğleniyordum. Orada bulduğum yiyecekleri çok seviyor, aynı zamanda kitapçı dükkânlarının vitrinlerine ve dünyadan haber getiren gazete satıcılarına da bayılıyordum. Örneğin orada 1921’in Şubat ayında Elefteron Bima’nın ilk gazetesini satın almıştım. Bu gazete, bütün İstanbulluları ürküten 1 Kasım olayla-nndan sonra bana cesaret verdi.
Tabii Galata’da büyükler için başka eğlenceler de vardı. Ama yaşımız nedeniyle ve sokaktaki atmosferden korktuğumuz için biz bunlardan faydalanmıyorduk.
Büyük limanlarda rastlanan beynelmilel ve yerel tuhaf tipler Galata’da da bulunuyordu. Kısacası Galata’nın dar sokaklannda her çeşit insana rastlanırdı. Bu ayak takımı arasında büyüyen bir çocuktan hayır gelmezdi. Yanına yaklaşılmaz bu mahallelerde adam bıçaklamak günlük olaylardandı.
Tekrar yiyeceklere dönüyorum... İnsan o meşhur fırının poğaçasım yemeden Karaköy’den geçemezdi. Atina’da Benaki ve Fidiu Caddesi’nde biri bu poğaçanın aynısım yapmak istediyse de başaramadı. Duyduğuma göre İstanbul’da o fırın artık yok.
SİMİONİDİS’İN TEYZELERİ
Dediğim gibi, Kemeraltı kerhanelerinden çok korkardık. Bir iki defa buranın Pera’daki benzeri olan Abanoz Sokağı’na gitmeye cesaret ederek, büyüdüğümüz zaman bizi bekleyen cennet hakkında bir fikir edindik. Kötülüğe eğilimimiz Halep’ten gelen yeni sınıf arkadaşımızla ortaya çıktı.
Arkadaşımızın adı Simionidis’ti ve bütün Güneyliler gibi cinsel yaşamına erken başlamıştı. Bu önemli konu hakkında anlattıklarını hepimiz büyük ilgiyle dinlerdik. Fener’de yetişmenin verdiği alçak gönüllülük ve çekingenlik olmasaydı bu kötü örneğin kurbanı olurduk...
Ama Simionidis’in öykümüzde bir yeri kaldı. Kemeraltı veya Abanoz Sokağı’nı ziyaret ettiği bir gün, hocalarımıza Halep’ten gelen teyzelerini karşılamaya gittiğini söylememizi istemişti. O günden sonra “Simionidis’in teyzeleri” ifadesi “Afrodit’in rahibeleri” anlamını taşımıştır. Simionidis’in çok genç yaşta öldüğünü burada belirtmeliyim. Bence “teyzeleri” yüzünden...
Galata Sokaklari
Şişhane karakolu meydanından sola doğru giden yol tersanelere (donanmanın tersaneleri), eski Bahriye Nezareti’ne ve tesislerine gider. Bu tesisler şimdi İzmit’e [Gölcük] taşındı. Rumlar bu yolu pek kullanmazlardı, tersanelerde çalışan pek yoktu. Halbuki eskiden tersanelerin ve gemilerin teknik personeli neredeyse tamamen Rumdu.
Sağa sapan yol, meşhur Voyvoda Caddesi’ydi [başlangıcı Okçu Musa Caddesi]. Bu caddede bankalar toplanmıştı. Bank Imperial Ottoman, Deutsche Bank, Yunanistan’ın Nasyonal’den sonra ikinci bankası olan ve Küçük Asya Felaketi sonrasında kapanan Atina Bankası buradaydı. Daha sonra Bank Imperial Ottoman’ın bürolarını Paris’te bir apartmanın en üst katında gördüm.
-
• Pera’ya giden tramvay Voyvoda Caddesi’nden ve Şişhane Karakolu meydanından geçiyordu. Bu meydanda soğuk suyuyla ünlü bir çeşme vardı. Tellallar, “Karakulak, su buz gibi” diye bağırırlardı. Yol bu çeşmeden dik bir açıyla sağa dönerek Tünel meydanına varıyordu.
Tünel
Tünel’in durağı Tersaneler ve Voyvoda Caddesi arasında bir sokaktaydı. Bu yolda bütün İstanbul’da tanınan büyük Tirigg mağazası vardı.
Pera tepede, Galata ise aşağıda bulunuyordu. Galata’dan Pera’ya Skalakia dediğimiz Yüksekkaldınm merdivenlerinden çıkılıyordu. Bu yo-
kuş çok dik olduğundan yorucuydu. Bu iki kalabalık semt arasındaki ulaşımı 19. asrın ortasından itibaren Tünel sağlıyordu.
Tünelin hattı uzun (1435 metre) ve çift hatlıydı. Bizim Likavitos tünelinde ise hat tektir. Bir yerinde vagonlar hat değişebilsin diye çift olur [günümüzdeki tünel hattı da böyledir],
Tünel’in her hattında iki vagon, kalın, düz bir çelik kayışla çekiliyordu. Bu çelik kayış Tünel’in Pera’daki ucunda özel makaralara sarılıyordu. Burada etrafa epey buhar saçan bir makine, çekme işini gerçekleştiriyordu. Çıkan buharlardan ise kimse şikâyetçi değildi.
O zamanlar “atmosfer kirliliği” ve “hava kirliliği” kavramlan yoktu. Aristokratik Stavrodromi’de (dört yol ağzı [Pera]) oturan Avrupalılar ve Rumlar böyle şeylere aldırmıyorlardı.
* Tünel Modernleştİrİlİyor
Jön Türklerin bütün ülkede toplu yenilikler yaptıkları dönemdi. Her şeyin “bulduklan gibi kalmasmı” isteyen Türkler de şaşırmıştı.
Tünel vagonlarının değişmesi bizimkileri ve İstanbul’da oturan AvrupalIları heyecanlandırdı.
Gerçekten de yeni vagonların kalitesi 1873’lerden kalan eskilere nazaran çok üstündü. Eski vagonlann pencereleri yoktu, üstleri tamamen açıktı (kapalı yerde dolaştıklarına göre yağmurdan ıslanılmazdı) ve vagonların etrafı demir parmaklıklarla çevriliydi. Aydınlatma petrol lambalarıyla yapılıyordu. Tren bu vagonlarla hareket edip tünele girer girmez insanın üzerinden nemli ve soğuk bir rüzgâr eserdi; petrol lambalarının titrek ışığı da cehenneme gidiyormuşuz izlenimi verirdi. Herkes üstü kapalı, elektrikle aydınlatılan yeni vagonları görmek için koşuşuyordu. Artık Pera’ya üşümeden çıkılacaktı.
Hacilik Bedava
Hacı olmaya gidilen yer Hıristiyanlar için Filistin, Müslümanlar için Mekke’dir. Museviler için bir şey duymadım.
Tünelle ilgili çok hoş bir olay anlatacağım; bence burada yazdıklarım arasında en keyiflisi bu.
Galata-Pera tüneli iki istasyondan, bir tünelden ve vagonlan çekecek buhar makinesinin bulunduğu bir atölyeden oluşuyordu.
Galata istasyonu ve tünel sorunsuz inşa edildi. Pera istasyonu ve çekim atölyesinin yapımı konusunda ortaya çıkan engeller ise, Türkiye’de egemen olan İslami kurallara göre aşılmaz görünüyordu. İstasyon ve çekim atölyesinin yapılacağı yer kutsaldı. Burada komşu mevlevihanenin derviş mezarlığı bulunuyordu. Sorun o kadar ciddiydi ki, aynı zamanda halife de olan sultanın bile yetkisini aşıyordu. Avrupalı işadamlarının gayretlerine rağmen bu zorluğun üstesinden gelinemedi. Artık iş bırakılmak üzereydi.
Derken, alçak gönüllülükle düşündüğümüz gibi, becerikliliği ile milletimize ününü sağlayan bir Rum işe kanştı.
Bizim Rum sorunu çözmeye karar verdi ve doğal olarak mevlevihanenin başındaki dervişinden başlayarak, bahşişler dağıtmaya başladı. İşleri ayarladığı kanısına vannca tüm ilgililerle son bir toplantı yapılmasını istedi. İnşaatın yapılıp yapılmayacağı konusunda karar alınacaktı.
Derviş, gömülmüş kutsal kişilerin yerinden kıpırdatılmaması konusundaki görüşlerini açıklarken, bizim Rum sözünü kesip sordu:
“Bu kutsal kişiler Mekke’ye gidip hacı olmuşlar mıydı?”
Parayı cebine indirmiş olan derviş, hiçbirinin hacı olmadığmı bildirdi.
“Ah!” dedi Rum. “Bu doğru değil. Bunu düzeltmemiz gerekiyor. İşi yapan şirketin beylerine bu kutsal kişilerin kemiklerinin Mekke’ye taşınma masraflannı üstlenmelerini öneriyorum. Böylece ölümlerinden sonra dahi hacı olabilecekler ve Mekke’ye gömülecekler.” Doğal olarak öneri kabul edilmiş ve taşıma develerle gerçekleştirilmiş. Böylece yer kutsallığından kurtan-larak yapım tamamlandı ve 1873’te tünel çalışmaya başladı. • r ^ J^d
Bravo bu Ruma. Ama bu işten ne kazandığı öyküde söylenmiyor!
DERVİŞLERİN TEKKESİNDE
Pera’daki dervişlerden bahsederken, 1918’de mütarekede yaptığım bir ziyaret sırasında yaşadığım bir deneyimi anlatmak isterim. O zamanlar Türklerden korkmuyormuş gibi davranırdık, onlar da bize pek dikkat etmezlerdi.
Mevlevilerin Tekkesi, Tünel’den Taksim’e doğru giden Pera Cadde-si’nin sağdaki ilk dar sokağındadır.
Dervişleri, döner vaziyette, kendilerinden geçmiş halde buldum. Birbirlerinden 1,5 metre arayla, ayaklar bitişik olarak vücutlarının alt kısmını sabit tutuyorlardı. Üst kısımları, kollar açık, soldan sağa dönüyordu. Dönerken, parmaklarını ucuna kadar uzanan geniş cüppeleri kolların hizasına kadar yükselip yerle paralelleşiyordu. Başlarmda ise 1 metreye varan külahlar vardı. Bir yandan hafif bir ilahi sesi duyuluyordu. Bütün bunlar ortaya çok etkileyici bir manzara çıkarıyordu.
Skalakİa’lar, Yüksekkaldirim
Voyvoda Caddesi’nin sağında, Türkçe’de Yüksekkaldirim dedikleri Skalakİa’lar (merdivenler) bulunuyor. Şimdi Skalakİa’lar ne durumda bilemeyeceğim [merdivenler 1956’da kaldırıldı]. Artık bizler orada olmasak da, İstanbul’da kalan Museviler kentin bu özel yoluna güçlü sesleriyle havra havasını vermeye devam ediyorlar sanırım.
Kuşkusuz, Skalakia'larda doğru dürüst dükkânlar da vardır. Genellikle bunların sahipleri Rumdu. Ama bu yola niteliğini veren mağazalar değil, önlerinde bulunan tezgâhlardır. Biri “Skalakİa’lara gidiyorum” dediği vakit, arkada duran mağazaları değil, bu tezgâhlan ziyaret edeceğini söylemiş olurdu.
Museviler îbranice bağırmıyorlardı; Musevi gibi davranan birçok Rum da tezgâhlann arkasında duruyordu. Hepsi, müşteriye göre Babil Ku-lesi’nin bütün dillerini kullanıyorlardı. Her muhtemel müşteriye Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Japonca, Hintçe ve değişik Afrika dillerini kullanıyorlardı. Fransız uyruklu olan Afrikalılar o sıralarda işgal kuvvetleriyle birlikte İstanbul’un sokaklannı dolduruyorlardı.
Bir dilde bağırmaya başlıyorlar, tutmazsa (müşteriyi etkilemezse) hemen değiştiriyorlardı. Doğal olarak hâkim olan diller de vardı: Rumca, Türkçe ve Ermenice. Tipik satıcı cümleleri şöyleydi:
-Her ne alırsan beş kuruş
-Ola apo pende (Rumca: Her şey beş kuruş)
Resim J. 1908’de Yüksekkaldinm. Fotoğraf: Edwin A. Crosvenor, NGS Koleksiyonu.
-Falimento prama (Îtalyanca/Rumca: îflas malı)
-Profıtez de l’occasion (Fransızca: Fırsattan istifade edin)
-Grande liquidation (Fransızca: Mezata çıkarılıyor)
-Pende grosya pende (Rumca: Beş, beş kuruş)
Beş kuruşa hediye edilen bu malların kalitesini belirtmeme gerek yoktur sanırım. Bütün panayırlarda durum aynıdır. Mallar çok kötüdür. Övgüleri duyunca satın alırsın, eve vardığında da bunu niye aldım diye kendi kendine sorarsın. Sadece SkaJakia’ların değil, bütün İstanbul’un ticaretini Rumların elinde olduğunu belirten bir durumdur bu. İstanbul’da alışveriş Müslümanların tatili olan cuma ile Musevilerin Tanrılarına ayırdıkları gün olan cumartesi de devam ederdi. Bir tek pazar günleri alışveriş yapılmazdı.
Bunlar sultanların ve eski Türklerin devrinde oluyordu...
Değİşİk Bîr Reklam
Yüksek sesle bağırmaktan başka bu özel pazarda, satıcılar bazen değişik yöntemler de uyguluyordu. Bir tanesini anlatacağım. Bu değişik reklamlar bazen eğlenceli olmaktan çıkıp tehlikeli bile olabiliyordu.
Bir gün Galata’ya doğru inerken, önümde tiril tiril denizci kıyafeti giymiş bir çocuk yürüyordu, başında da bir denizci şapkası vardı. Muhallebi çocuğu gibi görünüyordu, tezgâhlan seyrederekten iniyordu. Dikkatimin dağıldığı bir an, tekrar baktığımda, çocuğu yürek parçalayıcı bir sesle bir satıcının elinden denizci şapkasını kurtarmaya çalışırken gördüm. Satıcı şapkayı siyah mürekkebe bulaştırmıştı; seyircilerine anlattığına göre sattığı temizleyici madde onu pırıl pınl yapacaktı. Çocukcağız durmadan ağlıyordu. Ama, seyircilerden hiçbiri sahaya hak ettiği dayağı atmak için davranmadı, o da herhalde biraz sonra başka bir çocuğun şapkasını alarak aynı numarayı yapacakh.
YAHUDİ PAZARLIĞI
Bu olay Anadolu’da pazarlığın önemini ve satın almak istediğini beğendiğini açığa vurmamak gerektiğini gösteriyor. Satıcı beğendiğini fark ederse fiyat arzu oranında artar.
Bir Yahudi, 120 kuruşa çok güzel görünen bambu bastonlar satıyordu. Fiyat uygun görünüyordu. Bizim Yahudi, ilgisiz görünmeye çalışarak oradan geçen birini gözüne kestirdi. 100’e al, 8o’e al derken fiyatı devamlı indiriyordu. En sonunda bastonu 15 kuruşa sattı. İnanın gözümle görmüştüm. Satın alan, parayı öderken satıcıyla İbranice konuştu. Seçkin ulusun bireyleri gayet iyi anlaşmıştı!
SkALAKİa’lAR VE HAYALLERİM
İlk çocuk hayallerim bu Skalakia’larda doğmuş ve gelişmiş olduğundan, onları hiçbir zaman unutmayacağım.
Çepeçevre “Harilau Spatari Kütüphanesi” ve ortasında Konstanti-nupolis 1920 yazan oval mührü burada ısmarlamıştım. Bu mühür politik serüvenlerim sırasında kaybolmuştu, ama Atina’da aynısını tekrar yaptırdım ve saklıyorum. Fakat önemli bir kütüphane rüyam kayboldu.
Pul koleksiyonum için ilk paralarımı da orada saçıp savurdum. Bu koleksiyonu hiçbir zaman değerlendiremedim. Buna benzer başka olaylar, diğer yaşıtlarım gibi beni de Skalakia efsanesine bağlıyor.
Kemeralti
SkaJakia’lardan sonraki yolda Galata’nın meşhur kerhanelerinin yer aldığı sokak vardı: Kemeralti Sokağı.
Bu sokaktaki bıçaklamalar ve cinayetler gazetelerin haberlerine konu oluyor, bütün İstanbul da bunları tartışıyordu.
Kuran’ın emirlerine göre Müslüman kadınların açıkça satılamadı-ğını belirtmem gerekiyor. Bu yüzden buradaki kadınlar, daha serbest dinlerden, yani Hıristiyan ve Museviydi. Polisler bu kaideyi ramazandaki oruç kadar sıkı denetliyorlardı. Dünyanın diğer taraflarında polisin böyle dine bağlı bir kontrolü yoktur.
Boğaz’in Avrupa Yakasi Yolu
Karaköy (Galata) meydanından bir yol da Boğaz’in Avrupa sahillerine doğru gidiyordu. Boğaz kıyısındaki Osmanlı saraylarının bahçelerin-
deki ağaçlar kesilerek yapıldığı için inşaatı çok güç olmuştu ve başlangıçta çok dardı.
Bu yolun, genişliğinden başka bir özelliği daha vardı; iki yanında da, evlerin cepheleri yerine iki kat yüksekliğinde duvarlar bulunuyordu. Bazı yerlerde yol için yıkılan kısmın üzerinden irtibatı yüksek köprüler sağlıyordu. Bu köprüler, hanımlar geçerken dışardan görünmesinler diye özel olarak yapılmıştı.
Bu yol o zaman tramvay hatları geçsin diye açılmıştı. Öğrendiğime göre yol şimdi genişletildi ve Boğaz’ın üstünden geçen köprüye gidiyor. Bu yeni yolu görme şansım olmadı. Ama Boğaz sahilinin bu şahane bölümünden geçen yolun güzelliğini tasavvur ediyorum. Sultanlar saraylarını inşa etmek için bu yeri güzelliği nedeniyle seçmişlerdi.
SULTANLARIN ŞAŞAASI
Tasvir ettiğim yol Dolmabahçe’ye, sultanın sarayına varıyordu. Os-manlı împaratorluğu'nun sultanı ve Müslümanlann halifesi milyonlarca insanın başı olunca, sarayı da ona göre olmalı.
Dış kapısından anladığım kadarıyla saray muhteşemdi. O dönemde doğal olarak içeriye girilmiyordu. Saray Fransız bir mimar tarafından hâzinenin parasıyla inşa edilmişti. Duyduğuma göre şimdi az bir para karşılığında turist olarak girip ziyaret ediliyormuş. Eskiden önünden bile geçilmezdi.
Biraz daha kuzeye doğru ilerleyince, sultanın her cuma gittiği camiye vanyoruz. Bu bembeyaz cami, Boğaz’ın en güzel sayfiye yerinde bulunuyordu. Camiye gitme törenine katılmayı şeref sayan kodamanlar da sultana eşlik ediyordu. Sultan dahil hepsi, ihtişamla ağır ağır giden açık arabalara binerlerdi. Bu da sırasmı bekleyen ardıllara veya imparatorluğa sorun çıkartmak isteyenlere suikast girişiminde bulunmak için kolaylık sağlıyordu.
Bu yüzden töreni korumak için polis olağanüstü önlemler alıyordu. Bildiğim kadarıyla bu önlemler yeterli de olmuştu.
Ama tüm bunlar kuşkucu Sultan Abdülhamid’i tatmin etmiyordu. Bedenini daha da fazla korumak istiyordu ve bunu, törene bir benzerini yollayarak halletti. Böylece bu tehlikeden kurtuldu; Jön Türkler onu tahtan indirince Selanik’e ölmeye sağlam gitti.
Havyar Hani ve Bağiş Yapanlar
Galata'ya ya da Türklerin dediği gibi Karaköy meydanına dönüyoruz. Orada borsa, sarraflar ve kapitalizmin ayak takımın hüküm sürdüğü Havyar Hanı vardı. Bu han ortak bir avlusu ve kapısı olan birkaç binadan oluşuyordu. Eskiden bu handa havyar tüccarları barınırdı. 1650’den itibaren ise bankacılar, borsa bankerleri, sarraflar yerleşerek hanın niteliğini değiştirdiler.
Havyar Hanı’nda yapılan borsa işlemleri çok önemliydi ve burada egemen olan Rumların bazıları önemli servetler elde etmişlerdi. Sonunda Jön Türkler Rumlara karşı kısıtlayıcı önlemler alarak bu gayri resmi borsa-yı kapattılar ve başka yerde bir yenisini açtılar.
Yine de Havyar Hanı İstanbul’un ve imparatorluğun ekonomik hayatının tarihine geçti, bunu hiçbir hükümet önleyemedi. Bu kurumun kötü yapısına rağmen, bazıları paralara boğulduktan sonra soylannı hatırlayıp zavallı Yunan devletine büyük bağışlar yaptılar. Aralarında Andreas Sigros gibi gerçek vatanseverler de vardı. [...]
1911’de Jön Türkler meydanı genişletmek için evleri bıçakla kesilmiş gibi yıktılar; yarım kalan odaları gördüğümü hatırlarım...
Söylediklerine göre müdüriyet -o zamanlar her şeyi müdüriyet yapardı- evleri boşaltmak için 15 gün vermişti. Anlayacağınız ne tazminat, ne de itiraz; tıpkı bizim hükümetin yaptığı gibi.
Galata’nin DİĞER Kismi
Galata’da Aynaroz’a bağlı olan manastırlarla birlikte bir Rus manastırları da olduğunu şaşırarak öğrendim. Bu bana tuhaf gelmişti, çünkü Türkiye’nin Rusya ile devamlı karşıt olması sonucunda buradaki Rus kurum-larının kapatılacağını sanıyordum.
Papazların dünyanın her yerindeki hâkimiyetleri sürüyor.
Galata’nin sokaklarında bir Rus manastırı bulunduğunu hatırlıyorum. Teyzem Aleksandra ile gitmiştik. Bizimle kapının dışında konuştular; kadın ayağı manastırın kutsal erkek ortamını kirletmemeliydi! Bu da bence İncil’deki “ister erkek, ister kadın” ibaresine pek uymuyordu. Üstü başı kirli bir Rus keşiş bize bir kocakarı ilacı sattı. Manastır bu ilacıyla meşhur
olmuştu, İstanbul’un her tarafından ilaç almaya geliyorlardı. İlacın hangi hastalığı iyileştirdiğini pek bilmiyorum.
Türklerin mahallesi Tophane de Galata’daydı ve çeşmesi bir Os-manlı sanat eseriydi. Biz bu mahalleyi pek bilmezdik.
Eminönü Meydani
Galata’daki etkinliklere köprünün öte tarafında bulunan Eminönü meydanını da eklememiz gerekiyor. Biz bu meydanı ve sağladığı ulaşımı, Galata’nın bir tamamlayıcısı olarak görürdük. Orada oturanlar ise herhalde tam aksini düşünürdü. Ama ne yapalım, herkes kendi açısından bakar. Biz de Eminönü’yü Galata’nın bir parçası olarak görürdük.
Eminönü meydanından başlayan cadde Aya Sofya ve Atmeydanı’na gider, oradan Fatih ve Edirnekapı’ya kadar uzanırdı.
Aynı meydandan Fener’e, Balat’a ve Eyüp’e giden yol başlardı. Çok kötü durumda olan bu yol sonradan güzelleştirildi, Atatürk Köprüsü de ortasından geçirildi.
Nihayet, Eminönü meydanı yakınındaki Sirkeci’den Trakya ve Avrupa’ya giden demiryolu başlardı. Bu demiryolu Ayio Stefanos’a (Yeşilköy) kadar banliyö hattı gibi de kullanılırdı.
Vardığımız sonuç şuydu: 1920’de Galata’dan İstanbul’un ve dünyanın her tarafına gidebilirdiniz. Latince’de dedikleri gibi Urbi et Orbi.
Perea, Pera ve Etrafi
Bizanslılar için Perea Haliç’in Hasköy’e kadar giden kuzey sahiliydi. Bu bölge metruk ve biçimsizdi.
1920’de Pera dediğimiz yer neredeyse bir şehir kadar büyüktü. Pera, Pangaltı, Şişli, Tatavla ve Galata, BizanslIların Perea dedikleri bölgenin içindeydi.
Yorucu SkalaJda’lardan çıkalım, daha iyisi tünele binip Pera’dan başlayarak, Perea’nın diğer bölgelerini keşfedelim.
Pera 1600’lerde kuruldu ve aristokratların yaşadığı, İstanbul’un Avrupai mahallesi olarak kabul edildi. Burada Rumlar ve yabancılar egemendi, Türklerin sayısı pek azdı...
Bu Doğulunun iradesi çok kuvvetli olmalıydı. Her neyse... Bu cami Pera Caddesi’nin solunda, Aya Triada Kilisesi ve Taksim yakınındadır.4
Herhalde bu iyi Müslüman şimdi cennete istediği gibi pilavını yiyor ve vaktini, sağken tamamen ihmal ettiği hurilerle geçiriyordur. Yeryüzünde har vurup harman savursaydı camiye para ayıramazdı!
Büyük Oteller
İstanbul’da o zaman en ünlü otel Pera Palas’tı. Oteli, mütarekede bizim Bontosakis satın almıştı, vaktinde satıp paralarını Yunanistan’a getirebildi. Bu otelin yeri çok güzel, Haliç’e bakan manzarası da harikaydı.
Pera Caddesi’nde Tokatlıyan adında bir büyük otel daha görüyordum. Girişinde güzel bir pastanesi vardı. Sahibi herhalde Ermeniydi.
Boğaz ve Adalarda da büyük oteller bilirdim, ama herhalde İstanbul’da başka oteller de vardı
Sefaretler ve Konsolosluklar
Eskiden sefaret ve konsolosluk binaları İstanbul’da bulunurdu; mesela Venedik Cumhuriyeti’nin sefareti Cibali’de bulunuyormuş.
Sonraları bu yapılar Pera’ya taşındı. Sefaretlerin çoğunun, Yunan Sefareti de dahil, Tarabya’da sayfiye yerleri bulunurdu.
İngiliz Sefareti Pera’nın bir yan sokağındaydı, binası görkemli bir binaydı. Alman Sefareti ise Taksim’in yüksek yerlerindeydi ve muhteşem bir Boğaz manzarası vardı. Kayzer’in Almanya’sı, Hindistan’a doğru yolu üzerinde bulunan Türkiye’yi iyi bir işbirlikçi olarak görüyordu.
Yunan Sefareti de Pera’nın yan sokağında Zoğrafyon Lisesi’nden sonra (Yunan-Fransız) Hacihristu Lisesi yakınında bulunuyordu. Yunan Konsolosluğu ise Pera üzerinde Taksim’deki Aya Triada Kilisesi’ne yakındı.
1918’deki işgal sırasında bu konsolosluk Rumlarla Yunan makamları arasındaki ilişkilerde önemli rol oynamıştı. İşgal kuvvetlerinin diğer konsolosluklarınınki gibi, Yunan pulları kullanan özel postanesi vardı. Geçici pasaport da veriyordu.
Amerika Birleşik Devletleri’nin sefaretinin nerede olduğunu bilmiyorum; Birinci Dünya Savaşı’na katılıncaya kadar Avrupa için pek önemli sayılmıyordu. İlerde de bahsedeceğim Skorpion hapishanesini çok iyi hatırlıyorum. ।
Galata’da gezindiğim sıralarda gördüğüm İran Sefareti veya Konsolosluğu beni çok etkilemişti. Kaldırımda gördüğüm kırmızı zakkumlar beni şaşırtmıştı. İstanbul’da öyle bir kuraklık vardı ki, herhangi bir bitki yetişebileceğine inanamazdık.
Dükkânlar ve Büyük Mağazalar
1920’li yıllarda Atina’ya geldiğimde, şehrin tek büyük dükkânı olan Lambropulos bana çok küçük görünmüştü. Onu İstanbul’daki Bon Marşe, Tirrig, Stein gibi dükkânlarla karşılaştırıyordum. Bu büyük dükkânlar bile bütün tüketim ihtiyacını karşılamıyordu. Bugünkü süpermarketlerle karşılaştıracak olursak Lyon, Stein, Karlman gibi büyük dükkânlar da küçük kalır.
’ Buna rağmen İstanbul’un büyük mağazalarındaki Avrupai mükemmellik, Atina’nın şimdiki süpermarketlerinde, hatta nitelikli mağazalarında bile bulunmuyor. Bu mağazalarda mal çeşitleri çok zengindi. Bir çeşidi beğenip numarasıyla istediniz mi bulamamanız olanaksızdı. Hiçbir zaman “özür dileriz, yeni bitti” sözlerini duyamazdınız.
Bonmarşe dediğimiz Pera’nın en büyük dükkânı Mnimatakia’ya (Tarlabaşı) kadar uzanan bir zemin katındaydı. Çeşitleri çoktu. Mahalle kadınları “Niye bonmarşeye gitmedin? Orada ne ararsan var” derlerdi.
Giyim mağazalanndan Rumlara ait Skarlatu, Kentro, Ananiadi (aynı adı taşıyan pasajda) ve Atina’ya taşınan Strongilo’yu hatırlıyorum.
Asıl İstanbul’da da Ömer Efendi, Orozdi Back gibi büyük mağazalar vardı. Ama bizimkiler fanatizmden değil, Türkçe bilmedikleri için oralara pek gitmezlerdi.
Fener’de büyük dükkân yoktu. 1918’de mütareke sırasında üzerindeki baskı kalkınca patrikhanenin altında kocaman bir bakkal dükkânı açılmıştı...
Resim 4. Stein Mağazası (solda), 1921. f c 1 Le ^nu
n & Fotoğraf: Fredenck Sımpıch, NGS Koleksiyonu.
AVRUPA’NIN İÇİNDEKİ Anadolu
Pera Caddesi, Avrupai niteliği ve görünüşüne rağmen aynı zamanda Anadoluluydu. Anadolu tatlıları hazırlayan Hacı Bekir’in şekerci dükkânı gibi mağazalar da vardı. Hacı Bekir’in lokumları, Yunanistan’dan bize yolladıkları Suriye lokumlarından da iyiydi. Rivayete göre Hacı Bekir Arabistan kökenliydi. Dükkân hâlâ çalışıyor mu bilemeyeceğim. Ama duyduğuma göre, Pera Caddesi’yle Aya Tri-ada’nın kesiştiği yerdeki harika tavuk göğsü ve muhallebi yapan sütçü dükkânı hâlâ çalışıyor. Birkaç kişi bu güzel şeyleri Yunanistan’a getirmeye çalıştı, ama başaramadılar. Hâlâ bize İstanbul’dan Bizans tekniğiyle yapılmış lokmalar geliyor.
Resim 5. Bon Marché Mağazası, 1928.
Fotoğraf. Maynard Owen Williams, NGS Koleksiyonu.
Talimhane
Ayia Triada’nın biraz ilerisinde Taksim meydanı, ordu kışlası ve karşısında da talimhane vardı. Çok büyük olmayan bu talimhanede askerler talim yapıyordu. Pera’nın tek boş yeri olan bu talimhane, futbol maçları ve ticari panayırlar için de kullanılırdı. Gitmediğim futbol maçlarından
Resim 6.19. yüzyıl başında Sirkeci'de bugün de mevcut olan Hacıbekir şekercisi. Fotoğraf: Abdullah-Fr^res (Alman Arkeoloji Enstitüsü, İstanbul, neg. no. 10111)
Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan birini hatırlıyorum. 1918 mütarekesinde AEK bir Türk takımıyla oynayıp kazanmıştı. Talimhane’nin karşısındaki belediye bahçesinde her akşam üzeri, Deniz Kuvvetleri’nin hayran olduğum filarmoni orkestrası çalardı.
Hayranlığımı duyan büyüklerim, genellikle Türklerin müzik konusundaki yeteneklerine şaşmamam gerektiğini söylerlerdi.
Üç Metrelİk Kabaklar
Küçükken beni, Robert Kolej’de öğretmen olan Bay Baçevarofun Pangaltı’daki evine götürüyorlardı. O zamanlar Robert Kolej’de her uyruk için bir bölüm vardı. Bay Baçevarof çok kibardı, evin kadınlan ve kızları da güzel ve naziktiler. Bilmediğim bir nedenle, Bulgar olan her şeye karşı
içimde yerleşen bir önyargıyla, (belki de Balkan Savaşlanna bağlıydı) aradaki mesafeye rağmen devam eden bu karşılıklı sıcak dostluk beni şaşırtırdı. Bay Baçevarof un bahçesindeki kuyunun yamnda İstanbul’da alışılmış bir sebze olan asma kabağını gördüm. 5 santim genişliği ve 3 metreden fazla uzunluğu olan kabaklar vardı. Tadı öbür kabaklardan daha iyi, çok da körpeydi ve dolmasını yapardık.
Bu tür kabakları Yunanistan’a İstanbul’dan 1923’te gelenler getirmişti (Patisia’daki Marinopulos yanındaki manavın 1926’ya kadar sattığını hatırlıyorum), ama bol su bulunmadığından pek tutulmamıştı.
Şimdi su varken bu çok faydalı sebzeyi Atiki’de de yetiştirmek için yeniden çaba sarf etmek gerektiğini düşünüyorum.
Bakla Horanî tV ^ |X ^^ » b^
Biz küçükler iki üç yerin ve bir bayramın adını ağzımıza alamazdık. Bunlar Galata ve Pera’da bulunan Kemeraltı ve Abanoz semtleri ile Tatavla’daki Bakla Horani panayınydı...
Ama dedikleri gibi, güneşten hiçbir şey saklanmaz. O semtlerdeki kötü kadınlar konusunda birkaç kaçamak bakışla bir fikir edinmiştik.
Bakla Horani konusunda ise her şey karanlıktı. Panayır konusunda bir açıklama istediğimizde büyükler yanıtlamaktan daima çekinirlerdi.
“Temiz Pazartesi” (karnavalın son günü) dediğimiz gün, Yunanistan’daki okullar tatildi. Burada Bakla Horani’nin kutlandığı gün okullar açıktı. Nedense bizi şaşırtan bir şey vardı ve onu keşfetmeye de hazırdık...
Yunanca Bakla Horani’yi “bakla mevsiminde hürriyet" diye çevirebiliriz. İstanbul’da Bakla Horani 1979 yılında hâlâ uygulanıyordu. Ondan sonrasını bilmiyorum.
Baküs Sefahat Âlemleri
Öğrencilerden saklanan bu Bakla Horani’de neler oluyordu?
Bu, İstanbul’un ve Rum yeraltı dünyasının gerçek bir sefahat âlemiydi. Bu eğlence 1600 yıllarında da Tatavla’da, daha burası bir semt haline gelmeden de aynı yerde yapılıyordu.
Tatavla semtinin küçük burjuvazisi yıllarca bu sefahat âlemini kabul ediyor, üstelik Aya Dimitri Kilisesi’nin önünde cereyan eden bu âlemi kilise de hoşgörü ile karşılıyordu. Her şeye rağmen, İstanbul’un küçük burjuvazisi ve aristokrasisi de Bakla Horani’ye katılmak için uygun bir yol buluyorlardı.
Küçük Burjuvalar
Küçük burjuvalar Bakla Horani’nin tadını çıkarmak için, panayınn yapıldığı Tatavla meydanındaki akrabalarmın evlerine toplanıyorlar ve kapalı pencereler ve perdeler arkasından, yapılan sefahat âlemlerini seyrediyorlardı.
Büyük Arİstokratlar
Panayın Pera’nın ve etrafındaki banliyölerin aristokrat kesimi de küçümsemiyordu. Çift atlı arabalarda ve tahtırevanlarla (bunları da gördüm) eğlencenin tadını çıkartıyor ve panayıra özel bir hava katıyorlardı.
Aristokratlann bu görkemli geçit töreni, şenliğe katılanların özel olarak bıraktığı dar bir yoldan ağır bir tempo ile ilerliyordu.
Böylece bu sefahat âlemi içinde olanlar, önemli kişiler tarafından gururla, belki de kıskançlıkla seyredilme zevkine varıyorlardı. Seyredenler bu sefahat âlemine açıkça katılamadıkları için cemiyet hayatının alışılmış edepli aşınlıklanyla yetiniyorlardı.
MANTIKLI BİR YANIT
Bakla Horani kadar aleni yapılan bir rezalete karşı genç kafalarda doğan merak ve arzuyu susturmak çok zordu. Öğretmenlerimiz hürriyet aşkını ve tabiatın sırlarını keşfetmemiz için bizi teşvik ediyorlardı. Biz de bu öğüdü genişleterek cemiyetin sırlarını da öğrenmek istiyorduk. Bakla Horani sırrı beni kışkırtıyor, on dört yaşımda olmama rağmen bunu çözmem gerektiğini düşünüyordum. Yalnız olmamak için okulda aynı sırada oturduğum Yorgo Frangopulos’u kandırdım, birlikte neler yapıldığım görmek için Bakla Horani’ye gitmeye karar verdik.
Yorgo’ya, “Okul müdürüne bir sırrı çözmek için Peder Zotos’a gideceğimizi söyleyeceğim” demiş ve “Öğretmenlerimizin söylediği gibi, bi-
zim için hiçbir şey sır olarak kalmamalıdır” diye eklemiştim. Bu yanıt onu kandırmaya yetti...
Bakla Horanî Maceramiz
Bu büyük karan aldıktan sonra erkenden Fener’den yola çıktık.
Haliç vapuruyla karşı sahile geçtik. Kasımpaşa’daki mezarlıklar arasından yürüyerek o büyük yokuştan Pera’ya yöneldik. Pera Palas’a vanp oradan Tatavla’ya kadar yürüdük. Epey uzun bir yol kat etmiştik.
Aya Dimitri’nin önündeki meydanda manzarayı gördük:
Kocaman bıyıkları, gösterişli tespihleri ve açık yakalarıyla, kuşakları peşlerinden sürüklenen birbirlerine yaslanmış sarhoşlar, sırtta taşınan bir laternanın peşinden gidiyorlardı. Laternayı taşıyanın arkasından yürüyen biri laternanın kolunu çeviriyordu. Laternada bildiğimiz bir parça çalınıyordu. Bugün bu tür parçalara rebetiko diyoruz. Arkadan aynı şekilde sarhoşlar geliyordu, bir eğlenceden çok cenaze alayında yürür gibiydiler!
Abanoz’un kapılarında gördüğümüz kızlar tipinde, hatta daha da arsızlarından bir grup, atlara binmiş amazonları taklit ediyorlardı.
Bacaklan, yırtık pantolonlarından görünüyordu. (Evet, o zamanlar akla hayale sığmayan bir şey, erkek pantolonlan giyiyorlardı.) Ellerinde havuç ve hıyarlarla edepsiz hareketler yapıyor ya da bunlan erkekmiş gibi pantolonların ön kısmından gösteriyorlardı. Birlikte yürüyen pezevenkler de onlara yardımcı oluyorlardı.
Bunlara benzeyen başka gruplar, bunlara benzeyen hareketler... Hepsi bu kadardı.
Sonunda bu gruplar tavernalarda veya çimenlerin üstünde sefahat âlemlerini tamamlıyorlardı. Bu çimenlerde kusmuk ve daha beter şeyler de bulunuyordu. Her neyse, memnun aynldık, sırn çözmüştük. Yaşasın!
Az Kalsin Bize Aferin Dîyeceklerdî
Ertesi sabah okulun bahçesinde yapılan duadan sonra, çok ciddi olan baş hadememiz Bay Dimitriadis gelip okul müdürünün odasında beklendiğimizi bildirdi. Oraya doğru yürürken elimden geldiği kadar arkadaşımı sakinleştirmeye çalıştım ve çekine çekine müdürün görkemli odasına
girdik. Odanın dibinde bulunan çalışma masasının arkasında eski müdürlerin resimleri vardı. Bunların çoğu piskopostu. Masa, müdürü daha saygı uyandıncı kılmak için, odadan daha yüksek bir yerde bulunuyordu. Resimlerdeki eski müdürlerin cüppeleri koyu renkteydi, perdeler de öyle. Her şey kapkaraydı... Zavallı öğrenciyi korkutmak için ne gerekiyorsa yapılmıştı.
Hazır ol vaziyetinde durup, müdürün suçlamasını bekliyorduk. “Dün niye gelmediniz?” diye sordu soğukkanlılıkla. Yanıtlamadan evvel müdürün yüzüne kaçamak bir bakış attım. Mucize! Hemen rahatladım! Okulu titreten müdürümüz, bıyık altından bir gülümsemeyi saklamaya çalışıyordu... Bu bana yetti! Cesaretlenerek okulda bize öğrettikleri “her sorunu araştırarak çözme” metoduna uyarak Bakla Horani’ye gittiğimizi söyledim, sonra da orada gördüklerimizi uygun bir şekilde anlattım...
-Tamam! Gidiniz...
Müdürün bu yanıtı Yorgo’yu ve bütün okulu şaşırttı. Halbuki herkes dayak yememizi bekliyordu. [...]
Bîr Bütün olarak İstanbul
Şimdi de İstanbul’a bir bütün olarak bakalım. Şimdiye kadar gördüklerimiz, kentin Avrupa görünüşlü bölümü [Haliç’in] kuzey kısmında-dır. Bizanslılar için Polis burası değildi; Pera adının da belirttiği gibi, İstanbul’un karşısında bir yerdi burası.
Ama benim yaşadığım dönemde, Perea ve özellikle Pera en azından Rumlar için İstanbul’un başlıca semtiydi; güçlü Fener’le bile rekabet edebiliyordu. Bizans’ın Konstantinopolis’i, Türklerin İstanbul’u (İstanbul adının Yunanca “İs tin Poli” sözcüklerin birleşmesinden kaynaklandığı söyleniyor) ve Rusların “Çargorod”u Avrupa ve Asya yarımadasına yayılır.
Benim yaşadığım dönemde İstanbul’un civar semtlerine deniz ve tren yollarıyla gidiliyordu, şimdi Boğaz’ı aşan köprü bile varmış.
Civar semtlerden sakinler her gün başşehrin merkezine inip işlerine gidiyordu. Şehrin Asya yarımadası Eıvdn, Vosporo ve Propontida’ denizleriyle çevrilmiştir. Bu yarımadada İstanbul’un birçok semti bulunur. Şehrin Avrupa kısmı da Haliç’le ondan ayrılır.
-
5 Karadeniz, Boğaziçi ve Marmara Denizi -ç.n.
Marmara ve Boğaziçi sahillerinde dış mahalle ve banliyöler bulunur. Haliç sahillerinde bulunan semtler ise banliyö sayılamaz.
İstanbul’un Surlari
İstanbul'un surlan ortaçağda dayanıklılığı ile ün salmıştı ve fethedile-mez kabul ediliyordu. Bu surlar esas İstanbul’un etrafını çeviriyordu, çok yüksek ve geniştiler. Söylentilere göre, silahlı beş atlı bu surların üstünde yan yana yürüyebilirdi. Asıl surdan başka, bazı yerlerde ikinci, hatta üçüncü surlar da bulunuyordu. Bu surların dışında da su dolu bir hendek bulunuyordu.
Fener’de çift duvar vardı. Patrikhane iç duvarın iç tarafında inşa edilmişti. Bayrampaşa’da geniş bir alanda hendekler bulunurdu.
Bu kalelerden birkaçı kurtarılmıştır, diğerlerinin etrafında barınan Çingeneler, kireç yapmak için surlan yıkmıştır. Türkler bunu hoşgörüyle karşılıyordu.
Bu kaleler etraflarındaki mahallenin adını taşır: Edirnekapı, Eğri-kapı, Ayakapı... Kapılardan başka kuleler de vardı, bunlardan da birkaçı kurtanlmıştır.
İstanbul’un Nüfusu
Balkan Savaşlanndan önce İstanbul’un nüfusu bir milyon civarındaydı. Bunların yarısı Müslümandı. Geri kalan nüfus içinde çoğunluk Kumlardaydı. Sonra Ermeniler, Museviler ve nihayet AvrupalIlar gelirdi. AvrupalIlar arasında çoğunluk Fransızlardaydı.
Balkan savaşlarından sonra başşehirde de fazla bir değişiklik olmadı. Trakya bölgelerinden birkaç mülteci gelmişti.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ise Liman von Sanders’in önerisiyle Marmara sahillerinde oturanlann yerlerinin değiştirilmesi, İstanbul’un Rum nüfusunu epey artırdı.
Bu yer değiştirmenin gerekçesi, Marmara sahillerinde oturan Yunanlı müttefiklerin denizaltılara yol gösterip mayınlara rağmen denizi geçmelerini sağlamalarıymış.
Pek güvenilir olmayan bazı istatistiklere göre 1885 sayımında şehirde 1.033.000 kişi yaşıyordu. 1927 istatistiğine göre İstanbul vilayetinin nü-
fusu 782.434’tü. Bence 1920 yılında nüfus 1.200.000’di ve bunların yarısı da Rumdu.
Sonunda 1923’te Lozan Antlaşması ve Türk-Yunan mübadelesinden sonra İstanbul vilayetine gerçekten yerleşmiş olan ve Türk uyruğunu hak eden Rumlar 118.000 kişiydi. Yunan uyruğunda olup İstanbul’da yerleşmiş olanlann sayısı ise 30.000’di. Bunlann tümü daha sonra sınır dışı edildi.
Bugün ise (1988) şehirde patrikhane mensupları ve papazlar hariç 3.000 veya 4.000 Rum bulunuyor. İstanbul nüfusuna kayıtlı olan Rumlar-dan 80.000’i Yunanistan’a göçmüş. Bunlar Yunan uyruğuna geçmek istemelerine rağmen uyruğa alınmıyorlar.
İstanbul’daki Rum Semtleri
İstanbul’daki Rumlar düzenli ve kalabalık semtlerde oturuyorlardı. Anadolu’dan gelmiş ve Türkçe konuşan birkaç aile dışında, davranışlan ve konuşmalan Yunandı. Merkez semtleri ise Fener ve Pera’ydı.
Bu insanlar, bütün ihtiyaçlannı bu kalabalık semtlerde karşılayabildikleri için, diğer nüfuslarla karışmıyor ve özellikle de Türk semtlerine pek gitmiyorlardı.
Hiçbirimiz, alışverişlerde kullandığımız “Pırasa kaça?”, “Pera’yabir bilet” gibi birkaç kelimeden başka Türkçe bilmiyorduk.
Devletin lisanını bilmemekle gururlanıyorduk ama, bu durum aleyhimize sonuçlandı. Bu, Konya ve Ankara’ya tren seferleri başlayınca Türkçe bilen Rumların İstanbul’a gelmesiyle kanıtlandı. Yeni gelenler Türkçe bildikleri için pazarlarda egemenliklerini kurdular.
Babam ticaretle uğraştığı için Türkçe bilirdi. Singer’de memur olan amcam, Fransızca ve Almanca bilirdi.
Memlekete Göre Yerleşmeler
Her büyük şehirde köylerden gelenler kökenlerine göre bir semte yerleşiyorlar. Yunanistan’ın her adasından ve köyünden, Ege’den gelenlerin mahallelerine İstanbul’da da rastlanıyordu. Bunun klasik örneği Hi-otis’lerin (Sakızlı) yaşadığı Lemonadika’lardır (Limonluklar). Dedemin ailesi de buraya yerleşmişti. Bu mahalle bu tür yerleşmenin tipik örneğidir.
Doğal olarak diğer milletler de kökenlerine göre konumlanmıştı: Ermeniler, Arnavutlar, Acemler, Kürtler, Araplar ve Ispanya’dan göç eden Museviler de kendi mahallelerine yerleşmişlerdi.
Türk devleti de bu durumu destekliyordu; zaten fetihten sonra temizlenen bölgelere toplu olarak getirttiği insanlan yerleştirmişti. Örneğin Sırplar Belgradi mahallesinde iskân ettirilmişti; zaman içinde de Rumlaştılar.
Türk-Yunan Anlaşmalari
Anadolu’dan gelen Karamanlılar, bizimle aynı semtlerde oturmalarına rağmen Yunanca konuşmasını bilmedikleri için ayrı topluluklar oluşturuyorlardı.
Burada Atina’da olmuş, hatırladığım bir hadiseyi anlatmak isterim.
Türkçe konuşan arkadaşımın annesi, Yunan kökenli başka bir kadınla birlikte Rufta oturuyorlardı. Bu iki yaşlı kadın bahçede çocuklarının işten dönmesini bekliyorlardı. Bahçede başka kimse yoktu. Ne yapsınlar? Hiç mi konuşmasınlar? Her biri kendi lisanını konuşmaya karar verdi. Biri Yunanca konuşmasını bitirince, diğeri Türkçe konuşmasını başlıyordu... Bir gün öğlen Karamanlı arkadaşımın evine gittiğimizde onları bu durumda bulmuştuk. Arkadaşım bana bu “sohbetlerini” anlatırken çok eğlenmiş-ti. Gördüğünüz gibi yoksulluk çare buldurur...
Halİç
Haliç’in kıyıları 18. asırdan beri kuzeyindeki Galata ve Pera ile bir-leşerek değer kazandı. Uzunluğu 10,5 kilometre, genişliği, Sarayburnu girişinde 900 metredir. İçerdeki en geniş yeri (Fener’le Kasımpaşa arası) 570, en derin yeri 35 metredir.
Güney sahilinde, Bizans şehrinin bulunduğu yerde 10 metre yüksekliğinde çok kuleli ve kapılı koruyucu surlar vardı. Yıkılan surlarla doldurulan bazı yerlerde mahalleler oluştu (örneğin Limonluklar).
Bizanslılar Haliç körfezini bir zincirle kapatmışlar, bu yüzden Fatih gemilerini Pera tepelerinden geçirmek zorunda kalmıştı. Bizans zincirini 1920’de o sıralarda askeri müze olan Aya İrini’de görmüştüm. Şimdi herhalde müze ile birlikte zincir de Pera’daki Harbiye’ye taşınmıştır.
Halİç’tekî Köprüler
Haliç’te Jüstinyen zamanında Tekfur Sarayı’ndan Hasköy’e giden Kal-liniku Köprüsü vardı. 1920’li yıllarda ise eski ve yeni olmak üzere iki köprü bulunuyordu. Bunlardan, Haliç’in çıkışında olan Galata Köprüsü işler haldeydi. Eskisi kullanılamaz hale gelmişti. Sonraları oraya Atatürk Köprüsü yapıldı.
Haliç’in köprüleri yüzer köprülerdi, dibe demirlenmiş demir dubalar üzerine kurulmuşlardı. Her köprünün orta dubaları menteşeli olup hareket edebiliyordu. Menteşeler etrafında dönerek kapı gibi açılıyorlardı. Böy-lece, gemilerin geçmesine izin veren 30 metrelik bir açıklık oluşuyordu.
Yeni köprü açılıp kapanırken tramvay raylarının yerine oturması ve hemen kullanılması o zamanlar hayranlık uyandırmıştı. İnsanlar, tramvayları götüren cereyanın geçmesine de şaşırıyorlardı.
Haliç’te ilk çağdaş köprü 1838’de yapıldı. Sigros’un, hatıralarında köprüsüz Haliç’ten bahsettiğini de belirtmek isterim.
Yenİ Köprünün Mucİzesİ
Haliç’in girişindeki yeni köprüyü 1912’de getirip yerleştirdiler. Galata Köprüsü de dediğimiz bu yeni köprü, Karaköy’ü Eminönü meydanıyla Türklerin oturduğu asıl İstanbul’a bağlıyordu.
Galata Köprüsü’nün uzunluğu 450, Unkapanı-Azapkapı köprüsünün uzunluğu ise 470 metreydi. Yeni köprünün üzerinde, ortada tramvaylar için çift hat, yanlarda araba yolu ve yaya kaldırımları bulunuyordu. Yol küp biçiminde taşlarla döşenmiş, kaldırımlar ise asfaltlanmıştı. Tramvay tellerini tutan direklerde üzerleri fanuslu ikişer kol vardı. Köprü geceleri ışıl ışıl parlıyordu.
Eski Galata Köprüsü’nün haliyle yeni köprünün debdebeli görüntüsü arasındaki fark, hemşerilerimi gururlandırıp sevindiriyordu. İstanbul Avrupalaşmıştı. 1912’de Galata Köprüsü’nün getirdiği yeniliklere duyulan şaşkınlığı daha iyi anlatmak için, köprü ışıl ışıl aydınlanırken İstanbul’da elektrik olmadığını hatırlatmam gerekiyor.
Tramvaylar o zamana kadar katırlar tarafından çekilirdi. Şimdi ise Galata ve İstanbul’da elektrik tramvaylar dolaşıyordu. Köprünün altında bir yandan Haliç, diğer yanda İstanbul’un çevrelerine giden vapurlar için iske-
leler yapılmıştı. Vapurlara bindirme ve indirme düzenlenmişti. Vapurları! alt katına tahta sürme iskeleyle, üst katına ise uçak merdivenleri gibi hareketli merdivenlerle binilirdi. Köprüdeki vapur iskelelerinde birinci ve ikinci sınıf için erkeklere ve kadınlara tahsis edilmiş ayn ayrı bekleme salonları bulunuyordu.
Yeni köprü yapılmadan evvel bunlardan hiçbiri yoktu.
Bu yeni köprü mucizesi epey sürdü. Duyduğuma göre Türkiye Batı Almanya’dan yeni bir Galata-Eminönü köprüsü yapmak için borç almıştır. Bence bu borç bir skandal olarak değerlendirilmelidir. Yıllarca köprüyü geçmek için, hatta en baştaki Haliç iskelesine ulaşmak için verdiğimiz kuruşlar herhalde yeni bir köprü yapmak için yeterli bir meblağ oluşturmuştu.
Köprü gelirleri konusunda bir fikir vermek için, Boğaz Köprü-sü'nün üç yılda masraflarını çıkarttığını belirtmem gerekiyor.
Galata Köprüsü’nden geçenler de az değildi.
Bu vesileyle Boğaz’ın üzerinde şimdi ikinci bir köprü yapılıyor. Üçüncüsü için de ihale hazırlanıyormuş...
Bİr Kuruş Hanimefendİi
Evet! Köprüden geçmek için bir kuruş ödüyorduk, ama kadınlar bu haracı pek vermek istemiyordu. Bu yüzden tahsildarla kadınlar arasında tartışmalar çıkıyordu. Tahsildarlar kadınlara ellerini süremedikleri için bir para ödemeden geçen kadınlara bir şey yapamıyorlardı. Zamanla buna da bir çare buldular. Kaldırımda yan yana durarak, kuruşu vermeyen hiçbir kadının aradan geçmesine izin vermiyorlardı [çünkü kadınlar da yabancı bir erkeğe değemiyorlardı]. |
Halİç’te Seyrüsefer
1920’de Haliç’te birçok gemi sahillere dikey olarak bağlanmış veya Haliç’in ortasında demir atmıştı. Bunlar seyrüseferi engelliyordu. Bunun bir örneği Fener meydanının önünde demirleyen Mısır hıdivinin yatıydı. Harp yüzünden boğazlar kapanınca 1918’deki mütarekeye kadar orada kalmıştı. Sahibi Mısır hıdivi olduğu için ona dokunulmuyordu. Donanmanın eski gemileri de Haliç’e atılıyordu. Birden hükümet bu eski gemileri satıp
sultanın imzaladığı Montrö Antlaşması’nı tanımayarak ayaklananlar için gelir elde etmek istedi.
O devirdeki gemilerin çoğu ahşaptan yapılmıştı, bazılarında ise bakır kaplamalar vardı. Bu bakır, deniz mahsullerini ve onları yiyenleri zehirliyordu.
Bacalar ve Direkler Aşağiya
Köprülerin altından geçebilmek için küçük gemi ve teknelerin baca ve direklerini indirmeleri de değişik bir yöntemdi. Köprüyü geçer geçmez bunları yine yükseltiyorlardı. Yelken kullanan mavnalar da aynı şeyi yapıyordu. Yelkenli direği indirip kendi hızlanyla veya dubaları kürekle iterek köprülerin altından ustalıkla geçiyorlardı. Römorkla çekilen beş altı mavnanın geçişi daha da ilginçti.
Büyük gemiler ne yapıyordu? Bunlar için köprüler geceleri birkaç saat, olağanüstü durumlarda da gündüz kısa bir süre için açılırdı.
Temİz Haliç
Haliç, hatırladığım kadarıyla 1922’ye kadar çok temiz değildi, ama Pire kadar kirli de değildi. Bunun nedeni Haliç’e akan derelerdi. Halbuki Pire kapalı bir çanaktır. Faliro tarafında akıntı yaratmak için açılan bir delik de pek işe yaramadı.
Ama 1922’den beri serinlemek için artık Haliç’e gitmiyor, bunun yerine Adaları ve Boğaziçi’ni tercih ediyorduk.
Haliç’in kirlenmesinin başlıca nedeni, Kasımpaşa sahillerindeki mahallelerin lağımlarının serbestçe körfeze akışıdır. O zamanlar fosseptik bilinci yoktu; atıkların toplanıp örneğin Sarayburnu’nda Marmara Deni-zi’ne atılmasını sağlayacak bir kanalizasyon sistemi de.
İstanbul nüfusunun artmasıyla, (yedi milyonu geçtiği söyleniyor) Haliç’in kirliliği had safhaya ulaştı. Kidari [Kidaros-Alibey] ve Varvisi [Bar-bisos-Kâğıthane] derelerinin yataklarının yönü değiştirilerek Karadeniz’den gelen sularla burayı temizleme kararı alındı. Bu olabilirdi. Karadeniz, Tuna nehri ve diğer Rus nehirleriyle besleniyordu, Boğaziçi’nden başka çıkış da olmadığından, düzeyi de Marmara’dan çok daha yüksekti.
Bu güzelleştirme çalışmalarıyla birlikte Haliç’e sahil yolları yapma karan alındı. Bu yollann sahilden geçmesi için Sevastopulia okulu da yıkıldı: Dedikleri gibi, bir taşla iki kuş!
Balik Çİftlİğİ Haliç
Bütün bunlara rağmen Haliç balık yetiştiriciliğine çok uygundu. Midyeleri ve balıklan da boldu; hatta bazı mevsimlerde elle bile tutuluyordu. Birkaç yıl önce palamutlann elle yakalandığını görmüştüm. Gündüzleri arabayla satılan palamutlardan satılmayanlar akşamlan tekrar denize atılıyordu. Uskumrulara da aynı yöntem uygulanıyordu. İstavrit ve deniz kabuklulan Ha-liç’in girişinde çok boldu. Balıklar arasında kılıç ve kalkan da bulunuyordu.
HALİÇ’İN BÖLÜMLERİ
Haliç, evvelce bahsettiğim iki köprüyle üç ayn bölüme ayrılıyordu. Son zamanlarda üçüncü bir köprünün yapıldığını duydum, oralarda ne olduğunu bilemeyeceğim. Ben üç bölümün karakteristik özelliklerini anlatacağım.
Haliçtin kuzeyinde Boğaziçi çıkışında bir Fransız şirketi denizaşırı gemilerin yanaşması için bir rıhtım inşa etmişti.
Karşı sahilde Sarayburnu’nda saraylar ve bahçeler bulunuyordu. Buralarda Boğaz’ın akıntısı o kadar kuvvetliydi ki gemiler pek yanaşamazdı.
Burası atlayanın boğulabileceği bir yerdi. Bu yüzden de biri bize inanılmayacak palavralar anlattığı zaman, “Git kendini Sarayburnu’ndan at” derdik.
Bütün bunlara rağmen 1915’te Çanakkale’de Müttefiklerin saldırısıyla yaralananların buraya indirildiğini gördüm. Yaralıların çokluğu ve du-rumları, indirilme ve götürülme yöntemleri beni çok sarsmıştı.
Tekrar kuzey bölüme, köprünün dışına dönüyorum. Orada denizcilik acentelerinin bulunduğu Çinili Rıhtım Han vardı; önünde de gümrük muamelelerin yapıldığı kısım bulunuyordu.
Büyük Savaş’ta bir Alman yük gemisi Fransız denizaltisının attığı bir torpille batmıştı. Bu Fransız denizaltısı herhalde çok yaklaşmıştı, çünkü o zamanlar torpillerin menzili 100 metreyi geçmezdi. Biz Rumlar Müttefiklerin bu başarılarına çok seviniyorduk.
Galata Köprüsü’nün altından ticari mavnalar ve bazen de yolcu dolu sandallar geçerdi. Köprünün Boğaziçi’ne bakan tarafı banliyölere giden vapurlar içindi. Buraya başka gemi yanaşamazdı.
Haliç’in küçük vapurları, Eyüp’e kadar giden sahildeki semtlere hizmet ediyordu. Yazları Haliç’in en dibinde, Kâğıthane ve Alibey derelerinin ağızlarında yer alan Silahtarağa’ya ve Kâğıthane’ye kadar giderlerdi.
Yabancılar bu derelere “Avrupa’nın tatlı suları” derlerdi.
Vapurların yanaşmasına ve insanların girip çıkmasına yardıma çımacılar Haliç’in vapurlarına pitoresk bir hava verirdi. Çımacı 6 cm’lik bir halat kullanır, halatın ucundaki ilmiği iskele babasına takardı. Bu ilmik sayesinde vapur daha kolay yanaşabiliyordu. Doğal olarak her iskelede de bir çımacı daha vardı. Bu çımacı atılan halatı yakalayıp babaya geçirirdi.
Çımacıların bir işi daha vardı; tellallık yaparlar, yolculuğun sonuna kadar her iskelede iskelenin adını bağırırlardı. Ben bu adları coğrafya dersinde öğrendiğimiz sırayla hatırlıyorum:
Yemiş-Kasımpaşa-Cibali-Ayakapı-Fener-Balat-Ayvansaray-Hasköy-Halıcıoğlu- Eyüpsultan-(Silahtar-Kâğıthane).
Topluluk Fransızca ya da Türkçe okumayı bilseydi bu tellala gerek kalmazdı. İskelelerin adları iskelelerde ve vapurların iki tarafında yazılırdı. İstanbul’un o deli bozuk kalabalığından bu kadarı da istenemezdi.
Vapur İskeleleri
Fener’deki iskele, Haliç’teki diğer iskeleler gibi tahtadan yapılmıştı ve halkın her ihtiyacını karşılıyordu: bilet gişeleri, birinci ve ikinci sınıf kapalı ve açık bekleme salonları, erkekler ve kadınlar için ayrı yerler, tuvaletler, kahveler...
Küçükken Fener iskelesinin yapımını seyretmiştim. Bu iskele pervaneli vapurlar gelince yapılmıştı. Yandan çarklı vapurlar o sırada kullanımdan kaldırıldı.
İskele, Venedik’in eski sarayları gibi Haliç’in dibine çakılan ağaç kütüklerin üstünde duruyordu.
Teknik Üniversite’deki öğretmenimiz, asırlarca suyun içinde kalan Venedik direklerinin dış kısımlarının çürümesine rağmen iç kısımlarının
keman ve başka müzik aletleri yapımına yarayan çok kıymetli bir malzeme haline geldiğini söylerdi.
Gene bu öğretmenimize göre bu iç kısım o kadar kıymetliydi ki, o sarayların yıkılıp o iç kısımların satılması bile kârlı bir iş olabilirdi.
Aynı şey asırlar sonra bu iskelelerin kütükleri için de geçerli olacaktır.
Bir kütüğü dibe saplamak için ahşap bir yapı iskelesi kurulur, tepesine de bir manivela konurdu. Manivelanın içinde bir ipin ucunda büyük bir ağırlık vardı. Ağırlığın diğer tarafında on tane kadar ip bağlıydı. Her ipi bir işçi çekerdi. İşçiler bu ipleri çekerken ağır taş yukanya çıkardı. “Hoop" diye bağırınca herkes ipi bırakırdı, ağırlık da kütüğün üzerine düşüp onu denizin dibine saplardı.
Eskİ ve Yenİ Vapurlar
Haliç’te çalışan eski vapurları (çok küçükken onları da görmüştüm) babam imparatorluğun son günlerine benzetirdi. Aşağıladığımız o Türkiye, eski vapurlarını kusursuz yenileriyle değiştirince çok şaşırmıştık.
Bu mucizeyi Haliç’in ulaşımını üstlenen Avrupahlara bağladık ve rahatladık.
Eskilerin önü-arkası yoktu; iki uçta da burun, yanlarında da çarkları vardı. Böylece dönmek gerekmiyordu. Yolun sonuna gelince aksi yönde aynı yolu yapıyorlardı.
Yeni vapurlar 16 adetti. Eski yazıyla ve Romen rakamlarıyla numaralandırılmışlardı. Bu numaralar pruvaların iki yanında yazılmıştı. Bu 16 geminin 12’si aynı gibiydi. Kalanların ikisi daha büyük, iki katlı; diğer ikisi de daha küçük, hizmet vapurları gibiydi. Onlara “güdük” diyorduk.
Dolmuş
1914-1918 savaşında İstanbul’da taşkömürü bulunmuyordu. İngiltere’den kömür gelmiyor, Zonguldak kömürünü de Çanakkale ve Karadeniz’de çok faal olan donanma kullanıyordu.
O sıralarda İstanbul’un Haliç, Adalar ve Boğaz ulaşımını yapan bütün gemileri taşkömürüyle çalışıyordu; yakıtsız kalınca çalışamadılar. Ulaşımı sağlamak için Romanya’dan alınan benzinle çalışan özel kayıklar or-
taya çıktı. O sıralarda Romanya henüz harbe katılmamıştı. Bu kayıklar hareketsiz kalan vapurların müşterilerini aynı fiyata taşıyorlardı.
Kayıklardaki sıkışıklık sözle anlatılamaz. Bu sıkışıldık “dolmuş” sözcüğünün ortaya çıkmasına neden oldu.
Mondros Mütarekesi (1918) ile birlikte vapurlar tekrar çalışmaya başladı. Bu sefer de kara ulaşımında sorun çıktı. İstanbul’un sokaklarında-ki hareketlilik karşısında tramvaylar yetersiz kalıyordu.
Dolmuş sistemi otomobillere de uygulanmaya başladı. Bunlar tramvay raylarının yanından ilerliyor ve aşağı yukarı aynı fiyatla yolcu taşıyordu. Dolmuş sistemi İstanbul’da hâlâ uygulanıyor. Bu sistemin toplum ve ulusal ekonomi için çok yararlı olduğu kanıtlanmıştır; zira bir araç bir tek kişiyi taşıyacağına beş kişi götürür.
Türkler bunu yapıyor, biz açıkgöz Rumlar dolmuş yapan şoförleri kovalıyoruz. Rahmetli Ylinos derdi ki: “Bunları düzeltmek için ihtilal gerekir.”
KÖPRÜLERİN ARASI
Haliç’in bu küçük bölgesi çok hareketliydi. Bir yandan Türk ve Rum pazarlan, diğer yandan donanma üssüne giden gemiler, sahillerde mahalleler ve Haliç’e demir atmış her yaş ve çeşitten gemiler... Amerikan Sefare-ti’nin teknesi de burada dururdu.
Bölgenin güney sahilinde ticaret yoğunlaşmıştı, kuzey sahilinde ise mavnalar ve boğaz vapurlannın bakımı için bir bannak vardı. Eskiden bu bölge (eski köprü yapılmadan evvel; ben onun eskimiş haline yetiştim) belki de ticaret ve harp gemileri için bir tersaneydi. Kuzey sahilde gördüğüm ve ilerde bahsedeceğim kürek dükkânlan (kürekçiler) onlann kalıntılan olabilir.
Yenİ Cami
Bu iki köprü arasındaki bölgenin güney sahilinden bütün İstanbul’da çok ünlü olan Yeni Cami’yi ziyaret etmeden geçemeyiz.
Nesi ünlüydü? Tuvaletleri.
Bu caminin bahçesinde müminler sevap olsun diye tuvaletler yap-tınyordu. Tuvalet kabinlerinin sayısı çok fazlaydı. Yeni Cami işte bu kabinleriyle ün kazanmıştı.
Böyle bir hizmet halk için çok önemliydi. Cami çok kalabalık bir ticaret mahallesindeydi, halk müminler sayesinde ihtiyaçlanm giderebiliyordu.
> Limonluklar
Galata’nın karşısında, yeni köprünün güney ucu olan Eminö-nü’nden Haliç’in iç kısmına doğru giderken, Yeni Cami’yi ve Türk pazarla-nm geçtikten sonra ünlü Sakızlıların mahallesi Limonluklar’a (Yemiş İskelesi) gelinirdi (bkz. Harita i, s. 52; Pervititch’in 1941 tarihli sigorta haritası).
Babamın ailesinin dükkân-evi burada bulunurdu. Bu mahalle İstanbul mahallelerinin cemaatlere göre ayrılmasının tipik bir örneğiydi. Burada yaşadığım için mahalleyi iyi tanıyorum ve bu yüzden de buraya daha çok yer ayınyorum.
Limonluklar, sahilde 200 metrelik bir yer kaplıyordu. Tam ortasında (Haliç vapurlarının uğradığı) vapur iskelesi vardı. Vapur iskelesinin yanında bir meydan, bu meydandan da taş döşeli üç dört yol ayrılırdı. O zamanlar İstanbul’un sokakları kaldınm taşı ile döşenirdi. Bu yollar üzerinde Sakızlıların dükkânlan bulunuyor, üst taraftaki iki katlı evlerde de aileler oturuyordu. Biraz evvel söz ettiğim küçük meydan devamlı çamurla kaplıydı. Sahil tarafına Haliç’in ulaşımını sağlayan küçük kayıklar ve daha büyük olan ticari kayıklar yanaşırdı.
Babamin Dükkân-Evî
Tüm mahalle Bizans surlannın dışında kurulduğu için, binalann temelleri vapur iskeleleri gibi kazıklar üzerine atılırdı. Babamın binası da böyle inşa edilmişti. Bu binada bir düzensizlik vardı; bir direği çöktüğü için eğilmiş, ama yıkılmamıştı. Dedem onu böyle eğik vaziyette kiraladı ve işletti. Sonra dedemin işini babam sürdürdü. 1924’te binayı satın alan Türkler, çarpıklık arttığından, korkup üst katlan yıkmış ve sadece dükkânı bırakmışlardı. Kız kardeşim, 1950’deki ziyareti sırasında onu bu vaziyette görmüştü. Mahallenin diğer binaları gibi bu bina da taştan yapılmıştı. Üç cepheli dükkânımız dar ve uzundu. Asıl iki cephenin uzunluklan 6 ve 4,5 metreydi, çok dar olan üçüncü cephenin genişliği en fazla 2 metre civarındaydı. Ana caddeyle bu yan cephenin köşesine, tüm mahalleye hizmet veren Acem kahveci yerleşmişti.
Harita 1.1941 tarihli Pervititch sigorta haritasında Yemiş İskelesi ve çevresi (ayrıntı).
52
Hayatimin İlk DENEYİMLERİ
Dükkân-evimizin ilk katında oturma odası vardı; duvanndaki gömme dolapta en önemli ikram olan tatlılar (vişne, gül, sakız reçeli) bulunurdu. Bu dolabın üstünde, Yunan harfleriyle tersten de yüzden de aynı şeyin okunabildiği bir yazı vardı. Bu yazının anlamı şöyleydi: Yüzün temiz olmasın, ama için temiz olsun. Söylediklerine göre dolap, sanatı seven, tanımadığım bir amcama aitti. Ortada hayran olduğum lavabolu bir hol vardı. Fener’deki evimizde böyle bir lüksümüz yoktu. Aynı katta küçük bir mutfakla tuvalet yer alıyordu. İkinci katta iki yatak odası bulunuyordu, yataklar sabah kaldırılıp gece tekrar serilirdi. Burada bir de taraçaya uzanan bir hol vardı.
Bu taraçadan harika bir Haliç manzarası görünürdü, ama ikinci kattaki odalardan birinin de Haliç manzarası vardı. Bu oda gündüzleri huysuz Manio teyzemin işgali altındaydı, teyzem tek başına bu odaya sığınırdı. Boşanmış olan teyzemin buradan seyrettikleri çok ilginç; birkaçını ayrıntılarıyla ilerde sıralayacağım.
LİMONLUKLAR’dAKİ SAKIZLILAR
İstanbul Limonluklar’ının Sakızlıları (Pire’de de Limonluklar var), Balkan Savaşlarında boğazlar kapanıncaya kadar sakız, çiçek suyu, gül suyu ve Girit rakısı gibi, Sakız Adası’ndan gelen ürünleri satıyorlardı. Bu yüzden bütün mahalle mis gibi kokardı. Buradan geçmek insana zevk verirdi.
Sakız Adası’ndan tekneler gelmeyince Sakızlılar meslek değiştirmek zorunda kaldılar, zeytinyağı ve petrol satmaya başladılar. Bunun sonucunda Limonluklar’ın özelliği yok oldu ve burası da diğer pazarlara benzedi!
Dedem İstanbul’a varınca gidip hemşerilerinin oturduğu mahalleye, Limonluklar’a yerleşmişti. Kiraladığı dükkânda ne iş yaptığını pek bilmiyorum, kasap dükkânı olduğunu söylüyorlardı. Bildiğim, bir ara kefalet yüzünden çok zor duruma düştüğüdür. Sonunda babam o borcu ödedi, kalabalık aileyi toparladı, evlendi, 12 çocuk ve bir sürü teyzeyle Fener’e geldi. İşlerini ilerletmişti...
Sakızlılardan konu açılmışken, kendim hakkında da bir şeyler anlatacağım. Dedem Sakız Adası’nın Elata denen küçük bir köyünden geliyordu. Büyük ninem 1823’te Türkler gelince çocuk yaşta olan dedemi kucağına alıp dağlara kaçmış, ama yolda çocuğunu kaybetmiş. Arkasından gelen hemşeri-
leri onu bulup getirmişler. Dediklerine göre, ekinlerin içinde bulduklan için çocuğa “Spartaris” [sparta-ekin] lakabını takmışlar. Bu lakap sonradan Spat-haris oldu ve soyadı olarak kaldı. Halbuki ailesinin adı Balala’ydı.
Yunanistan’da bu soyadını taşıyan çoğu ailede olduğu gibi, bizim atalarımızdan birinin de “spatharis”, yani Bizans imparatorunun ya da bir ileri gelenin güvenlik görevlisi olduğuna inanıyorum. Adaşlarımdan biri soyadımı duyunca, hemen 23 Spathari ailesini işaretlediği bir tabloyu açarak benimkini 24. olarak kaydetmişti. Ondan sonra da bu soyadını taşıyan birçok aileye rastladım.
Dedemin Köyünde
Sakız köylerinden Elata’ya gittiğimde Bay Konstantinos’un oğlu olarak beni tanıdıklarını fark ettim. Kahvede kim olduğumu öğrenir öğrenmez, Sakız’da bulunan 28 adet aile mülkü konusunda bir panik yaşandı.
Babam bana bunların her yana yayılmış olduklarını, talep etmeye değmediğini anlatmıştı. Bize yolladıklan sakız ona yetiyordu. Köylüler oraya bu mülkleri güvenceye almak için gittiğimi sanıyorlardı. Onlan rahatlattım.
Bunu öğrendikten sonra başkan bana rehberlik ederek adayı gezdirmek istedi. Kiliseden başladık. Köyün fakirliği ile uyuşmayan bir büyüklükteydi.
Kiliseye girmeyi reddettim; başkana İstanbul’da inşaatı için toplanan paralardan kilisenin varlığını bildiğimi söyledim. Gelirle orantılı bağış topladıkları için babamdan çok para almışlardı.
Sonra, imansızların başına düşen kandillere de inanmadığımı söyledim...
Adamcağız bana şaşkınlıkla baktı: “Konstantinos’un oğlu, imansız..."
Onlara kilise yerine okul yaptırmanın, okuryazar olmayanları eğitmenin, sosyal kurumlara önem vermenin daha önemli olduğunu söylemiştim...
Lİmonluklar’a Tabanvayla Gİdİş
Evin tek çocuğu olduğum için annem ve evde kalmış teyzelerim bana çok düşkünlerdi. Onların bu düşkünlüğü, dükkâna gidip işi öğrenme-
mi isteyen babamın katılığından beni kurtarıyordu. Arada sırada babam (“Çocuk o pisliğin içinde ne yapacak!” gibi) zorlukları yenerek beni dükkâna götürürdü.
Haliç vapur biletleri pahalı sayılmazdı, buna rağmen gidiş dönüş yürüyerek yapılırdı. “Tabanvayla” derdi babam.
Babam her şeyi hesaplardı: 2+2=4 bilet; bu da bir gün için fazlaydı.
Her şeyi hesaplama alışkanlığı bana da geçmişti; ama ben önemsizleri de hesaplamama rağmen, arada sırada kanmın israf diye nitelendirdiği cömertlikler yapardım. Bu yüzden de bana cömert-cimri derdi, ama bence haklı değildi: Tutumlu davranabildiğin yerde, ufak bir meblağ için de olsa tutumlu davranmalısın, aksi halde müsrif olursun.
Öte yandan, hoşuna giden bir şey yapmak için para harcaman da doğrudur; iyi düşünülürse aslında hayatın amacı budur.
Babamın yürüyerek gitmemize neden olan cimriliği, beni Haliç’te vapur gezmesinden yoksun kılıyordu. Diğer yandan, yürüyerek gitmenin, her rastladığımız kiliseye para yatırma “cömertliği” gibi eğlenceli taraflan da vardı. Şimdi size işimize gitmemizi geciktiren kiliseleri sayacağım: Muhli-otisa Meryem Ana [Panayia Muhliotissa] Kilisesi, Eflak Sarayı Kilisesi, patrikhanenin basımevinin arkasındaki Ayazma (sanırım Aya Fevronias), babamın başkanı olduğu Cibali Kilisesi ve Türk mahallelerindeki birkaç ayazma.
Yürüyerek Muhlio’dan [Muhliotissa] Fener’in merkezine iniyorduk. Patrikhaneden, sonra Ayakapı’dan geçiyorduk. Anlamlarını bilmediğimiz tarihi binalar arasından, Cibali yolundan Reji’nin tütün depolarının önünden geçiyorduk. Reji’de Balat'ın güzel genç Musevi kızları sararıp soluyordu. Unkapanı Köprüsü üzerinden, Türk pazarlan ve Türk bakkal dükkânlarını geçtikten sonra Limonluklar’daki mağazamıza vanyorduk.
SABAHIN ALTISINDA DÜKKÂNIMIZDA
Çırağımız Haralambos dükkânımızın önünde bekler, babam ön kepenkleri açması için anahtarlan ona verirdi. Bu kepenkler demirden yapılmış dar kapı kanatlarıydı. Birbirlerine menteşelerle bağlanıp mağazanın bütün cephesini kapatıyorlardı. Toprak kayması ve direklerin çökmesi yü-
Resim 7. Panayia Muhliotissa Kilisesi.
PANAYİA MUHLİOTİSSA KİLİSESİ
Fatih ilçesinde, Fener’de, batıda Firketeci Sokağı, doğuda ve kuzeyde Tevkii Cafer Mektebi Sokağı ile çevrilidir. Moğol Kilisesi adıyla da tanınır...
Yapının Moğol Kilisesi olarak adlandırılmasına ilişkin öykü, VIII. Mihael’in (hükümdarlığı 1259-1282) kızı Maria Paleologina’nın Moğol Hanı Hülagu ile evlenmek için ülkesinden ayrılmasıyla başlar. Hülagu’nun 1264’te ölümü üzerine oğlu Abaka Han ile evlenir. Onun da 1282’de öldürülmesi üzerine Konstantinopolis’e dönen Maria Paleologina, kilisenin yerinde bulunan manastırı mülk edinerek kiliseyi inşa ettirir. Bu semtte 13. yüzyılda Muhlionluların yaşaması nedeniyle kiliseye Panayia Muhliotissa adı verilmiştir.
zünden dükkânın cephesi de çarpılmıştı, bu yüzden de kepenkler zor açılıp kapanıyordu. Babamın yardımı olmadan Haralambos dükkânı açmak için kepenklere kumanda edemiyordu.
Tüm bunlar soğukta, yağmurda ve bazen de karda, sabah altıda yapılıyordu. Bu kadar erken bir saatte oraya varmamıza rağmen kapıda müşteriler olurdu. Babamın müşterileri Boğaziçi sahillerindeki yakın köylerden, Marmara ve Karadeniz kıyılarından, Kavaklar, Adalar, hatta Marmara köylerinden gelen bakkallardı. Kürekli ticari gemilerle sabah erkenden İstanbul’a van-yor, hemen alışverişi yapıp bir an evvel köylerine dönmek istiyorlardı. Babam bu yüzden saat altıda dükkânda bulunmalıydı, aksi takdirde müşteri alışverişlerini başkasından yapıverirdi. Bir neden daha vardı: Limonluk’taki diğer dükkân sahipleri geceyi dükkânlarında geçiriyorlar ve bu-
nu yasaklayan bir yasa olmadığı için de dükkânlarını geceden açıveriyorlar-dı. Babam cemiyette sınıf atlamış, Fener’e taşınmıştı, bu yüzden de sabahın köründe kalkıp dükkânını açmak için canı çıkıyordu.
Dükkânın açılmasıyla birlikte müşteriler içeriye dalıp pazarlık etmeye ve dengesi kolaylıkla bozulan terazi konusunda tartışmaya başlarlardı. Bu tartışmalar bazen kavgaya bile dönüşürdü.
Sonra İstanbul bakkallarından oluşan ikinci müşteri akını başlardı. Bunların acelesi yoktu, köşedeki acemden ikram ettiğimiz çayı bile içerlerdi. (Güzel kokan, iştah açan bu çaylar özel cam bardaklarda getirilirdi.)
Alışveriş bitince hamallar malları kocaman küfelerine veya özel semerlerine doldurup en kötü hava koşullan altında bile inanılmaz uzaklıktaki mesafelere taşırlardı.
Pazar Kayiklari
Hamallar İstanbul’un her semtine mal taşırdı. Marmara’nın köylerine ve adalarına gitmek için ise pazar kayıkları kullanılırdı. Haliç iskelelerine, Adalara, Boğaz’a, Kadıköy ve Haydarpaşa’ya giden vapurlar ticari mal taşımazdı. Yanılmıyorsam araba vapurlan bile ticari mallan almıyordu.
Bu yüzden, İstanbul’un çevresindeki köylere giden bakkal ve diğer tüccarların mallan bu pazar kayıklanyla taşınırdı. Benim zamanımda bu kayıklar 12 ile 15 metre uzunluğundaydı ve üstleri tamamen açıktı. Kayığın tam ortasındaki bölümde dört veya altı kürekçi [hamlacı] bulunurdu. Her biri ayakta durup ileri ve geri hareket ederek tek bir küreği çeker, suya daldırdığı küreği geriye itmek için ayağını bağlama kirişine dayayıp kuvvet alırdı.
Küreklerin boyu 4 metreyi aşıyordu; baş kısmı, ince ve uzun olan alt kısmını dengelemek için aşın kalındı. Kürek çekenler bu üstü açık kayıklarda kötü havalara dayanabilmek için çok güçlü ve dayanıldı olmalıydılar.
İlerde de bahsedeceğim Lazlar işte böyle korkunç insanlardı.
Kayıklann ön ve arka kısmına mallar yüklenir, bakkallar ve onlarla birlikte gelenler de bunlann üstüne yerleşirdi.
Daha da arkada, pupanın ufak güvertesinde sırtına postunu giymiş, elinde dümenin yekesini tutan kaptan, haykınşlarıyla kürekçileri gayrete getirirdi.
Resim 8.1914 yılından bir pazar kayığı.
Fotoğraf: H. C. Dwight, NCS Koleksiyonu
Daha da ufak olan pruva güvertesinin altında çapayla zinciri ve teknede yaşayan tayfanın malzemeleri duruyordu.
Teknenin genişliği üç metre civarındaydı. Yandan görünüşü ise bir hilale benzerdi. Kayık dediğimiz buydu. Yaptığım tasviri beğenip onunla seyahat etmek isterseniz, onun yerine aynı yerlere giden Aryo’ya binmenizi tavsiye ederim. Daha rahat edersiniz.
ALIŞVERİŞ ÇANTASI
Babamın günlük macerasına, son anda uydurulan öğle yemeğini eklemem gerekiyor. Çoğu zaman bu yemek atlanıyordu.
Cimriliğe değil de para darlığına dayanan, eskilerin aradığı o güzel zamanların çilesini çeken babamı ve Fener’de oturan tüm babaları unutmamam gerekiyor: Bu çile alışveriş çantasıydı. Babam, günlük yorgunluğundan sonra her gece bu çantayı eve götürürdü. Boşken bile ağır olan bu kocaman çanta, evdeki yedi kişinin ihtiyacını karşılayacak her şe-y olurdu. Çantanın ağırlığı konusunda bir fikir vermek için, içinde kar-
puzlann da eksik olmadığını söylemem gerekiyor. Bilindiği gibi en iyi karpuzlar büyük olanlardır.
Komşularımızdan bazıları akşamlan babalannı karşılamalan ve çantayı almalan için çocuklannı yollarlardı. Annem ve teyzelerim doğal olarak böyle bir şeye izin vermezlerdi, böylece paçayı kurtanyordum.
Lîmonluklar’dakİ Çeteler
O zamanlar Sakızlılann semti yasalara uyardı. Fakat bu semte faaliyete geçen üç çete devamlı olarak kavga ederdi. Bu kavgalara tahmin edileceği gibi Sakızlılar karışmazdı. Bu çetelerin ikisi sultanın tebaasıydı, üçüncüsü ise Türklerin koruduğu sokak köpekleriydi. İnsan çeteleri ise Kürt hamallar ve Laz kayıkçılardı. Bu çeteler Limonluklar’ı ve çevre semtlerini bölgelere ayırmışlardı. Bir takım diğerinin bölgesine girdi mi kıyametler kopardı.
Kürt Hamallar
Yedi tepeli İstanbul’un düzensiz, taşlarla döşenmiş inişli çıkışlı yollarına arabalar pek giremiyordu. Bu yüzden, taşımacılık Kürt hamallann sırtında yapılırdı. Kürtler iri yapılı olduklanndan bu meslekte başarılı oluyorlardı.
Günlük yaşamımızda Kürtlere “Kuros” derdik. Kürtler Müslüman olmalanna rağmen fazla dindar değildi ve Türklerle de yakınlıklan yoktu.
Ksenofon Kürtlerden bahsederken, doğu ve batı yollarının üstünde (Mezopotamya) oldukları için onları egemenlikleri altına almaya kalkanlara karşı onurlu ve dik kafalı davrandıklarını yazıyordu.
Kürtler, aşağılatıcı hamallık mesleğini itibarla yaparlardı. Eğitildikleri zaman çok başanlıydılar. Türk yönetiminde ve diplomatik görevlerde de sivriliyorlardı. Kürt lisanının dört lehçesi vardı ama yazımı yoktu. Aynı yeri pay-laştıklan için köklü çatışmalanna rağmen Türkçe ve Ermenice yazarlardı.
İstanbul’daki Kürt hamallar mağazalann üstündeki odalarda toplu olarak komün hayatı yaşıyorlardı. Demokratik bir yöntemle seçtikleri bir reisleri vardı. Dükkânımızda çalışan bu Kürtlerin yaşadıklan yer hemen köşemizde olduğu için onlan rahatlıkla izleyebiliyordum. Bu yüzden onlar ve karakterleri konusunda birçok şey söyleyebilirim. Herhalde dans eden ilkel insanları görüp, içten gelen hareketlerindeki canlılığa, heyecanlanna ve savaş
ritimleri içeren türkülerine hayran olmuşsunuzdur. Ama İstanbul’daki Kürtlerin reislerini mendili fesinde, türkü söyleyerek halay çekerken görmemişseniz çok şey kaçırdınız. Bunu görmeye çalışmanızı öneririm. Bunun için bugünlerde tehlikeli olan Kürdistan’a gitmeniz gerekmiyor!
İstanbul yakındır, hamallar hâlâ orada ise merakınız tatmin olur. (Taşımacılıktaki makineleşme belki oradaki hamalları işini kısıtlamış olabilir. Özerkliklerine kavuşmaya çalıştıkları için özellikle bugünlerde kovalanmış olabilirler.)
Kürt dansında geçen bir konuşmanın örneğini veriyorum:
Reis: Ben bu Beyoğlu’nu yıkarım!
Halaycılar: Yıkma Reis, yıkma Reis.
Reis: Hem yıkarım, hem yaparım!
Halaycılar: Yıkma Reis, yıkma Reis.
Ve bu arada tavana kadar sıçramalar tam bir yiğitlik gösterisi!
Bunları panayırlarında yaparlardı. Diğer günler, kuvvetli bir insanın dürüst de olabileceğini ispat edercesine, sessizce tüccarların işlerini yürütüyorlardı. (...)
Kürt Hamalin Araçlari
Kürtlerin İstanbul’da hamallık mesleğini onurlu bir şekilde yaptıklarını söylemiştik. Zor ve başarılamaz olduğu için bu meslek itibara layık bir mesleğe dönüştü. Geçici hamallar da vardı; bunlar Musevi hamallardı. Biz onlara başka gözle bakıyorduk.
Kürt hamallar çalışırken Atina ve Yunanistan’da bilinmeyen iki araç kullanıyorlardı: semer ve küfe. Bunları tarif edeyim.
Semer ve Küfe
Semer, iskeleti ağaçtan yapılmış deri kaplı bir sırt yastığıdır. Genişliği yaklaşık 45 santimdir. İki askıyla ceket gibi giyilir, hamal yükün altında biraz eğilince semerin alt kısmı beline otururdu. Herhangi bir biçim ve cinsteki eşyalar bu yatay yüzey üzerinde yerleştirilirdi.
Küfe ise 90 santim çapında ve 100 santim yüksekliğinde, üstü açık, silindir biçiminde bir sepetti. Küfenin de iki askısı vardı ve o da sırta asılırdı.
Bu iki araç hamalın hareketlerini engellemeden bir rahatlık veriyordu ve bu sayede o kötü yollarda korkunç mesafeleri kat edebiliyorlardı.
Hamallara Sosyal Yardim
İşlerini kolaylaştıran bu iki araçtan başka, Kuran’ın hayır yapanlara cennetin kapılarını açması onlara başka kolaylıklar da sağlıyordu. Çünkü hayır işlerinin başında çeşme yaptırmak gelirdi. Bu çeşmeler Türk semtlerinde daha çoktu. Çeşmelerin suyu ya devamlı akardı ya da bakır bir musluğu vardı. Yan taraflarında da, geçenler içebilsin diye bakır bir tas bulunurdu. Çeşmeler hamallar için özel bir kolaylık sağlıyordu: Hamallar sırtlarındaki yükleri indirmeden çeşmenin yanındaki mermer veya taş masalara dayanabiliyorlardı. Yükleri indirip yüklemek ikinci bir şahsı gerektiren bir meseleydi, hamallar yerlerine varıncaya kadar bunu yapmak istemezlerdi.
Hamal, yük sırtındayken mermer masaya dayanır, oradan geçen iyi bir Müslüman da, sevap için, zincirle bağlı tasa su doldurup ona verirdi.
Hamalların toplu halde çalıştıklarını da belirtmeliyim. Tüccann, bakkaldan aldıklarını uzak bir semtteki kendi dükkânına taşımak için birçok hamala ihtiyacı olurdu. Bu yüzden her çeşmenin etrafında, susayan hamallar için birçok taş masa ve taslar bulunurdu.
İstanbul’un hamalları için çok şey söyledim. Fakat hamallar, şairin dediği gibi Payitaht’ın üç niteliğinden biriydi: çamur, köpekler ve hamallar.
Laz KAYIKÇILAR
Şiirde kayıkçılardan bahsedilmiyor; bunun sebebi herhalde hamallar kadar çok olmamaları. Korkunç Karadeniz’de pişen Lazlar gerçek deniz kurtlarıydı. Müşteri beklerken kayıktan kayığa sakin konuşurken birden bir kedi esnekliğiyle meslektaşının kayığına atlayıp elde bıçak, sorunu hallederlerdi.
Kayıklannı dükkânımızın arka tarafındaki iskele meydanına yanaş-tırırlardı. Sakızlılarla hiçbir ilişkileri yoktu.
Laz kelimesi “Ellas zf’ (Yunanistan yaşıyor) ibaresinden kaynaklanıyor derler. Mamafih Pontusluların karakteri Türk hemşerilerinkine katiyen benzemiyor.
İstanbul’un Köpekleri
Köpekler İstanbul’daki yaşamın bir parçasıydı. Onlara dokunmaya kimse cesaret edemezdi. İstanbul’un dar sokaklannın ortasında boylu boyunca yattıktan zaman, yolu açmak için bile olsa kimse onlan itmezdi. Bizi gezmeye götüren arabacıyı hatırlanm. Yolu açmak için, arabasından inip yolun ortasında yatan köpeği özenle kuyruğundan tutarak biraz yana çekmişti. Pera’nın en büyük oteli olan Pera Palas’ın arkasında devamlı bulunan ve günlük karavanayı bekleyen köpek ordusunu da hatırlıyorum.
Söylentiye göre bu köpekler Turan ordularını Orta Asya’dan Viya-na’ya kadar izleyen köpeklerin soyundan geliyordu. Ordunun artıklan ile besleniyorlardı. Bu yüzden eski Türklere göre -onları tarihlerinden bir parça olarak saydıklarından- dokunulmazlıkları vardı, onları beslemek de sevaptı. Türkler sert ve vahşi savaşçılar olmalarına rağmen, onlan izleyen köpekler insanlara o kadar alışmıştı ki, uygarlaşmışlardı. İstanbul halkı da kimseye dokunmadıktan için onlan severdi.
Hiçbir köpek bir çocuk ısırmadı, hiçbir kuduz vakası da duyulmamıştı. İstanbul’da binlerce köpek vardı; atlar, eşekler, arabaları çeken öküzler, yıllık kömürü getiren develer gibi diğer canlılarla da düzen içinde yaşarlardı. Hiçbir köpek havlayıp da bir başka hayvanı ısırmış değildi.
Köpekler insanlara ve diğer hayvanlarla uygar davranmalanna rağmen kendi aralarında öyle değillerdi! Bu açıdan kendi hemcinsleriyle devamlı kavga eden insanlara çok benzerlerdi. İstanbul’un köpeklerinin sıkı bir toplumsal düzeni ve disiplini vardı: Mahallelere ayrılmışlardı, her semtin de bir lideri olurdu. Bu kadar sıkı bir düzenin sonuçları insanlannkiyle aynıydı. Bir grubun köpeği sınırı geçip diğer semte geçmeye kalktı mı, korkunç bir köpek kavgası çıkıyordu. Bu kavga ancak köpeğin öldürülmesi veya yerine dönmesiyle biterdi. Limonluklar ve diğer pazarlarda da köpek sürüleri vardı. Bu dar yerlerde onların varlığı biraz rahatsız ediciydi.
* Sonunda Jön Türkler köpekleri toplayıp İstanbul’un Hayırsız Ada’sına götürmeye karar verdiler. O zamanlar çok küçük, dört-beş yaşla-nndaydım, ama köpeklerle ilgili o acı olayları çok iyi hatırlıyorum. Görevli Çingeneyi maşasıyla köpek toplarken görmüştüm. Onları üst üste bir arabada bulunan tahta kafeslere itiyordu. Yakalanmadan evvel bile arkadaşlarına acıyarak bakıyor, kaderlerini kabul ederek maşa ile boyunlarından yakalanmayı bekliyorlardı.
Bizimkileri (Rumlan) tartışırken duymuştum, Türk mahallelerinde Türklerin yaptığı gibi köpeklere yardım etmeli miydiler? Nasıl olsa sonunda sultan kazanacaktı, Türkler de Rumları kendi mahallelerindeki köpeklere yardım etmedikleri için affetmeyeceklerdi.
Bazıları da, Jön Türklerin bu yaptıklarıyla Türkiye’yi batıracaklarını söylüyordu. Biz reayalar karışmamalıymışız, onlar eski Türklerle kapışmalıymış.
Hürriyet, adalet... Bunlar masal; sonunda bizim başımız belaya girecekti. Böyle de oldu!
Manİo Teyzemin Locasindan
Arada sırada babamın Limonluklar’daki evinde kalıyordum. Babamın iki kız kardeşi bir de teyzesi vardı. Üçü de hiç evlenmemişti. Bu yaşla-nnda bir çocukla beraber olmak onlan çok sevindiriyordu. Bu benim de hoşuma gidiyordu. Diğer ilginç şeylerden başka, Manio teyzemin penceresine kurulup Haliç’teki faaliyeti izleyebiliyordum.
Bu pencereden, iki köprü arasındaki havuzun sahilleri ile geceleri fenerleri, gündüzleri ise sepetleriyle İstanbul yangınlannı haber veren Galata Kulesi de görünüyordu.
Güney sahilinin ortasında, kürekli kayıklann gidemediği, uzak limanlara götürecekleri malları yükleyen eski teknelerle birlikte, Unkapanı Köprüsü de boylu boyunca görülüyordu.
İnanılmaz bir şey daha görmek mümkündü: Donanmanın, gece karanlığında gizlenen olağandışı hareketleri. Neler, neler... Bunları daha ayrıntılı anlatmalıyım.
İstanbul’da Bİrİncİ Dünya Savaşi
1914-1918 savaşında geceleri karartma vardı. Müttefiklerin uçaklan arada sırada İstanbul’a gelip casusluk yapıyor, bazen de bomba atıyordu. Köprüleri ve askeri deniz üssü olan tersaneyi bombalamalarından çekiniyorduk. Fakat böyle bir şey olmadı, o zamanlar az uçak vardı ve bombalarla uzun mesafelere gidemiyorlardı. Buna rağmen, söylediğim gibi, Haydarpaşa tren istasyonunu bombaladılar; İstanbul’da başka bir eylemleri olmadı.
Kuzeyden, Karadeniz’den rahatsız edici hiçbir hareket gelmiyordu. Rusların ciddi işleri vardı, Rumenler de harbe sonradan katılmışlardı.
Köprülerden Alişilmadik Bîr Şey Geçİyor
O karanlık gecede gördüğümüz şey tamamen alışılmışın dışındaydı. Karanlığın içinde Unkapanı Köprüsü açıldı ve dışarıdan kocaman, şekli belirsiz bir cisim geldi. O kadar genişti ki gemi olamazdı. Gördüğümüzün ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Birinci katta oturanları da çağırdık. Kimse sinsice gelen, dört römorkun düdük çalmadan çektiği bu koca şeyin ne olduğunu anlayamıyordu. Ertesi gün sır açığa çıktı.
Su çizgisinin altında yara almış bir destroyerdi bu. Batmamak için yanındaki gemilere yaslanıyordu. Bu yüzden de kocaman görünüyordu.
Söylentilere göre destroyer Müttefikler tarafından vurulmuş, batmaması için de İstanbul’daki savaş üssüne getirilmişti. Bunlar o zaman söylenmişti. Fakat şimdi onun Ege’deki hücumundan sonra boğazdan geçerken mayına çarpan Goben destroyeri olduğunu düşünüyorum.
Goben ve Breslau
Bu iki savaş gemisi 1914’ün Ağustos ayında Akdeniz’deki Alman filosuna aitti ve doğal olarak İngiliz filosu tarafından izleniyordu. İlk başlarda Almanya ile İngiltere arasında savaş ilan edilmemişti, ama bunun olması her an bekleniyordu.
Alman gemileri, taşkömürü bulma zorluklarına rağmen, onlara refakat eden General adlı Alman gemisinin sağladığı ikmal sayesinde ve süratli olduklarından dolayı İngilizlerden kaçabilmişti. Ege Denizi’ne varınca, Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Karadeniz’de Çarlık Rusya’sına
karşı eylem yapmak niyetindeydiler. Ege Denizi’nde Yunanistan, Alman dostu olan kralcı hükümet sayesinde onlara yardımcı olmuştu. (Anlatılanlara göre Alman sefiri gece yarısı başbakanın evine gidip yakıt ikmalini sağlamıştı.) Alman savaş gemileri bu sayede dost Türkiye’ye sığınabildi. Bu sığınmaya karşılık Almanya iki gemiyi Türkiye’ye hediye etti, Türkiye de savaşa girdi.
Savaş sırasında iki gemi, Alman mürettebat ve Türk bayrağıyla Boğazlar etrafında faaliyet gösteriyordu. Breslau mayınla batırıldı, Goben de biraz evvel gördüğümüz gibi kurtarıldı. Savaş 1918 mütarekesi ile bitince Goben Türklerin elinde kaldı. Eskiyip hizmet dışı kalıncaya kadar birçok kez bu gemi ile bizi tehdit ettiler.
Goben’e Türkler Yavuz Sultan Selim adını vermişlerdi. General adlı gemi, Unkapanı Köprüsü’nün Azapkapı tarafında savaş boyunca Alman bayrağıyla bağlı kalmıştı. Haliç’te de kardeş gemisi olan Gorgovado'yu görürdüm.. General gemisi subay kulübü olarak kullanılıyordu.
Skorpİon
Unkapanı Köprüsü’nün kuzey ucunda demirlemiş olan İstanbul’daki Amerikan Sefareti’nin yatı benim için çok çekici bir ciciydi (oyuncaklara böyle derdik). İki direği, san bacası ile bembeyazdı, pruva ve pupasında ince bir çizgi vardı. Biz Rumlar bile onu Almanlara ve Avusturya, Türkiye gibi müttefiklerine karşı bir direniş simgesi gibi görürdük. Karartma emrine rağmen Skorpion bütün gece ışıl ışıldı. Bu ciciyi pencereden seyrederken çok zevk alıyordum.
O zamanlar Amerika Birleşik Devletleri’ni hepimiz severdik, onlan demokrasinin öncüleri olarak görürdük. Zamanla yaşanacak gelişmeleri nereden bilebilirdik ki?
İSTANBUL’DAKİ SEFARETLERİN YATLARI
İstanbul, coğrafi konumu yüzünden büyük ve küçük güçlerin ilgisini çekerdi. Bütün ülkelerin sefaret ve konsolosluk binaları görkemliydi. Sefirlerin kullanımı için yazlıklar ve lüks yatlar bulunurdu. Çulsuz Yunanistan’ın bile yazlığı vardı.
MARTILAR VE FELSEFE
Bu pencereden başka bir gösteri de görmüştüm. Vahşi bir savaş gösterisiydi, ama insanlar arasında değildi. Başrolü her limanda bulunan martılar oynuyordu. İstanbul’a genellikle Karadeniz kıyılarından yumurta getirtiliyordu. Bu yumurtalar 250x70x20 cm’lik ot dolu kasalarda taşınıyordu. Her kasada 1000 yumurta vardı. O gün gelen bazı yumurtalar bozuk çıktığından denize attılar. Bunu gören martılar hızla saldırdı. Binlerce yumurta vardı, hepsine yeterdi. Fakat kıskançlık içgüdüsüyle ilk yumurtayı kapana şiddetle saldırıyorlardı. Bu görüntü, eğlencesinden başka, bir de felsefe dersi veriyordu. Bak hele!
İnsandan başka yaratıklar da hemcinslerinin başarısını çekemiyordu. Bu her yerde geçerli bir doğa kanunudur. Martılar, insanlar ve diğer yaratıklar bu kanuna tabidir.
Halİç’te Firtina!
Haliç çok korunmuş bir körfez olduğundan, bu başlığa ünlem işareti koyuyorum. Böyle bir şeyi kayıkta veya vapurda değilken, emin bir yerden seyretmem büyük bir şans. Bu gösterinin tadını gene locamda çıkardım. Muhteşem dahi olsa bir felaketin tadı çıkartılır mı? Gerçekten de muhteşemdi. Küçük büyük, yelkenli kürekli, buharlı bağlı, batırılmış veya hareket halinde olan her şeyin bir mermiye dönüşüp korkunç bir hızla birbirlerine veya sahile vurmasını görmek alışılmış bir şey değildi. Sahildeki binalarda meydana gelen hasarların onarılması yıllar alabilirdi.
Çapalar ve kalın halatlar hiçbir şeyi engelleyemedi. Her şey aklın alamayacağı bir süratle söküldü, boşaldı, koyuverildi. Beni en çok etkileyen, bir mavnanın iskelemize çarpmasıydı. Büyüklerimizin sahilde ve teknede bulunanların bu felaketi nasıl karşıladıklarını bilemeyeceğim. Beni pencereden hemen içeri çekmelerine rağmen, çocuk kalbim gördüklerimle epey sarsılmıştı. Yeditepe’nin (İstanbul) ve Pera’nın tepeleri doğudan batıya doğru olduklarından, kuzey rüzgârını keserler, bu yüzden Haliç genellikle sakindir. Böyle bir olay yarım asırda bir oluyormuş. Haliç yirmili yıllarda da donmuş. Ama ben artık orada değildim, göremedim.
Mavnalar ve Mavnacilar
Manio teyzemin loca-penceresinden gördüğüm Haliç’in karşı sahilinde demir atmış, müşteri bekleyen mavnalar vardı. Savaş sırasında limandaki hareket biraz sınırlıydı.
Bu mavnalar bana büyük bağışlar yapan ve mavnalardan zenginleşen Evyenios Evyenidis’i hatırlatıyordu. Evyenidis, Atina’da “EVYE Keresteleri” adlı şirketi ile tanınmıştır.
Bir de büyük bağışlar yapan Evstathios Evyenidis’i de hatırlatıyorum. Atina onu pek tanımaz, ama İstanbul’da Pera’da ve Aya Triada bahçesinde yaptığı imaretlerle ünlüydü.
Evyenios Evyenİdîs, 1882-1954
1918 mütarekesinde İstanbul’da ticaret kıpırdamaya başladı, İstanbul’un mavnaları taşımacılık için yetersiz kaldı. Hemşerimiz Evyenios Evyenidis 24 mavna hazırlayarak eksikleri karşıladı ve mavnalarını alfabenin harflerine göre adlandırdı.
Evyenidis’in mavnaları değişikti. Dörtgene yakın bir şekilleri olduğundan, daha çok yük alabiliyorlardı. Evyenidis’in bir tersane yaptığı da söyleniyor. Bu tersanede Boğaz ve Haliç’teki mavnalarını çekecek bir römorkör de yapmıştı.
Evyenios Evyenİdİs’İn Çalişma Yöntemi
Bu başarılı işadamın çalışma yönteminden de söz etmek isterim. Evyenios, evleri ve yazıhanelerinde dolaşırken aklına bir şey geldi mi, her tarafta, hatta tuvaletlerde bile bulunan bloknot ve kalemle yapılacak işi not ederdi. Bu notlara, işi yaparken gerekecek yöntemleri de eklerdi.
Yanında çalışanlar daha sonra onu rahatsız etmeden yazdıklarını uygulamak zorundaydı. Arkadan, İngiliz sekreteri, gelip bloknotun sayfalarını kopararak yapılan işlere nezaret ederdi.
Böylece Evyenios daha ciddi sorunlarla uğraşabiliyordu; aslında harika bir yöntem! Herhalde siz de aynı fikirdesiniz. Tabii bu işlerle uğraşmak için İngiliz bir sekreter ve Evyenidis’in imkânları gerekiyor... Başka bir şey lazım değil.
EVYENİOSLARIN ARASINDAKİ SORUN
Bir ara Evyenios Evyenidis’e kendisiyle aynı soyadını taşıyan Evstat-hios ile akrabalığını sordum, şaşırarak kızdı ve onu “toplumun yüz karası” diye nitelendirdi. Aralarında ne geçtiğini bilemeyeceğim, ama bence aynı soyadını taşımalarına rağmen Evstathios’un İstanbul’da daha tanınmış olması Evyenios’u kızdınyordu; bana Karagöz oynatanla akrabalığımı sorduklarında kızdığım gibi. [... ]
UnKAPANI-AzAPKAPI ARASINDAKİ ESKİ KÖPRÜ
O sıralarda çok kötü durumda olan eski köprüyü pek kullanmazdık. Sandal veya vapurla Fener’den Kasımpaşa’ya geçerek oradan Pera’ya çıkmak daha kolay geliyordu. Pera’da alışverişlerimizi yapar, görülmeye değer şeyleri ve dünyayı takip ederdik.
Eski köprüden geçişin yayalara yasaklandığı zamanı hatırlanm. Bir arkadaşımla yasağa rağmen geçmiştik. Geçerken esen rüzgârdan, yalnızlıktan ve yıpranmış kirişler arasından gördüğümüz, aşağıdan geçen vapurların dumanından çok ürkmüştük.
Haliç körfezini eski köprünün üzerinden geçince, manzara devamlı değişiyordu. Buradan bakıldığında Haliç’in Hasköy ve Eyüp’e kadar uzanan daha büyük bir bölümü izlenebiliyordu. Tersane bu bölümde bulunduğu için burada birçok gemi vardı. 1920’de Yunan donanmasının imparatorluk havuzuna alınmayı bekleyen Sfendoni adındaki destroyerini gördüğümde içim sızlamıştı. Tersanenin yanında güzel bahçeli Bahriye Nezareti vardı. Bu güzel bahçe ve konak ile vapur iskelesi arasında, Tatavla ve Pera semtlerinin lağımlarının aktığı üstü örtülü dere vardı.
Yİrmİ İdam
Babamın başından geçen bir olayı bugün gibi hatırlıyorum.
Babam bir sabah evden neredeyse karanlıkta ayrıldıktan bir süre sonra geri geldi. Böyle bir şey olamazdı; babam hep bir an önce dükkânına gitmek isterdi.
Babam Limonluklar’a doğru yayan giderken, Türklerin oturduğu Un-kapanı meydamndan geçmişti. Orada, meydanın ağaçlannda hükümetin
idam ettiği 20 insan üzüm salkımı gibi asılmış duruyordu. Kimdi bunlar? Bunu hiç düşünmedi. O kadar sarsılmıştı ki kendine gelmek için evine döndü!
Vezirlerin bile asıldığı İstanbul için bu pek alışılmamış bir şey değildi. Bu gibi olaylar ibret olsun diye Türklerin semtlerinde (gâvurlan adam yerine koymazlardı) gerçekleşirdi. Ama eski köprünün güney ucunda bulunan Unkapanı’ndan Türk olmayan birçok kişi de geçerdi. Bu belki de, boyunduruk altında olan halkların Türklerle aynı şekilde yola getirilmesi ile ilgilidir.
Cİbalİ, Ayakapi
Unkapanı’ndan Fener’e doğru giderken, Haliç’in güney sahiline paralel yol tamamen Rum mahallesi olan Cibali’den geçiyordu. Burada gelişmiş bir toplum ve birçok önemli yapı vardı. Bu yapıların çoğu, Haliç'i güzelleştirme çalışmalarıyla birlikte ortadan yok olmuştur.
Aynı bölgede özel bir şirkete devredilen Tekel’in tütünlerini hazırlayan Reji fabrikaları bulunurdu. Buralarda Balat’ta yaşayan Musevi kızlar çalışırdı. İşe gidip gelirken Fener’den geçtiklerinde gençleri ve ihtiyarları heyecanlandırırlardı.
Bu yolun üzerinde Bizans zamanından ve daha sonraki dönemlerden kalan, Venedik sefareti gibi değerli binalar vardı. Bu binalar koru-nabildi mi, yoksa fanatizm, ilgisizlik ya da bilgisizlik onları da yok etti mi bilemiyorum.
Cibali ve Ayakapi sahillerine bağlanmış eski tekneler burada çürüyordu. Bu teknelerin altlarının midye ile kaplanması ilgimi çekmişti.
Her Şey Boş...
Bir Fransız denizaltısının torpillediği Bithinia adlı gemi, 1915’te Cibali sahiline getirilip bağlanmıştı.
Su çizgisinin altındaki yara yamanarak tamir edilmeye başlanmıştı. Uzun süren ama eğitici olan bu tamiri seyre gidiyordum.
Sonunda tamir bitti ve gemi Almanlar için faaliyetine devam etmeye gitti; mütareke sırasında da Müttefikler tarafından ele geçirilerek yine İstanbul’a geldi. O zaman torpil yarasını tamir için sarf edilen emeğin boşuna olduğunu anladım.
Resim 9. 19. yüzyıl sonunda Haliç’te tekneler.
Fotoğraf: Sebah-Joaillier (Alman Arkeoloji Enstitüsü, İstanbul, neg. no. 35.180)
Hatta bunu daha da genelleştirdim: İnsanların bütün çabaları bo-şunaydı. [... ]
Îyİ Bîr Yeniçeri
Rumlann 1821’den evvelki hayatı hakkında fikir veren şimdi anlatacağım olay Ayakapı’da olmuştur. Bunu bizimle oturan ve elimizde ölen babamın teyzesi anlatmıştı. Bu olay karısı ile Ayakapı'dan geçen dedesinin başına gelmişti.
Orada pis su ile dolu bir hendeğin önünde bir yeniçeri oturuyordu. Büyük dedeme pisliği temizlemesini emretti. Bu işi bir fakire yaptırmasını söyleyip kendisine bir bahşiş vereceğini umuyordu. Ama dede tersanede çalışıyordu; üstelik önemli de bir rütbesi vardı. Yeniçeriye bahşiş vermek yerine pelerinini açıp rütbesini gösterdi. Bunun üzerine yeniçeri selam verip geçmelerine izin verdi. Bu yeniçeri iyi bir adamdı, ama böyle iyi yeniçeriler az bulunuyordu. Bu yüzden Sultan Mahmut 1826’da imparatorluğu yeniçerilerden arındırdı.
Resim 10. Fener'de Kudüs Patrikliği’ne ait yapılar (Metohion), 1930.
Fotoğraf: Alman Arkeoloji Enstitüsü, İstanbul, neg. no. 10.896
MAHALLEMDE HAYAT
Fener
Benim zamanında, yani 1920’deki Fener neydi, bugün, 1988’de ne hale geldi? Fener o zamanlar her Rum veya yabana Ortodoks için veya her-hangi bir turist için Aya Sofya kadar önemli bir merkezdi. Bu önem bugün de devam ediyor. Hıristiyanlar için Roma’nın dengiydi, hâlâ da öyle. Türklerin nazarında Yunanistan’a şantaj yapmaya yarayan bir unsurdu, yine öyle. 1920’li yıllarda halkının yüksek uygarlığı ile örnek olmuş yüzde yüz Rum bir semti. Bugün Anadolu’dan gelenlerin oturduğu yoksul bir semt.
Fener, orada doğanlar ve yaşamış olanlar için yeryüzünün merkezi olmaya devam ediyor.
FENERLİLER İÇİN HALİÇ
Fener’de kalan bizler için Haliç sahilleri nefes aldığımız, dinlendiğimiz yerlerdi. Çoluk çocuk sahile, Fener meydanına gelir, evden getirdiğimiz taburelere oturup çekirdeklerimizi yerdik. Bu arada Haliç’teki hareketi ve meydandaki gelin pazarını seyrederdik. Buna "keyif’ derdik! Patrikhane Fener’in merkeziydi. 1920’lerde etrafında bir sürü Rum semti vardı: Muhlio, Antifoniti, Ksiloporta, Balino, Petri, Cibali...
Her semtin İstanbul’da ve bütün Türkiye’de olduğu gibi kilisesi, sosyal düzeni, okulları, kulüpleri vardı. Bunlardan başka, Fener Rum Lisesi ve Muhlio ile Maraşlı gibi ünlü okullan da vardı. Bulgar Ortodoks kilisesinin temsilcisi gibi manastır temsilcileri burada yaşardı. Fatih Sultan Mehmed, Fener’i Rumlara bırakmıştı; ama Fener’in görkemi patrikhanenin 1602’de buraya taşınmasıyla başladı.
Fener’de Bîr Gezinti
1920’lerin Fener’ini hayal edebilmek için Vapur iskelesinden hareket ederek her on dakikada bir çıkan kalabalığı takip edelim, [bkz. s. 74, Harita 2; Pervititch’in 1929 tarihli sigorta haritası.] Bu kalabalığın içinde dünyanın dört bir yanından patriğin elini öpmeye gelenler vardır.
Harita 2.1929 tarihli
Pervititch sigorta haritasında Fener İskelesi ve çevresi.
Vapur iskelesinin yolu dört köşe taşlarla döşenmişti. Bu yol patrikhaneye kadar gidip orada bitiyordu. Orada Fener’in iki önemli yolu başlardı: Fener’in alt [Pervititich’te Abdülezel Paşa-Mürsel Paşa Caddeleri] ve üst yolu [Yıldırım Caddesi-Sadrazam Ali Paşa Caddesi]. Bunların ikisi de Ha-liç’in güney sahiline paralel olarak uzanırdı. Bu yolların Fener’in ve İstanbul’un diğer yollan gibi adlan vardı. Bu adlar Arap harfleri ile yazılı olduk-lanndan okuyamıyor, bu yüzden de onlan kendi aramızda adlandırıyorduk.
Fener’in bu ana yolları sağ yandan Haliç’in içlerine, sol yandan da şehrin merkezine doğru gidiyordu.
Üst yolun sağ kolundan yola dikey iki yol ayrılıyordu. Biri, hocalan çok yoran merdivenlerle Rum Lisesi’ne [Sancaktar Yokuşu], diğeri de Muhlio ve
Resim 11. Fener’in “üstyolu”(Yıldırım Caddesi-Sadrazam Ali Paşa Caddesi). Patrikhane’den Balat yönüne bakış. Fotoğraf: Füsun Kiper, 2004.
Antifoniti semtleri ile Çarşamba ve Fatih Türk semtlerine kadar gidiyordu [bkz. Harita 4, s. 112; Pervititch'in 1929 tarihli sigorta haritasında Kiremitçi Sokağı].
Fener’in alt yolunda iki katlı, üstü taraçalı atla çekilen otobüsler çalışırdı. Bunlar 1926’da Atina’da görülen (benzinle çalışan) otobüslere benziyordu.
İstanbul’un bu atlı otobüsleri fazla dayanmadı, belki kaygan kaldırım taşları yüzünden, belki de Haliç Vapur Şirketi rekabet istemediğinden ortadan kalktılar.
Kîl Burnu
Vapur iskelesini arkamıza alınca, sağ tarafta “Kil Burnu” yer alıyordu. Bizans zamanında orada bir fener varmış, herhalde Fener adı oradan kalmıştır. Bazılarına göre de Fener adı “Fena Yer”den gelmiştir. Fener’in kötü tarafını ben göremiyorum.
Bizans zamanında Blaherna Sarayı’na gitmek için fenerli iskeleden indirmiş. Benim zamanımda vapur iskelesi ilk katında Haliç sularına uzanan, üstüne masalar konan tahta iskeleli gazinosuyla iki kath görkemli bir konaktı. Birahane ile kahvehane karışımı olan bu yere gazino derdik [bkz. Harita 2, s. 74; Casino Fener]. Haliç vapurunun yaptığı dalgalar, kirişler arasından sıçrayarak arada sırada müşterilerin ayaklarını ıslatırdı.
1920’lerde Kızıllar tarafından yenilen Vrangel ordusunun kalıntılarından olan bir Rus aristokrat bu gazinonun orkestrasına alınmıştı; keman çalışını asla unutamayız.
O sıralarda kazandıklarını nasıl yiyeceklerini bilmeyen savaş karaborsacıları her gece Kil Burnu’na gelip ailece eğleniyorlardı.
Binanın ilk katında Rum “Mnimosini Kulübü” bulunurdu. Buraya Fener’in sosyetesi gelirdi. 1918’de vapur iskelesinin yolu üzerinde bulunan Mnimosini’nin balkonunda mavi beyaz bir bayrağın dalgalandığını şaşkınlıkla gördük. Aynı sırada kulübün mavi beyaz tabelası da asıldı. Savaş yıllarında böyle bir tabela yoktu. Müttefikler gelmeden 15 gün evvel kulüp tarafından verilen bu işaret, Fener semtinin Yunan bayraklarıyla donatılmasına yol açtı.
Son olarak, eski kulübün anısına, Atina’da “Mnimosini” derneği kuruldu. Başkanı Bay Mavromatis’tir.
Devlet İtfaîyesİ
Beklemediğimiz bir sırada, Kil Burnu’nun yanında ilk devlet itfaiyesini barındıran bir çardak kuruldu! Bundan evvel İstanbul’da sık sık görünen yangınlarla tulumbacılar ilgilenirdi. İlerde, hak ettikleri için tulumbacıları ayrıntılı olarak yazıyorum.
Fener’deki Rumlar acınacak halde olan devletin yangınları söndürecek düzeye erişeceğine inanmıyordu.
Bu itfaiye birliğinin atlarla çekilen birkaç taşıtı vardı. Bazılannda elle çalışan tulumbaları, yardımcı taşıt olarak kullanılan diğerlerinde hortumları, kovalan, merdiven ve diğer aletleri taşıyorlardı. Su taşıyan tankerler hatırlamıyorum. Yangın olduğu yerde su bulunmadığı takdirde sonuç felaketti.
Bu askeri itfaiye birliği oldukça tecrübeliydi.
Onları iş başında pek göremedik. Fener’deki büyük yangından sonra evler taştan inşa edildiğinden yangınlar da seyrekleşmişti.
Her neyse... İtfaiye, civardaki tahta evli Türk semtlerindeki yangınları söndürmek için büyük bir gürültüyle hareket ederdi. Yangın mahalline vardığında ise ya su eksikliğinden ya da tulumbacıların oraya daha evvel varmış olmalarından dolayı pek işe yaramıyordu...
HIMBILLAR
Kil Burnu’nun yanında itfaiye tesislerinde talim yapan acemi erlerin itfaiyeye mi yoksa başka bir birliğe mi bağlı olduklarını o zaman anlayamamıştım, şimdi de bilmiyorum.
İptidai bir durumda oldukları için onlara hımbıl diyorduk. İtfaiye erlerini eğiten zabit onlara sağ ile solu öğretirken, bunu kavrayamamakta direnenleri herkesin içinde dövüyordu.
Patrikhanenin yakınında olan bu mesele bize Hıristiyan merkezinin aleyhine yapılan bir gösteri gibi geliyordu. Subaylar tarafından kötü muamele gören askerleri görmek, bizimkilere askerlik yapmadan Yunanistan’a kaçma fikrini veriyordu.
MÜLTECİ Kadinin Şalvari
Talim yerinden sonra, Fener Karakolu’nun karşısında 3x3 m boyutlarda bir gümrük kulübesi vardı. Hep kapalı gördüğüm için ne işe yaradığını pek anlamazdım.
Bu kulübenin işe yaradığını gösteren bir olay anlatacağım: Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul’da gıda maddeleri zor bulunuyordu. Bu konuda en büyük sıkıntıyı ise savaş ve Trakya depremi nedeniyle İstanbul’a gelen muhacirler çekiyordu.
Fener’de devlete ait bir barakada Rum muhacir kadınlar mısırlan saplanndan ayırıyorlardı. Pontus sahillerinden gelen bu kadınlar, ayak bileklerinden bağlı şişkin şalvarlar giyiyorlardı. Gözcüler, işçilerden birinin şalvarının içine mısır sakladığını fark etmiş ve muayene için onu gümrük kulübesine sürüklemişlerdi. Bütün çalışma arkadaşları da kulübenin etrafını sarmış, işçinin serbest bırakılması için bağırıyorlardı.
Ben onları seyredip eğlenirken yaşlı bir kadın kolumdan çekip olan-lan sordu. Yanıt vermeye fırsat kalmadan yanımda duran bir serseri (Fe-ner’de de serseriler vardı) terbiyesizce bilgi verdi:
-Yok bir şey nine, bir kadın sıçtı da onu temizliyorlar.
Fenerli nine gencin terbiyesizliğine çok şaşırdı. Doğrusunu söyleyeyim, ben de rahatsız olmuştum.
Efimitsa teyzem de, bunları ona utanarak anlattığımda çok şaşırmış, beni azarlayarak “Böyle kelimeler ağza alınmaz” demişti. Uzun bir süre bu sözleri dinledim. Serserinin sözlerindeki ikinci anlamı aradan yıllar geçtikten sonra anlamış ve gülmeye başlamıştım, hâlâ da saflığımıza gülüyorum. Nihayet bu saflıktan anndım, olayı anlatmakla kalmadım, üstelik yazdım!
Berberim ve Enver Paşa
Anlaşılan hiçbirimiz, tehlike ne olursa olsun hobilerimizden vazgeçemiyoruz.
Fener’deki berberim, savaş yüzünden Türk fanatizmi karşısında Rum varlığının bile tehlikeye girdiği bir devirde av tüfeği sahn alıp ava gitmekten çekinmiyordu.
Bu kahramanca hareket, berberimin yiğitliğinden değil düşüncesizliğinden kaynaklanıyordu. Bu yiğitliği kellesini kaybetmesine neden olmadı, ama kıçı ve ayağı epey zarar gördü. Başka bir avcı yaban domuzu sanarak onu vurmuştu. (Bunlar avda olağan vakalar.) Diğer avcı herhangi biri olsaydı önemli sayılmazdı. Aksi gibi falsolu tüfek atışı, Talat Paşa ile birlikte azınlıklann kaderini yöneten Enver Paşa’dan gelmişti.
Berberim bu yüzden sesini çıkarmadan tedavisini yaphrdı ve topallayarak işine döndü.
Enver Paşa tarafından avlanan berber Yaku’nun dükkânı vapur iskelesinin sağ tarafında, üst ve alt Fener yollan arasındaydı.
Alt yola gelmeden önce, masalarını kaldırıma çıkaran üç dört ahşap kıraathane bulunuyordu. En sondakinin çınar ağaçlı güzel bir bahçesi vardı. Oysa Fener’de yeşilliğe pek rastlanmazdı.
Bir hayli kalabalık olan papazlann cüppelerini diken terzinin dükkânı vapur iskelesinin diğer köşesindeydi. [... ]
Halîç’İn Beyaz Sandallari
Vapur iskelesini arkamıza alınca sol tarafta iki üç basamaklı bir kayık iskelesi vardı. Buraya yanaşan kar beyazı sandallar dolmuş gibi çalışıyor ve halkı 10 kuruşa Kasımpaşa’ya geçiriyordu. Kasımpaşa’daki sandal iskelesinden başlayan bir yokuş ise Pera Palas’a kavuşuyordu. Biraz daha ilerde, Pera Caddesi’nin merkezinde de İstanbul’un en ünlü mağazası olan Bonmarşe vardı.
Sandallara Haliç’te dolaşmak için binenler de olurdu. Bu gezinti esnasında geçen vapurların dalgalarıyla denize düşme tehlikesi vardı. Ama ne yapılabilirdi ki? Dinlenmek için Boğaz’a ve Adalara gidilemezdi; çok uzaktı. Fenerliler de Silahtar ve Kâğıthane’de geziniyorlardı.
Resim 12.1928’de Haliç’in “beyaz sandalları.”
Fotoğraf: Maynard Owen Williams, NGS Koleksiyonu
Sandallara altı kişi binebiliyordu. Küçük sandalları fazla yüklemek tehlikeli olduğundan, kayıkçılar bu sayıyı geçmemeye özen gösteriyordu.
Altı yolcunun ikisi arkada koltukta oturur gibiydi. Yanda oturanlar, biz çocukların hayran olduğu, altın püsküllü, kadife kaplı kanepelerde oturmalarına rağmen o kadar rahat değillerdi.
Sandalların güneşe karşı tenteleri de olurdu. Çoğunda iki kişi kürek çekerdi; bu kolay bir iş değildi. 1922’de mülteciler böyle sandalları Yunanistan’a da getirdiler. Bugün bir Atinah, Neo Faliro ve Saroniko sahillerinde bu sandallarla gezebilir. Ama havaya dikkat etmek gerekiyor; İstanbullu Attik’in dediği gibi: “Faliro Haliç değildir...”
Haliç'teki kayıkçıları hükümetin koruduğunu sanıyorum. Vapurlarla aralarındaki rekabete rağmen, şirketler atlı arabalara yaptıkları gibi kayıkçıları ortadan kaldıramadılar.
Fener Meydani
Sandalların bulunduğu merdivenler Fener meydanındaydı. Meydan dediğimiz bu yer 8 metreye 12 metrelik bir alandı. Bütün Fener halkı her gece bu meydanda toplanır, birbirine takılarak gezintiler yapardı, [bkz. s. 74, Harita 2; karakol ve çevresi]
Meydanı Rumlar dolduruyordu. İstanbullulardan Türk, Musevi veya Ermeni yoktu. Reji’de çalışan Musevi kızlar, akşamlan yorgun olduklanndan bir an evvel evlerine gidip dinlenmek istiyorlardı. Feraceli Türk hanımlan Çarşamba ve Fatih’teki haremlerinde saklanıyor, kendi semtlerinde bile görünmüyorlardı. Ermeni yoktu, Avrupalılar ise Pera’dan çıkmıyordu.
Karakol binası meydanın neredeyse tümünü kaplıyordu. Kalabalık nüfuslu Fener için bu alan epey küçüktü. Bu yüzden de meydanda toplanmak, birbirlerine sıkı sıkı sanlmış kızlarla, oğlanlarla itişip kakışmaktan ibaretti. Eğlence buydu.
Hidîvİn Yati ve Tersanenin Vİncî
Bu kalabalığa ben de katılıyordum. Bizimkilerle (evin hanımlan) her gece deniz havasını almak için meydana iniyorduk. Demir atmış bir tekne ile tersanedeki bir makine dikkatimi çekiyor, onlan hayranlıkla izliyordum.
Resim 13. Rumların 20. yüzyılın başında Fener meydanı dedikleri Fener Karakolu etrafındaki yeşil alan.
Fotoğraf: Serol Teber, 2004.
Haliç’in ortasında, tam Fener meydanımn karşısında demir atmış olan tekne, Mısır Hıdivi’nin -o zamanlar Mısır Türkiye’ye bağlıydı- muhteşem yatıydı. Boğazlar kapanınca Haliç’te kalıverdi.
Makine dediğim de tersanenin vinciydi. Büyük ağırlıklar kaldırmak için bir köprü ile birleşen iki gemi üzerinde kurulmuştu. Gördüğüm en büyük makine olduğu için ilgimi çekmişti. Çalışma yöntemi beni çok şaşırtıyordu; ancak teknik üniversiteye gidinceye kadar kafamda beliren soruları çözememiştim. O zamanlar sualleri soracak kimsem olmadığı için durmadan zavallı küçük kafamı yoruyordum.
Yat ise temizliği ve bize çok yabancı olan elektrik ışığıyla pırıl pınl parlıyordu. İki direkli bir tekneydi. Zorda kalınca buhar kullanılıyordu. Pruvasında bir deniz kızı vardı ve pupasının ince ucuyla eski teknelerin zarafetini taşıyordu.
Eski köprünün yanında yanaşmış Skorpion’dan aşağı kalan bir tarafı yoktu. Skorpion bağlandığı yer nedeniyle çok şey kaybediyordu. Hıdivin teknesi bütünüyle karşımdaydı, onu benimmiş gibi engelsiz seyredebiliyordum.
Güvertesindeki gösterişli salonlarını, teraslarındaki altın parmaklıkları, ambardaki havalandırma borularını, yüksekteki kaptan köşkünü, koyu lacivert renkli üniformaları ve kırmızı fesleri ile zenci tayfalarını görebiliyordum.
Özellikle iki tarafından sarkan sandallarını beğeniyordum. Hayranlığım, tayfaların alışveriş için kullandıkları zarif motorlu sandalı görünce doruğa çıkıyordu. Sandal gelince bütün çocuklar etrafında toplanıyorduk, geri döndüğünde ise kalbimizin bir parçasını da götürüyordu. Bunları gördükçe hiç olmazsa kaptan olabilmeyi düşlüyorduk.
Vapur İskelesi Yolunun SolTarafi
Dolmuş sandalların yanaştığı merdivenli iskelenin üst tarafındaki meydanda Fener’in başka bir gazinosu vardı: “Mitilini.” [Bu gazino Harita 2’de, karakolun solunda Cafeve Jardin du Cafe yazan bölgede olabilir.] Gazinonun yeri Kil Burnu’ndaki kadar iyi değildi.
Bu gazinonun bitişiğinde Naum adlı bir Bulgarin yoğurt imalathanesi vardı. O sıralarda İstanbul’da Bulgarlar ayıcılıktan başka yoğurtçuluk da yapıyorlardı.
Fener’in alt yolundan sonra birkaç önemsiz dükkân ve muhtarın konağını görüyorduk. Muhtar, Türk makamları ile Rumlar arasında aracılık yapıyordu. Muhtar konağının arkasında, zamanın kıtlığına karşın harika yiyecekler satan büyük bir bakkal dükkânı vardı. Patrikhanedekiler oradan alışveriş yaparlardı. Yol, patrikhanenin karşısındaki çam ağacı ile sona ererdi. Patrikhaneye gelen resmi arabalar bu çam ağacı yüzünden zor manevra yaparlardı.
Resim 14. 2004’te Fener Karakolu.
Fotoğraf Serol Teber.
Karakol
Biz Rumlar (rayiades)6 Jön Türklerin bize sunduğu eşitlik yanılsamasına rağmen (sonradan bu eşitlik diğer Müslümanlardan dahi esirgenerek sırf Türklere uygulandı) karakolu devletin bizi baskı altına alan bir aygıtı olarak gördüğümüzden, ondan uzak kalmaya çalışıyorduk.
Gerçeği söylemek gerekirse benim orada yaşadığım yıllarda (1906-1922), savaşa ve karmaşık duruma rağmen, Fener’deki polislerin adaletsiz davrandığı hiç duyulmamıştı. Bence devlet polis teşkilatından semtten ziyade patrikhaneyi izlemesini istiyordu.
Karakol, bakımlı bahçesiyle, iki katlı güzel bir binaydı. Bir ara bir tarafına elektrik idaresinin trafo istasyonu kuruldu.
-
6 Reaya -ed.n.
Kİrİako, Mahallenin Yaramazi
Karakola karşı duyduğumuz korku ve nefret, onu görmezden gelmemizle, hiçbirimizin bahçesinin armut dolu ağacından bir armut koparmak için elimizi uzatmayı bile düşünmememizle kanıtlanıyordu. Kiri-ako’dan başka hiçbirimiz!...
Semtimizin bu korkunç yaramazı inanın polislere yiyecek armut bırakmıyordu. Kovalamalanna rağmen hiçbir zaman yakalayamıyorlardı onu. 1918’de mütareke olunca Kiriako mahalleden yok oldu. Ona 1920’de İzmir’de asker olarak rastladım.
Böylece mahallem Kiriako ile Küçük Asya Seferi’ne katılmış oldu....
Karakol konusu açılmışken, olanlarla bağdaşmamız zor olmakla beraber, güvenlik ve düzenden de bahsetmeliyim.
POLİSLER
Türk polisleri (onlara “polis efendi" derdik) gri üniformaları ve astragan fesleriyle iyi giyimliydiler. Zabitlerin uzun kılıçları vardı.
Meydanda, karakolun önünde yapılan bir Paskalya panayınndaki bir olay beni çok etkilemişti. Meydanın bir köşesinde, Pontuslu Rumlar kemen-çecinin etrafında horon tepip eğleniyorlardı. Halk etraflannda toplanıp onları alkışlıyordu. Seyredenler arasında aniden bir polis zabiti belirdi ve ona yer vermek için çekilmeme meydan vermeden, kılıcıyla fesini atıp, dans edenlerin arasına girip, Pontus kemençesinin temposunda horon çekmeye başladı. Çocuk kafam bu olaya çok şaşırmıştı. Bir Türkün (bütün polisler Türktü) Paskalyada Rumlarla birlikte eğlenmesini anlayamıyordum.
Babama koşup bunu açıklamasını istedim. Bu Türk, Pontuslu Müslüman bir Lazmış. Belki de gizli bir Hıristiyandı, içindeki dini ve milli duygular bir an için parlayıvermişti. Polisin gizli Hıristiyanlığından emin olan babam sözlerini şöyle bitirmişti:
Kan su olmaz,
Olsa da içilmez.
Benim için bunlar çok esrarlıydı. [...]
Güvenlİk ve Düzen
Bu kavramı ve işlevlerini biz birlikte düşünürüz. Haklı değiliz gibi-me geliyor. Devamlı fark ettiğim gibi Türkler, hiç olmazsa İstanbul’da, hiç olmazsa Yunanistan’dan ileriydi, bizde olmayan polis teşkilatı onlarda görev başındaydı.
Şimdi 1918’den evvel Rumlann güvenliğine bakalım. Hiçbirimiz kendimizi güvende hissetmiyorduk. Aklımızda hep “Türkler bizi kesecek’ diye bir korku vardı. En ufak şeyden korkuyorduk. Bir örnek vereyim.
Bir gün ekmekçinin atı gemi azıya alıp Muhlio yolunda denetimsiz koşmaya başladı. Hemen yükselen “bizi kesiyorlar” haykırışı hepimizi heyecanlandırdı. Boşuna korktuğumuzu biraz sonra anladık.
Bu milli korkumuzdan başka, biraz evvel de söylediğim gibi, polis teşkilatı bizi rahatsız etmezdi. Etraftaki mahallelerin Türkleri de bize karşı ilgisizdi.
Aslında bizle ilişkisi olan polisler hep terbiyeli davranırlardı. Örneğin tavan arasında kaçak bulmak için aradıkları evlerden özür dilemeyi ih-
Resim 15. Ekmekçi, 1915. Fotoğraf: Martiner J. Fox, NCS Kölelik
mal etmezlerdi. Onlara tavan taburu derdik. Aramada kimseyi bulamayınca ev sahibine: “Affedersiniz hanımefendi. Yanlışlık oldu” deyip ayrılırlardı. Ama bu yanlışlık evi alt üst etmiş olurdu.
Fener’deki karakol merkez karakoluydu, Muhlio'da da 1920’de pasaportumu çıkarttığım ufak bir karakol vardı. Bu konuyla ilgili ayrıntıları biraz ileride anlatacağım.
Türk Makamlariyla Îlİşkİlerîmİz
Biz Rumlar, sultan, haremleri, Rum doktorlan, vezirleri ve paşaları konusunda çok şey duyardık. Aramızda devletin polislerini, memurlarını, daha da eskiden jandarmalarını görüyorduk ama onlarla bir ilişkimiz olmamasına özen gösteriyorduk.
Bunun başlıca nedeni Türkçe bilmememizdi. Babam bile Türkçe'sini yeterli saymadığından, kâhyasız devlet makamlarına yaklaşmazdı. (Kâhya, bireylerin devletle ilişkilerinde aracı olurdu. Muhtar ise Rum cemaatinin işleriyle ilgilenirdi.)
Yunanistan’a Gitmek Îçîn Pasaport Çikartiyorum
Mahallemizin kâhyasıyla birlikte, Yunanistan'a gitmek için Muhlio karakoluna pasaport çıkarmaya gittik. Dört veya beş memurun oturduğu odaya girdiğimizde eğilerek selam verdik. Kâhya bana sormadan karakol kahvecisine bütün memurlar için kahve ısmarladı. Doğal olarak parasını ben verdim.
Pasaport muamelesi bitince komisere imzalatmam gerekti. Hemen imzaladı, şakadan da Yunanistan’a Kemal’le savaşmak için mi gittiğimi sordu. Soruyu anlamadan “Evet efendim” dedim. Kâhya korkarak bana masanın altından bir tekme attı. Çok şükür o zaman İstanbul hâlâ sultana bağlıydı ve onlar 1918’de Mondros Antlaşması’nı kabul etmeyip direnen Kemal’le uğraşıyorlardı. Böylece devirdiğim çamın olumsuz bir sonucu olmadı. Şu deyimin doğru olduğu da böylece ortaya çıktı:
Türkçe bilmeyen Allah’tan korkmaz!
İstanbul’daki Yaşam
Balkan ve Birinci Dünya Savaşları sırasında, Türkiye’nin taşrasında 1915’teki Ermeni katliamı gibi olaylar varken, yaşam İstanbul’da nispeten sakindi.
İstanbul’un Rumları Türklerden her türlü kötülük ve fanatizmi beklemekle beraber, bu tür olayların taşrada yaşandığına, İstanbul’da olamayacağına inanmak istiyorlardı. İstanbul ne de olsa bir Avrupa başkentiydi. Burada sefaretler bulunuyordu. Burası başkaydı.
Buna inanmak istiyorduk, daha eskiler ise İstanbul’da 30.000 Er-meninin öldürülüşünü hatırlıyordu.
Aslında Rumlar haklıydı. İstanbul’da İzmir’deki katliam yaşanmadı. Rumları korkutup kaçmalarına neden olan 1955 olayları da kontrol altındaydı ve kan dökülmemişti!
Birinci Dünya Savaşı’nda pahalılık ve ordunun bina ve ürünlere el koymasından doğan küçük yoksunluklardan başka 1918’deki mütarekeye kadar İstanbul’da yaşayan bizler için yaşam normale yakındı; hatta becerikliler için zengin olma fırsatları boldu.
Yunanistan’ın harbe girdiği 1917 yılına kadar Türkler bir gerilime sebep olmamak için bize dokunmuyorlardı. 1918’den 1922’ye kadar Mütareke rüyası yaşandı. 1923’ten itibaren Kemalistler duruma hâkim oldu. 1955’ten itibaren ise Rumlar İstanbul’u terk etmeye başladı.
Bugün İstanbul’da patrik ve patrikhane ile birlikte 3 veya 4 bin Rum kalmıştır. 1955 yılındaki ikinci fetihten sonra [6-7 Eylül Olaylan kastediliyor] Rumların yaşanılan tamamen değişmiştir.
Yabancılara gelince... Özellikle Türkiye’de yaşayan Avrupalılar için kapitülasyonlar ve kendi mahkemelerine başvurma hakkı gibi haklar Enver Paşa tarafından yürürlükten kaldırılmıştı. Mütareke ile yeniden yürürlüğe girdiler, daha sonra Mustafa Kemal bunları tamamıyla kaldırdı.
PATRİKHANENİN ANA GİRİŞİ
Vapur iskelesinin sonuna varınca patrikhaneye ulaşıyoruz. Üst yolun sağ yönünde ana giriş bulunuyor [bkz. s. 74, Harita 2, Patriarcat Orto-doxe, Yıldırım Caddesi]. Bu giriş 6x8 metre boyutlarında, kilisenin bahçe
duvarlan ile çevrili dörtgen bir açık alandır. Bahçenin dibinde üç tahta kapı görünüyor. Ortada ünlü Kapalı Kapı (Osmanlı yönetiminin Yunan İhtilali sırasında patriği astıkları kapı), sağda bahçeye ve binaya, solda da kiliseye ve avluya giden kapı vardır. Bu kapıları patrikhanenin kapıcıları koruyordu, dışarıdaki kaldırımda da Türk polisinin kulübesi vardı.
Büyük Kİlİselerİn Karşilaştiklari
Mütareke sırasında bu giriş itibar kazandı. Bir gün sallanan geniş pantolonları ve diğer süsleri ile Giritli jandarmalar gelip patrikhanenin muhafızlığını üstlendiler!
Doğal olarak bu şaka uzun sürmedi; bir süre sonra Fener’den sorumlu olan İtalyan Yönetim Merkezi, seçkin karabinyerlerden oluşan üçüncü bir muhafız birliği yolladı (Türk polisten ve Giritlilerden sonra). Bunlara yer açmak için Giritliler biraz çekildi. Böylece İtalyanlar en ön safhaya geçtiler. İtalyan çıkarları dışında bunlar papaya da hesap veriyorlardı. (Papa ile patriğin çekişmesini unutmamalıyız.)
Ana girişten sonra, kilise avlusu ve Patrikhane Kilisesi vardı. Patrikhanenin bulunduğu adacık patrikhane matbaası ve Maraşlı İlkokulu ile sona eriyordu.
Bütün bunlar üst yolun sağındaydı, sonra patriğin arabasının durduğu yer, birkaç önemsiz özel yapı ve daha sonra da deniz surlannın üzerindeki Petri-Kapı vardı.
Bunların karşısında, kiliseden sonraki kapıya kadar uzanan büyük çamları olan ufak bir bahçe patrikhanenin çeşmesiyle sona eriyordu. Umuma açık bu çeşmeye patrikhane bakıyordu.
Fener’dekİ EVİMİZ
Evimiz Maraşlı İlkokulu’nun [bkz. Harita 3, s. 90, Pervititch sigorta haritası, 1929, 217 numaralı ada] tam karşısındaydı. Babamın evlenirken kiraladığı bu evde Balkan Savaşı’na kadar kalmıştık. O sırada İlias amcam Atina’ya gitmişti, biz de Hacipetros Dede’nin Muhlio Mahallesi’ndeki evine taşındık.
Patrikhanenin ve Maraşlı İlkokulu’nun karşısında olan evimiz [aynı paftada Maraşlı İlkokulu’nun karşısındaki 30 numaralı ev], İstanbul’un
Harita 3.1929 tarihli Pervititch sigorta haritasında Maraşlı Rum İlkokulu ve çevresi (ayrıntı).
KO O
2
r" r* m
O m
X
-<
—4
Haliç’teki deniz suru üzerine enine yerleştirilmişti. Petri-Kapı’dan Balat’a, hatta daha da ileriye kadar bu sıradaki bütün evler böyle inşa edilmişti. Fe-ner’de inşaat alanı çok kısıtlıydı, hatta neredeyse yoktu. Bu yüzden de herkes bulduğu yerde gelişigüzel inşaat yapıyordu.
Evimizin bulunduğu yerdeki duvar çok genişti. Üst ve alt yolu gören evimiz, 20 metreden de uzun olmasına karşın cephesi oldukça dardı (5 metre), üst yoldan dar bir girişi vardı. Girişten sonraki odayı ve daha küçük servis odalarını geçtikten sonra dar bir koridorla alt yoldaki odaya varılıyordu.
Giriş katında çok iyi biri olan Kiria Sultana ile birlikte Kirios Miha-laki Kiriakidis oturuyordu. Onlarla sonuna kadar çok iyi ilişkilerimiz olmuştu. Giriş katının altındaki kafan yansı alt yola göre giriş katı oluyordu. Orada müşterek mutfak ve depolar bulunuyordu. Birinci katta biz oturuyorduk. Birinci kafan üstünde klasik bir tavan arası vardı.
Burada otururken annem, beni doğuracağı zaman, iki kardeşinin yardımından faydalanmak için Muhlio’daki Hacipetros Dede’nin evine gitmişti. Kız kardeşleri hiç evlenmemiş olduklarından sevecenliklerini anneme ve biz yeğenlerine yöneltirlerdi.
Doğum Günü Partİsî
Fener’deki bu ev anneme küçük geliyordu. Kiria Sultana ile ilişkilerimiz çok iyi olduğundan, misafir ağırlamak için onun salonunu kullanıyordu. Vaftiz babam olan diyakoz Melitona Drosofori-di’nin doğum günü için bu salonu
Resim 16. Haris'in Balkan Savaşı’na (1912) kadar yaşadığı, Maraşlı Rum ilkokulu'nun karşısındaki 30 numaralı ev bugün de yerinde duruyor.
Fotoğraf Serol Teber, 2004.
kullanmıştık. İleride vaftiz babamla ilgili çok eğlenceli şeyler anlatacağım. Bu doğum gününü çok iyi hatırlıyorum; öğretmenim Kiria Melpo Malli’nin öğrettiği ilk söylevimi o gün vermiştim. [... ]
Fener’de Kolera Salgini
Fener’de kaldığımız sıralarda (sık sık İstanbul’da olduğu gibi) kolera mı veba mı bilmiyorum, bir salgın ortaya çıktı. Dünya bir süre için alt üst oldu. Artık iş çığırından çıkınca (hastalık devrini tamamlayınca) papazlarımız Aynaroz Dağı’ndan Azize Meryem’in kemerini getirip kötülüğü kovacaklarını söyleyerek bizi ümitlendirdiler. Salgın hemen bitti; herkes çok şaşırdı. [... ]
Havagazi ve Elektrik
Patrikhanenin köşesindeki havagazı feneri küçükken beni çok eğlendiriyordu. Her akşam belediye memurunun aletleriyle gelip feneri yakmasını beklerdim.
Daha önce de söylediğim gibi, İstanbul’da elektrik dışında, Avrupa başkentlerinde olan her şey sultanların zamanında bile vardı. [... ]
Biz aydınlatma gazına havagazı derdik. İstanbul’da elektrik olmadığı için kullanımı çok yaygındı. Dünya Savaşı sırasında taşkömürü eksikliğinden dolayı üretimi azalmıştı. Fenerleri yakan belediye memuru, her günbatımında, elinde merdiven ve ucunda yanar vaziyette çırası bulunan bir sırıkla geliyordu. Sırıkla fenerin düğmesini açıyor, serbest kalan havagazını da çırayla yakıyordu. Havagazı amyanttan yapılmış bir koniyi ateşliyor, etrafa loş ve oldukça melankolik bir ışık veriyordu. Bu amyantın bakımı ve değişimi zor bir işti. Bunu yapmak için gazcının merdivenle fenere kadar çıkması gerekiyordu. Bu işlem sadece beni değil bütün mahalleyi eğlendiriyordu. Gazcı gecikince herkes meraklanıyordu. Gelişi bizim için bir saat ayan olmuştu. Bir randevu verilirken “Gazcının geldiği saatte uğrarım” denirdi.
Patrikhane
Patrikhanenin Fener’de olduğunu herkes biliyor. Roma dendiğinde Papalık anlaşıldığı gibi, Fener deyince de patrikhane akla geliyor.
PATRİKHANE FENER’E NASIL GELDİ?
Bizans, Roma devletinin başkenti olunca patrikhane Bizans'a yerleşti. Bizans o zamana kadar, Marmara’da, Ereğli’de bulunan İraklias (Kan-diye) piskoposuna bağlıydı. Bu bağımlığın anısına, [patrik] atanınca, asasını İraklias Piskoposu’ndan aldı.
Aya Sofya Kilisesi’ndeki Bizans Patrikhanesi, fetihle birlikte Aziz Apostol Kilisesi’ne taşındı, Türkler bu kiliseyi de alınca Pammakaristos Rahibe Manastırı’na geçti. (1455-1487). Bu kilise de Türkleşince patrikhane Fener’e inip (1586) on yıllık bir süre için mütevazı Eflak Sarayı’na yerleşti.
Sonra Fener’in yakınındaki, Aya Dimitri Ksiloporta’ya (1597), oradan da şimdi bulunduğu Aya Yorgi Rahibe Manastırı’na taşında (1602).
1738’de ve 1941’de iki yangın geçirdi.
PATRİKHANE BİNALARI
Patrikhanenin girişini tasvir etmiştim. Şimdi kiliseyi, Sen Sinod toplantı odasını, piskopos yardımcısının yazıhanesini anlatmam gerekiyor.
Ana girişteki sol kapı kilise avlusuna ve çalışanlann bölümüne götürüyordu. Avlunun dibinde ve giriş kapısımn karşısında patrikhanenin Aya Yorgi Kilisesi vardı. Üç dış dehlizli, kubbesiz, yanında iki ufak taht bulunan, patrik tahtından ve orta bölümde metropolitler için iki sıra kilise sandalyesinden başka ayrıcalığı olmayan bir kiliseydi bu. Sıralar oyma parmaklıklarla diğerlerden ayrılmıştı. Yüksek mevkileri olanlar kilisedeki ufak tahtlannda kasılıyorlardı. Onlann arasında Büyük Okul’da öğretmenim olan Mustakidis bulunuyordu. Kilise ve devlet adamı olduğu için (Arkeoloji Müzesi’nin müdürüydü) göğsü nişan doluydu. Kilisenin kutsal bölümünün arkasında, Çarlık Rusya’sının hediyesi olan, demir kapılı çan kulesi bulunuyordu. Zangoç önemli günlerde el ve ayaklanna bağladığı iplerle sekiz çanı birden çalardı. İleride patrikhanenin matbaası, en dipte de bir ayazma bulunurdu. Babamla devamlı uğramamıza rağmen bu ayazmamn hangi azizeye ait olduğunu hatırlamıyorum.
Patrikhane Matbaasi
Patrikhanenin basımevi Kefalonia ve Zakynthu metropolitinin yurt-dışından baskı aletlerini getirmesiyle 1627’de kuruldu.
İsa bölüğünün iyi Hıristiyanlannın ihbarları veya geçinmelerini kaybetmekten çekinen Türk hattatlar yüzünden, kısa bir süre sonra bu “şeytan icadı” aletler denize atılmak zorunda kalındı.
Yıllar sonra, gerçeğin diğer kaynağı Kuran’ın izin verdiği ölçüde, Ortodoks cemaatini aydınlatmak için basımevi yeniden kuruldu.
Bölge Genel Sekreteri Manuil Yedeon tarafından yönetilen Kilise Gerçeği mecmuasının dağıtımı da Kemalistler tarafından durdurulmuştu.
Kilİse Avlusu ve Kutsal Yağ
Avluda, kapıdan girerken sol tarafta kapıcı yerleri ve depolar bulunuyordu. Sağda, yukanda idari bürolar vardı. Bu idari bürolar ve piskopos baş yardımcısının bürosu iç duvara dayanıyordu, duvann arkasında Türk mahalleler bulunuyordu. Avludan bu bürolar görünüyordu.
Bu avlunun çok önemli bir görevi daha vardı: Kutsal yağ burada yapılıyordu. Patrikhane bu yağı kiliselere dağıtırdı. İstanbul’un ünlü doktorları ve eczacıları kutsal yağın pişirilmesini denetliyordu. 1910 yıllannda, çocukken buna tanık olmuştum.
Pişirme işlemi kocaman kazanlarda, patrikhanenin memurlan olan yağcıların ve baş yağcıların özeniyle yapılırdı. Bu panayır birkaç gün ve gece sürerdi, yağcılar sadakalarını sabahlayarak gösterirdi. Halk da kullanmadığı (kitap, ikona, gülabdan gibi) kutsal şeyleri yakılmalan için getirerek ayine katılırdı. Böylece ikona dolapları eskilerden kurtulur, yeniden donanırdı.
Piskoposun Baş Yardimciliği
Bu avluya piskoposun baş yardımcısının mekânı ve diğer bürolar açılıyordu. Patrikhanenin devletin de tanıdığı birçok yetkisi olduğundan idari büroları çok sayıdaydı. Rumlar arasındaki sorunların çözümüne patrikhane karar verir, devlet de kararları uygulardı.
Bu bürolara kilisenin sağında bulunan görkemli mermer merdivenlerden çıkılıyordu. Ulaşılan demir balkonda bürolar sıralanırdı. Resmi ayinlerden sonra patrik bu merdivenden çıkar, halk da elini öpmek ve duasını almak için peşinden giderdi!
Mütareke sırasında (1918-1922) bizim nazarımızda piskopos başyar-dımcısı büyük bir otoriteydi. Türk makamian bize karşı pasif kalıyordu, biz de onlan bilmezlikten geliyorduk. O zamanlar piskopos yardıması, daha sonra patrik olan Athenagoras ile olan bir anımı daha sonra aynntılanyla anlatacağım.
Sağ Tarafta Bulunanlar
Şimdi patriğin özel bölümüne ve Sen Sinod toplantı odasına gitmek için üç kapılı ana girişe gitmemize gerek yok. V. Grigorios’un sönmeyen bir lambayla aydınlatılan resmi “Kapalı Kapı”nın arkasında asılıydı. Burada çok bakımlı dar bir yol vardı; en fazla iki metre genişliğindeydi. İki duvarın önlerinde çiçekli iki şerit yer alıyor, yürümek için bir metre genişliğinde bir yol kalıyordu.
Şehit patriğin resmini görünce aklıma Türkler tarafından öldürülen diğer meslektaşları geldi:
Kirilio Lukari, 1638
Parthenio, 1650
Yavril, 1652
-
V. Georgios, 1821
Şimdi Sen Sinod ve patriğin bulunduğu görkemli binanın önünde bulunuyoruz. Bu bahçe Fener üst yolunun seviyesinden bir kat seviyesi daha yüksekti. Bütün duvar leylaklarla kaplanmıştı. Altında biraz evvel de söylediğim gibi patriğin arabasının durduğu yer vardı.
Sen Sinod’un, yönetim kurulu ve patriğin özel dairesinin önüne kadar gitmiş ve herkesin çok ilginç olduğunu söylediği bu yeri ziyaret edip içini görmek istemiştim. Ancak 14 yaşında olduğumdan ve ziyaretimi haklı gösterecek belirli bir nedenim bulunmadığı için bana izin verilmemişti. (O zamanlar turizm o kadar ilerlememişti.) Yazık oldu, çünkü 1922’de daha büyüyemeden İstanbul’dan ayrıldım, sonra da 1941’de patrikhane yandı, bu yüzden içindekileri size anlatamıyorum. [... ]
Tuhaf olan bir şey daha kaydetmek istiyorum: Sultan patrikhaneyi sadece bir dini makam değil, özel bir topluluğun liderliği olarak görüyor.
onunla Dahiliye Nezareti yoluyla değil, Hariciye Nezareti yoluyla bağlantı kuruyordu. Patrik de bir nazır olarak görülüyordu.
Bir şey daha eklemek istiyorum: Patrikhaneye karşı Türklerin fanatizmi dinsel değil etnikti, Yunanistan karşıtlığından kaynaklanıyordu.
PATRİKHANENİN DİPLOMATİK ÖNEMİ
Bu yüzden, hiç olmazsa Küçük Asya Felaketi’ne kadar patrikhanenin diplomatik bir önemi vardı. Bunu küçüklüğümde patrikhaneyi ziyarete gelen İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya ve Rusya sefirlerinden anlıyordum.
Paskalyada başlayan bu ziyaretler İkinci Dirilişten sonra doruğa ulaşıyordu. Onlarca sefaret arabası geliyordu, bunlardan bazıları manastır arazisindeki Kudüs Patrikhanesi’nin baş keşişini de ziyaret ediyordu.
Böyle günlerde patrikhanenin etrafındaki evlerin balkonlan kalabalıktan taşıyordu. En son Paris modasına uygun, incik boncukla süslü resmi üniformalı sefirleri herkes görmek istiyordu. Beni en çok, beylerin kafasındaki kocaman hasır şapkalar ve lando arabalarının görkemli arabacıları ile yanlarında duran kasıntı uşaklar etkiliyordu.
Büyük Güçlerin sefirleri Paskalya yortusuna ait görevlerini yerine getirirken, Fener halkı eğleniyordu. [...]
Patrikhanenin Ayricaliği
Fatih Sultan Mehmed’in patrikhaneye tanıdığı imtiyazlardan söz edilir. Aslında bu doğrudur; patrikhane varlığını ve faaliyetini ona borçludur (Bkz. Eleftheriadis, Evrensel Patrikhanenin İmtiyazları, İzmir, 1909).
Patrikhaneye verilen imtiyazlar İslamiyetin zekice taktiğine dayanıyor. İslam dinine bağlı olanların hayatını kolaylaştırmak için Hıristi-yanlar toprak kölesi olarak İslam halkının emrinde kullanıyordu. Bu yöntem 1909 yılına kadar sürdü. Jön Türkler toprak kölelerine siyasi haklar tanıyınca her şeyi alt üst ettiler; ama hatalarını çabucak anlayarak azınlıkları, hatta diğer Müslümanları yok etme yolunu seçtiler. 1915’te Ermenilerle başladılar, 1922'de Rumlarla devam ettiler. Bu imtiyazlar, Türk milliyetçiliğin şanssızlığına uluslararası hukuk tarafından desteklendi ve
Rumların Türkiye’den kovulmasına rağmen patrikhane Amerika’nın desteğiyle burada kaldı. [... ]
-
III. İoakİm’în Eserleri
İoakim’in, birinci patriklik görevi sırasında 1878’den 1884’e kadar, dini eser ve kurumlardan başka, Fener Rum Lisesi (1881), îoakimion Kız Lisesi, Halki (Heybeli) Ruhban Okulu binalan yapıldı. Patrikhane basımevi de ihya edildi.
Bu sırada patrikhanenin Kilise Gerçeği adlı resmi bir gazetesi vardı. İoakim’in ikinci patriklik görevinde ise (1901-1912) Galata’da Lisan ve Ticaret Okulu ve Balıklı’da geliri hayır işlerinde kullanılacak dükkânlar yapıldı.
Bütün bunlan yapabilmek, Rum halkına hizmet edebilmek için patriğin zengin soydaşların para keselerini açtırmasının etkisi çok büyüktü.
Sultan Abdülhamid’in arkadaşı olan İoakim, bu dostluğa güvenerek Jön Türklerden gelecek sıkıntıları öngörebilmişti. Mamafih ölümünden yıllar sonra bile, Fener’de yaptıkları dillerde geziniyordu. Halk ondan sonra gelenleri küçük, gülünç ve beceriksiz buluyordu.
PATRİK TARAFINDAN VAFTİZ
Olay, patriğin geleneksel olarak yönettiği Paskalyada İkinci Diriliş ayininden sonra olmuştu. Patrik ayinden sonra merdivenlerden çıkarken cemaat her zaman gibi elini öpmek için peşinden geliyordu. Elini öpen bir çocuğa soyadını sorduğunda Yağmuroğlu cevabını alınca İoakim’e bir ilham geldi: (Yağmur =Yetos)
-Sana bundan sonra Yağmuroğlu değil Yetiona diyecekler!
Bunları bana, Pankrati’de emlakçi olan ve o Yağmuroğlu’nun torunu olan Sayın A. Yetion anlatmıştı. Formionos/îmitu köşesindeki kıraathanede tabelasını görünce sormuştum.
İoakim hakkında çok kişiden duyduğum, inanılması güç bir efsane daha: Söylentilere göre İoakim, bir kez elini öpmüş bir çocuğun adını yıllar sonra dahi hatırlıyormuş. İoakim’in içinde papazlık vardı tabii, ama yeteneklerini iyi kullandığını kabul etmeliyiz!
-
> III. Îoakîm’İn Cenazesi
-
III. İoakim’in 13 Kasım 1912’de yapılan ihtişamlı cenaze törenini patrikhanenin karşısındaki evimizden izledim.
Bu ihtişam ufukta Balkan ve Birinci Dünya Savaşlannın görünmesinden ve İoakim’in büyük ününden kaynaklanıyordu. Türkler, üstün yeteneklerinden faydalanmak için onu ikinci kez Patriklik tahtına çıkartmışlardı.
Cenazeye katılmak için yolladıkları görev takımlarını getiren Büyük Güçlerin donanmaları İstanbul’a demir atmıştı. Resmi üniformalı ve beyaz eldivenli zaptiyeler inanılmaz bir işbirliğiyle gelen bu donanmalann özel görev takımlarının düzenini sağlıyorlardı. Herkes kendi hesabına gelmişti; bazıları sultan için, bazıları da boyunduruk altında olan Rum halkı için.
Herkes matem tutuyordu, halk içgüdüsüyle patriğin ölümüyle başlayan felaketin devam edeceğini seziyordu. Karamsarlar haklı çıktı.
O sırada beş yaşındaydım ve ölünün diğer cenazelerdeki gibi tabutunda yatar vaziyette değil tahtında oturarak taşınmasına çok şaşırmıştım. Üstelik Osmanlı devletinin güvenlik kuvvetleri “gâvur patriğin” cenazesinde hazır bulunuyordu. Rumlarla Türkler arasındaki ilişkiler konusunda duyduklarımdan sonra bunu hiç beklemiyordum. Gene babama sordum, ama verdiği "diplomatik ikiyüzlülük” yanıtının anlamını ancak yıllar sonra kavrayabildim.
Tanidiğim Patrikler ve Vekİller
Patriklerle birlikte vekillerden de söz etmem okuru şaşırtmamalı. Patriklik unvanı çok önemliydi; nitelikliler arasında seçilmesi, güçlü çevreler tarafından önerilmesi, Türk makamları tarafından beğenilmesi gibi şartlar patrik seçimini uzatıyordu. Ama bu arada vekilin görev süresi de uzuyordu. Normal koşullarda patriklik unvanı için hükümete üç aday önerilir ve patrik bunların arasından seçilirdi. 1918 mütarekesi sırasında Müttefikler aralarında seçilecek kişi konusunda anlaşamamışlardı; bu yüzden taht uzun süre boş kaldı. Vekil ise Bursah Aziz Dorotheos’tu.
Bundan başka birkaç kişi daha tanıdım.
-
III. îoakim’i ikinci kez patrik oluşunda tanıdım. Yunanistan’da Ko-lonaki’nin ana caddesine onun adı verilmiştir. Kolonaki’de oturanlann ki-
min onurlandırıldığını bildiklerini sanmıyorum. (Bir ara sokağa adı verilenin kısa yaşam hikâyesinin bir levhaya yazılmasını önermiştim, ancak hemşerilerimizin hiçbir şeye karşı saygı duymadıklannı anladığım için sonunda vazgeçtim.)
-
V. Yermanos, Birinci Dünya Savaşı sırasında patrikti. Mütarekede onu kaba bir şekilde tahtından indirmiştik. Adamcağız herhalde adının cezasını çekti. (Yermanos Alman demektir.)
-
IV. Meletios’u herkes bir kurtarıcı gibi bekliyordu. Patrikliği Küçük Asya Felaketi’ne rast geldiği için hiçbir şey yapamadı.
Daha önce bahsettiğim ünlü Athenagoras’ı patrik yardımcısı olarak tanıdım. [... ]
Gizli İstavroz Çikarmalar
Patrikhanenin çevrelerinde dolaşırken, çocukken babamın dindarlığından çektiklerimi anlatmak yerinde olur. Babam, kiliselerin önünden geçerken istavroz çıkarmam gerektiğini öğretmişti. (Kendisi içeriye girip kilise ve ayazmalarda mum yakardı.) Türkler görmesin diye bunu paltomun içinden yapmamı önerirdi. Tanrı her şeyi gördüğü için paltomun içinde ne yaptığımı da görürdü!
Çok şükür burada, Yunanistan’da hürriyetimizi kazandık ve kimseye hesap vermek zorunda kalmadan isteyen istediği kadar istavroz çıkartabilir. Benim durumuma gelince, istavroz çıkarma konusunu kimse görmediği için itaatsizliğim ortaya çıkmıyordu.
Pazar Günlerİnİn Istirabi
Pazar günleri erkenden kalkıp ben ve kardeşim kiliseye gitmek zorundaydık. Allahtan, annemin dindar olmayışı ve babama söz geçirebilmesi bizi kiliseye okulla gitmekten kurtarmıştı. Babam hangisine gittiğimizi, ne dinlediğimizi, kimleri gördüğümüzü, sağda şarkı söyleyenin kim olduğunu öğrenmek isterdi.
Dönüşümde yapılan soruşturma sırasında her zaman tatmin edici yanıtlar veremiyordum ve ileride dikkatli olmam için nasihatler veriliyordu. Annem evde dayağı yasaklamıştı.
Pencere Seyri ve Kutu
Muhlio’daki evimizin birinci katta bulunan oturma odasının köşe penceresi mahallemizin kadınlarının eğlence mevkiiydi. Kiria Amalia'ya (annem) giderek bir kahve içip geçenleri seyretmek onlar için çok eğlenceliydi. Haklan da vardı; zavallıların o zamanlar komşu ziyaretinden başka bir eğlenceleri yoktu.
Evin en gürbüz insanı olan Efimitsa teyzem, tek başına her şeyi beceriyordu (yedi odalı evle uğraşıyordu). Evin ve mutfağın işlerini bitirdikten sonra oturma odasının penceresine kurulur, hayatın tadını çıkarırdı!
-Amalia, kurularak geçen şu kadını görüyor musun? Şunu diyorum sana! Şu kadının şuyunu, şu kadınla birlikte olanı. İşte, onu görmüyor musun?
Gördüğünüz gibi teyzem adları pek hatırlayamazdı.
“Şunu” kelimesini çeşitli biçimlerde kullanarak, seyrederken gördüklerini anlatmaya çalışıyordu. Fakat birinin adını hiç karıştırmıyordu:
-İşte bak, o geçiyor. Kutunun Evyeniası’nmki geçiyor.
Bunu bir, iki, on beş kere duyduktan sonra dayanamadan açıklama istemiştim:
“Kutunun” ne demekti?
Sekiz veya dokuz yaşında olmama rağmen, kutuları biliyordum, üstelik onlarla oynuyordum. “Kutudan çıkmış" deyiminin anlamını da biliyordum.
Fakat söz konusu Evyenia hiç de kutudan çıkmış gibi değildi. Görünümü ortadan da aşağıydı. Neden ona “kutunun” diyorlardı.
-Kutunun Evyenia’sı diyoruz, çünkü patrikhanede kutu ile dolaşan Kirios Yorgi’nin kızıdır!
-Patrikhane için gönlünüzden ne geçerse!
Böylece çocuk zekâm olayı çözdü ve her şeyin arkasında, anlamam gereken başka bir şeyin saklandığını keşfettim.
PATRİKHANENİN ALTIN RENKLİ KUTUSU
Bu meşhur kutu fazla büyük değildi. 20x12x15 cm boyutlarındaydı. Bizans motifleri ile süslenmişti. Üzerinde bir sürü şerit, modeller, ayak-
lar... aklınıza ne gelirse vardı. Üstü çift taraflıydı. Bir yanda patrikhaneyi koruyan Aya Yorgi’nin resmi, diğer yanda ise ağır bir kolu vardı. Bu kol o kadar büyüktü ki, Kirios Yorgi’nin onu tutabilmesi şaşırtıcıydı.
Ay Yorgi’nin resmi çok büyük ve alımlıydı, kapağı ve yanğı kaplıyordu; herhalde azizin atılan parayı görüp ihsanını ona göre ayarlaması için!
Yardım edenler bu görkemden etkilenerek kutuya dikkate değer bağışlarda bulunuyorlardı. Katkılarından dolayı huzur duyuyor, gerekli olduğu zaman Aya Yorgi’nin bağışlarını görüp onları hatırlayacağından ve yardımını esirgemeyeceğinden emindiler. Böylece kutuya her çeşit para atılıyordu. Yarık her paranın girebilmesi için yeterli derecede genişti. Çeyrekler, mecidiyeler, hatta yarım ve bütün altın liralar bile sığıyordu.
Patrikhanenin kutusu o sıralarda sadece piskoposların yaşamınla-nnı sürdürmelerini sağlamıyordu; eğitime, devamlı İstanbul’a sığınan göçmenlere yardımcı oluyor, zor durumdaki soydaşlarının tüm sıkıntılarını karşılıyordu. Ancak bunlar konunumuzun dışında olduğu için kutuya dönüyorum.
Kutunun Kîrîos Yorgi’si
Tüm bunlarla Kutunun Kirios Yorgi’sini hatırladım. Ona Fener’de ve İstanbul’un Rum mahallelerinde rastlardınız. Babamın dükkânına da sık sık gelirdi, hatta dayıların ve pezevenklerin uğradığı alt yoldaki tavernalara bile giderdi. Acaba onları da haraca bağlıyor muydu?
Kutunun Kirios Yorgi’si daima altın düğmeli, etkileyici lacivert takımını giyerdi. Ayakkabılan her zaman parlak, fesi de ütülüydü. Herhalde, İsa’nın büyük kilisesinin mali işleri ile uğraştığından, büyük başpiskopos ona böyle emretmişti. Kirios Yorgi’nin dürüstlüğüne toz kondurmak söz konusu değildir. Kutu iyice kilitlenmişti ve yarığın içinde, baş aşağı çevirseniz de paranın dışarı çıkmasını engelleyen bir dilcik vardı. Anahtan da doğal olarak başpiskopostaydı. [....]
Fener’in Üst Yolu, Sağ Taraf [Balat yönü]
Patrikhane binalanndan ve Fener’e ekmek dağıtan Sakızlı Bosi-ni’nin fırınından sonra bir şehir kahvesi vardı (diğerlerinin içinde ağaç bu-
Resim 17. Fener’in "üst yolu”nda, Sadrazam Ali Paşa Caddesi'nin Camcı Çeşme Sokağı’yla kesiştiği köşedeki bu dükkanda Mirepsu Psomati’nin eczanesi bulunuyordu.
Fotoğraf: Füsun Kiper, 2004.
lunduğundan, onlar bize kır kahvesi gibi geliyordu). Balat’a doğru giderken Büyük Mirepsu Psomati’nin eski eczanesine rastlanıyordu.
Resim 18. Dimu'nun kasap dükkânının bulunduğu yerde bugün bir kahvehane var.
Fotoğraf: Füsun Kiper, 2004
Eczanenin solundan Beşinci Tepe’ye [Fatih] ve Türk mahallelerine giden ilk yokuş başlıyordu [bkz. s. 74, Harita 2, Camcı Çeşme Sokak]. Bu yokuşun başında Atina Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Kostantinos Joni’nin evi bulunuyordu. Mesovios Teknik Üniversitesi’nde profesör olan Filon Vasiliuda o civarlarda oturuyordu.
Eczanenin karşısındaki köşede “Dimu’nun kasap dükkânı' vardı. Heybetli ve şişman bir Epir-li olan kasap, kaldırıma yerleştirdiği iskemlesine oturur, geçenlerin et alıp almadıklarını kontrol ederdi. Dükkânı o zamanın bildiğimiz kasap dükkânları gibiydi.
Resim 19. Emiliadi Eczanesi’nin bulunduğu köşe. Fotoğraf Füsun Kıper, 2004.
Buzdolabı olmadığından etler havalandırılıyordu. Tüm kasap dükkânlarının dört tarafı tamamen açıktı, 2 veya 3 santim aralıklı demir parmaklıklar olurdu. Böylece etler hava alabilirdi.
Üst yolun devamında Fe-ner’in ikinci eczanesi olan Emili-adi’nin eczanesi bulunuyordu. O köşeden [bkz. s. 74, Harita 2, Kireç-hane Fener Sokak] sola ve sonra sağa dönünce üst yolun birinci paraleline varıyorduk [bkz. Harita 2, Tahta Minare Caddesi, günümüzde Vodina Caddesi], Manastır’dan Balat’a doğru gittiği için bu yola “Manastır yolu” derdik.
Manastir Yolu
Bu yolun üzerinde (hep solda) Doktor Fermanoğlu’nun, Fener Rum Lisesi’nde tarih ve coğrafya öğretmeni ve Arkeoloji Müzesi’nin müdürü olan Mistakidis’in evleri, Konduli’nin dişçi muayenehanesi, mütarekede coşkuyla üzerinde Yunanca ve Fransızca olarak “Volivini Yunan Eczanesi” yazan tabelalar asan Volivini’nin Eczanesi vardı.
Kemalistler İstanbul’a girince Volivini’ye ne oldu bilmiyorum. Eczanenin karşısındaki köşede Fener’in tek tatlıcı fırını vardı. Daha sonra da müzikolog Kiria Spanudi’nin kardeşi doktor Spanudi’nin evi, biraz ilerde Kosta Davaki konusunda adı geçen Kiria Marianthi Spanopulu’nun evi ve en sonda Kutsal Mezar’ın manastirı vardı.
Volivini’nin eczanesinin köşesinde, solda Fener Rum Lisesi’ne giden yokuş [bkz. s. 74, Harita 2, Sancaktar Yokuşu] başlıyordu. Manastırı geçtikten sonra yine sola saparak Muhlio’ya, Antifoniti’ye ve Fatih’in Türk mahallelerine gidilirdi.
Resim 20-21. Vodmı Caddesi veya Haris» deyimiyle Manastır Yolu’nun 1920'lerdeii (solda) ve 2004'teb durumu. Soldaki büyük ağaçların bulunduğu bahçede tek katlı bir yapı olan Kutsal Mezar Manastırı Kilisesi ve diğer binalar bulunuyor.
Fotoğraflar (Resim m) Alman Arkeoloji Estitûsj, neg. no. KB 6917: (Resim 21) Serol Teber
Fener Rum Lisesi’nin yokuşuna dönüyorum; bu yokuştan manastırın bahçesindeki Fener aşevine, manastırın yazıhaneleri ile kiralık konutlarına ve sağdaki merdivenlerden de İoakimion Kız Lisesi’ne gidiliyordu. Sonra yol merdivenlere dönüşüp Fener Rum Lisesi’nin görkemli ve harika binasına vanyordu. Bu bina Haliç’in her tarafından muhteşem görünüyordu
Bu lise, gösterişli inşaatı ile Fener’e getirdiği şaşaadan başka, 10 veya 15 asil görünüşlü öğretmenin Pera’dan Fener’e gidip gelmeleri ile de semtin azametini artırıyordu. Koyu renk elbiseleri, kalın paltoları, çantaları, yüksek şapkalarıyla Fener yollarından geçerlerken herkes çağın bu büyük bilim adamlarına yol veriyordu.
Kalîfronon Kardeşler Kİtabevî
Kuşkusuz, “manevi önderliğin” ve patrikhanenin büyük beylerinin yanında, Kalifronas Kardeşlere de bir yer vermem gerekiyor. Patrikhanenin işlerine karışmayan, derli toplu tipler olan Kalifrononlar çalışmalan sayesinde Fener’in en ünlüleri arasına girmişlerdi. İşleri neydi? Yıllardan beri Fener’in tek kitabevinin sahibiydiler. Bu kitabevi patrikhanedekilere, ög-
rencilerine ve Fenerlilere hizmet ediyordu. Vitrinlerinde daha çok dini kitaplar bulunurdu.
Kitabevinin bir hizmeti daha vardı ki yaptığım Fener tasvirinde önemlidir. Kalifronon Kardeşlerin kitabevinde her akşam patrikhanenin papazları toplanıp konuşuyorlardı. Anlayacağınız, orada [Atina] Sintagma meydanındaki Zaharatu kahvesindekilere benzeyen toplantılar yapılırdı.
Yağmur veya kar yağdığında, mekân küçük olmasına rağmen toplantılar içerde yapılırdı, güzel havalarda ise daha da dar olan kaldınmda.
Kostas Davakİs Fener’de
1918 mütarekesinde İstanbul’a gelen askerlerimizi evlerimizde samimiyetle misafir etmiştik. Bu arada bazıları Fenerli kızlara âşık oldular.
O sıralarda subay olan, sonra da Arnavut cephesinde milli kahramanımız haline gelen Kosta Davakis’e de böyle olduğunu sanıyordum. Onu Kiria Marianthis Spanopulu’nun evinde (Doktor Spanudi’nkine bitişik ev) güzel bir Karamanlı komşumuzla görüyordum. Bilindiği gibi, Karamanlı kadınlar hem güzel hem de zengindir.
ÇocuKLARiN Ap’ola’si, Çocuklar İçin Her Şey
Fener’in çocukları Kalifronon Kitabevi’nin karşısındaki kıraathaneden bir çocuk mecmuası alıyordu: Çocuklar İçin Her Şey!
Balkan ve Birinci Dünya Savaşlan sırasında Atina ile ilişki kuramadığımız için Ksenopulos’un mecmuasını okuma zevkimizi yitirmiştik. Bu yüzden İstanbul’da büyükler için yayınlanan AP’OLA mecmuasının çocuklar için bastığı nüshayı alıyorduk.
Manastirdakİler
Patrikhaneden biraz sonra Balat’a doğru giderken “Kutsal Mezar Manastın", kısaca manastır dediğimiz bina bulunuyordu (bkz. s. 74, Harita 2, Ada 266, Eglise Grecque Saint-Sepulche).
Manastır, aslında Kudüs Patrikhanesi’nin İstanbul Patrikhanesi ve Türkiye’deki gayri resmi sefaretiydi. Çok büyük bir alan (belki de 15 dönüm) üzerinde kurulmuştu. Patrikhaneden çok daha büyüktü. İçinde bü-
yükçe bir kilise ve bir sürü de keşiş odası vardı. Zamanımda bu odalarda, keşiş yerinde ikamet edenlerin aileleri veya kadın akrabaları kalıyordu. Yazıhaneleri, lüks salonları ve bir de kütüphanesi vardı. Buralarda birçok yabancı misafir edilirdi, bazen de Kudüs patriği yanındakilerle birlikte gelip kalırdı. Binalar havuzlu bir bahçe içinde bulunuyordu.
Manastırda çalışanların sayısı bazen 500’e çıkıyordu. Bunların aralarında Kudüs patriği tarafından istenmeyen veya tehlikeli olanlar da vardı. Sözü geçenler güya görevle İstanbul’a yollanıp uzun süre burada bırakılıyordu. Oradaki patrik de rahat ediyordu.
MANASTIRIN GÖRKEMİ
Neden bilmem ama, manastırı patrikhaneden daha görkemli, daha gösterişli buluyordum; belki de annemin ailesi Manastır’la bağlantılı olduğu için böyle hissediyordum.
Manastırın kilisesindeki ilahileri daha ahenkli, daha duygulandına buluyordum...
Aslında manastırda çok iyi okuyanlar vardı. Üstelik Bizans müziğinde önemli bir yeri olan ve sonra Atina Odeon’da müzik öğretmenliği yapan Kostantino A. Psaho da oradaydı. Dediklerine göre Psaho’nun Bizans müziği konulu kütüphanesi dünyaca ünlüdür.
Manastırın papazları da yakışıklı erkeklerdi. Sonradan öğrendiğime göre hepsi Giritliydi. Giritliler uzun boylu ve yakışıklıdır.
Manastırdaki papazlar “Kutsal Mezar Derneği”ne, yani sırf Giritlilerden oluşan Kudüs Patrikhanesi’ne bağlıydılar. Bu papazların giysileri, ayinleri bana daha gösterişli gibi geliyordu. Bunun nedenini çok sonra öğrendim.
Kudüs Patrikhanesi, Anadolu patrikhaneleri arasında “dördüncü yeri” almasına rağmen ve Fener’deki manastır, İstanbul’daki patrikhaneden daha zengindi. Bunun nedeni Rusların dine aşırı düşkünlükleriydi Onlar kutsal yerlerin ziyaretine büyük gruplar halinde giderlerdi.
Kudüs’e giden Ruslar o kadar kalabalıktı ki, Odessa-İstanbul-Yafa seferi yapan bir buharlı gemi şirketi kurmuşlardı.
Doğal olarak, ibadete gidenler, toprak kölelerinden sömürdükler, paraları da oraya götürüyorlardı. Bunu komik mi buluyorsunuz?
İnsanlar, halkların emeklerini sömürüp bu dünyadaki rahatlıklan-nı garantiledikten sonra, Tanrılarına dalkavukluk etmeye giderek öbür dünya için yardımını istiyorlardı.
Böylece Kutsal Mezar ve onunla birlikte Fener’deki manastır da insanı şaşırtacak kadar rahat bir şekilde yaşıyordu. Bolşevikler başa geçince bunlar sona erdi.
Büyük Saat
Manastırda gördüğüm gösterişli şeyler arasında beni en çok etkileyen, patrikhane temsilcisinin odasındaki saatti. Bu, Kudüs Kilisesi’ni ve çevresini gösteren 15 metre genişliğinde ve 4 metre yüksekliğinde kocaman bir duvar resmiydi. Resim, etrafı cemaatle çevrilmiş patrik ve papaz-lann büyük cumartesi günü yaptıkları dinsel geçit törenini tasvir ediyordu. Tören her on beş dakikada bir tatlı bir müzik eşliğinde hareket ediyordu.
O sıralarda (1909) sessiz sinemaya bile gitmemiştim, müzik aleti olarak da bir tek laternayı bilirdim. Bu yüzden bu görkemli saat beni çok etkilemişti, ki bu kadar yıldan sonra hâlâ hatırlıyorum.
MANASTIRIN DİPLOMATİK ÜNÜ
Biraz evvel de belirttiğim gibi, İstanbul’un diplomatik güçleri manastır ve baş keşişi sayıyordu.
Patrikhanede yapılan İkinci Diriliş ayininin ardından, sefirler patriği selamlayıp hediyelerini aldıktan sonra, Rus sefirin ve diğer Ortodoks güçlerin peşinden manastıra gidip baş keşişi de selamlıyorlardı. Buradan aldıkları hediyeler patrikhaneden aldıklarından güzeldi. Biz de arabalann resmi geçidini seyrederdik. Bu hediyeler konusunda belki de çocuk hayal gücümün abarttığı, ama aslında doğru olan bir kişisel anlayışım vardı.
Bir büyük hafta günü (Paskalyadan evvel olan hafta) Loksandra teyzemle manastıra gitmiştim. Oradaki büyük odalarda inanılmaz bir manzarayla karşılaştım. Bu odaların çoğunda yumurtalar sergileniyordu; ama ne yumurtalar! Üzerlerine altın veya mavi renkli bir çerçeve içinde İsa’nın dirilişi resmedilmişti, hepsi yapanların sanatını gösteriyordu. Bu güzellik karşısında şaşırıp kalmıştım.
MANASTIRIN KÜTÜPHANESİ
Manastır kütüphanesi konusunda belirtmem gereken şeyler vardır. Eskiden bu kütüphanede, şimdi Athos’ta bulunan çok kıymetli elyazmala-rı vardı. Bu kütüphanede Arkhimedes’in kayıp bir teoremi, “Basınç Konusunda" başlıklı bir eser bulunuyordu. 10. asırda kazılıp yazılmış sayıldığı için çok kıymetliydi.
Amerikan Ansiklopedisinin Yunanca basımı bu konuya ayırdığı on bir satırda, arada şunları söylüyor:
“Metin 1906 civannda İstanbul’da bulundu; bir kısmı dua kitabına dönüştürülmek için bir keşiş tarafından silinmişti!”
Bu kütüphanenin böyle hâzineleri vardı. Polis’ten Geliyorum adlı kitabında Bay Lambrinidis bunların korunmaları konusunda şunları söylüyor: “Manastırın kütüphanesinin bir kitabı, soruşturma sonucunda Aya Sofya’nın kütüphanesinde bulundu. Yönetim, birinden 12.000 liraya satın aldığını söylüyordu."
O zamana kadar dokunulmamış olan kütüphaneden bu kitabın nasıl uçtuğunu araştırmak gerekiyor. 1920’li yıllarda manastırın yönetimi Mirmiroğlu adlı bir kurnazın elindeydi.
AİLEM VE MANASTIR
Anne tarafından dedemin ailesi Kudüs’ten gelmeydi (orada hâlâ akrabalarımız var) ve patrikhanede çalışıyordu. Patrikhane dedemi yönetici olarak Fener’deki manastıra yollamıştı. Tabii böyle bir görev çok kârlıydı. Söylentilere göre Fener’deki 1877 yangını sırasında dedemin sigortalanmamış yedi ahşap evi varmış. Evlerin hepsi bütün Fener’le birlikte yanmıştı. Yangından evvel sigortacılar Fener’e gelerek dedemle görüşmüşlerdi. Pazarlıkları uzun sürmüş ve ne yazık ki dedem evlerini zamanında si-gortalatamamıştı. Yangından sonra da, manastır sağ olsun, bu kez yeni taş evler yaptırmıştı.
Sonunda dedem emekli oldu. Manastır doğduğum evi, kira vermeden oturması için süresiz olarak ona vermişti. Dedemin 1908’de ölmesine rağmen, 1916’ya kadar bu evde kira vermeden oturmuştuk. Manastır o sıralarda Kudüs Patrikhanesi ile bağlantısını kaybedip parasız kalınca biz-
den kira vermemizi istemişti. Babam da bu nedenle evi satın almak zorunda kalmıştı.
Papazi Gösteren Cübbedir!
Manastırdan bir papaz Fenerli bir hanım tarafından baştan çıkarıldı. Bu hanım müzik öğretmenimiz Ksinta’nın kızıydı.
İkisi kaçarak Pire’ye gittiler. Papaz Anastasios cüppeyi çıkardı. O sırada da mucize gerçekleşti. Kız, cüppenin içinde çok muhteşem duran Peder Anastasios’un, cübbeyi çıkannca ufak tefek ve zavallı bir insancık olduğunu fark etti ve onu terk etti. Pişman papaz ortada kaldı. İş konusunda deneyimsizdi. Meryem Ana Kilisesi’nde ilahi okumaya başladı. Aksi gibi babam da o kilisedeki ayine gitmişti. O zaman Pire’de, Alkiviadu Caddesi’nde oturuyorduk.
Sivil giyinmiş pişman papaz babamı görünce rahatsız oldu. Papazlığa ihanet ettiğini hissetti. (Demek öyle hisler de varmış!) İlahi okumayı kesip babam onu görmeden kaçmayı başardı. Ama Bay Kostantinos Papaz Anastasios’un sesini tanımıştı. Eve dönünce anneme sordu:
-Amalia, biliyor musun, kilisede Peder Anastasios’un sesini duyar gibi oldum. Acaba nerelerdedir?
Sonradan olanları öğrendik ve din adamlarımızın başarılarıyla çok eğlendik... Aşk yenilmez...
Haci Dedem
Hacipetros Deda, yani dedem, Fener’de çok ünlü olduğundan sadece Hacı diye çağınlıyordu. O sıralarda Kudüs’te Erden Irmağı’na gidip ikinci kez vaftiz olanlara hacı denirdi, Ortodoks dininin günahların affedilmesi için tek bir vaftiz öngörmesine rağmen...
"Hacı” lakabı başka bir şeyi de gösteriyordu; parası olduğunu. Bunda da haklıydılar. O yıllarda Kudüs’e gidip gelmek pek kolay değildi. Ninem yelkenli gemiyle gittiklerini, yolculuklarınnın bir ay sürdüğünü anlatırdı. Bunu yapmak cesaret ve ekonomik bir rahatlık gerektiriyordu. Bu rahatlık da çok kişide yoktu. Dedem okumuş bir adamdı. Anadili Yunanca’dan başka Arapça, Türkçe ve Ermenice de bilirdi. Anladığıma göre dedem, Filistinli olup, Giritli olmadığından Kutsal Mezar Derneği’ne üye değilmiş.
Dedemin Özellîklerî ve Şakalari
Dedem tanınmış bir şakacıydı. İçten gelen bir şaka anlayışı vardı. Bu şakacılığı vatanından mı getirdi, yoksa ikinci vatanı olan İstanbul’da mı geliştirdi bilemiyorum.
Son zamanlarında Muhlio’daki evimizin yemek odasındaki minderine oturup gelen geçene sataşıyordu. Şimdi dedemin tuhaflığını gösteren bir olay anlatacağım.
Dedem, serveti olmasına rağmen ikinci bir takım elbisesi olsun istemezdi! Giydiği bir tek takımı vardı. Bu da ninemi çok üzerdi. Onu terziye yollamak için elinden geleni yapıyordu. Hacı adamın yıpranmış bir takımla dolaşması ayıptı! Dedem de birinci ve ikinci prova için terziye gidip en sonunda kurula kurula yeni elbisesiyle eve geldi:
-Gel hacı hanım, kocanla gururlan, Hacidimo’da diktirdim. İngiliz kumaşından yapılmış, bana da çok yakışıyor!
Gerçekten de ninem, levent gibi kocasıyla gurur duyuyordu ve onu çok sayıyordu. Bu yüzden çekinerek:
-Elbisen çok güzel Hacı, ama eskisi nerede? Onu yıkayıp onarayım da basit bir iş yapman gerekirse hazır bulunsun...
Hacının yanıtı şaşırtıcı, biraz da sertti:
-Bana ikinci takım gerekmiyor. Eskisini bir fakire versin diye terzide bıraktım.
Böylece zavallı ninem bundan sonra, takımı bir zarar görmesin ve Hacı adam donla ortada kalmasın diye dedemin peşinden koşturup durmuştu.
CİĞERCİ
İstanbul’da ciğer ve diğer sakatat seyyar satıcılar tarafından satılırdı. Bu ciğerciler dükkânlarını sırtlarında taşıyorlardı. Arkası tahtadan ve çinkoyla kaplı olan bu kocaman dolabın yanları ve kapılarının çerçevesi tahtadandı. İçi havalansın ve sineklerden korunsun diye tel kaplıydı. Arka taraftaki çinko üzerindeki çengellerden ciğer, akciğer ve yürekler sarkıyordu.
Ciğerciler mahalleler arasında dolaşırken Türkçe ve Latince bağın-yorlardı: "Ciğer, ciğer...” Dil ile beyin de sattıkları için “linka, çervelo...
Ciğercilerin mahalleden geçişleri ev kadınlarını pek ilgilendirmiyordu, zira kasaptan almak istediklerini akşamları kocaları getirirdi.
Mahalledeki pisi pişiler ise takım halinde miyavlayarak, kuyruklar direk gibi dikilmiş, ciğercinin peşinden giderken, “Bir parça akciğer al!” gibi dönüp, evlerinin kapılarında dalga geçen kadınlara yalvanrcasına bakıyorlardı. “Miyavv!”
Muhlîo’dakİ Mahallem
Mahallem konusunda konuşmaya başlamadan evvel, adına açıklık getirmek isterim. Beşinci Tepe’nin yarı yolunda bulunduğu için havadar bir yerdir, bu yüzden adı küften kaynaklanmıyor [Muhla, küf demektir], Muhlio adı Muhliotissa veya Mugliotissa Meryemi Kilisesi’nden gelir. Kiliseyi yaptıran Meryem Mihail Paleologos’un kızıydı ve Moğolların Abaka Han'ı ile evlendirilmişti.
-
13. asırda inşa edilmiş olan kilise, camiye çevrilmemiş iki kiliseden biridir. 1955’te [6-7 Eylül Olayları’ndan] zarar gördü. Bildiğim kadarıyla Pe-ra’daki Aya Triada’dan başka, kubbeli olan tek kilisedir [bkz. s.112, Harita 4, Ada 250, Eglise Byzantine Panaghia Pammacaristos].
Fetih sırasında Muhliotissa kilisesi bir manastırdı. Fatih Sultan Mehmed kiliseyi Fatih Camii’ni (1463-1469) inşa eden mimar Hristodu-los'a hediye etmişti.
Muhlio’nun sınırlarını şöyle çizebiliriz: Manastır yolu-Balat-Antifo-niti-Rum Lisesi’nin merdivenleri. Muhlio’nun içinde ise Rum Erkek Lisesi [bkz. s.112, Harita 4, Ecole Grecque Pour Garçons Yaokimion], İoakimi-on Kız Lisesi [bkz. Harita 4, Ada 246, Ecole Grecque Filles Yaokimion], Muhlio İlkokulu [bkz. Harita 4, Ada 252, Ecole Primaire Grecque-Garçons] ve Muhliotissa Kilisesi bulunuyordu.
Muhlio’nun Anayoluna doğru
Manastırın köşesinden sola saptığımız yol Muhlio'ya yöneliyordu. Başında manastırın sebze yetiştirilen bahçesi vardı.
Devam ederken solda Eflak Sarayı [bkz. Harita 4, Ada 251 yanında Eglise Grecque Ulak-Seray] yer alıyor, yol sola kıvrılıp birkaç basamakla
Pl. 33
sur
PLAN
ASSURANCES
LEVÉ ET DESSINÉ, EN AVRIL 1029
sur bast de la Triangulation Officielle, par
J. PERVÏTITCH
O4om Atre • Topograph«
Echelle i • 800
(¿Mu* minimum put ¡KUrt)
B 0 ft 10 If W <9
**$*1^* ***• ••¿•/Jm*'
XAatcibï v« MatWaadA Anaal»« fthiaU
KO M
KO
LÉGENDE
248
Le pe»lt iRnodro ter la liçad^Rua eti feM appoM pourk Recen*« ruwt
U dün« dac» >• phlmitre 4ı cheque Cauatascdoa tn «UHet H tantee, d*Hu<ex İr Kri-de-chm»-yomapd*
La leíate Jawne ¡udlque Ice Constase-tioas en Bola
La leíate Roen Indtoue Kt Constase-tipa» en* astil o» di »aire, O« ▼ohtd tu partía.
La tríate Violar, indique les MawiU 04 Cíwrut anal, et vodka partout Le laupa eacadri de Rote ¡trique Ir» Conatnietioiis mixtea
Lea randa Numí^iant ceux dea
X EFLAK SARAYI
Ayia Blaherna Kilisesi veya Eflak Konağı Kilisesi. Eflak voyvodalarının yaptırdığı bu kilise 1587-1597 yıllarında, patrikhanenin Zeyrek’teki Pammakaris-tos Kilisesi’nden çıkartılmasından sonra kısa bir süre patrikhane olarak kullanılmıştı. Kilise, 1640 yılındaki büyük yangında, yanındaki, Kudüs Patrik-hanesi’ne ait olan Metokhion (misafirhane) ve Balat ile Fener arasındaki diğer sekiz kilise ile birlikte harap oldu. 1769’dan itibaren misafirhane olarak Me-gaspilaion Manastırı’na bağlanmıştı.
Resim 22. Eflak Sarayı Kilisesi.
Fotoğraf: Serol Teber, 2004.
îoakimion Kız Okulu’na, Muhlio tlkokulu’na, Muhliotissa Kilisesi’ne ve Rum Erkek Lisesi’ne vanyordu.
Bu basamaklara varmadan, Eflak Sara-yı’ndan önce taşlarla döşenmiş yol önce sağa kıvrılıp [bkz. Harita 4, Kazancı Selim Sokak] bir blok sonra yine sola sapıyordu. Orada yol kaldırıma dönüşüp Muhlio’nun ana caddesini oluşturuyor [bkz. Harita 4, Kiremitçi Sokak] ve dört beş blok sonra Antifoniti, Çarşamba ve Fatih’e doğru gidiyordu.
-
> Eflak Sarayi
Bugün Eflak Sarayı Manastırı önemsiz gibi duruyor: Mütevazı bir kilise ve bir bahçenin etrafında birkaç bina.
Ama 1586-1596 yılları arasında patrikhane de bu manastırda bulunuyordu. Manastırın adı bir ara Kantakuzenes Ailesi’nin sarayına bağlı olmasından kaynaklanıyor. Burada Eflak ve Boğdanlı prensler yaşardı.
Muhlio’nun Ana Yolu
Bu yol sadece bizim anayolumuz değildi: Antifoniti’de, Çarşamba ve Fatih’te oturan Türkler de vapur iskelesine gitmek için buradan geçerlerdi.
Eflak Sarayı karşısında olan Diaman-di’nin bakkal dükkânının köşesinden başlayan yol, Antifoniti sınırında olan Türk fırınında [bu fırın, bugün Kiremitçi Caddesi’nin en yukarısın-da, haritada 248. Ada’nın yakınında 77 numarayla gösterilen binada simitçi fırını olarak mevcuttur] biterdi.
Dümdüz bir yoldu, dikey yollar da onu dik bir açı ile kesiyordu. [1877] Fener yangını ile tamamen yanarak daha akla yakın biçimde inşa edilmişti.
Belediye tarafından devamlı onarılmasına rağmen, bu yolda kocaman çukurlar olurdu. Nedeni de Beşinci Tepe’nin kuzey yamacına toplanan yağmur sulannın buradan akmasıydı.
Yol boyunca iki taraf da evlerle kaplıydı. Sadece iki evin bahçesi vardı: Aşağıda sağda bir zengin eviyle, biraz daha yukarıda gene sağda, bir ara Er-meniler oturmuş olduğu için Ermeni evi dediğimiz ev. Bu evin bahçesinde bir armut ağacı vardı. Bahçe küçük olduğundan ağacın dalları yola uzanıyordu. Bu dallar mahallenin çocukları için iyi bir nişangâhtı. Zor savaş yılla-nnda bu ağaca atılan taşlardan epey çocuk yaralanmıştı.
Resim 23. Muhlio'nun ana yolu, bugün Kiremit Caddesi. Fotoğraf: Serol Teber. 2004.
Bütün evler üç katlıydı; giriş ve iki kattan ibarettiler ve ön cepheleri
de daha önce anlattığım gibi çok dardı.
Yolun uzunluğu yaklaşık 250 metreydi. Ortasında, sağ tarafta Haci-petros’un evi, yani oturduğumuz ev bulunuyordu. Daha sonra bu evi ayrın-tılanyla anlatacağım.
Ev Okulu
Sultanlık zamanında İstanbul’un tüm Rum topluluklarının normal anaokulları vardı. Ama bunlardan başka ev okulu dediğimiz, evde kalmış hanımların, genellikle terzilerin çalıştırdıkları evler de vardı.
Böyle bir evde ben birinci sınıfı okudum, yaşadıklarımı ayrıntılarıyla anlatacağım.
Mahallemdeki Muhlio’nun yedi sınıflı ilkokulunun ana veya birinci sınıfı vardı ama Antifoniti Mahallesi’ndeydi. Anlaşılacağı gibi, evimizden biraz uzaktı. Ufacık yaşımda o kadar uzağa gidemezdim. Bu yüzden aile meclisi beni çok daha yakın, aynı yolda üç blok ilerde olan bakkal Di-amandi’nin ev okuluna yollamaya karar verdi.
Bakkal Dİamandî’nîn Evi
Bu okul tek katlı, tuğla bir evdi. Diğer evlerin aksine, sıvasızdı; bu da fakirliğini gösteriyordu. Bu evde anneleri ile birlikte oturan evde kalmış üç hanımın esas işleri nakıştı, ikinci iş olarak da eve on beş çocuk alıyorlar ve böylece evlerinde bir ana sınıfı açıyorlardı.
İlk gün okula beni annem götürdü. Çocuklar evden getirdikleri minderlerde oturuyorlar, giderken de bunları yanlarında götürüyorlardı. Bu iş annemin hiç hoşuna gitmediğinden benim, üç kardeşlerden biri olan Kiria Eleni’nin yanında, yüksek minderde oturmamı sağladı.
Ertesi günün sabahı, çantamı alıp ilk kez tek başıma okula yöneldim. Oraya kadar gittim, ama hemen ağlayarak geri döndüm. Bunun nedeni, tam okulun önüne, anlaşılan bir boru yerleştirmek için açılan dar hendeği atlamaya cesaret edemememdi.
Anladığınız gibi anasının kuzusu, bir muhallebi çocuğuydum.
Beni, gece bekçisi olan Meleti ile okula geri yolladılar. Meleti daracık hendeği görünce, bana, 80 yıl sonra hâlâ hatırladığım küçümseyici bir bakış atmıştı.
Yüksek Yerden Bakmak
Okula girdikten sonra gidip Kiria Eleni’nin yanındaki mindere oturdum. Bağdaş kurup minderlerinde oturan diğer çocuklara yüksekten bakmaya başladım.
Acaba bu yükseklik farkı bende psikolojik bir etki yaratarak diğerlerine (aptalca) yukarıdan bakmama neden olmuş muydu? Kuşkusuz. Gerçekten de bu aptallığımı aşmak istemiştim, bazen dayak yememe ramak kalıyordu.
Yüksek minderimden, etrafta olanları rahat görebiliyordum. Diğer iki öğretmenim, Kiria Athina ve Kiria Melpo, benimkinin karşısında bir
minderde oturarak Türk paşalar için uzun donlann bel kuşaklarına nakış işliyorlardı. Meyve ve yaprak desenli harika nakışlardı bunlar.
İki minder ve 15 çocuk arasında ninenin, ailenin annesinin koltuğu bulunuyordu. Bu koltuğun sırtına hayrandım. Bizim evde böyle bir koltuk yoktu. Döşemesinde boğa güreşi desenleri vardı. Bunların Ispanya’da yapıldığını öğrendim.
“Amia” dediğimiz nine, oturduğu yerden çocukları izliyordu. Biri, “Kiria, dışarı çıkmak istiyorum” dedi mi onu yanına çağınyor, “Gel donunu çözeyim” deyip çocuğu gerekli işe hazırlıyordu. Çıkarken de arkasından seslenirdi:
-Oturağın dışına çiş etmemeye bak!
Dönüşünde gene çocuğun donunu bağlardı.
Okumaya gelince, tek okumuş olan Kiria Eleni’ydi. Çocuklar sırayla onun önünde ayakta durup okurlardı. Yüksek minderinde oturan Kiria Eleni, alfabeyi ayaklarının üzerinde dayayıp nakşına devam ediyordu!
Aslında ev okulunu seviyordum. Sıkıcı evimizden çok daha iyiydi.
Hanımların başı ağrımasın diye zavallı çocukların sessiz ve hareketsiz oturmak zorunda olmalarına rağmen, okul daha değişikti.
ÇÖPÇATANLIĞIM
Eleni öğretmenimi çok seviyor, ona bakacak bir erkek olmadığı için çok üzülüyordum. Halbuki etrafta bir sürü bekâr erkek vardı!
Örneğin Eviryinia’nın erkek kardeşi Kirios Filipos. Kiria Eleni ile evlenip evlerine taşınamaz mıydı? Hem bu zavallılann da bir erkeği olurdu.
Söyleye söyleye bizimkilerden izni kopardım, öğretmenime de teklifi yaptım. Ama toplumu düzeltme ilk çabam, sonrakiler gibi başansızlık-la sonuçlandı...
Kiria Eleni’nin yanıtı çok açık ve beklenmedik oldu:
-Olamaz! İkimiz de gözlük takıyoruz, öpüşürken ne olacak? Gözlükler kırılmaz mı?
Mantıklı bir yanıt...
Bence bu yanıtı Kirios Filipos’tan ödünç almıştı, çünkü o çok ünlü bir nüktedandı!
Yokuşun Devami, Solda
Birkaç önemsiz evden ve bir şarapçı dükkânından sonra, yola kapısı olmayan (kapısı arka yoldaydı) bir evde Spathari adlı bir aile oturuyordu. Bu ailenin bizimle hiçbir ilgisi yoktu. Evleri de sağlamlaştırılmış bir Bizans yapısına benziyordu. Acaba neydi?
Arkasından mahallenin tek ahşap evi geliyordu: Kirios Kamfo-na’nın evi. Kişilikli ve mizah duygusu güçlü kepazeler sınıfından bir Sakız Adalıydı Kirios Kamfona!
Anlattıklarına göre şakaları sayesinde sadece kendisine bir bilet alarak, evde kalmış kız kardeşleri ve teyzelerini de tiyatroya götürürdü. (“Para yok diye kızlar tiyatrosuz mu kalacaktı? Olacak şey değil!” derdi.)
Kirios Kamfona’nın evinden sonra, daha yukarıda, kişilik sahibi başka bir hanımın evi vardı. Mahallemiz için bu hanım ve kızları hür Yunanistan’ı temsil ediyorlardı. Yunan uyrukluydular.
Biraz ileride bir ana kız daha oturuyordu. Güzelliklerine, hele kı-zınkine hayrandık. Adı Yalatia’ydı... Bir gün beni evlerine çağırmışlardı, nedenini unuttum. O gün ilk kez, kadınların annemden farklı olduğunu anlamıştım.
Patrikhanenin savaş sırasında yolladığı, medeniyetsizlikleriyle mahallemizi alt üst eden mültecileri geçeceğim. Epey olay yaratmışlar, ama neyse ki zaman ilerledikçe bize uymaya çalışmışlardı.
MAHALLEMİZİN GAZETELERİ
Muhlio yolunun alt köşesinde, Muhliotissa Kilisesi’ne doğru giden yol üzerinde, Kiria Lula’nın evi vardı [bkz. Harita 4, Kiremitçi Sokağın İst-rumca -bugün Usturumca- sokağını kestiği köşede 33 numaralı ev]. Bu hanımın kocası, Fener’de patrikhanenin yanındaki Maraşlı İlkokulu’nun müdürüydü.
Müdür beyin sesi soluğu pek çıkmazdı. Güzel paltosu ve fötr şapkasıyla, gayet iyi giyinmiş olarak işine gidip geliyordu, ama bu kadar. Hiçbir sosyal ilişkisi yoktu. Mahalleyi rahatsız eden bu karakteri, taşkın ve samimi karısı tarafından tamamlanıyordu. Bayan Lula çok ciddi ve saygın bir hanımdı. Buna rağmen evinin bir köşesinde tüm mahalleye günlük haber-
Resim 24. Bir zamanlar Kiria Lula'nın oturduğu evin yerinde şimdi bir arsa var.
Fotoğraf: Serol Teber, 2004
leri, savaş haberlerini ve başka ilginç şeyleri anlatıyordu. Mahalle de bu hizmetini değerlendiriyordu. Bazıları onun sayesinde gazete için ayıracakları kuruşu tasarruf ederlerdi. Her şeyi Kiria Lula’dan öğrendikten sonra gazeteyi ne yapacaklardı? Kiria Lula böylece “mahallenin gazetesi” unvanını kazanmış oldu.
Kiria Lula işinde yalnız değildi. Kiria Lefkothea adında, bizim mahallenin Antifoniti’ye doğru uzanan üst köşesinde çalışan, değerli ve verimli bir meslektaşı vardı. Görev yerinden hiç kıpırdamayan Kiria Lula’nın muhabiri gibi çalışır, her yere koşup haberlerin ve olaylann kaynağına giderdi: Fener’e, vapur iskelesine, fiyat endeksini hazırlayan Balat’a...
Kiria Lula oralara nasıl giderdi? Kiria Lefkothea bütün gün koşturduktan sonra Kiria Lula’nın evine vanr, son haberlerle raporunu verir, sonra kendi görev yerine gidip kendi müşterilerini ve Antifoniti’ye doğru gidenleri bilgilendirirdi...
Yuttuğumuz Haberler
Anlatacağım örnekler, bu iki hanımın haberlerinin güvenilirliği konusunda bir fikir verebilir:
Kiria Lefkothea, Kiria Lula’ya şöyle demişti:
-Balat’taki Yahudi hastanesinde okkası 120 kuruşa kemiksiz sığır
eti satıyorlar. Ben üç okka aldım, daha var. Koşun, çünkü orada büyük bir kalabalık toplanmış.
Kiria Lula, Kiria Lefkothea’nın haberini hemen yaydı, biz de koşup önemli bir miktar aldık, çoktan beri et yemiyorduk.
Pirinç bulunmadığından, eti bulgurla pişirdik ve bu “rostoyu” afiyetle yedik. Yediğimizin at eti olduğunu ertesi gün anlayacaktık.
-Ne olmuş yani, dedi Kiria Lefkothea. Fransa’da at etini devamlı yiyorlar!
Kiria Lafkothea gene bir gün, Balat’ta gazyağı için çözüm bulunduğunu söylemek üzere kendinden geçmiş bir halde geldi. Lambanın içini idrarla doldurmak yeterliymiş. Doğal olarak deneme başarılıydı, çünkü fitiller gaz doluydu. Ancak idrar fitile varınca işler değişti. Kiria Lefkothea’nın altın madeninden taş çıktı.
Dİğer Haber Kaynaklarimiz
En azından bizim evin haber kaynakları Kiria Lula ve Kiria Lefkothea ile sınırlı değildi. Babam onlara pek aldırmıyordu. Bu yüzden, yorgunluğuna ve az eğitimli olmasına rağmen tek yapraklı günlük gazetesinin her tarafını gaz lambası ışığında yüksek sesle okurdu. Bu zorunlu işi kahramanca yapar:
-Efımitsa, nereye gidiyorsun? Bekle, aileye gazete okumam bitsin, derdi. Gazeteyi böyle en ufak ayrıntısına kadar okuma alışkanlığı bana da geçti ve bu alışkanlıktan bütün hayatım boyunca çok faydalandım.
Babamın haberlere olan ilgisi sadece akademik değildi. İçinde yaşadığımız endişeli zamanlardan kaynaklanıyordu bu ilgi.
MAHALLENİN DEDİKODUCU KADINLARI (KERAÇA)
Keraça sözü, yapacak bir işi olmadığından işi gücü insanlann söyledikleri şeyleri herkese aktarmak ve yaptıkları ile uğraşmak olan, bunun için herkesi gözetleyen kadınlar için kullanılırdı. Bu sözcük Yunanistan’da pek bilinmiyordu.
Doğal olarak mahallemizde birçok keraça vardı. Şimdi ben de onların üslubunda bir şeyler söyleyeceğim.
Yolumuzun sol tarafında ve bizim karşımızda bulunan evin cephesi diğerlerinden daha dardı; ama bu eve dikkat etmemizin nedeni başkaydı. Söylentilere göre, mahalleye yabancı olan biri bu evi kiralayarak sevgilisini buraya yerleştirmişti. Muhlio’da duyulmamış bir skandaldi bu.
Orada oturan hanım da anlaşılan utamyordu, pencereye ve taraçaya çamaşır asmak için bile çıkmazdı. Çamaşınm kapalı pencereler arkasında bodrumda kendi yıkardı. Bu yüzden onu ve dostunu kimse görememişti. Ben de giriş katımızdan çok casusluk etmeme rağmen bir şey görememiştim.
Bir tane daha: Çocukları ve bebekleri daima çok pis olan Anadolulu Andronikis’in evinden uzak duruyorduk. Onların bitişiğindeki evde de bir bekâr oturuyor ve ilgimizi hiç çekmiyordu.
Aksine, evde kalmış üç kız kardeşi ve dul annesi ile oturan, kendisi de evde kalmış olan Kiria Sevos’un (Sevasti) evi ilgimizi çekerdi. Evde kalmışlığın mahalledeki temsilcileriydiler. Erkek kardeşleri küçükken İsviçre’ye gidip saatçi olmuştu. Bir ara öldüğünü duyduk. En büyükleri olan Se-vo pazara gidip saat satmaya başladı. O zamana kadar evinden hiç çıkmamıştı. Kimse de nasıl geçindiklerini bilmiyordu!
Altin İskemle
Bu ilginç evlerden sonra, 2,5 metrelik bir tahta perde ile çevrili boş bir arsa vardı. Onun yanında da hayran olduğum zengin Kirios Mutafı’nin yeni boyanmış gösterişli evi bulunuyordu. Neden hayrandım ona?
Her şeyden önce, birinci kattaki kapalı balkonda altın bir iskemle görüyordum. Duyduğuma göre altın ender bulunan ve çok pahalı bir madendi.
İskemlenin altın yaldızla boyanmış tahta olduğunu, üzerindeki altın miktarının çok az olduğunu ve hiç de pahalı olmadığını duyunca çok şaşırmıştım. Bu vesileyle bana her parlayanın altın olmadığını öğrettiler.
Mutafı’nin evine hayran olmanın bir nedeni daha vardı. Savaşta hüküm süren açlık sırasında, Paskalyada küfeleri çörek dolu iki hamalın evden çıktığını görmüştüm. Sorup öğrendim. Çörekler ordunun subaylarına gidiyordu. Deri tüccarı Mutafıler, ordudan büyük siparişler alıyordu. Bu da başka bir deneyim.
121
Biz İstanbullular Böyleyİz!
Muhlİotîssa Yolu
Muhlio’nun anayolu hareketliliğine rağmen, zengin evlerin bulunduğu, Kiria Lula’nın evinden başlayan Muhliotissa Kilisesi’nin yoluyla [bkz. Harita 4, Isturumca Sokak] karşılaştırılınca önemsiz kalıyordu. Hafif bir yokuşu olan bu yoldaki önemli ve süslü evlerin arasında (örneğin No-midis’in evi), dıştan yağlıboya ile boyanmış Kosmidis’in konağı da vardı [bkz. 7 numaradaki Ecole Turque, ex-Cosmidis/Türk Okulu, eskiden Kos-midis, 1950’lerde “Perili Ev” olarak anılırdı]. Konağın giriş katı bütün Fe-ner’de tekti. Bu bahçeli konak, sadece Kosmidis zevkine varsın diye yüksek bir duvarla çevrilmişti, ama Kosmidis sürekli Yunanistan’da olduğu için konağın tadını çıkaramıyordu.
Bir muamma! Bugüne kadar bu Kosmidis’in kim olduğunu ve o kadar da önemli olmayan Muhlio’da bu kadar lüks bir kona-
Resim 25. Mütareke'de Kosmidis’e ait olan bu ev daha sonra Türk okulu olarak kullanıldı. 1950’lerde boştu ve Perili Ev diye anılıyordu.
Fotoğraf: Serol Teber, 2004.
ğı neden yaptırdığını öğrenemedim. Parası olanların taşındığı Pe-ra’ya gitseydi ya!
Muhlio okuluna gittiğim altı yıl süresince her gün bu konağın önünden geçiyor ve güzel döşenmiş yaya kaldırımında zevkle yürüyordum. Bu kaldırımı da belediye yapmamıştı.
YİNE MUHLİOTİSSA KİLİSESİ
Kilisenin kubbesinden başka, cehennemi ve günahkârlann çektikleri çileleri tasvir eden bir duvar resmi de ilgimi çekmişti. Bütün resim sıvayla kapatılmıştı (tuhaf, çünkü Türkler kiliseye do-kunmamıştı), ama sol alt tarafın-
da, sıvanın altından çok ilginç bir çile sahnesi görünüyordu: Çırılçıplak, başlarında şapkaları olan iki piskopos, şeytanın sürdüğü bir arabayı birlikte çekiyorlardı, şeytan mızrakla kıçlarını dürtüyordu.
Dindar babası tarafından eğitilen 13 yaşındaki bir çocuk için bunu görmek şaşırtıcıydı! Babamın piskoposlar dahil herkesin günahkâr olduğu açıklaması beni pek tatmin etmemişti. Öyleyse ellerini neden öpüyoruz? Bu konuyu düşünmeye başladım; Tann, şeytan, günah her şeyi kanştırdım.
Babam, aptalca sorular soran oğluyla başı belaya girdiği için, resmi doğru dürüst silemeyen yönetim kuruluna sinirlenmişti.
Küçük Kİlîse ve Babam
Muhliotissa Kilisesi için söyleyecek bir şey daha var. Bahçesi İstanbul’un diğer kiliseleri gibi kalın bir duvar ve sağlam kapılarla çevrilmişti. Bu duvarlar o kadar sağlamdı ki, kilise duvarından çok bir ortaçağ şehrini çevreleyen surları andırıyordu. Ama bütün bunlar 1955 yılındaki Türk medeniyetini durduramadı!..
Sürekli açık olan dış kapıdan girdiğimizde, avlunun içinde Bizans kilisesi tarzında ufak bir kilise vardı. Hangi aziz veya azizeye ithaf edildiğini bilmiyorum. Tek bildiğim, asıl kilise kadar önemli oluşuydu. Babam her geçişinde bağışını oradaki tablaya atardı. Adam devamlı büyük kiliseye koşacak değildi ya!
MUHLİO-POTİRA BİRLEŞİK EĞİTİMİ
Anaokulunda birinci sınıfı okumadan “Muhliotissa Meryem Ana” okulunun ikinci sınıfına yazıldım. Müdürümüz değerli aydın Dimitrios Damaskinos’tu. Öğretmenlerimiz de çok iyiydi. Her okulda olduğu gibi çocuklar öğretmenlere lakaplar takmışlardı. Simeon Papadopulos’a biraz kambur durduğu için Kukudis; Pavlo Anastasiadis’e, çok ciddi ve yetenekli olmasına rağmen Eskici; Aleko Hrisafıdis’e tavan taburunda askerliğini yaptığı için Keleş deniyordu. Morfi, (adını unutmuşum) kabadayı olduğu için ona lakap takılamamıştı.
Sadece nüfuzunu simgelemekle yetinmeyen, “değneğiyle” dolaşan bakıcımız Kirios Hambo (Haralambo) da vardı. Diğer bazı öğretmenlerimi-
zin de değnekleri vardı. Özellikle Simeon Papadopulos, verniklenmiş değneğini taşımak için ceketinin iç tarafına özel bir cep yaptırmıştı.
SİMEON’UN CİMRİLİĞİ
Bize 1917-1918 yılında Türkçe de öğreten Simeon harika bir öğretmendi. Ondan söz ederken, cimriliğini gösteren bir olayı anlatmak isterim. Bir gün Simeon okulda bayıldı. Nedenini bilemiyorum ama onu bir türlü ayıltamamışlardı. Belki yaran olur diye topal karısı Osia çağrılmış, kadıncağız topallaya topallaya gelip onu ayıltmaya çalışmıştı.
-Simeon, Simeon, kendine gel! diye bağırıyordu.
Ama yine bir tepki yoktu. En sonunda kadın kararını verdi ve:
-Simeon kendine gel! Doktor çağırayım mı? dedi. Bu yetti.
Simeon hemen ayağa fırlayıp bağırmaya başladı.
-Hayır, hayır, hayır!
Simeon hiç doktora para kaptırır mıydı!
Eğİtİme Devam
Lafa dalıp en sevdiğimiz öğretmen olan Marneli’den söz etmedim. Herkes onu sevdiği için lakabı yoktu.
Limbusi’ye gelince... Onu nasıl unuttum! Boyu, duruşu, şıklığı ve ders anlatışının akıcılığı ile hayranlığımı kazanan ilk insan olmuştu. Sakız Adalı olduğunu duyunca çok şaşırmıştım. Ben sadece Limonluklar’da iş elbiseleriyle gördüğüm Sakızlıları bilirdim...
Truva’da Hektor’un alçak Ahilleus tarafından öldürüşünü anlatırken aktardığı heyecanı hatırlarım. Kendisi ağlarken bizi de hıçkıra hıçkıra ağlatmıştı.
Muhliotissa Meryem Ana Okulu, kâgir, iki katlı ve genişçeydi. Bodrumda yemekhanesi, bir de bahçesi vardı.
Okulumuz köşede, Muhliotissa Meryem Ana Kilisesi’nin ve İoaki-mion Kız Lisesi’nin karşısında (kızların çığlıkları bizi şaşırtıyordu) ve Rum Lisesi’nin yakınındaydı.
Savaş yıllarını iyi koşullarda geçiriyorduk, birden ordu okulumuza el koyarak bizi şaşırttı. Gidip bir Türk konağına yerleştik.
EĞİTİM SİSTEMİMİZ
Türkiye’deki Rum yuvaları ve ilkokulları Rum cemaati doğrultusunda semt komiteleri tarafından yönetiliyordu. Öğretmenleri bunlar tayin edip görevlerine bunlar son verirlerdi. Bu yüzden İstanbul’da kötü bir öğretmene rastlamadım. Kurulu tatmin etmeyen hemen kovulurdu. Kurul çocuklarını kötü ellere bırakmazdı.
Türkiye’nin Maarif Nezareti okullanmıza hiç karışmıyordu. Nezarete vekâlet eden patrikhanenin Eğitim ve Din Komitesi de okullarımıza pek kanşmıyordu. Bu kurul programlan belirleyip kitaplan onaylıyor, öğretmenlere karışmıyordu.
Okulları işletmek için gerekli para okul ücretlerinden sağlanıyordu, bu yüzden de yönetime üçüncü
> Resim 26. Haris Spataris'in gittiği, bugün bir yıkıntı halinde bulunan Rum Erkek İlkokulu. Fotoğraf: Serol Teber, 2004.
şahıslar karışamazdı. O zamanlar fark etmiyorduk ama, Türkiye’deki Rum cemaatinin işlerinde yerel yönetim kazanmıştı!
OKULLARIMIZDA TÜRKÇE
Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerin Rum cemaatine karşı uyguladıkları baskıcı önlemler 1917’de Yunanistan’ın antanttan çıkması sırasında alınmıştı. Daha önceleri Yunanistan savaşta Müttefikler tarafına geçmesin diye bizi gücendirmemeye özen gösteriyorlardı.
Alınan baskıcı kararların en önemlisi Yunan okullannda Türk dilinin empoze edilmesiydi. Bu karar mütarekeye kadar sürmüştü. O sıralarda 7. sınıftaydım, mütarekeyi duyar duymaz, hemen sınıftaki sobada Türkçe kitaplarımızı yakmıştık!
Resim 27. Günümüzde kullanılmayan loakimion Kız Lisesi
Fotoğraf: Serol Teber, 2054
Daha önce de sözünü ettiğim gibi, Türkçe yazıda Arap harfleri kullanılıyordu. 34 harfli ve her birinin üç veya dört şekli olan bu alfabe bizi serseme çeviriyordu.
Mustafa Kemal, daha sonra Latin alfabesini getirdi. Bu yüzden şimdi fazla bir şey hatırlamıyorum. Şimdi Yunanistan’da Araplar ve Afrikalılar yüzünden Arapça duyuruları okuyamadığım için kendime çok kızıyorum...
Türkçe bilmediğimiz için çektiklerinin yanında aslında bu hiçbir şey değildir. Anadolu tren yolu yapıldıktan sonra 1900’lerde Anadolu’dan gelen Rumlar Türkçe bildikleri için işlerimizi elimizden alıyorlardı.
Daha önce de hatırlattığım Türkçe bir darbımesel bizi uyarmıştı: “Türkçe bilmeyen Allah’tan korkmaz.”
Ama bizim aklımız neredeydi?
Kuşkusuz, aramızda Karamanlılardan başka Türkçe bilenler de vardı. Bunlar patrikhane ve Yunan cemaati tarafından, Türk yetkililerle ilişkilerde aracı ve tercüman olarak kullanılmak üzere “okumuş” olanlardı.
Okullarda 1917 yılına kadar Türkçe öğretilmemesine rağmen, Yunan coğrafyası ile birlikte Türkiye coğrafyası da öğretilirdi. Herhalde Mega-li İdea bunu gerektiriyordu.
Türk Îzcîlîğİ
Türk dili ile birlikte bize Türk izciliği de empoze edildi. Okullarda Rum öğrencilerden izci grupları oluşturuldu ve yürüyüşler, geziler başladı. Bu hareket çocukların hoşuna gidiyordu. Sınıflarda kapalı olmaktan iyiydi.
Annem yine de izciliğe katılmamam için elinden geleni yaptı. Cim-nastikten korkuyordu. Diğer çocuklar beklemedikleri bu oyundan çok zevk alıyorlardı. Askeri disiplin ve düzen, rütbeler, şarkılar (Türkçe olmalarına rağmen), İstanbul Üniversitesi’nde gösterdikleri ve Alman izcilerle birlikte seyrettiğimiz bir film çocuklar için çok eğlenceliydi.
Bulgurcunun oğlu da bizim sınıftaydı. Çok paralı olduğundan kendisini gösterme fırsatını bulmuştu. Terzisine lacivert, altın düğmeli bir üniforma diktirdi, savaştan önce polislerin kullandıklanna benzer deriden tozluklar taktırdıktan sonra, onbaşı olarak çağrılmak istedi. Yürüyüşlerde birinci takımın sağında yer alırdı.
Türk İzci Marşi
Bize öğrettikleri izci marşının birkaç dizesini ve gerçekten çok güzel olan müziğini hatırlıyorum. Hâlâ İstanbul’da söylendiğini duydum. Marşın satırlarını bayan Niki Stavridu çevirmişti.
Dağ başını duman almış.
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin.
“Dİyakozumuz”.... Baş Yehovaci
Çok sevdiğimiz müdürümüz Damaskino’dan sonra diyakoz [papaz yardımcısı] olmasına rağmen çok iyi bir insan olan Polikarpos Kiniyopulos müdür oldu. Biz ona kısaca Diyakoz derdik. Ondan çok şey öğrendik, ama en önemlisi onunla tartışabiliyorduk. İlahiyatta bile katı değildi. Bu papaz karşıtı taktiğinin nedeni, Atina’ya gelince anlaşılmıştı.
Burada papazlığı bıraktı, tıraş oldu, cüppesini çıkartıp Kutsal S: nod’a yolladı. Bunlar da Metaksa’nın zamanında oluyordu.
Arkasından maalesef, Yehova Şahitlerinin yöneticiliğini aldı. Bunu bilmeden gidip onu görmek istemiştim. Ama polis teşkilatında yönetici olan eski bir sınıf arkadaşım, bunu yapmamamı tavsiye etti: “Bu Yehovah-rı, komünistlerden de beter kovalıyoruz” demişti. Burjuva rejiminin dine ne kadar çok dayandığını düşündüm. SSCB’ye göre devlet memurunun vs tandaşa dinini sormaya hakkı yoktur, kimliğine de dini yazılamaz. Burada papazlar, kimliğinde Ortodoks yazılı olduğundan, karımı Hıristiyan usulüyle gömmek istiyorlardı. Halbuki zavallı çoktan imanını yitirmişti.
BİR AYRICALIK DAHA
Ev okulunda, ayrıcalıklı olarak Kiria Eleni’nin yanında yüksek nur. derde oturmamdan sonra, bu okulda karşılaştığım ikinci ayrıcalık, sınıfa: kadaşlarım tarafından muhallebi çocuğu olarak sınıflandırılmam oldu.
Evet! O sıralarda okullarımızda dayak vardı; ama ne Kukudis ne ¿e başka biri bana vurmaya cesaret edebildi. Neden? Uslu ve çalışkan oldu ğum için değil, babam yüksek bir okul ücreti verdiği için.
O sıralarda okullanmızda ücret her çocuk için aynı değildi. Okul Komitesi bölgede oturan herkesin “durumunu” bildiği için, her çocuğu: ücretini babasının durumuna göre ayarlıyordu.
Babamın verdiği yüksek ücret sayesinde annem gidip öğretmenle: den ve korkunç Kirios Hambos’tan dayak yemememi rica etmişti.
Babam sertlik taraftarı olduğu için bunu onaylamamıştı, ama onu kim dinliyordu? Evde de okulda da annemin dediği olurdu.
Buna rağmen babam okula gittiği zamanı anımsıyor (herhalde Ci-bali’ye), öğrencileri “falaka”ya yatıran ve harika öğrenciler yetiştiren öğretmeninden söz ediyordu.
Nasıl olduysa ben okulda ve hayatta, Alman işgaline kadar dayak■ memiştim. Sonra, Halkida’daki İtalyan komutanlığında iğrenç bir İtalar çavuş bana bir tokat atmıştı.
-
9 Eylül 1943’te İtalya teslim olduğunda, ELAS onu kurşuna dizine intikamımı almış oldum. [...]
MÜTTEFİKLERİN GÖRKEMİ VE GÖSTERİŞİ
Birinci Dünya Savaşı bittiği sırada, herkes canı gönülden eğleniyor ve bundan sonra savaş olmayacağına inanıyordu. O sırada İstanbul Müttefiklerin işgalindeydi. Müttefiklerin her biri kendisine en büyük payı koparmaya çalışıyordu.
“Savaş ganimeti" toprak ve savaş tazminatı demekse de Müttefiklerin diplomasisi başka şeyleri de hesaba katıyordu.
“Yenilmiş" Türklerin ve onlara bağlı halklann teveccühünü kazanmak istiyorlardı. Bu doğrultuda Müttefiklerin en uygun bulduklan yöntem, Boğaz’ı donanmaları ile doldurarak görkemlerini göstermekti. Denizciler İstanbul’da para saçıyorlardı. İstanbul böylece Amerikalı, İngiliz, Fransız, lapon. Italyan sarhoş denizcilerle doldu.
İstanbul’da bulunan tüm uyruklann bu çılgınlıktan, şişelerde her tur hizmeti ikram ederek faydalanması ve paraları toplaması çok doğaldı.
PouR LA SOUPE DU PAUVRE7
Bir Amerikalı, otomatik makineler çıkınca para kazanmanın yeni bir yolunu bulmuştu: otomatik terazi. Parayı atıp karşılığında bir bilgi alınıyordu, yani hiçbir şey. Aynı şeyi İstanbullu Rumlar, daha doğrusu çok sandaki dernekleri de düşündü. O sıralarda eski derneklerden başka yeni dernekler de kurulmuştu ve yasallaşmaları patrikhanenin iznine bağlıydı.
Bu dernekler her pazar ve her bayram günü (bayramın uyruğu ve devleti fark etmiyordu) kokart takma yöntemini uyguluyorlar, yoldan geçenlerin göğsüne kokartı iğneledikten sonra küçük bir yardım bekliyorlardı.
Yardım “Pourla soupe du pauvre" denilerek Fransızca isteniyordu. 0 sıralarda İstanbul’da Fransızca revaçtaydı! Müttefik kuvvetlerin mensuplan. sarhoş oldukları için hemen ellerini ceplerine atıp parayı kumbaraya atıyorlardı. İstanbullu Rumlann fakir çorbası için topladıklan, beylerin derneklerine gidiyordu.
Bu akıllıca yöntemi, Muhlio’daki okulun yedinci sınıf öğrencilerinin kurduğu Ahileus Futbol Kulübü de uygulamak istedi. Oturup düşün-
Metinde Yunan harfleriyle Fransızca yazılmış. ‘Fakirin çorbası için’ anlamındadır -çn
düler. Bir yerde takılıyorlardı. Patrikhaneye gidip izin almak gerekiyordu, ama buna cesaret edemiyorlardı. Bu görevi cesur birine vermek istediler. Beni cesur sandılar. Aman Tanrım, ben hiçbir zaman cesur olmamıştım. İşleyişe uygun görünsün diye, beni üye bile yapmadan başkan seçtiler.
-Aman bre! Ben hayatımda topa vurmuş değilim!
-Zararı yok. Kulübün menfaati için başkan olacaksın!
Ne diyebilirdim? Kabul edip hemen ertesi gün patrikhaneye gittim. Beni piskopos yardımcısı papaza yolladılar. Onun altında üç diyakoz daha vardı. O sıralarda başpiskopos, sonradan Patrik olan Athenagoras’tı!
Her Şeyden Önce ... Fakİrier
Athenagoras beni dikkatle dinledi. Kulübün desteklenmesi gerektiğinde hemfikirdik ama, biz de fakirleri düşünmeliydik. Geçirdiğimiz savaştan sonra onlan de desteklememiz gerekiyordu... Topladığımız paraların yansını Fener Manastın’nda bulunan yoksullar derneğine vermeliydik.
Kulübüme sormadan teklifi kabul ettim. Başka ne yapabilirdim ki?
Patrikhaneden gerekli onayı aldıktan sonra bağış kampanyasım düzenlemeye başladım. Kızlann yaşamı o zaman daha derli topluydu. Büyük zorluklarla beş ekip kurabildim. Yunan bayraklı iki ayn kokart bastırdım, gerekli ha-zırlıklan yaptıktan sonra pazar sabahı işe koyulduk. Hatırlıyorum, bir ekibi Prinkipo’ya [Adalara], diğer dördünü de Pera’ya yolladım. Şehrin Türk kısmı bu işe elverişli değildi, zaten Müttefik kuvvetler de o tarafa pek gitmiyordu.
Akşamüstü ekipler paralan yüklenmiş geldiler. Ben de tahsilatı toplamak için Fener vapur iskelesine gittim.
Biletçinin yanında durmuş, ilk ekibi bekliyordum. Birden yanımda cüppeli, çok uzun boylu birini hissettim. Döndüğümde ortağımız Athena-goras’ı gördüm. O da aynı iş için gelmişti; yoksullar için toplanan paranın yarısını almaya.
Lafı uzatmayayım. îlk ekibi karşıladım, sonra da diğerlerini. Her ekibin gelişinde Athenagoras ile bir duvar dibine gidip paralan paylaşıyorduk: Yansı yoksullara, yansı kulübe. Nezaket icabı, büyüklere de inanmamız gerektiğinden yoksulların payı için makbuz istememiştim. Makbuz vermek başpiskoposun aklına da gelmemişti.
Paylaşma
“Birilerini kavga ettirmek istiyorsan, onlara para ver” derler. Kulübümüzün başına da doğal olarak bu geldi. Bağışlardan bu kadar büyük bir meblağın toplanıldığı duyulunca kulüp birbirine girdi. Bazıları topu bile unuttu, paralarla ne yapılacağı tartışılıyordu. Toplar, fanilalar, futbol ayakkabıları ve adını bile bilmediğim bir sürü araç gereç. O kadar çok para kalmıştı ki, etrafımızdaki diğer kulüpler bizimle ortak olmak istiyordu. Diğer yandan bizim kulübün üyeleri kulübü dağıtıp paraları aralarında paylaşmak istiyorlardı!..
Tabii, başkanlan olarak bu dürüst ve kibar önerileri geri çevirdim. Bu yüzden de sporcuları karşıma aldım.
Bu olumsuz tutumumun sonucu ne oldu? Bir darbe.
Çocuklar gizlice toplanıp karar aldılar. Kulüp dağıtılıp mal varlığı üyeleri arasında paylaşılacaktı.
Bana söylemeye utandıkları için, bir sabah okula gitmek için kapımı açtığımda, önümde futbol malzemelerinden oluşmuş bir tepecikle içinde para olan bir zarf bulduğumda durumu anlamıştım.
Bu, kulübün servetinden bana düşen paydı!
Her Yerde Ayni
Teselya’nın bir yerinde bir tanm kooperatifi şarap imalathanesi kurarak piyasada epey tutulan bir şarap elde etmişti. Her şey yolundaydı.
Derken Arkeoloji Müdürlüğü imalathaneyi istimlak edip onlara muazzam bir tazminat ödedi. Kooperatif, bu tazminatla başka bir imalathane kurup başarılı şarabın yapımına devam edebilirdi.
Ama hayır! Şarabın başarısından istifade edeceklerine, genel kurul toplantısında kooperatifi dağıtıp tazminatı üyeler arasında paylaştırmaya karar verdiler. Bizim on üç yaşındaki çocukların kulübü ile aralarında bir benzerlik görüyor musunuz?
Fener Mekteb-î Kebîr Vakfi
Bizans Ökümenik Mektebi’nin devamı kabul edilen Büyük Rum Lisesi 1454 yılında kuruldu. Okulun görkemli binası ise 1881 yılında Dima-
FENER RUM LİSESİ
-
II. Mehmed’in fermanıyla 1454'te kurulan ilk Rum eğitim kurumudur. Patrikhane Akademisi, Mekteb-i Kebir adlarıyla bilinir. ı86ı'e kadar teoloji ağırlıklı bir eğitim veren okul, bu tarihten sonra klasik eğitim veren bir liseye dönüştü. Günümüzdeki kırmızı renkli tuğla bina 1880’de mimar Dimadis tarafından inşa edildi.
Resim 28. Fener Rum Lisesi.
Fotoğraf Serol Teber, 2004
dis adındaki mimar tarafından inşa edildi. Bu okulda Yunanistan ve Türkiye’nin her tarafindan öğrenciler vardı. Öğretmenler, Avrupa’da eğitilmiş seçkin bilim adamlarıydı. Bunlann arasında daha sonra Yunanistan üniversitelerinde öğretim üyeliği yapanlar da vardı.
Büyük Rum Lîsesİ’nİn Öğretmenleri
Büyük Rum Lisesi’nin öğretmenleri, halk tarafından akademik unvanları ve başanlı ders verme kabiliyetleri yüzünden çok takdir ediliyorlardı.
Ama benim zamanında, öğretmenler ve patrikhane memurları arasında gülünç duruma düşen biri vardı.
B2
Peder Zotos
Bilgisiyle okulun idaresini ele alabilecek durumda olan ve patrikhanenin Berlin Yunan Cemaati’nden getirttiği Rum Lisesi’nin ünlü müdüründen söz ediyorum.
Fener’e varır varmaz ona kilisenin büyük günah çıkartıcısı ve din eğitmeni unvanı verilerek itibarına patrikhaneninki de eklendi.
Ama onun kutsal kanunlardan biraz sapması (rahipler evlenebilir, ama onun dışında bir şey yapamazlar) Fener’de ve İstanbul’da büyük bir skandala yol açtı. Olaylara sırasıyla bakalım.
Peder Zotos, müdür olarak Büyük Rum Lisesi’nin bahçesinde bulunan iki katlı eve yerleştirilmişti. Bu görkemli ev, okulla aynı üslupta yapılmıştı. Müdür beyin hanımını -felçli olduğu için- bu evde devamlı olarak bir şezlongda uzanmış güneşlenirken görüyorduk. Müdür bey evli olduğu için baş rahip olamıyordu.
Almanya’dan getirdikleri bir kız da bu evde çalışıyordu. Bu kız eve devamlı olarak gelip gidiyor, müdür beyin felçli hanımma ve eve bakıyordu.
Okulun bahçesindeki tek dişi olan bu genç kıza uzaktan baktıkça ağzımızın suları akıyordu. Ama anlaşılan, aziz peder bizim gibi yalanmakla yetinmiyordu. (Bunu kutsal kurallar bile kabul eder sanınm.) Bir taraf din adamı olsa bile, tabiatın iki cinsiyet arasında koyduğu kurallara göre işi ilerletti. Nasıl olduysa olay duyuldu. Fener, patrikhane ve bütün İstanbul dedikodulardan bunaldı!..
DEDİKODU YAYILIYOR
Söylentiler basının ve mizah dergilerin kulağına gidince İstanbul’a iyice yayıldı. Patrikhane dedikoduyu durdurmak ve adamı haklı göstermek için altı yedi doktordan oluşan bir kurula kızı muayene ettirdi.
Doğal olarak kurul gerekli keşifleri yaptı. (O zamanlar kızın kişiliğine hakaret diye bir konu yoktu.) Ama uzun süren toplantılara rağmen beraat ettirici rapor çıkmıyordu. Neden?
Kurulun bir üyesi, sadece biri, bilimsel etiği hatırlayarak imzayı basmamıştı! Aman bre, ortalık dedikodudan yıkılıyor! Bre patrikhane rezil oldu! Bre, müdürün Alman sistemine uygun kurduğu Büyük Lise’nin disiplini yok
oluyor! Boşuna, doktor gerilemiyordu! Kuruldan beraat karan çıkmadıkça bir şey yapılamıyordu. Patrikhane ve kamuoyu çoğunluk usulüyle alınan bir kararla tatmin olamazdı. Karar oybirliğiyle alınmalıydı. Oybirliğiyle beraat!
Bu arada basının ve mizah dergilerinin panayırı sürüyordu.
Her şeyin bir sonu olduğu gibi, nihayet bu skandalin da bitmesi gerekiyordu. En sonunda doktor da kabul etti (kabul ettirdiler) ve oybirliğiyle rapor çıktı. Patrikhane de rahatladı, her şey yerli yerine oturdu.
Zafer Şölenleri
Bu iş gerçekleşir gerçekleşmez, müdür bizi bahçeye toplayarak doğrunun yalanı ve dedikoduyu aşıp hep kazandığını söylediyse de pek ikna olmadık. Bize lokum ikram ederek dersleri de bitirtti ve doğrunun üstünlüğünü kutlamamız için hepimizi evlerimize yolladı.
Ama rezalet, bu büyük rezalet hemen unutulmadı. En iğneleyici mizah dergisi olan korkunç Kedi, müdürün aklanması ile alay etmek için iki sayfayı kaplayan, on iki skeçlik bir karikatür basarak macerayı anlatıverdi. Birinci skeçte kocaman bir gazete yazısı vardı, birbirini izleyen skeçler gittikçe ufalıyordu, on İkincisini okuyabilmek için ise bir mercek gerekiyordu.
MİSTAKİDİS ve Aftentopulos
Büyük Rum Lisesi’ndeki öğretmenlerim Mistakidis ve Aftentopu-los’u da tasvir etmek isterim.
1912 yılında yıllık mizah dergisi Satan’da çıkan ve iki öğretmeni karşı karşıya gösteren bir karikatürü anımsadım. Mistakidis’in elinde kocaman bir çanta vardı (aslında ben onu hiçbir zaman çantalı görmemiştim, demek karikatürist öyle istedi) ve Aftentopulos’a şöyle diyordu:
-Her şeyi biliyorum ve hepsi çantanın içinde.
Diğeri ise şöyle yanıtlıyordu:
-Hiçbir şey bilmiyorum, bu yüzden de an dili savunuyorum.
Dilbilimi o sıralarda onları çok ilgilendiriyordu. Yunan Filoloji Derneği başkanı olarak 1918-1922 yıllarında yazılan ve sınıf arkadaşım olan ye-
geni tarafından yayınlanan rapor ağdalı bir Yunanca ile yazılmıştı. Belki de bunun nedeni derneğine karşı olan saygısıydı.
Aftentopulos Pera’da oturmasına rağmen Fener’in de unutulmaz bir tipiydi. Her gün ders vermeye gelirdi. Ciddi ve aynı zamanda şakacı ta-vırlanyla patrikhane ve Rum Lisesi’nin çevresinde ortalığa nükte saçıyordu.
Satan dergisinin onları birlikte yazması için, ikisinin de Fener’in sevimli tipleri olarak algılandığı anlaşılıyor.
Mistakidis’e gelince (1859-1933) İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin ikinci müdürü ve Türk devletinin memuru olarak hep fesle dolaşırdı. Patrikhanede tahtın yanındaki yerinde de bütün madalyalarını takarak dimdik du-nırdu. Lisede tarih ve coğrafya öğretirdi.
Coğrafya dersi için Anadolu'nun bir haritasını çıkartıp öğrenmemizi söylüyordu. "Haritaya bakınız!” diye bağırırdı. Mezopotamya’daki uygarlıklara ve yaptığı kazılara değinirdi. Hâlâ Bergama Kilisesi’nin harika ikonalarına dayanarak yaptığı tasviri hatırlıyorum. Şimdi bulundukları Doğu Berlin’deki müzeyi ziyaret edince onları tekrar gözümde canlandırdım.
Başındaki Türk fesi, her fırsatta sergilediği Yunan vatanseverliğini hiçbir zaman kapatmıyordu.
Mînas Aftentopulos
Yeğeni Todoro’dan aldığım bazı bilgilere göre 1862-1932 yılları arasında yaşadı. Almanya’da hazırladığı doktora tezinin başlığı: “Platon ve Aristoteles’e Göre İlham ve Deha Teorisine Katkı”ydı.
Bu iyi öğretmenimiz bize Homeros’u ve psikolojiyi öğretirdi. İoaki-mion Kız Lisesi’nde ve Zapyon Lisesi’nde de ders verirdi. Mizahta korkunçtu, alayda ona kimse yetişemezdi.
Onunla daha uzun süre yaşayan Bayan Halkusi ve Bay Aleksiadis, kitaplarında onun hakkında öyküler yazmışlardır. Tembel öğrencilerle alay etmek için anlattıkları bir öyküyü aktaracağım.
Kopya çeken bir öğrencinin defterine burnunu uzatarak şöyle demiş: “Azizim bu hazır mektup kokuyor.”
Türkiye’de arzuhalciler müşterileri için hazır mektuplar bulundururlardı. Aftentopulos, başkasından kopya çeken arkadaşlarımızı onlara benzetirdi.
Hazir Mektup
İstanbul’un camilerinin etrafında geniş avlular vardı. Ortalarında, namazdan evvel müminlerin yıkandığı, çok musluklu çeşmeler bulunuyordu. (Aslında ayak tabanlarını ve başlarını bir iki damla su ile ıslatıyorlardı.)
Avlunun etrafında, cumaları ve bayram günlerinde çeşit çeşit sabalar bağdaş kurarak oturuyordu. Bu küçük esnafın arasında birkaç kuruş karşılığında mektup veya dilekçe yazan arzuhalciler vardı. Çoğu okuma yazma bilmeyen Anadolulular için, yaptıkları iş çok önemliydi. Bir mümin, arzuhalciden köydekilere yollamak üzere bir mektup yazmasını istiyordu. Arzuhalci mektubun kime yazılacağını soruyor ve her durum için hazır duran mektuplardan birini veriyordu.
Demek ki standartlaştırma Anadolu’da biliniyordu.
Arzuhalci, müşterinin imzasını koyup zarfın üzerine de akrabasının adresini yazdıktan ve gerekli pulu yapıştırdıktan sonra müşterisini postaneye yolluyordu.
Resim 29. Eminönü'nde, Yeni Cami önünde arzuhalciler, 1922.
Fotoğraf: Sólita Solano, NCS Koleksiyonu
Meşhur hazır mektupta ne mi yazıyordu? Bunlar bizim köy mektuplarına pek benziyordu: “İyiyim. Sizin de iyi olduğunuzu umuyorum. Beni sorarsanız, sağlığım çok iyi...”
Bazen de zor bir müşteri, mektuba özel bir şeyler eklemek istiyordu. Örneğin keçi veya komşu Fatma doğurmuş mu?
Arzuhalci bu ek istekleri mektubun alt tarafına ilave ediyordu. Bu işlem müşterinin istekleri bitinceye kadar sürüyordu. Müşteri de fazla para ödememek için çok istekte bulunmuyordu.
Bir gün müşterinin biri mektubun yazılması bitince, bir şey unutulmuş olmasın diye, arzuhalciden yaptırdığı ekleri okumasını istedi. Bu arzuhalci için beklenmedik ve korkunç bir istekti! Adamcağız yazmasını biliyordu ama yazdıklarını okumasını bilmiyordu! Yapılacak tek şey bir bahane bulmaktı: “Affedersiniz efendim, ben arzuhalciyim. Okumacı değilim.” Bu nasıl açıklanır? ü)
Türkiye’de 1923’te Kemal Latin harflerini empoze etmeden önce Arap alfabesi kullanılıyordu. Arap alfabesinin 34 harfinin çoğu dört şekle girebiliyordu: Harfin önünde ve arkasında bir şey olmayınca birinci şekil; harf önündeki harfle birleşince ikinci şekil, sonraki harfle birleşince üçüncü şekil ve hem önündeki hem de sonrasındaki harfle birleşince dördüncü şekil.
Başka bir sürü zorluk daha vardı, zavallı arzuhalci işin içinden nasıl çıksın? Bunu kendi tecrübemle de biliyorum, 1917’de okullanmıza Türkçe dersi koyduklarında ben de Arap alfabesini öğrenmiştim. Benim için de yazmak, yazdıklarımı okumaktan çok daha kolaydı.
Donsuz Perİler
Anlatacağım bu öykü Aftentopulos’un metanetini ve nükte yeteneğini yansıtıyor. Büyük Rum Lisesi’ndeki benim sınıfımda cereyan eden bu öykünün baş rolünü Aleko Makridis oynuyordu. Sistemli ve bilgili biri olan Aftentopulos, bize sadece Homeros’un ele aldığı konuları öğretmiyor, diğer sanatkâr, şair ve bilginlerin fikirlerini de aktanyordu. Evinden Homeros’un sahnelerini gösteren röprodüksiyonlar da getiriyordu. O yıllarda doğru dürüst röprodüksiyon bulmanın çok zor olduğunu belirtmeliyim. Aftentopulos onları Paris seyahatleri sırasında bulup getiriyordu.
Bunlardan biri Artemis’in dağda perilerle avlanmasını gösteriyordu. Aftentopulos bu resimle bizi Odysseia destanının av sahnesine götürüyordu. Küçük tabloyu kara tahtanın ortasına astı ve sınıfımızın 45 öğrencisini teker teker önünden geçirip izlenimlerini sordu:
-Makridi, bu reprodüksiyon konusunda sen ne düşünüyorsun? Ona çok para ödedim, iyi olması gerekiyor! Sen ne diyorsun?
Alekos çok cesur ve küfürbazdı. Babası okulun denetleme kurulun-daydı, o yüzden de kendini torpilli hissediyordu...
-Resim çok güzel öğretmenim, ama Artemis’in etrafında dolaşan bu perilerin hepsi donsuz...
İyi yürekli adam güldü, memnuniyetini de klasik yöntemiyle bildirdi:
-Tabiiii.....
Alekos’un Atina’da yıllarca İstanbul demeklerinin başkanlığının yaptığını burada belirtmem gerekiyor.
Yüz KİTAP
Minas Aftentopulos’u size mükemmel lise öğretmeni olarak takdim ettim. Felsefi bakışı ve mizah duygusu güçlü, çocukları ve işini seven bir bilgindi o.
Şimdi de Hafızamda, yaşadıklarım ve tanıklık ettiklerimle böyle kaldı. Konuşmaları sırasında hep şu cümleyi söylerdi:
-Tabii! Herkesin okumuş olması gereken yüz kitaplık bir liste var!
Sonra da başlardı saymaya:
-Homeros’un îlyada’sı ve Odysseia destanı...
Hiçbir zaman bu üsteye üçüncü bir kitap eklemedi. Bu yanm cümlesini hep bizim tamamlamamızı beklerdi. Bu listeyi kendi ilgimiz ve araştırma-lanmıza göre tamamlamamız gerekiyordu. Şimdi bu yaşımda da düşünüyo-mm, aramızdan kaç kişi okuduğu ve hatırladığı 100 kitaplık bir liste yapabilir?
Canîs Papadopulos
Büyük Rum Lisesi’nde Bizans tarihi öğretmeni, Fransız Akademisi üyesi, Lejyon Madalyası sahibi ve sonra Selanik Üniversitesi’nde öğretim üyesi Canis Papadopulos Fener ve İstanbul’un ünlü kişileri arasındaydı.
Onu yakından tanıyamadım, ders verdiği sınıflarda değildim; ama dillere destan bir üne sahipti.
Bizans’tan büyülenmiş ve esinlenmiş olarak bazen gerçeklerden uzaklaşıp kendini tamamen unutuyordu. Onu böyle bir zamanında daha yakından tanıdım.
Kendi öğrencilerine arkeolojik bir gezi düzenliyordu. Anlatacaklann-dan istifade etmek için ben de geziye katıldım. Bizi Türk mahallelerinin arasında kalan ve harabeye dönüşmüş Tekfur Sarayı’na (Blahema Sarayı) götürdü. Bu üç katlı sarayın sadece dört duvan kalmıştı; bir zamanlar salonlan aydınlatan pencerelerin yeri açık duruyordu. Tavan ve döşemeler yok olmuştu.
Harabenin girişinde Canis’in etrafında toplandık, duygulanarak anlattıklarını dinledik. Sonunda da coşkuyla şarkı söylemeye başladık.
Bunlar 1920’de mütareke sırasında oluyordu. Seslerimizi duyan Türk çocukları giriş katın pencerelerinde toplanmış, pek rahatlatıcı olmayan bir tavırla bize bakıyorlardı.
Kendinden geçmiş olan Canis hiçbir şeyin farkında olmadan şarkılarımıza önderlik ediyordu. Etrafında toplanmış olan bizler, işlerin iyiye gitmediğini fark ederek sıvışmaya başlamıştık. En sonunda Canis de olan biteni fark etti ve dışarı çıkıp Bizans’ın son cesur öğrencilerine katıldı.
Biz dışarıda onu sessizce bekliyorduk. İstanbul surlannı Türk çocuklarının tehdidi altında gezdik. Öğretmenimiz hâlâ Konstantin’i atının üstünde, kulelerden Anadolu'dan gelecek tehdidi gözlerken gördüğünü anlatıyordu. Bu tehlike artık bizler için İstanbul’un içinde mevzilenmişti.
Doğal olarak mizah dergileri de Canis’e değinirdi:
O Canis Papadopulos’tur,
Bin yakışıklı arasında
Onu seçmek zorundasın!
DİMİTRİOS SARROS
Sarros derin bilgili bir Yunan dili ve tarihi uzmamydı. Uzağı ancak gözlükle görebiliyordu; incelediği metni okuyabilmek için gözlüklerini çı-kanp kürsünün üzerine bırakırdı.
Bir gürültü duyduğunda, gözlüklerini bulup takıncaya kadar gürültü diniyor, o ne olduğunu anlayamıyor ve tekrar okumaya devam ediyordu.
Bir vatansever olarak Yunan olan her şeyi beğenirdi. Biz ona çarpıklıkları gösterince, kararsızlığını örtebilmek için bir kâhin gibi durup genizden gelen sesiyle bağırırdı: “Yunanistan’ın Tanrısı büyüktür!”
Yunanistan’da Milli Eğitim Bakanlığı’nda danışman oldu. Çevirdiği birçok antik drama Milli Tiyatro’da sahneye kondu.
Papakostas
Sevimli ve akıllı bir adamdı Papakostas. Özenli giyimi, seçkin görünüşü ve Katolik terbiyesine rağmen, aniden etrafına, kendisine uygun olmayan küfürler savurabiliyordu. Benden büyük öğrenci arkadaşlarımın an-lattıklanna göre, bir gün Aristofanes’in açık saçık sözlerini incelediği sırada, kürsünün çekmecesini açıp da öğrencilerinin Aristófanes’! iyice anladıklarını belirtmek için yerleştirdikleri bir havucu görünce, taksi şoförü gibi küfretmeye başlamıştı. Yunanistan’a benden sonra gelenlerden, bu saygın öğretmenimizin 1923’ten sonra görev başında kalan diğer öğretmenler gibi rejimden kaynaklanan sıkıntılar çektiğini duydum.
Pantacídís, Bİr Venİzelos Karşiti
Pantacidis kompozisyon dersi verirdi. Bazen içimizden birine kompozisyonunu yüksek sesle okuma sırası gelirdi. O zaman da ardı ardına sıraladığı fikirlerin keyfini çıkarırdık..
Genellikle kompozisyonlarda ne yazacağımızı bilemezdik. Bize verdiği konuları anlamadığımız olurdu. Örneğin: “Her Hıristiyan, bu dünyada her yaptığının hesabını ölmeden evvel veriyor. Gökyüzü şahidimdir. Bir hanım üzülüyor!” Bu konuda ne yazılır? Ben de, dünyada her şeyin hesabı ödendiğine göre, bu hanımın cennet ve cehennemin ve kilise felsefesinin ne gereği olduğunu anlamadığı için üzüldüğünü yazdım. Kompozisyonumu hiç beğenmedi. Herhalde dindarlığına dokunmuştu.
Öğretmenimizi bilgin olarak kabul etmek zorundaydık, ama diğer öğretmenlerin onu aralarına almalarına içten içe şaşıyorduk. Bize göre bu kabul edilemezdi. Nedeni mi? Gayet basit.
Bütün İstanbul Rumlarının Venizelos taraftan oldukları sırada o Venizelos karşıtıydı. Hatta dediklerine göre, İstanbul’da bulunan iki Venizelos karşıtından bir oydu.
Pavlos PALEOLOGOS, Bír Başka Venizelos Karşiti
Diğer Venizelos karşıtı kimdi? Şaşırmayın: Pavlos Paleólogos. Yıllarca Eleftero Vima gazetesinde harika yazılar yazan, Atina’da bu kadar ünlü olan o aydın. Atina’daki Venizelos karşıtlan Kasım 1920 seçimlerini kaybettikten sonra Venizelos karşıtı propaganda yapsın diye Pavlos Paleolo-gosü İstanbul’a yollamıştı. Pavlos Paleólogos Atina’dan para getirip İstanbul’un Patris gazetesini satın almış ve İstanbulluların kafasını şişirmişti.
Hemşerilerim toplanıp ona temiz bir dayak attılar, İstanbul’da artık kalamayacağını anlayan Pavlos Paleólogos da toparlanıp Atina’ya döndü.
Ne yazık ki İstanbul Rumlannın telefonlanndan sonra orada bulunan Venizelos taraftarı Yunanlılar da ona dayak attığı için Romanya’ya sığındı. Daha sonra Romanya’dan da kaçarak Almanya’ya gitti ve orada evlendi.
Bütün bu olayları gerçekleştikleri sırada öğrenmiştim, Pavlos Pale-ologos’un oğlu rahmetli Dimitri de bu olayları onaylanmıştı.
Pavlos Paleologos’un serüvenlerini okumak için Milli Meclis Kü-tüphanesi’nde zamanın İstanbul gazetelerini aradım ama bulamadım, “Onları bize yollamıyorlardı” diye mazeret gösterdiler. Ankara’ya götürülen, İstanbul’daki Yunan Filoloji Derneği Kütüphanesi’ne gidip bakmak isterdim. Bu gazeteler arasında 80 yıl yayınlanan ve Yunanistan’ın önem vermediği Vutira’nın Neoloyos gazetesi de vardı.
Pavlos Paleólogos 1895’te Boğaziçi sahillerinde doğmuştu. 1914’te Boğazlar kapandığı için İstanbul’dan trenle ayrılmıştı. Yunanistan 1917’de harbe gireceği için trenler hâlâ çalışıyordu. Anlaşılan, o sıralarda bütün Rumların yaptığı gibi, Türkiye’de askerlik yapmamak için buradan gitmişti.
Muhlío’nun Ana Caddesİ
Aşağıdan başlayalım. Saka’nın çeşmesinin önünden Balat’a doğru dönüldüğü yerde eskiden bir polis kulübesi bulunurdu. Daha sonra bu kulübeyi kaldırdılar.
Trabzon’daki dişçi okulunu bitirdiğini söyleyen dişçimin muayenehanesi buradaydı. Ayakla çalışan matkabıyla insanların dişlerini mahvederdi.
Ondan sonra, hep penceresinde oturan emekli piskoposun evi gelirdi. Ona “tahta kurdu” adını takmıştık.
Biraz ilerde harp esnasında kazandığı paralarla babamın satın aldığı ev vardı. Bu evi kiraya veriyorduk. Su tesisatı olduğu için de iftihar ediyorduk. Oturduğumuz evde bunlar yoktu.
Ardından, kızı ile birlikte oturan çok uzun boylu Bayan Zoi’nin dar cepheli evi gelirdi. Arkasında bizim mahalleye göre çok büyük bir bahçenin içinde yer alan bir ev vardı. Orada kimin oturduğunu hiçbir zaman öğrenmedik.
Daha sonra Ermeni ebe Arnik Dudu ve tembel Stefanos’un evi vardı. Adam tembel filan değildi, sadece evinde çalışıyordu, ama mahalledeki-lere göre bir erkeğin çalışkanlığının belli olması için çarşıya çalışmaya gitmesi gerekiyordu!
Sonra, bana hayatımın ilk şamarını atan Yorgo’nun bakkal dükkânı geliyordu, onun yanında ise bizim kızlara benzemeyen, devamlı şarkı söyleyen, gülen ve dünyayı ayağa kaldıran "tımarhane” kızları vardı. Bu kızların diğer mahalle sakinleriyle ilişkileri yoktu. Bizimkilere devamlı sormama rağmen onlann kim olduğunu hiç öğrenemedim.
Sonra, Karamanlıların tuttuğu ve dolayısıyla mahallenin rengini değiştiren, armut ağaçlı Ermeni evine geliyoruz. Daha sonra, kendisinden ileride bahsedeceğim Kirios Panayiotakis’in dikkate değer evi vardı. Sonrada Köroğlu Sokağı’nın köşesinde Hacipetros’un evine yani oturduğumuz eve varırdık. İleride onu da ayrıntılarıyla anlatacağım.
Köroğlu Sokağı’nın diğer köşesindeki binanın giriş katında, en iyi öğretmenim olan Bay Pavlo Anastasiadi otururdu. Karısı ve kızlan bütün gün modern şarkılar söylerlerdi. Bu yüzden eve “konservatuvar” derdik!
MAHALLENİN GÜLÜNÇ ÇOCUĞU
Mahallenin gülünç çocuğu Petrakis her öğleden sonra Bay Pav-lo’nun evinin önünde dikilirdi. Kıyafeti ve hali tavrı kusursuzdu. Kirlenmemek için duvardan uzak durur, taşların ve çamurun içinde oynayan çocuk-
lara oradan bakardı. Tertemiz elbisesini kirletmemek için çocuklarla hiç oynamazdı. Bu emri, evlerinde her şeyi idare eden kız kardeşinden almıştı. Sonu ne oldu öğrenmek ister misiniz? Kusursuz Petrakis patrikhanenin lacivert takımlı, altın düğmeli memuru oldu. Çamurlarla oynayan diğer çocuklar doğal olarak onu hiç kıskanmadı.
Yolun Sonu
Biraz daha yukarıda, Antifoniti’ye doğru iki Karamanlı aile oturuyordu, akrabaydılar. Anadolu’dan gelenlerden farklı ailelerdi. Daha uygarlardı, evlerinde Türkçe konuşmazlardı, ekonomik düzeyleri de yüksekti. Hiçbir zaman bizden farklarını anlayamadım. Şimdi düşünüyorum da, herhalde Anadolu’dan İstanbul’a toplu göç edenlerden daha evvel gelmişler ve iş bulup Fener’e uyum göstermişlerdi.
Bu yol Kiria Lefkotheas’ın eviyle son bulur. Bölgenin ayaklı gazetesi Kiria Lefkotheas hem bizim mahalleye hem de Antifoniti’ye hâkimdi.
Ermeníler ve Arník Dudu
Muhlio Caddesi üzerinde Ermenilere de rastlıyorduk. Anlaşılan Fener’de eskiden Ermeniler de vardı. Türkiye’de Ermenilerle Rumlar hep iyi geçinirdi, birçok Ermeni de Ortodokstu.
Ama Ermeni mahallelerinin çoğu Fener’den uzakta, Marmara kıyı-lanndaydı. Muhlio’da sadece üç tane geleneksel Ermeni evi gördüm. Birincisi, Eflak Sarayı’nın karşısındaki apartman tipli binaydı. Benim zamanında bu binada sadece kör bir kadın otururdu. 1920’de kadının ölümü üzerine hemen yıktırılan bu binanın tipi, bir zamanlar içinde kalabalık bir ailenin oturduğunu gösteriyordu.
İkinci görkemli binada, Muhlio ve yakınlarında eskiden beri tanınan ve çok sevilen bir Ermeni aile otururdu. Buraya “Ebe Arnik Dudu’nun evi" denirdi. Arnik Dudu mahallenin ebesi ve doktoruydu. Bu ailenin iki kuşağına yetiştim, başlarında hep bir ebe olurdu. Genç Dudu çocukluğumda kamım ağrıyınca bana da bakmıştı. Kuvvetlenmem için, koca şişelerde kendi hazırladığı “kına”yı getirirdi. Vasiliadis, Fener’den İmajlar adlı kitabında ondan bahsediyor. Ama 1916’da, savaş sırasında ölen Dudu’nun, sa-
nırım Ortodoks geleneğine göre yapılan, benim de gördüğüm cenazesi konusunu yazmıyor.
Başlarında Spanudi olmak üzere Fener’in bütün doktorları cenazeye katılmıştı. Annem bana bunun nedenini anlatmakta güçlük çekmişti. Doktorlar rakiplerinin cenazesine neden gelirdi? Benim tahminime göre mahallede çok sevilen Arnik Dudu’nun cenazesine gelmeyerek toplumun hislerini incitmek istememişlerdi.
Cadde üstündeki üçüncü Ermeni evinin bahçesi de vardı. Bu evde yıllardan beri Ermeniler yaşamıyordu, ama adı böyle kalmıştı!
Köroğlu Sokaği No. 2
Muhlio Caddesi’nin yaklaşık olarak ortasında ve köşe başında, bizim yaşadığımız, Hacipetros dedemin evi vardı [bkz. s.112, Harita 4,259 ye 258 numaralı adalann arasında Kioroglu Sokak ve bu sokağın Kiremitçi Sokağı kestiği köşedeki 2 numaralı ev].
Evimiz yolumuzun en eski dört evinden biriydi. Yanımızda Hrisa-fıdi’nin evi ve karşımızda Anastasiadi’nin evi vardı. Bunlardan sonra Şahi-noğlu çeşmesinin orada yol hafif bir dönüşle, Karamanlıların yerleştiği Taş Merdiven’e doğru yöneliyordu.
Önce yakın mahallemi, o dört evi anlatacağım, sonra da semtimizin bir aynası olan ve ölümsüzlüğü hak eden evimize geçeceğim. Muhlio’nun da içinde olduğu daha geniş bir bölgeye Kiremit Mahallesi deniliyordu. Herhalde eskiden burada kiremit fabrikaları vardı.
KADINLARIN EGEMENLİĞİ
O zamanlar Fener’e özel, daha doğrusu Muhlio’ya özel değişik bir şey vardı!
Mahallemizdeki ve çevresindeki evler babalarımıza göre değil, burada oturan kızlara göre adlandırılıyordu: Örneğin “Hrisafıdi’nin evi” değil, “Hrisafıdi’nin kızlarının oturduğu ev” denirdi.
Bunun bir nedeni vardı. Erkekler bütün gün işteydi. Kadınlar ise evlere hâkimdi; özellikle evlenmemiş, evde kalmış kızlar. Evi onlar çevirdiği için evler onların adlarıyla anılıyordu.
Bunu açıklamam gerekiyor. Babam sabah beşte evden çıkıp dükkâna giderdi. Aynı şeyi çarşıda çalışan diğer erkekler de yapardı. Hiçbiri öğle yemeği için eve dönmezdi, akşamları da geç saatte dönerlerdi. Bu koşullarla erkekler sadece sabahın erken saatlerinde, akşam geç saatlerde, pazar günleri ve bazı bayramlarda evde bulunurdu. Etkileri de evde bulundukla-n süre ile orantılıydı.
Pazar ve bayram günleri kiliseye gidilir, kalan sürede haftalık yorgunluk atılmaya çalışılırdı. Böylece ev tamamen kadınlann hâkimiyetindeydi!
Evde Kalmiş Kizlar
Bir mahallede bu kadar çok kız nasıl olurdu? Bunun nedeni dar kafalılıkla birleşen dini önyargılardır. Bunlar insanı baskı altında tutup hayatın zevkini çıkarmasını engelliyordu.
Muhlio veya Fener’de bir kızın evlenebilmesi için “uygun damat” bulunmalıydı. Bu uygunluk her şeyi kapsıyordu: toplumsal sınıf, ekonomik durum vb. Bizde bir kardeşin muhasebeci diğerinin de bir dükkânda satıcı olması akla hayale gelmezdi. Hele İkincisi bir dükkânda çırak olsaydı, diğer kardeşini zor durumda bırakmamak için tavan arasında saklanmalıydı.
Damat adayı tamamen bağlantısız olmalıydı; yani evlendirilecek kardeş, teyze kızları, hatta teyzeleri gibi “toplumsal yükümlülükleri" olmamalıydı. Ebeveynini de güvence altına almış olmalıydı.
Kızlar tarafında ise, bir kızın evlenebilmesi için, ablalarının evlenmiş olması gerekirdi. Tabii bu kadar çok “zorunluluk” yerine getirilemezdi. Bu yüzden de kızlar evde kalıyordu. Ağabeylerden akıllı olanlar Yunanistan'a kaçıp bu baskılardan kurtularak evlenirlerdi. Üç amcam da böyle evlendi; ikisi Yunanistan’da, üçüncüsü de Kudüs’te. Kalanlar kendi hayatlarını mahvederek aileye destek oldular.
Bu yüzden mahallemizde içinde evde kalmış iki kız bulunmayan bir ev bulmak olanaksızdı; ileri yaşta üç ya da dört kızı olan ev çoktu.
Muhlio’nun yaşlı kızları işte bunlardı. Örneğin evimizde annemin iki ablası ve babamın bir teyzesi olmak üzere “üç kız” vardı. Ablalarından küçük olan annem de ötekilerin evlenme ümidi kalmayınca, ileri sayılacak bir yaşta evlenmişti.
Neticede evimizin bütün kızları evlenmeden öldü. Mahallemiz, kardeşlerine sırayı bozarak evlenme izni verdikleri için onları överdi.
Bekârete Övgü
Buna karşılık mahallemizin bütün evlenmemiş dişileri bakireydi. 0 sıralarda bundan başka bir şey düşünülemezdi. Bu hanımlar birbirlerine “kızlar” diye hitap ederlerdi.
Bence evlilik en kötü bağdır. İnsanların gerçekten hür olmaları için bir an evvel yürürlükten kaldırılmalıdır, t i
Rezil çıkarcıların saçmalıklarını tatmin etmek için aşkı tatmayan on binlerce İstanbullu genç kızı düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Aynı zamanda, frengi ve bel soğukluğuna yakalama tehlikesiyle Abanoz ve Galata genelevlerine giden gençlere de acıyorum.
İstanbul’un mahallemdeki hayatları boşa giden kızlarının inceliğini ve sevecenliğini hatırlıyorum. İstanbul’da yaşamayı yitirdiğimize üzülüyorum, ama özellikle cinsel konularda Payitaht’a önderlik edenlerin çıkarcı önyargılılarından kaynaklanan dar kafalılıktan ve saçmalıklardan kurtulduğumuza da seviniyorum!
Fener’de Flört
Büyük Rum Lisesi ve İoakimion Kız Lisesi Fener’in okullanydı. Bu iki okul o zamanki ve şimdiki tutucu görüşlere göre birbirinden uzak olmalı, kızlarla oğlanlar birbiriyle karşılaşmamalıydı. Kızlara akşam üstü gezintilerine çıkmak yasaktı. Rastlantısal karşılaşmalar bile olanaksızdı. Örneğin okullar öğlen ve akşam yanm saat ara ile tatil ediliyordu. Kızlar saat 12.00’de, oğlanlar saat 12.30’da çıkıyorlardı. Böylece oğlanlar sokaklara çıkmadan kızlann eve gidip ortadan kaybolmaya zamanları oluyordu.
Bu yasaklardan başka yüksek bir taş duvar da Rum Lisesi’ni dışan-daki hayattan ayırıyordu. Duvarın bir bölümü biraz daha alçaktı. Peder Zo-tos müdürlüğe geçince hemen onu yükseltmişti.
Kızlar Büyük Okul’dan birine rastlama ümidiyle sokaklarda biraz sahansalar da Fener’de skandal duymak çok nadirdi. İoakimion Lise-si’nden hamile kalıp çocuk düşüren bir kız Fener ve Muhlio’da büyük bir
şaşkınlık yaratmıştı. Bundan sonra kızlann saflığını korumak için daha sıkı önlemler alınmıştı.
Şimdi duyduğuma göre Büyük Lise’yi ve İoakimion’u bitirenler müşterek bir dernek kurmuşlar. Çıkardıkları bir takvimi de Atina’ya da yollamışlar.
Balkan ve Bİrİncİ Dünya Savaşlari
Balkan Savaşı’nda biz İstanbul’da fazla zorluk çekmedik. Öyle olsaydı, küçük olmama rağmen hatırlardım.
Tabii, askerlik yapmamak için kuzenim Stamati’nin annesi ile İstanbul’dan gidişini, Boğazların kapanmasıyla babamın narenciye ticaretin kesilmesini hatırlıyorum. Babam toptan satın aldığı zeytinyağı ve gazı yarı toptan fiyatına bakkallara satıyordu. Dükkânı çok iyi bir yerde, Yemiş İskelesi adını alan Limonluklar’da olduğundan işleri iyi gidiyordu.
Balkan ve Birinci Dünya Savaşları sırasında gelecek için tedirginlik ve kaygı duyuyorduk.
Gıda yoksunluğu pek çekmedik. Karaborsa iyi işliyordu. Filistin ve Bağdat’a giden ikmal trenleri, karaborsacılar için tıklım tıklım mallarla dolu geliyorlardı. Alman askerleri de aynı trenlerle geliyordu.
Mahallede Kuşatma
Ordu ve polis birlikte çalışıyor, kaçakları yakalamak için mahalleyi kuşatarak evleri arıyorlardı. Hiçbir Rum Türk ordusunda askerlik yapmak istemiyordu. Bu hem Türkiye’ye karşı gelmek için, hem de amele taburlarına gitmekten korktukları içindi. Bu kuşatmalar çok yorucu ve rahatsız ediciydi; diğer yandan görülmeye değer bir faaliyete neden oluyorlardı.
Kuşatma duyulur duyulmaz kaçaklar ve yardımcılan -yani bütün mahalle- hemen seferber oluyordu.
Saklananlar, arama başlamadan hemen önce taraçadan taraçaya ve damdan dama atlayarak (bütün evler yapışık ve üç katlıydı) kuşatmanın dışındaki yerlere ulaşıyorlardı. Sonuçta çok az kişi yakalanıyordu. Yakalananlardan da çok azı polis karakoluna varıyordu. Refakat edenin eline bir beşlik verdin mi, yok oluyordun.
Gerçeği söylemek gerekirse 1917’ye, Yunanistan harbe girinceye kadar, bu aramalar nazik bir şekilde yapılıyordu. O sıralarda Türkler Yunanistan’ın harbe girmesine yol açmamaya çalışıyordu.
Bir evde arama yapılıp kimse bulunamayınca, baştaki polis ev sahibinden nazikçe özür dilerdi: “Affedersiniz hanımefendi. Yanlışlık oldu.”
Yanlış manlış; ev alt üst oluyordu bir kere.
Papaz, Yunanli Casus
Hiç beklemediğimiz bir anda, karşımızdaki eve kiracıların akraba-lan misafir edilmişti. Bunlann arasındaki iki veya üç küçük kız ciddi biçimde yaralıydı. Babalan onlan yanmakta olan evin birinci katından atmıştı. Evleri Salmatomruk denen bir yerdeydi. Papaz atlayıp elini kırmıştı, karısı ise düşerken ölmüştü.
Akrabalannın baktığı küçük kızlar çok geçmeden iyileştiler. Onların varlığı hepimizi neşelendirmişti. Özellikle 4 yaşındaki küçük Elenitsa unutulmaz güzellikteydi ve çok da akıllıydı. Atina’da papazın akrabalann-dan öğrendiğime göre, Türkler Yunan casusu olduğunu öğrendikleri için papazın evini ateşe vermişlerdi.
Tavan Taburunun Bîr Kahramani
Köroğlu Sokağı’nın 3 numaralı evinde diğer öğretmenim ve ailesi otururdu. Bay Alekos Hrisafîdis bize Fransızca ve İngilizce dersi verirdi. Bay Alekos askerlik yapmamak için dört koca yıl “tavan taburunda” çakşırken bu iki lisanı kendi kendine öğrenmişti. Çok saklanan olmuştu, ama Bay Alekos’un saklanışı başkaydı. Yapılan aramalara rağmen bulunamamıştı, en yakın komşuları olan bizler dahi dört koca yıl varlığını hissetmemiştik. Yurtdışında olduğunu sanıyorduk. Mütarekede ortaya çıkınca çok şaşırmıştık.
MAHALLEMİN KEPAZELERİ
Sözlükte “kepaze” sözcüğünün karşılığı “komik, bayağı ve ar-sız”dır. Biz onu neşeli ve cilveli anlamında kullanıyoruz; bayağı ve arsız anlamında değil.
Şimdi de çevirmeme gerek olmayan bu Rum anlamı ile kullanıyorum: kepazelik-maskaralık.
Mahallemde yapılan bazı kepazelikleri görelim: Kepazeler tiyatrosunun sahnesi, yanımızdaki Sotirakis Orestidi’nin birinci katındaki oturma odasında bulunuyordu. Taş duvann kalınlığı 60 santimdi, pencere de iç taraftan sürgülüydü.
Bu demektir ki pencerenin cam kısmı duvann 60 santim iç tarafın-daydı. Çerçeveler menteşelerle açılmıyordu. Aşağıdaki cam kaydırılarak üst camın iç tarafına yerleşebiliyordu, böylece alt taraf açık kalabiliyordu. Camm dış tarafında bu nedenle geniş bir yatay düzlük bulunurdu. Mermerle örtülü bu düzlükte hemen her gün mahallenin kepazelerinin gösterisi sahneleniyordu.
Sotirakis’in penceresinde büyük şamataya neden olan gösteriyi anlatacağım. Bu gösteri, çok uzun sürdüğü için komşulardan başka Taş Merdiven ve Antifoniti’den de seyirci çekmişti!
Baş kepaze olan Nikitas (Sotirakis’in büyük oğlu, sonra Atina’da telefon idaresinin birinci veznedarı oldu) karnaval giysileri içinde pencerenin önünde duruyordu. Doğal olarak sokaktan sadece bedeninin üst kısmı görünüyordu. Belden aşağısında, pencerenin düz kısmında ritmik olarak kıpırdayan iki küçük ayak görüyorduk. Mahallemizin saf halkı Nikitas gibi koca bir adamın bu kadar küçük ayaklar edinmesini bir türlü anlamıyordu.
Açıklaması gayet basitti. Nikitas’ın arkasında, ona yapışık olarak üçüncü kardeş Ahileas duruyordu (sonra Faliro’da doktor oldu); seyircilere görünmeden üzerine pantolon geçirilmiş kollarını ve çocuk ayakkabısı giydirilmiş ellerini uzatıyordu.
Bütün mahalle bu kepazeliğe çok gülmüş ve o günü yıllarca “Niki-ta'nın büyük kepazelik günü” olarak unutamamıştı.
MAHALLEMİZDEKİ DİĞER EĞLENCELER
Komşumuz Kirios Sotirakis "terbiye” kelimesine tutkundu. Ona Sotirakis Efendi de derdik. İkinci karısı Kiria Eleni’den küçük oğlunu kendi ilkelerine göre yetiştirmesini istiyordu. İlk kansından olan diğer üç yetişkin oğlu kepaze olmuştu. Küçük oğlu Yuli’yi kastederek “ Onu terbiye etmen gerekiyor” diye bağırırdı. Konunun dışına çıkıyorum ama Yuli adı as-
Imda Wilhelm isminin kısaltmışıydı. Almanya Kayzeri II. Wilhelm’e olan hayranlıklan Rum Sotorakidislerin bile çocuklarına Yuli adını vermelerine neden olmuştu.
Sotirakis’in Yuli konusunda bağırmaları, mahalleyi rahatsız etmekle beraber eğlendiriyordu da. Yuli’nin terbiyesi konusunda Kiria Eleni’nin yapması gerekenler mahalleyi de ilgilendiriyordu. Örneğin Yuli, bodrumda devamlı çamaşır yıkayan annesi duyabilsin diye, açık pencerenin önün de durup dersini yüksek sesle okumalıydı. Yuli okumayı durdurdu mu Kiria Eleni bas bas bağırırdı: “Söylesene vreee...”
Fener Mizahi
Olay 1916’da, büyükannemin cenazesinde Fener’in ünlü nüktedanlarından Kondilidi’nin Hariklia’sı tarafından ortaya atılan bir lafla başlamıştı.
Alay konusu, soyadı bilinmeyen, yolun başında daracık bir evde oturan Kiria Zoi’ydi. Bayan Zoi çok uzun boyluydu ve heybetli görünümüyle bir piskoposu andırıyordu.
Herkes salonumuzda cenaze için tabutun etrafında gerekli matem ifadeleriyle toplanmışken (o zamanlar Fener’de bütün gece cenaze başında beklenir, ertesi sabah da evlerden hareket edilirdi) içeri bütün heybetiyle Kiria Zoi girdi. Geniş kürkü sırtını ve boynunu örtüyordu, iki geniş şerit de, papazların atkısı gibi ayaklarına kadar uzanıyordu.
Onu görür görmez Hariklia yüksek sesle ilan etti:
-Piskopos geldi! Hareket etmek için beklediğimiz piskopos geldi.
Ağıtçıların ciddiyeti bir anda yok oldu ve çok sevdiğim büyükannemin cenazesi neşeli karakterine uygun bir şekilde kaldırıldı.
Bütün Kondili ailesi nükteleriyle tanınmışh. Akşam eğlencelerimiz onlar sayesinde bir panayıra dönüşüyordu!
Büyükannem Tarsİ
Oturma odamızın minderinde otururken mırıldanarak Türkçe ve Rumca şarkı söyleyen büyükannem Tarsi çok sevimli bir kadındı. Ermenice ve İbranice de biliyordu.
Babası kızların okumasına gerek olmadığını düşündüğü için, oğulla-n doktor olmasına rağmen kızının okumasına izin vermemişti. Büyükannemin derin bir felsefesi vardı, basit bilgeliğiyle bilginleri bile bozum ederdi.
Örneğin ilahiyatçıların bile çözemediği temel bir meseleyi sevgili büyükannem şöyle açıklıyordu:
-Tanrı bizi yukarıdan bakıp yaptığımız akılsızlıklan görerek eğlenmek için yarattı.
Her akşam eğlencenin bitimini Türkçe sözleriyle o bildirirdi:
Kalkın, kalkın yatalım,
İki gözü yumalım.
Hırsız sekiz, biz dokuz,
Belki de birini tutarız!
İstanbul’da Elektrik
İstanbul’da tramvayı katırlar çekerdi. Yemek üç fitili olan gaz ocak-lannda pişerdi. Lambalar da gazla yanıyordu. Bazı evlerde havagazı da vardı ama dağıtım şebekesi sınırlıydı. Belediyenin sokak aydınlatması da ha-vagazıyla yapılırdı...
Bu durum Jön Türklerin ihtilaline kadar sürdü. Kâğıthane’de elektrik üretimi ve dağıtımda kullanılan malzemeyi imal eden bir fabrika kuruldu.
Dünya Savaşı çıkınca bakır savaş malzemesi sayıldığından, dağıtım için kullanılan bakır tel bulunamaz oldu ve şebekenin genişlemesi durdu.
-
> Bulgurcular
Bakır eksikliği yüzünden elektrik verilememesi durumu birkaç yıl daha sürdü, sonra bulgurcuların yani zamanın karaborsacılann baskısıyla sona erdi. Bunlar Anadolu’dan buğday getirtip bulgur haline getiriyorlardı. Para içinde yüzmeye başladıkları için her şeyi satın almak ve doğal olarak da evlerini elektrikle aydınlatmak istiyorlardı. Semtimizin başanlı bulgurcusu Kirios Panayotakis (Panayotakis adı mı soyadı mı bilemeyeceğim, eskiden de Panayotakis derlerdi, zenginleşince Kirios’u da yapıştırdılar) çev-
redeki en büyük evi satın aldı. Bu Muhlio’nun ana caddesi üzerinde, bizimkinden iki üç ev aşağıda, yıllarca boş kalmış görkemli bir konaktı. Evin kemer biçiminde harika bir kapısı, ilk katta büyük bir şahnişini, yani kapalı bir mekânı vardı; kısacası konak demek için gerekli bütün vasıflara sahipti.
Kirios Panayotakis harabeyi büyük bir merakla onararak ortaya çıkardı. Bu konak mahallenin savaş sefaleti arasında fark ediliyordu.
Eksİk Olan Bİr Şey
Panayotakis herkesi evine hayran bırakmak için elinden geleni yaptı ama bu ona yetmedi. Çünkü ev, konak, lüks yaşam, hizmetçiler mahallenin eski zenginlerinde de yeni zenginlerinde de vardı. Muhlio’da on tane, yalanlarda yüz tane, tüm İstanbul’da binlerce... Ama Kirios Panayotakis herkesi geçip mahalleye gösteriş yapmak istiyordu. Ne yapabilirdi ki? Onu aynı amaçlı herkesten ayıracak şey ne olabilirdi? Kirios Panayotakis evini elektrikle aydınlatacak, diğerleri bunu yapamadıklanna göre böylece tüm çevrenin en gösterişli adamı haline gelebilecekti. Evin içinden başka, balkonun dışına da bir lamba koymayı düşündü. Mahalle ışıklar içinde kalınca onun ne mühim bir adam olduğunu anlayacaklardı. Sorup soruşturdu, yüz mumluk bir lambanın bütün Muhlio Caddesi’ni de, Kosmidis, Nomidis gibi kendilerini beğenen zenginlerin oturduğu Panayia yolunu da aydınlatacağını öğrendi.
Elektrik Operasyonu
Kirios Panayotakis sinsi sinsi evin iç tesisatını yerleştirdi. Duylanve lambaları da yerleştirdi. Balkonun dışına yüzlük lambayı da taktı ve sonucu merakla bekleyen mahallenin şaşkınlığını zevkle seyretti...
Mahalle halkı savaş yıllannın zorlukları nedeniyle Panayotakis’in bir yerde tökezleyeceğini sanıyordu. Muhlio Caddesi’nden 250 metre uzaklıkta olan ana şebekeye nasıl bağlanacaktı? İdare ona elektrik verecek miydi?
Bu aşamada işler biraz zordu, ama Kirios Panayotakis’in dinamizmi ve parasıyla yapılamayacak iş yoktu. Panayotakis bakır telleri, direkleri ve izolatörleri buldu. İdareden izin de aldı (oraya ne ödediğini bilmiyorum) ve hemen şebekeye bağlandı. Böylece evi elektrikle aydınlandı. Eski konak, gaz lambalarının donukluğu içindeki karanlık yolda ışıl ışıl parlıyordu.
ıoo Mumluk Lamba
Ama Kirios Panayotakis’in ihtirasını en çok tatmin eden, bu dış ışık oldu. Birinci kattaki balkonun dışındaki joo’lük lamba, yandığı zaman mahalleyi aydınlatıp diriltti. Geceyi gündüz yaptı, mahalledeki dedikoduculan da alt üst etti.
Biz şimdi elektrikle aydınlatmaya alıştığımız için 1915 yılında Kirios Panayotakis’in balkonunda 100’lük bir lambanın yarattığı etkiyi anlayamayız.
Muhlio’nun bütün dedikoducu hanımları, çocuk ve yaşlılan da yan-lanna alarak yataktan fırladılar ve olanları anlamak için sokaklara döküldüler. (Gaz tasarrufu yapmak için erkenden yatıyorlardı.)
Erkekler bile işlerinden dönünce sokağa bir iskemle çıkarak kapılan-nın önünde Kirios Panayotakis’in ışığında gazetelerini okumaya başladılar.'.
Bir yandan bu durumdan çok hoşlanıyor, diğer yandan yolu aydınlatmak için bu kadar para harcanmasına söyleniyorlardı. Örneğin babam vurguncular ve israf hakkında konuşup duruyordu.
Bunlara rağmen buluşu için Kirios Panayotakis’i alkışlayanlar çoktu ve onu hayır yapan biri olarak kiliseye teklif etmeyi düşünüyorlardı.
Sonuç
Mahalle aydınlanması sürprizinden sonra şenlik gittikçe yayılıyordu. Komşulardan bir kadın, teknesini çıkartıp çamaşır yıkamaya başladı. Çama-şınnı bitirmek istiyor, ışık ne zaman sönecek diye devamlı soruyordu.
Kir Yorgi’nin bakkal dükkânındaki tavuklar sabah oldu diye kafeslerinin açılması için git git gıdaklıyorlardı.
Kiria Ermioni şikâyette bulundu. Işık kızı Yalatia’nın yatak odasının karşısında olduğu için uyuyamıyordu. Ermioni’nin pencerelerinde herkesin evinde olduğu gibi perde yoktu.
Bu dünyada her şeyin bir sonu vardır. Kirios Panayotakis de ışığı söndürdü, herkes de yatmaya gitti.
Ertesi Gün
Ertesi gün mahallenin dedikoducuları kendilerini bir tuhaf hissediyorlardı: ev işleri, alışveriş, su için sakayı yakalamak veya ekmek kuyruğuna
kimin gideceğini saptamak üzere dikkatlerini toparlayamıyorlardı. Ekmek dünkü gibi mısırdan yapılmışsa gene yenmeyecekti. Savaş haberleri tartışmaları, polisler gene kaçakları yakalamaya çalışacak mı, yaşamın diğer dertleri... Almanların on beş gün sürecek dedikleri savaş yıllardır devam ediyordu. Ama bunlar birden unutulmuş, herkesin aklı tek bir şeye takılmıştı: Ne zaman gece olup da Panayotakis’in balkonundaki ışık yanacak?
Nihayet hava karardı, ama ışık yanmadı. Mahalle meraklandı. Musevi-ler Balat’tan, Türkler Çarşamba’dan ışığı görmeye gelmişti. Söylentiler de başladı. Polisler güya Türk mahalleler geride kalmasm diye ışığı yasaklamıştı.
GİRİŞİM
Bu kadar patırtıdan Kiria Lefkotea da rahatsız oldu. Kiria Lula’nın da fikrini aldıktan sonra Kiria Panayotakis’e gidip ışığın neden yanmadığını sormayı önerdi. Kiria Panayotakis statüsü yüzünden ortalıkta pek gözükmezdi. Mahallenin bir hanımı ölçülü bir uyarıda bulunarak “Hanımı rahatsız etmek doğru olmaz” dedi. Kiria Lefkotea buna hemen yanıt verdi:
-Siz ne diyorsunuz? Burada bütün mahalle ayağa kalkmışken Kiria Panayotakis’in huzurunu mu düşüneceğiz?
Bunu der demez Panayotakis konağının kapısını çalarak hanımı görmek istediğini söyledi. Onunla birlikte birkaç mahalleli kadın daha içeri girdi. Kiria Lefkotea “Mahallenin Hanımlar Komitesi” adına konuştuğunu söyleyerek, balkondaki herkesin beklediği ışığın neden yanmadığını sordu. Kiria Panayotakis onları ilk kattaki salona almıştı.
Kiria Panayotakis’in cevabı hiç beklenmedik oldu. Kirios Panayotakis henüz işinden gelmemişti, kendisi de ışığı açmasını bilmiyordu... Yani düğmeyi çevirmeyi bilmiyordu.
Böylece mahalle Kirios Panayotakis’in dönüşünü beklemek zorunda kaldı. O da şükür ki çok gecikmedi. Kiria Panayotakis üçüncü gün düğmeyi kullanmayı öğrenmişti, balkondaki ışık da zamanında yandı.
BULGURCULARIN DlRDIRI
Kirios Panayotakis’in kazandığı şöhreti kıskanan rakibi, diğer bul-gurcu Hacitomas (onu Kirios diye çağırdıklarını hiç duymadım) Kiria Lu-
la’nın diğer köşesinde Panayia yolunun üstünde tam Kirios Panayotakis’in karşısındaki evi satın alıp yerleşti [bkz. Harita 4, Istrumca Sokak, no. 2]. Hacitomas, Panayotakis’in şanını çok kıskanıyor, kendi üstünlüğünü gösterecek bir fırsat kolluyordu. Bunu yapmak için mütarekeyi beklemesi gerekti. Bulgurcular etnik duygularını ve zenginliklerini gösterme fırsatını mütareke sırasında elde ettiler. Rum okulların ve derneklerin düzenlediği yortularda müzayede fiyatları artırarak zenginliklerini sergiliyorlardı.
Her yortunun sonunda Venizelos’un ve efsanevi muhrip Averof un
resimleri müzayedeye çıkarılırdı. İşte bul-gurculann şok yaratan servetleri bu esnada ortaya çıkıyordu.
Panayia okulunun düzenlediği böyle bir törende, Hacitomas müzayedede Kirios Panayotakis’i sert bir mücadeleden sonra yenmiş, Venizelos’un resmini de karşı komşusu görsün ve nasıl aşağılandığını devamlı hatırlasın diye alıp camına yapıştırmıştı.
Bu olay 100’lük lambanın yanmasından yaklaşık iki yıl sonra olmuştu. Kirios Panayotakis iki yıl süresince lambanın şanını ve Hacitomas’ın kıskançlıktan çatlamasmı zevkle yaşamıştı.
Sonunda Panayotakis, Venizelos’un kaybettiği resmini görmemek için ışığı kendi söndürdü. Bu, bulgurculuk hayatındaki tek başarısızlığıydı.
Hacİpetros’un Evi
Hacipetros dedemi tanıyamadım; ben on sekiz aylıkken ölmüştü. Ama bütün mahalleye, Muhlio ve Fener’e yayılan Şöhretini ben de duymuştum.
Resim 30. Hacitomas'ın Venizelos’un resmini camına yapıştırdığı ev. Panoyotakis’in elektrikli evi bu binanın çapraz karşısındaydı, şimdi burada daha sonra yapılmış birkaç bina var.
Fotoğraf: Serol Teber, 2004.
>55
Evimiz Hacipetros’un evi olarak çok ünlüydü. Bariton Misailidis Tarihi Fener adlı kitabında da bu evden söz eder.
Bu ev biraz değişik olmakla beraber, Mahallenin tipik evi olarak gösterilebilir. Bu yüzden onu ayrıntılarıyla tasvir edeceğim.
Evimizin arsası köşedeydi. Boyutları yaklaşık olarak 6x12 metreydi Arsasının küçüklüğü yüzünden hiç bahçe bırakılmadan inşa edilmişti. Bodrum, giriş katı, iki kat ve çatı katından ibaretti. Çatı katında tavan arası ve çamaşır asmak için bir taraça vardı. Çevrenin bütün evleri bu tarzdaydı. Katlarda ve girişte birer büyük köşe odası ve aralarında bir holle daha küçük bir oda vardı. Holde merdiven ve tuvalet bulunuyordu. Kalın taş duvarlarla inşa edilmişti. Fener’in bütün ahşap evlerini yakan 1877 yangınından sonra bütün evler, depremlere önem vermeden kagir olarak inşa edildi.
Mahallede hiçbir evin penceresinde panjur yoktu, güya İstanbul’da güneş fazla kuvvetli değildi. Aslında bu pek doğru değildi. Ev hanımlan bu yüzden pencerelerin içine perde ve storlar yerleştirirler, bunları da güneşten solmasınlar diye gazetelerle korurlardı.
Doğramalan beyaza boyalıydı ve üzerinde zamanla çatlaklar oluşmuştu. Efîmitsa teyzem ve hizmetçiler onları temiz tutmak için devamlı sabunlu suyla yıkarlardı.
Yer döşemeleri ve tavanlar boyasız latalardan yapılmıştı. Tahtakunı-lan bu tavanlardan gelip bizi ziyaret ederdi. O zamanın böcek ilaçlan tavana kadar yetişemiyordu.
Zemİn Kattakî GİRİŞ
Şimdi, Köroğlu Sokağı’ndaki ana kapısından girerek size evi gezdireceğim. Evin kapısı görkemliydi ve tahtadan yapılmıştı. Yanm daire oluşturan bir cam aydınlığı ve her iki yanda da pencereleri vardı. Bu pencereler çok dar ve perdeli olduğundan, kapının üstündeki ışık serbestçe girdiği halde holü pek aydınlatamıyordu.
Babam Hacipetros’un evini satın alınca onu hem genel bir yenilemeden geçirdi, hem de mahallede lüks sayılan bir harcama daha yaptı Evin önündeki iki üç metrelik kaldırımı, o zamana kadar görülmemiş bir malzeme olan mozaikle kapladı. Buna ne gerek vardı? Belediye çok iyi da-
Resim 31-32. Haris Spataris’in dedesi Hacipetros'un Köroğlu Sokak'la Kiremit Caddesi’nin kesiştiği köşede bulunan evi. Soldaki fotoğrafta, Köroğlu Sokak'taki giriş görünüyor. Haris, sağdaki fotoğrafta görünen birinci kat cumbasında 1906’da doğmuş ve 1912-1922 arasında bu evde yaşamış.
fotoğraflar. Füsun Kıper, 2004.
yanan kaldırımlar yapmıştı (tabii parasını evlerden alıyordu). Babam ne diye kaldırımı mozaikle kaplatmıştı? Faydasız bir şeydi bu. Gerekli olmayan her yeniliğe karşı çıkan mahallemizin fikri böyleydi.
Gîrİş Katindaki Hol
Şimdi hole girdik. Ağır kapının üstünde sürgü sistemi vardı, gece yatmadan evvel bu kapıyı kilitlerdik. Anahtar o kadar büyük ve ağırdı ki.
Resim 33. Haris’in doğduğu evin kapısı.
-Evin kapısı görkemliydi ve tahtadan yapılmıştı. Yarım daire oluşturan bir cam aydınlığı ve her iki yanda da pencereleri Vardı.’’ Fotoğraf: Füsun Kipe», 2004.
asılı, fanusu kırmızı çiçekli g varlara aksettirdiği gölgeler b
hep birlikte evden çıktığımız zaman bile yanımıza alamıyorduk! Bu yüzden evi hiç boş bırakmazdık. Biri daima evde kalırdı; en azından Eftimitsa teyze. Teyzem, aile Atina’ya taşınırken geri dönmemek üzere evden çıktı.
Hol daha önce Malta taşlanyla döşenmişti. Babam bu taşları Avrupa fayanslarla değiştirdi. Kapıdan girer girmez sağda, ellerimizi yıkamak için, musluklu mermer bir kurna vardı. Suyu arkasma yerleştirilmiş pişmiş toprak bir hazneden alıyordu.
Bu da bir yenilikti, çünkü mahallede hiçbir evin içinde akar su yoktu. Terkos idaresinden su alan bir iki evde dahi, boru dış duvara kadar getirilip oraya bir musluk konurdu. Ne yani, şirketin müşterisi eve suyu kendi parasıyla mı bağlamalıydı?
Girişteki asaleti holün ortasında sterişli lamba yaratıyordu. Bu fanusun du-ni hayal dünyamda, Fefro teyzemin yastığı
altında sakladığı Bin Bir Gece Masalları’na kadar götürüyordu.
İşin kötü tarafı, bu harika lambaya iskemleyle erişilmesi zordu. Portatif merdivenimiz de yoktu. Bu yüzden, gece önemli misafir ağırladığımız nadir günlerde lambayı uzun boylu olan babam yakardı.
Diğer günlerde holde küçük lambayı yakardık. Atina’da son günlerde öğrendiğime göre o lambaya “idare lambası” denirdi. Biz sadece “lam-bacık” dediğimiz bu lambayı merdivenlerin basamaklarına dayardık; böyle-ce hem holü hem de merdiveni aydınlatırdı.
Birinci kata çıkan merdiven, basamaklara çivilenmiş olan muşambayla kaplıydı. Önemli misafirler geldiği zaman ortasına bir de halı döşerdik. Halıyı döşemek çok zordu. Merdiven dönemeçli olduğu için halıyı ona göre ayarlamamız gerekiyordu.
GİRİŞ Katindaki Küçük Oda
Yemek odası olarak kullandığımız soldaki küçük oda, içindeki ild derin dolap yüzünden daha da küçülmüştü. Bir dolapta tabaklar, diğer dolapta da tencereler vardı. Dolaplann karşısındaki duvara kocaman bir minder yerleştirilmişti. Odanın ortasında sıkışmış masada yedi kişi yemek yiyorduk. Küçük odanın kapısı da çok sıkışmıştı, masayı kullanabilmek için önce hole doğru açılmasını istedik. Bu olmayınca kapıyı iptal edip küçük odayı kapının kasasına çivilediğimiz iki katlı bir halıyla kapattık. Halının alt kısmına kıvnlma-sın diye bir de çıta geçirilmişti. Bu yöntem de geçişi zorlaştınyordu.
Bütün bu zorluklardan sonra babam küçük odayı mutfağa çevirip yemek odasını da büyük odaya geçirince başka bir eve taşınmış gibi olduk. Bu değişiklik 1916’da, nine ölüp de minderi ortadan kalkınca yapılabildi.
Oturma Odamiz
Dış kapıdan girince sağda, ailenin yaşamını geçirdiği oturma odamız vardı. Bu odaya komşuları ve "bizimkiler” dediğimiz ve bu nedenle misafir odasına götürmediğimiz yakın dostlarımızı kabul ederdik. Bir yaban-a yemeğe kalınca, küçük odaya sığamadığımızdan yemeğimizi bu odada yerdik. Sonradan küçük oda mutfağa çevrilince, devamlı bu odada yedik.
Aleksandra teyzem bu odada yün çoraplanmızı örerdi. Diğer teyzem Efımitsa, aşağıdaki mutfak çok soğuk olduğundan bamyaları, radika-lan ve tüm sebzeleri burada temizlerdi. Ailenin emektan ninem, özel minderinde burada tünerdi.
Her şey, her şey bu oturma odasında geçerdi. Kışlan bütün gün yanan harika Fransız soba çocukluğumu ısıtırdı.
Oturma odasına girerken iki çıkıntının oluşturduğu bir metrelik bir koridordan geçiyorduk. Bu çıkıntılardan sağdaki büyük bir dolap, soldaki de bir yüklüktü. İkisi de tavana kadar yükseliyordu. Dolaba el altında bulunmasını istediğimiz şeyleri koyardık. Bir rafında gaz lambalan dururdu. Bu lambaları bir ara saydım; salonda devamlı asılı bulunanlar ve kullanılmaz hale gelenler hariç yedi lamba vardı.
Elbiselerimizi yüklüğe asardık. Şilte, döşek, yorgan ve kullanmadığımız ufak halıları yine bu yüklüğe koyardık; ayrıca battaniyeler, çıkın-
lar, yamanacak elbiseler ve yama parçalarıyla dolu çıkınlar... Şilteleri döşeklerin altına sererdik.
Oturma odamızda ninemin minderi egemendi. Ailenin en kıymetli varlığıydı bu. Ninemin ve minderin bakımını da, bütün evin bakımı gibi Efımitsa teyzem üstlenmişti. Hiçbir zaman bu kadar işe nasıl yetiştiğini anlamamıştım.
Ninemin minderini karşısında ve Köroğlu Sokağı’na bakan pencerelerin önünde ikinci bir minder vardı. Bu minder Aleksandra teyzemin yeriydi. Minderin üstünde bağdaş kurarak oturur ve durmadan örgü örerdi.
Daha sonra Avrupa malı tekerlekli bir kanepe de, iki minderin arasına, üç pencerenin önünde yerleştirildi.
Odanın ortasını sekiz köşeli bir masa kaplıyordu. Bu masa yuvarlak olmadığı için komşularımıza çok değişik geliyordu. Ayaklan gizlenmiş tekerleklere dayanıyordu. Bu masayı Pera’daki Singer’de çalışan İlias amcam getirmişti; Pera’da gördüğü yenilikleri evimize getirirdi.
Her neyse... Bu masanın benim için özel bir değeri vardı. Onunla boyumu ölçüyordum. Eve getirdiklerinde dört yaşındaydım, bu yüzden de üstünü göremiyor ve masanın boyunu aşmaya çalışıyordum. Yaklaşık altı buçuk yaşıma vardığımda ise bunu başarmıştım.
Oturma odamız giriş katında olduğu için balkonu yoktu. Giriş katında olmasına rağmen cadde tarafı epey yüksekti. Şimdi burada oturan Türkler bodrum katına dükkân bile açtılar.
Mahallenin tek ağacı olan bir akasya, bodrumun giriş kapısına yapışık olarak yetişmişti. Dalları oturma odamızın pencerelerini çerçeveliyorlardı. Bu ağaca da eşsiz Efımitsa teyzem bakardı. Köklerini içinde ot haşladığı sularla beslerdi.
İki pencere arasındaki duvarda evin saati asılıydı. Sarkacın tik takları hayatımızın ritmini ayarlıyordu. Saatin altında Süveyş Kanalı’nın açılışını gösteren suluboya bir resim vardı. Mütarekede bu resmin yerine efsanevi muhrip Averof un resmini koyduk. Pencere arasındaki diğer duvarda Kudüs’te evlenen Yaku amcamın aile resmi bulunurdu.
Oturma odamızın yeri muşambayla döşenmişti, kışın sıcak olsun diye üstüne hah sererdik.
ÇİNİ Sobayla Isinma
Burada, İstanbul’da o sıralarda çok yaygın olan çini Fransız sobala-nnı övmek istiyorum. Bu sobalarda çekiyle aldığımız odunlan yakardık (i çeki 44 okka). Reçine kokan tatlı bir sıcaklık yayılırdı odaya. Bu reçine kokusu, yakmadan önce kurusunlar diye sobanın etrafına koyduğumuz odunlardan kaynaklanırdı. Çiniler ısındıktan sonra yeni odun atmasak bile ısı vermeye devam ediyordu. Çini kapağında kızarttığımız kuru ekmekler de çok lezzetli olurdu. Dışarıdan geldiğimizde sobanın yüksek ayaklarının altında donmuş ayaklarımızı ısıtırdık. Soba madenle kaplı bir tabla üzerinde kurulmuştu. Yanı başında nikelden yapılmış faraş, maşa ve süpürgecik asılıydı. Bu aletlerin yanında körük ve çıralann bulunduğu bir kutu dururdu. Odunlar sobanın yanında istif edilirdi. 1915’ten sonra madeni sobalar çıktı. Bu sobalar çok ısıtırdı ama çini sobaların ılımlı sıcağıyla kıyaslana-mazdı. Ya yavrularıyla sobanın önünde veya altında yatan kedinin huzuruna ne demeli?
Burada İlias Tantalidis’in küçük şiirini hatırlatmak istiyorum.
Sobanın önünde şişko kedi yatıyor, Tembel tembel burnundan soluklanıyor. Dün gece avluda çok kan döküldü, Fare katliamını generaller kıskanıyor.
Bildiğimiz gibi Tantalidis İstanbulluydu, söz ettiği soba bir çini odun sobasıydı herhalde. Kediler madeni sobalardan korkar, ona pek yaklaşmazdı...
Evİn Ocaği
Orta halli memurların ve işadamlannın evlerinde, üst kattaki odalarda. genellikle başka çini sobalar da vardı; ama oturma odasındaki soba her gün ve gün boyu yanardı. Bu soba evin ocağıydı, kullanışsız olan asıl ocağın yerini almıştı. Diğer sobalar kısa bir süre için yakılırdı. Birinci katta misafir odasındaki, misafir geldiği zaman yakılırdı. Yatak odalannın bulunduğu üçüncü kattaki soba ise akşamlan soğuğu kırsın diye yakılırdı. Bodrum veya mutfak ısıtılmazdı. Kendi ısıları onlara yeterdi.
YANGINA VE TÜRKLERE KARŞI SİGORTA
Evimiz eskiden beri Yunanistan’ın sigorta şirketi tarafından sigor-talanmıştı. Dış kapımızın solunda bunu simgeleyen ufak metal tabelayı gördükçe gururlanıyordum. Yangından bir kere korkuyorsak, Türklerden ve hırsızlardan on kez daha fazla korkardık. Giriş katındaki dokuz pencere ve bodrum katındaki yedi pencere boydan boya demir parmaklıklarla kaplıydı. Diğer evler de böyle korunuyordu.
Ben o zamandan beri demir parmaklıklann Türkleri nasıl engelle yeceğini anlamamıştım. Parmaklıkları zorlayabilirlerdi.
Tavan arasındaki her şeyi karıştırırdım. Bir seferinde bir sepetin içinde iyi sarılmış bir paket bulunca yaşadığım şaşkınlığı bir düşünün. Pa ketin içinde beş tabanca ve yirmi mermi vardı. Evde tek erkek olan babam ne yapacak diye düşünmeye başladım. Tavan arasına çıkıp silahlan nasıl alacaktı? Bunlar tabancalarla hiç ilişkisi olmayan babamın olamazdı. Herhalde bir yerden eline geçmişler, o da atmaya kıyamamıştı.
Fakat kafama bir soru yerleşmişti. Gerçekten Türkler hücum etse ne yapabilirdik? Hiçbir şey. Eylül 1955 olayları bana bunun yanıtını verdi.
Üst Katlar
Birinci ve ikinci katın köşedeki odalarında ve hollerde kapalı balkonlar vardı. Aslında holdeki kapalı balkon hol boyunca uzanıyor, böylece holü genişletiyordu. Köşe odaların yedişer penceresi vardı. Her pencerenin camında güneşlik ve devamlı asılı kışlık ve yazlık perdeler vardı. Onlan da güneşten korumak için üstlerine gazeteler iğnelerdik.
îki katın da pencereleri yukarıya doğru sürülerek açılırdı. Giriş katindakiler ise menteşeler etrafında dönerek açılırdı.
Birinci kattaki salonun tavanı boyanmamış tahtadan yapılmıştı. Etrafında birkaç süsleme vardı. Giriş odasındaki tavan da aynı şekildeydi, diğer odalardaki tavanlar ise sıvayla kaplıydı.
Üst katlarda bol bol dolap ve yüklük vardı, ama gene de yetmiyorlardı. Bu nedenle birinci kattaki tuvaleti yüklüğe çevirmiştik.
Birinci kattaki hol, salonun bekleme odasıydı, kalabalık misafirler olduğu zaman da salonu tamamlardı. Holde benim ilgimi çeken, duvarda
ki dolaptı; annem orada ünlü tatlılarını saklardı. Bu tatlılan sürekli aşınyor-dum; hâlâ da tatlıyı çok severim.
Yüklüğe çevirdiğimiz tuvalette kartondan yapılmış kocaman şapka kutulan vardı. Vapurlarımı onlardan imal ediyordum.
Mobilya olarak, salondakilerle aynı olan Viyana sandalyelerinden başka bir çalışma masası, bir de annemle babamın elbiselerini koydukları, yatak odalarına sığmayan dolap vardı.
KALABALIK
Biz İstanbul’da bu kelimeyi kendisine uygun olmayan yerde duran, bulunduğu yerde hiçbir işe yaramayan, aksine o yerin kullanılışını da engelleyen bir şey anlamında kullanıyorduk: “Bulunduğu yerden uzaklaştırılmalı, orada kalabalık ediyor." Annemin dolabı da, asıl yeri olan yatak odasına sığmadığı için birinci katın holünde böyle bir kalabalık oluşturuyordu.
İsyan ve Hürriyet!
Şimdi birinci kattaki ufak odaya geliyorum. Burası eskiden İlias amcamın odasıydı. O Yunanistan’a gittiğinden beri hiç kimse belki geri döner diye bu odaya dokunamıyordu. Böyle bir hâzineyi bu kadar sıkışıklığın ortasında boş bırakamazdım.
Sadece istememle İlias amcanın odasını bana vermeleri imkânsızdı. Başka bir girişim de gerekliydi.
Konuyu inceledim ve odanın içindeki sürgünün sorunu çözeceğine anladım. Uygun bir zamanda öteberimi toplayıp odaya taşıdım, sonra sürgüyü içerden çekerek hürriyetimi kazandım!
Lafı uzatmayayım, annem biricik oğlunun isteklerine dayanamazdı, bu yüzden olay odaya tamamen yerleşmemle sonuçlandı. Yaşamdaki ilk zaferimdi bu. Mahalle benim için “Bu çocuk başbakan olacak!” diyordu; oysa bu Rum cemaatine milletvekili bile olamadım. Anlaşılan bu mevkiye uygun yeteneklerim yok!
Odamdaki duvarlardan biri dolap ve yüklükten oluşuyordu. Dolapta ikonalar duruyordu, üç evden toplanan ikonalar buraya konmuştu. Ama kimse gelip burada dua etmiyordu. Yüklükte ise pek kullanılmayan elbise-
ler duruyordu. Bu yüzden odamda pek rahatsız edilmiyordum. Kendi odamın olması mahalle çocukları arasında üstünlük kazanmamı sağladı. Onların evlerinde ayakta duracakları bir yerleri bile yoktu. Kendi odalanna sahip olmalan ise tam bir hayaldi.
Japonya
İşgalden sonra odamı düzenlemeye başladım. En önemlisi, amcamın odaya sığmadığı için başka yerde duran, mahallemizin ölçülerine göre dikkate değer zenginlikteki kütüphanesini odaya taşımam oldu. Sıkışıklık umurumda değildi, benim için kitaplar çok değerliydi.
Amcamın kütüphanesinde Victor Hugo’nun SefiHeSi, Gabriel Fery’nin Avcı’sı gibi önemli kitaplar vardı. Beni en çok etkileyen, İstanbullu bir Rum doktorun 1880’de Japonya’ya yaptığı seyahati anlatan kitabıydı.
“Kabul” Salonu
Birinci katta, holün diğer yanında, köşedeki “büyük” odamız vardı. Bu odaya özellikle özen gösteriyor ve resmi misafirleri ağırlamak için devamlı kapalı tutuyorduk. Bu odaya “kabul salonu” veya “iyi oda” derdik. İyi odamıza manastırdan gelen papazları kabul ederdik.
Odanın döşemesi halıyla kaplanmıştı. Bu halıyı düğün hediyesi olarak İzmir’den annemin akrabası, ünlü Pandelis Ambuselam yollamıştı. Onunla akrabalığımızı hiçbir zaman tam anlayamadım; soyadının gösterdiği gibi o da kutsal yerlerden gelmeydi. Bize yolladığı hah o kadar büyüktü, daha doğrusu salonumuz o kadar küçüktü ki, salona sığdırmak için kenarlarından katlamaya mecbur kalmıştık.
Mahallemize göre yüksek olan yaşam standardımızın aslında ne kadar düşük olduğunu göstermek için salondaki eşyalan size sıralayacağım. Salonumuzda Viyana malı hasır koltuk ve iskemleler vardı. Kışın soba yanmadığı zaman bunlara oturmak mümkün değildi. Oturma odasındakine benzeyen, çini bir Fransız sobası köşede duruyordu. Yüksek aynalı ve mermerli bir konsol w bunun üstünde de, aralannda ağzında saat tutan nikelden bir köpeğin bulunduğu gösterişli iki nikel lamba bulunuyordu. Halıyla kaplı yuvarlak bir masa
salonun bir köşesini dolduruyordu. Üstünde çikolata dolu bir kutu ve misafirlere ikram edilen diğer tatlılar bulunuyordu. Onlara da ilgisiz değildim.
Oturma odamızdakine benzeyen Avrupa tipi bir kanepe, ninemin süslü çerçeveli büyük bir fotoğrafı da bu odadaydı. Okuma yazması olmayan ninem bu fotoğrafta kitap dolu bir masaya dayanmıştı. Kardiakidis adlı fotoğrafçı okuma yazma bilmeyenler için farklı bir fon hazırlamıyordu. İçlerinde yapma çiçekler bulunan iki sepet, köşelerde duruyordu. Diğer köşelerde ise masa ve soba vardı. Duvarlarda çeşitli reprodüksiyonlar asılıydı. Üç yanı pencereli cumbanın içini bir minder kaplıyordu.
Bütün bunlara on dört perde ve yedi güneşliği de eklersek, bizimkilerin odayı neden kapalı tuttuklarını anlanz. Devamlı olarak hizmetçi ve arada sırada da gündelikçi gelmesine rağmen bütün eve bakmak çok zordu. Misafirleri ağırlamak için salon önceden hazırlanır, halıyı koruyan bezler ve perdelerdeki gazeteler kaldırılır, daha sonra her şey yerlerine konurdu!
İkİncİ Kat
İkinci katın köşesindeki büyük odaya annemle babam yerleşmişti. Odanın büyük kısmını kaplayan demir karyola altın rengi boncuklar işlenmiş bir örtüyle ve kocaman yastıklarla kaplıydı. Yatak sadece akşamlan yatmak için kullanılırdı. Kocaman dört köşe yastıklarda annemin adının baş harfleri olan AP (yani Amalia Petru) işlenmişti.
Buna şaşmıştım. Nedenini sorduğumda, annemin çeyizinde bulun-dukları için dedemin parasıyla alındıklarını ve bu yüzden onun adını taşımak zorunda olduklarını öğrendim. Çeyiz hazırlanırken damadın adı bilinmezdi.
Bir köşede kız kardeşimin demir salıncağı, diğer yanda da benim yatağım duruyordu. Aşağıdaki odayı işgal etmeden evvelki durumdu bu. Odanın içinde bir Fransız soba, annemin şifoniyeri, şahnişinde de minder vardı. Bu cumbaya minderden başka bir şey konamazdı. Bu şahnişin benim için çok önemliydi; çünkü 1906’da bu minderde doğmuştum.
TEYZELERİN ODASI
Annemin kardeşleri olan iki teyzem ikinci katın küçük odasına yerleşmişti. Ama babamın Limonluklar’daki evi dağılıp Fefro teyze evimize ta-
şınınca onu nereye koyacağımızı bilemedik. Bu sorunu ikinci kattaki holün büyük bir kısmını bir tahta perdeyle ayırarak çözdük. Bu da tabii genel sıkışıklığı daha da artırdı.
İkİncİ Kattakî Tuvalet
İkinci kattaki tuvalet “alafranga” olduğu için özel olarak üzerinde durmam gerekiyor. Bildiğimiz yatay tuvalet taşı yerine, delikli tahtadan bir oturma yerin altında koni biçiminde bir leğen kanalizasyona bağlanıyordu. Yeri havalandırmak için duvarda diğer tuvaletlerde de olduğu gibi ufak bir pencere açılmıştı. Evdeki üç tuvaletin de el yıkama lavabosu olmadığını belirtmem gerekmiyor. Elleri yıkamak için birinci kata inmek gerekiyordu. Her neyse, bütün anlattıklarıma rağmen, ikinci kattaki tuvaletimiz “alafranga” olduğundan tüm mahalleyi etkilemişti; sırf hayranlıkla bakmak için gelenler vardı.
Tavan Araş i
Evin üçüncü katına tavan arası derdik. Bu katta “güneşlik”, yani çamaşır için açık kurutma yeri ve büyük odaların üstünde kapalı bir yer vardı. Bu kapalı yer kötü havalarda çamaşırları kurutmak için kullanılırdı.
Bodrum katında yıkanan çamaşırlar tavan arasına çıkartılıp kurutu-lurdu. Bunun ne kadar büyük bir zahmet olduğunu anlayacaksınız. Ailenin bir aylık kirlileri yüklükte birikir ve iki çamaşırcı kadın iki gün boyunca durmadan bunları yıkardı. Islak ağır çamaşırlarla, her biri 17 basamaktan oluşan beş merdiveni, yani 85 basamağı çıkmak kolay iş değildi. Gel de çamaşırcılara bu işi yaptır. Sonuçta bizimkiler bu işi birkaç güne yayara-hizmetçilerin ve gündelikçinin yardımıyla yapardı.
Tavan arası da Fransızların dediği gibi, istenmeyen eşyalardan kurtulma yeriydi. Atamadığımız şeyleri orada saklardık. Burada, ailenin tarih.: ni düzenleyebilecek inanılmaz kalıntılar toplanmıştı. Üzücü olan, babamın bütün bu bit pazarını taşınırken Pire’ye yollamasıydı.
Evin çatısının eski tip Bizans kiremitleriyle kaplı olduğunu da belirtmem gerekiyor.
Bodrum Kati
Mutfak, çamaşırhane ve depolar bodrumun bölümleriydi.
Mutfak küçük odaların altında ve gerçekten yeraltındaydı. Yol yapılırken pencereleri kapatıldığı için çamaşırhaneden aydınlanıyordu. Çamaşırhanenin pencereleri de küçüktü ve yanya kadar kaldırımın altında kalıyordu.
Mutfakta çinko bir tezgâh, yine çinko bir lavabo, kuyu, üstünde açık baca olan ve çamaşır için yağmur suyu toplayan sarnıç, yemek pişirmeye yarayan ocaklar ve ufak bir masa vardı. Her yer çok karanlıktı.
Mutfağımız, birinci kattaki küçük odaya taşınıncaya kadar Efımitsa teyzemin egemenliği altındaydı. Mutfağın köşesindeki kuyunun suyu, çevrede lağım çukurları olmadığından temizdi. Bütün atık sular kanalizasyonlara, oradan da Haliç’e giderdi. Buna rağmen hafif tuzlu kuyu suyunu içmezdik; sebze yıkamak ve benzer işler için kullanırdık.
Giriş katının altındaki çamaşırhanede iki kişilik yer vardı. Çamaşır, küçük pencerelerin altında tahta teknelerde yıkanırdı.
Diğer yanda merdiven, tuvalet ve sobalarda ve çamaşırhanede yakılan odunların deposu bulunuyordu.
Bodrumun büyük odaların altına rastlayan bölümü havadar ve aydınlıktı. Burada yemekleri muhafaza etmek için iki fanusumuz vardı. Aynı yerde akreplerin de bulunduğu odun kömürleri deposu, turşu fıçıları ve su koyduğumuz büyük küp vardı. Bu küp o kadar büyüktü ki yıllarca onun boyuna yetişemedim.
Önce de yazdığım gibi, daha sonra Türkler burayı dükkân yapmışlar.
Bodrumun zemini plakalarla kaplıydı.
Elektrik Tedavisi
Evin beş katına hizmet eden merdivenler çok dardı. Hele bodruma inen bölümüm devamlı yanan “idare”ye rağmen çok karanlıktı.
En kötüsü, siyah kedimiz de merdivenin bu bölümünde yatardı. Renginden dolayı hiç görünmüyordu. Bir keresinde annem kediyi görmeyip merdivenden yuvarlandı ve kollarını kırdı. Tedavisi çok uzun ve yorucuydu. “Elektrik” tedavisi gerekiyordu; bu da ancak mucizevi makineleri olan Pera’daki Doktor Çobanoğlu’nda yapılabilirdi.
Annem gerçekten de tamamen iyileşti. Bir süre sonra elektrik tedavisine son verildi, zamanla kırıklar tamamen iyileşti.
Aslında Bedesten’de ünlü bir kırıkçı vardı, o elektrik kullanmadan mucizeler yaratıyordu.
Kediler ve Pİrzola
Teyzem, pirzolaları pişirmeden önce havalandırmak için bodrumdaki tel dolaba dizmişti. Pirzolaları almaya gittiğinde, tel dolabın içinde iki kedi bulunduğunu gördü; ama pirzolalara dokunulmamıştı. Mandalı açıp ikisi birden aynı anda tel dolaba girmişlerdi. Kedilerden biri pirzolaya dokunmaya yeltenince diğeri hücum edip geri çekilmesine neden oluyordu. Öteki yeltenince de birincisi bırakmıyordu.
Olay pek orijinal sayılmaz; uluslararası politikamızda devamlı tatbik ediliyor. Kuvvetli biri zayıf birine gözünü dikince, aynı amaçlı başka biı kuvvetli araya girip birinciyi men ediyor. Zayıflar bu sayede yaşayabiliyor.
-
> Muhlİo’da Türk Firini
Muhlio Caddesi’nin en üst noktasında bir Türkün işlettiği fınn vardı. Bu fırın sadece Çarşamba ve Fatih mahalleleri için çalışırdı. Hiçbir Rum buradan ekmek almaz, fırına yemek pişirtmezdi. Sadece Paskalya ve yılbaşı yortularında diğer fırınlar yeterli olmayınca pidelerini pişirmeye buraya yollarlardı. Ama Türk fırıncının bu geçici müşterileri genellikle memnun kalmazlardı. Çalışanlar kabaydı ve işi bilmedikleri için tepsiler-dekileri yakarlardı.
Bir Rum mahallesinde çalışan bu Türk fırıncının iptidai tavırlan üzerinde biraz duracağım. Fırıncı ve ailesi fırının içinde mağara adanılan gibi yaşarlar, un çuvallarının üzerinde pislik içinde yatarlardı. Tüylerimin diken diken eden bir şey de henüz üç yaşında bile olmayan çocuklarına sigara içirmeleriydi. Fırıncının kanları da sigara içerlerdi. O sıralarda bu bizi dehşete düşüren bir olaydı; çünkü bizde sadece babalar sigara içerdi. Bugün herkes sigara içiyor.
Dalıp Türk komşumuzu kötüledim. Dedemin köyünden olan hemşerimiz varyemez için de aynı şeyleri yazmıştım. Üstelik o Sakız Ada-
lıydı. Türk belki Anadolu’nun içinden geliyordu. Ne yaparsınız... îki halk bu kadar uzun bir süre birlikte yaşarsa, birbirlerine benzemeleri kaçınılmazdır.
MAHALLELERİN HİYERARŞİSİ
Muhlio ve Antifoniti mahallelerinin bir sınırı vardı herhalde. Mahallemiz için bu sınır Türk fırını ve Kiria Lefko-teas’ın eviydi. Oradan sonra mahallenin kalitesi değişirdi. Biz Muhliolulara göre bozuluyordu. Bizim mahalle de adından kaybediyordu. (Muhla küf demektir). Herkes küf koktuğunu sanıyordu.
Resim 34. işletenler değişse de fırın, simitçi fırını olarak aynı yerde duruyor. Fotoğraf: s«oi Teber, 2004.
Diğer yandan biz kendimizi gerçek Fenerlilere ve Pera’da oturanlara nazaran daha aşağı hissederdik. Biz çocuklar bile mahalleleri sıraya koymuştuk. Pera, Fener, Muhlio, Antifoniti, sonra Ermeni mahalleleri, ardından Musevi mahalleleri ve en sonda da Türk mahalleleri gelirdi.
Bu yüzden hepimiz babama Pera’ya taşınmamız için baskı yapardık. Ama babam kira ödemediği için ninemin evinden çıkmayı istemiyordu. Başka bir yerde anlattığım gibi, babam buraya kira ödemek zorunda ka-Imca bile Haciperos’un evini satın almayı tercih etti. Yunanistan'a gidinceye kadar burada oturduk. Her neyse... Babam bizi Pera’ya götürmedi, Hıristiyan alçakgönüllülüğü onu engelledi. Orası Avrupalılar ve zengin Rum-lann oturduğu bir yerdi.
ANTİFONİTİ
Rum mahallesi, adını oradaki ayazmadan almıştı. Ayazmanın derin ve açık bir kuyusu vardı. Kuyunun üstünde İsa’nın kocaman bir ikonası
duruyordu. Kuyunun içine kuruşu atıp “o, o, o” diye seslenildiği zaman kuyudan “o, o, o” diye aksiseda geliyordu.
Mahallenin başka bir özelliği yoktu, Rumlar terk edince Türkleşmesi büyük bir kayıp sayılmaz.
Patrikhanenin resmi kâğıtlarında mahallenin adı Potira’ydı.
Çarşamba
Haftanın dördüncü gününe Türkler çarşamba adını vermişlerdir. Antifoniti’nin üstündeki aynı adlı mahallede her hafta kurulan pazara da çarşamba pazarı denirdi. Yaklaşık 1910’larda, çok küçük olduğum sıralarda Efîmitsa teyzem her çarşamba pazara gider, eğleneyim diye beni de götürürdü. Efımitsa teyzem pazarda satılan birçok şeyle ilgilenirdi. Ama asıl amacı, ak düşmeye başlayan saçlarını boyamak için “kına” almaktı.
Benim pazara olan ilgim bambaşkaydı. Pazarla birlikte Türk mahallesini de görüyordum. Fener’in Rum çevresinde yaşayan bizler için tamamen değişik bir dünyaydı orası. Çarşamba’da her şey değişik ve anlaşılmazdı: Pencerelerinde “kafes” olan Türk evleri kocaman olmalanna rağmen ahşaptılar, Fener’deki bizimkiler ise küçük ve kâgirdi.
Her evin yanında bir mezarlık vardı, evin ölüleri oraya gömülürdü.' Yuvarlak veya dikdörtgen şeklindeki mezar taşlarının üzerinde korkunç sarıklar vardı. Jaşlarda.ölülerin yaşamlarındaki başarılan anlaşılmaz bir süslü yazıyla yazılmıştı. Her taşın dibine yerleştirilmiş bir kandil, titreşen ışığıyla etrafa hüzün dağıtıyordu. Mahallelerin arasındaki bu mezarlıklann içinde servi ağaçları da bulunuyordu. Bu yüzden mahalle, arada seyrek ev lerin bulunduğu birleşik bir mezarlığı andırıyordu. Kafesle kapalı pencerelerde kimse görünmüyor, evler içinde insan yaşamadığı izlenimini veriyor-du.(Evlerin üstünde, çatının çıkıntısının altında, genellikle altın veya renkli harfli kocaman bir levha asılıydı} Bana anlattıklarına göre bu yazılar Ku-ran’dan alınan ibarelerdi.
Fatih Caddesi’ne bakan bu büyük evler aslında küçük burjuvalara aitti. Daha zengin olanlar duvarlar arkasında, bahçelerle çevrili sokağa tek b::
-
8 Haris Spataris, Çarşamba’da gördüğü yatırların ve mesrit veya camilere ait hazirelerin evlere i mezarlıklar olduğu yanılgısma düşmüş -ed.n.
kapıyla açılan konaklarda yaşarlardı. Bütün odalar, yatak odalan ve mutfaklar merkezi bir avluya açılırdı. Ailenin hayatı bu avlunun etrafında geçerdi.
Anlattığım gibi, evlerin bahçe duvarları çok yüksek, dışandaki yollar da dar ve eğri olduğundan, mahalle biteviye görünümlü, neşeden yoksun hendekleri andırıyordu. Sokaklar dar oldukları için kaldırımları da yoktu.
Bu içe dönük yaşam geleneğinin Bizans ve Roma yaşam tarzının bir devamı olup olmadığını bilemiyorum.
Aslıda yolları süsleyen insanlardır. Türklerin siyah sade elbiselerine sadece kırmızı fesleri biraz neşe katardı. Hele kadınlara ne demeli! Zaten evden çıkanlar çok azdı. Bunlar da sıkı sıkıya bağlanmış denklere benziyorlardı. Baştan aşağı simsiyahtılar, yüzleri de yaşmakla kapalıydı.
Selanikli Mustafa Kemal, orada Türklerin bizimkilerle münasebetleri bulunduğundan Türklerin yaşam tarzını Rumlarla karşılaştınyordu. Fesleri ve peçeleri kaldırttı, ama anlaşılan Müslüman geleneğin gücünü yenemedi. Bunların tekrar ortaya çıktığını görüyoruz.
Fatih
Sultan II. Mehmed’in onuruna semte bu ad verilmiştir. O tepede Fatih’in şerefine inşa edilen diğer binalar arasında Fatih Camii de bulunuyor. Aya Sofya ve Atmeydanı’na doğru giderken oradan geçerdik. Çok ilginç yerler gördüğümüzü itiraf etmeliyim. [... ]
Fener’İn Alt Yolu
Bu yol ana cadde olduğu için dört köşeli taşlarla döşenmişti. Bu cadde Eminönü’nden (Türklerin dini semti olan) Eyüp’e gidiyordu. Yol genellikle vapur çalışmayan Ayakapı iskelesine kadar uzanıyor, orada Fener’İn üst yoluyla bir kavşakla buluşuyordu. Sonra da tamamen bir Rum semti olan çok güzel mağazaların ve Reji İdaresi’nin depolarının bulunduğu Ci-bali semtinden geçiyordu. Sonra Türk semtlerinden ve gıda pazarlanndan geçerek Eminönü’ne varıyordu.
Evyenios Evyenidis bu hüzün verici yolun güzergâhında, Mitilini Gazinosu’nun yanında önemli bir tersane açmıştı. Dediklerine göre mav-nalan için buraya kocaman bir çekici koydurmuştu. Biraz ilerde daha kü-
çük tersaneler ve deniz evleri de bulunuyordu. Bu evler kazıklar üzerinde denizin içinde inşa edilmişti.
Karşı sırada Fener’in postanesi [bkz. Harita 2, Abdülezel Paşa Caddesi, no. 317-319] ve mutfağı yol hizasında olan eskiden oturduğumuz ev vardı [bkz. Harita 3, 224 numaralı adada, Yıldırım Caddesi’ndeki kapı numarası 30 olan ev].
Savaş Vurgunculuğu
Biraz önce sözünü ettiğim deniz evleri arasında Birinci Dünya Savaşı sırasında, giriş katını dükkâna çevirmek için yapı iskeleti kuranlar da vardı. Bu işe çok şaşırdık. Savaş sırasında kimse bu tür işlere kalkışmıyordu, bir de yer dükkân için pek elverişli değildi. Giriş katının dükkâna dönüştürmesi bitince, o sıralarda Fener’de pek rastlanmayan bir dükkân ortaya çıktı.
Bu mağaza mal yerine savaş meydanlarından ve harp dairesinden alınmış resim ve çizimlerle doluydu. Bu tuhaf dükkânın amacı Türkiye ve müttefiklerinin, dörtlü ittifakın (Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Türkiye) başanlarını sergilemekti. Bizim için önemli olan, bu dükkânı Türk devletinin değil, fukara bir Rumun açmasıydı. Böylece askerlik görevinden kurtuluyordu. Anlaşıldığı gibi, bu dükkân başkalarının karşılığını para olarak verdiği bir tür bedeldi. Bu bey de Türk taleplerini karşılamak için bu yolu uygun bulmuştu.
Marmara Denİzİ’nİn Dİbİ
Fener’in alt yolunun kıyısındaki tersanelerin birine Bitinia adında bir Alman şilebini getirip bağlamışlardı. Marmara Denizi’nde Müttefiklerin torpillediği şilebin ön ambarında kocaman bir delik oluşmuştu.
Almanlar şilebi tekrar kullanabilmek için uzun bir süre uğraştılar. Bütün bu çalışmalar dalgıçlarla yapılırdı; ben de okul çıkışında yakın bir dubaya oturup çalışmaları seyrediyordum. Nihayet gemi tamir edildi ve limanı terk etti. Onu mütareke sırasında Müttefiklerin esiri olarak İstanbul’da tekrar gördüm. Yunan adı yüzünden Yunanistan’a verilir sanmış-tim, ama yanılmıştım.
Bitinia Marmara Denizi’nde Fransız denizaltılan tarafından torpillen-mişti. Bu denizaltılar Çanakkale’yi mayınlann altından geçip Marmara Deni-zi'ne, hatta İstanbul limanma kadar varabiliyorlardı. Fakat bir tanesi, pervanesi balıkçı ağlanna takılınca Türkler tarafından ele geçirildi. Türkler balıkçılann bu başarısını törenlerle kutladı, Fransız esirlerini de mahallelerde gezdirdiler.
Fener’İn Alt Yolunun Sağ Tarafi
Balat’a doğru giden yol daha değişikti. Yolun üstünde tersane ve fabrikalar vardı, başında ise Rebetiko dükkânları ve onlann arkasında da birbirleriyle rekabet eden dini tesisler bulunuyordu. Bunlara biraz daha dikkatli bakalım.
Yolun sol tarafında uzunca bir duvar, arkasında da yukarı yollara bakan evler vardı. Duvarın başında ve dibinde yol düzeyinden daha derinde bulunan bir çeşme bulunuyordu. Bu çeşmeyi Fener’İn tek Acem kahve-dsi kullanırdı. Çeşmenin bu durumu, surlann dışındaki kıyının dolgu topraktan oluşmasından kaynaklanıyordu. Bu toprak yıllar boyunca yığıla yığı-la yolu ve arkasındaki arsaları oluşturmuştu.
Yolun sahil tarafında bir İtalyan şirketi olan ve İstanbul’un bira imal eden tek yapısı olan Bomonti fabrikası vardı. Soğutma depoları olan bu fabrika buz da yapıyordu. Soğutmak ve muhafaza etmek için civardaki evlerden gıda maddeleri de alırdı.
Gerçek Rebetiko9
Biraz ileride yine solda rintlerin10 (Rebeti) dadandığı tavernalar vardı. Bu tavernalar mahallenin değerini düşürüyordu. Biz çocuklann oralara gitmesi yasaktı.
i Rebetiko çağdaş kent halk müziğinin bir biçimidir. Yunan halk müziği, Arap ve Türk musikisi, Bizans ilahileri ve lyonya Denizi Adaları’ndan kaynaklanan Eptenissa serenatlannın bir bileşimi olarak biçimlenmiştir. "Rebetis” ayn bir yaşam mentalitesi, davranışı, bakışı ve tarzı olan karakteristik bir er-ırk tipini tanımlar. Rebetis asi, kural tanımayan anlamına gelir. Bir rebetis karakteristik olarak toplum i şidir, yerleşik kurumlara meydan okur, fakat onlara karşı militanca eylemlerde bulunmaz. Toplumsal . eneklerin dışında olduğu izlenimini verir, ama yasadışı olmaktan kaçınır ve kendini yeraltı dünyasıyla özdeşleştirmez. Rebetis argo konuşur ve daima silah taşır -ed.n.
■o Dünya işlerine önem vermeyen, kalender, umursamaz karakterli kimse -ed.n.
Aslında bu yasak gereksizdi. Biz daha çok uzaktan oradaki durumu görerek fazla yaklaşmaktan zaten korkuyorduk. Bütün bunlara rağmen, o sıralarda 13 yaşında, meraklı ve cesur olduğumdan bir gün yasaklanan mahalleye kadar gidip korka korka rintleri seyrettim.
Çocuk ruhumu çok etkileyen incik boncukla süslü bir laternanın arkasından giden bir rint topluluğu gördüm. Rintler (Rebetiler) miyavlayarak, arada sırada da bağırarak şarkıları söylüyorlardı.
Gelişini görünce talihime şükrediyorum, Uzaklaşınca da ağlayıp iç çekiyorum.
Üzüntülerim ve iç çekmelerimin durması için
Seni istiyorum anam, ebediyen benim olmanı.
Ben siyahlar giyen dulları seviyorum,
Herkesin kalbini onlar parçalıyorlar.
Anan seni doğururken ağaçlar çiçek açtı...
Rintler kör kütük sarhoş, birbirlerine sarılmış, yarı ayakta, sürünerek, ağızlarında sigara ve kuşaklan arkalarından sürüklenerek, yalpalaya yalpalaya ilerliyorlardı.
Arkalarından herhalde mesleği öğrenmeye çalışan ufaklıklar geliyordu. Bu geleneğin ilerde Atina’nın önemli kişileri tarafından üstleneceğini bilmiyorlardı.
Onları laternasız, daha fakir bir grup izliyordu. Bunlar bir duvar benim bir duvar senin, gidiyorlardı. Sarhoş Rebetiler dengelerini duvarlara dayanarak bulmaya çalışıyorlardı. Beni şaşırtan, yanlanndan geçen polislerin onlarla ilgilenmemeleriydi.
Gördüklerim beni tiksindirdi ve oralara gitmemi yasaklayan babama hak verdim. Fakat bir şey ilgimi çekti. Bu, laternanın ortasında çıplak göğüsleriyle tatlı tatlı gülümseyerek duran yapma çiçeklerle süslü bir güzelin resmiydi. Bu neydi? Dünyada gerçekten böyle bir güzellik var mıydı? Onu niye sadece Rebetilere ve ressamlara saklıyorlardı?
Bir şey daha eklemem gerekiyor. O sıralarda ahlaki kurallar çok sikiydi, renkli kadın resimlerine pek rastlanmazdı.
Gördüklerimle alt üst olup eve döndüm ve bu kaçamak gezintim konusunda kimseye bir şey söylemedim.
Bir de, o sıralarda “rebeti” sözü derli toplu erkekler ve aile reisleri için bir küfür sayılırdı.
Fener’de Bulgar Temsİlcîlİğİ
Balat’a doğru giderken güya bir gecede inşa edilen Bulgar Kilisesi bulunuyor...
Bu tabii, bina prefabrike olsa bile doğru olamaz. Çünkü bu kilise çok büyük. Kuşkusuz, Bulgarlar patrikhaneden aleyhte bir görüş gelmeden inşaatı bitirmeye çalışmışlardı, çünkü patrikhane Bulgar Kilisesi’nin Fe-ner’e yerleşmesine baştan beri karşıydı. Ama ne kadar hızlı hareket ederlerse etsinler, vidalı olmasına rağmen binayı monte etmek için daha uzun bir süre gerekiyordu.
Türkler, Ruslar tarafından teşvik edildikleri apaçık olmasına rağmen Bulgarlara hoşgörülü davranıyorlardı.
Kilise inşaatının Ortodokslar arasında yarattığı bölünme, Türklerin böl-yönet politikasına tamamen uyuyordu.
Patrikhane Bulgarları bölücü ilan etti. Türkler de Bulgar Temsilci-liği’ni tanıdı (1871). Bu bölücülük kararı Bulgaristan’daki siyasal değişiklikten sonra (1945) kaldırıldı.
İngilizce bir İstanbul rehberinde patrikhanenin burnunun dibindeki Bulgar Kilisesi inşaatı konusunda şunlar yazılı:
Bulgarların Fener’deki Ayios Stefanos kilisesi gotik stilde ve madenden yapılmıştır. Viyana’da hazırlanıp parçalar halinde Tuna nehri üzerinden İstanbul’a götürülmüştür. Kilisenin içi de madenden yapılmıştır, mermer gibi görünen kısımlar aslında madendendir.
Rusların Fener’deki patrikhaneye genellikle itaat etmelerine rağ-en kilise inşaatı konusunda Bulgarları neden desteklediklerini anlatmam gerekmiyor herhalde.
Çarlık zamanının Rusları Bulgarların yardımıyla İstanbul’u ele geçirmek istiyordu.
Türkler de Ortodoks Kilisesi’ni bölmek istiyorlardı. Rusların ve Türklerin farklı istekleri böylece uzlaşınca, Fener’in ortasında Ortodoksl* rın bölünmesi gerçekleşti.
FENERLİ TİPLER
Fenerdeki Rum cemaatleri (her semt kendi kilisesi ve okuluyla av rı bir cemaat oluşturuyordu) başkan, reis gibi önderlerinin çabalanyla. ele avuca sığmaz gençleri disipline sokarak, Türklerle sorun çıkarmamak-na özen gösteriyorlardı. Ancak böyle yaparak gençlerin enerjilerini kan» terlerine göre geliştirmelerine izin vermedikleri için, şahsiyetlerini bul malarını da engellemiş oluyorlardı. Bu yöntemle tulumbacılara benzer tipler oluşuyordu. Ama Fener ve genellikle İstanbul boyun eğmeyen tiplerden yoksundu. Aslında “ne iyi” diyeceksiniz, genellikle bu tipler hep kötüye yönelirler.
Buna karşılık Fener ve İstanbul’dan doktor, öğretim üyesi gibi s« kin tipler eksik değildi. Sınıflarına göre ayırarak bu kişilere biraz daha av rıntılı bakalım.
Ruhsal Önderlİk
Fener’de ruhsal önderlik konusunda önde gelen birçok tip varit Bunların en önemlisi III. İoakim’di. Ardından patrikhanenin diğer liderle ri geliyordu: Büyük Yargıç, Büyük Genel Sekreter, Büyük Kilisenin Büyük Günah Çıkarıcısı (bütün bu büyükler büyük harfle yazılıyordu).
Bu kadar büyük arasında bir küçüğün bulunması mümkün muv dü? Hepsi dc kendisini pek beğeniyordu. Bunların arasında sivil giyaner milli danışmanlar ve politik faaliyetleri destekleyenler vardı.
Manuîl Yedeon
Benim zamanımda Fener’in en önemli kişisi, günümüzde Atina t n versitesi’nde öğretim üyesi olan Sayın S. Yedeon’un babası Manuil Yedeon d (1851-1943). M. Yedeon’un patrikhanedeki unvanı, “Büyük Kilisenin G "
-
< teri'ydi. Bizans incelemeleri ve yeni Yunanistan tarihi konusunda çalışı-. . Fener’de duyduğuma göre yüz kitabı veya bin araştırması varmış. (Ya-
■; H. Y. Patrinelis 748, T. Dimara binden fazla başlıktan söz ediyor.)
Görünüşü görkemli unvanının tam tersiydi. Ufak tefek, patrikhane .. Jan gereği devamlı siyahlar içinde mikroskobik bir adamcağızdı. Ta-: jmda ağzında hiç dişi kalmamıştı. Fener’de söylenenlere göre, tek gı-djsı tahin-pekmez karışımıydı.
Cılızlığı yüzünden İstanbul’un mizah dergileri onla alay ederdi:
Yedeon bana
Devi korkuturum dedi!
Evet dedim, bir sinek darbesiyle
Düşen devi!...
-
M. Yedeon akşamları Fener’in kulübüne, yani Kalifronon kardeşle-•ütüphanesine pek uğramazdı. Buna karşın sabahları gelip orada saat-«ce yeni kitaplar arardı.
Diğer işleriyle birlikte III. îoakim’in 1880’de kurduğu patrikhane ~.i gazetesinin başyazarlığını de üstlenmişti. Kemalistler bu gazeteyi apath ve tabii Yunanlılar seslerini çıkaramadı.
Zevzek Papadopulos
Türkçe’de “zevzek” aptal demektir; Rumca’da buna zevzekis deriz.
Fener halkı bu sıfatın kilisenin Büyük İdarecisi olan Yorgo Papado-s a çok yakıştığına karar vermişti!
Okuduklarıma göre patrikhanenin idarecisi, Türk devletinin de ka-t ettiği, patrikhanenin Rumlar arasındaki anlaşmazlıkları çözme yetkisi-'- rallanan adamdı.
Papadopulos’a bu lakap doğal olmayan görünüşü, göz alıcı tavırlan ve 2 larak davranışlan için verilmişti. Halk bu tür şeyleri kolay affetmiyor.
Aslında adamcağız koyulan lakabı hak etmek için elinden geleni de 'i :du. 1920’de annesi ölünce, cenazesine İstanbul’un bütün papazla-" ■ almasını emretmişti. Baş İdarecinin bu emrine kim karşı gelebilirdi?
1 ’•*'iuuuı*« Böyleyİz!
177
Fener’in yollan papazlarla dolmuştu. Bu olay birkaç yıl önce olsaydı cenaze kalabalığı yollara sığamazdı. Son yıllarda Metokhion’un [Eflak Sarayı Kilisesi] bahçeleri yıkılıp yolları genişletilmişti. Böylece Papadopulosün zevzekliği kolay gerçekleştirildi.
Mesnetsiz dedikodulardan hoşlanmadığım için, zamanımda kıyametler koparan bu idarecinin inanılmaz kişiliği konusunda ansiklopedilere bir göz atayım demiştim.
O zaman da şaşınp kaldım. Papadopulos’un Bizans müziği konusunda klasik sayılacak düzeyde birçok inceleme kaleme aldığını öğrendim. Ortodoks hiyerarşisi konusunda da yazıları vardı. İstanbul’da (Fener’deki "Orfea” dahil) birkaç müzik kulübü kurmuş, bunlara başkanlık etmiş ve başka birçok şey daha yapmıştı...
Bu örnek efkân umumiyenin her zaman haklı olmadığını kanıtlıyor. Tabii bir idarecinin lakabımn sosyal hayatıyla ilgili olduğu, toplumun tamamen habersiz olduğu bilimsel işlerini dışarıda bıraktığı da söylenebilir.
Papadopulos babamın beni kaydettirmek istediği ama benim kabul etmediğim Bizans Müziği Okulu’nun da müdürüydü.
İstanbul’daki Doktorlar
İngilizce İstanbul rehberinde okuduğuma göre, Fatih Sultan Mehmed şehri alır almaz ilahiyat, felsefe, hukuk, tıp ve bilim üniversiteleri açmıştır.
Sonradan imparatorluk yozlaşınca üniversiteler kalitelerini kaybetti, ulemalar da eğitimin iyileşmesini engelliyordu. Demokrasi gelince üniversiteler kökten değişikliklerle yeniden düzenlenmiştir. Bu yüzden Türkiye’nin önemli bilim adamları ve özellikle Rum, Türk, Ermeni, Musevi ve diğer doktorları yurtdışındaki üniversitelerde eğitim görüyorlardı. Bunla-nn arasında bazdan çok ünlüydü.
Rum doktorlann müşterileri tüm İstanbul’a yayılır, sultan ve haremlerinden başlayıp, imparatorluğun yüksek rütbeli paşalarından geçip. Rumlann, Türklerin ve diğerlerinin mahallelerine kadar uzanırdı.
Bu yüzden, Türkiye’de rastlanan ender bilim adandan olarak doktor-lanmız kendilerini tüm İstanbul’a kabul ettirmişlerdi. Rumlann cemaat ko-nulannda ise doktorlar ve papazlann söz hakkı en üst düzeyde bulunurdu.
Bu konuya ilişkin T. Stavru’nun önemli kitabında 18. yüzyılın ortasında İstanbul’daki Yunan Filoloji Derneği’nin üyelerinin dörtte üçü doktordu.
Pera’da Ünlü Rum Doktorlar
Birkaç isim sayıyorum:
Ünlü Operatör Syurdeos
Ünlü mide hastalıkları uzmanı Mamelis
Aynı zamanda Yunan Filoloji Derneği’nin başkanı olan Zoiros Paşa Milli Hayırsever Derneği’nin dahiliye mütehassısı Kuremenos Baba ve oğul çocuk doktoru Fakaçelis
Yunanistan’da sonra sosyal hizmetler bakanı olan Papas Kokolatos
Türkiye’nin Trakya demiryollarında doktor olan Zupan Göz doktoru Trantas
Fener'dekİ Doktorlar
Fener’de her yerdeki gibi bir sürü tanınmamış doktor vardı. Müzikolog Sofıa Spanudis’in kayınbiraderi olan Spanudis, zamanına göre çok iyi ve vicdanlı bir doktordu. Uzun süren çalışma hayati boyunca bu kadar hassas, bilgisinden bu kadar çok yararlandığımız başka bir doktor olmamıştır. Spanudi ile İstanbul’daki son hatıralanmdan birini yaşadım.
Annem ailenin tek erkek çocuğu olduğum için bana tapardı. Kardeşlerinin de erkek çocukları yoktu. Beni 16 yaşındayken tahsil için Atina’ya yollamadan önce, sağlıklı olduğumdan emin olmak için Spanudi’ye muayene olmamı istemişti. Bence bu bir sevgi işareti ve o zamanlarda az rastlanan medeni bir davranıştı. Spanudis zamanın üstün körü yöntemleriyle beni dikkatle muayene etti. O sıralarda tansiyondan başka şeylere pek bakılmazdı. Hatırladığıma göre tansiyonum 12’ydi. Spanudis muayeneden sonra beni Yunanistan’a götürecek olan pasaportumu da imzaladı...
Dİğer Doktorlar
Spanudi’nin evinin karşısındaki dar sokakta Yedeonlann evi ve müzikle uğraşan Ksinta ailesi vardı. Aynı küçük yolda Karamauna adlı bir baş-
ka doktorun evi bulunuyordu. Leonidas Karamauna adlı oğlu mütareke sırasında aniden askeri doktor olarak ortaya çıktı, sonradan Selanik’te solcuların başına geçti. Leonidas daima emir eriyle gezerdi. Herhalde Türkler kendisini öldürür diye korkuyordu. Ama bu kuşkusu Türk mahallelere gitmesini engellemiyordu. Yakışıklılığı ve muzaffer edasıyla genç hanımlan heyecanlandınyordu.
Rus Doktorlar
1917 ihtilalinden sonra İstanbul’da ve özelikle Pera’da Ruslar görülmeye başladı. Bolşeviklerin Karadeniz’e döktükleri Vrangel Ordusu’ndan kaçanların (1920) en seçkinleri Pera ve Fener’de toplanmışlardı.
Rus doktorlar Fener’de kiraladıkları evin dışına “Rus Doktorlann Vizitesi 25 Kuruş” yazan bir pankart asmışlardı. Bu ev Spanudi’nin evinden beş ev aşağıdaydı. Bu pankart tabii Fenerli doktorların işlerini bozdu. Yukanda saydığım doktorlardan başka Fermanoğlu ve Çırahoğlu da vardı. İkisi de Türk ordusunda doktordu. Bir süre sonra göçmenleri komyan Fransızlar Rus doktorları alıp Paris’e götürdüler.
DİŞİN AĞRIYORSA ÇEKTİRECEKSİN
Dişçiler daha çok gezgin çalışır ve arabayla dolaşırlardı. Ağrıyan dişi hemen çekiyorlardı. Fener’de yerleşmiş dişçiler de vardı. O sıralarda İstanbul’da istediğiniz işi yapabilirdiniz. Diplomaya gerek yoktu.
Bu dişçilerin parlak bir istisnası da vardı: Kontulis. Fener’in geniş bir alanında tek bilgin oydu. İşleri parlaktı ve çok vicdanlı bir adamdı.
Kontulis’in birçok Türk hanım müşterisi de vardı. Karamauna’ya gittikleri gibi ona da geliyorlardı. Bunlardan çok güzel bir hanım, beni küçük saydığı için önümde başını açmış ve doktordan, uzun bulduğu kesici dişlerini biraz kısaltmasını istemişti. Doktor bunu reddedince çok üzülmüştü, herhalde nedenini de anlamamıştı.
Mesleğİmİ Seçiyorum
Doktorlardan konu açılmışken, mesleğimi nasıl seçtiğimi anlatmayı düşündüm. Doğal olarak babamın isteği Limonluklar’daki dükkânda
onun yerini almamdı. Benim fikrim ise bambaşkaydı. Ben Yemiş İskele-si’nin pisliğini evimizin temizliğiyle karşılaştınyordum. Ayrıca anne tara-fımdakilerin (Hacı Petrular) hepsi Fener Rum Lisesi’nden mezundu, İlias amcam da Kudüs Patrikhanesi’nde üst düzey bir rahipti.
Bu yüzden biraz büyüyüp bilim adamı olma hevesimi ortaya koyunca, babam ilk önce haklı olarak karşı çıktı.
-Bre çocuğum, bunları ne yapacaksın? Piyasada herkesin kıskandığı en iyi dükkâna sahibiz. Onu kapatıp bilmem ne olmak istiyorsun!
O zaman için babam doğru söylüyordu. İki ay sonra, özellikle vurguluyorum, tam iki ay sonra, Küçük Asya Felaketi işini bozunca neredeyse mülteci konumunda Pire’ye gitti. Ama tartışmamızı yöneten bu belirsiz talih değil, benim okuma isteğimdi. Annem de biricik oğlunun isteğini yaptırmakta ısrarlıydı. Bu yüzden babam boyun eğmek zorunda kaldı ve makine mühendisliği okumak için Atina’ya gitmeme karar verildi.
Bu ne biçim meslekti! Babam ve muhitimiz için makine mühendisliğinin bir anlamı yoktu; böyle bir meslek buralarda bilinmiyordu. Halbuki doktor olmak isteseydim herkes anlardı. Doktorluk büyük kabul gören bir meslekti. [...]
Yilbaşi ve Paskalyada Doktorlarimiz
Birçok yerde de söylediğim gibi, Fener’deki arsalar çok dar, evlerin cepheleri de 4 ile 6 metre arasındaydı. Meşhur doktorlarımız, yılbaşı ve Paskalyada gönül alma vizitelerini yaparken, bir evden çıkıp gene müşterileri olan diğer eve geçmek için sadece birkaç adım atıyorlardı. Doğal olarak zili çalmaya da gerek kalmıyordu. Bütün komşular kapıların arkasında sıralarını bekliyordu. Sıra gelince de doktoru içeri alıp genellikle birinci katta olan misafir salonuna götürüyorlardı. Bu seremoninin en komik tarafı doktora bir arabayla refakat edilmesiydi. Arabacı atları başlıklarından tutarak bir sonraki evde durmak üzere ilerliyordu.
Üstelik doktorlar çok resmi giyiniyorlardı. Örneğin Spanudis ayaklarına kadar inen kalın samur kürkünü giyer, silindir şapkasını takardı. Elinde de tabii ki beyaz eldivenleri vardı. [...]
FENERLİLER VE YENİ FENERLİLER
Yunanistan’da, Fenerliyim dediğim zaman sultanın boyunduruğu altında olan Eflak ve Boğdan’a hükümdarlar veren, sözde aristokrat ailelere mensup olduğumu düşünürler. Büyük bir hata bu. 1821’deki Yunan İhtilali ile İstanbul’un eski nüfusu ve özellikle aristokratlar Yunanistan, Rusya ve başka yerlere giderek tamamen yok oldu. Bu yüzden îhtilal’den sonra patrikhane eskilerle ilgisi olmayan yeni Rumlarla doluyordu.
Giden bazı Fenerliler durum düzelince geri döndü. Ama bunlar Pe-ra ve etrafına yerleşmişti. 1920’li yıllannda yaşayan Fenerliler, Eflak’ta ve sonra hür Yunanistan’da yapılanlardan sorumlu değildi ve bunlarla hiçbir ilgileri yoktu. Mesele eski Fenerlilerle yeni Fenerliler arasında bir kanşık-hk olmasıdır. Halis muhlis yeni Fenerli olduğumu bizzat ilan ediyorum!
FENERLİLER EFLAK-BOĞDAN VOYVODALARI OLUYOR
Burada Fenerlilerin Tuna nehri ötesindeki Türkiye taşralarında, Eflak ve Boğdan’ın egemenleri olarak davranışları konusunda birkaç söz söylemek isterim.
îktidann gücü doğal olarak hoşnutsuzluk yaratıyor. Fenerli egemenler de istisna değildi. Son yıllarda Eflak ve Boğdan’daki Fenerliler konusunda bakış açısı değişti, onlar için özellikle oralarda çok iyi şeyler yazıldı. Ama doğal olarak karşıt fikir ve görüşler de vardı. D. Kiçikis’in kitabından alınan “Romanya’da Yunan İhtilali" adlı bir bölümü aktarıyorum:
İpsilantis 1821’de Rus sınırını geçerek Romanya’yı istila etti. Romanya’yı bir asırdan beri sultan adına Yunanlı hükümdarlar idare ediyordu. Rumenler İpsilantis’e, yani efendilerine yardım etmediler. Hür kalmak için Yunanlılara karşı çıkmalıydılar. Theodoru Vla-dimiresku de İpsilantis’ten koparak Türklere katıldı ve Fenerlilere karşı savaştı. İpsilantis onu yakalayıp kafasını kopardı.
Bu eski Fenerlilerin çoğu 1821 Yunan îhtilali’nden sonra Yunanistan’a gitti. Bunlar konusunda Andreas Sigros anılarında şunları yazıyor (Politis, Atina, Ekim 1984).
1821’den beri Fener’de yerleşmiş egemen ve sözde soylu aileler Fe-ner’den kovuldu ya da kaçtılar. Patrikhanede önemli görevleri olanlar, tercümanlar, kilisenin Büyük İdarecisi, bir de seçkin tüccarlar Osmanlı devletinde kaldı. [...]
Yeni Fenerliler
Eski Fenerliler Yunanistan’a gelince muhafazakâr çevrelere katılıp ona göre davrandılar. Bu davranışlarının sorumluluğunu Fener tarihine yük-leyemem. Tamamen bir smıf sorunu bu. Eski Fenerlilerden sonra gelen çağ-daşlarımın yaptıklarını anmam gerekiyor; aksi takdirde Fener’in tarihine haksızlık etmiş olacağım. 1821 ihtilalinden sonra eski Fenerliler gidince yerleşik Rumlardan bazılan patrikhanenin etrafına yerleşerek yeni Fenerlileri oluşturmaya başladılar. Bunlar arasında, akraba olmamamıza rağmen aynı soyadı taşıdığımız bir aileden bahsetmem gerekiyor. Fener Rum Lisesi’nin müdürü olan Andrea Spathari (1837-1901) fizik ve matematik öğretmeniydi ve aynı zamanda bir mühendisti. Küresel trigonometri konusunda bir kitap yazmış ve aynı konuda okulda ders vermişti. Ünü yüzyılın başında bütün Yunanistan’ı sarmıştı. Bunu 1920’de Atina’ya gittiğimde fark etmiştim. Herkes bana Andrea Spathari ile akraba olup olmadığımızı soruyordu. (Ama daha kötüsü tüm Yunanistan’da tanınan bir Karagözcü ile aynı adı taşımamdır. Biriyle tanışırken Karagözcü olmadığımı söylemek zorunda kalıyorum.)
Bu öğretmenin ailesinde Osmanlı ordusunda yüzbaşı olan ve 1910’da Jön Türklere katılan biri vardı. Meşrutiyet karşıtı Türkler onu Un-kapanı’nda öldürdü. Bu Rum yüzbaşının öldürülmesi konusunda bir başka açıklamaya göre Spatharis, Jön Türkler İstanbul'a gelince bölüğünü alıp Fener’deki karakola gelmiş ve başkomiserden ihtilale katılmasını istemiş. Komiser Sultan taraftan olduğu için yüzbaşıyı öldürmüş.
FENERLİLER VE YEŞİL At
Fenerliler ve patrikhanedekiler Latince, Fransızca ve İtalyanca biliyorlardı. Osmanlı yönetiminin yabancı dil bilen Rumları önemli mevkilere getirmesi Fenerlilerin işine yaradı. Bu mevkilerden Boğdan ve Eflak egemenliklerine atlanacak mesafe çok büyük değildi.
Birçok kişinin bilmediği, Fenerlilerin şaşırtıcı yükselişinin asıl yolunu basit bir Sakız Adalının açtığıdır: Sakız Adası’nın Yeşil Atı Panayotakis."
Aşağıdaki bölüm M. F. Zaloni’nin Fransızca kitabının (Marsilya 1824) son baskısından alınmıştır ("Fenerliler Konusunda Çalışma”, Atina, 1977).
-
IV. Mehmed’in sultanlığı sırasında, 1669 yıllarında, yazman olan Panayotakis. Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’ya yardım ettiği Girit kuşatmasından dönerken ona, BabIâli’nin Hıristiyan sefirlerin tercümelerine güvenmemeleri gerektiğini hissettirdi. Bu eleştiri görevli nazırlar ve yüksek rütbelilerin ve divanın hoşuna gitti. Pa-nayiotakis divanın çevirmeni makamına getirildi, kendisine sarayda mesken tahsis edildi ve sakal bırakmasına da izin verildi.
Daha sonra gelenler bu ayrıcalıkların zevkini sürmeye devam ettiler; maaşları artırıldı. Mevki sahibi Türkler gibi uzun elbiseler giydiler, sadece kavuk yerine Avrupa sefirleri gibi kakımdan bir başlık takarlardı. Ata binme izinleri vardı ve kalpaklı dört uşak onlara eşlik ederdi. Verilen bu ayrıcalıklar Fenerlileri teşvik etti. Hali vakti yerinde olanlar çocuklarına Türkçe, İtalyanca ve Fransızca öğretmeye başladılar. [...]
FeNER’İN ÇEVRESİNDEKİ BAŞKA MİLLETLER
Rum cemaatin başka millet ve dinden olanlarla ilişkilerine de biraz değinmek isterim. Aslında cemaatin başkalarıyla ilişkileri zayıftı, ama arada düşmanlık da yoktu. Tutucu biri olduğumu sanmamanız için bu ilişkilerden bazılarını yazacağım.
Fîko’nun Berber Dükkâni
1919 yılında Yahudi Fiko, Metokhion’un karşısındaki yolun Muh-lio’ya doğru döndüğü yerde güzel bir berber dükkânı açmıştı.
-
11 Tarihçiler ona Panayiotin derdi. Sakız Adası'nda doğdu ve yaklaşık 1673 yılında öldü. Şevk ve imanla Kiril Lukari Patrik zamanında Grek Kilisesi’ni savundu. Babıâli onu çok takdir ediyordu. Hollanda'da basılan Katolik ve Doğu Apostolik Kilisenin Ortodoks İtirafları adlı kitabın yazarı olduğu sanılıyor. Grek-lerin "Sakız Adası’nda akıllı adam bulmak yeşil at bulmak kadar zordur” diyen bir darbımeselleri var. Panayotakis bu adadandı. Çok bilgili ve akıllı olduğu için ona yeşil at derlerdi -yazarın notu.
Çok modern bir dükkândı bu ve zamanına göre görülmemiş orijinallikleri vardı. Örneğin her müşterinin kendi peçeteleri ve tıraş bıçaklan özel kutularda saklanıyordu. Ortada bir avize, her berber koltuğunun da özel elektrik ışığı vardı.
Fikos tüm bunlarla kendini kabul ettirdi ve diğer Rum berberlerin aleyhine olarak Rum müşterileri topladı.
Gördüğünüz gibi, dini fanatizmimiz, bir sürü Rum berber dükkânı varken Yahudininkini seçmemizi engellemedi!
Ama bu, büyük cumartesi günü Balat’ın ortasında, ilgisiz kalan polislerin gözleri önünde, çarmıha gerilmiş [temsili] Yahudiyi yakmamızı da engellemiyordu.
BÜYÜKANNEMİN YAHUDİ ARKADAŞI
Büyükannemin bir Yahudi arkadaşı evimize sık sık gelir, evde ünlü İstanbul yöntemiyle ağırlanırdı. Ama büyükannem bu arkadaşının evine hiç gitmezdi, Yahudilerin temiz olmadıklanna dair bir önyargısı vardı.
Yahudi arkadaşı tabii buna çok üzülüyor, büyükannemin kendisine gelmemesinin nedenini de tahmin ediyordu. Bir gün pazara gidip yepyeni bir kahve takımı satın aldıktan sonra, kendisini ziyaret etmesi için büyükanneme yalvardı; artık temizlik konusunda korkmamalıydı!
Doğal olarak büyükannem onu ziyarete gitti, Yahudiler ve diğer insanlara karşı önyargılı olmadığını da söylüyordu: “Hepsi Tanrı’nın kulu.” Ama ne yapalım ki Yahudilerin temizliği konusunda yaygın bir kuşku vardı ve o da bu kuşkuyu taşıyordu.
Sonra da şöyle diyordu:
-Ne diyebiliriz, bunlar başka, biz Rumlara benzemiyorlar!
Ama bütün bunlar Balat’ın Yahudilerinden alışveriş yapmamızı engellemiyordu, onlarda her şey daha ucuzdu.
Fener’dekİ Türkler
-
H. Misailidis Tarihi Fener adlı kitabında eskiden Fener’de yaşayan bir tek Türk aileden bahsediyor. Benim yıllarımda hiç Türk aile yoktu. Makedonya’da doğmuş bir Türk subayımn, Muhlio’ya gelip yerleştiğinde başına gelen-
Rcıım 15- Tahta Minare Camii. rotofraf Hmn topm 2004.
ler, İstanbul’da insanlann etnik köken ve dinlerine göre nasıl ay-nldığını gösteriyor. Adamcağız Makedonya’daki başka Türkler gibi Rumca konuşuyordu ve köyünde, aynm yapmayan Rumlar arasında yaşamıştı. Türk mahallelerine gitmek ona zor geliyordu. Bu yüzden Muhlio’ya gelip yerleşmek istedi. Burada güçlükle bir ev buldu, ama yerleştikten sonra çok yalnızlık çekti. Hiçbir aile onunla görüşmek istemeyince cesareti kınldı ve gitti...
Bu yüzden Fener’deki Türkler polislerden, gümrükçülerden, postacılardan ve Haliç vapurunda biletçilik yapanlardan oluşuyordu. Bir de sahil surlarına sığınmış olan ve İstanbul’daki bütün hemşerileri gibi piyasadaki dükkânlara hizmet veren Acem kahveci vardı.
Halİç’İn İç Kisimlarina Doğru: Tahta Minare
Metokhion yolu, yani Metokhion Kilisesi’nin önünden geçen yol. Tahta Minare. Balat. Blaherna, Ayvansaray, Eyüp, Silahtar ve Kâğıthane’ye gidiyordu. Tahta Minare dediğimiz yerde gerçekten tahta minareli'1 bir cami vardı. Burada, Rumlarla Musevilerin arasında böyle bir cami bulunması ilginçti; çünkü buralarda hiç Türk yoktu.
11 Hanı m hafızan onu yanıltıyor 1458 de inşa edilen cami gerçekten tahta minareliydi. Ancak bu W 1865 te Kantanzade Halil afta tarafından kagir olarak yeniden yaptırıldı Yapı 1957de bir onarım ■»aha (tortu -ed n.
Caminin önünde tanınmamış bir Türkün türbesi vardı: türbenin önünden geçen Müslüman kadınlar parmaklıklanna feracelerinden kestikleri parçalan asıyorlardı: Bizim haç çıkarmamıza benzeyen batıl bir inanç.
Arkada, başka bir yerde ayrıntılı bir şekilde tasvir ettiğim Tahta Mı-nare’nin (ya da Balat’ın) hamamı yer alıyordu. Sonra da uçukluğuyla ünlü pazarıyla Balat Musevi mahallesi gelirdi. Daha ilerde başka Rum mahalleler de vardı: Taksiarhis, Lonca, tanınmış şair Tantalidis’in memleketi Balino.
Balat Musevi olmasına rağmen, pazarının içinde Çalidis’in eczanesi gibi Rum dükkânlar eksik değildi.
Belalara Karşi Sandik
Türkler, Türkiye ve Yunanistan Musevilerinin çoğunu Ispanya'dan kabul etmişlerdi. İstanbul’dakilerin çoğu da. patrikhanenin hemen dibinde olan Balat’a yerleştirdiler. “Balat", Palation [saray] kelimesinin değişime uğramış halidir. Yakındaki Blahema Sarayı’ndan ya da Palata Kapısı'ndan dolayı bu adı almıştı.
Balat’ta Musevilerin sinagogu ve başka kurumlan da vardı. Bunla-nn arasında ünlü doktorlarıyla hastane fark ediliyordu. Bu hastane her uyruktan hasta kabul ediyordu.
Görünen cemaat kurumlann yanında, herkese zor zamanında yar dım eden gizli bir kurum daha vardı. “Belalara Karşı Sandık* denen bu kurum, bizim cemaat ve İstanbul’un diğer cemaatleri tarafından kıskandırdı
MUSEVİLERİN MİLLİYETÇİLİĞİ
Museviler Türklere karşı çok temkinli davranıyorlardı. Bu yüzden mütareke sırasında yurtdışındaki soydaşlan İsrail devletini kurman başarınca zor durumda kaldılar. Bu devlet Türk toprağına yerleşiyordu Turkicr de Filistin’i kaybettiklerini kabullenmek istemiyorlardı. Bu yüzden altı köşeli yıldızlı ve beni şaşırtan Yunan renkli bayraklarını çekinerek gösterdi ler. (12 yaşında olduğum o sıralardaki uluslararası anarşi içinde her ülke başka bir ülkenin renklerini sahiplenebilirdi.) Museviler de altı köşeli »il diz ve Kudüs’le birlikte bu mirasa kondular.
En sonunda Türklerle bir olup Küçük Asya Felaketi sırasında karşımıza geçtiler. O sıralarda Balat’ta alışveriş sırasında şöyle bağırıldığı duyulurdu.
-Bir kavun on kuruş, bir gâvur bir kuruş!
Susturabilirsen, sustur...
İlkel Sanayi
Balat’tan Aya Blaherna Ayazması’na inanılmaz darlıktaki sokaklardan geçerek gidişimiz sözle anlatılamaz bir olaydı. Yakın bir zaman önce meydana gelen yangından dolayı harabeye dönmüş evler arasında yürürken, bir köşeyi dönünce birden ağzından güçlü bir ateş ve yoğun bir duman çıkartan bir fırınla karşılaşıyordunuz. Bu bir cam fabrikasıydı.
Ateşin etrafındaki yarı çıplak altı yedi işçi, cam eriyiğiyle dolu bir kazana, ellerindeki çubukların ucunu batırıyorlardı. Sonra nefesleriyle, evet ciğerleriyle istedikleri miktarı çekiyorlardı. Sonra bu akıcı maddeye üfleyerek istedikleri şişeyi oluşturuyorlardı. Çubuğun ucundaki şişeyi etraflarında sallayarak soğutuyorlardı.
Dediğim gibi bütün bunlar açık havada oluyordu. Gelen geçenin suratına o yanan şişe çarpabilirdi ama bu tehlikeler önemsenmiyordu.
Daha ilkel bir yöntem düşünemiyorum. Çakıl taşlarını yemek pişirdikleri yerde yakarak cam yapma yöntemini bulan Fenikeliler milattan önce sanayici olmuşlardı. Şimdi de ben 1917 de Fener’de patrikhanenin birkaç metre ilerisinde Balat’ta aynı sahneyi görüyordum.
YETİŞKİNLER İÇİN VAFTİZ TÖRENİ
Aslında vaftiz töreni genellikle bebeklere yapılır. Bilmedikleri bir şeye ve bir inanca zorlanan bu bebekler fikirlerini söyleyebilseler, belki de vaftizi kabul etmezler. Ya bebek yaşında seni vaftiz ediyorlar ya da esir düşünce postu kurtarmak için vaftiz oluyorsun! Şimdiki Hıristiyanlann bilmedikleri bu zorunlu uygulamanın bir aracını göstereceğim.
Bizans’tan kalma Blaherna Ayazması’nın ana kapısının karşısında ve Balat’tan gelen yolun sağında, Ayvansaray vapur iskelesine giden dikey bir sokak başlıyor. Bu sokağın ortasında, bir Türk konağının kapısının
önünde, taştan yapılmış 3 metreye 3 metre büyüklüğünde ve 1,5 metre derinliğinde beş basamakla inilen haç şeklinde bir vaftiz kurnası vardı. Papaz orada bekleyip bu basamaklardan inenleri vaftiz ediyordu.
Anlaşılan bu kurna, imansız esirleri vaftiz etmeye ve onlan Hıristiyanlığa çevirmeye yarıyordu. Patrikhane bu Bizans kalıntısını ele geçirmek için hiçbir zaman girişimde bulunmadı; herhalde Türk yönetimi sırasında toplu vaftiz uygulama şansı olmadığı içindir.
Şimdi de duyduğuma göre Türkler toplu sünnet yaptırıyorlarmış. Onlara kurna gerekmiyor, ufak bir bıçak yeterli!
BlAHERNA AYAZMASI VE KİLİSESİ
Kilise, genişçe bir bahçenin içinde bulunuyor. Kilisenin tabanı bahçenin düzeyinden aşağı olduğu için kaynaktan gelen su ayazmaya rahatça akıyordu.
Bütün bunlar kilise ve ayazmaya gelenler için heyecan kaynağı oluyordu. Bizans’tan kalan bu mabede 1955 olayları sırasında Türkler pek dokunmadı. Bu ayazma çok ünlüydü; ziyaretçi sayısı bakımından onu sadece Balıklı Ayazması [Kumkapı] geçerdi.
Blaherna Ayazması’yla ilgili başka bir hatıram daha vardır. İlahi okuyan adam babamın arkadaşıydı. Babama ilahinin sözlerini vermiş, bu yüzden çocukken onu ezberlemek zorunda kalmıştım...
Kİlİsede Ayin
Kilise çok kalabalık olduğundan, bir panayır ayinini pencerenin dışından seyretmiştim. Bu izdihamın bir nedeni vardı ama öğrenmeye çalışmadım. Patrikhaneden birçok kodamanın bulunması ayine görkem veriyordu. Aralarında Büyük Yönetici de bulunuyordu. Tam benim pencerenin karşısında durduğundan onu rahatça seyredebiliyordum.
Boyu poşu, resmi elbisesi ve madalyalanyla huşu içinde ayini izliyordu. Zatıâlileri gerçekten ağladı mı, yoksa buğulanmış camdan bana mı öyle geldi bilemeyeceğim. Gene de etrafındakilerin Bizans ayininin etkise le ağladıklarını görüyordum. Onlara ve yöneticiye acıyordum, ama pencereyi aralayıp da kendilerine gelmeleri için biraz hava vermem olanaksızdı
Mucize Yaratan İkona
Blaherna Meryem Anası’nın mucize yaratan ikonası konusunu yıllarca birçok kişiden duymuştum. Bunların en sonuncusunu ise 1955 olaylarından sonra İstanbul’a giden kız kardeşimden duydum.
Kardeşimin grubuna rehberlik yapan kilisenin kandillerini yakan memur, Teblo’da dokunulmamış duran Meryem Ana ikonasını gösterirken, Meryem Ana’nın olacaklan hissederek ikonasının tersini çevirdiğini söylemişti; böylece Türkler bulup dokunamamışlar.
Kardeşim bunu duyar duymaz sinirle rehberi ve grubu terk ederek hava almaya bahçeye çıkmış, oradaki kahvede otururken adam akıllı üşütmüştü. Yolculuğunun kalan 30 gününü otelinde yatarak geçirmişti.
Dediklerine göre, bu Meryem Ana’nın intikamıydı ve kardeşimin imansızlığına karşı gösterdiği başka bir mucizeydi.
Blaherna Sarayi (Tekfur Sarayi)
Bölgenin ortasında ve surların üstünde Blaherna Sarayı kurulmuştu. Dediklerine göre imparatorlar bu sarayı İstanbul’daki Kutsal Saray’a tercih ediyorlardı. Bizans’ın önemli kişileri ve saraylılar, sarayın pencerelerinden kuşatmaya gelenlere bakıp başarılamazı denedikleri için onlarla alay ederlerdi. Bu kişiler, İstanbul’u fethedilemez surları ile koruyan Poliuho Meryem Anası’na karşı geliyorlardı.
Bu duvar, Latinlerin (1204) ve Türklerin kuşatmasını (1453) engelleyemedi. Papazlann İstanbul’un alınışı konusundaki yorumu, Meryem Ana’nın atalanmızın günahlanndan bıkarak onlan Latinlerin ve Müslümanlann kar-şısmda korumasız bıraktığıydı. Sonra bir açıklama daha yaparlardı: Tann, imanlılar fazla günah işlediklerinde, onlan imansızlarla cezalandınyordu.
Bu yazımın başka bir yerinde. Tekfur Sarayı’nda geçen ve benim de yaşadığım bir olayı anlatacağım.
Ayvansaray ve Eyüp
Ayvansaray’dan sonra gelen mahalle Eyüp’tü; biz “İpi” derdik. İstanbul’un 668 yılında Araplar tarafından başansızlıkla sonuçlanan kuşatmasında ölen din büyüğünün adını taşıdığı için kutsal bir mahalleydi.
İstanbul fethedilirken Fatih’in bir hocası rüyasında Eyüp’ün mezar yerini görünce, oraya bir cami inşa ettirdi. Tahta çıkan her yeni sultan bu camide kılıç kuşanıyordu. Bizim krallann taç giyme törenine benzer bir merasimdi bu. Eyüp’te çok sayıda cami inşa edildiği söyleniyor.
Sultan Vahdeddîn’İn Tahta Çikişi
1918’de İstanbul’un Müttefikler tarafindan alınması sırasında, Eyüp’e kılıç kuşanmaya giden Sultan Vahdeddin’in (1918-1922) merasimini gördüm. Mehmed, mütarekede uzaklaştırılan büyük savaşın Sultanı V. Mehmed Reşat’tan sonra gelen sultandı; Türkiye’nin son sultanıydı.
Gördüğüm merasime katılanlar herhalde Dolmabahçe Sarayı’ndan tekneyle hareket etmişti. Bu kadar uzun bir yolculuğa rağmen kalabalık toplanmamıştı. Onları yeni köprünün altından Haliç’e girerken gördüm. Müttefikler İstanbul’dayken böyle şenlikler herhalde hoş karşılanmıyordu.
Her şeye rağmen sultanın merasimi çok görkemliydi ve beni de etkilemişti. Dolmabahçe’ye aynı yoldan döndüklerini sanıyorum.
Bu sultan tahttan uzaklaştırılmadan önce, ona devlet işlerinden tamamen ayn olan halifelik görevinin verildiğini belirtmem gerekiyor.
Halİç’İn İç Kismi
Haliç vapurlarının uğradığı son iskele Silahtar ve Kâğıthane'ydi. Bu iskelelere vapurlar sadece yazın uğrardı. Kalabalık İstanbul’un sakinleri buraya kır havası almak için giderlerdi. Kâğıthane o sıralarda güzel sandallarla dolardı, bazılarında o sıralarda pek sık rastlanmayan gramofon cihazları da vardı. Getirdikleri mezeleri kayıklara dizerlerdi, bunlardan kendisi de faydalandığı için kayıkçı buna çok sevinirdi.
Haliç’in iç kısmından sonra Kalfas, Nimfes, Litres, Vintos, Yalatana gibi birçok Rum köyü vardı. Bazı köylerin aynı zamanda Türk veya yabancı adları da vardı: Küçükköy, Avaso, Çebeci, Çifut, Burgaz...
İpİ’nİn Dİğer Yani
Haliç’in ucundaki nehir ağızlarında, kocaman küreklerle kum ve çamur toplayan çıplak ayaklı zavallı işçiler gördüm. Dediklerine göre, de-
mir dökümhaneleri için ideal olan bu kumu Pire’nin sanayi bölgesine yol-luyorlardı. Bu zavallılara çok acıdım; düşünüyorum da, küçük olduğum ve diğer işçilerin çalışma koşullarını bilmediğim için aslında onlara gerektiğinden fazla acımıştım.
Halİç’İn Kuzey Sahİlİ
Haliç’in Rumların yerleşme bölgesi olan güney sahilinin aksine, kuzey sahilde sadece Galata ve Pikridia’da [Hasköy] Rumlar yaşardı.
Galata’da liman idaresinin parmaklıklarının arkasında denizcilik işletmelerinin yazıhaneleri bulunuyordu. Bu yazıhanelerde çoğunlukla Rumlar çalışırdı.
Pikridia fakir Rumlann oturduğu bir mahalleydi.
Yeni köprüden Boğaz’a doğru uzanan sahile gemilerin yanaştığı bir nhtım yapılmıştı, ama yetersiz kalıyordu. Yer bulamayan gemiler Kız Ku-lesi’nin yakınlannda açıkta demir atardı.
Yeni köprünün dışında, gene Galata’da ada ve Marmara sahillerine giden vapurların yanaştığı iskeleler bulunuyordu.
İki köprü arasında kiralanmayı bekleyen mavnaların demir attıkla-n boş bir sahil vardı. Bu sahilin hemen arkasında eskiden yelkenli ve kürekli gemileri tamir etmek için kullanılan bir tersane olmalıydı. Benim zamanımda bu tersaneden geriye sadece kürek atölyesi kalmıştı. Bu konuya daha sonra değineceğim.
Mavnalann biraz ilerisinde, eski köprünün kuzey ucu Azapkapı’da, Boğaz, Adalar ve Asya sahillerine çalışan vapurlann tamir tersanesi bulunuyor.
Haliç’in biraz daha içinde, Pera’nın merkezine çabuk gitmek için kullandığımız Kasımpaşa vapur iskelesi vardı. Sonra Bahriye Nezareti ve harp gemilerinin bakımlarını yapan tersane geliyordu. Arkasından Hasköy ve Halıcıoğlu mahalleri ile daha dipteki Kâğıthane’ye varıyoruz.
Kasımpaşa’dan geçtik, ama bir konu üzerinde durmak istiyorum. (Bakımlı bahçesi ile o harika Bahriye Nezareti binası değil konum.) Pera ve yakın semtlerden (Pangaltı, Tatavla) lağım sulannı Haliç’e indiren dereden bahsetmek etmek istiyorum. Benim zamanıma kadar üstü açık olan dere,
sonradan belediye tarafından çimentoyla örtüldü. Ama tabii, kimse şikâyet etmediğinden Haliç’i kirletmeye devam ediyor.
Kürekçiler
Aslında benim zamanımda da kürekli tekneler çok fazla değildi. Birçok kürekli teknenin bulunduğu devirlerde kürek ihtiyacını bir düşünün. Herhalde başlarında kalfaları olan küçük atölyeler vardı ve iki köprü arasında Haliç’in kuzey sahilinde gördüğümüz böyle bir atölyenin kalınlısıydı.
Kıyıya bağlı mavnaların arkasında, dar ve uzun bir binada kürek yapıp satıyorlardı. 100 metreden daha uzun, 20 metre aralıklı iki yüksek duvar düşünün. Bu duvarların üstünde çinko kaplı bir çatı vardı, ışıklandırma aralardaki açık alanlardan yapılıyordu.
Bu yerin ortasında uzunluğu boyunca, 2,5 metrelik bir geçiş yolu vardı. Ustalar tahtayı kazıyarak kürek yapıyor, hazır olunca da geçiş yolunun yanlarına dikey olarak diziyorlardı. Küreklerin uzunluğu genellikle 5 metreden fazlaydı.
Geçidin iki tarafında sık bir şekilde duran bu kürekler, taze odun kokusu ve ustaların mırıldandığı Anadolu şarkılan da eklenince, etkileyici bir manzara oluşturuyordu.
Azİz’în Köyünde
Başkalarını bilmiyorum ama bizim “yapışkan akrabalar” sorunumuz vardı. Bir gün böyle bir ilişki yüzünden teyzemle kendimizi Has-köy’de bulduk. Mezarlık duvarındaki bir pencereden etrafı seyrediyordum.
Atina’da bile ünü yayılan fakir Hasköy için bir şey eklemem gerekiyor. İki üç nesil önce Hasköy’de yaşayan bir dindar aziz ilan edildi (nedenini bilmiyorum) ve sonunda Büyük Aziz olarak Yunanistan’da kiliselerini gördüm.
Halicioğlu
Sonra Haliç vapurlarının son iskelesi olan Halicioğlu Türk mahallesi gelirdi. Çok az sakini olan Eyüp, Haliç’in son iskelesi değildi: “Fener, Halat, Hasköy, Halicioğlu, Eyüp Sultan uğramaz.”
Bizans Şehrî
Asıl Bizans şehrinde yalnız Türkler yerleşmişti. 10-16 yaşlannday-ken tek başıma bu Türk mahallelerde dolaşmam zordu. Buna rağmen, Bizans’ın geçmişine duyduğum ilgi nedeniyle korkumu yenerek arada sırada gidiyordum. Yeni köprünün güneyinde bulunan Eminönü’nden hareket ederek Aya Sofya’ya ve oradan Fatih’e doğru giderken, caddenin solunda şunlara rastlanırdı:
SİRKECİ
Avrupa demiryolunun bu tren istasyonunun bir özelliği yoktu. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bize Avrupa havasını getirirdi. 1914-1918 Savaşı sırasında yerini Balkan Zug almıştı.
Sarayburnu
Bizans saraylarının ve onları izleyen Türk saraylarının bulunduğu bir park burası.
Boğaz, Haliç ve Marmara denizleriyle çevrilen bu burunda tehlikeli girdaplarla kuvvetli bir akıntı oluşuyordu.
Parkın içinde Arkeoloji Müzesi de yer alıyor; Yunan üslubunda yapılmış görkemli bir bina. 1847 yılında Ahmet Fethi Paşa tarafından kurulmuş müzede Büyük İskender ve generallerine ait 20 lahit bulunuyor. Say-da’da yeraltında bulunan bu lahitlerin İskender’e ait olduklarından emin olunamadı. Buna rağmen sanat değerleri tartışılmaz. Mezarlan, 1887’de [Osman] Hamdi Bey, Arkeoloji Müzesi’nin müdürüyken keşfetmişti.
Bunların en büyüğü, okul kitaplarında resimlerini gördüğümüz la-hittir. Dört yanında İso, Graniko ve başka yerlerde yapılan savaşlar görülür. Diğer lahitlerden biri “ağıtçılar lahdi” adını taşır. Etrafında bir kadın topluluğu ölene ağıt yakmaktadır. Her birinin hüzün ifadesi diğerlerinkinden tamamen değişiktir.
Bunlar müzenin gösterişli parçalarıydı, ama benim kalbim Arte-mis’in küçük bir geyik süren ufak heykeline takıldı. Bu heykeli 70 yıldır unutamadım.
Türkİye ve Yunanistan’da Tapu Daírelerí
Sarayburnu parkının girişinde, sağ tarafta Bizans stilinde bir bina, imparatorluğun defterhanesi, yani tapu dairesidir.
Söylentilere göre aynı bina Bizans zamanında da tapu dairesiydi. Buradaki belgeler bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu içeriyor; yani Viya-na’dan Kuzey Arabistan’a ve Fas’tan İran’a kadar geniş bir alanı kapsıyor.
Türkiye’deki tapu dairesi, Yunanistan’da böyle bir kuruma sahip olmak için çıkartılan patırtıyı hatırlatıyor. Aslında bu patırdı da hiçbir sonuç vermiyor.
Tapu dairesi meselesi bizde nasıl biter? En egemen takım olan avukatlar emlak kavgalarını kaybetmek istemezler.
Bu konu yüzünden jeodezi öğretmeni Lampadarios sinir krizi geçiriyordu. (Konuyu ayrıntılı olarak makine mühendislerine de açmıştı!)
Bu arada Türkiye’deki Tapu ve Kadastro Dairesi bize de yararlı oluyor. Eğriboz Adası ve Attika gibi bölgeler 1821’de özgürlüğe kavuşmamıştı. Başka bölgeler de Yunanistan’a sonradan bağlandı. Bu yüzden bu bölgelerde Türkiye’deki kadastro ve tapu dairesi kayıtları geçerlidir (Makedonya, Girit, Samos vb).
Buralarda oturanlar emlak için İstanbul’daki Tapu ve Kadastro Da-iresi’ne gidip tatmin edici belgeler buluyorlar.
Atmeydani’na Çikan Yokuş
Yol yokuş olarak, Bizans surunun iç tarafından devam ediyor. İlk önce Ayio Pantalemion Ayazması’nı, sonra da iki Bizans patriarkal kilisesi olan Aya İrini ve Aya Sofya’yı görüyoruz. Büyük Sarnıç da Bizans yapısıdır, ama Rumları pek ilgilendirmiyor.
BİZANS ZAMANINDA PATRİARKAL KİLİSELER
Bugünkü Ortodokslar, tek patriarkal kilisenin Aya Sofya olduğunu sanma hatasına düşüyorlar. Halbuki Bizans zamanında büyüklüğü ve mefruşatıyla kayda değer Aya İrini Kilisesi de patrikhane gereksinmelerini karşılıyordu.
Türkler Aya Sofya’nın görkemi karşısında Aya îrini’yi küçümseyerek onu camiye çevirmediler. 1919’da Askeri Müze olarak kullanılan kilise, şimdi duyduğuma göre harika yankısı yüzünden konser salonu olarak kullanılıyor. Askeri Müze de Harbiye’ye taşındı.
Savaş Müzesi Aya İrİnİ
Aya İrini1’ Kilisesi, adı ile bağdaşmayarak Askeri Müze oldu. Orta Asya’dan başlayarak 1919 yılına kadar Türklerin kazandığı zaferler burada sergilendi.
Bu tarihi zenginliğin müze düzeni çok başarılıydı: Beş altı askerden oluşan manken gruplar, köşelerinde askeri hayatın bir parçasını canlandırıyorlardı.
Evvelce de belirttiğim gibi, Haliç’in girişini kapatan ve Fatih’i Pera üzerinden gemilerini taşımaya zorlayan zinciri burada görmüştüm.
Meryem Ana’nın resmi kubbede zarar görmeden duruyordu. Onu dört tarafından kubbenin kenarlarına takılmış bir Türk bayrağı örtüyordu.
Aya Sofya ve Statik Durumu
Atmeydanı’na giden yokuşun sonunda, dört minare arasında bir kütle görünüyor. Minareler olmazsa onun cami, hele de Aya Sofya olduğunu hiç anlayamazdınız.
Bilindiği gibi Büyük Kilise’nin mimarlan dış görünümüne pek önem vermediler. Dış görünümünün zevksizliği BizanslIlar ve Türkler tarafından eklenen ve ana yapının etrafında biriken binalardan kaynaklanıyor. Bu eklemeler binayı İstanbul’da sıkça meydana gelen depremlerden koruyarak, statik durumunu kuvvetlendirmek için yapılıyordu. Başka bir yerde bir Türkün ilginç önerisini yazmıştım. Turistik önemi ve döviz gelirin artması için Aya Sofya’nın patrikhaneye verilmesini teklif etmişti.
KİLİSENİN İç İHTİŞAMI
Tabii içeride bambaşka bir ihtişamla karşılaşıyor insan. Mimarlann sanatsal gayretiyle imparatorluğun cömertliğinin ve Hıristiyanlığın rehave-
-
1 3 İrini barış demektir -ç.n.
tinin birleşmesiyle, Hıristiyanlığın ve imparatorluğun ihtişamı ve kibri için arkaik mabetlerde kullanılan sanatsal dekorasyonlar bir daha toparlanmayacak şekilde yağmalanmış ve burada kullanılmıştı.
Yukarıdaki bileşimin parlak sonucu anlatılamaz; gidip görmeniz gerekiyor. Kilisenin güzelliği yanında, kubbenin altındaki hacmin büyüklüğü Tanrı’nın yüceliğini göstererek Hıristiyanların kibrini kırmak için bilerek yapılmıştı. (Yapı, mabetlerin boyuna göre uygun dini arayanları da kendine çekiyordu. Roma’ya da giden Rusları Aya Sofya’nın görkemi sayesinde kazanmadık mı?)
Aya Sofya’nin Bakimi
Kiliseyi ziyaret ettiğimde, sıvaların bir kısmı temizlendiğinden duvar resimleri görünüyordu. Ortaya çıkanların çoğu da imamlar tarafından kopanlarak harap edilmişti. Elde ettikleri mozaikleri mendiller içinde turistlere satıyorlardı.
Aya Sofya Müzesİ’nİn Müdürleri
Aya Sofya Müzesi’nin iki müdürünü not etmek istiyorum:
Biri, Atina’da Fransızca konferans veren Feridun Pemirkent.T) 'Îyi<*ı4^«^'l
Diğeri ise Kariye Camii’nde Havari Andrea’nın eğitim verdiği kata-komplan bulan (1952) Muzaffer Ramazanoğlu. Kilise resim sanatı konusunda Yunanca incelemeleri vardır.
İstanbul’a Ziyaret
Burada başyapıt Aya Sofya konusunda söyleyeceklerimi bitirip, milli görev saydığım bir şeyi yapmam gerekiyor. Yeryüzündeki bütün Yunanlılara hayatlarında bir kez İstanbul’a gitmek zorunda olduklarını bildirmek isterim. Aynı şeyi Atina için de söylerim. Parthenon ve Aya Sofya Yunanlılığın üç bin yıllıktan fazla süren yaşamında geliştirdiği ve bütün dünyanın hayranlığını kazanan iki eseridir. Özellikle kültürlü ve ekonomik imkânı olan her Yunanlı bu iki kutsal değeri görmelidir.
Ayrıca İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biridir; bu şehri görmekle insan çok şey kazamr.
BİZANS HİPODROMU
Aya Sofya’nın önünde geleneksel Bizans Hipodromu’nun kalıntılan görünür. Burada Bizanslı ayak takımının bir isyanını geliştiren Canni’yi ha-tırlıyorum. Egemen slogan “İmparator eşektir”di! Bu hikâye bana bizim ayaklanmamızı hatırlatıyor. 1918 mütarekesinde patrikhanenin avlusunda Birinci Dünya Savaşı’nda patrik olan V. Yermanos için “eşek” diye bağırıyorduk.
Hipodromun dar ve uzun alanında üç anıt göze çarpıyordu.
Kleopatra’nın obeliski,'4 tek parça bir sütun: Bizanslılar bunu İskenderiye’den kendi şehirlerini süslemek için getirmişlerdi. Platea’daki savaştan kalma Delfı Sütunu [Burmah Sütun]: Bu sütundan pek kıymetli olmayan bakır kısım kalmıştır.
Wilhelm’in çeşmesi: İstanbul’a yaptığı ziyaret vesilesiyle yapılmıştır (1898). Alman imparatorunun bu ziyareti, ülkesinin Türkiye’ye ilgisini gösteriyordu. Bu ilgi iki dünya savaşına ve Almanya’nın bölünmesine rağmen devam etmiştir. Bu da Yunanistan’ın zararınaydı.
Fatih ve Edîrnekapi’ya Doğru
Biraz ileride yol sola dönüp Fatih’e doğru gidiyor. Bu yol 1917 yangından sonra epey genişlemiştir. Yolun üzerinde solda Sultan Ahmet Camii, sağda Harbiye Nezareti ve daha ilerde Fatih Camii gibi anıtlar bulunuyor.
Sonunda Edirnekapı’ya doğru giderken, îslamın ikona korkusu yüzünden sıvayla örtülen ve ancak 1920’li yıllarda ortaya çıkarılan mozaikleriyle ünlü Kariye Camii’ne geliniyor. Bu mozaikleri, temizlenir temizlenmez hayranlıkla seyretmiştim.
Bu güzergâhın etrafında birçok Türk mahallesiyle ilginç Türk ve Bizans anıtları bulunuyor. Aralarında hâlâ canlılıklarını koruyan ve İstanbul’a renk veren çarşı ve pazarlar da var. En şöhretlilerinden söz edeceğim.
KAPALI ÇARŞI
Her şeyi bulabileceğiniz üstü kapalı büyük bir çarşı bu. Mallar çeşitlerine göre çarşının ayn sokaklarında sergileniyor. Bu çarşı o kadar ünlüydü ki, sultanın, vezirlerin, büyük paşaların haremlerindekiler bile buradan alış-14 Bu sütun, Kleopatra adına değil, III. Tutmosis (MÖ 1502-1488?) adına dikilmişti -ed.n.
veriş yapıyorlar ve haremdeki bunaltıcı hayatı canlandırabilecek her şeyi, altınlarını, kokularını, makyaj malzemelerini buradan satın alıyorlardı.
Bu kadınlar çarşıya arabayla geliyorlar ve arabadan hiç inmiyorlardı. Onlara harem ağalan hizmet ediyordu.
Kubbelerle kaplı bu kocaman çarşı geceleri kapılarını kapatıyordu. Bu nedenle, tüccarlar kıymetli eşyalarla dolu dükkânlannı bekçilerin korunmasına bırakırlardı. Çok güvenilir olan bu bekçiler hiçbir şeye dokunmuyorlardı.
Misir Çarşisi
Bu çarşının dükkânlan ahşap kaplıydı. Dükkânlar çok dar, 2,5 en fazla 3 metre genişliğinde ve 4-5 metre derinliğindeydi. Tahtadan yapılmış bir peykede mallar sergileniyor, dükkânın bir köşesinde de tüccar oturuyordu. Üşengeç Anadolulu oradan hiç kıpırdamadan ucuna çengel takılmış bir kamışla müşterilerin istediklerini veriyor, gerektiği zaman aynı şekilde malların yerini de değiştiriyordu.
PASTIRMACILAR
Limonluklar’ın, yani bizim dükkânın yakınlarında olan bu pazarın da üstü örtülmüştü, gece gündüz açıktı burası. Bu pazarda Anadolu’dan, özellikle Kayseri’den getirtilen pastırma ve sucuk gibi mezeler satılırdı.
Dediklerine göre en iyi pastırma deve etinden yapılırmış.
İstanbul’un pastırma dükkânları Karamanlı tüccarlarındı.
BALIKHANE
Bu kocaman balık pazarı Karadeniz’den gelen hâzinesiyle İstanbul denizlerinin zenginliklerini sergilerdi.
PİLAV VE TEMİZLİK
Kapalıçarşı’nın ve diğer çarşıların kavşaklarında, Anadolu cennetinin bir parçasına rastlandırdı: Anadolu pilavı...
Kocaman pilav tepsileri hazırlayan ve nohutla satan pilavcılardan söz ediyorum. Her şeyi ayrıntılarıyla anlatacağım.
Nerede pişirdiklerini bilmediğim pilavı, bir metreden büyük çaplı ve 2-3 santim derinliğindeki tepsilerinde kocaman bir koni şeklinde görüyordum. Tepsinin altında ufak bir mangal pilavın ısısını koruyordu, nohut tenceresinin altında da aynı işi yapan ufak bir mangal vardı.
Buraya kadar her şey tamam; ama temizlik biraz sorun yaratıyordu.
Salak Frenkler kabul etmese dahi Anadolulular pratik insanlardır. Temizlik ve su problemini hemen çözdüler.
Bir okka su doldurulmuş bir bakır güğüm, günlük temizlik işini hallediyordu. Salepçi ve bozacı da aynı yöntemi kullanırdı.
Pilavcı, müşterinin yemek artıklarını parmağıyla sildikten sonra parmağını yalardı. (Müşterilerin yemek artıklarını yedikleri için bütün aşçılar şişmandır!) Kirli tabağa bakır kaptan aldığı birkaç damla suyu damlatır, sonra da tabağı belinden sarkan önlüğüyle kuruturdu. Tabak bir sonraki müşteri için hazırdı!
Bunlar 20. asırda Anadolu’dan gelenlerin marifetleriydi.
İstanbul’un Asya bölgesİ
Boğaz ve Asya doğru giden üç şehir içi vapur hattı vardı:
-
• Boğazın Asya sahilinde Üsküdar’dan başlayıp Rumeli ve Anadolu Kavaklannda son bulan vapur hattı.
-
• Haydarpaşa ve Kadıköy’e giden vapur hattı. Haydarpaşa’da, Konya, Ankara, Adana ve İzmir’e giden Bağdat demiryolu hattı bulunuyordu. Bu hattı Kartal ve Pendik’e giden banliyö trenleri de kullanırdı.
-
• Prens Adalarına (Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyük Ada) giden vapur hattı.
Haydarpaşa Bombalaniyor
Haydarpaşa’yı harika tren istasyonu ve çok iyi liman tesislerinden tanırdım. İstasyon binası, mimarisi, hacmi ve birkaç katan örten silindir şeklindeki kubbesiyle kendini kabul ettiriyordu. Almanlann Hindistan’ı fethetmek için yaptıklan Bağdat’a kadar gidecek hat henüz tamamlanma-
mıştı. Bütün bunları bana babam anlatmıştı. Birden Birinci Dünya Sava-şı’nın ortasında kıyamet koptu. İngilizler uçakla tren istasyonunu bombalamış ve üç katarda bulunan cephaneyi havaya uçurmuşlardı.
Bu patlama sesleri o kadar kuvvetliydi ki, biz bile uzak sayılan Fe-ner’den günlerce gökyüzünü kaplayan siyah bulutu görüyor, arada bir de yeni patlamalar duyuyorduk.
Tabii bizler Müttefiklerin bu başarısından memnun olmuştuk. Ama şahsen ben çok beğendiğim istasyon binası ve gösterişli kubbesi için üzülmüştüm. Fırsatını bulup oraya vapurla giderek Almanların hemen başlattıkları geçici tamir işlerini yakından izledim. İstasyonu (binanın ve kubbenin demir iskeletini kurup) hemen çalıştırdılar.
Müttefiklerin başarısından başka havacılığın ilerlemesinden dolayı da çok seviniyorduk. Bundan önce havacılık İstanbul’un üzerindeki birkaç zeplin uçuşuyla sınırlıydı. Bu hayranlığa ara sıra korku da ekleniyordu. İngilizler gelip evlerimize de bomba atarlar mıydı? Müttefiklerin yeterli sayıda uçakları olmadığından böyle bir şey yapılmadı.
YİNE AİLE SORUNLARIM
Ben de “Kirli çamaşırlar evde yıkanır" deyişine inanırım. Ama aradan yetmiş küsur yıl geçtikten sonra, olanları açıklayabilirim. Foreign Office bile her otuz yılda bir bütün gizlileri açıklıyor.
1910’lu yılların savaşları İstanbul’da oturanlar ve dolayısıyla ailem için de çok zor yıllardı. Türkler işini elinden alınca, annemin ailesinin (evde kalmış iki kız kardeş ve yaşlı anneannem) tek direği olan İlias amcam Atina’ya gitti. Orada hemen iş buldu ama, Boğazlar kapanınca ailesine para yollayamıyordu. Bu yüzden ailenin geçimini yüce gönüllü babam üstlenmişti. Bu, sadece üç kadının beslenmesi demekti. Loksandra diye adlandırdığımız Aleksandra teyzem, para kabul etmek istemediğinden ufak tefek kişisel masrafları için tanıdık ailelere dikiş dikerek geçiniyordu. ^p Halkî’yf (Heybelİada) YAZLIĞA GİDİŞ /Ş^^
Luksandra’yı devrik Kudüs Patriği Nikodimos'un (1813-1910) evine bu nedenle davet ettiler. Bu aile Heybeliada’da yaşardı. Patrik yeni ölmüş
201
Biz İstanbullular Böyleyîz!
olduğundan, ailenin reisi kız kardeşi Kiria Annika, yardımcısı da eniştesi doktor Prokopi Papamihail’di. Bu eve kısaca “patriğin evi” derdik. Loksand-ra teyze Halki’ye gidip orada aşağı yukarı iki ay kaldı. Çok sevdiği yeğeni olan beni de temiz hava almam için götürmüştü.
Kudüs patriğinin ailemize ilgisini açıklayayım. Annemin ailesi de Kudüslüydü. O zamanlar İstanbul’da gördüğüm kadanyla Kudüslüler birbirlerine yardım ederlerdi.
Akİlas Mİllas Benden Önce Davrandi
Ben Prens Adalarının Halki'sini tasvir etmeyeceğim. Çamları, limanlan, özellikle Çam Limanı, manastırlara eşek sırtında giden rahipler, İstanbul’dan gezmeye gelenler, Ticaret ve Ruhban Okulu (bu son okul dediklerine göre üniversite düzeyindeydi; ilahiyatın bilimle ilgisini bir türlü anlayamadım) ve diğer güzellikleri konusunu Akilas Millas Prens Adalarının Halki’si (Atina, 1984) adlı kitabında muhteşem bir şekilde anlattı. Prin-kipo (Büyükada) için de aynı şeyi yapmak niyetindedir.'5
Ben sadece, orada kaldığım süre içinde ve daha sonra gittiğimde gördüklerimi anlatacağım.
PATRİĞİN Evi
Patriğin evi, adanın diğer evleri gibi ahşaptı; bir ikiz evdi. Yanındaki ev Kiria Annika’ya aitti. Annika evini kiraya veriyordu. Musevi kiracısı beni çok şaşırtmıştı; Balat’ın Musevilerine benzemeyen kibar ve kültürlü bir Museviydi bu.
Kutsal Topraklardan Kalma Îhtİşam
Patriğin evi üç katlıydı (giriş ve üstteki iki kat). Dışarıdan içerideki ihtişam hiç belh olmuyordu. Evin hareketin yoğunlaştığı giriş katındaki hol muhteşemdi. îki kat yüksekliğinde, derinliği epey fazla bir holdü ve ev kadar genişliği vardı. Burada birinci kata çıkan yarım daire şeklinde çifte merdiven bulunuyordu. Kat yüksekliğinde aradaki bir düzlükte iki merdiven birleşiyor, sonra tek merdiven daha geniş olarak devam ediyordu.
-
15 Sözü edilen kitap da yayınlanmıştır -ed.n.
Bütün hol değerli tablolarla süslenmişti. (Aralarında Kiria Anni-ka’nın torunu güzel Aleksandra’nın yaptığı tablolar da vardı.) Güzel vazolar, egzotik ülkelerden gelme çiçekler dekorasyonu tamamlıyordu.
Burada lüks kanepeler ve rahat koltuklar arasında küçük masalar duruyordu. Her gece doktorun ve patriğin yeğeni olan karısı Kiria Mari-ka’nın “adadaki arkadaş grubu” burada toplanırdı.
Holün arkasındaki kocaman masaya, ailenin eve sıkça gelen ve sayılan 30 kişiyi bulan yakınlan rahatça sığıyordu.
Patriğin evinde her şey kocamandı, bu da beni çok şaşırtıyordu. Ben Fener’deki evimizin dar ve küçük odalanna alışmıştım. Bu yüzden, bu azameti koruyan Kiria Annika ve doktora hayran oluyordum. Zenginlikleri konusunda teyzemin yaptığı açıklamalar beni tatmin ediyordu.
Ruslar yanlarında bol bol rubleyle Kudüs’teki patrikhaneyi ziyarete gelirlerdi. Burası, Rus hacılar hâzinelerini Kutsal Topraklara ve orada bulunanlara bıraktıkları için çok zengin bir patrikhane haline gelmişti.
-Nikodimos devrik olduğuna göre, hâlâ nasıl bu kadar zengin olur? diye sorunca, teyzem beni sustururdu.
-Sus! Fazla soruyorsun. Sen daha küçüksün.
Patriğe İbadet
Bay Prokopi’nin holünde yapılan ve ilerleyen yaşına rağmen Kiria Annika’nın da katıldığı toplantılann sona erişi görülmeye değerdi. Yabancı olanlar iyi geceler dileyip evlerine gider, evdekiler ve misafir edilenler Kiria Annika’nın ibadetine katılırdı.
Evin yaşlısı Kiria Annika bastonuyla birinci kattaki yatak odalanna yönelir, evde misafir kalacaklar da peşinden ilerlerdi.
Kiria Annika ilk basamağa basar basmaz, çocuk yaşta bir hizmetkâr eline bir buhurdan verirdi. İbadete ilk kez katılanlar buna çok şaşardı. Bu gümüş buhurdan üç zincirle asılıydı ve zilleriyle tamamen kiliselerde kullanılanlara benzerdi.
Kiria Annika merdivenleri ağır ağır çıkarken tütsü yapardı. Birinci kata varınca sola döner, patrik ağabeyinin yağlıboya tablosuna yönelirdi. Oraya vannca diz çöküp haç çıkarırdı. Doğal olarak arkasından gelenler de
aynı şeyi yapar, hep birlikte dua ederlerdi. Nikodimos henüz azizler listesine geçmemişti ama kardeşine göre o bir azizdi.
PATRİĞİN SİYASETİ
Görünüşe göre merhum Nikodimos önemsiz biri değildi. Türk hükümetine karşı bazı işler yapmış, Türk hükümeti de devrilmesini sağlamıştı.
Söylentilere göre patrik Rusya ile ilişkiye geçip, çara Kudüs’teki patrikhanenin mülkiyetini devretme sözünü vermişti.
Her neyse... Türkler devrilmesinden sonra Heybeli’de rahat yaşamasına izin verdi. Hatta Heybeli Deniz Okulu talebeleri bir şeref kıtasıyla cenazesine katıldılar.
Nikodimos büyük adamdı. Ama kız kardeşinin istediği gibi bir aziz değildi. Diyeceksiniz ki, Fanuryios din şehidi olduktan sonra, siyasi nedenlerle devrilen patrik neden aziz olmasın?
Ya zamanımızda yaşayan Aziz Nektarios?
Haydi neyse, Hıristiyanları rahat bırakalım. Ne de olsa egemenlik azizlerde, bakarsınız başımıza bir şey gelir!
Tavan Arasindakİ Hazîne
Kiria Annika’nın evinde üçüncü bir kat da vardı. Buraya tavan arası derlerdi, ama aynı katta harika deniz manzaralı iki odayla başka yerler de vardı. Oralara kimse çıkmadığına göre, ben nasıl görmüştüm?
Kiria Annika ile birlikte bu kata çıkmıştım. Kiria Annika, bu yaklaşılmaz yerde saklanan hâzineyi havalandırırken (küçük olduğum ve bir şey anlamadığım için) kendisine yardım etmemi istemişti. Sandıktan çıkardıklarımızı aynntılanyla anlatamam. (Bu sandıklar iki büyük odayı da kaplıyordu.) Bir sürü lüks papaz giysisi, taçlar, kitaplar, değerli kilise aletleri, takılar, resmi törenler için giysiler ve aklınıza ne gelirse.
Sonunda Kiria Annika yorularak sandıklan havalandırmaktan vazgeçti. Bu yüzden aynı kattaki diğer şeyleri göremedim.
Bunlar da Kiria Annika’nın dertleriydi. Kilisenin bu düzeyine varanlar, mirasçılarına ikide bir havalandırılması gerektiren şeyler bırakıyorlar!
Şenlİk Nedenİ Duam
Halki’deki tatilime, başrolünü oynadığım tatlı bir olayı anlatmadan son vermek istemem. Bir gece doktor Prokopis’in akşam eğlencesi bitmeden herhalde uykum gelmiş, birinci katta bulunan odamdaki yatağıma gitmek üzere çekilmiştim.
Soyunup geceliğimi giydikten sonra (o sıralarda pijama pek giyilmezdi) yatağımın yanında diz çökerek her zaman gibi yüksek sesle duamı söylemeye başladım.
Meryem Anacığım,
Babamı
Annemi
Kardeşimi
Amcalarımı
Teyzelerimi
Büyükannemi
Ve günahkâr beni koru.
Bu son cümleyi söyler söylemez beni çok korkutan bir patırtı koptu. Holde toplanan misafirler kahkahalar atıyorlardı.
Hepsi gizlice birinci kata çıkıp duamın sonu olan “ve günahkâr beni’ sözlerini duyana kadar sessizce odamın önünde beklemişlerdi.
Anlaşılan biri onlara söylemiş, onlar da bu eğlence fırsatını kaçır-mamışlardı.
Bay Prokopîos
Patriğin damadı Bay Prokopios, evde Kiria Annika’dan sonra gelen en önemli kişiydi. Bütün ada onu tanırdı, adada ünlü bir doktordu.
Evlendikten sonra kavuştuğu rahatlıktan dolayı doktorluğu bırakıp hayatın tadını çıkarmak istiyordu, ama bunu başaramadı. Adadaki doktor eksildiği, ada sakinlerini ona yöneltiyordu. Onun istediği ise Halki’nin dağ-lannda dolaşıp maden bulmaktı. Belki de bunu karısından biraz uzaklaşmak için yapmak istiyordu.
Sular ve Ayazmalar
Eski yıllarda, yani 1920’den önce, İstanbul’un suları bolluk ve nitelik açısından dillere destandı. İstanbul bu açıdan Atina’dan çok üstündü. Kentteki ayazmalann sayısı da çok fazlaydı. Oysa Attika’da su bulunmadığı için Atina’da ayazmalar bilinmezdi.
Mahallemde Su
Muhlio’daki evimizde 1922 yılına kadar suyumuzun üç menşei vardı. Evimizin kiremitlerinde toplanarak biriktirilen sarnıç suyu ile yıkanan çamaşırlar pırıl pırıl olurdu. Bir de evin kuyusundan aldığımız ve mutfak temizliğinde kullandığımız su ile mahalle çeşmesinden aldığımız içme suyumuz vardı.
İstanbul’a su dağıtan Terkos Şirketi’nin suyu da mahallemize gelirdi, ama biz evimize bağlatmamıştık. Babam bağlama masraflanndan başka, her ay gelecek faturayı da hesaplardı.
Limonluklar’daki dükkâna Terkos suyu alınmıştı. Orada kuyu olmadığı ve çeşmeler de çok uzakta olduğu için başka çare yoktu.
Sarniç
Sarnıcımız epey büyüktü ve mutfağın üçte birini kaplıyordu. Burada toplanan su her ay yıkanan çamaşır için yeterliydi. Çamaşırı iki kadın birden sabahtan akşama kadar çalışarak yıkarlardı. Bu yağmur suyunu çatı yüzeyinin üçte ikisini oluşturan kiremitli kısım sağlardı. Diğer üçte birlik alan çinko kaplı taraçamızdı. Buradan gelen suyu kirli sayıp lağıma akıtıyorduk.
Evİn Kuyusu
Evin kuyusu mutfağın içindeydi. Ev bütün arsayı kapladığından kuyu kazacak bir bahçe yoktu. Kuyunun suyu biraz tuzluydu, ama temizliği konusunda kuşkumuz yoktu. Bu suyu içmez, daha önce dediğim gibi mutfak temizliğinde ve sebzeleri yıkamak için kullanırdık. Suyun temizliği mahallemizin kurulduğu arazinin suyu süzen yumuşak topraklardan oluşmasından kaynaklanıyordu.
Semtimizde ve İstanbul’da fosseptik çukurları yoktu, bütün pis sular kanalizasyona akıtılıyordu.
MAHALLEMİZİN ÇEŞMESİ
İçme suyumuz 50 metre uzaklıktaki mahalle çeşmesinden saka tarafından getirilirdi. Bu tür çeşmeler her mahallede bulunuyordu. Bu çeşmeleri ya belediye ya da prestij ve sevap kazanmak için zengin tüccarlar yaptırırdı. Mahalleye arada sırada “suyolcu” dediğimiz biri gelirdi. Kimliğini ve nereye bağlı olduğunu bilmezdik.
Bizim mahallenin çeşmesini Şahinoğlu adında biri yapmıştı. Çok lüks ve gösterişli bir çeşmeydi; bu yüzden ona Şahinoğlu çeşmesi derdik.
Bir ev kadar geniş ve iki kat kadar yüksekliği olan bu çeşme mermerdendi. Ortasında mermer bir kurnası vardı.
Bütün bunlar iyi ve güzeldi.
Kat yüksekliğindeki mermer çeşme bir çıkıntı oluşturuyordu. Pek işlevi de olmayan bu çıkıntı sorun yaratıyordu. [...]
Parasi Olan
Çok uzun bir sürede yapılan (ve bütün mahalleyi ilgilendiren) Şahinoğlu çeşmesi konusunda bir sorum daha vardı. Suyu nerede bulmuşlar ve hangi mevzuatla getirmişlerdi? Bu konular mahallede tartışırken devamlı Şahi-noğlu’nun çok zengin olduğu tekrarlanırdı. Parası olan istediğini yapabilir!
SUYOLCULAR
Osmanlı su teşkilatı Fatih döneminde kurulan Su Nezareti’ne bağlı olarak su nazırı, suyolcuları, keşif memurları, korucular, çavuşlar, bend muhafızları, nec-carlar, löküncüler ve şehir sakalarından oluşuyordu. Su Nezareti’nin başında bulunan su nazırı öncelikle padişahın ve sarayın suyunu sağlardı. Ayrıca suların mahallelerden camilere, hamamlara, mahalle çeşmelerine düzenli akışının sağlanması, su tesisatının korunması ve bakımından sorumlu suyolcularına nezaret etmek, su sağlanması konularında mimarbaşı ile birlikte çalışmak su nazırının görevleri arasındaydı. Su Nezareti’nin temelini oluşturan suyolcu esnafı, suyolları ile muslukların tamiri, suların düzenli şekilde akması işleriyle ilgilenerek, su gelen ev, hamam gibi yerlerden aylık onarım ücreti alırlardı. Suyolcuların çeşitli semtlerde koğuşları vardı. Sürekli burada bulunur ve nöbet tutarlar, herhangi bir aksaklıkta gerekli onarımı yaparlardı. Su Nezareti’nde çalışan neccarlar/dülgerler su tesislerinin marangozluk işlerini yapar, löküncüler ise su künk-lerinin birleştiği ağızlardan su sızmaması için kireçle zeytinyağının karıştırılarak dövülmesinden elde edilen macunu kullanarak künklerin yalıtımını sağlardı.
Su geldi, kalitesi de çok iyiydi. Ama bence o sıralarda içtiğimiz sular bir sağlık merkezi tarafından kontrol edilseydi, herhalde hepsi geri çevrilirdi.
ÇEŞMELERİMİZ KURUYORDU
Keşke suyumuz hep olsaydı. Yaz aylarında çeşmeler kuruyor, su bulmak gerçekten sorun oluyordu. İlk önce mahallemin çeşmesi, sonra da Balat sınırında olan çeşme kuruyordu.
Arkasından sıra patrikhanenin çeşmesine geliyor, geriye sadece Fener deniz surlarının dışında olan Acem’in çeşmesi kalıyordu. Fakat orası da o kadar kalabalık oluyordu ki, ümidimizi yitiriyorduk.
-Kale, Haritonidiki’nin çeşmesine gitsenize vre!
Ama o çeşmenin musluğu da 6 milimetrelikti ve o da kuruyordu. İlginç olan, bütün bu şamataya rağmen kimsenin Terkos suyuna bağlan-mamasıydı.
Meryem Ana’nin Tulumbasi
Son çare olarak Muhlio’daki Meryem Ana Kilisesi’nin tulumbası kalıyordu, fakat bu tulumba da kilitliydi. Gidip pompa odasının anahtarını saklayanı bulup (pompa odası kilisenin karşısında demir parmaklıklı bir odaydı, tulumba da ortasında duruyordu) kapıyı açtırmalıydınız.
Tulumbanın gövdesi oyulmuş bir ağaçtı, piston da bunun içindeydi. Ağaç tamamen çürümüştü, tulumbanın suyu da feci kokuyordu. Adamı bulup anahtarı aldıktan sonra sıra savaşı başlar, sıranız gelinceye kadar su biter, tulumbadan da çamur akardı.
Ayazmalar, özellikle büyük kuyulu olan Antifoniti’ninki kalıyordu. Fakat bu kutsal sulara kimse dokunmuyordu.
BİZANS SARNIÇLARI
Tann’nın sevdiği İstanbul’u Meryem Ana koruyordu. Güçlü surlannın ve kuşatmalar sırasmda susuz kalmayı önleyen sarnıçlannın da buna katkısı vardı. Bu sarnıçlardan bazıları hâlâ zarar görmemiş olarak duruyor. İstanbul’un en büyük iki sarnıcı Aya Sofya’nın çevresinde bulunuyor; o kadar büyükler ki, turistlere sütunları saydırmak için sandal gerekiyor.
Bu sarnıçların Türkçe adları karakteristiktir.
Binbirdirek Sarnıcı 3610 metrekarelik bir alanı kaplar ve 224 sütunu vardır. Yerebatan Sarayı 8900 metrekarelik bir alanı kaplar ve 336 sütunludur. Türkler sütunların debdebesini görünce, (hepsi Hıristiyan dindarların yıktığı paganist tapınaklardan alınmıştı) bunların suya batmış bir saraya ait olduğunu sandılar. Halbuki batan saray yoktur.
Büyük sarnıçlardan biri sarayların kullanımı içindi, diğer sarnıç ise İstanbul’un gereksinimini karşılıyordu. Semtlerde de daha küçük sarnıçlar vardı. Bu sarnıçlar konusunda bir fikir vermek için çoğunun 14 metreden yüksek olduklarını söylemek gerekiyor.
Suyun tepeler arasından geçirilmesini kemerli köprüler sağlardı. O sıralarda basıncı tutan borular olmadığından akış açıkta serbestti.
Sarnıçlar dikdörtgen şeklindeydi ve köşelerinde birer sütün bulunan daha küçük karelere ayrılıyordu. Her ufak karenin damı kiremitle örtülüydü, sütunlar da mermerden ya da taştan yapılmıştı.
Yer çinilerle kaplanmıştı, duvarlar istinatlı ve su geçirmezdi. Sar-nıçlann bazılarında 1,5 metreyi aşan tortu bulunmuştu.
Salamura, Mevsİmlİk Balikçilar, Etler
Palamutlar salamura yapılıp lakerda haline getiriliyorlardı. Uskumrular çiroz oluyordu. Sardalye balıklarını ise salamura yapıp Atina ve Yunanistan’da tüketilsin diye Pire’ye yolluyorlardı (hâlâ da yolluyorlar).
Sakız Adalı oldukları için kendi adalarından ve Akdeniz’den naren-dye ithal eden babamı ve amcalarımı hatırlıyorum.
Balıkların göç zamanında, narenciyeye boş verip beş on tane depo kiralıyorlar ve ücret karşılığı tuttukları Musevi kızlara uskumru ve sardalyeleri tuzlatıyorlardı. Mevsimlik balıkçılığı sadece tüccarlar yapmıyordu. Öyle bir bolluk vardı ki, denize olta atabilen herkes limana inip neredeyse elleriyle balık yakalayanların arasına sıkışıyordu. Oltasını atan hemen koca bir palamut yakalayarak evine dönüyordu. Deniz kenannda yer bekleyen başka biri de hemen onun yerini alıyordu.
Anadolu'nun etleri de çok boldu. Karaman dediğimiz koyunların kuyruklarından çıkarılan yağla yemek pişiriyorduk.
Yedİkule, Bayrampaşa
Tanm da balıkçılıktan geri kalmıyordu. Anadolu Trakya’sı, Marmara kıyıları, Anadolu köyleri İstanbul’u güzide ürünleriyle besliyor ve bereket efsanesinin devamını sağlıyorlardı.
İstanbul’un çevresindeki köyler de çok kaliteli ürünler veriyordu. Yedikule’nin kocaman marulları, Fener’e yakın Bayrampaşa’nın enginar ve baklası dillere destandı.
Bu enginar ve baklaları, Bizans surlann etrafında bulunan ve yıllarca Liku [Lycos-Bayrampaşa] deresinin sularıyla doldurulmuş olan hendeklerde yetiştiriyorlardı. Hendekler bu yüzden verimlileşmişti ve burada yetişen ürünler de üstün kaliteliydi.
Arnavut çiftçilerin yetiştirdiği en lezzetli pırasalardan başka yerde söz ediyorum.
Bostanlar ve Yoğurtlar
Trakya’nın kavun karpuz dolu bostanları ve şehrin yanı başında da Silivri’nin ünlü yoğurdu vardı. Bu seçkin süt ürünü bolluğu ve ucuzluğuyla İstanbul’u doyuruyordu. Birçok kişi, yemek yerine yoğurtla besleniyordu.
Kavunlar iki çeşitti: Ucuz olana topatan kavunu, daha pahalı olanlara da Miria kavunu diyorduk. Topatan kavunları çok lezzetli ve çok da ucuzdu. Üç beş gün dayanır, sonra da pelteye dönüşürlerdi. Bu yüzden de onlara topatan denirdi: Tüccar eğer bunları üç ile beş gün arasında satamazsa topu atar, yani iflas ederdi.
Duyduğuma göre bu cins artık tamamen yozlaşmıştır.
Tatlilar, Tavukgöğsü ve Baklavalar
Ya İstanbul’un bereketini oluşturan tatlılara ne demeli? Muhallebiler, tavukgöğsü, baklavalar, Hacı Bekir lokumları ve diğer eşsiz tatlılar...
MİLLET
-
A. B. Theofılaktidi’nin Türkçe-Yunanca sözlüğünde “millet” sözcüğü “varlık, ulus, halk, benzer insanlar, toplum...” diye açıklanıyor.
1920’de sultanların hoşgörülü rejiminde farklı milletler uyum içinde yaşıyorlardı. Milletler önce dinlerine göre ayrılıyorlardı. Eski zamanın Türkleri insanları önce Hz. Muhammed’e inanlarla inanmayanlara (gâvurlar), sonra da milletlerine göre ayırıyorlardı.
1920’de İstanbul’un en kalabalık milletleri Rumlar, Ermeniler ve Musevilerdi. Bunları Arnavutlar, Kürtler, Çingeneler, Çerkezler, Acemler, Suriyeliler, Hırvatlar, Karadağlılar, Polonyahlar ve diğerleri izlerdi.
Her millet kendine özel semtlere yerleşirdi. Bu semtlere başka milletten insanların yerleşmesi hayal bile edilmezdi. Hatta aynı milletten olan-ların bile geldikleri yere göre ayn ayn mahalleleri olurdu. Mesela Sakız Adalılar Limonluklar’da yerleşmişti.
Yer ve Meslek
Başka bir şey daha vardı. İstanbul’da oturanların meslekleri de kökenlerine göre değişiyordu. Sonradan gelenler buldukları mesleği devam ettiriyorlardı.
Sakız Adalılar esas olarak narenciye ticaretiyle uğraşıyordu, aralarında fırıncılar ve borsa bankerleri de vardı.
Kefalonia Adası’ndan gelenler kayıkçıydı.
Museviler işportacı ve sarraftı.
Acemler kentin her pazarında çay ve kahve satarlardı.
Kürtler İstanbul’un hamallarıydı...
Farklar ve Bazi İstatİstİkler
Müslümanlar arasında da mezhepler ya da dindarlık açısından farklar vardı. Mesela Kürtler dindarlıkta daha mutedildi. İstanbul nüfusunun dağılımı için elimde resmi bir veri yok. Ama bana göre Rumlar ve Türkler nüfusun % 35’erlik bölümlerini, Ermeniler % 15’ini, Museviler % 10’unu ve diğerleri de kalanını oluşturuyordu. -
Yangin Var
İstanbul ve çevresi deprem bölgesidir. Bu yüzden eskiden evler depreme dayanabilmeleri için ahşaptan yapılırdı. Ama ahşap ev yangın teh-
likesi demektir, bu yüzden de çıkan yangınlar tüm İstanbul’a işaretle bildiriliyordu. Bu, yangın yerine yakın olanların tedbir alması veya yangın yerine gidip ellerinden gelenini yapmaları için yapılıyordu.
Bekçinin bet sesiyle “Yangın vaaaar!” diye bağırması bazılannın kurtulmasını sağlıyordu.
YANGINA KARŞI SİGORTA
1850 yılından sonra İstanbul’da yangına karşı sigortalar başladı. Bu sigortalardan çok az kişi faydalanıyordu. Sigorta ücretleri ahşap evler yüzünden çok yüksekti ve insanlar hemen karşılığını almayacakları bir şey için para vermeye alışık olmadıkları için sigortaya pek rağbet etmiyorlardı. Dedemin yedi evi konusunu daha önce anlatmıştım.
Yangin Duvari
Yandaki ev yanmaya başlaymca, yangının sizin evinize geçmesini önleyecek tek şey, evlerin arasındaki yangın duvarıydı. İstanbul’da evler birbirlerine yapışık inşa edildiğinden yangın kolay yayılıyordu. Aslında yangın duvarı da pek faydalı olmuyordu; yangın esnasında çok ısınıp yan-daki evin tahtalarını alevlendirebiliyordu. Bazen de alevler duvarı aşarak yan binaya geçebiliyordu. [...]
SİNYALLER VE BaĞRIŞMALAR
Bir yangın çıktığında devletin ve toplumun haberleşme araçları harekete geçerdi. Toplumun haberleşme aracı bekçiydi. Devletin araçları ise İstanbul’un iki kulesiydi. Galata ve Serasker (Beyazıt) kuleleri geceleri belirli ışıklarla, gündüzleri de asılan belirli tipte sepetlerle yangının yerini haber veriyorlardı. Özel itfaiyelerin mahalle reisleri ve bekçiler bu işaretleri görüyordu. Bekçiler hemen “Yangın vaaar!’’ diye bağırmaya başlıyorlar, reisler de tulumbacıları toplayıp hemen yangın yerine gidiyordu.
Birçok kişi bekçini bağırması ve sopasını kaldırıma vurması ile uyanıp yangın yerine koşuyor ve orada büyük bir şamata yapıyorlardı.
“Yangın var! Beyoğlu’nda, Sıraselviler’de.” Bekçi yangının yerini böyle duyuruyordu.
Peşin Para
Devletin ve belediyenin yangın konusundaki görevi burada bitiyordu. Devletin bir itfaiye birliği yoktu. En önemlisi de yangın yerinde su bulunmuyordu ve suyu yangın yerine taşımanın bir yöntemi yoktu. Bu nedenle yangınla mücadele, geri kalmış tulumbacıların özel girişimine kalıyordu.
Doğal olarak yangın sahibiyle tulumbacılar arasında peşin parayla ödeme yapılıyordu.
Su bulan bir tulumbacı grubu yanan evinin başında bulunanlara belli bir para karşılığında evi kurtarmayı teklif ediyordu. Grup tek olduğu zaman anlaşma kolay sağlanıyordu. Ancak su tedarik etmiş grubun birden fazla olması rekabete yol açıyor, istenen ücretlerde indirimler başlıyordu. Tulumbacı gruplan arasında bu yüzden büyük kavgalar çıkıyor, kuvvetli olan kazanıyordu. Ama bazen bu tartışma sırasında ev tamamen yanıyordu.
YAŞASIN İNGİLTERE
1918’de biz Rumlar İngiltere’nin sömürge valisinin temsil ettiği her hareketini adil, doğru ve samimi görüyorduk. İngiltere İstanbul’da İngiliz itfaiye arabalan ve su tankerleriyle bir itfaiye hizmeti kurarak üstünlüğünü hemen kanıtlamıştı. Yangın yerlerindeki su sorunu nihayet çözülmüştü, ama arkasından başka bir sorun çıktı.
îngilizler itfaiye arabalarında Rum şoförler kullanıyordu. Bu şoförler Müttefiklerin zaferiyle sarhoş olmuştu ve giydikleri İngiliz itfaiye üniformalarıyla coşkuları daha da artmıştı. İstanbul’un dar sokaklarında her yangını söndürmeye koşuyorlardı. Bu arada çok insan ölüyordu. Her toplumda, rahatsız edici ve tehlikeli olabilen, kamu düzenine uymayan üyeler vardır. Rum toplumun yaşadığı esaret koşulları altında bunlar gerçekten tehlikeli oluyordu. Her Rum serserinin sorumluluğu tüm Rum top-lumuna yükleniyordu.
Cemaatimiz bu ciddi tehlikenin önüne geçmek için komünler kurmuştu. Bu serseriler komünlerde kendi seçmiş oldukları bir reisin egemenliği altında yaşıyorlardı; ama uslu durmaları için, onları rahatlatan ve aynı zamanda onlara gelir sağlayan yasal bir meşgaleleri olmalıydı.
Özel itfaiyenin tulumba birliğine katılmak bu sorunu çözüyordu. Bu birlik teorik olarak kendi mahallesinin yangınlarıyla ilgilenmeliydi, ama İstanbul’un en ücra köşelerine kadar gidiyorlardı.
Komündekiler aslında sadece itfaiyecilikle uğraşmıyorlardı. Yazlığa gidenlerin eşyalarını arabalara bindirip indirerek, taşınmalara yardımcı olarak ufak tefek bazı hizmetleri yerine getiriyorlardı.
Ama komün üyelerinin asıl mesleği tulumbacılıktı. Zamanla tulumbacı sözcüğü, serseri anlamında da kullanılmaya başladı.
Komün toplum tarafından da kabul edilmişti. Karnavalda tulumbayı taşıyarak ve komik kılıklara girerek mahalle sokaklarında dolaşıyorlardı: Omuzlarında yatay olarak taşıdıkları sırıklara tulumba yerine ölü bir fare asarlardı. Bütün birlik sınkların etrafında dans ederdi.
Yürüyüş
Tulumbanın komünden uzak bir yerdeki evi kurtarmak ve korku içinde olan sahibinden emeğinin karşılığını almak için yangın yerine doğru gitmesi de görülmeye değerdi. Önden yalınayak koşan tulumbacı, yangını seyretmeye gelen meraklılar tarafından doldurulan dar yolu açar, bir yandan da meraklıların sorularını yanıtlardı. Üzerinde sadece bir don bulunur ve belindeki kırmızı kuşak tulumbacıların habercisi olduğunu gösterirdi. O geçerken meraklılar biraz geriye çekilir, böylece arkadan gelen tulumbayla başıbozuk ordusuna yol açılmış olurdu. Arkadan, arada sırada ata da binen komünün reisi gelirdi. Tulumbayı, yalınayak yine sadece bir don giymiş olan dört delikanlı taşırdı. En arkadan aynı giysilerle koşan diğerleri hortumları, kovaları, kazmaları ve tulumbanın diğer gerekli araçlarını taşırlardı.
Yangin Yerİnde
Tulumbacılar birçok engeli aştıktan sonra ter ve kir içinde yangın yerine varıyorlardı. Artık diğer mahallelerden gelen tulumbacılarla karşılaşmaya hazırdılar. Bazıları ev sahipleriyle pazarlıklarına başlamıştır bile. İlk gelenler sonradan gelenlerin sularının olmadığını ve bu yüzden pazarlığa kaplamayacaklarını söylerlerdi. Bütün bu, bazen kanlı bıçaklı da ola-
bilen tartışmalardan sonra, eğer hâlâ kül olmamışsa yanmakta olan evi ıslatmaya başlıyorlardı. Bu iş su tükeninceye kadar devam ediyordu...
Olup bitenler gerçekten seyirlikti ve yabancılar da zevkle izliyorlardı. Ama toplanan yirmi kadar tulumbacı nadiren bir evi kurtarabiliyordu; genellikle de mahalleyi kül içinde bırakarak gidiyorlardı.
MAHALLEMİZDEKİ MUCİZE
Başka bir yerde de yazdığım gibi, 1917’de, savaş sırasında Fatih’teki Türk mahallelerinde bir hafta süren büyük bir yangın çıkmıştı. Yangın devam ederken Antifoniti ve Muhlio için endişe edilmeye başlandı. Tam o esnada kiliselerimizin başkanları kilise simgelerini sokaklarda dolaştırmaya başladı. Yangın mucizevi bir şekilde durdu; hem de birçok Türk mahallesini yaktıktan sonra, tam da Rumların mahallesinde.
Tabii hemen dindarlar bunu Muhlotissa Meryem Ana’ya bağladılar. Bu dindarlara babam da katılıyordu, bu yüzden gene aramızda anlaşmazlık çıkmıştı.
Duyduklarıma göre 1877 yılında bütün Fener yanmıştı. (O sıralarda müminlerin günahları çok olduğundan Meryem Ana bu işe kanşmamıştı.) 0 feci yangından sonra bütün evler kâgir olarak yeniden yapıldı: Yangın kâgir evlere karşı saygılıdır.
Babamın dinsiz teorilerimi affetmeyen hiddetinden beni kurtarmak için annem araya girdi.
İstanbul’un Büyük Yanginlari
Bizanslılar 30 büyük yangından söz ediyor:
29 Mayıs 1453’te Blaherna Sarayı yangını
Kasım 1775’te Stavrodromi’de ilk büyük yangın
1831,1853 ve 1870’te Stavrodromi’de [Beyoğlu] yangınlar
Şubat 1877 Fener'de büyük yangın
1916’da Galata’da (Cihangir) yangın
1917’de Fatih’te büyük yangın
17 Ocak 1929’da Tatavla’da (Kurtuluş) yangın
Hamam
Anlaşılan Müslümanlara göre oğlan çocukları 7 yaşında erginleşiyor, yani kadınlara ilgi duymaya başlıyorlar. Buna karşılık, kadınlar da 7 yaşlarını tamamlayan oğlan çocuklarından yetişkin erkekmiş gibi çekiniyorlar.
Bunu söylememin nedeni, 7 yaşımı bitirdiğim 1913 yılında annemle gittiğim hamamdan beni atmış olmaları. Benim oraya gitmem bizimkilerle yıkanan kadınlara hakaret oluyormuş.
Bu yüzden babamla erkekler hamamına gitmeye başladım. Bu hamamda ilgi çekici hiçbir şey bulamadım. Bunun için de, burada İstanbul’un hamamlan konusunda anlattıklarım, kovulmadan evvel, özellikle Fener’deki Tahta Minare kadınlar hamamından izlenimlerimdir.
Yola Çikma
-Kale Efîmitsa! Cuma günü de geçti, hâlâ hamama gidemedik. Ne yapacaksan yap, toparlan. Büyükanneyi de hazırla, ben de araba çağırtayım. Hamama gidelim, artık daha fazla bekleyemem.
Efîmitsa korktu. Hemen mutfaktan çıkıp, büyükanneyi bu büyük serüvene (psikolojik olarak) hazırlamaya gitti. Ev hayatındaki en önemli değişiklikti bu. Sonra bohçaları hazırlama işlerine geçildi: bornozlar, peçeteler, sabunlama bezleri, temiz çamaşırlar, hamam kanepesine serilecek bezler... (Kale, bez sermeden hamamın kanepesine nasıl oturulur? Orada kimin soyunduğunu ve ne hastalığı olduğunu bilemezsin!)
Yemek sepetine sıra gelince işler karışıyordu.
-Amalia, delirdin mi? Hamama köftesiz, dolmasız, çirozsuz gidilir mi? Âlem ne der sonra?
Neyse, kararlar veriliyor ve hazırlıklar devam ediyor.
-Bana bak, gene bir şey unutmayasın! Hatırlıyor musun geçen sefer ince tarağı unuttun, o kemikten olanı. Vikto’nun saçları bir tek onla temizleniyor...
Böyle konuşmalarla hazırlıklar sürüyor, nihayet arabaya binme anı gelince herkes derin bir iç çekiyordu. Serüvenin ilk aşaması bitmişti.
Araba Sefasi
Hamam, Muhlio’daki semtimizin iki adım ilerisindeydi, ama mesafe kısa olmasına rağmen, hem büyükanneyi götürebilmek hem de orada geçireceğimiz altı saat boyunca rahat edebilmek için yanımıza aldığımız eşyalar için bir araba gerekiyordu.
Taşla döşenmiş yol çok bozuk olduğundan aslında araba yolculuğu hiç de kolay değildi. Taşlar Antifoniti’den gelen sel sularıyla yerlerinden sökülüyor, araba da adam akıllı sarsılıyordu. Efımitsa teyzem, arabacının yanında kabararak oturduğum yerden düşeceğimden, büyükannenin belinin incineceğinden veya farkına varmadan arabadan bir dengin sokağa fırlayacağından korkuyordu. Bereket versin ki Eflak Saray’dan sonra yol dikdörtgen taşlarla düzgünleşiyor ve hamama kadar böyle devam ediyordu.
Hamamın kapısında arabacı anlaşmış olduğumuz bir çeyreği, yani beş kuruşu alıyor ve eğilerek teşekkür eder, ardından da “Hayırlar olsun” der ve dönüş için kaçta gelmesi gerektiğini sorardı.
Yerleşme
Arabacı, gitmeden evvel büyükannenin ve hamam bohçalarının arabadan indirilmesine doğal olarak yardım etmişti. Ana (hamamcı), Rum-lar için ayrılan bölümün kanepesine rahatça yerleşmemiz için yardımcısıyla birlikte elinden geleni yapıyordu. Bakkalın çırağıyla haber yollamış olduğumuzdan yerimiz ayrılmıştı. Altın işlemeli ve püsküllü kanepeye yerleşmemiz böyle olurdu. Biz, titizlikten, kanepenin üzerine kendi çarşafımızı örtüyorduk. Bohçalar kanepeye sığmadığından onlan sepetlerin üstüne koyuyorduk. Yere koyamazdık, her şeyin temizliğinden şüpheleniyorduk.
Hamam anası Türktü, yardımcısı da Musevi. Ana, hamamın her şeyini ayarlardı. Hamam sahibi erkek olduğundan buraya giremezdi.
Soyunma
Artık aile hamama girmek için soyunmaya hazırdı. Annem son anda diğer köşelerdeki, Musevilere ve Ermenilere ayrılan kanepelere bir göz atardı. (Türkler üst katta soyunurdu). Ah Museviler, karar verir vermez, bohçalarını almadan hamama gidiyorlardı. Gelirken temiz çamaşırlannı
kirlilerin üstüne giyerler, yıkandıktan sonra da tersini yaparlardı. Evde de kirli çamaşırları sepete atıp temiz çamaşırlarla kalırlardı.
Bir de Karamanlı kadınlar vardı, Anadolu’dan gelenler, onlar da bizim köşemizde soyunurdu. Üstlerinden neler neler çıkanyorlardı... Hele de dağlık kısımdan gelenler. Bu kadar giysiyle sıcaktan patlamaz mıydı insan?
Yikanma
Ailemize ayrılan kurnayı ve çevresini kaynar sularla yıkadıktan sonra taslarımız, bezlerimiz ve Midilli Adası’ndan gelen sabunlarımızla oraya yerleşirdik. Yıkanma faslı başlıyordu.
Sabunlamaya baştan başlanır ve vücuda sonra geçilirdi. Baş en az dört kez sabunlanırdı, vücut da en az üç kez.
Durulanma işi, taslarla dökülen bol suyla yapılırdı, o zamanlar duş yoktu. Su giderek soğurdu, ama son su gene de sıcaktı.
-Nasıl yani? Son su soğuk mu olsun? Kendimizi üşütmek niyetinde değiliz.
Köpektaşi
Hamamın esas odasının ortasında, yuvarlak pencereli kubbenin altında “köpektaşi” vardı. Çok sıcak olan bu taşın üzerinde yatanlar iyicene terlerdi. Biz İstanbullu Rumlar bu taşa yatmadığımızdan yıkanma faslında yazmadım. Bizimkiler vücutlarını yüz havlusuyla hafifçe ovarlardı. “Köpek-taşı" hamamın önemli bir parçasıydı.
Türkçe bilmediğimiz için yaptığımız bir hatayı yıllar sonra anladım. Bizim “köpektaşi” dediğimiz aslında göbektaşıymış. Bunu Atina’da Türkçe bilenlerden öğrendim, ^p
Doğrusunu öğrenmeme rağmen ben yanlış adı kullanmaya devam edeceğim. İstanbul’da kullandığımız ad buydu ne de olsa.
Yemek Fasli
Yıkanma faslı bitip giyinildikten ve her şey toparlandıktan sonra yemek faslma geçilirdi. Asıl eğlence ve bütün bu çalışmalan gerektiren hazırlıkların karşılığı buydu.
Yemekler çıkarılır (köftelere, yalancı dolmalara ve çirozlara öncelik verilirdi), etraftakilerle anaya ve yardımcısına da ikram edilirdi. Ev hanımının yemek becerisi ve evin reisinin cömertliği bu ikramlarla kanıt-lamrdı. Böylelikle aile reisinin evine cevizli sucuk, pestil ve pastırma getirecek kadar eli açık biri olduğu anlaşılırdı.
Arkasından kuru çerezler ve sıcak limonata çıkanlır, anadan satın alınan susam helvası yenirdi.
Evde kimse alkol kullanmazdı, mahalle bakkallarındaki gazozlar da kötü yapılmıştı veya kolay bulunmazdı.
Gramofonlar hamama getirilecek kadar yaygınlaşmamıştı.
Türk hanımlar hamamda sigara içip makyaj yaparlardı.
Dönüş
Arabacı tam saatinde gelirdi. Hacı hanım dediği büyükanne onu her hafta çağıran devamlı bir müşterisiydi.
Dönüş biraz monoton olurdu. Bizimkiler yorgun, mahalle de seyrek havagazı fenerleriyle yetersiz biçimde aydınlatıldığından karanlıktı. Mahallemize varınca işler değişir, komşuların kıskanç tebrikleri başlardı.
-Sıhhatler olsun! Sağlıkla tekrarını yaşayın!
-Teşekkürler! Size de!
Bazen, sabahki gidişimizi fark etmeyen dedikoducu komşulardan biri, geldiğimizi görünce şaşırırdı.
-Kale, Kona Hacidena (hacı hanım) gene hamamdan mı dönüyor? Kaç gün geçti, daha geçen gün gitmişti! Ne gerek var? Kale her gün hamama mı gidecek? Aman Tanrım! Yapılan masrafa acımıyor mu!
Bunlar tabii gizlice söyleniyordu. Açık açık söylenmesine büyükannenin saygınlığı izin vermiyordu. Görünüşte o dedikoducular da hoş beş ediyorlardı:
-Kona Hacidena hoş geldi. Sıhhatler olsun, sıhhatler olsun!
Doğrusu herkes hamam sefası yapamazdı. Para ve çaba gerektiriyordu. Bu yüzden komşuların çoğu çamaşır yıkanan teknenin içinde yıkanırdı. Çok iyi tanıdığımız bir hanım, kocaman üvey oğullarını bile çamaşır teknesinde yıkardı. [...]
ÇAMAŞIR
Ünlü Satan mecmuası çamaşır dramı hakkında bir şiir yazmıştı. Sözlerini tam hatırlamıyorum ama anlamını unutmadım. Evimizde bu dramı devamlı yaşardık. Çamaşırı asmak, toplamak, ütülemek ve dolaplara kaldırmak... Bütün bunlar oluncaya kadar öteki çamaşır günü geliyordu. Aslında o zamanki İstanbul evlerinde çamaşır yıkamak tam bir eziyetti. Çamaşır operasyonun ana hatlannı yazmam gerekiyor.
Önce Efımitsa teyzem gerekli işareti veriyordu.
-Amalia, biliyor musun, Tavan arasındaki yüklük kirli çamaşırlarla dolmuş. İçine artık başka bir şey koyamayız, çamaşırları yıkatıp yer açmalıyız. Geçen çamaşır Panayia'6 gününden evveldi, bir ayı geçti bile...
-Mavromati’nin Eleni’si ve Kiria Katingo bakalım ne gün gelebilirler... Çamaşırlar çok, biri yıkayamaz. İkisinin birden iki gün gelmeleri gerekiyor, perşembe ve cuma, bakalım hele.
Bunu devamlı duyardım, hiçbir zaman tek bir çamaşıra getirmediler.
Efımitsa, çamaşırla ilgili sorunları sayıp dökmeye devam ediyordu.
-Sarnıçta yeterli su var ama sabunlar iyi değil. Konstantinos’un Midilli’den getirdiği sabun kurumuyor. Daha kolay kuruyan bir sabun bulması gerekiyor...
Sonunda annemin onayıyla (evli olduğu için son söz onundu) karar alınır ve büyük güne gelinceye kadar devamlı bir telaş olurdu. Bir gün önceden kirli çamaşırlan indirirdik. Ben de yardım ederdim. Küçük kardeşimi adam yerine koymuyorduk. O bir sokak delisiydi, evde hiç durmazdı.
Tavan arasından bodruma kadar dört kat merdiven vardı. Çamaşır-lan indirmek o kadar zor değildi, çünkü kuruyken hafiftiler; ama yıkandıktan sonra yukarı çıkarmak bir meseleydi. Çamaşırcılar bu işe kanşmazdı. Bu işi hizmetçinin yardımıyla bizimkiler yapardı.
ÇAMAŞIRDAN EVVEL VE SONRA
Çamaşır gününün başka sorunları da vardı. Zehir gibi soğuğu içeri çeken bacanın altındaki kazanın altı yakılmalıydı. Sarnıçtan kovayla su 16 15 Ağustos -ç.n.
çekilmeliydi. Bodrumdaki yüklükten tahta çamaşır tekneler çıkartılıp yerlerine konmalıydı. Kadınlar zaman kaybetmesin diye her şey hazır olmalıydı. Bütün bunlarla Efımitsa teyzem ilgilenirdi. Bizler hiç umursamıyorduk.
-Biliyor musun, bütün gece gözümü kırpmadım. Zili duymak için bekliyordum. Kış günü kadınlar gelip sokakta beklemesinler.
Çamaşırcılar gelince her şey hazır olduğundan hemen çamaşıra başlar, tekneler yan yana olduğundan çamaşın yıkarken dedikodulannı da yaparlardı.
Çamaşırlar yıkanıp yukarıya taşındıktan sonra hava güzel olunca taraçada asılmaları gerekiyordu. Hava kötüyse tavanarasına asılırlardı.
İçerde veya dışarıda yersizlikten çamaşırlar azar azar kurutulurdu.
Sonunda ütü kalıyordu ki, haftalar sürebiliyordu.
Çamaşırdan sonra pırıl pırıl olan giysiler çekilen zahmetleri unuttururdu. Artık bir sonraki çamaşır gününün ilanı beklenirdi.
Mutfak ve Beslenme
Ünlü İstanbul mutfağı, İstanbul Rumları arasında bile o kadar alışılmış değildir. Aslında bu anlaşılabilir bir şey; Boğaz’ı geçen hemen İstanbullu unvamnı alıyor. Diğer yandan, bir yerin yemeklerini birkaç ayda öğrenemezsiniz. Yemek yapmak bir gelenek; aynı milletten olsalar dahi yeni bir gruba veya kişiye geçmesi için zaman ve uygun koşullar da gerektiriyor. Bunu çocukken İstanbul’un başka semtlerine misafirliğe gittiğimiz zaman anlamıştım. Gittiğimiz evlerde İstanbullu eğitim görmüş insanlar oturuyordu.
Bu evlerdeki yemekler bizim evin yemekleri gibi lezzetli değildi. Normal diyebilirsiniz; herkes annesinin yemeklerini beğenir, bunlara alışmıştır. Ama öyle değil, arada büyük bir fark vardı ve bunu ilgisiz kişiler de tespit etmişti.
Bir kere, evimizde yemekler niçin bu kadar güzel yapılırdı?
Herhalde bunda İstanbul usullerinden başka dedemin mesleğinin de etkisi vardı. Fener’deki manastırın “azizlerin” isteklerini karşılaması gerekiyordu. Buraya arada sırada iyi yemesini bilen Kudüs patrikleri de gelirdi. Dedem işinde kaliteli aşçılar kullanırdı. Herhalde bu kalite evimizin mutfağını da etkilemişti.
Evimizin mutfağı İstanbul mutfağının mı yoksa manastınn yüksek aşçılığının mı etkisinde kalmıştı? Bunu yanıtlamak zor, ama gene de ben gerçek İstanbul mutfağı olduğuna inanıyorum. Bazıları İstanbul mutfağını Türk mutfağı sanırlar: Yanlış. Söz konusu olan, Bizans mutfağıdır.
Tarihte de bahsedildiği gibi, Türkler BizanslIlarla yaptıkları her harpten sonra barış anlaşmasını imzalarken, şartlardan biri sultana 50 aşçı ve 100 yamak vermekti.
Yemek Yapmak
Burada İstanbul’un yemek pişirme tekniği konusunda yazacak deği-lim, zaten bu konuyu pek bilmem. Hatırladığım birkaç şeyi eklemek isterim, o kadar. İstanbul’da benim zamanımda bulunan seçkin malzemenin yemeklerin kalitesinde rolü vardı herhalde. İstanbul’un vişne, gül, sakızlı çevirme reçelleri ünlüydü. Bunlar kahveyle birlikte misafirlere ikram edilirdi. Son yıllarda bu ikramlara kötü bir alışkanlık olarak rakı da eklenmişti.
Yılbaşı ve Paskalyada çörekler yapardık. Ayrıca sokaklarda kocaman tablalarıyla muhallebi ve tavukgöğsü gibi tadılan satanlar da vardı. Ünlü yalancı dolmalan da unutmamalıyım. İstanbul’un yemeklerinden konuşunca insan nereden başlayacağını ve nerede bitireceğini bilmiyor...
EVİMİZDE NASIL BESLENİRDİK?
Bütün bu zengin yemek çeşitierine rağmen, evimizde çok basit beslenirdik. Belki de ailemiz sağlığını buna borçluydu. Tipik bir günün öğünleri şöyleydi:
Sabahlan süt ve peynir ekmek (çok seyrek olarak tereyağı)
Öğlenleri tek çeşit yemek, salata ya da lakerda, pastırma gibi ordövrler Öğleden sonra sırf çocuklar için bir tadı, peynir ekmek ve benzerleri Akşam yeniden ısıtılmış olarak öğleyin yediğimiz yemek ve ordövrler
Misafir geldiği zaman bir tatlı da ikram edilirdi. O zaman biz de bir kaşık yerdik. Paskalyada çörekler yapılır ve özel yemek olarak tavuk pişirilirdi. Yılbaşında bunlara pideler ve kuru çerezler eklenirdi.
-Hâlâ aç mısın, bir tabak daha ye.
Böylece bıkardınız. Çok çeşit varsa, aç olmasanız bile denemek için her şeyden tadarsınız. Sonuçta fazla yer ve şişmanlarsınız.
Ama günün yemeği daima iyi pişirilmiş ve lezzetli olurdu. Genellikle zeytinyağlı yemekler yapılırdı. Trakya ve Anadolu zeytinlerden yapılan zeytinyağı çok lezzetli ve besleyiciydi. Tereyağını ender kullanırdık.
Fener’de Eğlence
Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’ndan önceki eğlenceleri anlatamayacağım. Bunun iki nedeni var:
Birincisi, etrafımda ne olup bittiğini anlamaya başladığım zaman savaşlar da başlamıştı ve o ortamda pek eğlence kalmamıştı.
İkincisi, Fener’de zaten pek eğlence yoktu. Türklerin baskısından başka patrikhanenin siyah cüppeleri de havayı karartırdı. Ayrıca Pera’nın rekabeti de vardı; gençler hep oraya gider, biz Fener’de yaşlılarla kalırdık.
Ama yine de yetiştiğim bazı eğlencelerden söz edeyim.
Fener Eğleniyor
1890-1910 yılları arasında Fener’de akşamcılık ve gece eğlenceleri doruktaymış. İslam dininin izin verdiği Karagöz ve Fasulis'7 de eğlencelerde yerini alırdı. Gece eğlenceleri yemekten sonra en fazla üç ailenin bir araya gelmesiyle yapılan toplantılardı. Bu toplantılarda havadan sudan konuşulur ve bazen de sıkıntı basardı. Eğer kış aylarındaysak odun kömürü yanan mangallar ve sobalar harıl harıl yanardı. Fener’in küçük evlerinde şömine yoktu.
O yıllarda kâğıt oynanmazdı. Kâğıt oynanan bazı evler de toplumdan dışlamışlardı.
Gece eğlencelerinde azla yetinen bu topluluğun en büyük zevki ateşte kestane pişirmekti. Seyyar satıcılardan kestane kebabı almazdık ama arada sırada leblebi ya da patlamış cin mısırı alıyorduk.
Gece boyunca, ikide bir dolaşan bekçinin sopası duyulurdu; arada sırada da “Yangın var!” sesi.
-
17 Kukla oyununda baş komik karakter -ed.n.
AKŞAMCILIK
Gece eğlenceleri, özellikle çarşıda çalışan ve erken kalkmak zorunda olanlar için pek uygun değildi. Bu insanlar için akşamcılık daha uygundu. Öğleden sonra mezeler masalara dizilerek rakı içilir, sonra da vakitlice eve dönülürdü. Ama bunlar da büyük bayramların arifesinde oluyordu. Diğer günler hiçbir erkek evine erken dönemezdi. Uzonun yanındaki mezelerin en başında pastırma, yalancı dolma, lakerda ve diğer deniz mahsulleri gelirdi.
Fakat bu halk eğlencelerinde en önemli şey, kadınların da katılmasıy-dı. Ben İstanbul’da kadınların eğlenceye katılmasını normal karşılardım.
Bu yüzden 1930’da Yunanistan’da taşrada zengin bir evde kadınların aynı masada oturmamasına çok şaşırmıştım. Kadınlar sadece başka masada değil, başka odada oturtulmuştu.
Cuma Günleri Toplananlar
1890-1900 yılları arasında Fener Rum Lisesi’nin çevresinde daha yüksek düzeyli bir topluluk oluşmuştu. Bu toplulukta İoakimion Lise-si’nden bir öğretmen de vardı. Fener Rum Lisesi’nin ünlü öğretmeni Andreas Spathari topluluğun merkezini oluşturuyor ve herkesin ilgisini çekiyordu. Cuma günleri evlerde sırayla toplanılırdı.
Pera’dakî Yunan Fİlolojİ Derneği
-
19. ve 20. asrın başlarında İstanbul’un entelektüel hayatının başında şüphesiz Pera’daki Yunan Filoloji Derneği bulunuyordu. Bu demek Yunan nüfusunun gelişmesinin muhteşem bir göstergesiydi ve milletlerin kaderlerine olan güvenlerini gösteriyordu.
Ben şahsen demeğe pek gidemedim. O sıralarda yaşam koşullan zordu. Demeğin Fener’den uzaklığı da benim yaşımda bir çocuk için çok fazlaydı.
Bu ünlü derneğin olağanüstü faaliyeti ve çalışkanlığı Bayan Tatiana Stavru’nun incelemesinde harika bir şekilde anlatılmıştır (Pera’daki Yunan Filoloji Derneği, Atina, 1967). Şüphesiz, demeğin ünü bütün Avrupa’ya da yayılmıştı. Örneğin E. Schliman ile yazışmaları vardı. Türk makamları bile onu tanıyordu. Yüksek rütbeli Türkler bu derneği ziyaret ederdi. Başkanı Zoiros Paşa’ya da Türk unvanları verilmişti.
Fener’dekî Rum Derneği Mnîmosînİ
Bu derneğin 1870’lerden sonra sözü ediliyor; belki daha eskiden de vardı. Atina’da yeniden canlandırmaya çalışıyorlar
Mnimosini Derneği Fener’deki Kil Burnu Gazinosu’na yerleşmişti. 1918’de Atina’dan gelen bazı topluluklann ve Hrisomallis gibi sanatçıların gösterilerini burada izlemiştim.
Dİğer Kültür Derneklerİ
Yine bayan T. Stavru’nun kitabına göre Türkiye ve İstanbul’daki Rum cemaatlerinin kültürel gereksinmeleri için kurulan, Tatavla’daki Müzikseverler
Derneği ile Blaga’daki Bilgi Meraklıları Derneği gibi başka dernekler de vardı. Bayan Stavru, Türkiye’de, Yunan Filoloji Derneği’nin desteği ile oluşan 82 dernek sayıyor.
Gazeteler ve Dergİler
İstanbul’da 1920’li yıllarda yayınlanan bazı günlük gazeteleri hatırlıyorum.
Sabah çıkanlar:
-
• Spanudi’nin Proodos’u (İlerleme)
-
• Kaloteo’nun Proia’sı (Sabah)
-
• Vutira’nın Neologos’u (Yeni Söz)
Öğleden sonra çıkanlar:
-
• Ünlü köşe yazarı Terpandra’nın yazdığı Tahidromos (Posta)
-
• Hronos (Zaman)
-
• Çocuk bölümü olan Ap’ola (Her Şeyden)
-
• Patrikhanenin yayınladığı Ekklisiastiki Alithia (Kilise Gerçeği)
YUNAN FİLOLOJİ DERNEĞİ Tam adı Elinikos Filoloyikos Siloğos Konstantinopoleos’tur. 1861’de Beyoğlu’nda Rumlar tarafından kuruldu. Derneğin oluşumuyla ilgili düşünceler o sırada Mekteb-i Tıbbiye hocalarından ve saray hekimlerinden olan Spiridon Mavroyeni Paşa’nın evinde yapılan toplantılarda gelişti. Bu toplantılara tanınmış hekim ve edebiyatçı iroklis Vasiadis, Mekteb-i Tıbbiye hocalarından Ksenofon Zoğrafos, K. Kaliadis, avukat Yiannis Zoğrafos ve hekim Aleksandros Zoiros Paşa gibi zamanın entelektüelleri katılırdı. 17 Nisan 1861’de gerçekleştirilen ve 20 Rum aydınının katıldığı toplantıda derneğin amacı okuryazarlığın yayılması, bilim ve edebiyatın gelişmesi olarak belirlenmişti. Dernek Anadolu’daki köy ve kasabalarda okul seferberliği başlattı, okullara kitap ve araç gereç yolladı. 1870 Beyoğlu yangınından sonra faaliyetlerini Galatasaray’da Siloğos Sokağı’nda kendi binasında sürdürmeye başladı. Dernek zamanla çok değerli bir kütüphane oluşturdu. 1922-1923’te kitaplığında 28.000 kitap ve 183 değerli elyazması vardı. Cumhuriyetin ilanından sonra kapatılan derneğin arşivi ve kitaplığı Ankara’ya gönderildi.
Makridi Mefistofeli’nin yıllık mizah ajandası ile Ano-Kato (Alt-Üst), Gato (Kedi) ve Vourdoula (Kırbaç) adlı haftalık mizah dergilerini de saymalıyım. Vourdoula dergisinin sahipleri Atina’ya sığındıklarında da mizah dergisini çıkardılar.
Hoşgörülü sultanlar zamanında bile gazetecilik Türkiye’de çok zor bir meslekti. Sansürün kuşkuculuğunu vurgulayan bir örnek: Sansürcü, kimya kitabında gördüğü “H2o”nun “II. Abdülhamid ortadan kaldınlsın" anlamına geldiğini sanarak kitabı yasaklamıştı.
İstanbul’dan Atina’ya giden ve başarı sağlayan gazetecilerimizin en ünlüsü FOKO (Fokiona Dimitriadis) karikatür dalında uluslararası birincilik kazandı. Pavlos Paleólogos da köşe yazarlığında çok başarılıydı.
YILBAŞI ŞARKILARI
Yunanistan’da şarkı söylerken çalınan üçgen nasıl yerleşti bilemeyeceğim. Herhalde yeni bir keşiftir ya da ithal edilmiştir.
İstanbul’da üçgen bilinmezdi. Şarkı söyleyen çocuklar otuz santimlik göbeği ve uzun bir sapı olan dipsiz testi kullanırlardı. Dibine deri gerilen bu çalgıyı boyunlarına yatay bir şekilde asarak iki elin parmaklanyla çalıyorlardı.
Küçük ve büyük şarkıcılar bir darbukayla kapı kapı dolaşıp izin almadan şarkı söylerlerdi. Bitirince de bir ücret bekliyorlardı. Ücret gecikince bir, iki veya üç kez şarkıyı tekrar ederler, bu ısrarlarını ev sahibini ve ailesini överek sürdürürlerdi:
Geldiğimiz bu evde,
Taş çatlamasın.
Ev sahibi de
Bin yıl yaşasın!
Sana beyim,
Koca gemi yakışır.
İplerini de
Altın kaplamalısın.
Ama bütün bu sözlere rağmen ev sahibi yumuşamayınca, gitmeden önce bir güzel söverlerdi:
Sana beyim,
Torba ve baston gerekiyor.
Köpekler ve on beş kurt
Seni çekiversin.
Bu şarkıcıların hepsi en alt sınıftan geliyordu. Varlıklı hiçbir aile çocuğunu giydirip süsleyip şarkı söylemeye kapı önlerine göndermezdi.
Kadinin Yerİ
Namus cinayetleri ve buna benzer dramlar Fener’de ve genellikle İstanbul’da yaşanmazdı. Kadınlarımız mahallenin kontrolü altında sağlam duruyorlardı.
Tabii feminist şarkılar da duyulurdu.
Ben oy kullanan ve sigara içen
Yeni kadınım.
Her birimiz on kişiye bedel,
Erkekler umurumda değil.
Kombinezonlar, korseler, çıt çıtlar istemem.
Eski zaman ev kadını değilim.
Danslar ve bebekler,
Şapka ve tüller aşağıya.
-
19. yüzyıla doğru Andreas Sigros İstanbul’un Rum kadınlarının, zengin olmadıkları halde, kadın işi sayılan işlerde çalışmaktan kaçındık-lannı yazıyor.
Söz açılmışken, Türkiye’de kadınlar 1930’da belediye seçimlerinde, 1934’te de genel seçimlerde oy hakkı kazandılar. Bizde ise bu hakkı 1955’te aldılar: Geri kalmış olduğunu söylediğimiz Türkiye’den epey sonra!
ŞEHİR İÇİ ULAŞIM
Bir karşılaştırma yaptığımda İstanbul’un 1920 yılındaki ulaşımının Atina’nın 1987 yılındaki ulaşımından üstün olduğunu görmeseydim, bu konuda hiç yazmazdım.
İstanbul’un ayrıcalıklı topografık durumu (boydan boya geçen Haliç, Boğaz ve Marmara Denizi) sahil gemiciliğiyle kolay bir iç ulaşım sağlamıştır.
İki tren yolu Marmara Denizi’nin iki sahildeki ulaşımı tamamlıyordu. Bir de Galata tüneli ve tramvaylar vardı.
Arabalar ve Sedyeler
Kişisel nakil aracı olarak iki atlı arabalar vardı. Yokuşlar ve bozuk yollar tek atlı araba kullanımına uygun değildi, onları sadece adalarda görürdük. Arabalar genellikle kapalıydı, tekerlekleri ancak 1912 yılından sonra lastikle kaplandı. Ondan evvel demir kaplı tekerleklerin sağır edici gürültüsü çok rahatsız ediciydi.
Çok küçükken amcam beni bir yere sedyeyle götürmüştü. Tahtadan yapılmış, cam pencereleri olan bu kutuda iki kişilik yer vardı. Sedyeyi biri önde diğeri arkada iki hamal taşıyordu. Kutu iki yatay lataya bağlıydı, latalar da iki deri kayışla hamalların omuzlarına asılıyordu.
Ulaşimda Kalite ve Ücret
Sultanlar zamanında ulaşım kusursuzdu. Vapurlar yepyeni, bakımlı ve tertemiz, seferler sıktı. Yepyeni tramvaylarda birinci ve ikinci mevki vardı. Daha ciddi, bizde olmayan bir şeye de rastlanıyordu: Sorumlu personel. Sadece biletleri değil, biletçi ve şoförleri de denetleyen kontrolörler vardı. Personel bizimkiler gibi küstahlık yapamazdı.
İstanbul’da bu kusursuzluğu biletlerin pahalılığı sağlıyordu. Bilet fiyatları Atina biletlerinin üç beş katıydı.
Sultanın oya ihtiyacı yoktu. Masrafı genel bütçeye yüklemeden yolculardan alıyordu.
KATIRLARIN ÇEKTİĞİ TRAMVAYLARDA HaREMLİK-SeLAMLIK
Tramvaylarda önü ve arkayı ayıran bir bölme vardı. Ön bölümde kadınlarla birlikte sadece şoför ve biletçi bulunabilirdi. Bu bölme hareket edebilen bir perdeyle oluşturulmuştu.
Jön Türkler gelinceye kadar İstanbul’da elektrik kullanılmıyordu. Bu yüzden tramvaylan katırlar çekerdi. Şişli yokuşu için 5 veya 6 katır kullanılırdı.
TİCARET
İstanbul her zaman büyük bir ticaret merkeziydi. Bunu hem coğrafî konumu sayesinde, hem de iki önemli imparatorluğun başkenti oluşuyla sağlamıştı.
Bu yüzden hem tüccarlarda, hem mallarda büyük bir çeşitlilik hüküm sürüyordu. Dediklerine göre Andreas Sigros zamanında toptan ticaret Rumların elindeydi. Bu benim zamanımda da geçerliydi.
Ama ben burada bu büyük ticaretten, hatta babamın ailesinin Sakız Adası ve Akdeniz’den yaptığı narenciye ithalatından ya da küçük tüccarlardan, bakkallardan söz etmek istemiyorum. Bunları aralıklarla başka yerlerde yazdım. Halkbilimsel açısından burada ilginç olan, Rum semtlerden sık sık geçen seyyar satıcılar ve dükkânlarda değişik millet ve dinlerden insan-lann yaptığı küçük perakende ticarettir. Özellikle seyyar satıcılar ve hizmet verenler, yani tenekeciler, oduncular, hallaçlar semtimize renk katıyordu. Üstelik günümüzün sinir bozucu ve sağır edici araçlarını kullanmıyorlardı.
Küçük Saticinin Araç Gereçlerİ
Daha çok, küçük satıcının mesleğini uygulamaya yarayan semer, küfe, sırık, tabla, sırt dolabı gibi araç gereçlerin üzerinde duracağım. Tabii bu satıcılarla ilgili ilginç bilgiler, beklenmedik derecede eğitici ve eğlenceli küçük hikâyeler de anlatacağım.
Burada yapamayacağım tek şey, bu küçük ticaretin görüntüsünü her şeyiyle tamamlamaktır. Konu o kadar geniş ki bunu yapmak için bir değil iki kitap gerekirdi.
Zorunlu olarak bunlardan sadece bazılarını aktaracağım, diğerleri için Allah kerim...
Küçük Ticaret ve Yaşam
İstanbul’un Rum semtlerinde yaşam sakin ve durgun görünmesine rağmen çok hareketliydi. Meslek sahipleri, seyyar satıcılar, hizmetlerini bağırarak bildiren seyyar ustalar, ada veya Boğaz’a yaz için taşınmayı sağlayan nakliyeciler, tezgâh sahibi satıcılar, siparişleri almak için mahalleye çıraklarını yollayan büyük ve küçük dükkân sahipleri... Bütün bunlar topluma hayat ve bir güven duygusu veriyordu. Türk tehlikesi ve komplo korkusuyla kaygılanan Rumların ruhunu biraz olsun rahatlatıyordu. Bununla ilgili olarak büyükannemin köşesinde mınldandığı bir şarkı aklıma geliyor. Ancak tütün tüccarlarına değinen mısraları hatırlıyorum. Bu şarkı Reji’nin tütün tekeli uygulamasından daha eski bir döneme aitti.
Tütüncü yürüyüşünden belli oluyor,
Elbiseleri mis kokar, yemenileri gıcırdıyor!
Seyyar Saticinin Muhasebesi
En küçük seyyar satıcı bile hesap yapmalıydı. Hesap iki yöntemle yapılıyordu: Cepteki küçük defterle ya da “çetula” dediğimiz, yazı ve sayı bilgisi gerektirmeyen ilkel bir bilgisayarla.
Küçük Defter
Küçük defteri özellikle evlere ekmek dağıtanlar kullanıyordu. Verdikleri ekmeklerin sayısını, bazen de ne zaman verildiğini buraya yazıyorlardı. Buna benzer bir defteri bakkallar da kullanıyordu. Bunu az kalsın unutuyordum, çünkü biz bakkaldan alışveriş etmezdik. Babam her şeyi pazardan getiriyordu.
Çetula
Çetula kelimesini bilmeyenlerin çok olduğunu fark ettim. Eskiden bu kelimeyi çok kullanıyorduk; dediğim gibi, bu ilkel bir bilgisayardı. Çetula sözcüğünü büyük Yunan Ansiklopedisinde bulduğum gibi aktarıyorum: Çetula: Çizik, işaretlemek için yapılan çizik. “Çetula çek.” Alay etmek için: “Harfleri çetula ile öğrendi.”
Çetula tahtadan düz bir sopadır. Satıcılar müşterinin aldığı süt, ekmek gibi ihtiyaçları bu sopaya bıçakla bir çentik açarak işaretlerler. Çetula borçlu olanda kalır. Borç ödenince tahta kalın ise kazınır, değilse satıcı bir yenisini verir.
Sucu veya sütçü çetulaya çakısıyla yanlamasına çizik atar, sonra da eksene dikey bir başka çizikle parçayı çıkartır. Böylece o eve bir birim süt vermiş olduğunu işaretler. Genellikle birim okkanın dörtte biriydi.
Sirik
Sırık, kalın silindir biçiminde, 4 cm çapında ve 1,5 metre uzunluğunda bir tahta parçasıydı. İki ucunda yükleri taşıyan iplerin gireceği oyuklar vardı. Seyyar satıcı sınğı yere paralel olarak omuzlarına koyardı. İki yandaki eşit ağırlıklarla bükülen sırık, satıcının ensesine otururdu. Birçok satıcı bu sırığı kullanırdı: saka, dondurmacı, Silivri yoğurtçusu vs.
SİLİVRİ Yoğurtçusu
Seyyar satıcıların çoğu genellikle Türk veya Arnavuttu, ama Silivri yoğurtçulan hep Rumdu. Bunun nedeni herhalde Marmara Denizi’nin kuzey sahillerindeki köylerin hep Rum köyü olmasıydı. Silivri’de Sinod üyesi olan bir piskopos bile vardı.
Bu yoğurdu 5,5 okkalık (7,04 kilo), daire şeklinde, yaklaşık 6 cm derinliğindeki tepsilerde atıyorlardı. Yoğurdun üstü yağlı bir kaymak tabakasıyla örtülüydü. Yoğurtçu “Silivri yoğurdu!" diye bağırarak mahalleleri dolaşırdı. Sınğın her iki ucundan sarkan dört ip yine daire biçimli tablalara bağlıydı. Bunların üzerinde de 8 ya da 10 tepsi yoğurt bulunurdu. Silivri yoğurtçusu gerçek bir yük taşıyordu: 2 x 4 x 5,5 x 1,28 = 56,32 kilo.
Tepsi sayısı 10 olunca yük daha da artıyordu. Tepsilerin ağırlığını, sırığı, tablaları, tartıyı ve ağırlıkları da eklersek yoğurtçunun yükü 80 kiloya varıyordu. Yoğurtçu bu yükle yokuşlu sokaklara tırmanarak fukaraların besinini satıyordu.
Silivri yoğurdu çok lezzetliydi; şeker, tatlı gibi şeyler eklenmeden ekmekle yenebilirdi. Yoğurtçunun servis tekniği çok ilginçti. Bu teknikle istediği kadar yoğurt alır, tenekede kalan yoğurt da bozulmazdı. Yoğurdu
12 cm kadar genişliği olan küçük bir kürekle alır, sonra yine bu kürekle yoğurdun yüzeyini düzleştirirdi. Önemli olan yoğurdun düzeyini yatay bırakmaktı.
DONDURMACILAR, SALEPÇİLER VE DİĞERLERİ
Başka seyyar satıcılar da sırık kullanıyordu. İstanbul’un kaymak dondurmasını eskiden buzla sanlı tenekelerde sütü yoğunlaşıncaya kadar çevirerek yaparlardı.
-Dondurma var kaymaklı. Sakız gibi!
Ünlü salepçi ise salebinin sütlü oluşunu belirtiyordu: “Sütlü salep!”
Muhlio’da dolaşan sütçüler Türk ya da Arnavuttu. Bunların sırığından sarkan iplere güğümler bağlıydı. Silindir biçimindeki bu güğümlerin 50 cm çapları ve 60 cm yükseklikleri vardı, ağızları da silindir şeklindeydi. Sütçümüze sonsuz güveniyorduk. Süte su karıştırmazdı. Sütçü her kapının önünde evin isteğine ölçüsünü doldururdu. Sütçü kapıyı çalar çalmaz, hatta çalmadan evvel kapılar açılırdı. Hanımlar kapının arkasında ellerinde çetulaları ve kaplarıyla beklerlerdi.
Sütçü çetulayı işaretler ve bir “hayır ola” ile müşterisini selamladıktan sonra yoluna devam ederdi.
BaŞIN ÜSTÜNDEKİ TABLA VE KUTU
Tabla, 1,5 metre çapında kocaman tahta bir tepsiydi. Satıcı onu yatay olarak bezden bir küçük simit yardımıyla başına oturtuyordu. Tablanın içinde de mallarını sergilerdi.
Müşterilerine hizmet etmek için, omzunda taşıdığı bir üç ayaklı desteği yolun ortasına yerleştiriyor, üzerine de tablasını koyuyordu. Üç ayaklı desteğin yüksekliği 1,2 metreydi.
Tablayı genellikle simitçiler, helvacılar, dutçular ve diğer seyyar satıcılar kullanırdı.
Tablanın değişik bir şekli de “başın üstünde taşınan kutu”ydu. Bu kutu da üç ayaklı desteğe dayandırılır, bazen de camdan yapılırdı (keten helva, patlamış mısır vb).
MUHALLEBİCİ
Seyyar satıcılar arasında en temizi muhallebiciydi.
Belki de muhallebisine döktüğü mis gibi kokan çiçek ve gül suları, kendisinin ve araçlarının mutlak temizliğini de gerektiriyordu. Pirinç unuyla yapılan muhallebi 20 santimlik teneke tepsilere konulurdu. Üzerlerine çiçek ve gül sulan, Sakız Adası’ndan gelen aromatikler ve bol pudra şekeri serpilir-di. Satıcı muhallebiyi tabağa koyarak bir kaşıkla birlikte verirdi. Bütün bu gereçleri ve sattığı ürünü tablasında sergiliyordu. Bu tablanın yansı zengin renklerle donatılmıştı; etrafındaki ufak çekmeceler, yiyeceğimiz efsanevi Anadolu tatlısı konusunda çocuk hayal gücümüzü kamçılıyordu.
-
• Muhallebi nispeten pahalı bir tatlıydı, daha çok rahatına alışkın, zengin çocuklar muhallebi yiyebilirdi. Bu yüzden de halk çocuklan, zengin çocuklarını “muhallebi çocuğu” diye adlandırmışlardı.
Keten Helvaci
Gece geç saatlerde, keten helvası satmaya Fatih’ten mahallemize gelen bir Türk çocuğunu hâlâ hatırlıyorum.
Şimdi Atina’da da yaptıklan keten helvaya benzemezdi İstanbul’un keten helvaları. Tadı çok daha güzeldi ve iyi tereyağı kullanıyorlardı. Özellikle Adapazan’nın “ninenin saçları” dediğimiz keten helvası harikaydı.
Şekeri tel şekline getirmek için bir tencerede dönen sıcak pelte tencereyle kapağı arasındaki ufak yarıktan çıkıyordu. Çıkan şekerin üzerine, pek sağlıklı olmadıklarını tahmin ettiğim renk verici maddeler atılırdı.
Rum semtlerinde bazen kar ve yağmurda dolaşan bu satıcı yan Rumca yarı Türkçe bir şarkı'8 söylerdi:
Yukardan geliyorum Memo,
Aç kapıyı göreyim kim o.
Hemi aspro,'9 hemi kokkino20
Vay ne güzeldir keten helva.
-
18 Metinde şiir Yunan alfabesiyle Türkçe yazılmıştır -ç.n.
-
19 Beyaz -ç.n.
-
20 Kırmızı -ç.n.
Sonra da şarkı söylemeden bağırırdı:
-Kızlar... ninenin saçları geldi...
SİMİTÇİ
Aslında simitçi zerzevatçılardan sonra en çok rastlanan seyyar satıcıydı. Her gün öğleden sonra tablasında taze simitleriyle mahalleyi dolaşırdı. Simitlerini tablanın çevresine dizerdi. Simitlerle birlikte sattığı yağlı çöreklerin tadı da çok güzeldi. “Taze simit, yağlı çörek” diye bağırırdı.
İstanbul’da en iyi yağlı simitleri yapan Galata meydanındaki fınndı. Duyduğuma göre şimdi yıkılmış.
Torbalarda Satilan Leblebİ
Leblebiciler mallarını soğutmamak için yün torbalar içinde saklarlar, soğuk kış günlerinde leblebilerle mahallelerde böyle dolaşırlardı. Leblebileri bir kürekle kantarda tartarak müşteriye verirlerdi. Bu kantar, bu işten anlamayan çaçaları kazıklamalarına yarardı. Kazık atmak için başka bir yöntem de kullanırlardı. Leblebilere karşılık olarak kullanılmayan eski, delik tencereleri de alırlardı. Bu değiş tokuş iki taraf için de kârlıydı. Ev hanımları eski tencereleri ne yapacaklannı bilmiyorlardı. Leblebici ise leblebilerin on katını kazanıyordu.
Tapulu Kİlİse Sandalyesİ
Böyle kârlı bir değiş tokuşu Efımitsa teyzem de yaptı. Leblebilere karşılık olarak annemin aile adını taşıyan bir bakır levhayı verdi: HACİ PETRU AİLESİNE AİTTİR. Bu levha Fener’deki Kutsal Mezar Manastırı Kilisesi’nde bir sandalyenin arkasında çivilenmişti. Bu levha, dedemin ailesine bu sandalyeyi kullanma hakkını veriyordu. Başka kimse kullanamazdı onu. Biri aile gelmeden önce sandalyeye yerleşmiş olsa, hemen yerinden kaldırılırdı. Bu yöntem İstanbul’un bütün kiliselerinde kullanılırdı. Bu hakkı devlet de tanıyordu. Bunu onaylayan bir belge de verilirdi.
Hukuktan anlamayan veya okuma yazması olmayan bazıları bu konuda mesele çıkarıyorlardı. Bu meseleleri kilise yönetimi de çözemiyordu. Bu kavgalar dindarları eğlendirirdi...
Bir de bizim sandalyenin belgesi olmadığını bir bilselerdi!
Dedem, manastırla ilişkili olduğundan, belge parası ödemeden bir sandalyeye sahip olmuştu. Dedemin ölümünden yıllar sonra, manastır hakkımızı kaldırarak levhayı bize iade etti. Efîmitsa teyzem o levhayı ne yapacaktı? Birkaç yıl sakladıktan sonra karşılığında bir sürü leblebi aldı.
İnsanlar ve Hayvanlar İçİn Küfeler
Küfeler hamalların, zerzevatçıların, portakalcıların çalışma aracıydı. Kürt hamalları anlattığım yerde küfeyi de betimlemiş, bu harika aracın yüklenene ceket gibi nasıl uyduğunu da söylemiştim. Küfe hamalın bedeniyle bütünleşiyordu, sırtından düşemezdi, olsa olsa birlikte düşebilirlerdi. Küfeler on santimlik uzun ahşap şeritler halinde kesilerek örülürdü.
Gördüğüm en büyük küfe ekmek dağıtıcının atında bulunuyordu. İki bölümlü olan bu küfe hayvanın sırtının üzerinde birleşiyordu. Doğal olarak, ekmek dolu iki küfenin üzeri açıktı. O yıllarda da bol bol sinek vardı, ama İstanbul’da kimsenin ekmekten hastalandığını duymadım.
ZERZEVATÇILAR
Seyyar satıcılar içinde en çok gürültüyü zerzevatçılar yapardı. Bunlann hemen hemen hepsi Arnavutlu. “Lahana, pırasa, enginar, taze kuzular” diye bağınyorlar, ayşekadın fasulyesi gibi Atina’da bilinmeyen bir sebze de satıyorlardı. Zerzevatçılar sattıkları nimetleri Fener’e en yakın köy olan Bayrampaşa’dan günlük olarak getirirlerdi. Daha önce de belirttiğim gibi Bayrampaşa bostanlannın çoğu İstanbul surlarının önündeki, şimdi toprakla dolmuş Bizans hendeklerin içindeydi. Bayrampaşa’nın sebzeleri bizi şımartmıştı, başka sebze beğenmiyorduk. Özellikle marullar ünlü Yedikule marullan kadar lezzetliydi. Bu marullar küfelerde satılmazdı, göbekleri görünsün diye dik olarak tablaların üstüne koyulurlardı. Bayrampaşa’nın bakla ve enginarlan için şöyle denir: Bunlardan bir kez yiyen, hayatı boyunca başka yerin mahsulünü yemez.
Bozaci ve Sucu
Boza tamamen Anadolu menşeli bir içecektir. Pazarlarda satılırdı ama Rumlar pek içmezdi. Anlaşılan, Türkiye’nin diğer yerlerinde Rum
âdetlerine de girmişti, çünkü Halkida’da boza içtim. Bu yüzden de burada bozadan söz ediyorum.
Boza tatlı veya ekşi olarak, boyu 35 santime kadar varan bakır güğümlerde satılırdı. Güğümlerin üstünden ilgi çekmek için incik boncuklar sarkardı. Bozacının sesi gece kulağa hoş gelirdi:
Benim bozadan içen
Bir daha ister.
Tatlısı da var,
Ekşisi de var.
Bu sınıfa sucuları da eklemeliyiz. Bunlar panayırlarda bir testi ve bir bardakla susuzluk giderirdi.
Bu sucular konusunda büyükannem bir fıkra anlatmıştı. Tembel bir sucu testi ve bardağı ile Limonluklar’ın pazarında dolaşıyordu. Limonluklar pazarı deniz kenarındaki çeşmeden biraz uzaktı. Çeşmeye kadar gitmeye üşenen sucu, testiyi denize batırarak dolduruyordu. Gayet tabii müşteriler suyu ağızlarına alır almaz tükürüyorlardı. Ama şikâyetler kurnaz sucunun umurunda değildi, parayı peşin almıştı. Hemen başka müşteri arıyor, pazar çok kalabalık olduğundan bu hiç de zor olmuyordu.
Eşekiİ Iplîkçİ
Eşeğinin üzerine yüklediği iki dolapla dolaşan Yahudi tuhafiyeci, iplik, kopça, çengelli iğne ve ipek ipliği satardı. Bu yüzden ona “Metaksa’’2' derdik.
Saka
Saka’nın, eşeği kırba dediğimiz, bir metre yüksekliğinde, 15 santim çapında ve ucunda 10 santimlik bir boğazı olan deriden su kapları taşırdı. Saka, kırbalan kapının önünde duran eşekten evlerin içindeki küplere kadar taşırken, ıslanmamak için deri bir ceket giyerdi. Bir metreden daha fazla çapları olan bu küpler evin içecek su depolarıydı. Saka kırbaları çeşmeden
21 Metaksi, ipek demektir -ç.n.
Resim 36. 20. yüzyılın başlarında bir saka.
Fotoğraf: G. Berggren (Alman Arkeoloji Enstitüsü. İstanbul, R. 27.8)8)
doldurur ve ağzına bir tıpa koymadan, eşeğin semerine dökülmesinler diye eğik bir şekilde dizerdi. Sakamız bekâr bir Türktü. Nasıl becermişse, mahallemizin Balat’a doğru sınınnda tam çeşmesinin karşısındaki bir Rum evinde oda kiralamıştı. Bir Türkün Rum evinde kalması doğal olarak dedikodulara yol açmış, ama bu büyük bir mesele olmamıştı. Bunun nedeni, bir yandan sakanın temiz kalpli bir adamcağız olması, diğer yandan da mahallenin o taraflarında Türklerle birlikte yaşamaya alışmış insanların oturmasıydı.
Adamcağızın eşeği Paskalyadan bir gün sonra su dağıtırken ölmüştü. Müşterileri Paskalyadan kalan yemekleri hayvana yedirmişler. Hayvan çatladı dediler!
Tellallar
1920’li yıllarda İstanbul’da telefon ve diğer haberleşme olanakları bulunmasına rağmen tellallar da vardı. Tellallığı, kilisenin zangocu, tulumbacılar, bekçiler ve bakkal çırakları yapardı.
Tellalın sesi duyulur duyulmaz herkes en yakın dört yol ağzına koşardı. Tellal orada durup iyi ve kötü haberleri verirdi. Hele de tellallığı zangoç yapıyorsa bütün mahalle meraklanırdı. Azrail yine kimi aldı?
Tellal şöyle bağırırdı:
Kardeşler...
Merhum Kirios toardani’nin eşi Kiria Eleonora vefat etti...
Avrupa saatiyle 10’da ... Kilisesi’nde yapılacak cenazesine onur vermeniz rica ediliyor.
Davul
Dediğim gibi, tellallığı arada bir yapanlann yanı sıra düzenli olarak yapanlar da vardı. Bizi en çok korkutan, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarına asker toplayan tellal davuluydu. Davulun sesini duyunca herkes soğuk terler dökerdi. Askere alınan Rumların bir daha evlerine dönemeyeceğini biliyorduk. “Gâvurları” amele taburlarında, Anadolu’nun ortasında taş kıran işçi birliklerine yollayarak yok ediyorlardı.
Bu nedenle, omzuna asılmış davulunun ince derisine tokmakla vuran tellal bizim için Türk zorbalığının simgesiydi. (Jön Türkler gelinceye kadar Rumların askere alınmadığını belirtmem gerekiyor.) Asker toplayan, gideceklerin yanlarına üç günlük yemek almaları gerektiğini söylüyordu. Bu bizi çok etkilemişti ve bunu Türkiye’nin beceriksizliğine yüklemiştik.
Ama 1940’h yıllardaki Yunan-Îtalyan harbinde askere alınınca bana ancak dokuzuncu gün karavana verdiler.
Ama bir gün mütareke oldu ve Bam, Bam, Bam’ın yankısı duyuldu:
Bam, Bam, Bam
Gel efendim, gel ağam
Gel efendim, gel buraya
Na sta po ke apo konta (yakından da söyleyeyim)
Gel efendim gel yahu, yoyia sena ksepsiho (ben senin için ölüyorum) Savaşın vahşi yılları, çaldığın vagonlar seni Karun yaptı, Ben bunları nasıl yutayım...
İmani Olanlar
Babam eskiden İstanbul’daki Türk mahallelerin pazarlarında şahit olduğu bir olayı bana anlatmıştı. Kırım Savaşı için cihat ilan edilmiş, tellal da ortaya çıkıp “İmanı olan benle gelsin” demişti. İnanılmaz olan, birçok esnafın dükkânını, mallannı, ailesini bırakarak tellalın peşinden gitmesiydi.
Baltaci
Yıllık odunları kesecek olan seyyar baltacı, kendisine “yer baltacı” derdi. Bu, odunları yerinde, yani evin önünde keseceği anlamına geliyordu.
O zamanlar sokak aralarında trafik sorunu yoktu, baltacı rahatça evin önüne yayılabiliyordu. Keseceği odunlar kocamandı, aralarında ağaç gövdeleri bile vardı. Bunları sobanın kapağından girebilecek kadar küçük parçalara ayırması gerekiyordu. Baltacılar genellikle Kürttü ve baltaları da çok kıymetliydi. Biri ona dokundu mu yanmıştı. Her evin yeterli miktarda kışlık odun alması önemliydi. İstanbul’un kışı şaka değildir.
Mahallenin Sobacilari
İstanbul’da sobacı dediklerimiz aslında tesisatçıydılar. O zaman tesisat işleri olmadığından asıl yaptıkları kış başında sobaları kurmak, sonunda da sökmekti.
Bacayı temizlemek için başkası gelirdi. Ocakçı diye adlandınlan bu kişi tepeden tırnağa kadar kapkara olan gezici bir Türktü.
Sobacının işi kolay değildi. Borular, ısıyı dağıtmak için, sobanın bulunduğu katın bütün odalanndan geçerdi. Boruların böyle dolaşması bacamn çekişini zorlaştırıyordu. Ama bacalarımız yüksek olduklanndan ve duvarlann arasında soğuktan korunmuş vaziyette bulunduklanndan çok iyi çekiyorlardı.
Bacalan olmayan evler borularını mecburen sokağa uzatıyorlardı. Bu evler sobalardan akacak kurumlan kaldırım düzeyine kadar borularla indirmek zorundaydılar.
Taraçalarimiz
Mahallemizin sobacısı Thanassi Usta’nın yapacak çok işi vardı. Her eve iki üç soba yerleştirmeliydi, evler de bayağı çoktu.
Sobalardan başka, çatıda güneşlik dediğimiz taraçalarımız da vardı. Çinkoyla döşenmiş olduklarından bunlara yıllık bakım yapılması gerekiyordu. Çinko ıslak çamaşırlarla yüklü ev hanımının ağırlığı altında birbirine eklendiği yerlerden açılıyordu.
Bu yüzden hanımlar Thanassi Usta’ya koşarlar, onun vakti olmadığı zaman da mecburen Yahudi tenekeciyi çağırırlardı. Yağmur yağıp da sular güneşliğin altındaki odaya sızıp sıvaları akıtmadan önce çinkoları tamir ettirmek gerekiyordu.
Güneşlik daima tavan arasının yanındaydı, hava müsait olmadığı zaman, çamaşırlar tavan arasına asılırdı.
Hallaç
Yorgan ve şilteleri yapanlara hallaç derdik. Genellikle Pontusluy-dular. Dükkânlan vardı, ama aynı zamanda ellerinde araçlarıyla mahallelerde dolaşırlardı. Siparişleri ya evde yapar ya da dükkânlarına götürürlerdi. Yatakların, üzerlerindeki ağırlıkla birbirine yapışmış pamuklarını bir örtüye boşaltır, yaya benzer aletleri ve tokmaklarıyla kabarttıkları bu pamukları tekrar kılıfına doldurup dikerlerdi.
Pontuslu hallaçlar mübadeleden sonra Atina’da da görüldüler. Ama battaniyeler yorganlann, yaylı yataklar da yün ve pamuk şiltelerin yerini alınca meslek değiştirmek zorunda kaldılar.
Kirik Tabaklar
Türkler genellikle “s” ile başlayan kelimelerin başına bir “i” eklerler. Mesela Stanbul değil, İstanbul derler. Kırık tabakları yapıştıran seyyar usta da Rumca bağırırdı:
İspasmena piata diorthonumeee!22
Genellikle bu ustalar Moğolistan’dan gelen Çinli veya Tatarlardı ve yaptıkları iş kusursuzdu. Onlar sayesinde pahalı porselenler, aile yadigârları kurtarılırdı.
22 Aslında Spasmena Piata dorthonume denir: “Kırık tabaklan düzeltiyoruz." -ç.n.
Bu işlemi yaparken etrafında bir kordon olan ve gelip giden bir yaya bağlı bir el matkabı kullanırlardı. Bu matkapla kırık eşyanın iki karşılıklı parçasına ufak delikler açar, bu deliklere bir tel geçirirlerdi. Sonra açılan yarığı ve teli alçıyla örterlerdi. Tamirat daima kusursuzdu.
Bu Çinli veya Tatarlar hep milli kıyafetleriyle ve papaz şapkasına benzeyen yün başlıklarıyla dolaşırlardı. Yanaklanna uzanan siyah bıyıkları vardı.
FENER’DE TEMSİLLER
1918 yılından evvel Pera’da nasıl temsiller verildiğini bilmiyorum, ama Fener’de Fasuli’miz [kukla] vardı.
Bu gece Fener’de Mitilini’de,
Komik ve sevdalı
Fasulis oynayacaktır;
İsteyen buyursun.
Tabii ayı oynatıcılan da eksik olmazdı.
İstanbul’da ayıları Çingeneler oynatırdı. Anlattıklarına göre, daha önce ayı oynatma tekeli Bulgarların elindeymiş.
Titanik faciasından hemen sonra (1912) Kil Bumu’nda bu olayın sessiz filmini görmüştüm. Film beni çok sarsmıştı, aradan çokça can kaybına mal olan iki savaş geçmesine rağmen hâlâ da sarsıyor.
Mütareke sırasında Mnimosini adlı Yunan derneğinde “Altın Saç-lı”yı seyrettim.
Eskİcî
Eskici seyyar alıcıların en önemlisiydi. Çuval ve sırtları en önemli araçlarıydı.
Eskiciler genellikle Yahudiydi. Arabayla dolaşan daha modernleri bile “Eskiler alıyorum” diye bağırırlardı.
O devirlerde eski denilen şeyin ne halde olduğunu tasavvur edin. Her şey en sonuna kadar kullanılırdı. Bizim evde eski diye hiçbir şey atılmaz, fakirlere vermediklerimiz eskiciye giderdi. Hiçbir şey ziyan olmazdı.
Gaz Tenekeleri Aliyorum
Gaz tenekelerini alan kişi yine bir Yahudiydi. O zamanlar gazyağıy-la aydınlanır, gazyağıyla yemek pişirirdik. Evlerimizde on tenekeden fazla gazyağı bulunurdu. Bunları bodrumumuzda muhafaza ederdik.
Bu tenekeler boşalınca, dolu olan yenileri alınırdı. Yahudinin bu yüzden daima işi vardı. Boş tenekeler hafif olduklarından Yahudi epeyce teneke taşıyabiliyordu. Tenekeler hacimli olduklarından dördünü yan yatırıyor, üstüne yine yan yatırılmış dört teneke koyuyor ve bunu üç metre yüksekliğe ulaşıncaya kadar sürdürüyordu. Sonra hepsini iplerle bağlayıp sırtına yüklüyor ve böylece iki büklüm bir halde onu kazıklayacak olan toptancıya kadar götürüyordu.
SÜRGÜNE GİDİYORUM
Buraya kadar yazdıklanmdan da anlaşıldığı gibi İstanbul Rumlannın, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki yaşanılan oldukça rahattı, hatta zenginleşme’firsatian da olmuştu. Bu zenginliğin en çarpıcı örnekleri Evyenios Evyehidîsve Bbndosakis ile mahallemizden de sözünü etmiş olduğum Panayotakis ve Hacitomas’tı. Zorluklarla karşılaşmadık diyemem. Devamlı olarak binlerce muhacir gelirdi, onlara yardımcı olmamız ve asimilas-yonlannı sağlamamız gerekiyordu. Kaderimiz için duyduğumuz tedirginlik, bir katliama uğrama korkusu başımızm üstünde daima bir kara bulut gibi duruyordu. Askere gidenlerin kaderi de belirsizdi. Bu tehlikeden ya bedel ödeyerek ya da mümkün olduğu zaman Yunanistan’a giderek kaçıyorduk.
Mondros Mütarekesi
Sultan teslim olarak Mondros Mütarekesi’ni imzalayınca İstanbul’da olanlar tasavvur edilemez. Bütün İstanbul mucizevi bir şekilde Yunan renklerine büründü, halk da gösterilere başladı.
Müttefiklerin gelmesi, Boğazlan mayınlardan arındırmalan gerektiği için 15 gün sürdü. Türkler bu arada telaşlanmış ve bizi korkutan önlemler almaya başlamışlardı. Öyle bir an geldi ki mütareke haberinin Türkler aleyhinde taşkınlıklar yapmamız için verildiğini ve bunun bizi temizlemek için haklı bir fırsat olarak kullanılmak istendiğini bile düşündük.
Neyse, Müttefikler sonunda, en başta Averof zırhlısı olmak üzere İstanbul’a geldiler. Averof, sanki padişaha nispet olsun diye, gidip Dolmabah-çe Sarayı’nın tam önünde demir attı. Müttefik gemilerinin mürettebatı yollara dökülüp birbirleriyle yanş edercesine etrafa para saçmaya başladılar.
1918 biz İstanbul Rumları için rahat ve mutlu bir yıl oldu. Savaş-lann ebediyen bittiğine inanıyorduk.
Ufukta Kara Bulutlar
Ama çok geçmeden zihnimizde beliren bazı sorular rahatımızı kaçırmaya başladı. Aya Sofya’yı neden bize vermiyorlardı? Vatikan’la
aramızın bozuk olmasına rağmen Fener’i neden İtalyan bölgesi yaptılar? İstanbul’da neden Yunanlılara da bir bölge verilmedi? Onlar da diğerleriyle savaşmamış mıydı?
Bir süre sonra daha iç karartıcı gelişmeler ortaya çıkmaya başladı.
Mütarekeyi ve sultanı tanımayan bu Mustafa Kemal de kimdi? Yunan ordusu neden Ukrayna’ya gidiyordu? Ruslar tarih boyunca bizi hep korumamış mıydı?
Bunun nedenini bir süre sonra anladık, ama yine de inanmakta zorluk çektik.
Bize İzmir’i vermeleri için Bolşeviklerle savaşmaya, Ukrayna’ya gidiyorduk. O sıralarda İstanbullu Rumlar dindar ve çar taraftarıydı. Babamız çara yardım etmeliydik.
İzmir’e çıktıktan sonra orada karşılaşılan Türk direnişi ve Anadolu'daki savaş bizde yeni tedirginlikler uyandırdı. İşte böylece 1920 yılının kasım ayına geldik: Venizelos’un yenilgisi ve Konstantin’in egemenliği.
Ondan sonra halimiz harap, daha ne diyeyim...
ÇEKİLME
Sonra Ankara’ya şanlı yürüyüş günleri başladı. Hiçbirimizin aklına da toplanıp hür vatana gitmek gelmedi.
Hiçbirimiz dedim ama yanlış! İsterseniz bana gülebilirsiniz, ama ben Yunanistan’a yerleşmeyi düşünmemiş olsam bile bunu 16 yaşındayken yaptım.
Pire’ye 14 Ağustos 1922 günü vardım. Orada amcamın ve yeğenlerimin ailesi vardı, onlara sığındım. Aynı gün Sakarya Nehri’ndeki cephe hattı kırılmıştı.
Bu yüzden ucuz kurtuldum. Bir gün evvel, 13 Eylül 1922’de İzmir’den geçerken, annemin akrabaları beni orada tutmak istemişlerdi. Bir şeyler olacağını hissediyordum, öneriyi kabul etmedim.
On üç gün sonra çeteler İzmir’e girdi.
Seyahat ettiğim vapur İperohi bizi Pire’ye bırakır bırakmaz İzmir’e dönüp Genel Komutanlık Arşivi’ni teslim aldı.
MÜLTECİLER VE ASKERLER
Bundan sonra oluşan mülteci dalgasına Pire gümrüğünde rastladım. Amcamın evi Vrioni saatinin hemen arkasında, gümrükten 120 metre uzaklıktaydı. Oradaki felaketi anlatmak niyetinde değilim. Sadece bu felaketle trajikleşen önemli bir şeyi belirtmek isterim. Anadolu’dan mültecilerle birlikte düzensiz ve ayaklanmış askerler de geliyordu. Hâlâ iktidarda olan Konstantin hükümeti onlardan korkuyor ve Pire’ye indirilmelerine izin vermiyordu. Silahlı olan askerler kaptanlara kendilerini Pire’ye indirmeleri için baskı yapıyorlardı. Oysa oraya zorla gelecek olsalar, gemilerini batıracak bir savaş gemisi onları bekliyordu. Nihayet Plastiras durumu değiştirdi.
Iç Dökme
Şimdi burada, beni bu kadar önemli bir zamanda vatanımı bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde terk etmeye zorlayan nedenleri anlatmak isterim.
En başta, olanaksız dahi olsa, içimde bir Küçük Asya Felaketi kuşkusu vardı. Böyle bir duygu aslında etrafımdaki herkeste vardı, ama kimse açık açık söylemiyordu.
İzmir’deki genel komutanlığın resmi açıklamaları vardı: “Tüm cephede sükûnet hâkim.”
Ankara’nın dışında hareketsiz durursan ne beklersin be kardeşim?! Karşıtının bu durgunluktan faydalanarak karşı taarruza geçeceği bellidir.
Venizelos’un seçimlerdeki yenilgisi İstanbullu Rumların moralini bozmuştu. Müttefiklerin davranışı da bir tuhaftı. Bize yardım etmedikleri gibi, açıkça Mustafa Kemal için çalışıyorlardı. Mesela Ege’de askerlerimizi taşıyan gemileri kontrol için aylarca limanda tutuyorlardı. İstanbul’daki silah depolarını Mustafa Kemal yanlıları soysun diye açık bırakıyorlardı. Bu silahlar binlerce gönüllüyle Mustafa Kemal’e ulaşıyordu.
Öte yandan, hocalarımızın hep övdüğü Atina’nın şanı da beni kendine çekiyordu. [...]
Aİlemİn Vatani Terk Edİşİ
1922 yılında İzmir’de olanlar İstanbul’da da olur korkusuyla ailemin de vatanı terk etmesi gerektiğine inanıyordum. Atina’dan baba-
ma devamlı olarak yazıyor ve her şeyi bırakıp kadınları da alıp gelmesini istiyordum.
Bana çok basit görünen bu göç, babam için İstanbul’da kurduğu düzeni bırakıp gitmek anlamına geliyordu. Kârlı işinden ve Limonluklar’ın merkezindeki dükkânından başka, Muhlio’daki oturduğumuz evle kiraya verdiğimiz bir başka evi daha vardı. Babamın cebindeki nakit para (dükkânın faaliyet sermayesi) 15.000 Türk Lirasını aşıyordu, bu meblağ yaklaşık 12.000 İngiliz Lirasına bedeldi.
Adamcağız bütün bunları nasıl bırakabilirdi... Bir türlü karar veremiyordu. Derken annemin servetine el kondu. Yunanistan’a geldiği için kaçak sayılmıştı. Babam bu serveti kurtarabilmek için elindeki bütün nakdi sarf etti. Kararını verdiği zaman da gayri menkullerini bir parça ekmek fiyatına satıp 1923 yılında Yunanistan’a geldi. Yanındaki çok az parayı buraya getirebilmek için aracıya dörtte birini vermişti. Bu para Pangrati’de 100 metrekarelik tek katlı bir evin bedelinin dörtte üçünü ancak karşılıyordu. Üstünü tamamlamak için canımız çıktı.
Göç
İlginç bir durum, İstanbul’dan Pire’ye göçümüzün bütün muamelesini tek başıma ben idare ettim. Babam büyük su küplerimizden başka evdeki her şeyi yük gemisine bindirip Pire’ye geldi. Bir sürü kasa, sandık, ufak tefek eşyalarla dolu denkler, mobilyalar... Denklerden biri geminin vinciyle kaldırıldığı sırada patlamış ve içindeki ufak tefek eşyalar ambara saçılmıştı. Onları denizcilerin kahkahaları arasında toplamak zorunda kaldım!
Sonunda eşyalarımızı kiraladığımız iki oda ve bir holden ibaret yeni evimize götürdüm. Doğal olarak bu eve eşyalarımızın dörtte biri dahi sığmazdı. Bu yüzden kaldırımı de işgal etmek zorunda kaldım. Kaldınmın genişliği bir metre kadardı, tramvay kaldırımı sıyırarak geçerdi.
Bu durumdan ve komşulann baskısından kurtulmak için her şeyi eskiciye vermek zorunda kaldım. Bunlann arasında ikona dolu bir kasa vardı. Bazıları herhalde kıymetliydi, ama aldığım para navlunu bile karşılamıyordu.
O günden sonra yaşamımızı, Muhliotissa Meryem Anası’ndan ve patrikhanenin kutsamalarından uzakta Atina’da sürdürdük.
Haris Spataris, 1906, İstanbul Fener doğumlu. Ailesi 1922’de Yunanistan’a göç etmiş. Çocukluğuna ait ilk anılar Balkan Savaşı’nın mahallesinde yarattığı gerginliklere, İstanbul’a yığılan muhacirlere ilişkin. Sonra Birinci Dünya Savaşı patlıyor, İstanbul işgal ediliyor, Yunan kuvvetleri İzmir’e çıkıyor. Bu siyasi gelişmeler İstanbul Rum cemaatinin milliyetçiliğini körüklüyor. Yunan ordusunun Anadolu’da yenilgiye uğraması cemaatin umutlarının yıkılmasına yol açıyor. “Küçük Asya Felaketi”nden sonra, Mübadele İstanbul Rumlarını kapsamasa da, artık kendileri için bir gelecek olmadığını düşünen bazı Rumlar doğdukları şehri terk ediyorlar. İşte böyle bir siyasi geri planda dikkatli bir gözlemci Spataris. Bizlere, binaları yerinde kalsa da artık var olmayan bir dünyayı anlatıyor: Fener’in ara sokakları, evler, insanlar, vapurlar, sandallar, sandalcılar, patrikhanenin papazları, sokaklardaki havagazı lambalarını yakıp söndüren memurlar, mahallede yanan ilk elektrik ampulü, “dünyanın merkezi” Galata, gençliğinde onu heyecanlandıran Galata’nın kötü şöhretli evleri, Bolşevik devrimi sırasında Rus elçiliği önünde çatışan Ruslar, Rumlann “tavan taburu” (askere gitmemek için tavan arasında saklananlar), Tünel’in onarılması, Rum cemaatinin ileri gelenleri. Rumların yemekleri, eğlenceleri, bayramları, hamam sefaları... Ayazmalar, yangınlar, tulumbacılar, sokak satıcıları, Ermeniler, Kürtler, Yahudiler... Bu anılar eski İstanbul’la ilgili bir çok ayrıntıyı gözler önüne seriyor. Örneğin 1873’te yapılan Galata Tüneli’nin eski vagonları hakkında şöyle yazmış: “Bu vagonların pencereleri yoktu, üstleri tamamen açıktı (kapalı yerde dolaştıklarına göre yağmurdan ıslanılmazdı) ve etrafı demir parmaklıklarla çevriliydi. Aydınlatma
petrol lambalarıyla yapılıyordu. Tren bu vagonlarla hareket edip tünele girer girmez insanın üzerinden nemli ve soğuk bir rüzgâr eserdi; petrol lambalarının titrek ışığı da cehenneme gidiyormuşuz izlenimi verirdi." Bu kitap. Haris Spataris’in anlattığı Fener’in sokakları adım adım dolaşılarak hazırlandı. Döneme ait fotoğrafların yanı sıra günümüzü yansıtan fotoğraflara da yer verildi. Jacques Pervititch’in hazırladığı, Fener’e ait 1929 tarihli sigorta haritalarının birkaçı da kitaba eklendi. Böylece, okur Haris’in anlattığı 1906-1922 Fener’ini gözünde daha iyi canlandırabilecek, hatta isterse, dokusu hemen hemen hiç değişmeyen mahallenin sokaklarında bir gezintiye bile çıkabilecek. Bu kitap, okurları için aynı zamanda bir gezi rehberi.
Ani ve Yaşam Dizisi
KİtapYAYINEVİ
ISBN 975-8704-71-0
9 789758 704712
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder