Bir Başka İstanbul
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Bîr Başka İstanbul
M. Orhan Okay
KUBBEALTI NEŞRİYATI - 99
1. Baskı: 2002
Kubbealtı İktisâdi işletmesi
Peykhâne Sk. No: 3 34400 Çemberlitaş - İstanbul Tel: (0212) 516 23 56 - 518 92 09
Faks: (0212) 638 02 72
info@kubbealti.org.tr kubbealtl@superonllne.coin.tr www.kubbealti.org.tr
Kapak Tasarımı
Burcu Yörük
Baskı
Özal Matbaası
İstanbul - Kasım 2002 ISBN 975 - 7663 - 96 - 4
İÇİNDEKİLER
Önsöz / 7
Kaybolan Şehir / 13
Balat Dairesinde Bir Aile / 19
Balat Güzergâhı / 35
Sultan Çeşme Caddesi, 58 Numaralı Ev / 41
Komşular / 51 tp Cambazları /öl Nefs-i Balat / 69 Bir Sonbahar Masalı / 83 Edirnekapı Ortaokulu / 91 Savaş Yıllan / 95 Oyunlar ve Oyuncaklar / 103 Bayram Yeri / 109 Kırlar ve Mesireler / 115 Kandil Çörekleri / 123 Neyin Seçimi? / 129 “Orfeon Rekor...” / 135
Bir Radyo Masalı / 141
Sinema Yıllan / 147
Sur Kenarındaki Dünya / 153
Suriçi Kültürü / 161
Ah O Eski Ramazanlar / 167
Bir Başka İstanbul’da
Başka Ağızlardan Ramazan / 173
İstanbul’un Orta Yeri / 193
Bir Sokağın Fotoğrafı / 199
Yavrunun Çayhanesi’nde / 211
Meyde Bektaşî, Neyde Mevlevi / 217
İstanbul Yangınlan / 233
Sokak Kültürü / 229
Sokak İsimleri / 235
Ey Köhne Bizans / 241
“İstanbul’un Öyledir Bahan...” / 247
Menekşeli Vadice Dönüş / 253
Boğaziçi Hâlâ Güzel / 259
Üsküdar Rüyası / 265
Para Kültürü / 279
Takvime ve Zamana Dair / 285
Geçmiş Zaman Kitapçıları
Kitap Sevdası / 293
"Tab'-ı Yârân Gibi Dükkânçe-i Sahhâf’lar/297
Geçmiş Zamanlarda Bir Bâbıâli / 305
ÖNSÖZ
İstanbul değişiyor.
Değil nesillerin, bir neslin bile takip etmekte, tanımakta zorluk duyacağı kadar değişiyor. Değişen dünyanın başka büyük şehirlerinden de farklı olarak değişiyor. Tarihini, tabii dokusunu, topoğrafyasını kaybediyor. Onun için değil mi son yıllarda İstanbul hakkında o kadar hatıra, belge, fotoğraf ve geçmiş yıllarda gelmiş yabancı gezginlerin seyahat günlükleri yayınlandı? Bunlardaki fotoğraflarda görünen yerlerin artık en yaşlı veya en uzman İstanbul hemşehrilerinin bile tanıyamadığı oluyor.
Zaman zaman yapılan mülakatlara verdiğim cevaplar, yahut sohbetler, bazan da eski İstanbul mahallelerine yaptığımız geziler sırasında anlattıklarımı dostlarım defalarca yazmamı iste-
diler. Bunların, benzer hatıralar arasında öneminin olmayacağını düşünüyordum. Ben İstanbul'un ayn ve zengin bir tarihi olan semtlerinde yaşamadım; yalılarında, köşklerinde, konaklarında büyümedim. Ailemde ve zamanla tanıdıklarım arasmda herhangi bir taraftan şöhret olmuş kimse de yoktu. Buna rağmen Zaman gazetesindeki yazılarım arasında arada bir yazdığım hatıra denemeleri dar bir çevrede de olsa ilgi gördü, devamı ve kitaplaşması istendi. Bu kitap o yazıların bazı ilavelerle genişletilmesinden oluştu.
Benim yaşadığım semt bir başka İstanbul'du. Mekân olarak bir kenar mahalle olduğu için başkaydı. Oralarım İstanbul'un zengin hatıra ve roman külliyatı içinde Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi, Osman Cemal vaktiyle epeyce dile ve kaleme getirmişlerdi. Ama zaman olarak da bir başka İstanbul'du. Gözden de uzak kaldığı için elli, altmış, yetmiş sene önceki İstanbul'un en çok kıyıma uğrayan yerlerinden oldu. Bu kitap, o yerlerin, o yıllarda hafızamda kalabilmiş fotoğraf karelerinden ibarettir.
Geçen yıl çıkan Silik Fotoğraflar kitabımda uzaktan veya yakından tanıdığım bazı şahsiyetlerin portrelerini çizmeye çalışmıştım. Onların da çoğu İstanbul hemşehrisi veya sonradan İstanbul'a gelip oranın terbiyesiyle yetişmiş inşam lardı. Ama hepsi İstanbul muhibbi idiler. Bu kitapta ise kişilerden çok mekân anlatılıyor. Arada okuyucuların tanımayacağı komşulardan, esnaf tan hatta ailemin geçmiş fertlerinden bahsettim-se onların da bir başka İstanbul'un birer parçası
olduklan içindir. "Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn: Mekânın şerefi orada oturanlardan gelir" sözüne uymak istedim.
Yazıların kitaplaşmasını üzerine alan Kub-bealtı Kültür ve Sanat Vakfı ilgilileri, genç dostlarımız Sinan ve Zeynep Uluant'ın himmet ve gayretlerinin tükenmemesine duacıyım
Levent, Ekim 2002
Suretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman
KAYBOLAN ŞEHİR
"Nagehan ol şara varan, ol şan yapılır gören ve taş ü toprak arasında kendisi de yapılan". Hacı Bayram'ın gördüğünü bizler göremedik. O büyük velînin mısralarındaki yapılmayı yıkılmayla değiştirirseniz gördüğümüzün ne olduğu anlaşılır. Daha elli altmış yıl önceki İstanbul'u anlatmak ne zor. Onun bu kısa süre içinde uğradığı felâket hiçbir şehrin başına gelmemiştir. Ne Roma'nın, ne Atina'nın, ne Paris'in, ne Londra'nın. Hatta ne de Bizans'ın. Evet, OsmanlI'nın beşyüz sene,kalıntılarıyla içice, haşır-neşir yaşadığı Bizans bile bu kadar yıkılmış, bu kadar kaybolmuş değildi. İstanbul'un bir zamanlar kartpostallara, gravürlere, tablolara alem olan silûeti artık yoktur. Onu ancak tarihe, estetiğe, bütün bir yaşama tarzına, bütün zarafet protokollerine meydan okuyan küstah apartmanların,
kendini bilmez gökdelenlerin, somurtkan iş hanlarının, soğuk fabrika ve sanayi binalarının gerisinde, sadece zihninizde tasavvur edeceğiniz flu bir takım çizgiler halinde var farzedebilirsiniz. Belki de o zaman, yoksa o hiç mi olmamıştı diyeceksiniz.
Çocukluğumda okuduğum bir Afrika masalı şimdi gerçek oldu. Unkama, on yaşlarında Afrikalı bir köylü çocuk. Bahçelerindeki ağaç her yıl bir tek meyve verir o olgunlaşmadan çalındığı için tadını bilemezlermiş. O yıl Unkama ağacı beklemeğe karar vermiş. Bir gece acayip bir mahlûk, bir canavar onu koparıp kaçırmış. Unkama canavarın peşine düşmüş. Bir sûre ormanlar, dereler geçtikten sonra canavarı kaybeden Unkama tanımadığı bir kasabada bulmuş kendini... Biraz etrafı seyredip dolaştıktan sonra aynı yollardan geçerek köyüne dönmüş. Ama gördüğü şeylerden de şaşkına dönmüş. Köy kendi köyüne hem benziyor, hem benzemiyor. Bildiği yerler var, bilmediği şeyler var. Kendi evi yok ama bulunduğu yamaç duruyor. Ağaçlar büyümüş, değişmiş. Hiçbirini tanımadığı bir yığın insan. Bir ihtiyara sormuş, Unkamalar ner-de oturur diye. Yaşlı adam unutulmuş eski bir hadiseyi hatırlamaya çalışmanın zorluğuyla “Unkama mı,” demiş, “o çok eski bir masaldır. Unkama diye bir çocuk bir canavarın peşine takılıp gitmiş, bir daha da dönmemiş. Dörtyüz sene evvel geçmiş bir masal.!” Unkama o anda ne yapmış bilmiyorum. Ama ben ne yaptığımı biliyorum.
Uzun yıllar Anadolu’da çalışırken yazlan
âdeta bir teşehhüd miktarı gelebildiğim İstanbul’a nihâî dönüşümde kendimi Unkama kadar şaşkın hissettim. Şehrin doğduğum, büyüdüğüm sokaklarında yalnız kaldım. Değişmenin bir kısmını zaman tabii olarak yapmış. Yaşlılar bu dünyayı çoktan terketmişler. Yaşıtlarım da bu semtlerden uzaklaşmışlar. Asıl kalıcı olan ve mahallenin tarihi olacak varlıklar yok. İçinde yar tan evliyanm hürmetine ayakta durmaya gayret eden bir mezar taşı, onunla yaşıt ihtiyar servi, musluğu çoktan koparılıp ağzı çimento doldurulmuş, kitabesi okunmaz olmuş, yükseltilen yolun altına düşmüş suskun bir çeşme, kimbilir hangi miras davası yüzünden sahipsiz kalmış yahut anıtlar kurulunun kararıyla ne yapılacağı bilinmeden kendi haline bırakılmış pervazları, pencereleri kırık, kapısız ahşap evler bazan eskiyi hatırlatır. Bazı sokaklarda bu kadarı da yoktur. Hafızanız “şu apartmanın yerinde fırın mı vardı, kahve mi” diyecek kadar mekâna aşina değilse iyice şaşkına dönersiniz. Hatırlayabildikleriniz bile acı bir lezzeti tattırmaya kâfidir. Bunun adı dâüssıladır. Şimdi nostalji diyorlar.
* * *
Kırk sene oluyor. Paris'te, René Clair'in, arar ya kartonlar da karıştınlmış bir filmini görmüştüm. Yarı cardı, yarı karton bir fantezi. “Eğer Paris Bana Anlatsaydı” gibi bir adı vardı. Kuruluşundan başlayarak Paris'in, Paris oluşunun güzel esprilerle dolu bir filmi. Bir yerinde Clouny müzesinde rehber, etrafına toplanan a^ı açık turistlere önünde durduğu vitrindeki uzun ve kalın bir zincire Bastille'deki hangi siyasi mah-
kûmların nasıl bağlandığını, İhtilâl'de nasıl kurtarıldığını uzun uzun anlatıyordu. Derken bir gün müze soyuluyor, zincir de çalınıyor. Artık rehberin anlatacak şeyi kalmaz zannedilirken bu defa boş vitrinin önünde onu “Burada vaktiyle bir zincir vardı” diye başlayıp zincirin tarihine çalındığını da ekleyerek aynı hikâyeleri daha da uzun anlatmaya devam eder görürüz.
Şimdi İstanbul’da da yaşlıların eski sokakları gezerken kendi kendilerine veya yanındakilere “Burada bir çeşme, şurada bir konak vardı” diye mınldandıklannı duyarsınız.
-
♦ ♦ ♦
Sanki her rejim değişikliği bu nadide şehri yok etmek için plânlanmış gibi, 1908’den, 1923’den, 1950’den, 1960’dan... sonra kademe kademe İstanbul’a kıyıldı.
İstanbul bir kültür ve sanat şehriydi. Yalnız Osmanlı coğrafyasının ve Doğu’nun değil, Avrupa’nın da en zarif ve medenî insanlarının yaşar dığı bir başkentti. Nedim “Hep halkının etvârı pesendîde vü makbul” mısraını lâf olsun diye söylememiştir. Şimdi o güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri gibi, sanki bütün bir şehir, medeniyeti, zarafeti kuşanmış insanlarıyla beraber kayboldu.
Eski İstanbul’u anlatan nostaljik kitapların, hatıraların son yıllarda bu kadar çoğalması boşuna değil. Şehrin şu veya bu tarafında teselli kabilinden sun’i birkaç nostaljik köşe yaratma gayretleri, o güzelim yalılara, konaklara, köşklere, hattâ günlük hayatımızın parçaları olan eş-
yaya açılan savaştan sonra arta kalanların, yani bakıyyetü’s-süyuflann haraç mezat müzayede salonlarında satılması, sayılan çok olmasa da birtakım insanların, gerçek hemşehrilerin bu kayıplann farkında olduklannı gösteriyor. Eski İstanbul’dan en küçük bir iz taşıyan portre, aile resmi, sokak vs. her türlü fotoğraf artık birer antika değerinde.
Anlaşılan İstanbul’u artık yalnız bir-iki müzelik eşyada ve bir de kitaplarda yaşayabileceğiz. Nasrettin Hoca’nın hikâyesindeki gibi, çaylak ciğeri kaptı, bize de tarifesinin cebimizde kalması tesellisi düştü. İsterseniz gülünçten hüzüne, yar ni fıkradan şiire dönelim:
Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Şu sönen, gölgelenen dünyada
Şimdi, gelin artık bu zevk-i tahatturu yaşayalım.
BALA T DAİRESİNDE BİR AİLE
Haliç kıyısında, bir tarafta çok özel bir ziyaret mekânı olan Eyüp ile öbür tarafta İstanbul’un en canlı ve zengin işyerlerine açılan Eminö-nü’nün girişi sayılabilecek Unkapanı arasında kalan Keresteciler, Ayakapı, Fener, Balat, Defterdar, Ayvansaray gibi semtler yalnız oralılara mahsus gibidir. Veya bu taraflara işi düşenlere. Yoksa eski İstanbullular arasında bile, hele yeni İstanbullu olmuşlar arasında, bu semtleri bilen belki adını duyan da yoktur. Şehrin başka semtlerinde oturanların, hatta şehri sokak sokak gezerek tanıma sevdalısı olanların bile çoğunun bu taraflara uğramış olacağını zannetmiyorum.
Burası bir başka İstanbul’dur.
Ben bu başka İstanbul’un bir kenarında, Balat’ta doğdum. Polis olan babamın memuriyeti dolayısıyla 1933-1935 yılları arasında Anka-
ra'da bulunuşumuz dışında, üniversite yıllanma kadar da burada kaldım, buranın sokaklannda, bostanlarında, tepelerinde oynayarak toza-top-rağa bulandıktan sonra kara tahta ve tebeşir tozuna da burada bulandım, eski kitaplann mürekkep ve küf kokusunu buralarda ciğerlerime çektim, hasılı burada büyüdüm.
Ailemin büyükleri de bu civarda yetişmiş ve oturmuşlar. Babam Yaşar Salih Efendi, o zar manlar okullardaki unvanıyla "Salih Balat", Kes-mekaya'daki evlerinde on dokuzuncu yüzyılın son yılında, 1899'da doğmuş, orada büyümüş. Dedem, İstanbul Şehremaneti Kantar Cibayet Memuru Mehmed Efendi aynı evde 1903'te genç yaşta ölmüş. Bilebildiğimiz en eski ceddimiz olan onun da babası Abdullah, aslen Arapkirli olup tahminen 1830'larda İstanbul'a gelmiş ol-
Babaannem Hawâ ve üvey dedem Bekir Ağa.
Arkada görünen Kesmekaya’daki evin yan duvarı (1935)
malı. Kumaş boyacılığının yaygın olduğu Arapkir'de, belki de babasından kalma zenaatını devam ettirerek bir süre sonra İstanbul'da elbise boyacılarının kâhyalığına (o döneme göre bir çeşit sendika veya oda başkanı) kadar yükselmiş. Babamın annesi 1873 Lofça (Bulgaristan) doğumlu Havva, üç-dört yaşlarında iken zuhur eden Doksan Üç Muharebesi sırasında ailece göçe mecbur kalarak İstanbul'a gelmişler. Bir oğluyla (Nuri amcam) dul kalmış Mehmed Efendi ile evliliklerinden babam doğmuş, dedemin vefatından sonra babaannemin Bekir Ağa ile ikinci evliliğinden de İsmail amcam dünyaya gelmiş. Aslen Küre'li (Kastamonu) olan ve yufkacılık, tatlıcılık yapan Bekir Ağa'yı dört-beş yaşlarımda iken gördüğümü, epey yaşlılığına rağmen iri-yan ve dinç bir insan olduğu hatırlıyorum. Bekir Ağa'nın ölümünden sonra babaannem taşındıkları yine o taraflara yakın Yazıcı Mahalle-si'ndeki bir evde 1939'da vefat etti.
Kesmekaya'daki ev, büyük amcam 1940’11 yılların ortalarına kadar halâ oturmakta olduğu için, epey teferruatıyla aklımdadır. Evin bulunduğu Bostan Sokağı (kayıtlarda Sebze Bostanı Sokağı), Karagümrük'ten Kurt Ağa ve Kefevî yokuşunun Balat'a doğru inen yamacı üzerinde, tek taraflı evlerin sıralandığı dar bir sokaktı. Karşısında biraz yüksekçe bir düzlük halinde gerçekten boş bir bostan bulunuyordu. Bugün de ailemizin nüfus kütüğünde hane olarak "Hamami Muhittin mahallesi, Bostan sokak, 11 numaralı ev" görünür. Harpamî Muhiddin’in kim olduğunu öğrenemedim. Bostan sokağının he-
men alt tarafındaki Kesmekaya caddesi üzerinde aynı adı taşıyan bir mescidi vard^ Çocukluğumda vakıfların kadro dışı bıraktığı camilerden biri olarak demirci atelyesi şeklinde kullanılıyordu. 1950'lerden sonra bir derneğin himmetiyle boşaltılarak tamir gördü ve yeniden ibadete açıldı, j \L^^ı M^iV Ce^
Bostan sokağındaki ev iki katlı, büyükçe kagir bir yapıydı. Kapıdan girince geniş bir taş avlu, sol tarafta anbar dediğimiz âdeta küçük bir oda hacminde bir tahta sandık, sandığın üzerine çakılı, el ile döndürülen büyükçe bir kahve değirmeni, sağ tarafta yedi-sekiz basamaklı bir merdivenle çıkılan bir asma katta oturma odası vardı. Avlu'nun tam karşısındaki kapıdan evin mutfağına ve başka bir merdivenle de ikinci kar ta çıkılırdı. Yüksek tavanlı, daima serin olan mutfakta büyük su küpleri, ne zaman yakıldığını bilmediğim isli bir ocak (çünkü artık taşkö-mürle kullanılan maltızlar ve pompalı gaz ocakları çıkmıştı), yerden tavana kadar mı acaba, raflar, raflar... Sıra sıra kalaylı bakır sahanlar, tencereler... Bir kenarda büyük bir kazan. Üst katta kaç oda olduğunu bilmiyorum. Ama önce babam, sonra büyük amcam evlenince, hatta ilk çocukları oluncaya kadar hep beraber burada kaldıklarına göre epey odası olmalıydı. Evin arka tarafında, mutfaktan çıkılan bir kapıyla, içinde kara dut ve incir ağaçlarını hatırladığım genişçe bir bahçeye geçilirdi. Yaşı epey gecikmiş olarak evlenen küçük amcamın düğününün bu bahçede bir saz takımının refakatinde yapıldığını, ön taraftaki taş avluda da koltuk merasimiyle par-
lak nikel kuruşların serpildiğini hatırlıyorum.
Büyük amcam, Beyazıt itfaiye birliğinde nefer iken, patlayan Birinci Dünya Savaşı'nda Irak cephesine sevkedilmiş, bir yıl sonra Bağdat'ın İngilizler eline geçmesiyle esir düşerek Birmanya (Çin Hindi) üsera kamplarına gönderilmiş. Orada esir müslümanlann problemleriyle yakından ilgilenen, Hint müslümanlan arasında nüfuzlu bir şahsiyeti olduğu anlaşılan, birkaç vesileyle amcamın da yakından tanıdığı Mehmed Ali adlı Hintli bir müslüman liderinin, sonraları Pakistan devletinin kurucusu olan Muhammed Ali Cinnah olduğunu kendisi de bizimle beraber yaşlılık yıllarında öğrenmişti. Beş yıllık esaretten sonra 1920 Haziran'ında Türkiye'ye dönen amcam, üvey babası olan Bekir Ağa'nm yanında yufka ve tatlı yapmasını öğrenerek geçimini bu işe vermiş. 1949'da vefat edinceye kadar Çarşamba Polis Karakolu'nun hemen bitişiğindeki tatlıcı dükkânını işletti. Tahsilini bilmiyorum, fa kat eski harflerle güzel bir kaligrafisi ve Osman-hca’ya hakim düzgün ifadesi vardı. Kuran öğretiminin bayağı sıkıntılı olduğu, Kur'an kurslarının bile bulunmadığı o yıllarda, dükkânınm arkasında bir köşede mahallenin çocuklarına Kuran öğretirdi. Benim de ilk Kuran hocam o oldu, hatta eski harfleri okumayı öğrendikten sonra rık'aya da başlattı. 1306 (1890) doğumlu olan Nuri Amcam'ın vefatı 1949 Kasımıdır.
Küçük amcam genç yaşta hafız olmuş, belki o yolla, belki başka bir vesileyle musikiye merak salmış, bilmiyorum kimlerden keman dersleri al-
A/. ORHAN OKA Y
Babam, Nuri ve İsmail amcam (1935)
İsmail amcamın hıfzını tamamladığı günün hatırası (1920 civan)
mış, biraz da mutaassıp olan Nuri amcamın "çalgıcı olmasın" diye engellemesine, kemanı evde saklamasına, hatta galiba bir defa da kırmasına rağmen ısrarla,gizli yahut aşikâr kemana devam etmiş ve zamanına göre iyi bir "Kemani İsmail Okay" olup çıkmıştı. Pek çok ince saz fasıllarında bulunduğu gibi Cumhuriyet'ten sonra, Da-rüttalim-i Musiki Heyeti'nin son fasıl gruplarında yer almıştı. Ne var ki pek çok sanatkâr yapılı insan gibi titiz, hassas ve geçimi zor bir insan olduğundan, kemanın yanısıra, ona epey aykırı gibi görünen bir de koltuk imalâtçı ustalığıyla kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürmüştü.
Kemani İsmail Okay. Fotoğraf arkası not: “Sevgili Ağabey, mûsiki hayatımın on beşinci senesinin bir hatırası" (1935)
Ailenin en düzenli öğrenim göreni galiba bar bamdı. Zayıf ve çelimsiz olduğundan iş yapmaktan çok okumaya-yazmaya yarayacağını düşünmüş olmalılar. Önce Kefevî mahalle mektebine, orasını beğenmediğinden bir yıl sonra daha modern eğitim veren Çarşamba'daki Esat Efendi İptidai Mektebi'ne girmiş, 1909'da mezun olmuş. O yıl Fatih Merkez Rüşdiyesi'ne kaydolmuşsa da beşinci sınıfta iken kaldığından Fatih Askerî Rüşdiyesi’ne girmiş, ertesi yıl adı Köprülü Fazıl
Babam, Fatih Askeri Rüştiyesi son sınıf öğrencisi (1915)
Paşa Nümune Mektebi olan bu okulu da 1915 yılında bitirmiş. Bu arada Birinci Dünya Savaşı yıllarının sıkıntıları da başlamış. Büyük amcam da askerde olduğundan evin yükünü azaltmak için babamın okumayıp çalışması gerekmiş. Zeytinburnu îmâlât-ı Harbiye atelyesinde, orası
Babam, Zeytinburnu silah fabrikasında iken (1916)
uzak gelince bir süre sonra Tersane'de çalışmaya başlamış. 1918’de Halıcıoğlu Küçük Zabit Mektebi'ne (assubay okulu) girme fırsatı bulmuş. 1918 yılı Aralığında da diploma almış. Rumelikavağı’ndaki Ağır Topçu birliğinde bir süre görev yaptıktan sonra 1921 Martında, 22 yar şında iken polisliğe intisap etmiş. O günlerde de annem Fatma Naciye ile Kesmekaya'daki evlerinde nikâhı kıyılmış, iki hafta sonra da aynı evde düğünü yapılmış. Ertesi yıl, sadece fiilen polis olanların okuduğu Nurusmaniye Polis Mek-
Babam, polis olduğu ve evlendiği yıl (1921)
tebi'nde gerekli meslekî eğitimi görerek buradan da mezun olmuş. Bir ara polis pasaport dairesinde çalışmış .yabancı yolcu gemilerinde o yıllarda gerekli olan kontrol göreviyle birkaç defa Pire'ye ve İskenderiye'ye gitmiş. Çocukluğumda evde epey gemi kartpostalı ve kataloglan vardı. 1951 yılında, otuz yıllık meslek hayatından sonra emekliye aynlan babamı 1977’de kaybettik.
Annemin babası ve annesi Erzurumluydu. Ne zaman İstanbul'a gelmiş olduklarını bilmiyorum. Annem 1905'te İstanbul'da doğmuş olduğuna göre en az bundan önceki bir tarihte olmalıdır. 1878 doğumlu dedem Hüseyin Hüsnü Efendi, Birinci Dünya Savaşı yıllanna kadar Balat'ta, Ferruh Kethüda (yahut Ferruh Kâhya) camiinin imamı imiş. Bir Mimar Sinan yapısı
olan cami Balat pazarında, genişçe bir bahçe içindeydi. Çocukluğumda son cemaat mahfilinin duvarlarında hac yollarını ve menzilleri gösteren orijinal şema ve desenlerle epey silik olarak, ayrıca kıble duvarının köşesinde de artık İstanbul camilerinde pek kalmamış olan bir güneş saati sapasağlam duruyordu. Sonraki ta-
Benim doğduğum yıl babam Atina Akropol harabelerinde (1931)
mirlerde desenler yok olduğu gibi güneş saati de demir parçalan kopmuş halde yalnız varlığını bilenlerin gözüne çarpabiliyor. Dedem, aynı zamanda yine o civarda kendi açtığı "Rehber-i Tahsil" adlı bir özel iptidai mektebin (ilkokul) müdürlüğünü ve hocalığını yapıyormuş. Elifbayı kendisinin bulduğu bir metodla daiıa kolay öğ-
Ferruh Kethüda Camii imamı Hüseyin Hüsnü Efendi ve çocukları (sağdaki annem) 1917 civarı.
rettiği aile içinde söylenirdi. Dedemin ikinci defa evlendiği eşinin ve inas rüşdiyesinde okumuş olan annemin de ders verdikleri gözönüne alınırsa özel okulun küçük bir aile şirketi gibi çalıştığı tahmin edilebilir. Hüseyin Hüsnü Efendi bir ara eşini ve henüz küçük olan annemi de yanına alarak Geyve'nin Evrenli köyünde de bir müddet hocalık yapmış. Cumhuriyet'ten sonra memur olan, benim çocukluk yaşlarımda Balıkesir kazalarında nüfus müdürlüğü yapan dedeme, evdeki büyükleri taklit ederek ben de "efendi ba-
Dedem Hüseyin Hüsnü Efendi ve oğullan (1921)
ba" diye hitap ederdim. Emekli olduktan sonra İstanbul'a gelen, bir süre evimizin alt katında oturan, daha sonra Molla Aşkı taraflarında bir eve çıkan dedem bu evde 1961 Nisanında vefat etti.
Bulgaristan’dan, Arapkir'den, Erzurum'dan gelip Balat ve etrafındaki dairelere yerleşen, kaderin cilvesiyle aralarında akrabalıklar kurulan ailenin bu civarlarda oturmuş olanlarının hepsini saymadım. Annemin amcası Ayvansaray'da, halası Eğrikapı'da, halasının kızı Kasım Günani camii yakınlannda, halasının oğlu Eğrikapı'da otururdu. Annemin dayısı bir ara Balat İskele ve Hızır Çavuş camilerinde müezzindi, daha sonra Fener sırtlarında Abdi Subaşı camiinde imamlık yaparken Patrikhane'den başlayan meşhur Fener yangınında camiyle beraber yanarak vefat etmiştir. Babamın başka bir akrabası Cemil Enişte Karagümrük taraflarındaki büyük bahçesinde sebze yetiştirir, eşeğiyle mahalle aralarında satıcılık yapardı. Yalnız babamın teyzesinin oğullan Beykoz'a yerleşmişler, oranın yerli halkına kanşarak balıkçı olmuşlar.
Nümune-i irfan iptidai mektebi öğrencileriyle dedem Hüseyin Hüsnü, yanındaki annem ve üvey annesi Saniye Hanım . (1920 civarı)
BALA T GÜZERGÂH/
Balat nerededir? Balatlı olmayanların bilemeyeceğini bugünkü kanaatimle söylediğim bu semte, o çocuk yaşlarımda İstanbul'un bütün yollarının çıktığına inanırdım. Demek ki gözümde Balat İstanbul'un Roma'sı imiş. Edirnekapı-dan; Eyüp'ten; vapur veya kayıkla Kasımpaşa'dan; Unkapanı'ndan; Çarşamba-Draman yoluyla Fatih'ten; Karagümrük ve Kurt Ağa’danve daha kimbilir nerelerden dolanıp yine Balat'a gelinirdi. Asıl Balat'a ulaşmak için, bugün herkesin daha kolay bilebileceği yollardan geçerek bu güzergâhın bundan elli-altmış yıl öncesini anlatmak istiyorum.
Fatih'ten Edirnekapı'ya doğru giden oldukça uzun sayılabilecek Fevzipaşa caddesi, İstanbul'un yedi tepesinden en yükseğine, Edirnekapı'ya tırmanır. Bu caddenin Edirnekapı'ya varmadan
biraz berisindeki semtin adı Acıçeşme'ydi. Bura dan eski bir Bizans sarnıcı olan, o zaman Çukur Bostan dediğimiz şimdiki Vefa Stadyumu'nun yanından bir yokuş, zaman zaman düzleşip sonra yine yokuşluğunu sürdürerek Haliç kıyılarına kadar iner. Bu caddenin adı önce Salmatomruk, devamında Sultan Çeşme, Kürkçü Çeşme, Vodf na ve Yıldırım caddeleri adını alarak Fener'de Haliç kıyısına kavuşur.
Bugün çok katlı apartmanların doldurduğu bu uzun yol üzerindeki çarşı mahallerinde ev ve dükkânlar bitişik düzende olup bunun dışında bir veya iki, nadiren üç katlı ahşap ve kâgir binaların hemen hepsi bahçe içindeydi. Kaldı ki bu evlerin arasında da büyük boşluklar, metruk arsalar, ekili bostanlar, koyun ve keçilerin otladığı çayırlar vardı. Bizans'tanberi İstanbul'un belki en çok iskân edilmiş olan bu taraflarında, muhtemelen bazan şehrin büyük bir kısmını ha rabeye çeviren yangınlar bu büyük boşlukları doğurmuş olmalıydı.
Salmatomruk caddesinden inerken sol taraf hemen tamamen boştu. Sağ tarafta dizili bir sıra ahşap evlerden birinin iki odalı daracık ikinci katında bir ara anneannem ve dayım oturmuştu. Evin asma, hanımeli, kudret nan ve çarkıfelek çiçekleriyle sarılmış arka balkonundan (o zamanlar tahtaboş denirdi) Çukur Bostan tabak gibi önümüze açılırdı ki o sıralarda Vefa Stadı yapılmış olduğundan anneannemin balkonu maçların bedava seyri için bulunmaz bir lüks tribün olmuştu. Bu sıra evlerin bitiminde sağa sapan Kurt Ağa Çeşmesi sokağının sağ tarafı
Çukur Bostan, sol tarafı ise harabe halinde boşluktu. Bu harabe içinde duvarları bile kalmamış bir cami yıkıntısını oyun yeri yaptığımızı hatta kınk minaresine çıkıp ezan okuduğumuzu hatırlarım. Sonraki yıllarda buralardaki çarpık yapılaşma sırasında izi bile kalmadı. Şimdi kayıtlarda Kasım Odaları Camii adıyla görülen yapının bu olduğunu zannediyorum. Aynı yerde zemin altında kalmış sütunlu, kemerli bir Bizans artığı harabe de bulunuyordu.
Salmatomruk caddesinin bitip düzelerek Sultançeşme caddesi adını aldığı ve sağ tarafta Draman caddesiyle birleştiği köşede ablamın son bir iki sınıfı, benim ise beş yıl okuduğum Taş Mektep var. Okulun karşısında, caddenin sol tarafındaki Neşter sokağı Kariye'ye doğru çıkan epey dik bir yokuştu. Bu yokuşun sağ tarafında bulunan, benim ilk okuldan mezun olma senelerime yakın açılmış ve bizden birkaç sene sonra da kapanmış olan Edirnekapı Orta Okulu da benim okulum oldu. Karşısında bir Rum küsesi (Panaia Uranon yahut Meryem Ana kilisesi) olan bu bina da kilisenin vakfı olup o yıllarda bir süre Maarif Vekâleti'ne kiralanmış olmalıydı. Taş Mektebin tam karşısındaki Bakkal Necati ile bir kurabiye-börek fırını teneffüslerde öğrencilerin ziyaret mahalleri olurdu. Buranın adı Sultan Hamamı'dır. Bu isim İstanbullulara hemen yalnız Sirkeci'de aynı adı taşıyan semti hatırlatır. Yol üzerinde sol tarafta ahşap işlemeli yarı kâr gir, balkonlu, üç katlı birbirine eş yapılmış üç ev bulunurdu ki semtin en güzel evlerindendi. Sağ tarafta ise bahçe içinde büyük bir Sinagog (îsti-
pol sinagogu) vardı. Sultan Hamamı, Balat'a inmeden önce, düzlükte kurulmuş, o civarın en kalabalık çarşısıydı. Bu düzlük bitip yeniden yokuş başlarken yol ikiye ayrılır, sola doğru Paşa Hamamı sokağı adıyla Molla Aşkı mahallesine gider.Yolun başında ve sol tarafta semte adını veren Sultan Hamamı'nı o zamanlar Hamamcı Ayşe Hanım ve oğullan işletirdi.
(Sultançeşme caddesi sağa doğru devam eder. Burada evler daha sıklaşmıştır. Sol tarafta atların da sulanmasına mahsus yalaklı çifte çeşmeler vardır?) Aşağıya doğru sağda, bizim Meydancık Camii dediğimiz, asıl adı mahallenin de adını taşıyan Hoca Kasım Günani camii yer alır. Çocukluğumda önce anneannemle, daha sonra tek başıma gittiğimi çok iyi hatırladığım ilk cami budur. İmamı, isminin başına bazan Deli sıfatı da takılan Tayyar Efendi'ydi. "Jet imam" lafının henüz bilinmediği o yıllarda Tayyar Efendi teravii namazını, arada selâm vermeden bir defada süratle yirmi rekât birden kıldırırdı. Caminin girişinde muslukların da bulunduğu karanlık bir taş avludan sonra mescit kısmı üst kattaydı. Yani fevkani denilen bir yapı. Salmatomruk'taki Kasım ağa camii gibi bu da Fatih devrine yakın eserlerdendir. Bütün bunlar fetihten sonra buraların ilk iskân edilen yerler arasında olduğunu göstermektedir. Caminin demir parmaklıklı ha-ziresi hemen yanındaki sokaktaydı. Saka Baba diye ziyaret edilerek mum yakılan kabrin sahabeden Halid ibni Zeyd'in sakası olduğu söylenirdi. Caminin karşısında merdivenli dik bir yokuş Paşa Hamamı sokağına bağlanır ve Hasan-Hü-
şeyin yokuşu adını taşır. Yokuşun solunda bahçe içindeki kabristanda yine sahabeden veya daha sonra Bizans fethine gelip şehid olan Haşan ve Hüseyin adlı zatların kabirleri vardır. O zamanlar bir evin bahçesinin içinde olan mezarlığa, ev sahibinin her akşam havlu ve su dolu ibrik koyduğu, sabahleyin de suyun boşalmış, havlunun da ıslanmış olduğu şeklinde bir menkıbe söylenirdi.
Sultan Çeşme caddesinin sol tarafı hemen tamamen dik bir yamaçtan ibarettir. Yukarıda bahsettiğim Paşa Hamamı sokağı, bu cadde ile gittikçe açılan bir açı teşkil ederek bu yamacın sırtından Haliç'e yüksekten bakan Molla Aşkı tepesine varır. Sultan Çeşme caddesi ise hep yokuş aşağı Balat'a doğru inecektir. Sağ tarafta Aynalı Dükkân sokağının sakinleri çoğunlukla Arnavutlardı. Meslekleri çok defa ciğerci, sebzeci ve aşçı idi. Aynalı Dükkân sokağının Sultan Çeşme caddesiyle teşkil ettiği köşede komşumuz Halide Hanım'ın evi vardı. Onun yanında da bizim ev.
Doğduğum günüm takvim yaprağı.
SUL TAN ÇEŞME CADDESİ, 58 NUMARALI EV
Babamın Kesmekaya'daki evde doğduğunu, büyüdüğünü, o evde evlendiğini yazmıştım. Hatta ablam da o evde doğmuş. Bir süre sonra büyük amcamın evliliği, onun ilk çocuğu derken ev dar gelmiş olmalı. 1929'da babamlar Sultan Hamam taraflarında bir eve kiracı olarak çıkmışlar. Daha sonra Kesmekaya’daki evde olan hakkını kardeşlerine devrederek edindiği bir miktar para ve biraz da borçla bu evi almışlar. Babamın kayıtlarında 2325 liraya satın aldıkları görülüyor. 1925'te yapılmış, gösterişli ve kagir bir bina. 4 Nisan 1930'da taşındıkları bu evde 26 Kânunusani 1931'de ben doğmuşum. Babam o güne ait bir takvim yaprağını, dünyaya geldiğim saati
kayderek saklamış. 1953 Mayıs'ında Fatih'e taşındığımıza göre yirmi iki yıl yaşadığım bu evin hafızamda epey teferruatlı çizgileri var.
Bodrum katıyla beraber, kullanılan üç katı olan evin bir de ayakta rahat durulabilecek kadar yüksekçe ve epey geniş bir tavanarası katı vardı. Bu haliyle karşımızdaki tepenin hemen en yüksek noktalarında bulunan Bekir ve Hüsnü Beylere ait köşk gibi iki yapı ile Aynalı Dükkân sokağındaki saatçilerin konağı dışında gıliba mahallenin en gösterişli eviydi. Babam, ev alındıktan bir süre sonra, o yıllarda çok defa ahşap evlere tatbik edilen bir çeşit izolasyon usulüyle, kuzeye bakan yan cephesini rutubetten korumak için sacla kaplatmış. Evin cephesinde, sol tarafta, birkaç basamak aşağıda, başı eğerek geçilebilecek bir kapıdan bodrum katına girilirdi. Asıl giriş ise sağda, çift kanatlı ahşap bir ka pıdandı. Bu kapıdan girince küçük bir taşlığın sağındaki ara kapıdan merdivenle üst kata, soldaki ara kapıdan da giriş katına geçilirdi (Tanpı-nar'ın Acıbademdeki Köşk hikâyesini okurken zihnim biraz tadil ederek hep bu evi çağrıştırmış tır). Yedi odalı evin tek aile için düşünülerek yapıldığı belli idi. Bu iki ara kapıyı ise, evin borcunu ödemek için alt katın kiraya verilmesi maksadıyla babam yaptırmış. Ben bildiğim za mandanberi de elektriği ve terkos suyu vardı. Ama her ikisinin de sonradan eve alındığı, boru-larının duvar kenarlarında ve dışta oluşundan belli oluyordu. Biz, merdivenle çıkılan üst katta oturuyorduk. Burada dar bir sofanın bir kenarına dizilmiş iki oda ve bir tuvalet, ön cephede ay-
nca bir küçük oda, arka tarafta da mutfak vardı. Büyük odalar geniş ve ferahtı. O zamanlar evlerin tavanları da şimdikinden çok yüksekti. Ön oda, üzerleri çok defa örtülü, bu yüzden hep yeni görünen, yerinden kalkmaz, ağır koltuklan (bunlan benim hatırladığım bir yıl İsmail amcam yapmıştı), bize çok şık görünen eski model gardrobu (o zaman aynalı dolap deniyordu), üç ayaklı yuvarlak orta masası, dört ayağı üzerinde neredeyse benim çocuk boyuma yakın, sütun gibi dar ve uzun ceviz sehpalan, hemen her zaman kapalı olan tülleri, bir tahta rulo etrafında yaylı bir mekanizma ile kıvnlıp yukan-aşağı sarılarak açılıp kapanan beyaz iş perdeleri, sonraki yıllarda onlann yerine alınmış ağır storlan, bir duvarına gerdirilmiş koyu renk ağır halısıyla güneşi az gören ciddi ve ağırbaşlı bir misafir odasıydı. Caddeyi her tarafından gören şahnişini ile daha cazip olduğundan son yıllarımızda, sobası olmadığı için özellikle yazın, orasını oturma odası olarak kullanıyorduk.
Arka odada ben doğmuşum. Burası bana daha güzel gelirdi. Doğu'ya bakan, bol güneş gören iki penceresinden çok geniş bir ufka açılırdı. Birkaç kilometre mesafede sol tarafta Fener sırtlarından ve Yazıcı mahallesinden başlayarak sağa doğru bütün Draman ve Kesmekaya mahallesi bu ufkun üst çizgisinde yer alırdı. Bu çizgide Yazıcı, Mehmed Ağa, Draman, Nişanca camileri nirengi noktalan gibi görünürdü. Fırtınalı ve tipili bir kış sabahı kalktığımız zaman Draman camiinin minare külahının uçmuş olduğunu heyecanla görmüş, o gün kime rasla-
mışsam bu haberi vermiştim. Burası oturma odamızdı. Annemlerin san topuzlu, aynalı karyolası da bu odadaydı. Karyola demirleri arasına yerleştirilmiş, üzerleri güneş kursu gibi bir merkezden dağılan çizgilerle desenli, el ayası büyüklüğündeki bu yuvarlak aynalarla kendime çeşitli oyunlar kurardım. Bir eksen etrafında dönen aynalan, güneş vurduğu zaman sağa, sola çevirir, güneş ışığının duvardaki akisleriyle projektör havası verirdim. Zaten İkinci Dünya Savaşı yıllanydı. Kaç gece yansı uyanıp gökyüzünü tarayan projektörleri seyretmiştik.
Hele soba yandığı için kışın muhakkak buradaydık. Şiddetli kışlarda oda kapısına, camilerde olduğu gibi kalınca bir battaniye de perde gibi asılıyordu. Ablam da, ben de böyle birarada, yere bağdaş kurarak, çantalarımızı dizlerimizin üzerinde masa gibi kullanarak öğrenim yıllan-mızı geçirdik. Mahallede birçok evde elektrik yoktu, fitilli gaz lambaları kullanılıyordu. Hatta Aynalı Bakkal sokağının başındaki küçük bir evde oturan Şükriye Hanım Teyze ve kocası Hacı Baba, bize sokakta, içinde mum yanan bir gemici feneriyle misafir gelirlerdi. Bizim evde elektrik vardı. Odalarda 25 mumluk (vat) ampul kullandığımızı çok iyi hatırlıyorum. Daha fazlasının olabileceğini bile düşünmüyorduk.
Evin küçük mutfağından bir balkona (tahtaboş) çıkılırdı. Bahçeden yürütülmüş bir asma ve hanımeli yaz güneşinde orada rahatça oturmamıza imkân verirdi. Tabanı tahta üzerine çinko döşeli balkona çıktığım saman, eve bağlayan kalın tahta payanda kütükler ayağımın altında
çıtırdar, bana çökecekmiş korkusu verirdi. Rüyalarımın pek çoğunda bu balkondan düştüğümü, fakat düşüşümün sonuna doğru âdeta uçar gibi yumuşak bir şekilde toprağa indiğimi görür ve rüyalarımın devam etmesini beklerdim.
Evin giriş katı mutfaksız olarak yukarki gibi üç odalıydı. Buradaki sofadan da bir merdivenle daha loş olan alt kata indirdi. Bu kat caddedeki alçak kapısından girilen, ocağı da bulunan geniş fakat basık bir mutfak, bir tuvalet ve bahçe üzerinde bir odadan ibaretti. Üst katlardaki sofaların yerine burada serin bir taşlık bulunurdu. Bu iki katta ilk zamanlar anneannemler, onlar çıktıktan sonra bazı kiracılar, bir ara da "Efendi Baba" dediğim dedemler kalmışlardı. Çocukluğumun en güzel zamanı anneannemlerin bulunduğu yıllarda geçti.
Dedemden çoktan ayrılmış olan anneannem, yine dul olan kızkardeşi (annemin teyzesi) ve uzun zaman bekâr kalan oğlu (Ömer dayım) ile beraber bu iki katta oturdular. Galiba ilk zamanlar, anneannemin yine dul olan ağabeyi, müezzinlik yaptığını söylediğim Mehmet Dursun Efendi de (annemin dayısı) bir süre burada kalmıştı. Sakallı Dayı dediğimiz Dursun Efendi kısa boylu, eski Erzurumluların çoğu gibi başında daima kasket, az konuşan galiba biraz da mutaassıp bir ihtiyardı. O zamanlar benim için bizim oturduğumuz katla buraların farkı yoktu, aynı ev gibi inip çıkardım. Hatta daha sonra kiracılar geldiği zaman bile bir süre bu aşırı samimiyetim devam etmişti. Biraz da evin bahçesine geçmek için başka yol olmadığından bu rahatlığa alış-
mıştım. Herhalde ilkokulun sonlarına doğru benim için evlerin sının belirmiş, çocukça girip çıkmanın yerine ara kapıyı tıklatıp izin alarak geçişler başlamış olmalıdır.
Bodrum katının tek odası bahçeye bakardı ve epey karanlıktı. Orada ben sadece mangal kullanıldığını hatırlıyorum. Demek nisbeten soğuktan mahfuzdu. Demir parmaklıklı ve geniş cumbalı penceresine oturarak bahçeyi, girip çıkan kedileri, kuşlan seyrettiğim bu hücreyi uzun zaman hep sevimli bir kış odası olarak hatırladım.
Ömer Dayım o sırada Balat’ta Haliç kıyısındaki Süreyya Paşa dokuma fabrikasında çalışırdı. Kadıköy tarafında Süreyya sinemasının, plajının da sahibi olan ve bir de sanatoryum yaptıran Süreyya İlmen'in bu fabrikası o yıllarda Fes-hane ile beraber Haliç'teki en büyük fabrikalardan biriydi. Daha sonra Adalet Mensucata dönüştü. Üç vardiya ile yirmi dört saat çalışan fabrikada dayım gece vardiyasına düştüğü zaman sabaha karşı eve yorgun argın gelir, ses duymamak için kulaklarına kadar geçirdiği bir yün başlıkla yatağa girer, ikindiye kadar kalkamazdı. Böyle günlerde uyumuş ve dinlenmiş olarak beni de yanına alır, Balat'taki Millî Sinema'ya beraber gider, kovboy filmlerini leblebi, fıstık çıtırtıları arasında heyecanla, bazan seyircilerin hareketlerine kapılıp kovboyları alkış ve ıslıkla teşci ederek seyrederdik. Eve dönünce de filmi görmeyenlere aynı heyecanla, kovboyların hareketlerini de taklit ederek anlatırdık.
Anneannem ve büyük teyzem sıcak yaz günlerini bahçeye bakan taşlığa serdikleri bir sedire oturup yün eğirmek, kazak-çorap örmekle
Anneannem ve büyük teyzem alt kat taşlığında yün eğiriyorlar (1941)
geçirirlerdi. Taşlığın bir kenarına koyduktan ekmek kınntılannı yemek için açık duran bahçe kapısından içeriye kadar giren serçeleri seyretmek, onlarla konuşmak en büyük zevkleriydi. Bazı serçeleri tanırlardı da. Kuyruksuz bir serçenin adını "poççik" koyduklannı iyi hatırlıyorum. O zaman üzerinde durmadığım bu kelimenin,
yıllar sonra Erzurum'a gittiğimde, mahalli şivede ''kuyruk" demek olduğunu öğrenecektim. Erzurumlu olan anneannem Binnaz Hanım mahalli şivesini kaybetmemişti. Keyfi olduğu zamanlar "Akşam oldu yine bastı kareler"i, "Mızıka çalındı düğün mû sandın"ı, "Bilibili çil horoz"u söylerdi. Sokakta oynamadığım zamanlar benim en iyi arkadaşımdı. Namaz kılmayı ilk defa onu taklit ederek öğrendim. Tabii kadınlar gibi tekbir getirerek, elimi onlar gibi göğsüme bağlayarak. Pazartesi günlerini ise özel olarak iple çekerdim. O gün Karagümrük'te pazar kurulurdu. Şimdi dü şünüyorum da, o Salmatomruk yokuşunu çıkmak, oradan Karagûmrüğe yürümek, sebze, meyva yüklenerek tekrar dönmek, demek ki geçim için katlanılır bir zahmetti. Pazar alış-veri-şinin benim için iki cazibesi vardı. İlki anneannemin. kendisine refakat etmemin bedeli olarak Karagümrük’teki bir kurabiye fırınından bana aldığı kuş lokumu. Galiba yirmi paraydı (Süratle değişen para değerleri için genç nesillere bir ölçü olmak üzere bir liranın yüz kuruş, bir kuruşun da kırk para olduğunu söyleyeyim. Demek kı kuş lokumu yarım kuruştu. Bir kilo ekmek yedi buçuk, bir simit bir buçuk, bir gazete de beş kuruş). İnce ve gevrek, on santim kadar çapında bir disket şeklinde olan bu kurabiye başka hiçbir yerde bulunmazdı. Lezzetini, şimdi kedi dili dedikleri kurabiyeye benzetmek istiyorum. İkinci zevkim alış veriş bittikten sonra anneannemin ikindi namazını kılmak için yol üze-nndeki bir mescide uğramasıydı. O, bazan caminin İçinde, bazan son cemaat mahallinde nama-
anı kılarken ben de bir gözüm bana emanet edilen pazar zenbilinde olarak, ayağımda çoraplarla, cemaatin olmadığı boş caminin tahta zeminini topuklarımla gümleterek üst katına çıkıp inerdim (1878 doğumlu anneannem, 196 İ de Salmatomruk'taki evde vefat etti).
Bahçede, evin duvarına hemen bitişik, ağzı taş çemberli bir su kuyusu vardı. Yaz günlerinde anneannem su soğutmak için hasır örülmüş büyük bir şişeyi oraya sarkıtırdı. Bazan yemeklerin bozulmaması için de kovaya yerleştınlmiş kapaklı tencerelerin makaralı iple kuyuya indirildiği olurdu. Kuyunun hemen yanıbaşında da bir emme-basma tulumba vardı. Aynca içine birkaç kişinin sığabileceği büyüklükte, yansına kadar toprağa gömülü iki büyük su küpü bulunuyordu. Çatıdan inen bir olukla yağmur suyu bu küplerde toplanır, bahçe sulamakta kullanılırdı. Bahçemizde çok güzel ve iri can eriğinden başka sulu ve gevrek sapsan altın ayvası, birkaç da ekşi çakal eriği vardı. Çiçek olarak anneannemin en sevdiği akşamsefalan başta olmak üzere karanfil, gül, su zambağı, hatmi, sardunya, sakız sardunyası, ıtır bulunurdu.
KOMŞULAR
Bahçeye çıkışımıza göre sağ taraftaki komşumuz olan ve iki bekâr ağabeyiyle oturan Romanya asıllı Halide HanımTa duvar bitişiği olduğumuzdan iyi konuşurduk. Halide Hanım evlere iğne yapmaya da giderdi. Sol tarafta bizi Ermeni komşumuzdan ayıran bir metre kadar bir duvar vardı. Sonra diğer komşumuz, babamın "Habibe Molla" adını taktığı Habibe HanımTn tahta perdesi uzanırdı. Emekli bir topçu zabiti olan ve bu yüzden kulakları işitmeyen kocasıyla kavga eder gibi bağıra bağıra konuşmaları, birbirlerinin sözlerini yanlış anlamaları eğlencemiz olmuştu. Üç katlı, pencereleri kafesli ahşap evin galiba hep en alt katında otururlardı. Çocukları, belki de kimseleri yoktu. Kimseyle görüştüklerini, hatta sokağa bile çıktıklarını bilmiyorum.Yalnız üç ayda bir emekli maaşlarını aldıkları zaman Fatih'e
kadar gider, Bulgar sütçüde birer muhallebi yer, gelirlermiş. Bize de çamaşıra gelen bir kadıncağız alış-verişlerini yapardı. Habibe Hanım'ın bahçesinde deve tabanı dedikleri bir incir vardı ki üçü dördü bir kilo gelirdi. Zaman zaman bize de gönderdikleri incirlerin tadını bir daha hiç bulamadım.. Bahçede, başında takke ve sırtında cepli entariyle dolaşan kocası, ağaca çıkıp incir toplayacağı zaman belini bir kuşakla sıkar, dalların üzerinde dolaşırken topladığı incirleri koy nuna doldururdu. Derken kocasının hastalandığını, yataktan çıkamadığmı duyduk. Bir süre sonra da öldüğünü. Kedileri çok seven Habibe Hanım onlara daha çok bağlandı. Evinde her birinin ayn adı olan bir sürü kedisi oldu. Kocası yerine artık onlarla bağıra çağıra konuşmaya, kavga etmeye başladı. Balkondan gördüğümüz bahçe kapısını açarak herbirine mamalarını tevzi eder, birbirlerinin nafakalarına tecavüz etmemeleri için bir taraftan da onları azarlardı. Duyardık ki kocasından kalan üç aylığı almak için gittiği Fatih’teki Bulgar sütçüde kendi başına bir muhallebi yemek tek zevki olarak kalmış.
Evimizin sacla kaplanmış olduğunu scyledi-ğim yan duvarı Ermeni komşumuzun bizimkinden daha büyük olan bahçesine bakardı. Komşumuzun evine zaman zaman giderdik de bahçesine hiç girmemiştim. Yalnız bizim misafir odasmın şahnişinin yan penceresinden bahçelerindeki acayip bir tulumba dikkatimi çekerdi. O zamana kadar görmediğim bu tulumba bir vapur dümenine benzer daire şeklindeki demir çarkın bir kol vasıtasıyla bir sağa bir sola dön-
dürmesiyle su çekerdi. Okula başlayınca bilmem hangi sınıfta su tulumbalarını okurken bunun "santrifüjlü tulumba" olduğunu öğrenince, parmağımı kaldırıp kimsenin görmediği bu aletin komşumuzda bulunduğunu gururla söylemiştim.
Yaşlı Ermeni komşumuzun adını Hekna diye telaffuz ederdik. Sonra babam bunun aslının İgnadyus olduğunu söylemişti. Zayıf, çıta gibi bir adam olan Hekna, doğrusu, mahallemizde, o yaşlardaki komşular arasında en entelektüeli idi. Galiba bir sabun fabrikasında ustabaşı olarak çalışıyordu. Bazan bize kolay bulamayacağımız renkli ve kokulu sabunlar getirirdi de annem onları kullanmaya kıyamaz, çamaşır sandığına, bohçalar arasına güzel koku yaysın diye yerleştirirdi. Bir gün de bana, içinde tahtadan yapılmış birden on beşe kadar numaralı kare şeklinde tabletler bulunan küçük bir tahta kutu getirdi. On altı haneli kutu içinde karışık dizilmiş olan tabletler yerinden çıkmıyordu. Oyun, tek boşluktan faydalanarak ileri geri kaydırmak suretiyle bunları sırayla düzene sokmaktan ibaretti. İlk sıralar kolay yapılıyor, sona doğru, hele en sonuncu tabletleri yerleştirmek için bayağı meharet gerekiyordu. Hemen hepsi çok ilkel olan oyuncaklarım arasında bu bana bayağı yeni ve orijinal gelmişti.
Ermeni komşularımız bayramlarımızda bize gelir, sonra noel vs. hristiyan bayramlarında da bizleri evlerine davet ederlerdi. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı?)Hekna, odanın duvarlarına gazetelerden kesilmiş savaş haritalan raptiyelemiş,
Almanların ilerleyişini, Rusların çekilişini günlük haberlere göre kırmızı kalemle onların üzerinde işaret ediyor, babamla uzun uzun sohbetlere dalıyordu. Karısı Madam Nartuhi kısa boylu, şişman bir kadındı. Zaman zaman annemle Karagümrük'te Aysu sinemasına gitmek üzere anlaşırlar, beni de refakatçi olarak aralarına alırlardı. Madam Nartuhi o yıllarda pek moda olan Arap filmlerine bayılır, annemle beraber ağ laya ağlaya seyrederlerdi. Kan-koca akraba ço-cuklanydı, bu yüzden iki kızlan da zihnen hastalıklı idiler. Eve kapanmış olan birini hiç görmedik. Diğeri, Hermine yirmisini geçmiş koca bir kız olarak bahçede oynar, salıncağında sallanır, ağaçlara çıkar, kendi kendine konuşur, şarkı söylerdi.
Yolun solundaki bir çeşmeden, ilk geldiğimiz yıllar Kırkçeşme denilen strakanTı. Daha sonra lan terîcoSa^Bağlandı. Bu çeşmenin karşısında simetrik yapıda iki katlı ahşap ikiz evler vardı, îlkinde Leman Hanım la tramvaylarda biletçilik yapan kocası Fâris Bey otururlardı. Galiba çocukları yoktu. Diğerinde ise benim ilkokulumda öğretmen olan, Halide Hanım, iki hayırsız erkek kardeşiyle beraber kalırdı. Daha sonra sol taraf ta, yine Molla Aşkı semtinden inen daha uzun bir merdivenli yokuşun, Pastırmacı yokuşunun köşesinde, Haliç vapurlarında biletçi bekâr oğlu Nevzat’la kalan Nebahat Hanım vardı. O tarihten benim hatırlamadığım birkaç yıl öncesine kadar Balat Millî Sineması'nda el feneriyle yer göstericiliği yaptığını işittiğim Nebahat Hanım’ı hem bizim sokağı, hem kürkçü Çeşmesi caddesini,
hem de Pastırmacı Yokuşu'nu gören şahnişinin penceresinde her zaman elinde sigarasıyla oturur, sokağı seyrederken görürdük. Yoldan gelip geçenler arasında tanıdıkları olursa onları durdurup çene çalmayı ve sağdan soldan haberler almayı sever, sonra da bu haberleri başkalarına ulaştırmakta gecikmezdi.
Nebahat Hanım'ın tam karşısında yine bir ahşap evde Tripso adında, çoğunun Perso dedikleri iri-yarı bir Rum kadını annesiyle beraber oturur ve terzilik yapardı. Bu ana kızın, İstanbul'un işgali yıllarında, Rumların çoğu gibi Türklere ters bakmağa başladıklarını, hatta "kopsi kefali" diye el işaretleriyle çocukların kafalarını kesecekleri şeklinde korkuttuklarını annem anlatırdı. Belki bu sebepten olacak Yahudi ve Ermeni'lerle ahbaplığımız vardı da Rumlarla pek yoktu. Yalnız annemin Kürkçü Çeşmesi karşısındaki o zamanın tek apartmanı olan galiba üç, belki dört katlı bir evin üst katında oturan Anna diye bir Rum terzisi vardı.
Fatma Hanım Teyze ve kocası Ahmet Amca, ailece görüştüğümüz biraz uzakça komşularr mızdandı. Ahmet Amca, önce Yüksek Öğretmen Okulu'nun, daha sonra da Edebiyat Fakültesi'-nin kapıcısı idi. Biri Vefa'da, diğeri ise Fındıklıda olan her iki okuldaki işine de yürüyerek gidip gelirdi. Ben Fakülte'nin ilk sınıflarını Fındıklı'da okurken Ahmet Amca da emekliliğine yakın, son yıllarında idi. Fatma Hanım'ın ilk kocasından, babamdan da birkaç yaş büyük oğlu Galip, karısından ayrılmış olarak iki oğlu ile beraber aynı evde kalırlardı. Galip Bey işçi idi. Bilmiyorum
hangi fabrikalarda ustalığa kadar yükselmiş, elinden çok iş gelir bir adamdı. Kürkçü Çeşmesi'ne yakın olan iki katlı evlerini de iki oğlu ile beraber kendisi yapmıştı. Genç yaşlarında, 1915'lerde Almanya'ya gitmiş, Danzig'de bulunmuş, fabrikalarda çalışmış, grevlere ve sokak hareketlerine katılmış, epey aşın, münakaşayı seven, karşısındakini tahrik edecek konular açmada usta bir komünist idi. Her gidiş gelişlerimizde babamla uzun uzun münakaşalara girdiklerini, âdeta dargın olarak ayrıldıklarını biliyorum. Birkaç defa hapse giren, nezarete alınan Galib’in evinde küçük fakat seçkin bir kitaplığı vardı. Kitap merakımın arttığı ortaokul yıllarımda burada Remzi Kitabevi'nin yayınlarından Mi-hail Zoşçenko'nun, Maksim Gorki’nin kitaplarını ve o yıllarda galiba Tan gazetesi yayınları olan, arka kapağında kocaman bir C harfi bulunan cep kitaplarının bulunduğunu hatırlıyorum. Bunlardan bazılarını evine gittiğimiz zaman yüksek sesle okur, arada izah eder, okumam için bana da verirdi. Bana verdikleri mizahî ağırlıkları olan, kolay anlaşılır kitaplardı. Sonraki yıllarda, Galip Sezik'in yahut çevresindeki unva nıyla "İşçi Galip"in ismine, bunlarla ilgili bir-iki yayında raslamıştım. Galip Bey'in büyük oğlu Kenan, bir ara Şehzadebaşı'nda, daha sonra Vefa Lisesi'nde arkadaşım olacak İzzet Tanju'nun babasına ait fotoğrafhanede (Foto Talat) çalışırdı. Savaş yıllannda askere gitti. Konya'da olduğu haberi geliyordu. Sonra haberler kesildi. Çok sonra o devirde büyük kırımlara sebep olan sıtmadan öldüğü işitildi. Küçük oğlu Orhan, ben-
den altı-yedi yaş büyük idiyse de benimle iyi arkadaşlık eder, bisikletine bindirip dolaştınrdı. O da okumaya meraklı olduğundan bana okumak üzere zaman zaman kitap, dergi verirdi. Hâlâ sakladığım ilk kitaplanmdan olan On İki Çocuk Hikâyesi ile sünnetimde hediye ettiği Bir Eşeğin Hatıratı ondan kalmadır.
Fatma Hanım'ın evinin karşısındaki iki katlı ahşap bir evde, yine çok iyi görüştüğümüz Mehmet Efendiler otururdu. Mehmet Efendi Balat'ta nalburluk yapan, yaşlı, şişmanca, sevimli ve candan bir insandı. Beni “çoluğum-çocuğum” diye sever, okumaya başladıktan sonra da İkdam gazetesinden tefrika edilen Dört Halife'nin tarihî roman tefrikalarını okuttururdu. Yeni yazıyı sonradan öğrendiği için yavaş okuduğundan benim okumamı tercih ederdi. Ama okurken uyuduğu, uyanınca dinleyemediği bölümü tekrarlattığı da olurdu. Karısı Nazire Hanım, kocasının aksine biraz suratsız bir kadındı. Kızlan Zahide de ablamın arkadaşıydı. Bir gece Mehmet Efendi'nin evlerinde bir şenlik oldu. Neydi bilmiyorum, kına gecesi, düğün filan değildi. Epey kalabalık olduğunu hatırlıyorum. Birdenbire elektrikler kesildi. Karanlıkta gaz lambası, mum filan arandı. "On kuruşu olan var mı?" diye bazı sesler yükseldi. Birileri on kuruş buldu. Evin bir köşesindeki kumbara gibi bir kutuya attılar. Elektrik ampulleri şıp diye yandı. Mahallenin bazı evlerinde elektrik olmadığını söylemiştim. Bazı evlerde de devlete bağlı elektrik idaresinin değil, AEG adlı bir Alman şirketinin dağıttığı elektriğin kullanıldığını o akşam öğrendim.
Şirket, elektrik dağıttığı evlere böyle mühürlü bir kumbara koyuyor, o zamanki sarı on kuruşlarla da, artık ne kadar süre ise yanıyormuş.
Birkaç yıl sonra daha mahalle içlerinde, Aynalı Dükkân sokağının ortalarında bir eve taşınan Mehmet Efendi'lerde küçük çocuk yoktu ama küçük bir çocuğu oyalayacak iki önemli oyuncak vardı. Biri, çok sonraki yıllar oyun salonlarında oynanan ve adına “langırt” denen nesneye benzer, cilâlı tahtadan, üst tarafı kemerli büyük bir dik dörtgen kutu, bir çubukla şıkır şıkır yuvarlanan parlak çelik bilyalar, bu bilyalann girdiği hanelere göre kazanılan puanlar vs. Adını bilemediğim bu kutu, bizim misafir gittiğimiz geceler benim için bir konsolun altından çıkarılır, ben de halının üzerinde onunla artık kendi kendime ne kadar oyananırsa oynardım. Bu çelik bilyalann şıkırtıları biraz sonra büyükleri rahatsız etmeye başlayınca sıra ikinci oyuncağa gelirdi. Benim için de o daha mühimdi, belki de o çıkarılsın bilyalarla fazla gürültü yapardım. Bu, bir ray üzerinde, göze göre ayarlamak için ileri-geri gidebilen iki mercekle, ondan yanm metre kadar mesafeye konulmuş iki kartpostal yuvasından oluşmuştu. Biz buna dürbün derdik. Bir kutu dolusu da kartpostal vardı. Aynı manzarayı gösteren bir çift kartpostaldan biri bir yuvaya, öbürü diğer yuvaya konur, dürbün kısmı da ayar edildikten sonra seyrine doyum olmazdı. Çünkü kartpostallardaki hayvanlar, gemiler, insanlar, evler âdeta aralarına, içlerine girebilecekmişsiniz, ormanlar derinliklerinde kaybolacakmışsınız gibi canlı idiler.
Çocukluğumun beni büyüleyen pek çok şeyi gibi onun da ne olduğunu yıllar sonra öğrenebildim. Bu stereoskop denilen ve gözlere merceklerle bir çeşit şaşılık vererek, birbirine benzemekle beraber iki ayn açıdan çekilmiş fotoğrafları üç boyutlu görmeye yarayan bir âletti. Ben Mehmet Efendi'nin evine her gidişimizde hepsi belki elli kadar olan bu kartpostalları bıkmadan seyreder, içimden bunlardan kendimde de olmasını hülya ederdim (Küçüklüğümün bunlar gibi hiçbir yerde göremediğim bazı oyuncaklarını, yıllar sonra Paris'te görüp oğullarıma diye satın alışım, çocukluğuma dönüş bahanesinden başka bir şey değildir).
Komşumuz Nalbur Mehmet Efendi'yi biraz daha büyüyünce başka bir hüviyetiyle, "mün-tchib-i sâni: İkinci seçmen" olarak görecektim.
İP CAMBAZLAR!
Evimizin bahçesinde, tam karşıya düşen bahçe duvarı, bizim bahçeden biraz daha alçak, fakat geniş ve ağaçlıklı başka bir komşunun bahçesine bakardı. Bu komşumuzun evine bizden sonraki bir aralıktan girilirdi. Bu aralık veya çıkmaz sokakta (sokak bir tarafından boş bir bostana baktığı için artık çıkmazlığı kalmamıştı) Ermeni komşumuzun giriş kapısı, RomanyalI bir aile, Habibe Hanım'ın kapısı, bir de bahsettiğim büyük bahçenin sahiplerinin evi. Bu ev tek katlı, vagon gibi uzun, ahşap bir barakaydı. Giritli bir aile otururdu. Şimdi, o evin Girit muhacirleri için hükümet tarafından geçici olarak yapılmış, gerçekten bir baraka olabileceğini düşünüyorum. Adı Nüncer Hanım olan ihtiyar bir anne, kulakları işitmeyen yaşlı dul bir oğlu, ondan biraz daha genç, fayton arabacılığı yapan diğer
bir oğlu, onun karısı ve iki çocuğu yaşardı. Nün-cer Hanım'ın gerçek adı böyle miydi, yoksa biz çocuk telaffuzuyla böyle mi derdik, bilmiyorum. Bir gün onlann bahçesinde oynarken büyük oğluyla anlamadığım bir dille konuştuklarını işittim. Eve gelince babama sorduğumda onlann aile içinde Rumca konuştuklannı söyledi. O zaman Nüncer Hanım Teyze'nin Türkçe telaffuzunun da, yakınlanmızdaki Rumların konuşmala-nna benzemekte olduğunun farkına vardım. Giritli müslüman Türklerin neden Rumca konuştuklarını ise halâ anlayamamışımdır.
Nüncer Hanım'ın bize sık sık geldiğini hatırlıyorum. Asıl hatırladığım da mevsimi gelince bahçesinde bulunan ağaçtan bize hünnap getirmesi. Hünnap... İğde büyüklüğünde, açık veya koyu kahverenkli kendisine mahsus lezzeti olan bu meyveyi hatırlayan kalmış mıdır? Şimdi de bazan Kadıköy çarşısında bulur ve geçmiş bir rüyayı hatırlamak için alırım. Nüncer Hanım’ın arabacı olan oğlu Cemil, bazan bizi de alır, gezdirirdi. Derken bir gün, hangi tarihte bilmiyorum, araba ve atlar satıldı, böylece mahalleye ilk taksi geldi. Elden düşme, horultulu, kocaman battal bir otomobildi. Bildiğimiz pencere camı gibi camları vardı. İlk günlerden birinde, önümüzdeki caddenin üst taraflarında bir yerde oynarken beni de yanına alıp evimizin kapısına kadar getirmişti. İnip binerken de "dikkat et cam kırıktır, elini kesmesin" diye de tembih etmişti.
Asıl anlatacağım Nüncer Hanım'ın bahçesidir. Bir tarihten sonra yazları bahçelerini bir
cambazhaneye kiraya vermeye başladılar. İşte o zaman benim için tam bir cümbüş de başladı. Cambaz ekibinden birkaçı bahçenin bir tarafına kurdukları uydurma bir çadırda yatıp kalkıyorlardı. Mahallenin birçok evinde olduğu gibi Nün-cer Hanım'ın da evinde elektrik yoktu. Halbuki cambazhane için elektrik lazımdı. Bizden istediler. Artık kaça anlaştılarsa, babam bizim balkondan uzatılan bir kordonla cambazlara elektrik gönderdi. Bu alış-veriş bana da istediğim zaman oraya girip çıkma imtiyazını bağışlamıştı. Ama ben daha çok kendi bahçemizin duvarından seyretmeyi tercih ediyordum (Zaten manzara kısmen evin balkonundan da görünüyordu). Duvarlarımız her halde yarım metre kadar genişlikte, üzerine muntazam malta taşlan döşenmiş olduğundan, bir de minder koyduk mu birinci sınıf balkon hatta loca seyircisi olurdum. Cambazhane bizden biraz aşağıda kaldığı için hemen duvann dibindeki sahneyi tepeden seyreder, asıl ip cambazlannı da tam karşımda tabak gibi görürdüm. Tahta sandalyelere oturmuş müşterilerin yüzleri bize dönük olduğundan dikkatli bir seyirci beni, ayaklarımı duvardan aşağı sarkıtmış olarak görebilirdi. Fakat sahne aydınlık, ben ise karanlıkta kaldığımdan kimsenin bu dikkati sarfettiğini zannetmiyorum.
Cambaz gecelerinin değişik programlan vardı. îlk yıllar, sadece meydanda, toprak zeminde ortaoyunu ve ip cambazı gösterilerinden ibaretken, daha sonra bunlara ilâve olarak hemen bizim bahçe duvannın dibine inşa ettikleri derme çatma, salaş bir sahnede de daha farklı gösteri-
ler yapılmaya başlanmıştı. Gece başlarken sahnede bir sıraya dizilmiş sandalyeler üzerine oturan ellerinde çalparalarıyla üç-dört kadın hanende, arkalannda ve yanlarında keman, ud, def, darbuka hatta zurna çalan esmer vatandaşların refakatiyle bir incesaz faslı geçerler. Bu bölüm kendiliğinden biraz sulanmıştır. Zira henüz bütün müşteriler gelmemiş, yavaş yavaş gelip yerleşenler de aralannda konuştuklarından hatta zaman zaman biraz uzaktaki tanıdıklarına seslendiklerinden bu ince saz faslı biraz da boşa gitmektedir. Zaten bütün seyirciler gelmiş de olsalar çok küçük çocuklar gezip dolaşmakta serbest ve bir taraftan da fındık, fıstık, leblebi, gazoz pazan açılmış olduğundan bu sululuk bütün gece devam edecektir. Derken incesaz biter, bir orta oyunu başlardı. Sahne yokken toprak zeminde oynanan orta oyununda bizim cambazhanenin “komik-i şehîri” Salim Güldürür diye bir adamcağızdı. “Güldürür” gerçek soyadı mı idi, yoksa bu meslekteki takma adı mı, bilmiyorum. Çoğu birbirine benzer oyunlar, şaklabanlıklar, terslikler, düşüp yuvarlanmalar, lafı yanlış anlamalar, arada ufak-tefek meclis dışı şakalar seyircileri gülmekten kırar geçirirdi. Birkaç defa da aynca getirilmiş kavuklu ve pişekâ-rın malûm orta oyunları oynanmıştı. Sahnede ise çok nadir olarak bir-iki ciddi oyun yani trajedi de oynanmıştı. Cambazhanenin sürekli kadrosunun dışında, geçici ve özel olarak getirilmiş bir ekibin oynadığı bu oyunların ailevî facialar, cinayet, kıskançlık, maktulenin hayaletinin beyaz kefeniyle mezarından çıkarak parmağıyla
katilini işaret etmesi gibi sahneleriyle Şekspir-den kolaj yoluyla uyarlamalar olduğunu söylemeye gerek var mı? Hatta bir defasında Sefiller'-in ilk bölümlerini de oynamışlardı. Oyunda kostüm ve makyaj da kullanan bu ekibin oyunları bende daha o yaşlarımda, boşa harcanmış, yerini bulamamış bir özenti olarak acıma duygusu uyandırdığını hatırlıyorum. Seyirci mi tutmamıştı, yoksa cambazhaneye biraz pahalıya mı mal olmuştu, her neyse, programın bu bölümü uzun zaman devam edemedi. Ama ben bu vesileyle, oturduğum yerden kulis arkalarını da gördüğüm için suflör, makyaj, kıyafet değiştirme gibi seyircinin farkına varmadığı ufak tefek sahne arkası tekniklerini de öğrenmiştim. Bu gibi oyunların oynanacağı günler kapıya resimli afişler de asılırdı.
Bu fasıllardan sonra da gecenin en heyecanla beklenen bölümüne, ip cambazlarına sıra gelirdi. Aralarında herhalde yedi-sekiz metre mesafe olan iki kalın direk arasına gerilmiş tel üzerinde gösteriler başlayacaktır. Zaten zurnanın "hatırla ey peri, o mesut geceyi" parçasını veya îvanoviçi’nin "Tuna Dalgalan"nı çalması, davulcunun "bir ki üç, bir ki üç..." daha doğrusu "güm pat çat, güm pat çat..." vals temposuna geçmesi cambaz programını haber verdiği için gürültüler kesilir, meraklı gözler havaya dikilirdi. Seyirciyi daha da heyecanlı sahnelere hazırlamak için ise zurna susar, davul "daba daba daba..." diye süratli vuruşlara geçerdi.
Cambazımız genç bir delikanlı olan Ali Rıza idi. Önce telden sarkıtılmış bir trapez (bana ka-
lırsa salıncaktı) üzerinde korkunç tehlikeli hareketler, az kaldı düşecekti dedirten ani bükülüşler... Fakat telden sarkan trapez zaten toprağa dört-beş metre kadar bir uzaklıktaydı. Ne olursa olsun, hayatında sirk görmemiş seyircinin çığlıkları yeterdi. Derken Ali Rıza, elinde terazilediği sırıkla telin topraktan başlayan eğik kısmından asıl direğe doğru ağır ağır yükselmeye geçer, direğe ulaşınca da ilk alkış kopardı. Bundan sonrası kolay. Artık yolda yürür gibi, bir direkten öbürüne, bazan düşer gibi yapıp çığlık attırarak, bazan koşa koşa, bazan ayaklarını bir gaz tenekesine sokup kıtım kıtım ilerleyerek dolaşması ertesi günler mahalle çocuklarının meclislerinde, seyredemeyenlere de tarif edilerek anlatılır dururdu. Benim de evde sofa dediğim aralıkta babama bir salıncak kurdurduğumu, benzer numaralar yaptığımı söylemeye gerek var mı?
Hele bir de keyfi gelmişse Ali Rıza tel üzerinde kınta kınta oynayarak bir de türkü tuttururdu:
Babamdan çok mal kaldı Onu da bu kızlar aldı Bu kızların uğruna Ayağımdan pantol kalmadı Vay dingala dingala Vay zingala zingala Kömürü de koydum mangala (veya)
Ayşe de Fatma dostum var Çalkala Ali Rıza çalkala
Bir zaman da Ali Rıza'dan biraz daha yaşlıca, kıyafeti daha profesyonelce, ellerinde deri bileklik, mayosu daha modern bir cambaz gelmişti. O daha tehlikeli numaralar yapıyor, tekerlek lastikleri çıkarılmış bisikletle ip üzerinde ileri-geri gidip geliyor, ağzından elindeki meşaleye alev püskürtüyordu. Hatta bir defasında kendini ipten ustalıkla yere atıp güm diye toprağın üzerine bağdaş kurmuş olarak düşmüştü de bir şey olmamış gibi ayağa zıplamıştı. Ona bir şey olmamıştı ama olan Ali Rıza’ya olmuştu, ötekinin gelişiyle bunun alkışlan azalmış, keyfi bayağı kaçmış, telde göbek atıp türkü söylemeyi bırakmıştı.
Kaç yıl devam ettiğini unuttuğum cambazhanenin de o yıl son gelişi olmuştu.
NEFS-/ BALA T
Belki dünyanın başka şehirlerinde olmadığı kadar İstanbul, mahalleleri, sokakları ile değil, daha çök semtleriyle tanınır. Mahalle ve sokak adlan biraz daha resmîdir. Yani kayıtlan vardır vs. Ama semt adları halkın dilinde kalmıştır ve daha yaygındır. Meselâ “Karagümrük, Acıçeşme, Sultan Hamamı, Küçük Mustâpaşa, Edirnekapı, Otakçılar gibi daha pek çok isme sokak veya mahalle adı olarak rastlayamazsınız. Bunlar semt adlandır ve oralar asıl bu adlarla tanınır. Balat da bir semt adıdır. Bu yüzden mahalle veya sokak gibi sınırlan yoktur, nereden başlar yıp nerede sona erdiği bilinmez. Belki yine bu yüzden herkesin farklı bir semt sının olabilir. Eskiler, bir şehrin asıl merkezini teşkil eden iç yerleşim bölgesine o şehrin nefsi, yani kendisi derlerdi. Benim için de nefs-i Balat. bizim evden
hareket ettiğimize göre, tâ Edirnekapı'dan başla yan yokuşların bittiği ve nispeten bir düzlüğün oluştuğu Kürkçü Çeşmesi caddesiyle başlar. Burada büyük bir çınarın gölgesinde yalaklı bir çeşme, halk arasında aynı adı taşımakla beraber aslı İsa Bey Camii olan küçük bir mescit, hazire-sinde de Abdullah Ensari'nin kabri vardır. Bu da Fatih devri yapılarından. Bu noktada yolun sağı, mescide doğru uzanan Sütlaç ve Hacı Rıza sokaklarıyla Yahudilerin yoğun olarak bulundukları mahalle içlerine doğru gider. Sol taraf Hacı İsa Mektebi sokağıdır ki Ermenilerin İstanbul'daki önemli mabetlerinden Hreşdagabet kilisesi ve ayazması buradadır. Yortu günlerinde İstanbul'un uzak yakın semtlerine oturan Erme niler kalabalık gruplar halinde, bazıları ellerinde kurban edilecek horozlarıyla buraya doluşurlardı. Sokağın sol tarafında kilise vakfına ait olduğu aklımda kalmış boş bir arsada bir ara adı galiba Mehtap Sineması olan bir bahçe sineması da yazları uzun zaman işletilmişti.
Bu sokaklara sapmayıp Kürkçü Çeşmesi caddesini takip ettiğimizde sağlı sollu, iki üç katlı evlerin arasından nefs-i Balat'a doğru gideriz... Gerek bu evler, gerekse mahalle içindeki evlerin hemen hepsi kâgirdir veya kırmızı tuğla dan yapılmıştır. Bizim oturduğumuz mahallenin dışında bütün Balat ve Fener evleri arasında ahşap ev veya konak denilebilecek bir bina hatırla mıyorum. Muhtemelen mahallelerin geçirdiği birkaç büyük yangından sonra, özellikle gayri müslim ekalliyetler bu tarz yapıyı tercih etmiş olmalılar. Bazı sokakların cetvelle çizilmiş gibi
düzgün oluşu da az-çok bir plana göre düzenlendiğini gösterir. Bu evlerin hepsi denecek kadar çoğunun birkaç basamakla çıkılan içerlek kapılan demirdendi ve yine demir kafesli buzlu camı vardı. Yan odasının bir de bu kapıya bar kan alt kat penceresi bulunurdu.
Ahrida Sinagogu bu caddenin sağındadır. Rum ve Ermeni kiliselerine merak ve tecessüsle girip dolaştığımı biliyorum da hiçbir sinagoga girmediğimi de iyi hatırlıyorum. Musevi olmayanları almazlardı diye mi, yoksa iğneli fıçı hikâyesi kafamızı doldurmuştu da korkudan mı, bilmiyorum. Sinagogu geçince yine sağ tarafta bir kireçhane vardı. Çift kanatlı kapısından girince biraz meyilli toprak bir zeminden, tepeden ışık alan karanlıkça ve serin bir alana girilir, burada yer yer bazılarından geniz yakıcı duman tüten kireç havuzları görülürdü. Burasını anne tarafımızdan uzaktan hısım olan Mahmut Ağa işletirdi. Daha sonraki yıllarda sıcak havalarda evlere buz alma modası bizim mahalleye de girince, herhalde serinliği sebebiyle olacak, aynı zamanda kalıp buz satışları yapıyordu. Ki-reçhaneyi de geçince benim o yaştaki telakkime göre büyük bir dört yol ağzına gelinir (Son yıllarda zaman zaman tekrar bu tarafları gezdiğimde dört yol ağzı yerinde ise de artık gözümde o eski büyüklüğü yok). Burası Balat'ın kalbidir. Bütün bu tarafların sakinleri sanki buradan her gün geçmek zorunda gibi gelirdi. Geldiğimiz yön Salmatomruk yokuşundan Edirnekapıya; gittiğimiz taraf Fener'e Unkapanı'na, Eminönü’ne; sağımızıdaki yokuş Kesmekaya'ya, Draman'a,
Çarşamba'ya, Fatih'e; solumuz da Balat içine ve o zamanki vapur iskelesine ulaşır. Bu dört yol ağzının sol köşesinde bodrum katının üzerinde tek katlı kadim Balat Karakolu, daha sonra hemen bütün karakollarda olduğu gibi, esnafın yardımıyla üç katlı bir bina olmuştu. Onun karşısında, bütün kasaplar gibi Eğinli olan Ahmet Efendi'nin iki kapılı dükkânı. Kapısında ipe bağlı, rüzgârdan arkası önüne gelen bir karton üzerinde, ucuzluğu gösteren bir yazı: "Kıvırcık 45 Kuruş".(Biz ve diğer Türk evlerinde hemen hep koyun eti (kıvırcık ve dağlıç), gayri müslimlerin de sığır eti kullandıklarını hatırlıyorum, ilkokuldan beri evin alış verişini yapmaya alışık olduğum için esnafı, fıyatlan, sebzenin, etin, balığın nasıl seçileceğini bilirdim. Kasaplarda etler, üzerlerindeki mor renkli belediye damgalarıyla çengellerde ve tel dolaplarda asılı dururdu. "Etlerimiz buz dolabındadır" yazısı ise 1950'lere yakın başlamıştı.
Üçüncü köşede Laz Bakkal'ın dükkânı. Ali ve Ahmet kardeşler. Genç olan Ali daha açıkgöz bir esnaf, yaşlısı Ahmet Efendi daha saftı. Civardaki müslüman bakkalların en büyüğü burasıy-dı. Çuvallar içinde bakliyat, şeker, pirinç kısa saplı parlak demir küreklerle kese kâğıtlarına doldurulur, müşterinin bezden yapılmış el torbalarının içine konurdu. Zeytinyağı büyük varillerin alt tarafındaki musluktan, müşterinin getirdiği şişeye konurdu. Gaz ocakları ve lambalar için gaz da böyle variller içindeydi ama yiyecekleri kokutmasın diye dükkânın en uzak köşesinde dururdu. Hemen hiçbir şey şimdiki gibi
ambalajlarda, kutularda değildi. Zaten o kadar bolluk ve çeşit de yoktu. Evlerde nadiren kullanılan sebze konserveleri her halde en az bir buçuk kiloluk büyük silindir kutulardaydı. Zaten tek bir marka vardı: Ermiş.
Dördüncü köşede Tahsin Efendi'nin gazete, ufak tefek kırtasiye, pul, tütün satılan büfesi yer alırdı. Tahsin Efendi'ye Acem derdik. İstanbul'da kahvehane işleten pek çok insan için dediğimiz gibi. Sonradan bunların Azerî Türkleri olduğunu öğrendik. Tahsin Efendi'nin bulunduğu köşeden yukarıya, Draman'a doğru çıkan yolun adı Ayan caddesidir. Burada şekerci Niyazi’nin kendi imal ettiği, adına şimdilerde 'ekler' denilen kremalı pasta, biraz paralı günlerimizin en sevdiğimiz tatlısı olurdu. Zaten Balat'ta başka çeşit pasta görmemiştik. Niyazi'nin bir de, akide şekeri istediğimiz zaman, önündeki sekiz-on kavanozdan, el çabukluğuyla, birinin pirinç kapağını ötekinin üzerine koyarak şekerleri madenî bir kürekle elindeki kese kâğıdına doldurmasını zevkle sey-rederdim.
Ayan caddesinde Yahudi bir piyango bayii, asıl kırtasiyecimiz olan diğer bir Yahudi, tezgâhta şişman suratsız İtalyan asıllı karısının oturduğu eczacı Hüsamettin, daha yukarıda nefis muhallebi, kazandibi ve kâse yoğurdu imal eden Bulgar sütçü Karakaş (Tabelasındaki adını halâ hatırlıyorum: Sotiri Kiryako Karakaş) vardı. Onun karşısında da Ayia îstirati Rum kilisesi. Biz bu taraflara, bu kelimeden bozma olarak Alistirati derdik. Buradan da yukarısı Kesme-kaya ve Draman'a gider ki artık Balat olmaktan
da çıkar.
Dörtyol ağzında, karakolla kasap arasındaki sokağın adı Leblebiciler’dir. Bu sokak sebzeci, balıkçı, kasap ve bakkal doludur. Sol tarafta semtin en büyük bakkaliyesi olan Filip’in mağazası vardı. Yiyecek, züccaciye, mutfak eşyası gibi çok çeşitli mal bulundururdu. Market lafının henüz bilinmediği o yıllarda böyle büyük dükkânlara bakkaliye denirdi. Bu yolun ortalarında bir yerde, daha küçük yaşlarımda hatırladığım ihtiyar bir Yahudi, kaldırım üzerine koyduğu sandalyesinde oturmuş halde laterna çalardı. Aletin bir tarafından soktuğu delikli kıvrım kıvrım nota kartonları öbür uçtan yere doğru katlanıp dökülürken, bir maniveleyla çevirdiği laternadan akordeona benzer müzik sesleri gelirdi. Hafızamda halâ bir takım vals, tango gibi hafif alaf ranga parçaları uzaktan uzağa işitir gibiyim. Etrafıma duyduğum tecessüsün arttığı yaşlarımda ise artık laternacı yoktu.
Bu yol ilerde ikiye ayrılır, sağ taraf yine leblebiciler olarak devam eder. Burada komşumuz Arnavut Ciğerci Emin Efendi (Emin Erhonuma). karşısında bir-iki meyhane (bunlardan birinin ta Bizans zamanından kalma Agora meyhanesi olduğu rivayeti her halde son yıllarda turistik oyunlarla uydurulmuş olsa gerektir), Kasım Efendi'nin fırını, her türlü tamircilik elinden ge len Ali Usta'nın küçük atölyesi, kâğıtçı, ayakka bı tamircisi, nalburlar arasında beni "çoluğum çocuğum" diye seven komşumuz Mehmet Efen di'nin iki basamakla çıkılan dükkânı. Biraz daha ilerde solda Şekerci Fatma Hanım'ın oğulla
rıyla beraber çalıştırdığı şekerci dükkânı ve imalathanesi. Şekercinin karşısı Balat Kapısı denilen küçük bir sokak sol tarafta Ayvansaray’a ve Eyüb'e, sağ tarafta Unkapanı'na doğru giden Mürsel Paşa caddesine açılır. Bu caddede, şimdi hiçbir iz kalmayan kapısının üzerindeki latin harfli kitabesinde adını unutamadığım, bir kilise vardı: "Turisina Manastır Ayios Yani". Caddeyi keserek karşıya geçince Balat vapur iskelesine varılır. Burada diğer bir iskeleden semtin çöpleri, çöp arabalarından büyük mavnalara boşaltılır. Daha sonra bunlar başka mavnalarla birleştirilerek bir römorkörün çektiği uzun bir kervan halinde Marmara denizinin ortasına boşaltmak üzere yola çıkardı. Civarın çok fakir insanlarının bu mavnalara doluşarak çöpleri karıştırıp işe yarar nesneleri aldıkları çok görmüşüm-dür (O yılların ekonomik güçlükleri ve semtin zaten fakir olan genel yapısı düşünülünce çöplerden neler toplanabileceği kolay tasavvur edilemiyor). İskele yakınında Yusuf Şücaettin Camiinde, ki biz İskele Camii derdik, daha önce bahsettiğim Sakallı Dayım bir süre müezzinlik yapmıştı.
Balat vapur iskelesi, bizim için Beyoğlu’na çıkmanın en kestirme yoluydu. Buradan, hep büyük bir ateş ütüsüne benzettiğim Haliç vapurlarıyla veya üzeri tenteli dolmuş kayıklarıyla Kasımpaşa'ya geçer, oradan Evliya Çelebi yokuşuna, Şişhane'ye çıkınca Beyoğlu’na varmış olurduk.
Leblebiciler sokağı ikiye ayrılırken, ona paralel olan üst sokağın adı Lapçıncılar'dır. Bu so-
kağın başında iki kanatlı büyük demir kapısıyla Yanbol sinagogu yer almıştır. Sokağın devamında iki sıra kumaşçı, manifaturacı, tuhafiyeci, terlikçi gibi daha temiz iş yapan esnafın dükkânları yer alır. Bunlar arasında adlarından çok lakaplanyla tanınan iki Yahudi tuhafiyeciden biri Altındiş, diğeri Tamahkâr diye bilinirdi. Bu sokakta çok eski olduğu belli yüksek duvarlı iş hanları vardı. Daha ilerde seyyar satıcılann doldurduğu bir pazar yeri, Balat (Çavuş) hama-mı ve dedemin imamlık yaptığı Ferruh Kethüda camii bulunur. Yolun buradan sonrası da Ay-vansaray'dır.
Yine dörtyol ağzına dönüyorum. Kürkçü Çeşmesi caddesinin buradan sonrası Vodina caddesi adını alır. Sol tarafta Rumların işlettiği büyük bir bakkaliye. Üvey dedem Bekir Efendi yi ve Nuri Amcam'ı tanıyan bir helvacı, küçük yaşta koltuğuna özel bir tahta koyarak çocuk yaşlarımda beni traş eden sonra da hep devam ettiğim berberim, Hamdi Sekban'ın fırını, bir ara ramazanlarda Karagöz oynatan bir kahvehane, bir çıkmaz sokağın içinde Millî Sinema. Tahsin Bey'in işlettiği bu sinema Balat'ın en eski ve uzun zaman tek sinemasıydı. Daha sonra aynı yolun daha aşağısına doğru yazlık Çiçek Sineması, bir de Kürkçü Çeşmesi'ndeki Mehtap Sinemasıyla beraber üç olmuştu. Sinemanın karşısında adı galiba Levi olan bir Yahudînin eczanesi vardı. îki vitrinli, ortadaki kapısından girince geniş, yüksek ferah tavanlı, sağda, solda cam kapaklı dolaplarının bazılarında yeşil boyayla "hafif Zehirler", kırmızı boyayla "Şiddetli
Zehirler" yazmaktadır. Giriş kapısının tam karşıya gelen cam vitrinli tezgâhının üzerinde de Arap harfleriye bir levha bulunurdu. Eski harfleri öğrendiğim daha sonraki yıllarda bunun harekeli güzel bir nesih hattıyla "Li-külli dâin devâün: Her hastalığın çaresi vardır" hadisi olduğunu öğrenmiştim. Eczanenin eski sahipleri mi müslümandı, yoksa Levi'nin bir jesti miydi, bilmiyorum. Ama o yıllarda çoğunluğun gayrimüslim olduğu bir semtte aynı ortak kültürü yaşayan insanların o kültürdeki paylarını gösteren dikkate şayan bir davranıştı.
Yolun Fener'e doğru kıvrıldığı yerde Tahta Minare mescidi vardır. Bu da diğerleri gibi bir Fatih devri yapısıdır. Mescid'in hemen alt tarar fında küçük bir aktar dükkânı bulunuyordu. Sahibinin adıyla değil Hafız takma adıyla bilinirdi. Şişman, dört adımlık dükkânının içinde bile adım atmaktan nefes nefese kalan ihtiyar aktara, bu zorluklarından doğan, söz meclisten dışa n, bir de sıfat takmışlardı. Hafız'ın dükkânında ne arasanız bulunurdu. Yerden tavana kadar rafları, çeşitli boy ve renkte şişeler, kavanozlar, tahta ve mukavva kutular doldurmuştu. Hepsinin üzerindeki etiketlere eski harflerle ne olduklarını yazmıştı. Bu gibi dükkânlarda bulunması gereken ve çeşitli dertlere deva otlar, terkipler, tozlar dışında uçurtma çıtası, ızgara, maşa, tahta kaşık, maytap, esericedid kâğıdı, cetvel, çakı, gül makası, musluk contası, demir kalem ucu, iğne-iplik, kopça, çıtçıt gibi herbiri ayn bir esnafta bulunabilecek ve çok defa beni "kimin aklına gelecek de buraya şunu almak için uğraya-
cak?" diye düşündüren bir yığın nesne. Halim Hoca'dan hat dersi almağa başladığım zaman ilk ihtiyaçlarımı Sahhaflar'da Hulusi Efendi nin oğ lu EkrenTKâradeniz'in dükkânından almıştım. Bu malzeme, Yüksek öğretmen Okulu'nda okumakta olduğum için Çapa'daki odamda duruyordu. Eve geldiğim bir hafta sonu meşk vazifemi yapmam gerekti. Çapa'ya gitmeye üşendin. Aklıma Hafız geldi. Ummamakla beraber şansımı denemek istedim. "Kamış kalem var mı?" dediğimde kalktı, raflardan birine bir merdiven dayayarak büyük zahmetlerle yukarı çıktı. Oradan bir kutu indirirken "zamk-ı arabî, lika filan da istiyorsan beni bir daha çıkartmadan söyle!" dedi. Gerçekten bunlan da isteyecektim. O zaman anladım ki bütün bu nesnelerin bir gün müşterisi çıkar sabn, bütün eski insanlarımız gibi esnafın da felsefesiydi. Malı kısa zamanda tükettirip yerine yenisi koyma aceleleri hiç yoktu. *
Belli bir sının olmamakla beraber Tahta Minare'den sonra artık Yahudi evleri bulunmazdı. Bundan sonra Rum evleri başlardı. Zannederim Balat'ın Rumlan Yahudilerden daha zengin-di. Evleri umumiyetle üç katlî~daha muhkem yapılardı ve sokaklar boyunca bir mimarî elden çıkmış gibi düzenli görünüşleri vardı. Tahta Mİ nare'yi geçince sağ tarafta bir yokuş Kiremit mahallesi denilen ve eski İstanbul'dan kalan pek çok şeyi hatırlatan pitoresk bir semte gider. Bugün bu adı taşıyan mahalle değil, sadece bir cadde vardır. Bu yokuşun devamı Mesneviha-ne'ye, Murat Molla kütüphanesine ve Çarşamba'ya ulaşır.
Tahta Minare'den sonra Vodina caddesi adr nı alan yolun başında, yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçe içinde Ayia Yorgi kilisesi vardır. Daha sonra sola kıvrılan yol Yıldırım caddesine birleşir. Burada vitrininde, her önünden geçişte tecesüssümü çeken, içinde çocuk cenini olan bir kavanozun teşhir edildiği bir eczane, Fener Pos-tahanesi ve bir pastahanenin varlığı aklımda. Yıldırım caddesinin son ucunda, ileriye doğru Ortodoks Patrikhanesi'nin duvarları ve binaları görünür. Bu noktadan sola sapınca yine Mürsel Paşa caddesine çıkılır. Caddenin karşısına geçtiğiniz zaman da geniş bir meydanın Haliç'e açıldığı görülür. Fener vapur iskelesi de buradadır. Çocukluğumda Haliç'in nisbeten temiz olduğu yıllarda yerli halkın değilse de denizcilerin motor ve mavna küpeştelerinden kendilerini bırakarak buralarda denize girdiklerini hatırlıyorum. Demek ki Haliç'in daha temiz yıllarıydı. Bu meydan Fener semtinin mesire yeriydi. Sıcak yaz gecelerinde genç kızlar, erkekler, aileler kolkola girerek dolaşırlar, umumiyetle Rum gençleri de ellerinde mandolinleriyle Rumca şarkılar söylerlerdi. (Çapa'da okurken, Eğitim Enstitüsü'nün müzik öğretmeni Ekrem Zeki Ün onun için mi mandolin çalanlara kızar, "Bırakın şu Rum çalgısını!" derdi?) Vapur iskelesinin hemen solunda da bir şarkılı gazino vardı. Sahnede ince saz faslı yapan kadın ve erkek şarkıcılar, saz çalanlar iskelenin kenarından görünürdü. Bu taraflarıyla hatırlandığı zaman o yıllar Haliç'in bayağı Boğaz sahillerine benzediği anlaşılıyor.
Fener meydanının tam ortasında, bir kapısı
Fener Nahiye Müdürlüğü, diğeri başkomiserlik olan koca bir ahşap konak vardı Babamın polislik mesleğindeki ilk görevi de bu merkezde başlamış. 1921 Mayısında geldiği Fener merkezinde o yılın Ağustosunda, işgal altındaki İstanbul'da Yunan askerlerinin ve yerli Rumlann sebep olduğu bir hadise yaşamış olduğunu anlatırdı. Fenerde Yunan Jandarmalarının kendi aralarında particilik yüzünden çıkan bir çatışma sırasında meydanda bulunan gümrük kulübesinin içindeki bir gümrük memurumuz serseri bir kurşunla yaralanmış, ayrıca çatışmada Yunanlı jandarmalardan yaralananlar olmuş, biri cimüş. Kaçan suçluyu babamın bir arkadaşı takip ederek bulunduğu yerde yakalamış, fakat bu sırada hadiseyi haber alan Rumlar etrafı sararak suçluyu polisin elinden almaya teşebbüs etmişler. Polisler de tabanca ve meçlerini çekerek zorlukla yol açıp suçluyu merkeze getirmişler. Rumlar büyük bir kalabalıkla merkezi de sarmışlarsa da civardaki bir askerî itfaiye bölüğünün yardımıy la gece yarısı saat birde hadise yatıştırılmış. Fener polis merkezi bana babamın yirmi bir yaşında geçirdiği bu ilk meslek tecrübesini hatırlatır.
Son olarak Balat'ın doktorlarından da bahsetmeliyim. Benim hatırladığım yılların biraz öncesine kadar doktorların muayenehaneleri yokmuş. Bunlar kendilerine yakın eczahaneler-de otururlar, hasta için çağrılınca evlerine giderlermiş (Babam Çarşamba'da, ağabeyinin helvacı dükkânının karşısındaki eczanede meşhur musiki nazariyatçısı ve bestekâr Doktor Suphi Ezgi'nin oturup hasta beklediğini söylerdi). Be-
nim çocukluğumda artık muayenehaneleri vardı. Ama ben bunların nerede olduklarını hatırlamıyorum. Çünkü çağnldıklan zaman hiç yüksünmeden ellerine deriden yapılmış küçük ve geniş çantalarını aldıklan gibi hastanın evine gelirlerdi. Anlaşılan eve gelişle muayenehanedeki vizit ücreti arasında pek fark yoktu. Yanlış hatırlamıyorsam vizite ücretleri elli kuruştu. Telefonun neredeyse hiç bulunmadığı bir zamanda veya mekânda idik. Doktoru bulmak İçin de yine eczahanelere haber bırakırdık. Bizim iki doktorumuz vardı. Biri Bünyamin Alfandari Sevik, diğeri Jak Beraha. Her ikisi de Yahudi idi. Her hastalığa çağrıldıklarına göre her halde pratisyen doktor idiler. Zaten mütehassıs doktor sayısı da pek fazla değildi. Bünyamin kısa boylu, şişmanca sevimli, hastaya güven veren, biraz şakacı tarafları olan bir adamdı. Beraha zayıf, uzun boylu, daha ciddi. Temiz beyaz bir mendili hastanın göğsüne, sırtına dayayıp kulağıyla dinlerler, sol ellerinin parmaklarını hastanın değişik yerlerine dayayıp sağ elleriyle tık tık tık vururlar. Tabii nabız da sayılır. Aç ağzını..aaaa!.. Daha çok. Aaaaaaa... Tamam. Karnı ağrıyorsa eliyle çocuğun karnına bastırarak ağrıyan noktayı keşfetmeğe çalışırlar. Film çektirmek, kan, idrar tahlili istemek çok nadir hastalıklar için. Reçete yazılır. O zamandan bu zamana doktorla nn tarzlarında değişmeyen tek şey reçetelerin okunaksız oluşları.
Şimdi kutularda, şişelerde, plaketler içinde hazır bulunan ilaçların o zamanki adı "müstahzar" idi. Bu gibi ilaçların sayısı pek azdı. Asıl
ilaçlar, doktorun reçetede eczacıya hitaben tarifini verdikleriydi. Bunlar miligram hesabıyla bir takım nesnelerin, tıbbî, kimyevî maddelerin birbirine karışmasından oluşan ilaçlardı. Reçeteyle eczacıya gidilir. İlaca göre ya birkaç saat sonra alabileceksinizdir veya on-beş yirmi dakika orada oturacaksınız. O zaman eczacı arkada ki laboratuvanna çekilir, havanların, tüplerin muhteviyatı doktorun tarifi üzerine bir terkip olur. Derken elinizde üzerine etiketle nasıl kullanılacağı yapıştırılmış yarım litrelik koca bir şişe, "yemeklerden sonra birer çorba kaşığı". Şimdiki renkli haplar gibi bir cazibesi yok, üstelik tatlandırılmamış da olduğu için zehir gibi bir şey. Yahut küçük paketler haline getirilmiş tozlar. Nasıl yutulur, ağzınızın içinde dağılır, iyice acılaşır. Veya güllaç denilen her halde iki santim çapında yuvarlak kapsüller (hap) içinde. Bir çocuğun bunları yutması ne kadar zordur, yarabbi!
Eskinin herşeyi güzel değildi şüphesiz. Hele tıp alanında şimdiki nesillerin daha talihli olduğunu inkâr etmek mümkün mü?
B/R SONBAHAR. MASAL!
Sonbaharla birlikte kulağıma çok uzak yılların arkasından, bir yığın çocuk sesinin bir ağızdan uyumsuz ve falsolu okuduğu, melodisi fark edilmeyen, sonuna doğru sesin iyice düştüğü monoton ve hazin bir şarkı da gelir:
Sonbahar geldi, soldu yapraklar.
Sarardı kırlar, çiçekler otlar.
Bahçeler hazin, tabiat meyus.
Kuşlar ötmüyor, olmuşlar sus-pus.
Bana bu hüznü veren, şarkıda geçen "hazin" kelimesi midir, şarkının bütünü müdür, yoksa geçmiş zamanın doğurduğu bir nostalji midir, bilmiyorum.
Tabiatta olduğu gibi, yaşlılar için de bir perdenin daha kapandığı mevsim olan sonbahar, nedense tatilleri yaza getirmenin adet oldu-
ğu eğitim hayatında yeni bir açılıştır. Bu yüzden bana tabii bir hüzünle beraber çocukluğumun bir müjde gibi gelen okul açılışlarını da hatırlatıyor. Yine de o mektep şarkısını her sonbahar başında, boğazımda bir düğümle hatırlarım.
Hayatımızın değişen birçok safhası gibi, öğ rencilik yıllarımız da bugünün çocuklarına bir masal gibi gelir. Benim neslim ilk, orta ve liseye kadar okullarımıza yayan gidip geldi. Özel okul, servis aracı, özel ders, dershane, yabancı dille eğitim, forma denilen mecburi ve pahalı kıyafet gibi şimdi çocuklarla beraber aileleri de cendereye, azaba sokan manasız sıkıntılarımız hiç olmadı. Türkiye enflasyonsuzdu ama tasavvur edilemeyecek kadar da fakirdi. Mahallemizdeki çocukların çoğu okul dışında, toprağa yalınayak basarlardı. Hatta pek çok büyükler de. Buna rağmen insanların ve özellikle çocukların bu günkünden daha mutlu bir hayatları vardı gibi geliyor bana. Belki de geçmişin güzelliklerine aldanan her yaşlı gibi ben de yanılıyorum...
1938 yılının böyle bir eylülü olmalı. Okul, evimize herhalde on dakikalık bir mesafedeydi. Bu, adına taş mektep denilen Abdülhamid devri yapısı, bodrum katı dışında tek katlı, herhalde altı-yedi dershaneli, o yıllardaki bütün ilkokullar gibi adı numaralı olan Onyedinci îlkokul'du. İlk gittiğim günü ve sevinmekten çok heyecan, hatta korku içinde olduğumu hatırlıyorum. Benden yedi yaş büyük ablam elimden tutup kısa pan-talonum, belden beyaz lastik kemerle sıkılmış siyah önlüğüm, siyah uzun çoraplarım, geniş, beyaz ve kolalı yakalığım, elimde kapaklı kutu
şeklindeki çantamla beni sıkışık bir avluya, büyük-küçük tanımadığım bir yığın çocuğun arasına bıraktığı zaman bir an şaşkma döndüğüm ve geri dönüp uzaklaşan ablama, yaşarmaya başladığım gözlerimle "korkuyorum" dediğim şimdiki gibi hafızamdadır. O sırada kısaca boylu, yaşlıca bir öğretmen, Yaşar Hocânım, biraz şefkat biraz azarlama tonu karışık bir sesle "Haydi bakayım, ben ablanın da öğretmeni oldum" diyerek omuzuma sarılıp beni sınıfıma gö-türmeseydi belki de eve dönecektim.
Burası, sokağı görmeyecek kadar yüksek pencereli (belki de boyumuz kısa olduğundan) ePeY geniş bir dershaneydi. O ders yılının mayıs ayında çektirdiğimiz tek fotoğrafa bakıp öğrencileri saydığım zaman sıralarda 63 çocuğu görebiliyorum. O zamana göre epey kalabalık bir sınıfmış. Beşinci sınıftaki resmimizde ise 37 öğrenci kalmışız. Böylece her sınıfta, daha sonra ortaokulda ve lisede fire vere vere o ilk sınıfımızdaki altmış küsur öğrenciden üniversiteye gidebilen, benimle beraber bir de, olağanüstü bir tesadüfle Yüksek Öğretmen Okulu’nda yeniden karşılaştığımız bir kız arkadaşımdı. Lise öğrenir mi, hele üniversite, ulaşılması zor bir hayal gibiydi. Özellikle bizim semtlerimizde.
Bizim semtlerimiz Edirnekapı, Acıçeşme, Kurdağa, Fener, Balat, Sultanhamam... Bir OsmanlI mozayiği. Rum, Ermeni, Yahudi gibi yerli ekalliyetlerden başka son yüzyıldaki savaşların anavatana sürüklediği Kırım ve Balkan muhacirleri, Tatarlar, Arnavutlar. Giritliler... Sınıflarımız da haliyle mahallemiz gibiydi. Ekalliyetler-
den Ermeni ve Rumların ayrı okulları olduğu \ v için bizde yalnız Yahudi çocukları okurdu. On-lardan epey arkadaşlarım, evlerine gidip geldiklerimiz oldu. Bu sınıftan, bahsettiğim kız arka daşımın dışında, hemen hiçbirinin ne olduğunu bilmiyorum. Altmış küsur yıl, pek çok şey gibi onları da hafızamızın bir köşesine itiyor. Bazıla rının adları geleneksel musevi kültüründen, ba zıları önceki vatanlarının dili Ladino dedikleri İspanyolca'dan gelen, bazılarının soyadlan Türkçeleşmiş olan Yahudi arkadaşlarımdan isimlerini hatırlayabildiklerim Nesim Güveniş, Avram Yako, Moiz Aciman, Hayim Menteş, Yuda, Roza Kulşa, Fortoni Depardo, Viktorya Özkazado, Zünbül Bağış... İstanbul Yahudilerinin en fakirleri Balat'ta oturmasına rağmen okulumuza gelenlerin kıyafetleri düzgündü. Biz-lerden farklı olarak, istisnasız sırtlarında taşı-dıklan çantaları, dizlerine kadar yün pantalon, ayaklarında uzun ekose yün çoraplarıyla hemen hepsinin uzaktan Yahudi oldukları anlaşılırdı. Gittiğim evlerinin içinde, hiç de temiz olmayan bir kokunun beni hep rahatsız ettiğini hatırlıyorum. Başka ve çok iyi hatırladığım bir husus da, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonunda çoğunun Filistin'de kurulmakta olan ülkelerine göç etmeleri. Âdeta bir anda, bir merkezden çağrıl-mış, emredilmişçesine, görülür bir telaş ve aceleyle, bazılaı taka gibi ilkel vasıtalarla o uzun Akdeniz yolunu aşmayı göze almışlardı.
O sonbahar şarkısını, ya ilk gün veya hemen ertesi gün öğretmeğe başlamışlardı. Bdki de bunun için bende okul, sonbahar, şarkı ve
hüzün beraber bir çağrışım mekanizması oluşturdular.
Öğretmenimiz dördüncü sınıfa kadar bizi okutan, melek huylu ve sabır küpü, şefkatli, merhametli Aliye Hocânım'dı. Okuldaki öğretmenlerin çoğu kadındı ve yaşlıydı. Veya o yaştaki bana göre yaşlı görünüyorlardı. Biraz daha otoriter başöğretmen Saniye Hanım, kıvırcık saçları ve bayağı koyu renkleriyle Arap Hocanım dedikleri Halide ve Şaziye öğretmenler. Tevhide, Yaşar hocânımlar. Erkeklerden de Midhat Beyle, aynı zamanda okulun müzik öğretmeni Talat Bey aklımda kalmış. Son sınıfta da bizi Naciye öğretmen okuttu.
İstanbul'un sonbaharı uzun olur/du. Eylül ve ekim aylan içinde, aralıklarla yaşanan güzel günler, veda ettiği artık belli olan yazın son lu-tuflandır. Sayfiyeye gitmiş olan, özellikle çocuk-lan öğrenci olmayan ailelerden çoğu, şehre biraz daha geç taşınmak için ekim ortalanna kadar oyalanırlardı.
Üçüncü sınıftayken bir yenilik olmak üzere ilk üç dersten sonra adına kuşluk teneffüsü dedilen yarım saatlik bir ara verilmesi çıktı.
Böyle yazdan kalma günlerde, kuşluk tenef füsünde fazla uzaklaşmamak şartıyla sokağa çıkıp oynamaya izinliydik. Sokak, Kurdağa dediğimiz ve Karagümrüğe doğru yükselen geniş bir tepenin yamacıydı. İstanbul Türkçesinde kuşluk kelimesi olmadığından, birkaç arkadaşımızla beraber bunun kuşlar gibi serbest kalmak mana sına geldiğine karar vermiş ve o yarım saatlik te-
s
XI. ORHAN OKA >
Taşmektcbin son sınıfında Naciye öğretmenle. Öğretmenin arkasında solunda ben, yüzüm önümdeki kızın kurdelesiyle yarı örtülmüş
neffüslerde bilmem kaçar defa o yamacı inip çıkar olmuştuk. Ancak soğuk, yağmurlu ve karlı kış günleri başlayınca bu oyunlar da biter, emekdar hademe Hüseyin Efendi'nin elinde sallaya sallaya teneffüsü haber verdiği çıngırağın sesini duyar duymaz sınıflardan yüzlerce çocuk birden iç avluya dökülürdü. Bir medrese gibi bütün sınıfların birbirine kucak açtığı, üzeri camla kaplı iç avluda o mahşerî kalabalık, itiş-kakış, birbirine çarparak manalı-manasız oyunlar tuttururdu.
* * *
Derken zaman geçti. Sonbaharlar birbirini kovaladı ve Yahya Kemal'in o güzel mısralarına sıra geldi:
Fani ömür biter bir uzun sonbahar olur
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur
Gerçekten bütün yapraklar, çiçekler ve kuşlar dağılmışlardı.
ED/R NEKA P1 OR TA OKUL U
Ortaokulun da çok yakınımızda olduğu talihli çocuklardandık. İlkokulumuzla arası birkaç dakikalık bir mesafede, belki bizden birkaç yıl önce açılmış, birkaç yıl sonra da kapatılacak olan Edirnekapı Ortaokulu, her sınıfı biri İngilizce, diğeri Fransızca olmak üzere iki şubeli, demek ki hepsi altı dershaneli bir okuldu. Bize biraz daha uzakta Karagümrük Ortaokulu, kızlar için de Çarşamba Beyceğiz'deki ahşap bir konakta Fatih Kız Ortaokulu ile yine Çarşamba'da-ki Cumhuriyet Kız Lisesi'nin orta kısmı vardı. Civarımızdaki okullar bundan ibaretti. İstanbul'daki resmi okulların hiçbiri, özel okulların da çoğu karma değildi.
Zayıf yapılı bir çocuktum. On yaşımdanberi de gözlük takıyordum. O zamanın çocukları daha mı sıhhatliydi, yoksa ailelerin ilgisizliğinden
mi .sınıfımızda gözlük takan sadece iki çocuktuk. Resimlerime baktığımda, tel çerçeveli gözlüğün, sınıfın bütünü de dikkate alınınca beni da ha da çelimsiz gösterdiğini görüyorum. Bununla beraber ortaokula yazılmamla kendime güvenim arttı. Bizi aynı dershanede birbirine benzer hale getiren siyah gömlek ve yaka çıkıp da takım elbise, gömlek, kravat ve yassı okul çantasıyla, hele hokka ve demir uçlu kalem yerine iç cebimize yerleşmiş dolma kalemle kendimizi bir dairede memur gibi görüyorduk. Boyumuz uzamış, saçlarımıza şekil vermeğe başlamışız. Aramızda bayağı yaşlı olanlar, semtin kabadayı delikanlıları da var.
Ortaokulumuz, karşısındaki kilisenin vakıf malı olan, duvarlan kâgir, döşemesi ahşap bir yapıydı. Bu yüzden teneffüse çıkışlarda merdivenlerden inen çocukların ayak gürültüsü bazan hiddetli müdürümüzü odasından çıkarır, sert sert suratımıza bakar, ne demek istediğini anlamamışsak bangır bangır bağırırdı. Müdürümüz Baha Dürder'di. Onu hep öğrenci leri paylarken, bazan da tokat atarken gördüğümü hatırlıyorum Seneler sonra Çapa'da okurken, Eğitim Enstitüsü’nde Türkçe öğretmeni olarak yeniden ras-ladığımda, belki idareciliği de olmadığı için bu halleri kalmamıştı. Türkiye'de ilk pehlivan tefrikalarının ya zan Sami Karayel de jimnastik hocamız oldu. Zaten spor salonu olmayan okulda, bütün kış günlerinde kürsüde oturup gazetelere yazı yetiştiren Karayelden jimnastik hocası olarak hatırımda bir şey kalmadı. Müzik öğretmenimiz bir takım çocuk şarkılan da bestelemiş olan Halit Ozandı. Bazı tablolan olduğunu bildiğim resim öğretmenimiz Kemal Zeren aynı za
manda İstanbul Ansiklopedisi’nin de ressamıydı. B_ nim bu ansiklopediye ilgim de ilk defa onun elinde, ilk fasiküllerini görmemle başladı. Bu baskı, büyük ebadı, oldukça kaliteli kâğıdı ve aradaki renkli tablo lanyla ikinci basımından daha güzeldi. İLkokuldanbe-ri başarılı olduğum Türkçe dersleri ortaokulda, daha sonra lisedeki edebiyat derslerinde de devam etü. Orta okulda diğer hocalarımıza göre epeyce yaşlı olan Türkçe öğretmenimiz Ziya Öç'ün, hemen her sınıfta gözdesi olmuştum.
Edirnekapı Ortaokulu bütün Balat ve civarının öğrencilerini aldığı gibi, o yıllarda birer köy gibi olan surdışındaki bazı yerleşme bölgelerinden gelen arkadaşlarımız da vardı. Okulu olmayan Rami'den yaz kış hergün yürüyerek gelen dört-beş kişilik bir grubu biliyorum. Bazan yoğun kar yağdığı zaman gelemedikleri de olurdu.
İç avlu gibi daracık bir bahçesi olan okulun teneffüs saatleri çok defa etraftaki boş arsalarda geçerdi. Öğrenim tam gün olduğundan erken geldiğimiz bazı öğle saatlerinde yakınımızda olan Edirne-kapı surlarına, hatta Karagümrüğe, Atikali'ye kadar gittiğimiz olurdu. Kariye camii ise hemen bir üst sokağımızdaydı. Cami cemaata kapatılmış, henüz müze de olmamış, kapılan da kırılmış mı, açık mı kalmış ne ise, her tarafına girip çıkılan bir harar be halini almıştı. Ben orada namaz kıldığımı bilmiyorum. Demek ki hiç olmazsa 1940'tan önceki bir tarihte, belki Ayasofya ile aynı zamanda cami olmaktan çıkanlmış, fakat onun gibi muhafaza altına da alınmamıştı. Bazı öğle teneffüslerinde oraya da gider, duvarlannın diplerinden değerini idrak edemediğimiz renkli mozayık parçalannı toplardık. '
SAVAS YILLARI
Fakir bir ülkeydik. Fakirliğimizin bile farkında olmayacak, mukayese yapamayacak kadar. Ben ilkokulu bitirinceye kadar mahallemizin en zengini olduğumuzu zannederdim. Hiç unutmuyorum. İkinci veya üçüncü sınıftaydım. Dersimizin konusu ısınma araçlarıydı. Bizi dört yıl okutan rahmetli Aliye Öğretmen "ocak, mangal, soba ve kaloriferden hangisi en iyi ısınma aracıdır?" diye sorunca hiç düşünmeden parmağımı kaldırıp "Soba!" demiştim. Çünkü bizim evde, hem de taş kömür sobası vardı. Daha iyisi olur muydu? Kaloriferi hiç mi duymamıştım? Yoksa onu da sobadan daha kullanışsız, daha az yararlı bir alet olarak mı düşünmüştüm, bilmiyorum. öğretmenimizin doğru cevap veremediğimi söylemesi beni tatmin etmemişti, eve gelince babama anlattım, umdum ki o beni haklı bulsun.
Hatta ondan sonra bile uzun müddet kaloriferin neden en iyi ısıtma aracı olduğuna akıl erdire-memiştim.
Birçok evde elektrik ve su yoktu. Dolayısıyla radyo da pek az evde vardı. Savaş yıllarında komşuların bizden haber öğrendiklerini bilirim. Dünyanın ekonomik ve teknik ilerlemesi karşısında şimdi bile çok gerilerde olduğumuz halde, bugünkü insanımıza çorapların, elbiselerin ya manması (hanımların dikiş kutularında çorap yaması için tahtadan bir yumurta bulunurdu), elbisenin tüylenmesi üzerine arka yüzünün çevrilerek (ters-yüz etmek) giyilmesi, elbisedeki yırtık veya akıkların örülmesi, papuçlara pençe üzerine pençe vurulması, pek çok çocuğun hatta bazan büyüklerin bile sokakta yalın-ayak dolaşması, dilencilerin para değil evlerden kuru ekmek istemeleri tuhaf ve inanılmaz geliyorsa bir takım şeylerin olumlu olarak değişmiş olmasındandır. Bakmayın bazılarının o yıllarda bir Türk lirasının bir dolar karşılığı olduğu masalma. 0 zaman ben de babamın maaşının kırk beş lira olduğunu çok iyi hatırladığımı söylerim. Hem doları kim görmüştü ki? Keşke görmemiş olsaydık, denilecek ve bu bir etik problem olarak ileri sürülecekse ona da ayrıca katılırım.
Türkiye, şüphesiz büyük bir isabetle İkinci Dünya Savaşı'na girmedi. Ama giren pek çok devletten daha büyük sıkıntılar yaşandı. Fakirliği tarif edilmez derecelere indi. Nüfusumuza göre, savaşan milletlerden daha kalabalık bir ordu beslendi. Zaten hemen tamamen insan gücüne dayalı bir ziraate bağlı ekonomi iyice göçtü.
Kibrit çöpünden toplu iğneye kadar en basit araçlar bulunmaz oldu. Pek çok şey karneye bağlandı. Bizim yaştakilerin hepsinin o devirde on beş-yirmi sayfadan oluşan nüfus cüzdanlan "Sabit gelirlidir", "Memurin ekmek kartı verilmiştir", "Basma fişi verilmiştir" yazılarıyla, bilmem kaç metre amerikan bezi için 'Yerli Mallar Pazan" damgasıyla, iki çay bardağı için "Şişe-Cam" fabrikasının damgasıyla doludur. Evet, Türkiye'de çay bardağı bulunmuyordu. Demek ithal ediliyordu veya hiç değilse imal için bir malzemesi ithal ediliyordu.
Babam, kimden öğrenmişse, mavi şişe camından çay bardağı yapmaya heves etti. Bir ucunu kapı tokmağına bağladığı, bir ucunu benim tuttuğum ve kaygan olması için de sabunlanmış ipe cam şişenin geniş kısmını dolayarak bilmem kaç defa sürttükten ve cam iyice kızıştıktan sonra soğuk suya tutuyor ve şişe o kısmından çat diye çatlayarak bardak oluyordu. Bunun ağzının bir de zımpara ile düzeltilmesi gerekiyordu. Bütün bu zahmetlerden sonra çay büyük bir itina ve dikkatle, bardağın orta yerine yavaş yavaş akıtılmazsa kalitesiz olan camın kırılması, bunca emeği boşa çıkarıyordu.
Şeker de karne ile verildiğinden çaylar kuru üzümle idare ediliyordu. Muhallebiciler şeker yerine pekmez kullanıyorlardı. O zamana kadar bir kilo olan somun ekmeklerin gramı yavaş ya vaş düşürüldü. Bazı fırınların imal ettikleri beyaz francalalar tamamen ortadan kalktı. Ekmeğin rengi gittikçe karardı. Türkiye'nin bugün bile en önemli gıda maddesi olan ekmek kameye
bağlandı. Kişi başına bir günlük sarfiyat yanm ekmekle sınırlandırıldı. Yalnız "ağır işçi" olarak kabul edilen bazı mesleklerde tam ekmek alınabiliyordu. Polis olan babamın da böylece tam ekmek hakkı doğmuştu. Bu gibi ağır işçi sayılan fertleri olan aileler için bu uygulama bulunmaz bir nimet oldu. Aynı şekilde bebekleri olanlar da onlar için karne sahibi oluyordu. Karneler ikişer aylık olarak galiba muhtarlar vasıtasıyla dağıtılıyor, altmış adet kuponun herbiri ekmek karşılğı fırıncıya veriliyordu.
Savaş yıllarında bir ekmek karnesi.
Birinci Dünya Savaşı tecrübesini yaşamış olan babamın ekmek konusunda bir tedbiri da ha olmuştu. Savaş başlayıp henüz karne sistemine geçilmeden bunu tahmin eden babam zaman zaman eve fazla ekmek getiriyor, bunları dilimliyor, güneşte kurutuyor, sonra torbalara doldurup tavan arasına asıyordu. Tabii kurtlanmasın diye zaman zaman bunların havalandınl-dığı da oluyordu. Böylece ekmek karneye bağlandıktan sonra bir müddet bu kuru ekmekleri hiç olmazsa sabahları kızartıp yiyebildik. Fakat bir süre sonra bu kuru ekmeklerin, karne ile aldığımız taze ekmeklerin yanında ne kadar beyaz kaldığını da gördük.
Bu gibi olağanüstü hallerde her zaman olduğu gibi karaborsa hemen faaliyete geçmişti. Karneye bağlanan veya bulunmayan nesnelerin el altından yüksek fiyatlarla satıldığını, sahte karnelerin basıldığını, böylece harp zenginlerinin ortaya çıktığını işitiyorduk. Mahallemizde çok fakir olanlar karnelerini ihtiyaç sahiplerine satıyorlardı. Onlar ne yiyorlardı? Bu çaresizlerden bazılarını kapımızın önünden geçerken görüyorduk. Başının üzerinde taşıdığı bir gaz tenekesinin içinde esmer renkli biraz koyuca bir sıvr yı fınna verip, ne olduğunu bilmediğim bu nesneden, belki darı, belki mısır, belki süpürge tohumu idi, ekmeğe benzer birşey yaptıklarını duyardık.
Tek parti devriydi. Uygulamaların kanunla ra, usullere, Anayasaya aykırı olup olmadığını söyleyecek muhalefet yoktu. Zaten bir süre sonra sıkı yönetim de (o zamanki adıyla örfi idare)
ilan edildiğinden gazetelerdeki haberler de hükümetin veya sıkı yönetimin müsaade ettiği nis-betteydi. Varlık vergisi de, bir sabah gazetelere baktığımız zaman sekiz sütun üzerine başlılarla bu yıllarda ilan edilmişti. Yanılmıyorsam vergi rekortmeni iki milyon lirayla Agop Tahtaburun-yan adlı bir Ermeni iş adamıydı (Soyadının tuhaflığından aklımda kalmış). Aralarında Türkle-rin az olduğu ve çoğu ekalliyetlere çıkanlmış olan varlık vergisinin temelinden usulsüz bir uygulama olduğu muhakkaktır. Hiçbir esasa dayanmadan, bir takım mahallî komisyonların takdiriyle ve itiraz hakkı olmaksızın çıkanlmış tam bir salma vergiydi. Bir ay içinde ödemeyenlerin mallanna haciz konuyor, yine yetmemişse mükellefler Aşkale'ye taş kırdırmaya sevkedili-yordu. Bizim komşu veya tanıdıklarımızdan Aşkale'ye gönderilen olduğunu zannetmiyorum, bunlardan kimlerin vergi mükellefi olduğunu da hatırlamıyorum. Milliyetçi hareketlere sıcak davranan Şükrü Saraçoğlu hükümeti zamanında çıkanlmış olması, mükelleflerin de büyük bir çoğunluğunun gayri müslim olması yüzünden verginin hedefinin bu vatandaşlar olduğu kanaati o zamandan bu zamana söylenip durmuştur. Verginin esastan insan haklanna, vergi usûllerine aykırı oluşu dışında hedefinin ekalliyetler olduğu suçlamalanna katılmak istemiyorum. Zira şurası da muhakkaktı ki o devirde Türkiye’nin zenginleri zaten hep ekalliyetlerdi. Türk insanı büyük ticarete, sanayie değil daha küçük esnaflığa bile alışkın değildi. Ekalliyetlerin en fakirlerinin yaşadığını söylediğim bizim
semtlerde bile onların durumu Tüklerden çok daha iyi idi. Hacı Ömer Sabancı veya benzeri bir isim yoktu. Vehbi Koç ise Ankara'da ithalatla meşgul, erbab-ı ticaretten, ismi duyulmamış orta halli bir insandan başka bir şey değildi.
Hayat böyle devam ederken çocuklar için heyecanlı, meraklı olaylar da olurdu. Geceleri çeşitli yönlerden gelen ışıldaklar gökyüzünü tarardı. Bir geceyarısı, korkunç top sesleriyle uyandık. Balkona çıktığımızda her zamankinden daha çok ışıldak dolaşıyor, zaman zaman güm güm diye toplar patlıyordu. Ertesi gün öğrendik ki uçaksavarlar (tayyare dâfi toplan) hava sahasını ihlal eden bir İngiliz uçağını düşürmüşler. Bu hadise okulda günlerce ve çeşitli rivayetlerle, heyecanla anlatıldı. Sonraları buna benzer bir-iki hadise daha oldu.
Bir de pasif korunma diye bir şey çıkmıştı. Şimdiki sivil savunmanın daha ilkel uygulaması. Savaş durumunda alınacak bir takım tedbir maddelerini ihtiva eden kâğıtlar evlere dağıtılıyor, bunlann takip edileceği söyleniyordu. Bunlardan biri hava hücumu anında evlerin alt kat-lanna sığınmak. Bir diğeri evlerin bahçesine beton sığınak yapmak, mümkün olmadığı takdirde toprağı kazarak birer kişilik, iki metre boyu, ya-nm metre eni olan çukurlar kazmak. Bu sonuncusu için sığınak değil mezar olduğu laflan dolaştı. Bütün bunlar o devirdeki bombalar için bile gülünç şeylerdi. Dahası, bazı muhkem binala-nn, özellikle camilerin sığınak ilan edilmesi. Ben Yeni Caminin kapısında şu kadar kişilik sığ-naktır, diye bir levha asılmış olduğunu hatırlıyo-
rum. Bütün bunlardan sonra arada bir alarm verilerek (canavar düdüğü diyorduk) tatbikat da yaptırıldı. Alarm verildikten sonra sokakta kimse kalmayacak, en yakın sığınaklara girilecekti. Bu tatbikatlardan birinde Nalbur Mehmet Efen-di'nin karısı Nazire Hanım, kızını da alarak, daha emniyetlidir diye bizim eve gelmişti. Başka bir gün de annem ve ablamla Otakçılar'da oturan bir ahbabı ziyarete gidiyorduk. Eve yaklaşmışken yolun ortasında canavar düdükleri çalmaya başladı. Hatta yoldan geçen bir polis motosikletinin sepetindeki polisin eliyle bir manive-lâyı süratle çevirerek alarm verdiğini de gördük. Kaçışan insanlarla beraber biz de en yakındaki Otakçılar camiinin son cemaat mahalline sığındık. Tatbikat mı, gerçek hava hücumu mu olduğunu da bilmediğimizden endişeli ve sıkıtlı bir süre geçti. Derken alarm durumunun kalktığını belirten düdükler tekrar çalmaya başladı, herkes de yeniden sokaklara döküldü.
Pasif korunmanın hiç müsamaha edilmeyen tedbirlerinden biri de karatmaydı. Uçaklar ışık görüp mahalleyi bombalamasınlar diye evlerden dışanya ışık sızmayacaktı. Ampullerin etrafına mavi kâğıtlar sardık. Pencerelere siyah muşamba perdeler gerdik.
Mahallenin okur-yazar tecrübeli ihtiyarlan ise şöyle konuşuyorlardı: "Adaam sen de! Onlar karanlık gecede, kara taşın üzerindeki kara ka nncayı görürler".
OYUNLAR VE OYUNCAKLAR
Osmanlı devrinde çocuğun, hayatımızdaki yeri yok muydu ve hiç olmamış mıydı acaba? Paradoksal görünen bu soruyu bütün bir OsmanlI medeniyetini, kültürünü, güzel sanatlan-nı, edebiyatını düşünerek soruyorum. Çocuğun yaşayışı, sağlığı, eğitimi, kıyafeti, oyunları, oyuncakları hakkında o kaç yüzyıllık tarih içinde ne kadar bilgi ve malzeme bulabilirsiniz? Müzeye merakımız olmadığı gibi, müzeyi çağdaş olmanın gereklerinden biri olarak kabul ettiğimiz şu yüzyılda hâlâ bir çocuk müzemiz yoktur. Halbuki ona ne kadar ihtiyacımız var. Elli altmış yıllık bir neslin hayatı içinde, değişen,yenileşen, buna bağlı olarak da kaybolan pek çok şey arasında çocuk oyunlan ve çocuk oyuncaktan da unutulup gidiyor.
Eskiden çocuklar sokaklarda oynarlardı. Trafiğin olmadığı, at arabasının bile girmediği
yahut giremediği mahalle araları, dar sokaklar bir çocuk cennetiydi. Şimdi büyük şehirlerimizde bile onların bıraktığı boşluğu dolduracak kar dar çocuk parkları yoktur.
Benim çocukluğum İstanbul’un kenar semtlerinden birinde, böyle mahalle aralarında geçti. Okulların kapak olduğu tatil günlerinde ve bütün yaz, sabahın erken saatlerinden karanlık basıp evlerden seslenene kadar bıkılmadan, çok defa aynı oyunlar tekrar edilirdi. Artık saklambaç, kovalamaca, esir almaca, çelik-çomak, köşe kapmaca, birdirbir gibi o kadar harcıâlem zannettiğimiz oyunların bile oynandığını görmüyorum. Bazı oyunların ise tamamen unutulduğuna eminim. Tortop edilmiş ve iple bağlanmış kâ ğıt veya bez yumağından futbol topunun yerini önce lâstik, sonra plâstik toplar aldı. Birkaç ip Lik makarasını iple bağlayıp arkamızdan çekerek yaptığımız trenlerin yerine çoktan, raylar üzerinde giden, makas değiştiren, uzaktan kumanda edilen, pille çalışır olanlan geçti.
Galiba sinemanın ve kovboy filmlerinin ilk rağbet gördüğü yıllardı. Elimizde tahta tabancalarla hırsız-polis oynar ve birimize habersiz olarak “ölmen” deyince o artık yakalanmış olurdu. Bu kelimenin, çok sonraları, nasıl olduğunu hâlâ bilemediğim bir şekilde Fransızca “haut les mains: Eller yukarı!”dan geldiğini öğrenmiştim.
En zevkli oyunlarımızdan biri de misket denilen küçük yuvarlaklarla oynanan ve kazanmanın karşılığı olarak misketlerin elde edildiği oyundu. Biz bunların boyalı topraktan veya na-
diren taştan yapılmış olanlarına mile derdik. Her halde bilyadan bozmadır, demek ki netice olarak bu nesnelerin menşei de yerli değildi. Bunlardan renkli veya şeffaf camdan olanları çok makbuldü ki ona gazoz derdik (Çünkü benim çocukluğumun biraz öncesinde bu cam bilyalar gazoz şişelerinde gazın kaçmaması için kullanılırmış). Demirden olanlarına bilya derdik ki onun elimize geçmesi enderdi. Milelerle, uzaktan bir çukura atıp yerleştirmek yahut bir çizgi üzerine dizilmiş mileleri başka bir mile atarak sırasından çıkarmak gibi oyunlar oyna nır, çukura soktuğunuz veya sırasından çıkardığınız mile sizin olurdu, buna az çok benzeyen başka bir oyun da cevizlerle oynanır, adma kafa-kanş denilen bu oyunda rakibinin cevizine kendi ceviziyle vuran iki, ona bir karış yaklaşan bir ceviz kazanırdı.
Bir de gazoz kapaklarını yine bilyalar gibi bir sıraya dizip, uzaktan bir kiremit parçasıyla onları çıkartma oyunu vardı. O devirde ve o mahallede hangi evde durup dururken gazoz içilecek? Onun için kapakları kahvelerden, gazino lardan toplanırdı. Bunun gibi, o zamanlar kare şeklinde karton kutularda bulunan sigara paketleriyle oynanan bir oyun da vardı. Ama o devirde de epey çeşitli olan boş sigara paketlerini biriktirmek kolay değildi. Meselâ Birinci, şjgaraşı sık bulunurdu da Hanımeli, Gelincik, hele Bafra Madeni, Yaka, Serkldoryan gibi paketlerin bulunması hayli güçtü. Bu yüzden bu paketler arasında kendiliğinden bir çeşit 'parité: mütekabiliyet' baremi oluşmuştu. Meselâ bir Serkdor-
yan iki Klüp bir Klüp, iki Gelincik filan gibi. Böylece meselâ bir Yaka için her halde on-oniki Birinci vermek gerekiyordu.
Bu sokak oyunlarından sonra sıra evdeki oyuncaklara gelmiştir. Yukarıda söyledim. Tahta makaralar her türlü nakil aracı olmaya, hattâ yansından kesilerek bir kurşun kalem parçasıyla topaç yapılmaya, üst üste dizerek minare veya kule yapmaya çok elverişli parçalardı. Evlere, bizim mahallede imalât oyuncak nadiren girerdi. Hele Beyoğlu’nda, Galatasaray Lisesi’nin hemen karşısında Avrupa oyuncaklan satan bir Japon mağazası vardı ki, Beyoğlu’na çıktığımız zaman onun vitrinlerindeki oyuncakları seyretmek ha kikaten bir zevkti. Kurulunca hareket eden renkli madenî otomobiller, hayvanlar, bukleli, sarı saçlı, "mama-papa" diye ses çıkaran, yatı-nnca gözlerini kapayan bebekler...
... Bizim imalât oyuncaklanmızın semti ise Eyüp’tü. Cuma günleri, hem Eyüp Sultan ziyareti için, hem de pazarı olduğundan birçok vesileyi de bir araya getirdiği için müsait bir gündü. O gün ziyaretten sonra, kuşlara yem atılır, sakat olduğu için kışlan da göçemeyen ve bir ağaç kovuğunda yaşayan emektar topal leylek seyredilir, hemen caminin karşısındaki dükkânlarda paça yahut kebap yenir, yine epeyce meşhur olan Eyüp halkası alınırdı. Oyuncakçılar, Eyüp halka fınnının yanından başlar ve içeriye doğru uzanan dar bir sokağın iki tarafında devam ederdi. Bunların çoğu tahta oyuncaklar yapardı. Kapılannın önünde renkli beşikler, dört tekerlekli çekçek arabalan, avuç içi kadar büyüklük-
te atlı araba, sandal, fayton bazen bunların yine tahtadan atları, faytonların kumaştan yapılma kapılan, kayıklann, Haliç’teki asıllannda çok sık görüldüğü gibi güneşlik tenteleri. Bu oyuncakçı dükkânlarından birinin kapısından içeri başınızı uzattığınız zaman içeride bıçak, keser, rende ve torna gibi aletlerle ağaç parçalarının nasıl şekillendiğini seyredebilirdiniz. Tahtadan yapılma ve dönerken takırdayan rüzgâr fınldaklan, iki çubuk arasına gerilmiş ipe bağlı ve çubukları sıkıştırınca takla atan kartondan hokkabaz, çubuğunu avuç içinde yuvarladığınız zaman ipe bağlı küçük tokmaklarıyla gürültü çıkaran davul biraz daha yakın dönemin geliştirilmiş oyuncaklarıydı. Bunlardan bana bir tahta tramvay alındığını senelerce kırılmadan kullandığımı biliyorum. Kalın ve muhkem tekerlekleri, pencereleri, hattâ tepesinde telden yapılmış arşesiyle bayağı güzel bir tramvaydı.
Eyüp oyuncakçılarından hatırlanmaya değer bir de düdüklü testiler vardı. Bunlar da bir karıştan küçük, üflendiği zaman su ile dolu veya boşken farklı şekilde ses çıkaran ve çok defa üzerinde Eyüp yazılı testilerdi. Bu oyuncakçıların vitrinlerinde ise deve derisinden yahut kartondan yapılmış Karagöz figürleri sıralanırdı.
Bu satırları yazarken yeni İstanbul rehberlerine baktım. Eyüp’te oyuncakçılar çıkmazı hâlâ görünüyor. Ama artık ö üstalâflâ "Beraber bu gibi oyuncaklardan hoşlanacak çocuklar da kalmadı.
-
♦ ♦ ♦
Kız çocuklarına gelince, onların nadiren,
eğer aralarında ağabeyleri varsa erkek çocukla nn oyunlarına katıldıkları olurdu. Bunun dışında çok defa evlerde, yahut kapı önlerinde, merdiven basamaklarında, kiremitleri yanyana dizip odalar oluşturup bez bebeklerle ve evlerinden getirdikleri minderlere oturarak "evcilik", topu havaya atıp elleri önde, arkada birleştirerek oynanan "lampramanya", ip atlama, seksek, kaydırak, körebe en çok oynadıklarıydı. Oyunlarda birinin ebe olması için işaret parmağı ağıza sokularak "0000!.." diye başlayan "sayışma"nın çoğu manasız kelimelerden oluşan ne kadar zengin repetuvan vardır. Bazan da yine kendi arala nnda "Annem beni kaptıramaz/Kaynar suya at-tıramaz", "Aç kapıyı bezirgân başı/Kapı hakkı ne verirsin/Arkamdaki yadigâr olsun" gibi şarkıla nn da söylendiği grup oyunları oynarlardı.
Huzur romanın başlarında Tanpınar da Mümtaz'a, Nuran’la beraber gezdikleri Koca-mustapaşa sokaklarında toza bulanmış kız çocuklarının Bezirgânbaşı türküsünü hatırlatırken, "Devam etmesi lazım gelen işte bu türküdür" der. "Çocuklarımızın bu türküyü söyleyerek, bu oyunu oynayarak büyümesi; ne Hekim-oğlu Ali Paşa'nın kendisi, ne konağı, hatta ne de mahallesi. Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmiyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir"
Balat gibi Kocamustapaşa da bir başka İstanbul'du. Tanpınar'ın düşündüğü herşey dediği gibi değişti. Ama artık o türküler de devam etmiyor. Şimdiki kız çocukların hangi şarkılarla büyüdükleri görülmüyor mu?
BAYRAM YERİ
Tevfik Fikret, Halûk’un Bayramı’na “Meserret çocukların, yalnız çocukların payıdır.” diye başlıyor. Uzun yıllardır bayramlarda hep bu mısralar dilime dolanıyor. Meserret, bayram sevinci galiba yalnız çocuklarda kaldı. Belki eskiden beri öyleydi, aşağı yukarı yüz yıl evvel Fikret de böyle dediğine göre. Hattâ hemen bütün yazarların bayram hatıraları hep çocukluklarına ait. Büyüdükçe bayramlar karmaşık bir protokol halini alıyor. Korkarım bir zaman gelecek çocukların da akıllarında kalacak bayram hatıraları bulunmayacak. Nasıl kalır ki?!.. Büyük şehirlerde komşu ziyaretleri bile kalmadı. Evlerde madenî paraların, yani en küçük paraların en parlakları, çil kuruşlar, ziyarete gelecek çocukların cebine atmak için hazırlanırdı. Bugünün çocuğu o en küçük madenî paradan bir memnuniyet
duyar mı? Daha komşu teyzenin ot minderii kerevetinde oturup bayram şekerini beklerken ellerimiz çaktırmadan ceplerimize gider, verilen kuruşları saymağa çalışırdık. Biraz büyününce kuruşların yerini mendiller almaya başladı. Kumaşın yerini kâğıt mendillerin aldığından beri acaba bayramlarda şimdi ceplere kâğıt mendil mi sokuluyor?
Alelacele yapılan bu komşu, akraba ziyaretlerinden sonra sıra bayram yerlerine gitmeye gelirdi. Artık evde kim boşsa, dayım, ablam, nadiren babam elimden tutarak bayram yerine giderdik.
İstanbul’da bayram yeri diye bir şey kaldı mı bilmiyorum. Kalsa da şimdiki harika çocuklar buralardan bir zevk alır mı, şüpheli.
Evimiz Edirnekapı ile Balat arasında bir yerdeydi. Her mahalleye yakın bir yerde kurulan bayram yerleri olurdu. Bizim semtte iki ayn bayram yeri vardı. Biri Karagümrük’te, hâlen Pazartesi pazarının kurulduğu yerde, İkincisi de aynı semtin Haliç’e bakan sırtlarında, Kurdağa denilen bir yer. Her iki yer de 1950’lerden sonra önce gecekondu mahallesi, daha sonra da aynı fasıldan apartmanlarla doldu.
Rayram yerlerinde tek kişilik, iki kişilik, hattâ bir oda genişliğinde onbeş-yirmi çocuk alacak büyüklükte salıncaklar vardı. Küçük çocuklar bu sonunculara bindirilirken yaşça, vücutça biraz daha gelişmiş olanlar iki veya tek kişilik salıncaklan tercih ederlerdi. Delikanlı çağına yaklaşmış daha fiyakalı çocuklar sandala
benzeyen ve adına kayık salıncak denen cinslerine biner ve seyredenlerin yüreğini ağzına getirecek kadar yükseklere kolan vururlardı.
Bayram yerlerinde bir çeşit teleferik hattı da kurulurdu. Kurdağa gibi zaten eğimli olan ara zide birbirinden zannederim 30-40 metre kadar mesafeli iki direk arasına çekilen çelik bir kablo üzerinden makaralar üzerine asılmış, ayaklan olmayan sandalye gibi bir oturak üzerinden, eğimin verdiği süratle bir uçtan bir uca kaydırdı. Karagümrük düz bir meydan olduğu için orada bu telin başlangıcı birkaç basamakla çıkılan bir kulenin tepesindeydi. Herhalde bütün bu kayma on saniye kadar sürer, aşağıda güçlü kuvvetli bir adamın bizi tutup yere indirmesine bu korkunç düşüş sona ererdi. Yalnız daha büyük çocuklann, makaranın altındaki bir çubuğa tutunarak ve ayakları havada sallanarak kayma ve sonra o güçlü kuvvetli adamın yardımı olmaksızın kendi ayaklarını yere değdirerek durma imtiyazları vardı. Uzun pantolon giyip bu şekilde kaymağa başladığım yıl kendimi oturarak kayanlardan bayağı büyük görmeğe başlamıştım. Aradan bir-iki bayram geçince bu kaymanın da tadı kalmamıştı. Zira yolun daha ortasında ayaklarım yere değmeğe başlıyordu.
Çocuklar için hazırlanmış bazı yiyecek maddeleri de bayram yerlerinde alıcı bulurdu. Bir çay kaşığı toz şekerin yanarak koca bir avuç pamuk helva haline gelmesi beni en çok hayrette bırakan şeylerdendi. Bunlara şimdi de ara sıra rastlıyorum; ama artık macuncu göremiyorum Bu, beyaz önlüğüyle temizliği güven uyandıran,
başının üzerinde taşıdığı madenî yuvarlak bir tepside şeker ve meyveden imâl edilen, ağdalı bir çeşit koyu reçel kıvamında macun satıcısıy-dı. Pazar yerine geldiği zaman küçük çocuklann bol olduğu bir yerde üç ayaklı sehpasını yere indirir, başında gezdirdiği yuvarlak tepsiyi üzerine koyar, geniş bir koni şeklindeki kapağını kaldırır, hepimizin ağzını sulandıran ve bize biraz sonraki damak lezzetini müjdeleyen macunlan gösterirdi. Muntazam bir şekilde, çevreden merkeze doğru inen yan çaplann ayırdığı tepside şimdi gözümün önüne geldiği kadar on, oniki bölmede rengârenk gül, vişne, limon, kayısı, portakal gibi meyvelerden yapılmış yahut öyle zannettiğimiz, muhtemelen boyayla renklendirilmiş macunlar tabak gibi karşımıza çıkardı. Macuncu başka bir kutuda muhafaza ettiği ince çubuklara, parasına göre, özel bir kaşıkla bu macunlardan istenilenleri çekiştire çekiştire dolar ve çubuğu elimize tutuştururdu. Yalaya yalaya yenilen macun bitip tükenmeyecek bir lezzet deposuydu.
Sinemamn saltanat yıllarıydı. Yazlık, kışlık olmak üzere İstanbul’un hemen her semtinde bir yığın sinema vardı. Bizim semtlerde kadınlar için acıklı Mısır filmleri (Abdülvehhap, Leylâ Murad, Ümmü Gülsüm), erkekler için Amerikan kovboy filmleri revaçtaydı. Tabii erkek çocuklar da (çocuk filmi pek yoktu) erkekler grubuna dahil olarak kovboy filmleri arıyorlardı. Bayram yerlerinin unutamadığım oyunlarından biri elle çevrilen ve pille aydınlatılan sinema makineleriydi. Yine bir sehpa üzerine kurulu, orta bû-
yüklükte bir fotoğraf makinesi kadar olan bu sinema makinesinin iki yanından açılmış bir göz deliğine tek gözümüzü uydurur ve büyük bir zevkle kovboy filmini seyretmeye koyulurduk. İki yanından seyredildiğine göre herhalde bir çocuk yüzünden, diğeri tersinden görebiliyordu. Işık yanar, adam eliyle bir manivelâyı devamlı çevirerek film makarasını çözmeye başlardı. O zaman, her halde bir kibrit kutusundan büyük olmayan; fakat bana gerçek bir sinema perdesi gibi görünen ekranda figüranlar yavaş yavaş hareket etmeye başlardı. Ses olmadığı için bir taraftan da oynatan, zaten ezberlediği sahneleri, görmeden hem bize anlatır, hem de bizden sonraki müşterinin ağzını sulandınrdı: “Haydutlar bankayı soyup kaçıyorlar, şimdi Ken Maynard peşlerine düşecek, işte haydutlardan birini vuruyor...” ve bu minval üzerine sonuna kadar, yani herhalde beş dakika devam eder ve makaranın boşalma sesiyle kim bilir hangi doksan dakikalık filmin ortalarından tadı damağımızda kalan kısacık parça bitiverirdi: “Son-fin... son-fm!..”
O bayram yerleri, sineması, macuncusu, teleferiği, ilkel salıncakları, dönme dolapları, atlı kanncalanyla kaybolup gitti. Günümüzün ço-cuklan bunların yerine geçen lunaparklardan, elektrikli oyuncaklardan, çok daha lezzetli yiyeceklerden geçmişin çocukları kadar tad alabiliyorlar mı bilmiyorum. O, hayali cihan değer bir geçmiş zamandı.
K/RLAR VE MESİRELER
Balat’taki evimizin karşısı kırlıktı. Yüksek istinat duvarları vaktiyle oralarda da evler bulunduğunun alâmetiydi. Kimbilir ne zaman, İstanbul'u ihtiyarlatan hangi yangınlarda yok olmuş, yerini böyle kırlara bırakmıştı. Belki de Bizans artıklarıydı. Çünkü evimizin tam karşısında tonoz kemerli kapısıyla, şimdi bir Bizans yapısı olabileceğini düşündüğüm penceresiz, zindan gibi bir mahal, bir arabacı tarafından ahır olarak kullanılıyordu.
Karşımız dik bir tepeydi. Molla Aşkı’ya doğ ru tırmanırdı. Arada tahta, fakat eskilikten kararmış bir baraka vardı. Burada çok fakir bir aile yaşardı. Keçi, tavuk beslerlerdi. Kadınlan çamaşıra gider, bir yaşlı adam her gün sırtında bir ekmek torbasıyla eve dönerken yokuşun ba-
Evimizin karşısındaki tepede, yaşlı incir ağacının altında ablam ve mahalle arkadaşları. Arkada tek penceresi ve sac kaplı yan duvarıyla bizim ev (1940 civan).
şında "Zerrriiin!.." diye torununa seslenir, yalı-nayak koşup gelen kızın sırtına torbayı koyardı. Sonra elele tutuşur, ihtiyar için bitip tükenmez görünen yokuşu çıkarlardı. İhtiyar, evlerden kuru ekmek toplardı, yani dilenciydi. Herhalde ayıp olmasın diye bizim mahallede dilenmez, uzak yerlere giderdi.
Tepeye varınca genişçe bir düzlük uzanırdı. Hemen arkası o dik istinat duvarının oluşturduğu bir uçurumun kenarında yaşlı bir incir ağacı yuvarlanmamak için köklerini toprağın bulabil
diği derinliklerine daldırmış, direnirdi. Bu ağacın altına oturdunuz mu, sol tarafta Haliçin karşı kıyılan, Halıcıoğlu, Hasköy ve bomboş bir Ok Meydanı, beri tarafa doğru Fener sırtlan, kırmızı Rum mektebi, ufuk çizgisinde bizim evden de görünen camiler, minareler ve bütün bizim mahalle görünürdü. Kocaman üç katlı evimizin damı bile ne kadar aşağıda kalırdı. Bu düzlüğün gerisine doğru eski bir mezarlığa girip öbür tarafından Pastırmacı yokuşuna çıkardık. Mezarlığın ortasında yaşlı ve epey yüksek bir servinin tepesinde yuva yapmış çaylak da çocukluğumuzda kaybettiğimiz kuşlardandır. Artık İstanbul göklerinde daireler çizerken çığlıklar atan çaylaklar yok. Tabii Saatli Maarif Takvimlerinde de "Çaylak fırtınası", "Çaylakların gelişi", "Çaylakların gidişi" gibi günler yazılı değil. Tepe yükselmeye devam eder, en yukarıda da Bekir ve Hüsnü Bey'lerin köşk gibi evleri bulunurdu. Bütün buralar, bizim oyun yerlerimizdi. O ihtiyar servinin küçük kozalaklarını ceplerimize doldurur, bu fazla can acıtmayan mermileri savaş oyununda karşı tarafa atardık.
Asıl oyun yerimiz, Ermeni komşumuzun evinin baktığı, bostan dediğimiz büyük bir alandı. Bazı günler burada büyükler gerçek futbol topuyla oynar, bize seyretmek düşerdi. Zaten trafiğin olmadığı o yıllarda bütün sokak aralan oyun yeriydi.
Biz Türkler, galiba başka milletlerden daha fazla kır gezilerine meraklıyız. Şimdi düşünüyorum da, yürüyerek veya kaç vasıtaya ine bine öyle uzak yerlerde bir kır yemeği için nasıl üşen-
mezdik. Evde anneannem ve büyük teyzem güzel havalarda hiçbir yere gidemeseler bahçenin önündeki taşlıkta Erzurum işi semaveri yakar, kahvaltı ederlerdi. Eve en yakın mesire Et-hem Bahçesi'ydi. Bu, Pastırmacı Yokuşu'nu çıkarken sağ taraftaki boşlukta, Halic'i gören bir düzlüktü. Molla Aşkı camiinin de hemen alt tarafıydı. Neden Ethem bahçesi denildiğini bilmiyorum Öyle ağaçlık filan da değildi ama demek ki semtin oturulabilecek bir yeri olmuştu. Vaktiyle güzel bir köşkün bahçesi olduğu, orta yerdeki bozulmuş havuz çukurundan ve onun da ortasındaki mermer sütundan belliydi. Özellikle sıcak yaz geceleri aileler minderlerini, sergilerini alıp burada denizden gelen serin havada, ışıl ışıl(!) karşı kıyıları seyrederlerdi. Buradan Haliç’in karşı kıyılarını, Çamlıca'yı, Sarayburnunu, Fener sırtlarını gösteren panorama İstanbul'un pek az yerinde bulunur.
Hıdrellez’de birkaç defa hep beraber Kâğıthaneye (Kehtane diyorduk) gittiğimizi hatırlıyorum. Burası dere kenarında (Ali Bey Deresi olacak) çayırlık, ağaçlık geniş bir meydandı. Kalabalık aile grupları, tüten ocaklar, semaverler, çaydanlıklar "Alibey Köyü'nün sütlü mısın!..." diye kazanlarda kaynatılan yahut kebap yapılan mısırlar, haşlanmış kestaneler, fil bakan çingene kadınlar, bir tarafta oynayan, ayak-lannı dereye sokan çocuklarla bir cünbüş yeriydi. Derenin kenanndaki saz denilen uzun, şiş biçiminde sert yapraklardan çingenelerin yaptıkları bir külahı eve kadar başımda taşıdığımı hatırlarım.
Otakçılar dut bağlarında akrabalarla, önde oturan ben (1937)
Eğrikapı dışında, Otakçılar denilen taraflarda bir dut bağı vardı. Biraz meyilli bir arazi üe-rinde yüzlerce dut ağacının altında, uygun yerlere kilim sererek oturulur, bahçe sahibinin tepsilerle sattığı dutlar yenirdi. Topkapı dışında da bir üzüm bağı vardı. Burası ötekine göre daha düzenli, etrafı çitle çevrili epey geniş bir alandı. Girilecek kapısı vardı, öyle yerlere filan değil, özel olarak hazırlanmış üzüm çardaklan altındaki masa ve sandalyelere oturulurdu. Yani biraz gazino gibiydi. Hatta bir tarafında ince saz fasıllarının yapıldığı sahnesi de vardı. Burada da hizmetliler, gösterdiğiniz üzüm salkımlannı bir tepsiye koyarak ücreti karşılığında masanıza getirirlerdi.
Yine sur dışında, Edirnekapı ile Topkapı arasında geniş Bayrampaşa tarlaları uzanırdı. Buralarda pek çok sebzenin yanında özellikle bakla ve marul yetiştirilirdi. İstanbul'un her semtinin kendisine özel şöhreti olan yemeği, sebzesi, meyvesi vardır. Bayrampaşa'nın da baklası ve marulu meşhurdu. Yaz mevsiminin pazar günleri burası da tam bir mesire yerine dönerdi. Dolap beygirlerinin veya eşeklerin döndürdüğü makaralı kovalarla kuyulardan çekilen suyla yıkanmış marullar, tabir caizse otlamaya gelen müşterilerin önüne konurdu. Buralan da çingenelerin ezelî mekânıydı. Kemanını, defini, zurnasını, fal taşlarını kapıp gelen çingenelerin elinden kurtulmak da ancak ellerine sıkıştınla-cak birkaç kuruş karşılığında sanatlannı icra ettirmekle mümkündü.
Bunlar nispeten yakın kırlardı. Bir de Bo
BİR BAŞKA İSTANBUL
Beykoz çayırında piknik. Ablam, annem, anneannem, ben ve babam (1933)
ğaz'a açılmak vardı. O daha uzun hazırlıkları ve belki ilk vapura yetişmek için sabahın erken saatlerinde yola düşmeyi gerektirirdi. Bunlardan Kuzguncuk korusuna, Beykoz Çayırına, Küçük-su Kasrına gidişlerimizde çekilmiş aile fotoğrafları, bir taraftan altmış-yetmiş yıl öncesinin bütün canlılığı, bir taraftan da sadece gölgeleri kalmış insanların hüznüyle durmaktalar.
KANDİL ÇÖREKLERİ
Başka müslüman ülkelerde de kandiller bu kadar heyecanla, âdeta bütün topluma sirayet etmiş gibi kutlanıyor mu? Tesadüfen böyle günlerde oralarda bulunmuş olanlardan işittiğime göre pek değil. Kandillerin kutlanması, bunlara bağlı olarak bu gecelerde nafile ibadetlere daha çok zaman ayrılması, oruç tutulması, mevlitler okunması, hatta bu mevlitlerin özel bir âdâbı, protokolü bulunması, bu kadar gayretli ve ısrarlı, âdeta olmazsa olmaz halleri herhalde yalnız bize, OsmanlI'nın bir döneminden itibaren biz Türklere mahsus bir gelenek olmuştur. Bu gecelerin ortak adının 'kandil' oluşu bile, asıl gayesinin dışında camilerde kandillerin yanmasından dolayı yine bir Osmanlı adetidir. Tıpkı Ramazan bayramına "Şeker Bayramı" deyişimiz gibi. Bu adlandırmalarda bazılarının endişe et-
tiği şekilde bir küçümseme veya sapma aranmasına hiç gerek yoktur.
Bu konuda zaman zaman ortaya atılan "Arap müslümanlığı, Türk müslümanlığı" gibi spekülasyona açık ideolojik sloganlara saplanmaya niyetim yok. Fakat şurası da muhakkak ki milletler, yalmz milletler değil, bölge ve şehirler, hatta aileler ve kişiler bile dinî yaşayışta, duygularda, davranışlarda az-çok farklılık gösterirler. Tevhid inancının âlemşümul gerçeği şüphesiz bütün bunların üzerindedir.
Kandil geceleri bu düşünceleri ve çocukluğumun kandillerini çağnştırır. Çocukluğumdan-beri, o günün kandil olduğu bir an zihnimden çıkmışsa, ikindiden sonra, akşam üzerine doğru börekçi fınnlannın önünden geçerken hepimizin muhakkak duyduğu o taze hamur, susanı, mahlep karışığı koku birdenbire bana o günün kandil olduğunu hatırlatır. Ilerki yaşlarımda zihnim, bu çörekleri, o kutsal gecelerin aynlmaz bir parçası yapan esrarengiz örflere takılmaya başlamıştı. Buna benzer, güzelliği ve "hasene” oluşu apaçık belli daha pek çok dinî örf ve adetlerimizin, bana göre o kokuyu hissettiğim anda sembolü durumuna giren bu çörekler, tıpkı Yahya Kemal'in Üsküb'ü gibi "Yalnız bizim-di, çehre ve ruhuyla bizdi o". Doğrusunu söyleyeyim, o koku bana bilmediğim Cennet bahçeleri nin kokusunu gibi gelirdi.
Bugün 'pazarlama' sistemine ayak uydurarak süslü karton kutularına giren kandil çöreklerini, vaktiyle de şimdiki gibi börekçi fınnlann-
da, fakat çok defa o güne mahsus olarak onların kapıları önüne konmuş, üzerine beyaz örtü örtülmüş masalarda, yine beyaz önlüklü çıraklar satardı. Zamanla çörekleri yağlı ve susamlı olarak iki türlü imâl eden gelenek, istisnaları varsa da, bunları beşi yağlı, beşi susamlı olarak, bozulmaz kural gibi on adet alınmasını da gerektirmiş gibiydi. O çörekler renkli bir pelür kâğıdına yuvarlanarak sarılır, ortalarından da delikli bir çubukla pamuk ipliği geçirilerek kolay taşınacak bir paket haline getirilirdi. Eve mutlaka bir paket alınır, ayrıca ziyarete gidilecek büyükler için de birkaç paket daha yapılırdı. Kandillere ait bu çöreklerin, büyük ziyaretlerinin, el öpmelerin, musafahaların dinî bir müeyyidesi yoksa da bunları müslüman Türk'ün hayatından koparmak mümkün değildir.
Çörek geleneği daha da zenginleşerek halen devam ediyor. Fakat kandillerin artık kaybolduğunu zannettiğim başka tarafları daha vardı. İçme sularının henüz şişelere girmediği yıllarda, yine ikindi ile akşam saatleri arasında cadde ve ana yolların kaldırımlarında musluklu, üzeri beyaz örtülü toprak küplerden, ayrı bir ibrikteki su ile yıkanmış bardaklarla, gelip geçenlere su dağıtırlardı. Böylece ölmüşlerinin ruhu için sevap işlenmiş olduğuna inanılırdı. Küçük çocukların ince sesleriyle "Sebilullah, sebiiil!.." diye bağınşlan halâ kulağımdadır. Mevsim yazsa küpün içine muhakkak buz da konmuş olurdu. Adına sebil denilen o güzelim mimarî yapıların küçük penceresinden su verilmesi adeti çocukluğumda da çoktan bitmişti. Yalnız Sirkeci'deki
sebilde Taşdelen suyu, fakat dağıtılmıyor, satılıyordu.
O akşamlar, belki yatsıdan sonra gecenin başka bir safhası sokaklarda başlardı. Hep ka tılmak isteyip de bir türlü katılamadığım müte vazi, küçük bir çocuk şehrâyini. Belki de yalnız İstanbul'un kenar mahallelerine mahsus bir adetti. Önce uzaklardan, sözleri anlaşılmayan bir İlâhi gibi çocuk sesleri gelir. Benim gibi o saatte evden çıkamayan çocuklar pencerelere üşüşür. Derken sokağın yukarı köşesinden, kımıldayan sönük ışık noktalan etrafında perişan ama neşeli bir çocuk kalabalığı yavaş yavaş, her evin kapısında bir süre duraklayarak ilerler. Artık şarkının sözleri de anlaşılmaya başlamıştır:
Yağ parası, mum parası, Akşam oldu, kandil parası. Kömürlükte kömür, hanımlara ömür Merdivenden iniyor, papucunu giyiyor. Bize para veriyor.
On para olsun, beş para olsun, Yanı kırık olsun, o da bizim olsun.
Yağlı kapı, ballı kapı, Halkası büyük hacı kapısı.
Bestesini merak edenlere, eğer biliyorlarsa, "Yağmur yağıyor, seller akıyor" şarkısından pek farklı olmadığı söyleyebilirim. Bunlar mahalle nin beş ilâ on yaş arasındaki çok defa fakir erkek çocuktandır. Nadiren bunlardan bir ikisinin kız kardeşleri de ayaklannda tıngırdayan takun-yeleriyle onlara katılmış olurdu. Birkaçının elle
rinde, içinde mum yanan fener. Ben yağ kandili zamanına yetişemedim. Şarkıda "yağ parası" denildiğine göre demek ki vaktiyle yağ kandili ile de dolaşırlarmış. Kapılarının önünde şarkı söylenen ev sahipleri gerçekten tıkır tıkır merdivenlerden inip çocukların ellerindeki teneke kutuya birkaç kuruş atarlar. Daha sonra çocuklar da "mum parası"nı bir kenara ayırarak kendi ara-lannda paylaşırlar.
* ♦ *
Kandil gecelerinin, daha doğrusu bütün kandil gecelerinin dinî mesnedi sağlam mıdır? Yoksa bid'atler karışmış mıdır? Bunlar üzerinde ulemamız kafa yoradursun. Dinin temeli, hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim ve bize sahih olarak intikal eden sünnetlerdir. Ancak dinî hayat dediğimiz zaman asırlar boyunca ona eklenen, zaman zaman eksilen, değişen gelenek ve görenekleri, örfleri nasıl görmezlikten gelebiliriz? Bütün bunlar belki de dinî hayatın toplumlara sevgi, saygı ve merhamet duygularıyla yayılması için faydalı ve gerekli nesneler, vâkıalar, merasimlerdir. Şairi ne niyetle söylemiş olursa olsun "Bir örümcek götürür Hakk'a beni" mısraı insanlara iman için çeşitli vesileler olabileceği gerçeğini gösterir. Caminin kubbesinde uçan bir güvercinden, seccadenin desenine, ezanın musikisinden hat levhalarına kadar bu vesileler, hatta bu verdiğim din çerçevesindeki örneklerin dışında, lâdinî denilebilecek başka motifler bile, ufku inanca açık her insan için birer ihtiyaçtır. Zaten bid'atlerin zararlısının zararsızından ayrılması için "hasene" ve "seyyie" sıfatlarının konulmuş
olması da bu pisikolojik veya sosyal gerçeğin dikkate alındığını gösteriyor.
Ziya Paşa, o harikulâde tefekkür mahsûlü olan Terci-i Bend'inin bir yerinde şu beyitlerle konuşur:
Yek-diğere ne rütbe muhalifse şahs u akl Alemde ol kadar mütehaliftir itikad Hikmet budur ki aharına hasm olur bilip Her kavm kendi mesleğini menhec-i sedad Amma bu ihtilâf ile maksudu cümlenin Bir Hâhk'a hulûs ile etmektir inkıyad
"Kişiler ve akıllar birbirinden ne kadar farklı ise dünyada inançlar da o kadar farklıdır. Her kavmin, diğerlerini hasım bilerek kendi yolunu en doğrusu olarak bellemesinde hikmet vardır. Ama, bütün bu farklılıklara rağmen herkesin maksadı bir yaratıcıya iyi niyetle, kalb temizliğiyle bağlanmaktır." Vesselâm...
I2B
NEYİN SEÇİMİ?
Divan şiirinde sevgilisinin esiri olan şairin aşk objesi Tanzimat’tan sonra değişir. Artık onun gönlünde vatan, bayrak, toplum, insanlık, hürriyet... sevgilinin yerine kaim olmuştur. Na mık Kemal’in “Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten” paradoksunda en güzel ifadesini bulan hürriyet, eskinin nâz ü niamla büyüyen sevgilisinin yerindedir. Günümüzde de demokrasi öyle değil mi? Tıpkı şairin esaretten kurtulup hürriyetin esiri olması gibi pek çok şeyi demokrasi sayesinde kazanacağımızı farz ederek pek çok şeyi de onun uğruna kaybetmiyor muyuz?
Ne çare ki devlet yönetimi olarak daha iyi bir rejim bilinmiyor. Ve demokrasinin işlemesi için tek yol da seçimdir. Demokrasi için seçim gerektiği gibi, seçim için de demokrasi gerekir.
Bununla beraber dünyanın pek çok yerinde demokratik olmayan seçimler ve seçimi olmayan demokrasiler de yaşanmıştır. Birçok idealist düşünür demokrasiyi çoğunluğun azınlığa tahakkümü, binaenaleyh bazen -belki de çok defa-eğrinin doğruya, zulmün hakka tahakkümü olarak görmüştür. Galile, “Dönmüyor da desem ne yapalım ki dünya dönüyor” dediği zaman çoğunluk dünyanın dönmediğine inanıyordu. Çoğunluğun azınlığa tahakkümü bile olsa nihayet demokrasinin getirdiği bir zaruret olarak kabul edilir ve yine demokrasi içinde çare aranır. Ama azınlığın çoğunluğa tahakkümü olan demokrasilerde ve bu mekanizmayı zorlayan seçimlerle gelen iktidarlarda yapılacak ne kalmıştır?
Seçimler bitti. Milletimizi doğruluğa, iyiye, güzelliğe yüceltecek, huzura kavuşturacak yasama meclisimizi, dolayısıyla yürütme gücünü oluşturacak kişileri seçtik. Basınımız, aydınlan-mız, siyasilerimiz bir süre milletin bu seçimle hangi mesajı vermiş olduğu şeklinde bir abesle meşgul olmaya devam edecekler. Bu sakat telâkki, sadece teker teker kişilerden biraraya gelmiş milleti bir hükmî şahsiyet, hattâ bir gerçek şahsiyet zannetmek gafletinden başka nasıl açıklanabilir? Kim, hangi mesajı veriyor? Hangi parti üyeleri, partizanlar, sempatizanlar bir araya gelmiş de “biz şuna reyimizi verelim, sîzlerde buna” diye karar vermişler?
Bunları düşünürken ben de bir gaflete kapılarak geçmiş, uzak yılların seçimlerinde milletin ne gibi bir mesaj vermiş olduğunu tasavvur etmeye çalıştım. Türkiye’de ilk parlemento seçim
leri 1877 başlarında yapılmış, Meclis-i Mebu-san’ın ilk toplantısı da 19 Mart 1877. Demek ki parlamenter rejimimizin kâğıt üzerindeki tarihi 122 yıllık. Bu ilk Meclis-i Mebusan’ın dikkate şayan bir yapısı var. Dünya üzerinde, o zamandan bu zamana belki de eşi bulunmayan ola ğanüstü demokratik bir yapı. Bu meclisin 115 üyesinden 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim. Müslümanların arasında da Arnavut, Boşnak gibi Balkan azınlıklan, ayrıca epey de Arap mebus var. Yani Türkler azınlığın azınlığı. Şimdi siz değil o yıllarda, tâ İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar çağdaş demokrasinin örneği olan İngiliz Parlamentosu’nda, kırk milyon nüfusu olan Büyük Britanya’nın ve ikiyüz milyonluk nüfusuyla Hindistan başta olmak üzere pek çok dominyonun kaç kişi ile, ne oranda temsil edilebildiğinin hesabını yapadurun. Tabii Fransa, Belçika, İspanya, Portekiz, Hollanda parlamen-tolannın da bundan farkı yoktu.
O meclisimizin ömrü pek uzun olmamış. Bu söylediğim demokratik nispet yüzünden bir gün o meclisin Devlet-i Aliyye’yi tasfiyeye karar vermesinden endişe eden Abdülhamid başka sebeplerin de araya girmesiyle bir yılını tamamlamadan parlamenter rejim hikâyesine son verir. Yeni seçimler için 1908 Meşrutiyeti'ni beklemek gerekecektir. Ondan sonra günümüze kadar kesintisiz denebilecek bir seçim mekanizması işlemiştir. Seçim mekanizması vardır; ama demokrasi var mıdır, o şüpheli. Bu şüphe 1946, daha da doğrusu 1950 seçimlerine kadar gelir. Bu tarihe kadar nasıl bir seçim vardı? Ve millet
yöneticilerine ne gibi bir mesaj veriyordu?
Benim hatırlayabildiğim ilk seçimler 1943 yılına ait. Balat’ta oturuyorduk. Nalburluk ya-.. pan ve ailece çok iyi görüştüğümüz Mehmet Efendi'den bahsetmiştim. Hatta yeni harfleri yavaş okuduğu için o yıllarda İkdam Gazetesinin bir köşesinde çıkan Hazreti Ali ile ilgili tarihî roman tefrikalarını bana okutturduğunu da. Epey serin bir şubat sabahı, herhalde Pazar günüydü, babamla sokağa çıkmıştık. Yolda Mehmet Efendi ile karşılaştık. Hiçbir zaman görmediğim kadar şık bir kıyafetteydi. Nalbur Mehmet Efendi gitmiş, yerine sırtında lâcivert, ağır kumaştan paltosu, başında koyu renk fötr şapkası, ellerinde parlak güderi eldivenleriyle kalantor bir Mehmet Bey gelmişti. Babamla karşılıklı bir selâmlaşma ve iltifatlardan sonra ‘‘vazife-i vataniyyemizi yapmaya gidiyoruz" gibi bir cümle sarf etti. Biraz daha konuşup ayrıldıktan sonra babama nereye gittiğini sordum. İşte o zaman o gün seçim ya pıldığını öğrendim, seçim denen şeyin ne olduğu hakkında da kafama müphem birtakım bilgiler girdi. Gerçi ilkokul yurt bilgisi derslerinden kulağım delikti; ama o sadece kitabî bir bilgiydi. O zaman Mehmet Efendinin mahallemizin mün-tehib-i sanisi, yani ikinci seçmeni olduğunu, seçim sandığının Beyazıt’ta Üniversite bahçesine konulduğunu öğrendim. 1946’da tek dereceli ve çok partili seçimler yapıldığı zaman artık seçimin, çok partililiğin, demokrasinin manâsını biraz daha iyi biliyordum. Önce Millî Kalkınma Partisi, sonra Demokrat Parti kurulmuştu. Fakat iyice hatırlıyorum, her iki parti de muhalefet
partileri olmadıklarını, hükümetin icraatını kontrol, ona yardım amacı taşıdıklarını sık sık dile getiriyorlardı. Demek muhalif olmak tehlikeli bir davranıştı. Buna rağmen seçimler heyecanlı geçiyordu. Tek radyo olan Ankara Radyosunda partilerin propagandası filân diye bir şey yoktu: ama iktidar partisi bu aleti pekâlâ rahatça kullanabiliyordu.
O zaman ve daha sonraki seçimlerde hep o ilk seçimi hatırlayıp Mehmet Efendi’yi düşünürüm. Kim bilir o kaç birinci seçmen vatandaşın oylarıyla kendisini, mebusları (milletvekillerini) seçme imtiyazına sahip daha özel ve imtiyazlı bir vatandaş olarak görüyordu. Fakat kimi seçiyordu? Tek partinin kitle halindeki listesini. Seçtiği, parti değildi, kişi hiç değildi. Sadece bir listeydi. 0 listeyi dolduran isimler çok daha önce parti başkanının veya olsa olsa bir de onun güvendiği kişilerin seçtiklerinden ibaretti. Yani Mehmet Efendi özenerek vazife-i vataniyyesini yapmaya giderken, seçim, devletlü efendilerimizin kafasında çoktan bitmişti bile.
Milletin hangi mesajı verdiği konuşulurken aklıma hep Mehmet Efendi’nin hangi mesajı verdiği geliyor. O, halktan, halkımızın okur-yazar kesiminden, mütedeyyin, iyi bir insandı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından demokrasi denemeleriyle başlayan nisbî serbestlikler ara sında hacca izin verildiği zaman da ilk defa gidenlerden oldu. Hac dönüşü hastalanarak Şam’da vefat ettiğini, oraya defnedildiğini işittik.
ORFEON REKOR...
Vaktiyle evimizde gramofon varmış. Ben doğduğum zaman veya ilk kendimi hatırladığım yıllarda artık yoktu. Borulu muymuş, değil mi, bilmiyorum. Yalnız çok küçükken evdeki yüklükte birkaç taş plak kalmış olduğunu, sonra dayımın gramofon merakı başlayınca plakları da ona verdiğimizi hatırlıyorum. Demek radyo yayılınca artık o hantal aletten kurtulmanın zamanı geldiğini düşünmüşler. Yeni plaklar çıktıkça almaya zorlayan tiıyakiliği, o plakları muhafaza etmek için özel çantaları, bir de sık sık değiştirilmesi gereken özel iğneleri... hasılı külfeti nimetinden fazla görülmüş. Dayımın ise uzun zaman radyosu olmamıştı. Ben sekiz-on yaşlarımda iken nasılsa eskicilerden dorusuz (çünkü o yıllarda artık borulu yeni gramofon imal edilmiyordu) bir gramofon uydurmuş. Be-
nim yakından görüp tanıdığım gramofon o oldu. Bu, kapağını açınca plağın üzerine elle ve itina ile yerleştirilen, bitince tekrar yerine çekilen kolu, bu kolun ucunda aynı zamanda hoparlör vazifesini gören ağırca bir kafa, onun ucunda iğnesi, bir kenarında zarif bir kapağın hareketiyle ortaya çıkan iğne kutusuyla benim için bayağı cazip bir oyuncak olmuştu. Diski döndürecek olan zembereği kurmak için de yan tarafında parlak madenî bir manivelası vardı ki bu da işi bitince kapağın iç tarafındaki özel bölmesine yerleştiriliyordu. Dayımın gramofonu kul lanılmış ve galiba asıl zembereği de değişmiş ol duğundan plağın bir yüzünü bile tam dinletmeye takati yetmiyor, şarkının bazan en güzel yerinde nefesi kesildiği için manivelayı hemen döndürerek zembereği kurmak gerekiyordu. 0 zaman, okuyucunun sesi tam tükenmek üzereyken birdenbire yeniden yükselir, parçanın devamını zevkle dinlemeye koyulurduk. Güçlü zembereği kuran manivelayı çevirmek için de bayağı kuvvet sarfetmek gerekiyordu.
Dayıma verdiğimiz plaklar arasında bir Hafız Burhan ninnisini, bir de 'komik-i şehir Naşit'in, plağın iki yüzünde tamamlanan bir komedisini hatırlıyorum. Üzerinde "Ağamız ti meşkediyor" yazılı olan bu ikinci plak, tahmin ediyorum ki bir orta oyunundan kaydedilmiş olmalıydı. Kayserili cahil ve zengin bir ağa ile ona ut dersi veren bir Ermeni ustanın telaffuz taklitlerine, birbirlerini yanlış anlamalarına dayanan ve bazı cümleleri halâ hatınmda olan bu parçayı dayımlara her gidişimde dinler ve
bazı yerlerine gelince, defalarca dinlediğim halde kendimi tutamaz, gülerdim.
Antika denen şeyin yalnız Avrupa mallarına mahsus bir merak olduğu zannedilen yıllardı. Eski yazma ve basma kitaplar gibi pek çok eşya da Kuledibi'nde, Çadırcılar’da, Bit pazarında hatta mahalle pazarlarında sebil halinde yerlere yayılırdı. Bütün bunların ne zaman aranmağa başladığını, ne zaman nadide ve kıymetli birer eşya telakki edildiğini bilemiyorum. Muhtemelen İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda, turizmin yeniden canlanması ile başlamış olmalıdır. Bu anlattığım, 1960'lardan sonra Sultanahmed civannı saran ne idüğü belirsiz 'bitli turist'lerin ve 'adembaba'lann turizmi değildi. Savaşı takip eden o ilk yıllar Tophane rıhtımına yanaşan büyük yolcu gemilerinden orta yaşın üzerinde, çok defa güzel ve şık giyimli karı-koca "ecnebi seyyah"lar iner, bahsettiğim semtlerden veya daha bilmediğim yerlerden OsmanlI'nın son dönemine ait akla gelmeyen eşyayı yani antika objeleri yok bahasına alırlarmış.
O yıllarda orijinal möbleli, borulu, borusuz gramofonları da çok ucuza almak mümkündü. Ama niçin alınsındı? Radyonun getirdiği bu kadar kolaylık, rahatlık varken onunla kim uğraşacaktı? Zaten bir süre sonra, pikap denilen çok daha hafif, küçük, elektrikle işleyen aletler de çıkmıştı. Arkasından kırkbeş ve otuz üç devirli, yine çok hafif, dayanıklı ebonitten veya benzeri maddelerden yapılmış plaklar ortalığı sardı. Bunlar şimdiki kasetlerin, kaset-çalarların, hatta CD çalar'lann ağababalarıydı.
1950'nin birkaç yıl öncesi ve sonrasında da eski eşya gibi eski plak meraklısı halâ yoktu. Yahut benim bilemiyeceğim kadar nadirdi. Evimizde de gramofon olmadığı halde, nasılsa bil miyorum, bende bir plak toplama merakı başla dı. Sahhaflar'a girip çıktıkça Çadırcılar sokağını da bir baştan öbür başa yürür, peykelere, çer-gilere serilmiş bazan ne işe yaradığını bile anla madiğim bir takım nesneleri karıştırmaktan zevk alırdım. Eski İstanbul kartpostallanm da o sıralarda toplamağa başladım. Yerlere mebzul mikdarda yayıldığı için hoşuma gidenleri seçerek alıyordum. Pek pahalı olmadıklarını zannediyorum. Aralarında evlerden kaldırılmış olduğu anlaşılan, o yıllardan en az kırk-elli yıl öncelerine, demek ki yüzyılımızın başlarına ait dduklan muhakkak olan çerçeveli portreler, çoğu ekalliyetlere mahsus 'dagereotip' aile fotoğraflan da vardı ve o zamanki aklımla hemen hiç kimsenin tanımadığı bu insanların fotoğraflarınm kimin işine yarayabileceğini düşünürdüm de ne diye satıldıklarına şaşardım. İşte o İstanbul kartpostallarıyla beraber yetmiş sekiz devirli taş plaklar da almaya başlamıştım. Önce yeni harfli etiketleriyle Münir Nurettin, Safîye Ayla, Yesari Asım... derken biraz daha eskilere Hafız Ahmed, Hafız Burhan, Hafız Yaşar... Bazılarını emanet pikaplarda dinledikçe bir gün benim de bir pika-pım olacağını, o zaman bu plakları bulamayacağımı hayal ederek ve olabildiği kadar güzellerini seçerek almaya devam ettim. O plaklardaki sesler, bugünkülerle mukayese edilemeyecek kadar bozuk, cızırtılı, mikrofona olan mesafesi
hesaplanmamış, hasılı zevkle dinlemesi güç seslerdi (Son yıllarda bu eski plaklar özel tekniklerle cızırtılardan, parazit seslerden temizlenerek yenileştirildiler). Fakat buna rağmen özellikle hafız okuyucuların, muhakkak ki Kur'an tilâvetinden, mevlid kıraatinden, o sıralarda moda olan gazel ve oradan da şarkı icralarına intikal etmiş, muhtemelen gunne, idgam, teganni... kurallarına uyarak okumaları, dinlediğinizi bir çeşit daüssıla musikisi haline getiriyordu. O zaman bozukluk dediğimiz cızırtılar, hatta güneş görerek yumuşayıp eğrilmiş plakların disk üzerindeki garip salıntıları, bu salıntıların doğurduğu ses dalgalanmaları bile bu daüssılayı tamamlayan birer motif oluyordu.
Hemen tamamı yabancı olan Odeon, Orfeon, Polydor, Sahibinin Sesi, Blumental Biraderler gibi şirketlerin imal ettiği plakların üzerindeki yuvarlak etiketleri ve zarflan eski harfli olanlar, ayn bir grup teşkil eder. Bu etiketlerde ve zarf larda ayrıca latin harfleriyle ve Fransızca imlâya göre bestekânn, okuyucunun adı, bazan şarkının ilk mısraı yahut tamamı da yer alır. Tanburî Cemil Bey'in plak etiketlerinde ise defne yaprak-lanyla çevrili bir madalyon içinde fesli güzel bir fotoğrafı vardı. Yüzyılın başlarındaki bu büyük tanbur ve kemençe virtüözünün icralanndan bugüne kalabilen bu çok kıymetli plaklar, o yıllarda imal edilmiş diğer birçoğu gibi Birinci Dünya Savaşı yıllanna raslamış olduğundan ses kaydı bakımından kalitesiz ve bir hayli de bozuktur. Buna rağmen onu ilk dinlediğim zaman beni ne kadar gerilere götürmüştü. Bu nostaljiyi
de galiba plağın başında, davudi bir sesle "Orfeon rekor... Tanburi Cemil Bey tarafından kemençe ile taksim" gibi bir takdim cümlesi tamamlıyordu. Kimbilir, belki de Yahya Kemal'in Varşova'da bir ortodoks ayini (şiirin adı Kar Musikileri olduğuna göre muhtemelen bir noel akşamı) sırasında mırıldandığı "Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta/Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta" mısraları bende bu duyguyu hazırlamıştı. Yalnız o mu? "Bu yaz kemençeyi bir dinledinse Çamlıca'da/Baharda bir gece tanburu dinle Kanlıca'da" mısralarında adı zikredilmeden geçen sazendenin de Tanburi Cemil bey olduğunu biliyorduk.
Yahya Kemal'in ve yaşıtlarının bizzat dinleyerek tattığı o musikiden bize de "hisse-i muhabbet" olarak bu cızırtılı plaklar düşmüştü.
BİR RA D YO MASAL/
Eldeki bilgiler, 1920lerden sonra İstanbul’da tecrübe mahiyetinde radyo yayınları yapıldığını, 1927’den sonra da biraz daha programlı olarak İstanbul Radyosu’nun yayın yapmaya başladığını gösteriyor. Ama İstanbul’a gelen en eski radyo veya radyoların tarihini bilmiyorum Dikkatli bir tarama ile herhalde eski gazetelerin reklam sayfalarından bazı bilgilere ulaşılabilir. Evimizde ilk hatırladığım radyo ise herhalde 1935 yılında olacak, markası Nora olan bir Alman radyosuydu. Benim hatırladığım tarihten de evvel alınmış olmalı. Gözümün önüne yüksekliği en az altmış, eni kırk santim kadar, ona göre de bir derinliği olan, neredeyse şimdiki set üstü buzdolabı boyutlarında bir nesne geliyor. Kahverengi, damarlı ahşap şasisi, biri ses, diğeri istasyon arayan iki düğmesi (demek ki tek dal
gah), saat gibi yuvarlak ekranı ve yelkovan şeklinde dönen ibresi ile Balat’taki evimizin şık bir möblesi idi. Mahallemizin de belki tek radyosu belki, bir-iki ndan biriydi. Sesinin de epey yüksek olduğunu, camlar açıkken bazan sokak’.an işitildiğini hatırlıyorum.
Bir gün evin tavan arasındaki eski hırdavat eşya arasında cilalı bir dikdörtgen tahta üzerine tespit edilmiş, içinde birtakım teller, metal parçaları bulunan yan yatırılmış kavanoz gibi camdan bir şey, onunla beraber bir telsiz kulaklığı olduğunu anladığım bir âlet gördüm. Babama sorduğumda bunun Nora’dan evvel kullandıkları, telsiz alıcısının biraz daha gelişmişi olan ga lenli, kulaklıklı bir radyo olduğunu öğrendim. Onunla İstanbul Ra^yosu’nun tecrübe yayınla nnı dinlerlermiş. Aslında sadece bir kişinin kulaklıkla dinlemesi mümkünmüş ama bazan bir kulaklığı babam, diğerini annem kullanmak suretiyle ikisinin de dinleyebildikleri olurmuş.
İkinci Dünya Savaşı’nın ortalarına kadar a Nora’yı kullandık. Savaş yıllarında karartmala nn nasıl yapılacağını, şehrin neresinde, hangi cami veya mektebin bir bombardımanda kaç ki şilik sığınak olacağını, herkesin kendi bahçesinde (demek ki herkesin kendi bahçesi vardı) eni yanm metre, boyu iki metre olan birer kişilik çukur sığınak(!) yapması gerektiğini, alarm verilince nerelere, nasıl kaçılacağım, ekmek, şeker, çay bardağı, basma karnelerinin nasıl alı nacağını hep “resmî tebliğ”lerle o radyodan öğrendik. Düğmeyi biraz çevirdik mi bir Alman, hemen yanında Moskova, ötesinde İngiliz BBC
istasyonunun Türkçe yayınını yakalar, birbirleri aleyhine propagandalarından başka her birinin hasını olan radyoyu dinletmemek için suni parazit ve gürültülerini de işitirdik. Savaşın sonla-nna doğru Almanya ile siyasi ilişkilerin kesilmesiyle Alman radyolarının alenen dinlenmesi de yasak edildiğinden, merak saikasıyla bu defa Nora’nın hemen dibine sokularak, daha kısılmış olan sesine kulak verirdik.
Türk radyosu olarak da sadece uzun dalga üzerinden yayın yapan Ankara Radyosu vardı. Ankara’nın kısa dalga üzerinden çeşitli dillerde haber ve müzik yayını yapan bir istasyonu daha bulunuyordu. Yayınlar da günün bütün saatlerinde değildi. Sabah, öğle, bir de akşam beşten sonra gece yarısına kadar.
Pazar hariç her akşam “Radyo Gazetesi” diye on beş dakikalık bir konuşmada iç ve dış olayların bir çeşit özetli yorumu yapılırdı. Konuşmayı hazırlayan ve okuyan Nurettin Artam, “Toplu İğne” takma adıyla mizahî manzume ve fıkralar yazardı. Çengelköy’de Afganlı Tekkesi diye bilinen bir Kadiri Tekkesi Şeyhi’nin oğluydu, bu yüzden başka bir çevrede “Şeyh Nurettin” diye bilinirdi. (Daha fazla meraklı olanlar için Fikret Adil”in Aşmalı Mescit 74 adlı kitabında geçen Şeyh Memdut’un da bu zat olduğunu söyleyeyim). Bu Radyo Gazetesi konuşmalannda hükümetin tamamen dümen suyunda gidildiğini, zaten tek partili bir rejimde yaşandığı için, hatırlatmaya gerek yok. Fakat bu konuşmalar daha da işgüzarca birer dalkavukluk örneği idi. 1945’te Anayasa’nın dilinin değişmesiyle bera-
ber Nurettin Artam’ın da konuşmaları, o yıllarda alışılmış söz dağarcığının birdenbire dışında, kulağı tırmalayan kelimelerle doldu. Çok partili hayata geçildiğinde de artık bu konuşmalar iyice dinlenmez bir hale gelmişti.
O yıllardaki radyonun hatırımda kalan ve çocuk yaşlarımda ilgi ile takip ettiğim bir programı da Neriman Hızır’ın (Profesör Nusret Hızır’ın eşi) Ayşe Abla adıyla ve çocuklarla beraber hazırladığı Radyo Çocuk Saati’ydi. Daha sonraki yaşlarımda Mes’ut Cemil’in idare ettiği “Ünison Erkek Korosu”nun “Tarihî Türk Müziği” yayınları da bende klâsik mûsikîmizin büyük birkaç eserine karşı ilk hayranlık duygulannı uyandırmıştır. Yine Mes’ut Cemil’in yönettiği her biri birer hafta devam eden programlarda parça parça türküler ve marşlar öğretilirdi. Bunlar arasında unutulmuş, fakat birçoklarının dikkatini çekeceğini tahmin ettiğim bir hatıram daha var. Şimdi de zaman zaman olduğu gibi, o yıllarda bir ara İstiklâl Marşı metninin değiştirilmesi gündeme gelmiş. Muhtemelen hükümet içinde bir faaliyet. Zaten başka türlüsü mümkün değil. Yeni bir millî marş güftesi yazması için Falih Rıfkı, Necip Fazıl’ı ikna etmiş. O da, henüz Büyük Doğu dergisinin çıkmadığı bir sırada “Büyük Doğu' başlıklı bir şiir kaleme almış. (Bu şiir şimdi, az-çok değişikliklerle Çile’de de bulunuyor. İlk mısra o zaman “Tanrı’nın alnından öptüğü mil let”tir). İşte Ankara Radyosu’nda “Bir Marş Öğ reniyoruz” saatinde öğretilen marşlardan biri de buydu. Çocuk yaşımda ben de dinleyerek ve tekrar ederek epeyce öğrenmiştim. Bestesinin
kime ait olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Bana sanki Necil Kâzım Akses’indi gibi geliyor. Türkiye’nin yakın tarihinde ne kadar dikkate şayan hadiseler ve insan ilişkileri var!
Nora’nın ses lambaları eskimeye ve artık tamir kabul etmemeye başladı. Babam onu beş liraya bir eski radyo satıcısına verdi. Gelip geçerken, Kapalı Çarşı’nın Beyazıt kapısının hemen yan tarafındaki dükkânlardan birinin rafında bu ilk göz ağrımızı uzun zaman seyrettim. Bir gün raftan da kalktığını gördüm. Onun yerine evimize üç dalgalı, göz lâmbalı yine ahşap möbleli fakat biraz daha küçük ve bu sefer yatık dikdörtgen şeklinde bir “Aga Baltıc” gelip oturdu.
S/NEMA YILLARI
Sinemanın kabul edilmiş bir altın çağı var mıdır, bilmiyorum. Ama yirminci yüzyılı yaşayan herkesin bir sinema yılları olmuştur. Benimki 1930’ların son yıllan ile 1940'lardı.
Sinemayı tanıdığım zaman dünyada ilk sesli filmlerin yapılması üzerinden henüz on yıl geçmemişti. O yıllarda Batı filmlerini en erken getiren Beyoğlu sinemalannda bile üç-dört senelik filmler gösterilirdi. Biz daha bir kenar mahallede, Balat'-ta oturduğumuzdan o yeniliklerin gelmesi daha da gecikirdi. Bu yüzden o yıllarda tek tük de olsa sessiz filmlerin bile oynatıldığı oluyordu.
Balat'ın en eski ve o zamanki tek sineması Tahsin Bey'in işlettiği Milli Sinema'ydı. Semtin en canlı ve işlek Vodina caddesi üzerinde küçük bir çıkmaz sokağın içinde, iki katlı, yani parteri
ve balkonu hatta birkaç da locası olan bir sinema. O çıkmaz sokağın girişinde de oynatılan filmlerin afişleriyle bazı çarpıcı sahneleri gösteren, parlak kartlara basılmış fotoğrafların yer al dığı büyük bir pano bulunurdu.
Sessiz film oynatıldığı zaman şanonun önündeki piyanoda, yaşlıca bir adam filmin akışına göre bir takım melodiler tıngırdatır dururdu. Şarlo-nun "Altına Hücum"u ile ne olduklarını unuttuğum daha birkaç sessiz filmi orada seyrettiğimi hatırlıyorum. Fakat artık sesli film saltanatı da başlamıştı. Hemen bütün yabancı filmler de dublajsız ve alt yazılıydı. Daha ilk okula gitmeden ve başladıktan birkaç yıl sonra, demek ki on yaşlan ma kadar, dayımla ben Milli Sinema'nm kovboy filmleri müşterisi olmuştuk. O zamanın kovboyla n da kovboydu hani. Haydutu da, hafîyesi de gözümüzde kahramandı. Daima beyaz veya parlak tüylü yağız atının üzerinde, geniş kenarlı şapkası bir kaşının üzerine eğilmiş yahut arkaya atılmış, belde çekilmeye hazır tabanca, şıkır şıkır mahmuzlar... Ve hafıyenin sadık dostu, çok defa elinde gitarla, biraz daha kalitesi düşük bir at üzerinde takip eden "delisi" (Sanşo'nun bir versiyonu mu idi acaba?). Ve bitip tükenmez Arizona çöllerinde, kayaların arasından süratle döne döne, hemen her filmde değişmeyen sahneler: Önde beş altı atlı, beş yüz metre mesafeyle bir o kadar atlı daha devamlı koşturma ve takip. Teke tek takip lerde ise önden giden kovboyun dönemeçte bir ağacın dalını yakalayarak kendini yukan çekmes: ve arkadan gelen haydutun boş atı takibi, yahu: haydut dalın alfandan geçerken üzerine yüklenne
(Bu takip ve kovalamaca sonraki yılların filmlerinde atın yerini otomobil, daha da sonra uzay araçlan alarak devam etti. Tabii kovboyların yerini de otomobil sürücüleri ve astronotlar). En sevdiğim ve korkuyla karışık heyecanla seyrettiğim sahneler hareketli tren üzerindeki döğüşlerdi. Bir de kovboyun, süratle seyircinin üzerine doğru gelen trenin ön tarafında tutunmaya çalışmasıydı. Trenin üzerime doğru gelmesiyle farkına varmadan oturduğum koltukta sağa veya sola çekilirdim. Heyecanlı sahnelerde Balat seyircisinin bağırma ve ıslıklarla kovboyu takdir ve teşvik ettiğini, aynca girişteki kuru yemişçilerden alınan kabuklu fıstık, kabak çekirdeği, leblebi paketlerinin de bütün salonu dolduran bir çıtırdı orkestrası eşliğinde boşalmakta olduğunu da unutmayalım.
O filmlerin kovboy rolüne çıkan aktörlerini benim yaşımdaki bütün çocuklar bilirdi. Adlarının yan İngilizce, yarı Türkçe telaffuzlarıyla Buk Jones, Ken Maynard, Bob Baker'i, hele melodisi dillerde dolaşan "Amerikan kovboyları aslan Cin Otri" yi kim bilmezdi?
Filmler yıpranmış olduğundan sık sık kopardı da. En heyecanlı bir yerinde birdenbire kesilir, ışıklar yanar, seyircilerin "Ooo!!!" itirazlı bağırışları arasında kısa bir aradan sonra yeniden başlardı. Bu arada filmde bazı ufak tefek atlamalar olmuşsa da ona kimsenin aldırdığı yoktu.
Balat sinemasında çok defa iki film oynatılırdı. Ama daha çok askerlerin müşteri oldukları Sultanahmet'teki Alemdar, Sirkeci'deki Kemal
Bey sinemalannda üç, Şehzadebaşı sinemala-nnda bazan dört film oynadığı da olurdu. Seanslar sürekli olduğundan hiçbir zaman salon tamamiyle boşaltılmaz, zaten aspiratör denilen şey de olmadığından havalandırılmaz, seyircide bir filmin ortasında girdiği sinemada, sigara yasağı olsa da duman içinde, isterse akşama kadar kalabilirdi.
Bir süre sonra açık hava yazlık sinemalan açıldı. Balat'ta da biri Çiçek sineması, diğeri de Mehtap Sineması olan iki bahçe sinemamız ol muştu. Şimdi artık rekabet de olduğundan oy1-natılacak filmlerin reklamını gündüzden sokak aralarında bir elinde ya çıngırak veya boru, di ğerinde el ilanlarıyla gezen çığırtkanlar yapıyor-dı. "Bu akşam Balat Çiçek sinemasında..." diye başlayıp filmin ve artistlerin adlarını, hatta konusunu da söylüyor, arkasından elindeki çıngırağı birkaç defa çalıyordu. Boğaz köylerinden bazılarının boş kıyılarında, perdesi denize taraf yazlık sinemalarda ise, yazın o bunaltıcı havala-nnda denizden esen serin meltemle ve eğreti perdenin dalgalanmalarıyla film seyretmenin zevki daha başkaydı. Hele bazan ekranın hemen arkasından görünen bir şirketihayriye vapuru seyircinin dikkatini bir an o tarafa çeker, sanki filmin beklenmeyen bir parçasını oluştururdu.
Ramon Novarro'nun Şeyh Ahmet, Şeyhin Aşkı, Şeyhin Dönüşü gibi konusu Afrika çöllerinde geçen Amerikan filmlerinde artık dublaj yapıldığı gibi fon müziği de yerlileştiriliyordu. Hemen hepsi Sadettin Kaynak'ın konuya uygun güftesi-bestesiyle film yarı oryantal yarı yerli bir
hava kazanırdı. "Ay doğdu batmadı mı" şarkısı da o yıllarda Şeyh Ahmed filminin fon müziği olarak hemen herkesin ağzında moda olmuştu. Zaten aynı yıllarda başlayan Mısır filmleri furyasıyla da Sadettin Kaynak'ın şöhreti iyice artmıştı. O filmlerin bazı şarkılarının orijinal Arap müziği olarak kalmış olduğunu da hatırhyorum. Bunların çoğu aynı zamanda Mısır'ın ünlü şarkıcıları olan Abdülvehap, Ümmü Gülsüm, Yusuf Vehbi, Leyla Murat gibi artistlerin çevirdiği konusu hemen hiç değişmeyen mutsuz aşk filmleriydi: "Aşkın Göz Yaşları", "Yaşasın Aşk", "Beyaz Gül". Seyircisinin çoğu da çantalarında yedek mendilleriyle ağlamaya hazır giden kadınlar olurdu. Daha sonraki yerli filmlere de Arap sinemasının tesir ettiği muhakkaktır.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, savaşa girmeyen Türkiye'nin sinemalarmda görülen tek yenilik iki film arasında gösterilen kısa metrajlı haber filmleri oldu. Afişlerde "Fox Journal dünya haberleri ilaveli" diye reklamı yapılan bu în-giliz-Amerikan yapımı filmlerin müttefik ordula-nnın askerî gücünün ve zaferlerinin propagandasını yaptığını hatırlatmaya gerek var mı?
Mahalledeki çocuklardan birinin evinde, bayram yerlerindeki gibi elle döndürülen ve bir tarafi-na gözümüzü yerleştirerek seyrettiğim bir sinema vardı. Ben de heves ettim. Kimbilir kaçaydı, alamadık. Onun yerine babam bana bir gün on-on beş santim uzunluğunda, bir ucunda film geçirilecek bir yuva, bir ucunda da büyütücü mercek olan dört köşeli, madenî boru gibi bir alet getirdi. Birkaç parça da film karesi. Onları yuvaya yerleş-
tiriyor, ışık için de güneşli pencereye dönüp, gözümü de büyütece dayayıp seyrediyordum. Bunu gören bir Yahudi arkadaşım da aynı aletten aldı. Bir süre film değiş-tokuşu yaptık. Onlar da bitince büyük bir hazine keşfettik. Balat Millî sineması nın arka sokağında, tam sinemanın makine daire sinin altına düşen kaldırıma her gün kopuk film parçalan atılıyordu. Bunlan çöpçü süpürmeden biz toplamaya başladık. Hergün okuldan çılanca Nesimle beraber oraya koşar, haksızlık olmasın diye önce birimiz, sonra diğerimiz olmak üzere sırayla yerden bu filmleri toplardık. Hele bunlar arasında sekiz-on santim uzunlukta olanlar varsa bunu küçük sinemamızın yuvasmda aşağıdan yu kanya doğru yürüttük mü, al sana hakiki sinema gibi hareketli bir film. Bir süre sonra da paramız oldukça bazı eskicilerde, hurdacılarda bayağı uzun film makaralan bile alır olmuştuk.
♦ * *
Ortaokuldan sonra sinema tiryakiliğim kalma dı. Hep iyi sinemalarda kaliteli filmleri aradım ama çocukluğumun sinemalannın damağımda bıraktığı lezzetle bazı nostaljik filmleri de kaçırmadım.
Televizyonun sinemanın pastasından epey büyük bir pay aldığı muhakkak. Hiç olmazsa benim için. Son defa sinemaya gideli herhalde üç yıldan fazla oluyor. Artık yalnız ekrandan değil hemen her taraftan taşan müzik ve fon seslerinin darbeleriyle salon, filmin güzelliğini farkettirmiyecek kadar gürültülüydü. Yoksa renkli filmden sonraki siyahbe yaz nostaljisi gibi bir de sessiz filmleri mi arar olacağız?
SUR KENA RINDA /< İ DÜN YA
İstanbul'un önemli ana damarlarından biri Topkapı Sarayı'ndan, dolayısiyle Ayasofya'dan başlayarak batıya doğru yükselen yoldur. Bu hat Divanyolu, Yeniçeriler caddesinden sonra Bayezid'de bir sapanın uçlan gibi ikiye aynlır. Sol taraf Ordu ve Millet caddeleriyle Topkapı'ya uzanır; sağ taraf Vezneciler, Şehzadebaşı, Macar Kardeşler, Fevzipaşa caddeleri adını alarak, hemen daima dik veya hafif yükselişlerle Edirnekapı'ya kadar tırmanır. Her iki kapı da, hem Bizans'ın, hem Osmanlı İstanbul'unun protokol kapılarıdır. Fatih Sultan Mehmed'in beyaz atı üzerinde şehre ilk ihtişamlı girişinden-beri Topkapı, Osmanlı padişahlannın batı seferlerinden dönüşlerinde girdikleri merasim kapısı olmuştur. Edirnekapı ise Bizans İmparatorları için böyle bir tak-ı zafer gibidir. Daha sonra Os-
^vı«¿cT9at««3a<lMtv aıırlurn do^ru.
H«MM«t l »«•••*«•••1 * »••» V«»«IU»Mİ lwp«ı«l«llr.
• ***•*«•<« * • «•w*«**«** *■••<» #*•••*••«« ***«*•■•«*••>•*«•••••••••*«•
manii döneminde de yabancı elçiler payitahta Edirnekapı'dan girerlermiş.
Topkapı yolu deniz seviyesinde olan Aksaray'a inişten sonra hafif bir meyille yükselir ve kapıya ulaşır. Edirnekapı yolu ise Divanyolu'-ndanberi hemen hep yükseliştedir. Fatih- Edir-nekapı arası ise şehrin en yüksek yoludur. Bu sebeple Edirnekapı da Topkapı'ya göre daha yüksektedir. Zaten sur içindeki şehrin de en yüksek nıevkiidir. Bu demektir ki Mihrimah Sultan Camiinin minare alemi şehrin göğe yükselen en uç noktasıdır.
Burası İstanbul'un yedinci tepesidir. Buraya gelen yol da yarımadanın sırtıdır. Fatih-Eskiali yokuşundan sonra nisbeten düzelen yolun sol ve sağ yamaçları denize ulaşır. Sol taraf, güney yamacı, hafif bir eğimle, elli yıl önce ekili tarlalar olan Yenibahçe veya Bayrampaşa deresi düzlüğüne (şimdiki Vatan caddesi) indikten sonra yine hafif bir yokuşla Topkapı yoluna varır. Sağ taraf yani kuzey yamacı ise Halic'e iner. Bu yamacı Halic'e bağlayan iki ana yokuştan biri Atikalipaşa'dan başlayarak Kurt Ağa semtinden Draman'a ve Balat'a iner. İkinci yokuş ise Edir-nekapı'ya çıkmadan, Acıçeşme'de şimdiki Vefa stadının yanından Salmatomruk, Sultan Çeşme, Kürkçü Çeşme caddelerinde sonra, Draman'dan inen yokuşu keserek Vodina caddesi adıyla Fe ner'den Haliç'e ulaşır. Bu iki yokuş, tarih öncesi devirlerde Haliç'e dökülen iki dere yatağını düşündürür.
Bir plan üzerinde işaret çubuğu ile anlatılan
coğrafya dersine benzer bu girişten sonra buralarının benim doğduğum, çocukluk ve gençlik yıllarımı geçirdiğim mahalleler olduğunu söy lemeliyim. Yalnız benim değil, babamın ve annemin aileleri de bu taraflardandır. Bugün ûstüste yığılmış binalar arasında tabii yapısı kaybolan şehri, böyle biı kır manzarası gibi tarlaları, yamaçları, dere yataklarıyla ve epey teferruatıyla anlatışım bundandır. Bu topografı yi görebilmek için en az yarım asır ve daha önceki İstanbul'u yaşamak gerekir. Yarım asır, bir insan hayatı içinde epey uzun bir süredir ama bir şehrin, tarihî bir metropolün kronolojisinde çok kısa bir zaman parçasıdır. Buna rağmen bu kısa süre içinde topografı büyük çapta bozul muştur. Onun için şehri bugün gezenler ne dere yataklannın, ne vadilerin, ne de yamaçlann farkına varabilirler.
Buraları eski saray harabeleri, "dişleri düşmüş sırıtan" surları, Ceneviz yapıları ile Bizans’ın olduğu kadar ahşap zengin konaklan, fakir kulübeleri, demir parmaklıkları arasından isli mum artıklarının sarktığı türbeleri, mahalle mezarlıkları, mescitleri, ellerinde kovalan, ayakla nnda tıngırdayan takunyaları su sırası bekleyen kadınların çevrelediği çeşmeleriyle bir mûslü-man Türk semti; kiliseleri, havralan, az-çok birbirinden ayrılmış sokaklarında yaşayan Rum Ermeni, Yahudi, Rus Yahudisi, Bulgar gibi gayri müslim ekalliyetleri, Acem dediğimiz Azerileri. Selanikli, Arnavut, Kırım ve Romanya Tatarlan. Girit göçmenleri, surlara yaslanan derme-çatma izbelerinde ızgaramaşa yapıp satan çingenele-
riyle de OsmanlI'nın dinler ve ırklar mozayiğini temsil eden canlı bir harita idi.
Doğduğum ve üniversite yıllarına kadar yaşadığım ev yukarıda bahsettiğim Sultan Çeşme caddesi üzerindeydi. Karşımızda hemen Molla Aşkı denilen semte doğru bomboş denilebilecek bir tepe yükselirdi. Evin arka tarafı ise Fenerden Sultan Selim'e ve Çarşamba'ya yükselen bir ufuk çizgisine bakar, bu iki yüksekliğin arasında, benim dere yatağı diye yakıştırdığım düzlükte ise mahalleler, sokaklar yayılırdı.
İstanbul’u sık sık yoklayan yangınlar, zelzeleler buraları da epey harap etmiş, üstüste gelen savaşlarla da bir türlü düzelemeyen ekonomi, yeniden imarına fırsat vermemişti.
Bütün bu çizdiğim havali Bizans'ın da önemli yerleşme bölgesi olmalıdır. Bahsettiğim yangın ve depremler dayanıksız binaları yıkmış, altından âdeta bir arkeolojik tabaka gibi pek çoğu harabe halinde de olsa Bizans'ı ortaya çıkarmıştı. İlkokul öncesinden ortaokulun ilk yıllarına kadar, demek ki 1935-1943 yılları arasında, kâh muhayyilemizden, kâh macera film ve romanlarından icad ettiğimiz çocuk oyunlarına mekân olan ve mağara, oyuk, harabe, gizli geçit gibi adlar verdiğimiz yerleri daha sonra bir iki meraklı arkadaşımla beraber tecessüsle dolaşmaya başladım. Edirnekapı'dan Ayvansaray'a inen surların dışındaki hendekler, muhtemelen vaktiyle su ile dolu olduklarından tabanında bereketli bir toprak oluşmuştu. Buralar ekiliydi. Sur içinde ise arka, bazan yan duvarlarını sur
taşlarının teşkil ettiği, damlan teneke örtülü çingene kulübeleri vardı. Halkın Tekirsarayı dedikleri Tekfur sarayı da haşmetli bir harabe halinde yükselirdi. Biraz daha Ayvansaray'a doğru ise çok sonraları Vlaherna olduğunu öğrendiği miz daha harap bir saray yıkıntısı vardı. Buralarda yine sur duvarlanna yaslanmış izbe taş yapılardan birkaçı cam imalâthaneleriydi. Ora lardan geçerken bir süre onların açık pencerelerinden içeri bakar, terden parlayan vücutlany-la işçilerin kızgın fınnlardan demir çubuklarla çıkardıktan akkor olmuş cam yuvarlaklannı ağızlarıyla şişirip sallayarak onları şişe, gaz lambası gibi adi cam eşya haline getirmelerini şaşkınlık ve hayranlıkla seyrederdik.
Burası tarihî kayıtlara göre İstanbul’un en eski iskân bölgesi olan Eğrikapı'dır. Kapının dı şında, yazın kaynayan mısır kazanlanyla bir eğlence- mahalli olan Mısırtarİası, dulluklar, bir 'ele etrâla kotu kokular saçan büyük ahşap deri kurutma depolan yer alırdı. Dericiliğin bu taraf lardaki faaliyeti hakkında tarihî bir bilgiye rast lamadım. Fakat cam imalâtının Bizans döneminde de Tekfur Sarayı civarında bulunduğu bilinmektedir. Bilmiyorum bu zenaat o geleneğin kesintisiz bir devamı mıydı? Yalnız mahalle ara larında, viranelerde sırtlarındaki küfelere esk: cam kırıklarını toplayarak, eritilip yeniden döküm için Eğrikapı'daki imalâthanelere satan fıkaralan görürdüm.
Yine Eğrikapı dışındaki yüksek ve genişçe bir tepede, kapısının üzerindeki tabelâda bir hançer resmi de bulunan Hançerli Hamam
bulunuyordu. Bu tepenin bir-iki noktasında mağara adını verdiğimiz, yer altına doğru açılan dehlizler ve oyuklar görünürdü. Muhtemelen bir Bizans yapısının, belki Vlaherna sarayının parçalarıydı. Halk arasındaki, onlardan da çocuklara geçmiş rivayetlere göre oradan bir dehliz ta Ayasofya'ya kadar uzanırmış. Zaten bu taraflarda ne kadar Bizans mahzeni varsa hepsi için Ayasofya'ya uzadığı rivayeti vardı. O yıllarda pek çok çocuğun okuduğu Yavrutürk dergisinde Ahmet Bülent Koçu imzasıyla Reşat Ekrem’in yazdığı "Gizli Yol" adlı bir macera romanı tefrika ediliyordu. Konusu da tam böyle bir Bizans yıkıntılan, dehlizleri arasında geçiyordu. Bizim çocuk muhayyilemiz de bu Eğrikapı mağaralar nyla o roman arasında ilişki kurmakta gecikmedi. Uzun zaman, bir gün oraları keşfetme hülya-lan kurduk. Hatta birkaç yaş büyüklerimiz elde fenerlerle o dehlizlerde bir mikdar ilerleyip bize uzun uzun gezip dolaştıkları havasını sattılar.
Artık ne o mağaralar, ne dericiler, ne mısır tarlaları, ne dutluklar kaldı. Hatta ne de cam imalâthaneleri. Yalnız sur duvarını takip eden bir yol, geçen yüzyıldaki haritalardanberi bugün de "Şişehane Caddesi" adını taşıyor.
SUR İÇİ KÜLTÜRÜ
Şimdi çok çirkin, zevksiz ve nesebi meçhul bir karşılıkla uygarlık dedikleri kavramın Batı dillerinde karşılığı olan sivilizasyon ve OsmanlIların ona benzeterek Arapça’dan türettikleri medeniyet kelimelerinin bünyesinde şehirli olmak manâsı vardır. Öyleyse medeniyet bir bakıma şehir medeniyeti demektir. Hatta sadece medeniyet demek bile onun şehirli olma manâsını vermeye yeterlidir. Türklerin Anadolu’ya gelmeye başladıkları ilk yıllardan itibaren şehirleşmenin de başladığı görülmektedir. Eski Roma ve Bizans bakıyyesi şehirlerin devamı dışında pek çok yerleşme bölgesinde, çok defa merkezini bir caminin oluşturduğu ‘arasta’ etrafında çeşme, medrese, hamam, han, geçici veya daimî pazar gibi Osmanlı şehir yapısının iptidâi ve zarûrî kuruluşlannı ihtiva eden pek çok belde kurui-
muştur. Ama daha Malazgird’den beri (Peygamberimizden rivayet edilen meşhur hadisin mü} delediklerinden olmak gayesi dikkate alınırsa çok daha öncelerden beri) gözlerin İstanbul’a dikilmiş olduğu da muhakkaktır. Çünkü şehir deyince akla gelen İstanbul’dur. Doğu Roma ve Bizans dönemi için de şehir yine İstanbul’dur. Türklerden evvel ve sonra kullanılmış belki on, onbeş kadar isim arasından, uzun süredir kullanılmakta olan İstanbul adının Grekçe “eis-ten-polis” ten gelmiş olduğu, bu sözün de “şehire” manâsını taşıdığı, doğru veya yanlış, yaygın bir kanaattir.
Fetih’ten hemen sonra "hisbe-ihtisab" yani belediye teşkilâtının kurulması, uzun zamandır ihmal edilmiş olan şehrin imarı, Türkler tarafından iskânı politikası, artabilecek nüfusa mukabil şehirli gibi yaşama şartlarının da dengeli bir şekilde düzenlenmesi gibi tedbirler, Osmanlı döneminde uzun asırlar İstanbul’u dünyanın yaşanılır güzel metropolleri arasında olma seviyesinde tutmuştur. Bir aşiretten cihangirane bir devlet çıkaran Türklerin, genel karakteri itibanyla göçebelik üzerine dayanan hayat şartlan düşünüldüğünde bu şehircilik zihniyetleri harikulade denilebilecek bir gelişmedir. Şüphesiz işler, bu hamasî görünen cümlelerle anlattığımız kadar yolunda ve düzenli gitmemiştir. Şehrin zelzeleden birkaç defa yıkıma uğraması, böylece taş yerine ahşap yapılann zorlanması, bu defa da yangınlarla her defasında şimdiki ilçeler kadar büyük bölgelerinin yok olması, su, yiyecek, yakacak maddelerinin temininde zaman zaman
karşılaşılan güçlükler gibi sıkıntılar çekilmiştir. Ama meselâ, şehrin şehirliğini koruyabilmesi için nüfusun belli bir seviyede tutulması hiçbir zaman ihmal edilmemiştir. İstanbul’un nüfusu, bu yüzyılın başlarına kadar, olağanüstü durumlar dışında yarım milyonu pek aşmamıştır. Bu yüzyılın ilk yarısında da, yani 1950lere kadar ortalama bir milyon civarında idi. Nitekim, benim çocukluğumda, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesi sekiz yüz bin kadardı.
Şehir nüfuslarının artmasının kurallan vardır. Bütün dünya şehirleri üç aşağı beş yukarı bu kurallar çerçevesinde gelişmiştir. Bu gelişme olağanüstü bir sinyal verirse devletler gereken tedbiri almakta gecikmez. Ama, öyle zannediyorum ki nüfus açısından İstanbul’un başına gelen, ne tarihte ne de günümüzde hiçbir şehrin başına gelmemiştir. Bir nesil içinde, benim neslimde, onbeş katına ulaşmak, başka ülkelerde bir felâketin belirtisi olur. Ama bizde, ilgililerin, ilgisizlerin umursamazlığına rağmen, çok şükür hâlâ hayattayız. Ama nasıl hayat? Şehir kaldı mı, hele şehirlilik kaldı mı?
1960’larda popüler bir tarih dergisinde yazar, İstanbul’un nüfusunun “böyle giderse” 1995’te dört milyona varacağını bir tehlike çanı gibi hatırlatıyordu. O nüfus 1995’te on milyonu geçti. Bu hadise İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye'nin ve Türk toplumunun bozulan dengelerinin, hem sebebi, hem de sonucudur. Yani bir seri dejenerasyon hadiselerinin teşkil ettiği zincirin orta halkası.
Şüphesiz hiçbir şehrin bütün nüfusu tama-miyle yerli değildir. Tedricî bir çoğalma, o şehrin asırlardır kurduğu ve koruduğu beraber yaşama kültürünü devam ettirir. Yeni gelen, o kültüre uyum sağlar, sağlamağa mecburdur. Büyük göllere dökülen küçük çaylar gibi onun özelliklerinin bozulmasına sebep olmaz. Ama kendi istiabından daha fazla fabrika atıklan dökülüyorsa artık o gölün göl vasfı kalmamış demektir. İstanbul bugün bu haldedir.
Anadolu’dan, daha önceleri de İmparatorlu ğun yakın kasabalarından, uzak eyaletlerinden İstanbul’a göç her zaman olmuştur. Yeni gelen ler çok defa önceki hemşehrilerinin yolundan giderek belli semtlere yerleşirler ve belli meslekleri seçerler. Kendi bölgelerinden getirdikleri kültürleri bir süre yaşatırlar, onu büyük şehir kültürünün hamuruna ilâve ederler. Fakat bir nesil sonra artık onlar da İstanbulludur. Millî kültürün mozayikleşmesi de herhalde bu hadise olmalıdır. Fakat bugünkü yozlaşmaya mozayik adı verilebilir mi?
♦ ♦ *
Bizanslı, yanmada üzerine kurulmuş şehirlerinin denizini tanımadı, onu bir yaşama kültürü haline getiremedi. Boğaz, yüzlerce yıl sadece balıkçıların ve manastır rahiplerinin inziva köşelerinden ibaret kaldı. Ve denizi hemen hiç bilmeyen, deniz kültürü olmayan bir millet, Türkler, İstanbul’u aldıktan kısa bir süre sonra Boğaziçi’ni keşfetti, bir Boğaziçi medeniyeti kurdu. Ama Osmanlı, Boğaz’ı şehir haline getirmedi. 0
kıyılar, oraya uzanan vadiler ve tepeler yine balıkçıların, geçimlerini topraktan temin edenlerin köyleri halinde kaldı. Bu köyler şüphesiz çok daha mamur ve yaşanabilecek küçük yerleşim mahalleriydi. Fakat aynı zamanda hali vakti yerinde olan şehirlilerin, köşk ve yalılannda sayfiyelerini geçirdikleri köyler oldu. Peki şehir neresiydi? O yine eski Bizans sınırları içindeydi. Yani bugün tarihî yarımada dedikleri sur içi İstanbul’u. Osmanlı döneminde asıl şehir bu sınırların içinde kalmıştır. Bunun dışındakiler hep İstanbul’un köyleridir. Dikkat edilirse İstanbul’da, yenilerini saymıyorum, Osmanh döneminde adı konulmuş olan “-köy”lü yer isimleri hep bu sınırların dışına aittir. Batı tarafında Bakırköy (Makrıköy), Yeşilköy; Haliç’te Küçük-köy, Alibeyköyü, Hasköy; Boğaz’ın Rumeli kıyılarında Karaköy, Ortaköy, Arnavutköy, Yeniköy, daha gerilerde Mecidiyeköy; Anadolu kıyılarında Çengelköy, Vaniköy, daha ileriye doğru Erenköy, Merdivenköy... gibi. Suriçi İstanbul’unda ise adında köy kelimesi bulunan bir yer hatırlamıyorum.
( O halde OsmanlI’nın kurmuş olduğu medeniyetin çekirdeğini keşfetmek için evvelâ bu sur içini keşfetmek gerekir. İstanbul kültürü bu sur içindedir. Bana göre bugün bile bu sur içinde oturmamış, yaşamamış, oranın evlerini, sokaklarını, esnafını, pazarlarını, mescitlerini, mezarlıklarını, yerli insanlarını tanımamış olanlar kendilerini İstanbul’da yaşamış zannetmemeli-dirler.
AH O ESKİ RAMAZANLAR...
Eskiye rağbet olsaymış Bitpazan'na nur yağarmış. Bu sözü de eskiler söylediğine göre o zamanlar da eskiye rağbet olmadığı anlaşılıyor. Hayyam bir rubaisine "Geçmiş günü beyhude yere yad etme" diye başlar. Bundan, raketin hep yeniye olması gerektiği manası çıkmaz mı? Halbuki yine o, rubainin ikinci mısraında buna da hayır diyor: "Bir gelmiyecek ân için de feryad etme". İnsan oğluna geçmiş ve gelecek dışında zaman olarak ne kaldığını ise son iki mısra söylüyor: "Geçmiş gelecek hepsi masal bunlar hep / Eğlenmene bak, ömrünü berbad etme." Gün bugün, saat bu saat. Hedonist, eyyamcı belki biraz da pragmatist bir felsefe. Eğer geçmişi yad etmeyecek olsak şimdi Hayam'ı da okumamış olurduk. Hayyam'ın, geçen yüzyıldaki (ağam alışsın diye 20. yüzyıl için söylüyorum) tilmizlerinden
biri de André Gide idi. Belki Hayyam'ı okumamıştı da. Ama o da Hayyam'dan biraz daha cesaretle Dünya Nimetlerinde "At elinden o kitabı Nathanaël" diyebilmişti.
Şimdi eskiye rağbet var. Yani bitpazanna nur yağıyor. Abdülhak Hamid’in şiir için söylediği "Evet tarz-ı kadim-i şi’ri bozduk, here ü merc ettik" dediği gibi bir ara eskiyi, hemen herşeyi ile bozup yok ettikten sonra şimdi kılıç artığı olanları baş tacı ediyoruz. En güzellerini yakıp yıktıktan sonra eski evlerin arta kalanlarını korumaya gayret ediyorlar. Antikacılarda, muhakkak gerçek değer taşıyan objelerin yanında daha otuz kırk sene evveline kadar kullandığımız ateş ütüsü, sacayak, idare lambası gibi akla gelmeyecek nesneler itibar görüyor.
Bu nesneler gibi, geçmişte yaşanan hayat da bir başka itibar görmeye başladı. Son yıllarda ne kadar çok hatıra kitabı çıktı. Hiç şüphesiz bunların hepsi tarihin bir köşesine ışık tuttuğu için çok da faydalı oluyor. Fakat aralarında pek çoğu âdeta marazî bir "maziperestlik" taşıyor: Ne kadar çok "Bir zamanlar.." veya benzeri adlarla çıkan kitap var: Bir zamanlar Boğaziçi, bir zamanlar Galata, bir zamanlar Kadıköy vs. Sosyologlar veya psiko-sosyologlar düşünsün. Bu kadar marazî bir geçmiş hasreti de toplumca hâlden memnun olmamanın ve geleceğe güveneme-menin ifadesi olsa gerek. /
Şimdilerde eski ramazanlar da aranıyor. Eski ramazanlar gerçekten daha mı güzeldi? Yoksa her kaybettiğimiz şey gibi o da mı bize güzel geli
yor? Televizyon kanallarında konuşan otuz-kırk yaşlarındakiler bile çocukluk ramazanlarının daha güzel olduklarından bahsediyorlar. Yaşım yetmişi bulmuş biri olarak, ben de çocukluğumda yaşlıların benzer şeyleri söylediklerini dinler ve onların çocukluklarındaki ramazanların güzelliğinin nasıl olduğunu hayal etmeye çalışırdım. Çocukluğumuzun herşeyi güzeldir. Ağaçtan düşüp kolumuzu bile kırmış olsak. Şimdi insanın bu hissi davranışını dikkate alarak söyleyeyim ki benim çocukluğumdaki, yani altmış küsur yıl öncesinin ramazanları da bugünkünden daha güzel değildi. Ve ilerki nesiller bizim bugün yaşadığımız ramazanları da hasretle anacaklar.
Bu söylediklerim, şahsî veya toplum hafızasını dile getirmeye mani değildir. Değişen şeyleri değişmeleriyle görmekte ve yaşaması, devamı gerekli olanları ya ihya etmek veya geçmiş bir hatıra olarak bilmekte fayda vardır.
Ben bir kış ramazanında doğmuşum. Kendimi hatırladığım zaman ramazan artık son bahara, çocukluk-gençlik arası yıllarımda da yaza geliyordu. Malum, her çocuk gibi beni de önce ya-nm oruçla kandırdılar. Yani sahura kalkmak, sonra ya öğünleri tam yiyip aralarda yememek veya öğleye kadar tutmak gibi. Bu, doğrusu işin eğlenceli tarafıydı. Oyuna da engel olmuyordu. Fakat yine çocuk yaşlarda, kendi isteğimle tuttuğum ilk tam orucumu iyi hatırlıyorum, öğle vaktini biraz geçtikten sonra anneme sık sık, if tara ne kadar kaldığını, iftar yaklaşınca da babama, bayrama kaç gün kaldığını sorduğumu da unutmadım.
O yıllar devletin ve devletlilerin ramazana ilgi gösterdiklerini bilmiyorum. Diyanet İşleri Reisliği o zaman da vardı ama, bir bülteni filan olmadığı gibi zaten tek olan devlet radyosunda da din kültürü, diyanet saati filan diye bir şey yoktu. Gazetelerin ramazanı haber verdiklerini biliyorum da onların ramazan ilâveleri değil, herhangi bir dinî yazı bile yayınlamadıklan da muhakkaktı. Ama toplum hayatında böyle bir kesinti yoktu. Mahallemiz, Balat ve Fener, çoğunlukla gayri müslimlerin yaşadıklan bir semtti. Çoğunu Rumların işlettikleri meyhaneler de kandillerde ve ramazalarda kapanır, hatta kepenklerine bunu hatırlatan bir kâğıt da yapıştinlırdı. Ramazana yakın alış-veriş artar, ramazanda camiler mutaddan daha çok canlanır. Fatih Beyazıt, Sultan Ahmed gibi büyük camilerde özellikle ikindi akşam arası pufla gibi minderlere oturmuş hafızlar mukabele okur, vaazlar verilirdi. Bu büyük camilere ilk girdiğiniz zaman sağdan-soldan değişik sesler birbirine karışır, her birinin etrafında, gördüğü ilgiye göre kırk-elli kişilik cemaat toplanmış kürsülerden hangisini dinlemek isterseniz oraya çökerdiniz.
Ramazanı, Osmanlı toplumunda özel bir zaman haline getiren, teravih ile sahur arasının doldurulması örfüdür (veya adeti). Bu ayda esnaf ve devair de gündüz daha az çalıştığından teravihten sonra uyumak çok defa düşünülmezdi. Aileler arasında sohbetler, aile oyunlan, bazı meclislerde dinî-ilmî bahisler (son yüzyıllarda sarayda verilen huzur dersleri gibi), bazı mekânlarda şiir ve edebiyat sohbetleri gibi zamanı
faydalı, hiç değilse zararsız geçirme gibi bir gelenek teşekkül etmişti. Ancak bir süre sonra bunun ramazanın ulviyetine yakışmayacak derecede seviyesiz gösterilere döndüğü görülmektedir. Muhtemelen 19. yüzyıl sonlarına doğru yani Tanzimat'ın getirdiği alafragalaşmanın tesiriyle başlamış olan Direkler Arası eğlenceleri gibi. Ancak bunun da zannedildiği kadar genelleşmediğini, hepsi üç dört yüz metre uzunluğunda bu caddenin bile sadece bir kısmında çoğu Ermeni ve Rum truplarına ait kanto ve benzeri gösterilerin yer aldığını, bunun dışında daha seviyeli tiyatrolar, musiki fasılları, şiir sohbetleri yapılan mekânların bulunduğunu belirtmek gerekir. Unutulmamalıdır ki İkinci Meşrutiyet'e kadar dillere destan olan Hacı Reşit'in çayhanesi de, bir konservatuar gibi çalışan Darüttalim-i Musiki de, Meşrutiyet’ten sonra ilmi sohbetlerin yapıldığı İttihad ve Terakki'nin İlmiye Mahfili de hep bu Direkler Arası'ndadır.
Benim çocukluğumda ise böyle ramazan eğlenceleri pek kalmamıştı. Yalnız kışa raslayan bir ramazanda Balat’ta bir kahvehanede bütün ramazan boyunca Karagöz oynatıldığını biliyorum. Bunun dışında Şehzadebaşı'nda ne direkler, ne de arası vardı. Orada yalnız Millî, Ferah, Hilâl sinemaları, Turan Tiyatrosu, Ertuğrul Sadi Tek opereti ve birkaç kahvehane kalmıştı.
BİR başka İstanbul'da BAŞKA AĞIZLARDAN RAMAZAN
Nerde o eski ramazanlar diyordum. Nerde yalılarında, konaklarında, köşklerinde iftar ve sahur sofraları açan gönlü bol zenginler... O ra mazanları şenlendiren eski hafızlar, hanendeler, eski kahvehaneler, şiir meclisleri nerde?..
Geçmiş ramazanları, bir de benim gibi bir başka İstanbul'da, başka İstanbul'larda yaşa yanların dilinden dinletmek isteyince aklıma önce Ahmed Rasim geldi. Muharrir, Şair, Edib adlı kitabında benim gibi eskiyi hasretle ananlara birkaç cümle ile iyi bir ders veriyor. Bu gibi şiir meclislerinin vaktiyle, hatta daha Sultan Abdül-aziz zamanında sadrazamların, devlet adamlarının konaklan, yalıları gibi itibarlı mahallerde toplanmakta iken şimdi ise kahvehanelere düş-
tüğünü görmenin bir talihsizlik olduğunu üzülerek anlatıyor.
Demek her devirde geçmiş zamanı hayâl etmek cihana değiyormuş. Ben çocukluğumda yaşlı insanlann çocukluklarını, gençlik yıllarını hasretle andığını hep işitmişimdir. Ama son yıl larda, artık yaşlılar değil orta yaşlılar, hattâ gençler bile eskiyi buruk bir hüzünle arar oldular. Hiç şüphesiz bu davranış, eski devrin yeni den gelmesini istemek değil. Fakat her halde ya şadığımız çağın birçok değerden mahrum oluşunun bir işareti olsa gerek. Burada, insan psikolojisine âit bir özelliği de gözden uzak tutmamak gerekir. Kaybedilen dâima güzeldir. Herkesin çocukluğu, acı hatıralarla bile dolu olsa zamanla güzel görünür. Toplum olarak, millet olarak da geçmişi arayışımızda biraz da bu psikolojinin rolünü dikkate almak lâzımdır. Çünkü dikkat ediyorum, şimdi biz hasretle ah eski ramazanlar diyoruz; çocukluğumda da ihtiyarlar aynı şeyleri söylerlerdi. Kıyas yoluyla bunu geçmiş asırlara kadar uzatabiliriz. Bundan yarım asır sonra, şuradaki gençler de bugünleri böyle tath tatlı anacaklar. Fakat onun içinde yaşayan bizler için bunun pek cazip birşey olmadığı zannı var içimizde.
Eski edebiyatımızda, yani divan edebiyatında malûm, din büyüklerini ve devlet idarecilerini medhetmek için yazılan kasideler vardı. Aslında kaside bahane, şair yine her zaman olduğu gibi içinden gelenleri anlatacak. İşte kasidelerde şair bence o kişiyi medhetmekten ziyade nesib dediğimiz bölümlerinde söylemek istediklerini söyle-
miştir. Bahardan, kıştan, tabiattan, aşktan bahseder. Bunlar arasında ramazanın güzelliklerinden, faziletlerinden, insanların coşkunluklarından bahsedenleri yardır. Bunlara ramazaniye deniyor. Galiba eski edebiyatımızın ramazanla bütün ilişkileri bu ramazaniyelerden ibaret. Çünkü zâten eski edebiyatımızda nesir yoktu. Yoktu dediysem, bir şiir kadar itinâlı, sanatlı, fakat bugünkü gibi anlatıma dayanmayan nesri bir tarafa bırakıyorum. Meselâ hikâyesi yok. Hattâ hatıra bile yok. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi bile hemen hemen tek örnek olarak duruyor. Bu bakımdan şu ramazaniyelerin dışında eski ramazanlar hakkında fada bir şey bilmiyoruz. Dinin, sosyal hayatımızda, ferdî hayatımızda muhakkak ki bugünkünden daha fazla rol oynadığı o geçmiş asırlarda, günlük hayatı ancak yabancıların seyahatnâmelerinden öğrenebiliyoruz. Fakat on dokuzuncu yüzyıla gelince, yeni nesir türleri ortaya çıkar, dergiler, gazeteler zuhur eder ve yazarların roman ve hikâyelerinde, hatıralarında, yazılarında zengin ramazan intibaları yığılır.
Ramazanda Osmanlı’nın hayatı nasıldı? Tabii bu söyleyeceklerim hep on dokuzuncu yüzyıldan sonraki hayat içindir ve hemen hemen sadece İstanbul’a has bir görüş olacaktır. Çünkü kültür hayatımızın da merkezi olan İstanbul’un dışından yani taşradan edebiyatımızda Cumhuriyet devrine gelinceye kadar fazla bir bahis yoktur.
Kandil gecelerinin geleneğimizdeki kutlama âdâbı gibi, ramazan âdetlerinin de farz, sünnet,
müstehap vs. (kendi terimiyle efâl-i mükellefin) dışında bir örf oluşturduğu muhakkak. Rama zan, eski hayatımızda âdeta süresi uzatılmış bir bayram gibiymiş. Bayramların hayatımız içinde önemi malûm. Bir takım hazırlıkları, protokolleri var. Ama nihâyet üç-dört gün içinde bitiyor. Halbuki ramazan yılın mühim bir devresini içine alıyor. Bir ay süren ve bazı özellikleri olan bir hayatın hazırlığı da uzun oluyor. Bu hazırlıklar da yerlerine göre değişiyor: Evlerde, çarşıda, câmilerde, çayhanelerde, yatılı mekteplerde hep başka başka hazırlıklar var. Bütün bunlarla, ramazanın bir toplumun İktisâdi hayatına da canlılık getirdiğini söylemeye gerek var mı? Herkes kendi imkânları içinde alış veriş yapıyor, zenginlerin eli daha açık, onlar hem kendileri, hem fakir çevreleri için keselerini açıyorlar. Günlük hayatın seyri de değişiyor. Öğleye kadar resmî daireler de, esnaf da biraz gevşek giderken, öğleden sonra şehrin hayatı canlanıyor. Camiler, dükkânlar dolup boşalıyor, derken ke-rahat vaktine doğru bütün şehir, sokaklar boşa lıyor. İftardan sonra, teravih sonuna kadar yine câmiler doluyor. Ondan sonra da, sahura kadar geçirilmesi gereken bir zaman kalıyor.
Uzun yaz günlerine gelen ramazanlarda, özellikle ikindi ile akşam arasındaki iki-iki buçuk saatlik bir zamanda İstanbul camileri, görülecek bir manzara arzedermiş. Bunlar arasında en canlı olanı Beyazid camiidir. Bunu ben çocukluğumda da gördüm, öncekilerin hatıraların-da da okudum. Demek ki Beyazid, şehrin daha merkezî bir yeri, çarşılara yakın, üstelik avlu-
sunda da her ramazan sergi kuruluyor. Camiin içi bir alem. İkindi namazı biter bitmez, hemen her köşeden bir hafızın sesi gelmeğe başlar. Tabii sesler seslere karışır. O zaman bunları birer düzensizlik olarak düşünürdüm. Fakat şimdi inceli kalınlı, değişik ahenk ve makamlardan değişik seslerin geldiği bir uğultu gibi de olsa, kendinizi bu uğultu içine bıraktığınız zaman onun da bir lezzeti olduğunu anlıyorum. Bazıları çok meşhur, herbirinin kendilerine mahsus üs-lûplan, sertlikleri, yumuşaklıkları olan bu hafızlardan cemaat hangisini beğenmişse onun etrafında toplanıyor, biraz sonra kalkıp o uğultu arasında ne kadar işitebiliyorsa bir vâizin kürsüsüne yanaşıyor, derken bir taraftan kadınlar vaizi Münip Efendi'nin fıkralarla süslediği başka bir vâiz daha hoşuna gidiyor, sonra Hendekli Abdurrahman Efendi’nin vakur sesiyle okuduğu Kur’ân’ın câzibesine kapılıyor. Urfalı Mahmut Kâmil Hoca’nın gür veya Hacı Cemal Efendi’nin daha munis bir tonla verdiği vaazlar birçoğunun sesini bastırıyor. Hasılı bir canlılık ki görmeğe değer. Hafızların pufla gibi yer minderleri oradan oraya yer değiştiriyor. Lâleli, Süleymani-ye, Fâtih gibi camilerde gündüzleri biraz daha tenha, biraz daha ciddi dersler veriliyor. Mesneviler okunuyor, sürekli olarak hadis, ferâiz gibi bahisler anlatılıyor.
* * ♦
Yahya Kemal, böyle bir ramazanda, fakat Anadolu’da İstiklâl savaşlarının başladığı ümit ve ümitsizlik günlerinde, Ayasofya’yı ziyaret eder. Yıl 1922 ramazanı:
“Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle beraber ve yüksek merdivenli kürsülerden va'z eden dört vaizi kalbimin bütün samimiyetiyle dinledim. Fakat kalbimin bütün samimiyetiyle itiraf ederim ki bu vaizlerin sözleri, İslâmî neşreden ilk âlimlerin sözleri gibi âteşin olmaktan uzak, çok uzak, hattâ o korun soğumuş külü kadar bile müessir değildiler; dinin rahmetine susamış bir cemaat bu vaizlerin karşısına oturmuş, derin bir hüsnüniyetle birşey söylemelerini bekliyordu. 0 cemaatin içinde bazı sîmâlar seçtim ki memleketin irfanını temsil ederler, teşbih çekerek dinliyorlardı. Eminim ki bu vâizleri dinlerken benim kalbimden neler geçiyorsa, onların kalbinden de geçiyor. Kendi kendime dedim ki: Bu güzide dinleyicilerin biri kürsüye çıksa da söylese ve bu vaiz dinlese...”
Unutmayalım ki, İstanbul işgal altındadır. Yahya Kemal vaizlerden cihad, şehadet ve vatan müdafaası üzerine vaazlar beklemektedir. Ama aynı anda, caminin başka bir köşesinde başka bir insan dikkatini çekmiştir:
“Ayasofya’da, dört kürsünün önünden de derin bir hayâl kırıklığıyla ayrıldım. Mihrabın sağ tarafında, dehliz gibi kuytu bir köşeye açılan bir kapı vardır. O kapıdan geçtim. Orada, o kuytu köşede bir nefer diz çökmüş, ellerini kavuşturmuş, gözlerini kapamış, ağlar gibi, derin bir vecidle dua ediyordu. Bu nefer, bu mübârek günde, Ayasofya’nın, bu kimsenin uğramadığı kuytu köşesini niçin seçmiş? Acaba niçin bu kadar kendinden geçerek dua ediyor? Kürsüler etrafındaki bu kalabalığa niçin karışmamış? Bü-
tün bunları düşündüm, onun hüznü beni de sardı. Ben de ona yakın bir sütunun dibine oturdum, gözlerim yalnız ondaydı. Uzun bir istiğraktan sonra, elleriyle yüzünü kapadı, hıçkı-nklannı zapteder gibi, dizleri üstüne düştü, uzun bir müddet öyle kaldı. Kalbim hüzünle dolu oradan ayrıldım. Cümle kapısına doğru yollanırken, yine bir sütunun karanlığında tıpkı onun gibi, diğer bir nefer gördüm, oturmuş, gözlerini kapamış, kendi başına, herkesten uzak duâ ediyordu. Zannederim ki bu sütunlan bunlar bekliyorlar.”
Bu tarihten 25-30 sene kadar evvel, yani devletin daha bahtiyar yıllarında başka bir ramazanı Halide Edip anlatıyor:
“Süt ninem elimi sıkıca yakaladı ve beni camiye götürdü... Süleymaniye camiinde bir mukabele, camiin çevresindeki o kurşun renkli binaların senfonisi, beni âdeta sarhoş etti. İçimde İlâhî bir renk akını var gibiydi. Bir çocuğun güzelliği sezişinin, büyüklerinkinden çok daha derin olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü o güzelliği kelime ile anlatmak elden gelmez. Renk, şekil ve ses âhengi tek duygu içinde garip bir sûrette birleşiyordu. Ayakkabılarımızı kapıda verip de ağır ve kalın perdenin yanından içeri girerken hepimiz sanki birer tavşan kadar küçük kalıyorduk. İçerde yine kurşünî bir havada o yüksek kubbeden inen küçük yağ kandilleri, boşlukta parlayan birer gezegen idi. Mihrabın yakınında beyaz sarıklı, siyah cübbeli adamlar, seslerinin temposuna uyarak sallanıyorlardı. İşte bu şahane, kurşunî boşlukta, göze görünme-
yen bir pembelik içinde kolektif bir nabız atıyordu. Bir takım adamlar aynı tempo ile kollannı sallayarak, zaman zaman seslerini yükselterek vaaz ediyorlardı. Dadım Nevres Bacı Kur’an okuyanların önünde oturdu. Hafızların kimisi ihtiyar, kimisi genç, hepsinin yüzü sapsan, gözleri pırıl pırıl. Biraz sonra ben de, o kalabalıkla beraber Kur’an sesine uyarak öne arkaya, sağa sola sallanmaya başladım. Kollektif hissin ve hareketin ne demek olduğunu o zaman sezmiş olsam gerek.”
Evet, ikindi namazı, mukabeleler, va’azlar biter. Büyük camilerin avlularında muntazam sergiler kurulmaktadır. Yani bugün bazı cami avullannda açılan kitap fuarları gibi. Benim çocukluğumda hiç bir cami avlusunda sergi kalmamıştı. Hep de merak ederdim. Namık Kemâl’in, ilk defa Şinasi’nin Münacât’ını bir ramazanda, Beyazid câmii avlusundaki kitapçılardan yirmi para vererek satın aldığını biliyor ve avlunun sergi ile ne şekil alacağını tasavvur edemiyordum. 1950’de Sahhaflar çarşısı büyük ve felâketli bir yangın geçirdi. O yılın ramazanında Beyazid camii avlusu geçici olarak sahhaflara verildi. Sütun aralan bölmelerle aynlarak her-biri bir kitapçıya tahsis edildi. Yine de bölmeler artmıştı. İşte o zaman avlu canlı bir panayır haline geldi. Dinî kitaplar, halk hikâyeleri, tek sayfalık destanlar satanlann yanında el değirmeniyle karabiber, kimyon öğüten baharatçılar da oralarda açıldı. Böylece oruçlu olarak kokuları daha da güzelleşen çeşitli baharatlarla şadırvan çevresi, birkaç sene, yeni Sahhaflar yapı
lıncaya kadar güzel bir seyir mahalli olmuştu. Halide Edip, çocukluğunun ramazan günlerinde böyle şergili cami avlularını anlatıyor:
“Sokaklar, yüzü peçeli gençler, renk renk çarşaflı kadınlar, ellerinde teşbih çeken erkeklerle dolu idi. Her câmi avlusu renkli ve değerli taşlardan yapılmış teşbihler, çubuk, sigara ağızlıkları, kuru yemiş, baharat ve akla gelmeyen şeylerle dolu idi. İmparatorluğun her bucağından gelmiş, kendilerine mahsus şive ile hepsinin ayn bir makam verdiği sesle mallarını satan, sar tıcılan vardı. Arapların Mekke’den geldiği iddiâ ettikleri kınalan, sürmeleri kapış kapış satılıyordu.”
İstanbul’a ait çok canlı hatıralan olan ve bugün adı unutulanlar arasında Semih Mümtaz'ın Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler adlı kitabında bu sergiler çok teferruatlı olarak anlatılmıştır. Hem de meşhur satıcılannın isimleriyle. Çubukçu Ali Efendi’nin kehribar ağızlıklan, billûr hoşaf kâseleri, nargileleri, Afganî Gaffar Dede’-nin pahalı teşbihleri, Acem’in “çorba için, köfte için” diye tuhaf bir şarkı ile sattığı baharatlan, ıtriyatçı Ahmet Farukî’nin güzel kokuları, ipekçi Selânikli Kâni’nin kumaşları, şekerlemeler, kuru yemişler vs. bu kitapta zevkle okunur.
Böylece kerahat vaktine yaklaşılır. Sergilerden, pazar yerlerinden Aon alış-verişler yapılmıştır. Kadınlar çoktan evlerindedirler. Ev erkekleri de ellerinde zenbiller, büyük mendillerin dört ucunu birleştirerek yaptıklan çıkınları dolu, evlerine dönerler. Yavaş yavaş sokaklar tenhalaşır.
İftara yakın artık bütün şehir boşalmıştır. Şimdi Yahya Kemal’in şiirini okumanın zamanıdır:
İftardan önce gittim Atik-Valde semtine Kaç defa geçtiğim bu sokaklar bugün yine Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyetti Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızlan Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı.
Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün. Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri. Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri.
Yarab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz. Yurdun bir iftarından uzak kalmanın gamı Hadsiz yaşattı rühuma bir gurbet akşamı. Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime: “Onlardan aynlış bana her an üzüntüdür Mâdemki böyle duygularım kaldı,çok şükür.” İftarlar, eski ramazan âdetleri arasında ayn, bambaşka bir fasıldır. Bunlar da çok yazılmış, çok söylenmiştir. Her müslüman ülkesinin kendine mahsus bir iftar âdâbı olduğu gibi, İstanbul’un değişik semt ve mekânlarına, evlerin ekonomik imkânlarına göre de farklı iftar sofra lan olmuştur. Sarayda, konakta, yalıda, mahalle aralarındaki evlerde, yatılı mekteplerde, kışlada, sarayda hep başka başkadır. Demin adından bahsettiğim Semih Mümtaz, İstanbul’un eski
âilelerinden bir paşazadedir. Onun hatıralarında iftar sofralarının ayrı bir yeri vardır. Babasından dinledikleriyle. Sadrazam Keçecizâde Fuad Paşa’nın İftar sofrasını şöyle anlatıyor:
“Sadrazam büyük Fuad Paşanın Çubukludaki yalısında iftar sofraları bahçede hazırlanır, bahçede yemek yenir, bahçede namaz kılınırdı. Ağaçlar donatılırdı, renk renk fenerler ortalığı nurlandırırdı. Hattâ ağaçlar arasına mahyacık-lar kurulurdu, güzel dualar, güzel beyitler yazılırdı. Koca Fuad Paşa asla kasvet veren bir zat olmayıp gayet güleç yüzlü ve iltifat eder bir zat olduğu için misafirler müsterih ve mesrur olurlar, neşeler içinde evlerine dönerlerdi. Rıhtımda kayıklar, sandallar bekletilir, kimse vasıtasız bırakılmazdı... Çubuklu’da Fuad Paşanın iftar-lan devrin en cazip konuşmalarıydı. Söyler söyler bitiremezlerdi.
Bahçede kurulan iftar sofralarında, paşanın sofrası yirmi dört kişilikti. Beyefendilerin sofraları onikişer kişilikti ve yine onikişer kişilik dört-beş sofra daha vardı. Aşağı yukarı hepsi dolardı. Haremde de aynı usûl vardı. Koca yalı kadın misafirlerle dolup boşalıyordu. Keçecizâde âilesi esasen güler yüzlü, güzel sözlü, temiz vicdanlı olmakla sevildikleri için belki nezaketlerinin zahmetini çekiyorlardı. Fakat herkesin de gönlünü çekiyorlardı. Sofraların sakız gibi beyaz keten örtüleri ve peçeteleri, gümüş şamdanlardaki billûr fânusların çeşitli renkleri, ayaklı antika yemiş tabaklannın ve sofra takımlarının letafeti, sofracıların tertip ve nezafeti, bahusus yemeklerin her bakımdan uyuşması, yüzlerce
adamdan duydum, hakikaten ferahlık verici idi. Bahçe iftarları biraz fazlaca sürerdi. Çünkü sof radan çabuk kalkmayı akla getirmezdi ve bir çoğu paşanın ısrarıyla sigaralarını, çubuklan, rengârenk billûr nargileleri, gümüş sigara tablalarını görmek elbette güzeldi.”
Görüldüğü gibi, bütün ramazan âdetlerinde olduğu kadar iftar sofraları da sâdece Ür dinî vecibenin yerine getirilmesinden ibaret kalmıyor, aynı zamanda OsmanlI’nın belli merkezlerde ulaştığı bir medeniyet anlayışının, bir zarafetin, bir âdâb-ı muaşeret sisteminin de tezahürü hâline geliyordu. Eski Balıkhane nazın Ali Rıza Beyin 13. Asr-ı Hicride İstanbul Hayatı diye hatıralan vardır. Orada, ramazan akşamlan verilen iftar ziyafetlerini anlatır ki, bütün bunlar görgü, incelik ve edep mahsulü işlerdir.
-
♦ ♦ ♦
İstanbul’un değişik semtlerinde, teravih sahur arasını doldurmak için, yalnız ramazan ayına mahsus olmak üzere bâzı kahvehaneler özel programlar hazırlarlarmış. Bunlardan en önemlileri semai kahvehaneleri. İstanbul forkloru üzerine zengin hatıralar yazmış olan Mehmet Halit Bayn’nın ve Osman Cemal Kaygılı’nın kitaplarında İstanbul’un çeşitli semtlerinde özel ramazan programı hazırlayan yirmi kadar kah-vehânenin adı geçer. Buralarda, güzel okuyan birisinden Kan Kalesi, Battal Gazi hikâyelerini dinleyenler, klârnet, saz, kanun çalanlar, şiir okuyanlar, mâni okuyanlar, fıkra anlatanlar, meddahlık yapanlar bulunurmuş. Mehmet Halit
Bayn, buralardaki umumî âdâbı da şöyle anlatr yor:
“Semai kahvelerinde saz ve söz fasıllarına, ramazan gecelerinde teravih namazından çıktıktan sonra başlanır ve aralıksız devam olunurdu. Bu fasıllarda zamanın cinaî vakalarına dair tertiplenmiş destanlar okunduğu da olurdu. Bu destanlar okunurken “Ah, of, aman, yazık” sesleri işitilir, dinleyenler arasında ağlayanlar bile bulunurdu. Çalgılı kahvelerde saz çalınır, destan, koşma, mani okunurken hiç ses çıkarılmaz, bunların hepsi dikkatle dinlenir, yalnız coşkun yürekliler arada sırada “yaşa” demeden duramazlardı.”
Yahya Kemal de bir ramazan gecesi, Eyüp’teki semâî kahvehanelerini anlatıyor:
“Defterdarda semai kahvesine gittik. Caddeden denize giden büyük meydan, saz ve sesle dolu. Ağaçlardan al al bayraklar sarkıyor. Semai kahvesi bu muhitin göbeğinde. Kahvenin önünde, ağaçlar altında bir masanın etrafında oturduk. Eski İstanbul lehçesinden şetaretine kadar bütün ruhuna vâris olanlar sesleriyle ortalığ çınlatıyorlar, çayı, kahveyi, nargileyi, ağaçlar altında kahve ocağına sürekli bir nağmeyle ısmarlıyorlar, bir tulumbacı çevikliğiyle etrafta dönüyorlar. Sekiz on çay kadehini bir tepside iki parmak üstünde getiriyorlar. Burada eski İstanbul canlı bir levha gibi. Kılarnet tiz ve yanık sesiyle bir taksim tutturdu. Kâğıthâne dörtyüz senelik hatıralarıyla hava hâlinde esiyor. İnsan dinledikçe maziye karışıyor, ruh bir çocuk sevinciyle
ürperiyor, çifte nara ve darbuka ile artık Türk şevki içinde kayboluyor. Divan okunmaya başlandığı zaman vecdimi zaptedemedim. iki genç arkadaşla kahvenin içine girip orada herkesle beraber küçük iskemlelere oturarak dinlemek hevesine kapıldık. Külhanbeyi, bıçkın, çapkın, tulumbacı, kabadayı, hasılı Türk İstanbul’un bütün bu şen unsuru burada. Kahve lebâlep dolu. Tavan ve duvarlar donanmış, bayraklar, binlerce küçük bayraklar, renk renk fenerler. Bütün bu kabadayı halk terbiyeli, vakur, sâkit. Beni ve arkadaşlarımı yabancı hissettiği halde hiç istifini bozmuyor. Divandan sonra semaiye sıra geldi. Ayrancı okuyordu. Sesinde bir yanık kokusu olan bu yaşlı şehir çocuğu Mekteb-i Hu-kuk’tan mezunmuş. Mektepten çıktıktan sonra kendi keyfine göre semai okuyabilmek için semt olarak Kâğıthane civarını ve sanat olarak da ayrancılığı tercih etmiş... O ağaçlardan, o al bayraklardan, o klârnet, çifte nâra ve semai seslerinden ayrılırken, dâima muhafaza ettiğim bir hatırayı iyi seçebilmek için durdum. Belki son semai söylenen o kahveye bir daha baktım.”
Şimdi bu eğlencelerin biraz daha farklı mekânlarına, edebiyatçıların, şairlerin devam ettikleri, ihyâ ettikleri mekânlara gelebiliriz. Bunlar da İstanbul’un dağınık yerlerinde bulunmakla beraber, çoğunun yine Şehzadebaşı'nda, Direk-lerarası'nda toplandığı görülüyor. Halit Ziya, hatıralarında bunlardan birini anlatıyor:
“Eşimin bir teyze oğlu vardı ki benden epeyce daha gençti. Henüz Mülkiye Mektebi'nden çıkmamıştı: Nazım Bey. Bu yılın mart ayına
rastlayan ramazanında (1893 yılı) bir akşam bizi iftara çağırdı, ondan sonra da mektep arkadaşı ve pek sıkı dostu Reşad Bey de bize katılarak, bu ramazan gecesinin en kibar bir gece eğlentisinde bulunmak üzere, Şehzadebaşı ile Direk-lerarası'nın bitiştiği köşedeki kıraathanede İstanbul’un en mükemmel sayılan saz takımını dinlemeye gittik. O kıraathanenin adı ne idi, bugün ne iş için kullanılıyor, bilmiyorum. Hattâ bu en mükemmel saz takımını meydana getiren hâ-nende ve sazendeleri tayin edemeyeceğim. Yalnız pek iyi hatırlıyorum ki üçer dörder kişilik gruplarla masaların etrafını, arası sökülemeye-cek bir kalabalıkla dolduran bu musikî meraklıları, kalın bir tütün dumanı altında bekleşiyor-du. Herkeste bir çekingenlik, tecessüs nazarla-nndan kaçınmak isteyen bir ihtiyat hali vardı.
En aldırmaz, en teklifsiz olanlar da, sazlarını iskemlelerinin kenarına dayayarak, oradaki halkın peşin bir musikî dalgınlığı halinde faslın başlaması zamanını beklediğinden haberleri yokmuş gibi, kendi aralannda eğleniyormuşça sına, yüksek sesle gülüşerek, kendi hesaplanna bir hasbihâl yapan sanatkârlardı. Oldukça zorluk içinde kendimize yol açmaya, yer bulmaya çalışırken, kalabalığın içinde ve dumanlann arasında kısa boylu birisinin ayakta, pek telâşlı bir tavırla bize elini salladığını gördük. Bu her-şeyi haber alan ve benim o geceyi İstanbul’da geçireceğimi, hattâ saz dinlemeye geleceğimi de öğrenen Mehmet Rauftu. Erkenden gelmiş, yer hazırlamış, hattâ beraberinde İzmir’de iken uzun mektuplarıyla kendisini bana tanıttırmış
olan Münci Fikri, Mekteb-i Mülkiye’den çıktıktan sonra şiirleri ve küçük nesirleri görülen Ali Suat vardı. Daha yerleşmeden bize katılanlar oldu ve yavaş yavaş, sıkışa sıkışa halkamız o kadar büyüdü ki iki masayı kuşatarak o zaman için pek dikkati ve bundan dolayı tehlikeyi çekecek büyük bir topluluk hâlini aldık. Kimler vardı? Bugün hatırımda kalanlar arasında Ahmet Rasim, Rıza Tevfîk, Halil Edip vardı.”
Böylece, ramazan akşamlarında, Osmanlı aydınlarının bir araya geldikleri mekânlan görüyoruz. Bunlar arasında yine Şehzadebaşı’n-da bir çaycı Reşid Efendi’nin dükkânı vardır ki, onu hatıralarını kaleme alan hemen bütün edebiyatçılarımızın yazılan arasında görüyoruz. Ha cı Reşid’in kahvesine gelmeyen şair ve edebiyatçı hemen yok gibidir: Ahmed Rasim. Muallim Naci, Cenap Şahabettin, Ali Ruhi, Şeyh Vasfı, Hoca Hayret, Muallim Feyzi, Neyzen Tevfîk, Andelib, Adanalı Ziya gibi. Muallim Naci, 1886 yılında yayınladığı “Mektuplarım” adlı, notlarını ihtivâ eden kitabında bu çayhaneden bahseder. Hatıralardaki kişilere bakıldığında Hacı Reşid’in Meşrutiyet yıllanna kadar devam eden en az otuz senelik bir geleneği olduğu anlaşılmaktadır. Naci, 1886’dan önceki bir ramazan akşamını şöyle anlatıyor:
"Ramazan-ı şerif münasebetiyle geceleri Şehzâdebaşı pek lâtif oluyor. Her kıraathâne, her çaycı dükkânı bir matla-ı nür! Bu aydınlık sayesinde pek güzel seçilmekte olan gönül açıcı çehreler, bütün sevinç tablosu. Her yerde uzaktan uzağa sohbetler. Bu sohbetçilerin içinde
şairler de bulunuyor. Bunlar ara sıra münasebet gelmese bile getirip beyitler okuyorlar. Bu beyitler bazen hiç okunmamışa dönüyor. Çünkü gürültüye karışıyor.
Direklerarası'nda böyle beyitler okumak için en münasip mevki, çaycı Reşit Efendi'nin dükkânıdır. Orada dinleyen bulunur. Bu dükkânda her gece iki üç şair olsun görülebilir. Burası şairler meclisi denmeye lâyıktır. Oranın müdavimi olan şairler uzun uzadıya değil, biraz dinlenebilecek şekilde şiirle atışırlar. Atışma sırasında Koca Reşid Efendi çayları çenelerine dayar. Çayın nefasetinden memnun olduklarını, edebiyat arasında kısaca söyleşerek içmeğe başlarlar. Bazı şairler vardır ki şiir okumağa çokça dalar da üzerine ancak bir yudum içebilmiş olduğu çayı soğutuncaya kadar çabalarlar. O aralık Reşid Efendi gelip de “Efendi! Çayınız soğuyor!” diye hatırlatacak olsa da para etmez.
Okudukları şiirler hemen çok defa üstad malı şeylerdir. Kendi taraflarından uydurulmuş vezinli söz ağızlarından nadir olarak çıkar. Burada zavallı şairleri mazur görmelidir. Artık çay keyfiyle şiir söylenmez a!
Dün gece fevkalâde olarak Reşid’in dükkânında şiir söylenmiş. Atışmacılardan birisi hiç düşünmeden demiş ki:
Gark-ı nûr etti gelip şehrimize mâh-ı siyam Geliniz söyleşelim biz dahi parlak parlak
Bir diğeri de şöyle mukabele etmiş:
Ramazanda yürümez kaide-i şürb-i müdâm
Bâri çay nûş edelim şevk ile bardak bardak
Bu cevabı işitenlerin hepsi beğenmiş. Reşid Efendi ise zâten şiir ve şair dostu bir zat olduğu için o kadar memnun olmuş ki hemen malına kıyarak, beyitleri söyleyen iki şaire cabadan birer dumanlı çay takdim etmiş. Aferin Reşid Efendi'ye ki hüsn-i muâmele ile dükkânına bir takım erbâb-ı akl ü edebi celb etmeğe muvaffak oluyor.”
-
♦ ♦ ♦
Hacı Reşid Efendi'yi alelade bir çaycı zan-netmemelidir. Kendisi de şiire meraklı olduğu için sohbetlere katılır, müşteriler de onun katılmasından zevk alırlarmış. Tabii bu arada rama zan keyfiyle ona takılanlar hatta kızdıranlar da olurmuş. Muallim Naci'nin notu:
"Çayfürûş-ı meşhur Ebüşşuarâ Hacı Reşid hakkında:
Bir çayfürûş var ki fenninde ferîd
Şairlerin etmekte sofasın tezyîd
O pûhte-i rüzgâr kimdir mi dedin
Dârüşşuarâ müdiri Elhâc Reşid
Çaycı Reşid'le ilgili ramazan sohbetlerinden birini de Ahmed Rasim’den dinliyoruz:
“Çayhaneler küçük olmakla şiir okuyuşun ses ve hareketleri de o nisbette kısalmaya uğrardı. Yalnız Çaycı Reşid’in dükkânında alabildiğine okumaya, mütalâalarını açıklamaya ve ten-kidlerini değerlendirmeye müsaade vardı. Çünkü Reşid merhum da şairlik taslardı. Bunun şairliği kozmopolit yani Arapça, Farsça, Türkçe
ezberlediklerini aralıksız tekrar etmekten ibaret olmakla beraber birtakım lâtifeler ve maskaralıklara da yol açtığı için şairlerin kibarlan da ara sıra buraya gelirdi. Dükkânın duvarlan Farsça, Türkçe beyitlerle süslenmiş, bilhassa çay hakkında iki-üç beyitli bir medhiye, mangal hizasına asılmıştı. Bu medhiye Farsça idi. Hiç okunmazsa günde beş on defa okunurdu. İçeriye biri girip de
Çây-ı men hoş-güvâr ü şîrînest
Çün leb-i lâl-i yâr rengînest
dedi mi, çaycının Bağdâdî çehresi karmakanşık olur, zaten ince, kısa endamlı olduğundan kısa sakallarla zayıflık derecesi örtülmüş olan yüzünün esmerliği arasında, gözbebeği dairesi tırtıl-lanmış olan elâ gözlerinin parladığı görülürdü.
Fuzuli’yi son derece severdi. Fakat bilmem ki bu büyük şairi anlar mıydı, anlamaz mıydı? Hattâ bir gün arkadaşlarından biri Fuzuli’nin,
Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
matlaını okuyunca, Hacı Reşid de biraz ağır işittiği için, mısralarm sonundaki “su” hecelerini duyarak, arkadaşın yüzüne hain hain baktıktan sonra:
-Çaycı dükkânında çay bulunur, su bulunmaz!
cevabıyla cümlemizi güldürmüştü.”
Hasılı, çayhanenin bir şiir meclisi oluşu kadar çaycı Reşid'in de edebiyat tarihimizde bir yeri vardır. Şimdi böyle kahvehaneler kalmış mıdır
ve şiirden anlamasa da anlar olmaya özenen çaycılar? Hatta şiir bu kadar hayatın içinde midir?
♦ ♦ ♦
Ramazan biter, ramazan sohbetleri bitmez. Eski kitaplarımızda ramazanla ilgili çok zengin malzeme var, bir yazıya sığdırmak mümkün değil. Dairelerde, yatılı okullarda, kışlalarda, hele sarayda ramazanın kendine mahsus başka başka âdâbı erkânı vardır. Sarayda bir huzur dersleri vardır ki bambaşka bir konudur. Aynı şekilde padişahın Hırka-i Şerif ziyareti bulunur ki bu da başlı başına ele alınacak bir merasimdir.
Şimdi bahsin başındaki meseleye tekrar döneyim. Acaba hakikaten eski ramazanlar şimdikilerden daha mı güzeldi? Çocukluğumdaki ramazanlarla şimdikileri hatırlayıp ben de onlann güzel olduklarını zannediyorum. Halbuki o zamanlar o ramazanları eskilerle kıyaslayıp beğenmeyenler vardı. Acaba, birçok şey gibi, ramazanlardan da gittikçe birşeyler mi kayboluyor? Muhakkak ki bir şeyler kayboluyorsa bir şeyler de ekleniyordur. Bugün beğenmediğimiz şu günleri de ilerki yıllarda ne güzel ramazanlardı diye andığımız olacak. Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer sözü boşuboşuna söylenmemiştir.
İS TA NBUL 'UN OR TA YER İ
Eski bir inanışa göre Şehzadebaşı Camii'nin dış avlusunda, ana caddeye bakan dış duvarla nn hemen arkasındaki mermer sütun, İstanbul’un tam ortasını göstermekte imiş. Bu inanış ne zamandan beri vardır ve hangi ölçüye göre şehrin ortasıdır, bilmiyorum. Bana bir ucu Bizans’a kadar uzanan bir telakki gibi geliyor. Evvela, buradan geçen caddenin, yani Edirne Kapısı’ndan başlayarak şimdiki Fevzi Paşa, Beyazıt, Divanyolu’ndan Sultanahmed’e, yani Hipodrom’a, böylece Ahırkapı taraflarında Marmara surlarına kadar uzanan yolun, Bizans’ın da en önemli, belki tek ana yolu olduğu bilinmektedir. Bizans’ın, daha sonra OsmanlI’nın o ana yolu, Edirnekapı’dan hareketle sağ tarafı Marmara’ya, sol tarafı da Haliç’e eğimli olan ve ufak tefek iniş-yokuşlan dikkate alınmazsa
daima bir sırt üzerinde mütehakkim bir kral yolu, bir güzergâh-ı hümayun olma vasfını uzun asırlar korumuştur. Şimdilerde tarihî yanmada denilen yerleşme bölgesinin, İstanbul’un bütün Rumeli yakasını değil, sadece Haliç’le Marmara arasındaki parçayı içine aldığını belirtmek gerekir. Yani asıl İstanbul, eski tabiriyle söyleyeyim, nefs-i İstanbul kuzeyden Haliç kıyılanyla sınırlıydı.
Bahsettiğim sırt üzerinde batıdan doğuya doğru şehri kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölen bu uzun yolun ortalan galiba Şehzadeba-şı'ndaki o mermer sütuna rastgeliyor olmalıdır. Diğer taraftan yine aynı noktanın güneyde, Marmara kıyısında Kumkapı, kuzeyde Haliç kıyısında Zindankapı taraflarında bir yere kadar olan mesafenin de ortalanna geldiğini tahmin ediyorum. Daha sağlıklı ölçümler yapılabilir. Böylece Şehzadebaşı sütunu merkez olmak üzere, bir kilometre civanndaki çapıyla büyükçe bir dairenin, hem Bizans’ta, hem de Osmanlı’da şehrin çekirdek nüfusunu, önemli iş ve ikamet merkezlerini ihtiva ettiğini düşünmek o kadar zor olmuyor. Bugün de izleri, kalıntıları görülen, hatıralarda okunan, bir kısmı hâlâ ayakta Bizans ya pılan, Bozdoğan (Valensiya) Kemeri, Kıztaşı (Markianos sütunu), cami, türbe, çeşme, mezarlık, tekke ve sivil mimarinin en güzel örnekleri olan büyük konaklar ve evler bu dairenin içinde yer almaktaydı. OsmanlI’nın son zamanlarmda yüksek bürokratlarla beraber ulema, şeyh, tüccar ve orta halli esnafın da ikamet ettiği bir mekândı.
Şehzadebaşı'daki, bahsettiğim o mermer sütununun bulunduğu yerin ikiyüz metre kadar ilerisine doğru olan yol, hemen herkesin dilinde dolaşan meşhur “Direkler Arası”dır. Benim çocukluğumda, 1940’11 yıllarda “direkler”! kalmamıştı, şimdi “arası” bile yok. O zaman, bugünküne kıyasla epey dar bir caddeydi. 1950’lerden sonraki imar yıkımında yolun, Şehzadebaşı ve İbrahim Paşa camileri ve hazirelerinin bulunduğu sol tarafına dokunulmamış, sağ taraf en az eski yol kadar genişletilmiştir. Eski dar caddeden otomobil trafiğinin, hele otobüslerin pek az olduğu yıllarda, önce kırmızı-beyaz, sonra yeşil-beyaz tab elalı Edirnekapı-Bahçekapı tramvayla-n, Fatih’ten sonra da Fatih-Harbiye (Peyami Şafağa rahmet olsun), Beşiktaş Fatih tramvayları gidip gelirdi.
Direkler arasının bir eğlence mahalli olması herhalde ondokuzuncu yüzyıl başlarına tesadüf etmelidir. Hacı Reşid’inki gibi edebiyat çevrelerini teşkil eden kahvehanelerin, daha sonraları Darüttalim-i Musikî gibi konservatuvar seviyesinde klâsik musikî meclisleri oluşturan mekân-lann yanında, karagöz, kukla ve ortaoyunundan en pespaye kantolara varıncaya kadar eğlence yerleri bu caddenin iki tarafında bulunurmuş.
19401ı yıllarda artık bunların hemen hepsi kaybolmuş, onların yerini sinemalar almıştı. Yo lun sağ tarafında, epey eski birer geçmişi olan Millî, Hilâl ve Ferah Sinemalan vardı. Ferah’ta bazen tiyatro da oynardı. Bir defasında trapez gösterileri yapan yabancı bir grubu seyrettiğimi hatırlıyorum. Aynı sırada Ertuğrul Sadi Tek
Tiyatrosu'nda da vodvil, operet gibi hafif müzikal komedilerin oynandığını ilân eden afişler gözümün önüne geliyor. Caddenin solunda ise Turan Tiyatrosu vardı. Koltuğu, iki kat balkonu ve locaları ile hatınmda bayağı gösterişli bir tiyatro olarak kaldı. Naşid’i orada birkaç defa seyrettim. Çok değişik makyaj ve kıyafetlerle sahneye çıkar, onun gelişiyle beraber, seyirciler bir alkış koparır, aynı zamanda izahı zor bir şekilde âdeta kahkaha krizine tutulurlardı. Epeyce uzun olan bu seanslarda bir tiyatro oyunuyla beraber kanto, ince saz. illüzyon gibi gösterilere de yer veriliyordu. Çok defa komedi olan oyunları ara sında bir defa da Sefıller'i seyrettiğimi hatırlıya rum. Aklımda kalan tek sahne jandarmalar ara sında getirilen Jan Valjan’ın çuvalından parlak gümüş takımların şangırtıyla sahneye dökülmesi ve piskopos Monsenyör Miryel’in bunlan Jan Jalvan’a kendisinin hediye ettiğin söyleyerek geri vermesi.
Turan Tiyatrosu’nda bir defa da Hafız Bur-han’ı dinledim. Herhalde 1941 veya 1942 yılla nnda olmah. O sıralarda alafranga bir özenti ile Türk tenoru diye dillere destan olan Hafız Burhan, bana çok yuvarlak ve kıpkırmızı görünen çehresi, epey şişman ve iri gövdesi ile, iki şarkı arasında, sahnenin hemen ortasına konulmuş bir sandalyeye oturmak zorunda kalıyor, ayakta şarkı söylerken de sandalyenin arkalığına tutunuyordu. Belki de ayakta durmasını zorlaştıran, şişmanlığının dışında başka bir rahatsızlığı vardı. Hafız Burhan o akşam şarkıdan çok, o yıl larda yaygın bir moda gibi olan gazeller okudu.
Sonraki bilgilerimle hafızamı toparlayarak bu gazellerden okuduğu ikisini hatırlıyorum. Biri “Uyu ey tıfl-ı melekşânım uyu” diye başlayan bir ninni idi. Diğeri de Osman Şems Efendi’nin “Gözü dünya mı görür aşık-ı dildar olanın” diye başlayan tahmisinin bir bendi. Hafız Burhan’ın, mikrofon kullanılmayan o koca binayı dolduran tiz ve yüksek bir sesi vardı.
Birkaç yıl sonra Turan Tiyatrosu da sinema oldu. O yıllarda sinemalarda bir seansta iki film oynanırken, Şehzadebaşı sinemalannda üç film birden oynar, özellikle Cumartesi ve Pazar günleri kapı önündeki yemişçilerden iki yüz elli gram kabak çekirdeği alan askerler, öğrenciler başı-sonu olmayan bu seanslarda çoğu kovboy, polisiye, macera ve komedi filmlerinin çekirdek çıtırtıları arasında, zaman zaman kahramanları alkışlayarak, yuhalayarak, ıslıklayarak seyrederlerdi. Bir süre sonra Şehzade Camiinin karşısındaki Çinili Fırın’ın yanında bir sinema daha açıldı. Yeni Sinema’da daha şık, daha kaliteli filmler oynatıldığından seyircisi de farklılaştı.
O yıllarda burası gibi çok sayıda sineması olan bir de Beyoğlu vardı. Diğer, semtlerdeki sinemalar dağınık ve tek-tüktü. i Orhan Veli’nin “İstanbul’un orta yeri sinema” mısraı’nı okuyan Anadolu’lu gurbet delikanlısının anlattığı, herhalde Şehzadebaşı semti olmalıdır. Zaten İstanbul’un orta yeri de burası değil mi? \
rin, Ahmed Rasim’lerin, hatta Servet-i Fünuncu-ların mekânı olan Hacı Reşid'in kahvesi artık yoktu. Onlardan sonraki edebiyatçı neslinin müdavimi oldukları ve İbrahim Paşa Camii'nin karşısındaki Fevziye caddesinin hemen köşesinde yer aldığı bilinen Fevziye Kıraathanesinin yerinde o yıllarda açılan Yeni Sinema bulunuyordu. Darüttalim-i Musiki'nin ise ne talim'i ne de musikisi kalmıştı. Fakat vaktiyle konser ve tiyatro gösterilerine sahne olmuş Letafet Apartmanı diye meşhur gösterişli bir binanın alt katında bir Darüttalim Kıraathanesi vardı. Muhtemelen bir zamanlar Darüttalim-i Musiki burasını mekân edinmiş olmalı veya hiç değilse burada konserler vermiş olmalıydı. Duvarlarında büyük aynaları, kadife örtülü masaları, koltukları, birkaç da bilardo masası bulunan geniş ve şık bir kıraathaneydi.
Semtte birkaç sinema bulunduğunu, hatta komik-i şehir Naşid'in Turan Tiyatrosunun bile sinemaya dönüştüğünü daha önce yazmıştım. 1947-1950 yılları arasında Vefa Lisesi'nde okuduğum için Şehzadebaşı ve civannın o dönemini ve çevredeki birçok binayı hatırlıyorum. Bir defa şehrin mutena semtlerinden biri olduğu muhakkaktı. Yolun Süleymaniye istikametindeki dar sokaklarında Osmanlı sivil mimarisinin çok güzel örnekleri olan üç dört katlı büyük konakların arasında tek veya iki katlı evler, zengin, orta halli ve fakir insanların, aralarında sosyal sınıf farkı gözetilmeden bir beraberlik içinde yaşadıklarının sembolü olarak duruyorlardı. Burası, Kirazlı Mescit mahallesidir. Daha doğrusu
Şehzâdebaşı Camii’ndcn Fatih’e bakış. (Kültür A.Ş. Hilmi Şahenk , İstanbul Fotografían Koleksiyonu’ndan)
Kirazlı Mescit Süleymaniye Camii'ne doğru giden dar sokaklardan birinin adıdır. Sokağa adını veren ve ağaç kültürüyle ibadet mahallini tabii bir estetik zevk içinde birleştiren Kirazlı Mescit halen yerindedir. Ama kirazı kalmış mıdır, bilemiyorum (Aynı şekilde Karagümrük'te, adı bir halk estetiğinden kaynaklanan Kumrulu Mes-cid'in de avlu kapısında mermer üzerine yapılmış simetrik iki kumru kabartması bulunuyordu). Son yıllarda (en az yirmibeş, otuz sene ol malı) bu semtin yapılarının ve mimari bütünlüğünün korunması için büyük bir bölge İstanbul Üniversitesi'ne devredilmişse de değil restore edilmek, mevcut konakların iskeletleri bile koru-namayıp bütün ilgililerin gözleri önünde hem de onların itiraflarına göre otopark mafyacıları ma rifetiyle birer ikişer yakılmaktadır.
Şehzadebaşı caddesinin diğer yakası, yani Laleli'ye doğru da, yine bahsettiğim yallarda aynı şekilde herbirinin geniş bahçeleri olan üç dört katlı konaklar bulunmaktaydı. Tabii artık eski büyük aile tipi dağılmış olduğundan bu konakların en talihlileri kat kat vârislerin elinde bulunuyor, çoğu ise yine vârisler tarafından odabaşı denilen bir çeşit yöneticiye emanet edilerek pansiyon gibi oda oda kiraya veriliyordu (Peyami Safa'nın Matmazel Noralya'nın Koltuğu romanının ilk bölümü böyle bir konağın içinde geçer).
Şehzade Camii'nin karşı sırasında Karakol binasından başlayarak tek katlı küçük dükkânlardan okul arkadaşım izzet Tanju'nun babası Talat Bey'e ait fotoğrafhane, Foto Talat (ki aynı zamanda her halde elli yıl sürmüş olan muhtar-
lığının da bürosuydu), öğle nevalelerimizi yediğimiz Çinili Fırın, daha ilerde gazete ve dergi de bulundurduğu için hemen hergün uğrak yerimiz olan, çıngır çıngır zil sesleriyle soğuk su satan Ahmet Aktan'ın büfesi, paralı günlerimizde kendimize elli kuruşa köfte-piyazla ziyafet çektiğimiz Mustafendi’nin dükkânı aklımda kalanlar arasında.
Vezneciler'e doğru iyice darlaşan caddede, Turan Tiyatrosu'ndan sonra en gösterişli bina yukarıda bahsettiğim Darüttalim Kıraathanesinin bulunduğu Letafet apartmanıydı. Diğer yapılar yine tek katlı, hemen hepsi küçük esnaf ve sanatkârlara ait dükkânlardı. Burada da aklımda kalan Hüseyin Kâmil Otay'ın eczahanesidir. Murad Paşa medresesinin önünde de bu tip sar laş dükkânlar vardı ve bilmeyenler onların arkasında bir medresenin varlığının farkına bile varamazlardı. Medreseyi geçince sağ tarafta şimdi gözümün önünde hayal meyal saray gibi teces-süm eden Zeynep Hanım Konağı geliyor. Eğer son asır sahilsaraylarmı (Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan vs) bir tarafa bırakıp Osmanlı hanedanının aşağı yukan dört yüz yıl mekân edindiği Topkapı Sarayı'nı dikkate alırsak Zeynep Hanım Konağı, saray gibi değil gerçek bir saray olur. Hem de bir zamanlar padişah Abdülaziz'e kalabalık erkânıyla iftar sofrası açmış olan bir saray. Konağı hayal meyal hatırlayışım 1942 kışında çıkan bir yangınla yok oluşundandır. O tarihe kadar üst katı Yüksek Muallim Mektebi yatakhanesi, diğer katlan Edebiyat ve Fen Fakülteleri olarak kullanılmaktaydı. Zamanın cumhurbaş-
kanı İsmet İnönü'nün veya maarif vekili Haşan Âli Yücel'in, yangından sonra "bunun yerine daha güzelini ve daha büyüğünü yapınız" talimat! üzerine "ille de onun yerine" daha güzeli değilse de daha büyük ve hantal binalarıyla şimdiki Edebiyat ve Fen Fakülteleri inşa edildi. Civarda ki arsalarda yeni yapılmış olan iki üç katlı bir çok apartmanın da bu inşaat için istimlâk edilip yıkıldığını hatırlıyorum. Tamamlanması ve Fa kültelerin yeni binalarına yerleşmeleri on yıldan fazla sürdü.
Veznecilerin bu noktasında yol sola doğru hafif bir kavis çevirerek genişler ve burada küçük bir meydan oluşurdu. Orada da yine tek katlı dükkânlar vardı. Moda Berberi'ni, Moda Fotoğrafhanesi'ni hatırlıyorum. Bir saat tamircisinin içinde veya yanında benim ilk ciltçim Fethi Demir bulunuyordu. Güzel bez ve deri cilt yapan, gerektiğinde cilt sırtına eski hurufatla yazabilen, ciltlenmek için kendisine getirilmiş kitaplara göz atıp mütalaa beyan eden Fethi De mir, daha sonra Üniversite Kütüphanesi'nin arkasındaki sokakta açtığı bir dükkânda mesle ğini devam ettirmiş, hatta bir de pedal makinesi alarak ufak tefek baskı işlerine girmişti.
Bu dükkânlar arasında bir de Camcı Ali mescidi vardı. 1955'ten sonraki yol çalışmâlan sırasında pek çok eser gibi yıkılan bu tarihi mescidde genç Hacı Muzaffer Ozak'ın müezzinlik yaptığını, imam bufunmadıği zamanlar gür sesiyle hutbe de okuduğunu biliyorum.
Saray gibi değil, gerçek bir saray
Buradan itibaren Beyazıda doğru tramvayların büyük bir iniltiyle zor tırmandıklan bir yokuş başlardı (Şimdi o yol en az beş-altı metre indirilmiş ve bilinen alt geçit inşa edilmiş bulunuyor). Yine sol tarafta Askeri Tıbbiye binasından (şimdiki Eczacılık Fakültesi) önce bir küçük konak daha vardı ki Fatin Rüştü Zorlu'nun babası Rüştü Paşa'ya ait diye bilinirdi. Sahibi ve müdürü Agâh Sırrı Levend olan ve İstanbul'un palas özel okullarından sayılan İstiklâl Lisesi, Belediye Sarayı inşaatı dolayısıyla eski binası yıkılınca bir süre daha bu konakta faaliyetine devam etmişti...
Sağ tarafta, daha sonra Türkiyat Enstitüsü'-nün yerleşeceği Haşan Paşa Medresesi'nin bitişiğinde tek katlı birkaç dükkân vardı. Biri meşhur müzik aletleri imalatçısı Şamlı İskender Kutma-nî'nin mağazasıydı. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa ya bunun yerinde veya yanında daha sonra, cünbüşü icad ederek Türk musikisi enstrümanları arasına sokan Zeynelabidin Cünbüş'ün dükkânı açılmıştı. Onların yanında tam köşede kırtasiyeci Haşim Bey'in dükkânı bulunuyordu. Haşim Bey iri-yan, bu yüzden biraz kamburca durur, fakat cüssesine göre munis yapılı bir insandı. Bir gün, o zamanlar esericedit kâğıdı dediğimiz kaliteli parşömen kâğıdı istemiştim. Raftan, istediğim adette sayarak indirdi, tanesinin altmış para (bir buçuk kuruş) olduğunu söyledi. Baktım, rafta benzer bir top kâğıt daha var. "0 da bunun aynı ama iki kuruş" dedi. Sebebini sorunca o malı yeni aldığını, fiyatının o kadara geldiğini, eldeki eskiler bitince onları satacağını
söyledi. Haşim Bey, geçmiş zamanlann helâli haramı ayıran gözütok, dürüst esnafından biriydi.
t Haşim Bey'in dükkânının yanı, Lâleli yoluna açılan Bayezit Külhanı sokağıdır. Bu sokağın girişinde üç veya dört katlı, yeni yapıldığı belli apartmanlar vardı. Bunlardan birinde Evlilik ve Mahremiyetleri adlı, o yıllarda birkaç baskı yapmış bir kitabın da müellifi olan Doktor Zeki Cemal öcal'ın muayenehanesi bulunuyordu. Anneannemin de, annemin de doktoru olan Haşan Ferit Cansever'in muayenehanesi (ve galiba evi de) ise bu apartmanlardan birinin üst katlann-daydı. Küçük yaşta iken birkaç defa gelmiş olduğumu hatırlıyorum. Değerli Mimar Turgut Cansever'in babası olan, 1944 yılı Turancılık hadiseleri sırasında tevkif edilen Türk Ocaklı Ferit Cansever'in deniz yosunlarından imal ettirdiği, kendi terkibi olan Vilagar adlı, pembe renkli, lezzeti de fena olmayan macun gibi bir ilacı da vardı. Barsaklann sağlıklı çalışmasını sağlayan bu ilacı hemen bütün hastalannm reçetesine yazarmış.
Külhan sokağına girmeyip Bayezit meydanına doğru devam edilirse yine birkaç küçük dükkân arasında Nişan Efendi’nin kitapçı dükkânı hemen bütün üniversite hocalannın ve öğrencilerinin uğrak yeriydi. Hem yeni kitap hem sah-haf kitapları bulundururdu. Onunla, Edebiyat Fakültesi'nin Felsefe Bölümü'ne okuduğum ilk sömestre ait bir hatıram oldu. Fakültenin Fın-dıklı'daki binasında idik. Henüz hocam olmamakla beraber, liseden edebiyat hocamız olan
eşi dolayısıyla zaman zaman Mehmet Kaplan'ın odasına giriyor, görüşüyordum.O bana devamlı Eflâtun'un diyaloglarını alıp okumamı tavsiye ediyor, ben de parasızlıktan alamadığım için sıkılıyordum. O yıllarda Üniversite'nin yayınladığı bütün ders kitapları her hocaya dağıtılıyordu. Durumumu farkeden Kaplan odasındaki kitaplığından, bu yayınlar arasında hukuk, iktisat vs gibi saklamasına gerek duymadığı kitaplardan koca bir paket yaparak bana verdi, bunlan Nişan Efendi'ye götür, o böyle kitapları bir miktar indirimle satın alır, dedi. Gerçekten öyle yaptım. Ermeni kitapçı Nişan Efendi, Kaplan'ın selâmlarıyla kitapları yüzde bilmem kaç indirimle aldı. Ben de Eflâtun diyaloglarına kavuştum.
Bu yolda biraz daha ilerleyince şimdi de mevcut olan elektrik idaresi binası gelirdi. Fakat asıl onun yanında, bahçe içinde eski bir konak olduğunu tahmin ettiğim Beyazıt Nahiye Müdürlüğü ve Başkomiserliği vardı. Bir ara babamın da başkomiser olarak bulunduğu bu güzel ahşap bina bir türlü ne yapılacağına karar veri-lemiyen Bayezit meydanı düzenlemeleri sırasında yıkıldı, gitti.
Bayezit meydanı o zaman da meydandı. Ortada büyük bir havuz, etrafında Küllük, Bayezit Camii, Üniversite'nin abidevî kapısı (Harbiye Nezareti) ve Bayezit Medresesi sıralanırdı. Henüz Belediye Kütüphanesi yapılmadan evvel medrese, önündeki bir sıra küçük baraka dükkânlar sebebiyle geride kaldığı için farkedilmiyordu. Burası, Yedikule, Topkapı ve Edirnekapı'dan gelip Divanyolu yönüne doğru giden tramvayla-
nn da birleştiği noktaydı. Ayrıca Maçka-Beyazıt ve Kurtuluş-Beyazıt tramvayları da Küllüğün, Bayezid Camii'nin ve Üniversite kapısının önünden dönerek, yani ortadaki havuzun etrafında çan-çanlarla, gıcırtılarla bir tur atarak Divanyo-lu'na doğru giderlerdi. Bayezit meydanı, uzun yıllar Cumhuriyet bayramlannda da geçit merasimlerinin yapıldığı bir alan olarak kalmıştır.
YA VRUNUN ÇA YHANESİ'NDE
Eski kültürümüzün bir şifahî kültür olduğu hep söylenmiştir. Tekkeler, camiler, konaklar, yalılar Tanzimat’a kadar bu kültürün yayıldığı mekânlardı. Tanzimat’tan sonra bunlara ilâve olarak kahvehaneler, Beyoğlu tarafında daha şık pastahaneler, Babıali civarında da gazete ve dergi idarehaneleri. Pek çok yazarın biyografisinde, otobiyografisinde, hatıratında, dikkatli bir göz, satır aralarında bu gibi mekânların onlann yetişmesinde hatırı sayılır rol oynadıkla-nnı fark eder. Hatta bence okudukları mekteplerden daha fazla. Bizde hemen her neslin, bugün bile devam ettiği birbirinden farklı pek çok kahvehane veya benzeri mekânlar bilinmektedir.
Özellikle son yüzelli yılın İstanbul’unda nice edebî dostlukların kurulduğu, dergi çıkarma kararlarının alındığı, bazen edebî kavgaların çıktığı
kahvehanelerin hikâyesini ilk defa ciddi olarak Ebûzziya Tevfık uzunca bir tefrika halinde Mec-mua-i Ebüzziya’da. anlatmış, daha yakın yıllarda da gayri ciddi olarak Salâh Birsel Kahveler Kita-bı’nda sergilemiştir.
Sur içi İstanbul’undaki edebiyatçı kahvehaneleri Divanyolu ve Şehzadebaşı’nda yoğunlaşıyor. Semtlerin de insanlar gibi hayatlan var. Gençlikleri, yaşlılıkları ve ölümleri. Ben Şehza-debaşı’nın galiba yaşlılığına yetişebildim. Birçok edebiyatçının hatırasında yer alan, dillere destan Hacı Reşid’in çayhanesi, Fevziye Kıraathanesi 1940larda çoktan tarihe karışmıştı. Mersin Efendi’nin kahvehanesine yetişmiş olmam lâzımdı; fakat sonradan hikâyelerini işittiğim bu kahvehaneyi hiç hatırlamıyorum. Bildiğim bir Darüttalim Kıraathanesi kalmıştı. Fakat asıl anlatılması gereken, benim daima dışardan seyircisi olduğum başka bir mekân daha vardı: Yav-ru'nun Çayhanesi. Bu, Saraçhane'den Vezneci-ler’e doğru giderken Şehzadebaşı ve İbrahim Paşa camilerini geçtikten sonra, sol taraftaki tek katlı hemen hepsi on, onbeş metrekareyi geçmeyen küçük dükkânların arasında, belki onlann da en küçüğü bir çayhaneydi. Herhalde üç metreyi geçmeyen cephesinin üçte ikisini vitrin, üçte birini de camlı kapısı teşkil ediyordu. Bu kapının gerisinde de çay ocağı sokaktan görünürdü. Vitrinin üst tarafına doğru yukarıya zincirle asılmış camdan beyzî bir levhada “Yavru’nun Çayhanesi” yazılı idi. Kahvenin oturma yerleri bu bölümün arkasına doğru uzanıyordu. Acaba hasır sandalyeler mi vardı, yoksa muhayyilem
mi beni pencere dibinden geriye doğru giden bir peykenin varlığını ve orada müşterilerin bazılarının bir ayağını altlarına alarak oturduğuna zorluyor.
Zaten kahvehane alışkanlığım pek olmadığı gibi Yavru’nun Çayhanesi’ne tecessüsle bile olsa girmeye birkaç sebepten cesaret edemedim. Evvelâ müşterilerinin hep yaşlı-başlı hattâ biraz kerli-ferli adamlar olduğu görülüyordu. Sonra bir genç veya yabancı girmeye teşebbüs ettiği takdirde kibar bir şekilde oranın kahvehane olmadığının hatırlatıldığı da rivayet ediliyordu. Çayhaneyi işleten Yavru kimdi? Bunun hakkında da bugüne kadar sağlam bir bilgim olmadı. Salâh Birsel, pek çok yanlışı, kulaktan dolma rivayetleri kaynak göstermeden naklettiği kitabında onun türkü ve maya söylemekle ün yaptığından bahseder. Nerede söylermiş, bilmiyorum. Ama her müşteriye kapısını açmayan, biraz sonra sayacağım, hiç de hovarda olmayan birkaç müşterisiyle bu on kişinin sığamayacağı dükkân onu nasıl geçindirirdi? O yıllarda kazancı olmadığı bilindiği halde geçimi yerinde olan böyleleri için dolaşan rivayetler Yavru hakkında da çıkmıştı. Güya Yavru Mehmet polismiş. Bu sıfat, arkasında siyasi bir mana taşırdı veya polisin birinci şubesine mensup yahut Millî Emniyet’e bilgi taşıyan adam demekti. O tek parti döneminde bu çayhanede, adlannı vereceğim kişilerin konuşmalarından polisi ilgilendirecek neler çıkabileceği doğrusu düşünmeye değer. Bana göre belki takibe en müsait görünen, o zaman adı komüniste çıkmış olan Abdülbaki Gölpınarlı
olabilirdi. Çeşitli zamanlarda kapısının önünden geçtiğimde içeriye bir göz attığım zaman bazılarını önceden tanıdığım, bazılarını orada göre göre sorarak kim olduklarını öğrendiğim müşterileri, içerisi hafif dumanlı, kışın buğulu penceresinden görürdüm. Doğrusu bu çehrelerin çoğu bir portre ressamına, belki bir karikatüriste (meselâ Lautrec gibi) bulunmaz bir malzeme teşkil edebilirdi. Burada en sık, hemen hemen her geçişimde gördüklerim Reşat Ekrem Koçu ile Abdûl-baki Gölpınarlı idi. Hocam olmasa da Vefa Lise-si’nden tanıdığım Reşat Ekrem, her zaman traşı gelmiş sakalı, tarak görmemiş kabarık saçlan (derslerine de çok defa böyle gelirdi), biraz asık ve asabi suratıyla, Abdülbaki Gölpınarlı ise daha o zaman ağarmaya başlayan uzun saçlan ve sakalıyla Yavru’nun vitrininde görünürlerdi. Sonraları daha yakından tanıyacağım Mükrimin Halil’i, armudî kocaman kafası, müstehzi ve daima tebessüme hazır, belki biraz sırıtkan çehresiyle görürdüm. Yine Vefa Lisesi’nde matema-tik-astronomi hocamız olan ve Ziya Paşa’nın Terci-i Bendinden kâinatı ve yıldızlan tasvir eden ikinci bendinin tamamını astronomi defterimizin başına yazdıran, mevlevi-meşrep Muhittin Erev, öğrenciler arasındaki takma adıyla Sağır Muhittin daha az gördüklerimdendi. Göl-pınarlı hariç bu son üçü, dikkati çekecek kadar kısa boylarıyla bu karikatür tablosunu tamamlardı. Daha nadir gördüklerim arasında şair ve eski Farsça muallimi Divrikli Tahir Nadi’yi, Ali Nihat Tarlan’ı sayabilirim. O zamanlar Sultan-ahmed’de şekerci, Sahhaflar’da kitapçı dükkân-
lan işleten, pek çok dinî risaleleri bulunan, galiba permanantlı, bukleli saçlan, hemen her parmağında yüzükleri, elinde fiyakalı bastonu ile kadınlar vaizi diye şöhret bulan Etyemez Camii imam ve hatibi Şemsettin Yeşil’i de bir veya iki defa gördüğümü hatırlıyorum. Arapça hocam Celâleddin ökten (Celâl Hoca) de birkaç defa Yavru’nun Çayhanesi’nde görünmüştür.
Sesleri çayhanenin dışına aksetmese de hepsinin bağırarak konuştuklannı tavırlanndan ve oradaki birkaç kişiden daha fazla kalabalığa nutuk atar gibi el ve kol hareketlerinden anlamak mümkündü. Aslında bir kahvehane müşterisi olmayan Celâl Hoca’nın, bilmiyorum hangi sâikle, belki İlmî bir sohbet vadi ile oraya gelmiş olduğu tahmin edilebilir. Nitekim toplantılardan birinde Hazret-i Ali ve Muaviye üzerinde Abdûl-baki Gölpınarlı ile aralarında önce tamamiyle tarihî bir zeminde başlamış olan konuşmanın daha sonra tatsız bir seviyeye düşmesi üzerinde Celâl Hoca’nın bir daha çayhaneye uğramadığını işittik.
Şimdi Yavru’nun Çayhanesi’nin olduğu kadar Şehzadebaşı’nın, hatta belki İstanbul’un da en renkli simalarından biri olan Neyzen Tevfik’e sıra gelmiştir.
MEYDE BEKTAŞİ, NEYDE MEVLEVİ
Ney'i her dudağına götürüşünde Serserinim, düştüm aşkınla meye, Nasıl girdin elimdeki şu neye?
Hem seversin beni Neyzen'im diye, Hem de sarhoş diye destan edersin!
mısraları aklından geçerdi. Bu, bektaşi babasının "dünyaya gömlek yıkamaya gelmedik ya" dediği cinsten pejmürde kılıklı, o yüzden yaşı belli olmayan, ama o dağınık saç baş arasından beklenilmeyecek kadar tombul, fakat oyuncağı elinden alındığı için somurtuk çocuk çehreli adam, latasının cebinden o sihirli kamışı her çıkardığı zaman, belki kendisini bile şaşırtan bu mısralan gerçekten hep düşünür müydü? Belki de bana
öyle gelirdi.
Onu ilk defa, 1947 yılının kışında, Şehir Ti-yatrolan'nın Tepebaşı'ndaki Komedi Tiyatrosu'n-da yapılan Edebiyat Fakültesi'nin bir şiir gecesinde gördüm. Zengin tablolarla tertip edilmiş programın arasında o yıllarda beğenilen bir şarkıcı olan Âkile Artun, "Tûti-i mucize-gûyem.." gibi klâsik musikimizin, güfteleri büyük divan şairlerine ait birkaç güzel bestesini okudu. Derken, küstürmemek ve gönlünü hoş tutmak için âdeta âlâyıvâlâ ile, biraz şımartılarak Neyzen Tevfık sahneye çıkartıldı. Böyle iltifatlan beklediğini, bunlardan hoşlandığını zannetmiyorum. Ama zaten bu gibi davetleri kabul etmediğini, hatta kabul edip gelse bile bazan sahneye çıkmadığını duyduğumuz Neyzen'i hoşnut etmek için etrafındaki gençler çaresizlikten böyle davranıyorlardı.
O gün Neyzen sahneye çıktı. Ama çıktığına bin pişman. Ortada bir sandalyeye oturdu. Yine o somurtuk çehre ve seyircileri görmeyen gözlerle isteksizce ve usûlen bir taksim yapıp yerine döndü. O taksimden o yaşta bir şey anlamadığımı ve zevk almadığımı söylemeye gerek var mı?
Ondan sonra onu sık sık Şehzadebaşı ve civarında gördüm. Galiba Fatih taraflarında bir otelde oturuyormuş. Yaz kış aynı kıyafette, üzerinde asker kaputuna benzer kalın aba cinsinden. etekleri yere kadar uzanan bir palto, kafasında kukuleta, külah gibi bir başlıkla gideceği yere kararsız olan adımlarını âdeta sürüyerek yürür, Şehzabaşı Camii'nin karşısındaki dük-
kânlardan birinin önünde gayesiz gibi dururken içeri girerdi; nevalesini, yani rakı ve ona meze olacak nesneleri alıp çıkar, bazan o dükkânın bir köşesinde demlendiği de olurdu. Para verir miydi, bilmiyorum. Ama esnaf zaten onu tanıdığı için bunun bir mesele olduğunu zannetmiyorum. Çok defa da Yavru'nun Çayhanesi'nde otururdu. Orada keyfi geldiği zaman ara sıra ney üflediği de olurmuş.
Daha sonraki yıllarda, yetmiş sekiz devirli taş plâk toplama merakım başladığı zaman elime Neyzen’in de bir taksimi geçti. Bir ekalliyet Türkçesiyle "Orfeon rekor, Nizan Tifik Bey tarafından bestenigâr taksim" diye başlıyordu. Daha sonra başka plâklara da bu takdim cümlelerini söyleyenin, Jak veya İzak adlı bir Yahudi vatandaş olduğunu, bir ara Darüttalim-i Musiki'de keman çalmış olan amcamdan işitmiştim. Müzik bilgim pek yok, zevkim de kendime göre. Fakat Neyzen'in bu taksimini daha ilk dinlediğimde sarsıldığımı, o sesin içimde bir yerleri rahneler açarak oyduğunu hatırlıyorum. O ne harikulade bir nefesti. Şiir ve diğer edebiyat türleri de dahil olmak üzere bütün öteki sanatlara göre musiki herhalde mistikliğe en çok yol açan, İlâhi kaynağa en yakın olanı olmalıdır. Hocam rahmetli Nurettin Topçu nun "vahiy ile sanatkânn ilhamı arasında mahiyet farkı değil, sadece derece farkı vardır. Her ikisi de aynı kaynaktan beslenir" demesi herhalde bu sanat için olmalıydı.
Neyzen Tevfık İstanbul'un renkli simalann-dan biriydi. Bahsettiğim otelin dışında, o devirde İstanbul valisi olan Fahrettin Kerim in mûsama
hasıyla ara sıra bazan tedavi, bazan bir süre dinlenmek için Bakırköy Akıl Hastalıkları Hasta-hanesi'nde yattığı, hatta orada kendisine tahsis edilmiş hazır bir odanın bulunduğu, canı istediği zaman girip çıktığı bilinirdi. Bir ara da Nuri Demirağ'm Beşiktaş'taki tayyare fabrikasındaki (şimdi Deniz Müzesi'nin bir parçası) bir odada kalıyormuş. Yalnız İstanbul valisi değil, daha yukarıdaki 'devletlü'leri bile umursamayan, ama bütün o insanlann ya dilinin şerrinden korktuk-lan ya da gerçekten ona sevgi ve saygı duyduk-lan için çekindikleri bu adamın adına çıkarılmış bir yığın fıkrası da vardır. Benim sevdiğim birini hatırlatayım:
Bir geceyansı bu devletlülerden birisinin gönderdiği motosikletli iki polis Neyzen'in, Nuri Demirağ'm fabrikasındaki odasının kapısına dayanmışlar, önce emirle, tutmadığını görünce rica ve yalvarmayla ve içki sofrasının da emrine âmâde olduğu vadiyle mükellef bir ziyafete götürmüşler. Ev sahibi devletlünün önceden tenbi-hi üzerine, Neyzen salona girer girmez herkes ayağa kalkmış, onu başköşede bir yere buyur etmişler. Bir süre demlendikten sonra rica minnet birşeyler çalmasını istemişler. Neyzen de biraz naz ü niyazdan sonra en keyifli haliyle üflemeye başlamış. Başta çıt çıkarmadan dinleyen demli kafalar, bir süre sonra birbirlerine eğilmişler, önce fısıltı, sonra mırıltı, bir lâubaliliktir gitmiş. Bir süre sonra Neyzen bakmış ki kendisini dinleyen değil, varlığıyla ilgilenen bile yok. Usulca yerinden kalkıp dışarı çıktığı zaman bile kimse farkında değilmiş. Biraz sonra gelen uşak
elindeki küçük pusulayı ev sahibine getirmiş ve "Efendim, Neyzen Tevfık Bey gittiler ve bu kâğıdı bıraktılar" demiş. Pusulada şu kıta yazılı imiş:
Sanmayın şevk ile sarfeyliyorum san'atımı Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir
Bezm-i meyde süfehânın saza meftun oluşu Nazarımda su içen eşşeğe ıslık gibidir
Bu fıkranın farklı varyantları da vardır ama benim en çok bu hoşuma gider. Tam büyük bir sanatkârın devletlüler karşısındaki tavrını yansıttığı için. Böyle bir hadise gerçekten olmuş mudur, bilmiyorum, yalnız hangi vesileyle söylemiş olursa olsun kıta Neyzen'indir, bu muhakkak.
Neyzen'in neyzenliği dışmda çoğu hiciv olan epey şiiri de var. Hicivleri arasında da bütün Şark dünyasında olduğu gibi müstehçen karakterli olanları epeyce. Fakat arada, yazımın başına aldığım kıta gibi, şathiyyeye bulaşmış çok güzel tasavvuf! mısraları var. Bu bakımdan onu El-Maari'den, Hayyam'dan bu yana gelen ve Yaradan'a yan bakan bir kısım Bektaşi şairleri arasında düşünebiliriz. Bir yandan da belki gençliğinde devam ettiği Mevlevi dergâhları yoluyla onlara sempati duymuştur. Böylece ilki ciddiyeti mizaha döndüren, İkincisi musiki ile gönülleri yücelten iki tekke arasında hayatının ve felsefesinin ikiliği de iyice belirir:
Ben ezel sermestiyim, meydanım arş-ı müstevi Aksedince gönlüme şems-i hakikat pertevi Meyde Bektaşi göründüm, neyde oldu Mevlevi
İSTANBUL YANGINLARI
Beşir Ayvazoğlu Dergâh dergisinde çıkan "Ateşe Dair Güftügû" başlıklı yazısısında, Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşftaki o ateş tasvirlerinin İstanbul yangınlarını gören bir şairin karihasının mahsûlü olduğuna yorması bana büyük bir isabet gibi göründü. Çocukluğumda beni de şaşırtan ve korkutan o büyük felâketlerden birkaçına uzaktan da olsa şahit oluşum, bunun şair muhayyilesinde büyük bir itici güç olabileceğini haklı olarak düşündürüyor.
Gördüğüm ilk büyük yangın Zeynep Hanım Konağı’nı yakan âfetti. Balat’taki evimiz İstanbul'un yedi tepesinden birinin yamacındaydı. Bir başka tepe ise, evin üçüncü katından galiba güney batıya doğru (bu yönleri hep şimdi düşünerek değerlendiriyorum) yükseliyordu ve yakın bir ufuk çizgisinde, o zaman, anneannemin ba-
na öğrettiği bir yığın cami ve mescidi isimleriyle biliyordum: Yazıcı, Mehmed Ağa, Draman, Nişanca, Meydancık, Hamami Muhittin vs. Bir gece, o pencereden, gökyüzünü olağanüstü bir kızıllığın sardığını gördük. Draman Camii arkasından doğru, göğün görebildiğimiz büyük bir kısmını kaplıyordu. Evimizde bir dürbün vardı. Onunla baktığımızda, o kızıllığın arasında, daha belirli bir takım şekillerin, yani yanan onca ahşap parçalarının, değişik istikametlere uçuştuğunu görüyorduk. 1942 senesinin şubat veya martı idi. ilkokulun dördüncü sınıfında idim. Evdekilerin de telâşlı ve endişeli konuşmaları ile dehşetli bir korkuya ve ürpertiye tutuldum. Âdeta titremeğe başladım. Sanki yangın bizim eve de gelecekti. Yanan binâ bizden çok uzakta olmalıydı. Adliye Sarayı yangınını hatırlayan babam, istikametten, yine o taraflarda bir yerin yandığını düşünüyordu. Gerçekten de evimizden görünen kızıllığın istikametinin, Zeynep Hanım Konağı ile Sultan Ahmet’i bir hizada gösterecek bir doğrultuda olduğunu da şimdi düşünüyorum.
Tabii o anda neresinin yandığını bilme imkânımız yoktu. Ne istihbaratı zayıf, zavallı bir istasyon olan radyo, tek radyo, Ankara radyosu böyle bir haberi verebilirdi, ne de mahallenin en hallice evinde bir telefon bulunurdu. Polis olan babam hemen giyinip, yakındaki karakollardan birine gitti, bir süre sonra geldiğinde, Zeynep Hanım Konağı’nın, yani şimdiki Edebiyat ve Fen Fakültelerinin yerinde bulunan, o çocuk yaşımda bana gerçekten rüyâî bir saray kadar büyük
ve muhteşem görünen konak yanıyordu. Etrafında başka evler de vardı da, onlar da mı yandı, bilmiyorum. Fakat gökyüzünün o kızıllığı hemen sabaha kadar devam etmişti. Ertesi günler o harabe hâlini almış canım sarayın, yanık kokusu haftalarca kaybolmayan yıkıntıları önünden geçtik. Sonra da senelerle, etraftaki başka evlerin istimlâkini, yerine şimdi büyük beton binâlann, Edebiyat ve Fen Fakültelerinin yapılmasını seyrettik.
İkinci ve daha çok aklımda kalan yangın, büyük İstanbul yangınlarının sonuncusu ve herhâlde yüzden fazla ahşap ve kâgir evin de yok olmasma sebep olan Fener yangını idi. Yukarda Zeynep Hanım Konağı’nın yanışını, gördüğüm ilk büyük yangın olarak hatırladığımı yazdım. Fakat galiba Fener yangını belki ondan biraz evvel veya ona yakın bir zamanda olmalıdır. Bir kaynakta tarihi bulunabilir1’’. Fener Patrikhanesinden çıktığı söylenen bu yangın mahallemize çok yakındı. Gökyüzü, bu defa aynı pencerelerden baktığımızda, biraz daha doğuya doğru bir istikamette yandı durdu. Birkaç gün ve gece sürdü. Artık sırf kızıllık değil, duman, hışırtı ve kokular da geliyordu. İşte bu yangın, o eski İstanbul yangınları gibi, sağa, sola, dar, geniş sokaklara saldırarak Fener’den Çarşamba’ya kadar uzanan büyük bir mahalleyi, bir semti yok etmişti. (Bütün bu yangınlar için o zamanlar hemen birilerinin kundak sokuşturmuş olduğu
söylenirdi).
Fener yangınının, âilemiz için hazin ve unutulmaz bir acısı da vardır. Annemin dayısı, daha önce bahsettiğim Sakallı Dayım patrikhânenin hemen üst tarafında bulunan Abdisubaşı Mesci-di'nin müezzini idi ve o yangın sırasında caminin, üzerine yıkılan büyükçe demir kapısının altında kalarak ve yanarak can vermişti. (İstanbul Ansiklopedisi'nin Abdisubaşı maddesindeki "son müezzini de yanarak ölmüştür" kaydı bu dayımızla ilgilidir). Yalnız yaşayan bir adamcağızdı. Konu komşu demişler ki, dışarı çıkmıştı, sonra tekrar içeri girdi. Caminin müezzin odasında sevdiği ve baktığı kedi yavruları varmış, kimi onları kurtarmak için, kimi birkaç Kur’an-ı Kerim nüshalarını kurtarmak için geri döndüğünü söylemiş. Yangın söndükten sonra da haftalarca yanık kokusu mahallemizden eksik olmadı.
Bunlara benzemeyen bir üçüncü vak’a daha anlatayım. Epey sonraki yıllardan birinde, 1949 martmda, bir ikindi vakti, o zamana kadar işitmediğim korkunç bir patlama ile pencereye koştuğumuzda etrafımızdaki evlerin hepsinin pencerelerinden başların uzandığını gördük. Yukardan beri anlattığım yangınların yönlerinin tam aksi istikametinde, kuzey batı tarafında, o patlama üzerinden bir süre (dakika veya saniye diyemeyeceğim) sonra koyu, ağır bir duman yavaş yavaş yükseldi. Duman değil âdeta bütün havayı kaplayacağa benzeyen koca bir bulut olmaya başladı. Kurşunî, koyu mavi, mor yığın yığın ve çok yavaş yükselen ve büyüyen bir duman. Onun haberini daha kısa bir zamanda aldık.
Haliç’in karşı kıyısında Silâhtarağa, Hasköy taraflarında bir mantar fabrikası patlamış, kısa zamanda yangın hâline gelmiş ve epey hasara sebep olmuştu. Yangın söndürme sırasında beş-altı itfaiyecinin öldüğünü öğrendik. Demokrasinin de biraz başladığı yıllar olduğu için pek basın yasağı kalmamıştı. Ertesi günden itibâren, hadise bir takım siyasi ilişkilere bağlandı. Fabrika, meşhur Enver Paşa’nın kardeşi olan Nuri Kıllıgil'e (Paşa) aitmiş. Yalnız mantar değil, silâh ve mermi de imâl ediyormuş ve o yıllarda yeni kurulma savaşları veren İsrail’e bu silâhlan sevkediyormuş vs. O yıllann birçok hâdisesi gibi bu da bilinmezin karanhklannda unutuldu gitti.
SOKAK KÜLTÜRÜ
"Eskiden bütün mahalle birbirimizi tanırdık. Şimdi alt katta oturan üsttekini bilmiyor. Hasta olsan kimsenin haberi olmuyor. Kapısmı tıklatıp yardım isteyeceğimiz kimse kalmadı"
Buna benzer cümleler yıllardır kimbilir kaç kere tekrarlandı. İstanbul'un yaşlılarının, Anadolu'nun ise orta yaşlılarının -çünkü Anadolu'da yenileşme, modernleşme İstanbul’a göre en az bir nesil sonra başladı- ağzından kimbilir kaç kere böyle şikâyetli, sızlanlanmalı sözler döküldü.
Birlikte değişen olaylar arasında sebep-so-nuç ilişkilerinin aranması en basit mantık ku-rallarındandır. İnsanî yakınlıkların bozulması, başka bir sosyal olaya paralel olarak gelişiyor. Bu, şehir hayatında modernleşmenin önemli
parçalanndan biri olan sokak yerine cadde, ev yerine apartmanların geçmesi olayıdır. Modernleşme veya Batılılaşma bu mudur? İşin doğrusu, Batı’yı taklit eden Doğu'nun anlayışı böyle. Ahmet Hamdi Tanpınar bir dersinde Türkiye'deki değişme ve devrimleri anlatırken bir terzi fıkrası söylemişti: Adamın biri çok sevdiği elbisesinin lekelenmesi üzerine terziye gitmiş ve bunun aynısını yap, demiş. Terzi birkaç gün sonra elbiseyi 'aynen' hazır etmiş, ama bütün lekeleriyle de beraber. Biz, diyordu Tanpınar, "Batı’yı böyle aynen, bütün lekeleriyle aldık”. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda tabiatla o kadar içiçe, "yemyeşil vadi, kıpkızıl gülşen" olan Boğaz yamaçları, hatta mahalle içleri şimdi o lekelerle doldu. Gri lekelerle. Eski siyah-beyaz Türk filmlerinin yarattığı nostalji, daha çok bütün bir pastoral senfonisiyle o eski İstanbul kırlarını, bahçelerini, sokaklarını hatırlatmasından gelmiyor mu?
Apartman hayatı neden İnsanî ilişkilerimizi yok etti? Eski sokaklarımızda evler ufkî (yatay) bir düzende kuruluydu. Şimdikiler ise şakûlî (dikey). O ufkî düzende bir veya iki katlı evler, aralarında tahta perde ile ayrılmış -eğer varsayan bahçeler sıralanır. Çok defa tahta perdelerden sokağa doğru sarkan mor salkımlar, hanım-elleri, çarkıfelekler, asma dalları sokağın dekorunu tamamlar. Evlerde saksı ve daha çok teneke konserve kutuları içinde yetiştirilen sardunya, küpe, karanfil, ıtır ve fesleğenlerin yığıldığı alt kat cumba pencerelerinde ihtiyarlar, perde aralığından veya benim çocukluğumda halâ tek
tük kalmış olan kafes aralanndan sokağı seyrederken uyuklarlar. Binde bir otomobil veya kamyon kornasından, fakat çok defa atlı arabaların arnavut kaldırımlarına vuran demir tekerlek takırdıtısından yahut mahallenin çocuklan-nın oyun seslerinden uyanır, keyfi çok bozulmuşsa onlara ya tatlı tatlı veya azarla başka tarafta oynamalarını söyleyerek yanm kalmış hayallerine, uykularına dönerler. Akşam üzerine doğru ev işlerini bitiren ev hanımları da bu pencere safasına katılır, ellerinde zenbille işten veya pazardan dönen komşulara seslenilir, pencere altında bir süre sohbet edilir. Kimin hastası, kimin ne derdi, kimin ne sevinci olduğunu, kimin oğlunun askere gideceği, kimin gelinlik kızına görücü geleceği, kimin evinde çehiz hazırlıktan yapıldığı işte bu pencere altı sohbetlerde (tabii biraz da dedikodularla) öğrenilir. Böylece yannki program belli olmuştur: Hastaya çorba, çehize yardım, gelmişe gözaydın, gitmişe Allah kavuştursun...
Şakûlî, yani dikine yaşama zarureti getiren apartmanlarda, özellikle üst katlarda pencereden görünen artık sadece trafiğin aktığı caddedir. Kaldırımı göremezsiniz ki gelip geçen komşuları göresiniz. Konuşmak zaten mümkün değil. O eski sokak seyri yerine, elinde poşetiyle dönen üst kat komşusunu size farkettirecek meselâ koridora açılmış bir pencere de yoktur. Böylece giderek ilişkileriniz kopar; mahallede, sokakta değil, aynı apartmanın içindeki dairelerde birbirini tanımayan insanlar olursunuz.
Eski sokaklardan bahsedilince özellikle İs-
tanbulün çıkmaz sokaklan unutulmamalı. Şehirde bir çıkmaz sokağın oluşması herhalde tabii değil, ârızî bir hadise olmalı. Bilmiyorum, çıkmaz sokaklar üzerinde şehircilik uzmanlan-mız bir çalışma yapmışlar mıdır? Bana öyle geliyor ki, çıkmaz sokak, büyükçe ve sahibi bulunamamış bir arsanın etrafında evlerin dizilmesinden meydana gelmiş olmalıdır. Reşat Ekrem Ko-çu'nun 1960'larda çıkan İstanbul Ansiklopedisinde bu konu ile ilgili fazla bir bilgi yok. Orada yalnız Osman Nuri Ergin'in 1934 tarihli İstanbul Şehri Rehberine dayanarak ve yeniden bir sayıma gerek görmeden 400 kadar çıkmaz sokağm adlarını veriyor. İletişim yayınlarının yeni İstanbul Ansiklopedisinde ise böyle bir maddeye bile gerek görülmemiş. 1934'tenberi değişen İstanbul'da o çıkmazların pek çoğu ya ortadan kalktı, yahut da öbür ucu açılarak çıkar hale getirildi. Şimdi İstanbul'da çıkmaz sokak kalmış mıdır, zannetmiyorum.
Çıkmaz sokağı bugünkü 'site'lere benzetebiliriz. Gerçi siteler özel korumalı, garajlı, muhkem havalarıyla modern ortaçağ şatolarına daha çok benzer. Paris'te de buna benzer kapalı alanlar etrafında tarihî evlerin toplandığı mahaller görmüştüm. Orada da 'cité' kelimesi, diğer manalan yanında bu mahallerin ortak adıydı. Bizim çıkmaz sokak ise yasağı olmadan, hemen sadece sâkinlerinin ve ziyaretçilerinin girdiği, bazılan kırk elli metre kadar uzayan gerçek bir sokak gibi düz, bazılan ise büyükçe bir meydanın etrafında sıralanan, çok defa orta halli ve fakir insanların mahalli idi. Buranın insanlan-
nın da bir sitedekilerden daha fazla birbirlerini tanıdıklarını artık tekrara hacet yok. Çıkmaz sokaktan araba geçmez, eşek sırtında satıcılar dolanıp çıkar. Çocuklar trafikten uzak daha rahat oynarlar. Şehirlerin böyle kapalı alanlara ihtiyacı olduğunu farkeden Batıklar trafiğin girmediği, rahat dolaşılan gezi ve alış-veriş yerleri açıyorlar. Bizim büyük şehirlerimizde de son yıllarda buna benzer yerler kuruluyor. Eğer İstanbul akl-ı selime teslim edilip tabii ve tarihî dokusu bozulmadan geliştirilmiş bir şehir olarak yirminci yüzyılı geçirebilseydi klâsik sokak kültürümüz, İnsanî ilişkilerimiz de korunmuş olurdu.
Denilecek ki o anlattığın bir milyon nüfusu aşmamış, nakil araçlarını görmemiş ve büyük sanayii yaşamamış bir İstanbul'du. 19. yüzyıl Paris'i de öyleydi. Orada da büyük sanayi yaşandı, nüfus birkaç katına yükseldi ve trafik çoğaldı. Fakat akl-ı selim bu sıkıntıları, asıl çekirdek şehri bozmadan, şehir dışına taşıyabildi. Devlet, Haussmann'dan başlayarak akıllı idarecilerin ve Corbusier'ye kadar büyük şehircilerin izinden gitti.
SOKAK İSİMLERİ
İstanbul değişiyor. Dünyanın her büyük şehri gibi, nüfusu istenmeyen kalitede ve sayıda artıyor. Ama İstanbul dünyada belki hiçbir büyük şehrin başına gelmeyen bir felâketle değişiyor. İstanbul yıkılıyor. Savaş görmeden savaş görmüşe dönüyor. Geçen asırlann ahşap mahallelerini yok eden yangınlar bile şehrin silüetini bu kadar değiştirmemişti. Şimdi değişiyor. Değişmek ne demek? Artık İstanbul’un silûeti yok. Silüet bir şehrin şahsiyetinin müşahhas görünüşü demektir. Her fizyonomi bir karakteri aksettirdiği gibi şehrin silûeti de tarihinin, kültürünün, ayakta kalma gücünün, ölmüş ve yaşayan insanlarının felsefesinin maddî görüntüsüdür.
Tarihini aksettirebilsin diye çehren
Kaç fatihin altin kanı mermerle kanşmış.
Kaç fatihin? Hesaplayın. Bizansla beraber en az ikibin yılda kurulmuş, pek çok hususiyetini koruyarak tedrici bir değişmeyle yirminci asrın ortalanna kadar gelmiş bir şehir, yarım asır içinde etten ve betondan ibaret külçe halinde, yok olmanın sınırlarına gelmiş. Mehmed Akif, Süleymaniye’yi yıkmanın iki ırgatla ne kadar kolay olacağını söyledikten sonra:
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat o zaman
Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan. der. Ya İstanbul’a kaybettiklerini kazandırmak için ne lâzımdır? Yeniden bir tarih mi? “Nagehan ol şara varan, ol şan yapılır gören ve ol şarla beraber taş ü toprak arasında yapılan, o şarla mistik bir özdeşleşme yaşamış olan” o büyük veli gibi acaba bize ne yapmak düşüyor? O şarla beraber yıkılmak mı?
Yukanda siluetin kaybolmasıyla kültürün kaybolması arasındaki ilişkiden bahsettim Zaman zaman bu kültürün, tabii şehir kültürünün önemli parçalanndan birini de mahalle, semt ve sokak isimlerinin teşkil ettiğini düşünüyorum. Bu konunun resmî ve İlmî adı toponimidir. Acaba İstanbul’un toponimisi üzerine eskileri ve yenileriyle mukayese edilerek, hatta meselenin sosyal boyutlannı da ele alan çalışmalar var mıdır, bilmiyorum. Eğer sosyo-toponimi diye bir bilim alanı yoksa ihdas edilmelidir.
OsmanlI’nın sokaklara isim vermede bir usulü var mıydı? Yoksa kendiliğinden, tesadüfi olarak mı konuyordu? Bildiğimiz, şimdi olduğu gibi siyaset rüzgârlarının dönmesiyle sokak
isimlerinin değişmemesi. Zaten siyaseti yapan, monark bir güç. Bunun dışında başka bir iktidar olmadığı gibi muhalefet de yok. Yakın tarihin mühim hadiselerinden olan Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bile, devletin onlarla ilgili yer adlarını değiştirmek gibi bir endişesi bulunmuyor. Et Meydanı, Orta Çeşme, Orta Cami gibi Aksaray’daki eski Yeniçeri kışlasını hatırlatan isimler bugün de kullanılıyor. Yer adlarının değiştirilmesi galiba İkinci Meşrutiyet inkılâbıyla başlıyor. Bazı caddelere ve mekânlara Meşrutiyet, Meclis-i Mebusan, Kanun-i Esasi adlarının konmasının açtığı çığır Cumhuriyet’-ten sonra Kuvayı Milliye, Halâskâr Gazi, Cumhuriyet, Mustafa Kemal daha sonraki yıllarda İnkılâp, Atatürk, İsmet Paşa, İnönü, Fevzi Paşa, Yirmiyedi Mayıs, Yirmisekiz Nisan, Hürriyet, Cemal Gürses, Turan Emeksiz, Evren gibi cadde, sokak, meydan adları ile devam eder. Bunlardan genel kabul görenlerin dışında hangilerinin önümüzdeki zamanlara kalacağı üzerinde düşünülmelidir. Bu arada İstanbul’da 12 sokağm Adem Yavuz, 11 sokağın Abdi İpekçi adlannı taşıdığını hatırlayalım. Bazılarına göre meşhur zannedilip de adının konulduğu sokaklarda bile tanınmayan nice profesör, vali, general, gazeteci adı var. Hele bu isimlerin bir de netameli siyasî geçmişleri varsa, belediyelerde iktidar değiştikçe sokak adlan da eğilime göre değişiyor. Belki en güvenlisi Hasırcı Melek, Kalaycı Ali, Hatice Hanım, Balıkçı Yunus gibi sakala bıyığa dokunmayan isimler. Kaldı ki bu isimleri bugün tanıyanlar kalmamışsa da vaktiyle c sokağın sakinlerince
hikâyeleri bilinmekteydi.
Aynı adı taşıyan sokak adlarından bahis açılmışken eski İstanbul’un, özel terimiyle nefs-i İstanbul’un dışında teşekkül eden yeni yerleşme mahallerinde sokak adlan bulmakta büyük sıkıntı çekildiği de dikkati çekiyor. Akasya 38, Bahar 46, Karanfil 58, Gül 90, Çınar 92 sokağın adı olmuş. Artık bahçesi, bağı, bostanı, çiçeği kalmayan İstanbul’da bu kadar çiçekli isim acaba hangi özenti yahut nostalji duygusunun mahsulüdür? Hiç bostanı kalmadığına şüphemiz olmayan yeni yerleşim mahallerinde bostan-la başlayan tam 38 sokak adı bulunduğunu düşünebilir misiniz? Bunlara ve rüstik hayata hasreti yansıtan Gültepe, Kuştepe, Seyrantepe gibi isimlere birer mânâ düşünelim. Ama bunlar arasında Çeliktepe bana çeliğin salâbetini, sağlam-lığını değil, mekanik bir şakırtıyı çağrıştınyor. Arkasından sanayi merkezlerinin krizleri, grevleri, uykusuzluktan gözleri kanlanmış, sakalları uzamış işçilerini hatırlatan mahalle ve sokak isimleri: Sanayi, Jip Fabrikası, Fabrika Arkası, Fabrika Yanı vs... Daha sonra mânâsız ve renksiz isimler: Atom Sokak, Bloklar, Blok Evler, Türkiş Bloklan, Beş Evler, Beşyüz Evler, Ellinci Yıl Mahallesi, Nato Yolu...
Acaba eski semt adları benim gibi başkalan-na da, özellikle genç nesillere küçük, mütevazı fakat daha mutlu bir dünyayı düşündürmüyor mu? Aşmalı Mescit, Kirazlı Mescit, Kumrulu Mescit, Naili Mescit, Burmalı Mescit, Alaca Minare, Tahta Minare, Havuzlu Mescit hangi incelmiş zevkleri banndınyordu? Aynalı Bakkal,
Söğütlü Bakkal, Söğütlü Çeşme, Ayrılık Çeşmesi, Acı Çeşme, Acı Musluk, Kazlı Çeşme hangi hikâyelerin dekorunu oluşturmuştu? Sormagir, Kadıyoran, Sankiyedim, Ahım Şahım, Çık Salın, Bayıldım, Beyceğiz, Beyciğim adlarının arkasında hangi nükteler, hangi zarafetler vardı? Belki de hiçbiri. Belki benim gibilerin muhayyilesinin zorlamaları. Ama hayal gücünün ürünü olmayan, hazin bir gerçeği söyleyeyim: Halide Edib’e son romanlarından birini yazdıran Akile Hanım Sokağı artık yok. Hele en büyük romanının o unutulmaz mekânı Sinekli Bakkal da yok. Yakın yıllara kadar duran bu isimler ne zaman ve nasıl kayboldu, bilmiyorum. Ya Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler romanındaki Elagöz Mehmet Efendi Mahallesi?
Belki de hiç olmadı!
EY KÖHNE BİZANS
Tevfik Fikret, İstanbul'a lanetler yağdıran Sis şiirinde bu şehre "Ey köhne Bizans!" diye hitap eder. Köhne yalnız eski mi demektir, hayır! Şimdiki gençlerin çoğunun bilmediği bizim çocukluk çağımızın güzel ve zengin Türkçesinde, pek çok kavram için olduğu gibi, "eski"ye karşılık olarak da birden fazla kelime vardı. Her birinin nüansı olan ve ayn ayn yerlerde kullanılan kadim, sabık, esbak gibi köhne de eski demekti. Kadim, eski olmakla beraber halen devam eden olumlu bir değer yargısıydı. Sabık ve esbak çok defa resmî bir makamı bundan önce ve daha da önce işgal edenler hakkında kullanılırdı. Köhne sıfatı ise eskimiş, yıpranmış karşılığı ve daima olumsuz durumlarda söylenirdi. Aslında Fikret "köhne Bizans" çağrışımıyla, biraz da Bizans oyunlarının yani siyasi dalaverelerin çökerttiği
OsmanlI'nın son yüzyılını hatırlatmak ister.
Benim zaman zaman bu yazılarım arasında, bazan çocukluk hatıralarım kabilinden, çok defa şahsî bir nostalji ile dile getirdiğim kenar mahalleler de muhakkak ki asırların köhnettiği İstanbul'un bir parçasıydı ve hiç şüphe yok bir değişmeye, yenileşmeye ihtiyacı vardı. Yangınlar, depremler, arka arkaya gelen savaşlar ve bir türlü düzelemeyen ekonomik durum o mahallelerin harabî görünüşünü çocukluğumda da devam ettiriyordu. Bana ve benim gibi pek çok hatıra yazarına o semtleri munis gösteren sadece kaybolmuş her şeyi güzel zannettiren psikolojik yanılmadan ibaret değildir. O harabiyet içinde bile tepelerin, vadilerin, çayırların, bağların, hatta ıslah edilseydi şehrin pitoresk dekorunu tamamlayacak bir unsuru olan akar derelerin, sonra hemen her sokakta bulunan çeşme, mescit, hazire ve belki hepsinden önemli sivil mimarî örneklerinin varlığı tarihe ve tabiata açılan bir ufkun huzurunu veriyordu. Mesele, şimdilerde çok kullanılan bir ifadeyle bu tarihî ve tabii dokunun korunmasıydı, bu yapılmadı.
İstanbul, yeryüzündeki büyük şehirler arasında birbirinden farklı medeniyetlere başkent olmuş, birbirinden farklı kültürleri koruyan ender bir yapı gösterir. Bu, kozmopolitlik değil, tabii bir uyumdu. Şehir, bu uyumla şahsiyetini gösteriyordu. Şimdi ise ancak şeytanın hazırlayacağı bir tuzağın planıyla uyumsuzluğun örneği olmuştur.
Osmanlı, İstanbul'a girdiği zaman devlet ve
şehir tecrübesi geçirmiş, müslümanhğın başka dinden ve ırktan insanlara emrettiği davranışı özümsemiş bir millet olarak fethettiği şehrin tarihini bozmamış, ona kendi şahsiyetini eklemişti. Fetihten bir asır sonra artık artık bir Türk İstanbul'dan bahsedilebilirdi. Ama "Köhne Bizans"ın pek çok abidesi ayaktaydı. Maksat geçmiş bir tarihi yok etmek olsaydı, ucu Macaristan'a, Avusturya'ya dayanmış devletin başkentinin surlarını yıkıp hazır taşlarını kullanmaktan kolay ne vardı? Cami yapılmış olan Aya Sofya ve Kariye'nin mozaiklerinin bile sökülme-yip sadece basit bir sıvamayla örtülmesi gibi misaller çoğaltılabilir.
İstanbul'un bugün turistik malzeme olması dolayısıyla bilinen Yerebatan sarnıcının dışında üç Bizans açık hava sarnıcı daha vardı. Bunlardan ikisini, benim doğduğum mahallelerde olduğundan çocukluğumdanberi bilirim. Biri Edirne-kapı'da, şimdi Vefa stadı olan alandır. Halk tarafından Çukur Bostan diye bilinirdi. Vaktiyle su ile dolu olduğundan tabii olarak tabanında birikmiş ham ve bereketli toprak dolayısıyla sebze ekili, ağaçlıklı yemyeşil bir arazi idi. Aralann-da birkaç bahçıvan kulübesini ve bir merkebin gıcır gıcır döndürerek su çektiği bir bostan dolabını hatırlıyorum. Çukur Bostan 1940'lardan sonra yok edilerek stadyuma çevrildi.
İkinci su sarnıcı Çarşamba semtinde, Sultan Selim camiinin hemen yakınında, adı yine Çukur Bostan olan bir yerdi. Burada da ekili arazi hatta tavuk yetiştirenler var idiyse de mescidi, bayağı düzenli sokakları, çıkmaz sokaklan
ve tek katlı evleriyle şirin bir mahalle de yer alıyordu. Uzun bir sûreden sonra bir ara buralara tekrar gittiğimde orada gecekondulardan çevirme birkaç katlı çirkin beton evlerin yapılmış olduğunu gördüm. Son yıllarda belediyenin himmetiyle bu gibi binalar yıkılarak daha kullanışlı spor tesisleri yapıldı. Her iki Çukur Bostan'a da sarnıç duvarlarının iç tarafındaki merdivenlerden veya zamanla oluşmuş toprak bir yoldan inilirdi.
Üçüncü Çukur Bostan'ı yani Bizans sarnıcını biraz daha geç keşfettim. Çapa'da, Yüksek öğretmen Okulu'nda okurken, çevreyi dolaştığım sırada sokaklar arasında birdenbire karşıma çıkan yine ağaçlık ve sebze tarlaları olarak gördüğüm büyük çukur sahanın, önceki benzerlerini hatırlayarak bir Bizans sarnıcı olduğunu anladım. Bu semtin adı Altımermer'dir. Sonraki yıllar bir ara o bostanlann sökülerek burasınm bir pazar yeri olarak kullanıldığını görmüştüm.
Dünyada, böyle büyük ve tarihî bir şehrin ortalarında başka örneğinin bulunmadığını sandığım her üç sarnıç da OsmanlI'nın kullandığı gibi biraz daha düzene sokularak şehrin pitoresk köşeleri haline getirilebilirdi.
Bostan kelimesi Farsça'da ve oradan Divan şiirimize geçmiş manasıyla çiçek bahçesi demektir. Anadolu'da hemen daima kavun-karpuz hakkında kullanılır. İstanbul'da ise bostan denince yalnız sebze ekilen alan anlaşılır. Vaktiyle sur içinde bu gibi ekili pek çok bostan vardı. Şimdiki Vatan caddesinin bulunduğu yerin adı-
nın daha 1950'lere kadar Yeni Bahçe olduğuna, ekili tarlalar arasından bir de Bayrampaşa deresinin aktığına kim inanır? Bizim mahallemizde de adına bostan dediğimiz, etrafı çepeçevre evlerin arka yüzlerindeki pencere ve balkonlarının baktığı büyükçe bir alan vardı ama artık ekili değildi. Mahallenin çocukları top oynardı. Aynı şekilde yakınımızdaki Kesmekaya mahallesinde de adı bostan olan ve yine top oynanılan bir meydan daha vardı. Vaktiyle babamın ve amca-lanmın, benim çocukluğumda da babaannemin oturduğu ev bu bostana baktığı için oralan da iyi biliyorum. Bu Kesmekaya bostanına bitişik, üzeri muhkem tonoz kemerle örtülü oldukça büyük, fakat iç bölmeleri olmayan bir yapıyı da biz oyun yeri olarak kullanırdık. Buraya anbar denirdi ve BizanslIların buğday anban olduğu rivayet edilirdi. Gecekondu apartmanlaşma döneminde orası da kayboldu gitti.
Sur dışında bu gibi bahçe ve bostanlar daha çoktu. Karşı tarafta Mecidiyeköy, Levent ve Or-taköy sırtları dutluk, karanfil bahçeleri ve çilek tarlaları doluydu. Boğaz'ın Anadolu kıyısının hemen bir şerit arkasından itibaren ekili arazi başlardı. Zaten birçok yerleşim adlannda köy kelimesinin bulunuşu da bunu göstermektedir. Aynı şekilde Edirnekapı ve Topkapı surlarının dışı da ekiliydi. Yani Eyüp, Otakçılar, Bayrampaşa, Maltepe, Çırpıcı, Yedikule, Langa çayırları İstanbul'un ve civarın sebze ve meyve ihtiyacını karşılardı. Baklasıyla meşhur olan Bayrampaşa'nın, dolap beygirlerinin çektiği kovalarla sulanan marul tarlaları pazar günleri ailelerin mesi-
re yerleri olurdu.
Artık bahçesi olmayan, güneş görmeyen pencerelerinde çiçek açmayan pek çok yeni sokak, özentiyle, bazı çiçeklerin adlarını taşıyor. Yeni açılan sokaklarda bostan adının hemen hiç kullanılmadığını görüyorum. Eski adlarda ise bol sayıda var. Meraklısı bugünkü İstanbul şehir rehberlerinde, içinde bostan kelimesi geçen kaç tane semt ve sokak adının bulunduğunu sayabilir.
"İstanbul'un
ÖYLEDİR BAHARL./
İstanbul’un nasıldır baharı?
Çocukluğumu yaşadığım 1940 lara doğru İstanbul’un nüfusu 850 bin civarındaydı. Türkiye'nin nüfusu da 17 milyon olduğuna göre demek ki bunun yirmide biri İstanbul’da yaşamakta idi. Bu nisbet korunabilseydi bugün İstanbul nüfusunun 3 milyon olması gerekirdi. O kadar uzaklara gitmeye de gerek yok. 1965’de yayınlanmakta olan epey popüler olmuş bir tarih dergisinde, 1995 yılında Türkiye’nin nüfusunun 72 milyon, İstanbul’un ise 4 milyon olacağı tahmininde bulunuluyordu. O yıl bunu okuyan kimbi-lir kaç kişi inanılmaz diye dudak bükmüş, kaç kişi de o 4 milyonluk, yani iki buçuk katına ulaşmış bir şehirde nasıl yaşanılacağının kâbu-
suyla terlemişti. O kâbusu bugünün insanına daha iyi hissettirmek için 40 milyonluk bir İstanbul tasavvur ettirmek kâfidir.
Demografi ilminin kitabını paçavraya çeviren bu hadise, 4 milyon yerine 14 milyon gibi cüz’i bir yanlışlık, galiba meteoroloji, klimatoloji gibi ilimlere de yansımaya başladı. İstanbul’da mevsimlerin azaldığının, âdeta yaz ve kıştan ibaret iki mevsim kaldığının, herhalde benim gibi birçokları da farkında. Rabb’in, bütün güzellikleriyle cömertçe lütfettiği bahar bu şehre artık uğramıyor. Mehmet Akif’in Dirvas’a söylettiği gibi “Zannım bize münfail ki Mevlâ” İstanbul’da baharın çiçekleri, kuşlan, böcekleri, göğün mavisi, suyun berraklığı, toprağın uyanış dumanlan artık yok.
Takvimlere göre güneş koç ve boğa burçlan-nı geçti, bu ay ikizler burcuna giriyor. Bunlar tâ bizden önceki nesillerin bildiği müneccimbaşı takvimlerinden beri ilkbaharı gösteriyor. Ama baharı getiren takvim değildir ki... Bahar tabiatla gelir:
Hiç şaşmayan bir saat Gibi işler tabiat Uyarak kalbimize.
Mevsimler boğum boğum, Zamanın ipliğinde.
Başı görünmez doğum, Sonu ölçülmez hayat...
Hayvan, nebat ve cemat, Hepsi ilk gençliğinde.
Şairin, hepsi ilk gençliğinde dediği sonu
ölçülmez hayatı, hayvanı, nebâtı ve cemâtı şu şehirde arayalım mı?
Yarım asır önce, nüfusu 850 bin olan, atlı arabalan ve bir miktar otomobili, çoğu OsmanlI’dan kalmış taş ve ahşap evleriyle belki şimdikinden daha fakir, fakat eminim daha bahtiyar insanlar İstanbul’da tabiatla, bugünün insanının tasavvur edemeyeceği kadar başbaşa, içiçe yaşıyordu. Ayvansaray, Eğrikapı, Edirnekapı, Top-kapı, Mevlânakapı, Yedikule gibi sur kapılarından çıkar çıkmaz zaten alabildiğine ekili bir arazi uzanırdı. Başta marul ve bakla olmak üzere çeşitli sebzeler, gözleri bağlı merkeplerin bir daire etrafında gıcırtılı bir sesle döndürdükleri dönme dolaplarla çıkan suyla beslenen bu topraklardan yetişirdi. Boğaz’ın iki kıyısı Çengelköy, Vaniköy, Arnavutköy, Yeniköy gibi yalnız adlan değil kendileri de o zamanlar birer köy olan küçük yerleşme alanlanydı. Kadıköy’ün arkası geniş bahçeler içine yerleşmiş birkaç ahşap köşkün dışında yine göz alabildiğine tabiat. Bu anlattıklanm şehrin dışı. Ama asıl eski Bizans, yani OsmanlI’nın da şehir olarak iskân ettiği suriçi İstanbul da buralan kadar tabiat içinde yaşamakta idi. En kalabalık ve sıkışık bölgeler Beyoğlu, Eminönü, Beyazıt, Haliç kıyılannda bile hemen her evin, evden daha büyük bahçesi olduğu gibi, evler arasında ekili bahçeler, bos-tanlar da çoktu. Bugün bile bir şehir rehberine bakacak olursanız pek çok sokak adında bahçe, bostan, kuyu gibi kendileri kaybolup adları yadigâr kalan zavallı kelimelere rastlarsınız.
Toprakla, tabiatla beraber bitkiler, kuşlar,
böcekler de bitti. Balat'taki evimizin hemen karşısında, gündüzleri çocukların oynadığı, kuzu otlattığı kırlık tepeleri mayıs gecelerinde rüyalı pırıltılarla aydınlatan ateş böceklerini görmeyeli bilmiyorum kaç yıl geçti. Renk renk kelebeklere, çekirgelere, duvar diplerinde dolaşan kertenkelelere ne oldu? Tepedeki mezarlık içinde bulunan bir servi ağacını yuva edinen, tâ yukarlarda tiz çığlıklarla dönen çaylaklar hâlâ var mı? İstanbul şimdi sadece serçe, güvercin, karga vc vaktiyle hemen hiç görmediğimiz sığırcıklara kaldı. Bir de denizi unutup çöp ve pislik yığınlarını mekân edinen martılar. Adlarını bile unutmaya başladığım baştankara, saka, kuyruksal-layan, ankuşu, ispinoz, yolunu şaşırmış ağaçkakan, hatta haksız yere uğursuz diye bilinen baykuşları artık hemen hiç gören olmuyor. Eyüp bahçelerine bülbül dinlemeye giden İstanbulluya inanılmaz bile.
Plâstik/naylon denen nesnenin hayatımıza sokulmasından önce toprak saksılarda, olmazsa konserve kutularında yetiştirilen çiçeklerimiz de yok. Gerçi çiçekçilik eskisinden daha yaygın bir ticaret metâı oldu, hatta bir çiçekçilik sanayii doğdu da denilebilir. Ama çoğunun adlarına bile alışamadığım alafranga veya lâtince isimli çiçekler eski Şark’ın klâsik nebatlarına hayat hakkı tanımadılar. Böylece kafesli, yukarıya doğru sürgülü pencerelerimizi süsleyen ıtır, küpe, aslanağzı, sardunya, sakız sardunyası, bahçelerden o pencerelere tırmanan hanımeli, kahkaha, çarkıfelek gibi sarmaşıklar da rağbet edilmeyen nesneler arasına girdi. Hatta yapışkan, ısırgan,
pisipisi, yılan yastığı, devedikeni, ballıbaba, kuzukulağı gibi yabanî otlar bile şehrin semtlerinden uzaklaştıkça uzaklaşıyor. Sur dışında, orta halli ailelerin mesireleri olan dut bağları, üzüm bağlan vardı. Parmak, rezaki, çavuş, pembe çavuş, misket gibi lezzetleriyle beraber kokularıyla da tanınan İstanbul’un yerli üzümleri de aslî vatanlarını terk etmişe benziyorlar.
Bir medeniyet dalgası, tabiatı gittikçe yutuyor, geriletiyor. Bu şehre bahar nasıl gelecek?
İstanbul’un nasıldır baharı? Yahya Kemal’le başladığımızı yine onunla tamamlayalım:
“Zanmmca Erenköyünde artık Görmez felek öyle bir baharı. ”
MENEKŞELİ VADİ'YE DÖNÜŞ
Bir ara “yaşam boyu yürüyüş’ diye bir âdet başlamıştı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk, sakat, sağlam hemen herkes yürüyüp duruyordu. Sonra ne oldu? Her kampanya gibi bir moda halinde o da gelip geçti. Aslmda gerekli alışkanlıklar çocuklar için faydalı olabilir. Bence yetişkinler için alışkanlıktan çok onun bilinçli hale getirilmesi önemlidir.
Çocukluğumdan beri, nasıl başladı bilmiyorum, uzak-yakın hemen her yere yürüyerek gitmek alışkanlığım vardı; zamanla zevk haline geldi. Edirnekapı ile Balat arasındaki evimizden çıkıp önce Beyazıt’a, oradan BabIali’ye gidiş ve Eminönü-Unkapanı yoluyla Haliç kenarından yine eve dönüş. Bazı yazları kaldığımız Çengelköy’den bir gün Üsküdar’a, başka bir gün Kan-lıca’ya yürüyerek gidip dönmek onüç, ondört
yaşlarında bir şehir çocuğu için epey mesafedir. Derken sonraki yıllarda, yaşadığım veya kısa bir süre bulunduğum şehri büyük caddelerinden ara sokaklarına varıncaya kadar tanıma tecessüsü yürümelerimi artırdı.
Hayatımın, büyük bir kısmını geçirdiğim Anadolu’dan İstanbul’a nihai olarak dönüşümde artık bu zevkimi yerine getiremeyeceğimi anladım ve o hayat boyu yürüyüş modasının da nasıl tükenmiş olduğunu farkettim: İstanbul’da yürümek bitmişti. Kaldırım kalmamıştı, arabalar çıkmasın diye kırk santim yükseltilmiş, sonra da arabalar girsin diye zemine indirilmiş kaldı-nmlarda nasıl yürünürdü? En hücra sokaklardan arabalar akıyordu, hemen her caddeyi yir-mi-otuz metrede bir kesen geçitvermez başka caddeler, uzunca bir süre yürümeyi engelliyordu. Böylece yakın akraba gibi sevdiğim birçok semti ayda yılda bir olsun ziyaret edip onlann gönlünü alma imkânım da kalmadı.
Yine de, eski bir alışkanlık, yürümeye devam ediyorum. Yolumu, ayağımı toprağa basacağım veya nasılsa kalmış ağaçlıklı yerlerden geçirmeye gayret ediyorum. Böylece eski İstanbul nostaljisini değilse bile tabiatla biraz olsun içiçe yaşamayı deniyorum.
♦ ♦ ♦
Son günlerde başka bir vesileyle Sait Faik! yeniden okudum. Lüzumsuz Adam'daki "Menekşeli Vadi" hikâyesinin sonlarına doğru anlattığı mekânı hatırlar gibi oldum: “Menekşeli vadiye bir seneye yakın gidemedim. Bir gün arayayım
dedim, bulamadım. Geçen sene soğuk, bir şubat gününde birkaç arkadaş Mecidiyeköy’ü taraflarında bir lahana tarlasına düştük. Önümüzde manzarası, derinliği, garipliği bizi kendine çeken bir i adi açılıyordu. Yumuşak toprağa basınca nerede olduğumu anladım. Yumuşak toprağı koşa koşa indik. Vadi öyle ılık, öyle ılıktı ki! Buram buram menekşe kokuyordu... Bahçenin kenarından geçerek yukanya, Amavutköy’ün tepelerine doğru yürürken..."
Sait Faik’in yukardaki satırlarda anlattığı yerin, şimdilik trafikten nisbeten uzak olduğu ¡çin sabah yürüyüşlerimde tercih ettiğim uzunca bir yolun üzerinde olduğunu anladım. Hikâyeyi bu okuyuşumdan sonra oraya yine gittim ve Sait Faik’in kendi bohem yaşayışına uygun macerasının içine yerleşmiş o nefis pastoral senfoniyi keşfetmeye çalıştım. Herhalde az çok me-raklılan olur diye bu semti biraz eskilere doğru giderek tarif etmek istiyorum.
194011 yılların sonuna kadar İstanbul hemen hemen Şişli’de bitiyordu. Hele Mecidiye-köy’den ötesi ya yürüyerek veya kiralanan bir atlı araba ile gidilebilecek tarlalar, bahçeler ve tek tük evlerden ibaretti. Mecidiyeköy’ünden ta Levent yakınlanna kadar geniş arazi içinde alabildiğine dut ağaçları yayıhyordu. Bilmiyorum bu dutlardan bir teki bugün bir apartmanın bahçesi içinde kalabilmiş midir?
Menekşeli Vadi şimdi Zincirlikuyu’dan Etiler’e sapıldığında Levazım Sitesi’ne giden yol üzerinde. Yukarıdan beri anlattığım, henüz site-
ler ve apartman kâbusları tam yerlerine otura-madıklan için vasıtaların nisbeten az geçtiği, galiba o yüzden adı da hâlâ konulmamış yol işte bu. Yolun başlangıcında Tansaş binasının hemen karşısındaki boş bir arsada Mecidiyeköy dutluklannın son artıklan, son yıllarını yaşamaya gayret eden onbeş-yirmi kadar dut ağacı daha bir yıl öncesine kadar duruyordu. Ben, bu eski yaşlı dostlanmın fotoğrafını alma sevdasında iken bir gün dev inşaat makinalannın bu son hatıralan da oradan kaldırdığını gördüm. Şimdi orada lenduha bir bina yerin altını ve gökyüzünü işgal etmeye çalışıyor.
Yolun sol tarafı derin bir vadi. Ama orayı görmek için epey ilerlemek lâzım. Çünkü orada da vadiyi doldurmak üzere bir siteler dünyasının şantiye duvarları bir süredir vadiyi gözlerden saklıyor. Şimdi sol tarafta, dikkat edilmeyince görülemeyecek kadar dar ve uzun bir toprak merdiven bizi Menekşeli Vadi’nin ayakta kalan son evlerine indiriyor. Meyve ve sebze bahçeleriyle geçimlerini topraktan temin ettiklerini tahmin ettiğim birkaç aile burada hâlâ Sait Faik'-ten, hatta ondan da öncesinden kalma usullerle hayatlarını devam ettiriyorlar. Evlerin etrafını çeviren yuvarlak yığma taştan duvarların üzerlerinden yabani güller, sarmaşıklar, hanımelleri ve bahçelere sığamayan meyve ağaçlannın dallan sarkıyor. Medeniyet (dediğin...) yavaş yavaş buralara da uzanmış. Evler eski bahçıvan kulübesi ile gecekondu arasında mütereddit, bazıla-nnın duvarlan briketten. Birkaçının önünde araba var. Muhakkak ki pek çoğu, kurnaz bir
müteahhidin oralara da siteler yapma hülyalarını kuruyorlar. Çok yakında ekskavatör., gibi -törle biten adlarını telâffuz edemediğimiz bir yığın acayip makina bu vadiyi de dolduracak, kulübeler, ağaçlar, bahçe duvarları, toprak basamaklar harman olup hiçbiri var olmamışa dönecekler. Bunlar olmadan oraları görmek gerekir demek istiyorum.
“Menekşeli Vadi” hikâyesinin kahramanla-nndan Arnavut çiçekçi Bayram artık yok. Güzel çingene kızı (hikâyede öyle demiyor; ama ben Sait Faik için Çingene olmasını, pardon artık Roman deniyor, daha yakışıldı buluyorum.) Seher de yok. Belki oralara başka Bayramlar, Seherler gelmiştir. Yakında menekşeli vadi de olmayacak. Ya menekşeler? Vadiye indiğimde ne onlara rastladım, ne de kokusunu duydum. Belki de hiç olmadılar.
BOĞAZİÇİ HÂLÂ GÜZEL
Eski İstanbullular, özellikle Boğaziçi sakinleri cemrelere, nevruza dikkat etseler de asıl baharın geldiğine erguvanların çiçek açmasıyla kani olurlardı. Dev gibi çamların, çınarların, kestanelerin arasında kaybolmuşken nisan sonlarına doğru birdenbire çıldıran çiçekleriyle baharın saltanatını onlar tek başına yürütür. 1940'lar-da, adı çoktan değişmiş de olsa halâ Şirketihay-riye denilen vapurların gedikli yolculan, kaptanın sanki her seferinde Boğaz'ın gizli bir köşesini göstermek ister gibi usta manevralarıyla, hiç beklemedikleri küçük bir dönüşünde tepelerde, - amaçlarda, kıyılarda, köşklerin, yalıların bahçelerinde açık mor mu, eflâtun mu, pembe mi, hayır hiçbiri değil, o kendi ismini taşıyan rengiy-le erguvanlarla karşılaşırlardı. O zaman, hilka-tin ustalar ustası ressamının fırça darbeleriyle
bütün Boğaz, göğü ve deniziyle erguvan olurdu.
Ufku bir fırçada has bahçeye döndürdü bahar Erguvan göklerin altında sular leylâkî...
Mayıs içinde Büyükşehir Belediyesi’nin tertip ettiği erguvan günlerinden birinde bir motor gezisine katıldım. Sayın Haluk Dursunün erguvan ve yalılar üzerine vukuflu bilgisi benim gibi katılanlann çoğunun dikkatlerini Boğaz'ın pitoresk köşelerine çevirdi. Çengelköy önünden geçişimiz beni altmış yıl öncesinde birkaç güzel yazını geçirmiş olduğum bahtiyar çocukluk yıllarıma götürdü.
Sık sık kira evlerini değiştiren anneannemin sayesinde benim çocukluğum da Boğaz'ın o şirin iskele köylerinde geçti. Yalnız Çengelköyü'nde dört ev değiştirmiş olduklarını hatırlıyorum. Bunlardan biri o zamanlar Yordan'ın Yalısı diye bilinen ve Boğaz'ın en güzel yalılarından biri olan Abdullah Paşa yalısı idi. En altta kumluk-çakıllîk küçük bir kıyı âvluya (dışarıya açılan bir kapıdan girildiği için bu avlu dediğim yer yalının bahçesi gibiydi) açılan basık tavanlı bir kayıkhanesi olan ve kareye yakın bir plan üzerine inşa edilmiş iki kattan ibaret bu büyük yalı, zamanla yapılan ilavelerle daha da büyümüş. Anneannem yalının bana göre en güzel yerinde, ikinci katın yarısından büyük bir bölümünde kalıyordu. O yıllarda yalılarda oturmaya pek rağbet olmadığını, orta halli memurların bile istedikleri takdirde çok düşük bir kira ile uzun yaz aylan boyunca tatillerini geçirebildiklerini hatırlatayım. Anneannemin oturduğu bölme cepheden.
Çengelköy Hamal İskelesi, mescit, târihî çınar ve Abdullah Paşa Yalısı (Mekânlar ve Zamanlar kitabından)
BİR BASRA İSTANBUL
261
yani denizden bakıldığında soldan altı pencereyi içine alıyordu. Derinliği ise bu mesafenin herhalde iki, iki buçuk katı kadar olmalıydı. Başka bölmelerinde başka kiracıların da bulunduğu yalının asıl büyük salonu da anneannemlere aitti. Hepsi o salona açılan büyükçe dört odası, küçük bir mutfağı ve yine bir oda kadar geniş ve ferah tuvaleti vardı. Kocaman pirinç musluklu lavabosu ve döşemesi mermer olan tuvalette, damdan inen bir oluk, yağmur yağdığı zaman çeşitli işlerde kullanılmak üzere suyun toplanmasına veya tuvaletin temizlenmesine yanyor-du.
Yalıda benim asıl sevdiğim yer, salonun sonradan camla bölünmesinden meydana getirildiği anlaşılan ve denize bakan odaydı. Eğer odanın yerden tavana kadar uzanan üç büyük penceresinden denize, biraz geriden doğru bakarsanız o sırada geçmekte olan bir Şirkethayri-ye vapurunu âdeta odanın içinde gibi görürdünüz. Sıcak yaz günlerinde öğle ile ikindi arası sokakta oynamama izin verilmediğinden, o her çocuk için büyük bir azap olan mecburi öğle uy-kulan bana zevkli bir oyun gibi gelmeğe başlamıştı. Odadaki sedire sırtüstü uzanır, güneş vuran denizin tavandaki dalgalanmalannı, bir ka-leydeskop gibi renkli, ebruli, hâreli oyunlannı seyreder, herbirini hareketli bir filmin figürleri gibi tahayyül ederken uyuyakalırdım. Sol taraftaki odalann pencerelerinden ise Çengelköy’ün Boğaz'ın kuzeyine doğru yükselen tepeleri, en yüksekte de çatısında kubbe veya kule gibi bazı şekiller hatırladığım Vahdeddin'in köşkü görü-
nürdü.
Yalı sahibi Yordan, ailesinin bir ucu Atina'da olan yaşlı bir Rum'du. Yazlan onlann Atina'daki akrabalan da, tıpkı bizler gibi, yalıya doluşurlar, çoluk çocuk ve gençlerle semtin cümbüşü birden zenginleşirdi. Yordan Efendi seksene yakın yaşına rağmen bazı meraklarını devam ettiren sevimli bir ihtiyardı. Meselâ yalının epey büyük bahçesinde yetiştirdiği domatesleri salça yapmak üzere arka taraftaki teras gibi bir yerde güneşe yayardı. Onu başka bir gün ellerinde acayip eldivenleri ve fötr şapkasının kenarlann-dan sarkıttığı siyah tülüyle bir umacı gibi gördüğüm zaman şaşırmış mıydım, ürkmüş müy-düm? Sorduğum zaman, Yordan Efendi'nin ko-vanlan da olduğunu, anlara yaklaşmak için bu kıyafete girdiğini söylemişlerdi. Bunlar benim İstanbul'da ilk defa gördüğüm şeylerdi.
Yalıya asıl arka taraftaki iki kanatlı büyük bahçe kapısından girilirdi. Bu bahçenin dibinde de anbar olarak kullanılan iki katlı bir yapı vardı. İçi saman balyalanyla doluydu ve hemen önünde de bir balya yapma makinesi duruyordu. Bunlann orada ne işi vardı, ne zaman kullanılıyordu, bilmiyorum. Kullanıldığını da hiç görmedim. Ama o anbar, evin yasak olmayan bir bölgesiydi ve çocuklara, gündüzleri üst katından samanların üzerine atlamak, geceleri de saklan-baç oynamak için mükemmel bir mekândı.
Vaktiyle buna benzer bütün yalılar gibi geniş bir aileye mahsus olan Abdullah Paşa Yalısı'-na o sıradaki kullanım şekline göre, sonradan
değişik giriş kapılan açıldığı, belki vaktiyle gerekmeyen yerlere daha sonra mutfak, tuvalet gibi uydurma kısımlar ilâve edildiği muhakkaktır. Meselâ anneanneme ait salonun hiç açılmayan kilitli ve süslü çift kanatlı kapısı başka bir kiracıya ait bir bölmeye açıhyordu. Alt katta, sokaktan ayn giriş kapısı olan bir CHP ocağı ile bir de galiba dispanser gibi bir şey vardı. Yahnin sahile bizden daha yakın tek katlı bir uzantı olan başka bir bölümünde ise yaşlı bir kan koca ve hepsi yetişkin ve bekâr üç oğlu ve bir kızı kalıyordu. Evde piyano bulunduğunu ve büyük oğulları Münir'in arasıra bazı alafranga parçalar çaldığını hatırlıyorum. Ortanca oğlu, ise sanat enstitüsünde okuyan ve benim bir deniz motoruyla dünya seyahatine çıkma hayallerimi hiç sıkılmadan, sabırla hatta o hayallere yeni unsurlar ekleyerek dinleyen, benden bayağı büyük yaşta Yavuz Ağabey'di.
Abdullah Paşa Yalısı, restore edilme faaliyetleri bitirilmeden harabe halini almaya başlamış bile. Ama onca gayretlere rağmen Boğaziçi hâlâ güzel.
ÜSKÜDAR RÜYASI
Ben hatırladığım zaman altmış yaşlannda olan anneannem, uzun yıllardır yaşlı bir dul olarak, bekâr olan oğlu, yani dayımla beraber oturuyordu. İlk okula başladığım yıllara kadar, benim dc doğum yerim olan Baladaki evimizin alt katında kalıyorlardı. Bütün gelirleri o yıllarda Ayvansaray'daki Süreyya Paşa dokuma fabrikasında çalışan dayımın kazancından ibaret, o zamanın hemen her insanı gibi, "alâ külli hal", şi-kâyetsiz geçinip gidiyorlardı. Sonra dayım başka bir iş buldu, hatta birkaç sene arayla değişik işlerde çalıştı. İşte o tarihten sonra anneannem de onun çalıştığı yerlere yakın olsun diye evimizden ayrıldı, sık sık değiştirdikleri kira evlerinde yaşamağa başladılar. Önce Beşiktaş'ta, Sinanpaşa camiini biraz geçince, tam Barbaros türbesinin karşısında, kapısı bir çıkmaz sokağın içinde,
fakat odalan caddeye bakan bir evde oturdular. Daha sonra Üsküdar'dan başlayarak Boğaz'ın o zamanlar gerçekten birer köy denilebilecek mahallelerinde gezip durdular. Gezip durdular diyorum, çünkü bu tarihten sonra anneannemin vefatına kadar geçen aşağı yukarı on beş yıl içinde hatırlayabildiğim, en az on defa ev değiştirdikleridir. Nasıl da taşınmaktan bıkmazlardı. Daha ucuz buldukları için mi taşınırlardı, yoksa taşınmayı bir zevk mi edinmişlerdi, bana şimdi, bu İkincisi daha yakın görünüyor. Ama iyi ki de böyle gezip durmuşlar. O zamana kadar hemen sadece sur içi İstanbul'unu, gezinti mahalli olarak biraz da Beyoğlu'nu bildiğimden, anneannemin bu gezginciliği sayesinde Boğaz'ın o köylerinde güzel çocukluk hatıralarım oldu. Anlata-caklanm, ilk okul öncesi ve sonrasına, tahminen 1936 ilâ 1942 yılları arasına aittir. Gördüklerim ve yaşadıklarım gerçektir de, intiba ve yorumlanma bugünkü hislerimin karıştığı muhakkaktır.
O yıllar Boğaz kıyılarında oturmak imtiyazlı ve lüks bir hayatın göstergesi değildi. Osmanlı'-nm yalılar ve köşkler saltanatı çoktan bitmiş, kıyılann ve tepelerin beton heyulâları da henüz başlamamıştı. Kalabalık ataerkil aile dağılmış, küçülmüş ve eski yalı, köşk ve konaklann son sahipleri, çok defa ihtiyar bir karı-koca, evlerini bölme bölme, hatta oda oda kiraya vermek zorunda kalmışlardı. Memur ailelerinden bile pek çoklannın, yazlan bu gibi yalıları kiraladıklannı bilirim. Yani kısacası Boğaz, son baharını yaşıyordu.
Kışın bazan hafta sonlannda bir iki gece,
yazın tatillerde daha uzun süre olmak üzere bu defa biz anneannemin misafiri olurduk. Anneannemin Üsküdar’da ilk kaldıkları yer, Altuniza-de ile Bağlarbaşı arasındaki ahşap, küçük evlerden biriydi. Asıl ev Madam Muratyan adında bir Ermeni’nindi. Anneannem onun bahçesi içinde yine ahşap, iki katlı bir evde kalıyordu. Bu ev bugün mevcut değilse de Madam'ın evi epey harap bir halde ayakta duruyor. İçinde çeşitli meyve ağaçları bulunan dar uzun bir bahçesi arka taraflara, diğer ekili bahçelere doğru uzanıyordu. Anneannemin evinden deniz görünmezdi. Hatta Üsküdar'dan, uzunca bir tramvay yolculuğuyla içerlere doğru girdiğimiz için bana denizden çok uzakmışız gibi gelirdi. Bir gün o bahçelerin arasından geçerek hafif meyilli bir tepeyi aştığımızda bütün Boğaz'ın hayret verici panoraması karşımıza çıktığı zaman ne kadar şaşırmıştım. Orada tekrar ve yine hafif bir meyille aşağı doğru inen geniş bir yamaçtaki sahipsiz dut ağaçlarının meyveleri bizi sık sık oraya çeker olmuştu. Bu yamaç, şimdi Boğaz köprüsünün Beylerbeyi girişinde sağ tarafta kalan ve yer yer modern köşkler yapılmış olan arazidir. Evin ön tarafı ve yolun karşısı ise tamamen boştu, biraz yüksekçe bir düzlükte oynadığımızı hatta büyük bir kısmında buğday ekili olduğunu hatırlıyorum. Buralar da şimdi Vakıflar Bankası'nın ve diğer iş yerlerinin bulunduğu kısımdır.
Anneannemin ikinci evi bu yola bir dar açıyla bağlanan eski adı Tophanelioğlu, şimdi Muallim Mahir İz caddesi üzerinde, Altunizadeye ya-
kın yine ahşap, üç katlı bir evdi. Hatta başka bina olmadığı için arka tarafı, önceki evin bulunduğu yola bakardı. Yalnız alt katında bir yıldan az bir süre oturdukları bu eve herhalde sadece iki üç defa gitmiş olmalıyım. Bu ev şimdi restore edilmiş olarak bir iş yerine ait bulunuyor. Üçüncü ev Nuhkuyusu caddesi üzerinde. Askerlik Şubesi'nden biraz önce, yine üç katlı bahçe içinde bir evin alt katı idi. Bütün bu evlerin hepsi Tramvay yollarının üzerindeydi. Hemen hepsi iki vagonlu olan tramvayların bir hattı Üsküdar'dan kalkar, Bülbül Deresi yoluyla Bağlarbaşı'na, oradan da Kısıklı meydanına kadar giderdi. Başka bir hat yine Üsküdar'dan Tunusbağı yoluyla bir taraftan Kadıköy'e, başka bir hatla Nuhkuyusu yolundan yine Kısıklı’ya bağlanırdı. Bu yollar üzerinde, şimdi hatırlayamadığım bir sokağa, epeyce dar olduğundan, gidiş-geliş olarak iki hat çekilememişti. O sokağa gelen tramvay, bir direkteki lamba ışığından, karşıdan başka bir tramvayın hatta girdiğini farkederek birkaç dakika bekler, karşılığı geldikten sonra yoluna devam ederdi (Buna benzer dar bir yol, Aksaray'la Fındıkzade arasında, Aksaray Karakolu ve Şengül Hamamı'nın bulunduğu mahalde, Topkapı tramvaylarının da tek bir hat üzerinde birbirlerini beklemelerini gerektiriyordu).
Anneannemin Beşiktaş'taki evi de dahil olmak üzere Üsküdar'da oturduğu bütün bu evlerde tramvay tekerleklerinin raylarda çıkardığı gıcırtılar ve çan sesleri, önceleri, özellikle geceleri uykularımızı kaçırmış idiyse de daha sonra
tuhaf bir tiıyakilikle âdeta arar olmuştum. Yastığa başımı koyduğum zaman önce bir tramvayın uzaktan gelen uğultusunu, sonra yaklaştıkça gıcırtıları ve çan seslerini bekler, daha sonra gittikçe derinleşen bir uğultuyla uzaklaşmasını kulağımla takip ederdim. Uykunun zaten kolay geldiği çağlardı. "Yavaş yavaş girer ılık bir suya/ Hind'e doğru yelken açar gemiler/ Başlar yolu cennete giden rüya".
Burada unutamadığım hatıralarımdan biri de havagazı lambalarıdır. İstanbul'da lüks denilen elektrikli sokak lambaları çoktan vardı. Üsküdar'da da evlere elektrik verilmişti. Fakat nedense bilmiyorum, belki bütün ilçede, belki sadece bazı semtlerde sokak lambalarında halâ havagazı kullanılmaktaydı. Havagazı, bir yabancı şirketin sahibi bulunduğu Kadıköy Gazhane-si'nden dağıtılırdı. Gemici fenerinden biraz daha hallice olan havagazı lambaları, bugünkü tahminimle dört-beş metre yükseklikte direklere veya uygun düştüğü takdirde binaların duvarlarına çakılmış süslü demir askılara asılıydı. Bu lambalara kadar gelen borulara, ortalığın kararmasına yakın saatlerde bir merkezden gaz verilir, sonra elinde uzun bir çubuğun ucunda yanar halde meşale gezdiren bir görevli, çubuğun yardımıyla fenerin kenarındaki kapağı iter, bu itme hareketi aynı zamanda gazın gelmesini de sağladığından yanan meşale gazı da alevlendirirdi. Tabii mahallenin çocukları için bu, hiç bıkılmayan günlük tecessüs konularından biri olurdu. 0 yüzden fenercilerin etrafında her zaman birikmiş birkaç çocuk bulunur, fenerci sokakları do-
laştıkça onlann sayısı da azalır, çoğalırdı. Teker teker yakılan fenerler, güneş doğarken yine merkezden kapatılan bir muslukla bu defa hep beraber bir anda sönerdi. Bunların ne zaman kal-dınldığmı hatırlamıyorum.
Üsküdar maceraları bu üç evle noktalanan anneannemler daha sonra Beylerbeyi'ne geçtiler. (Ondan evvel, annemin teyzesinin oğlunun Kuz-guncuk'un tepelerinde, korunun hemen yakınında, Boğaz'ı gören evinde; yine annemin çocukluk arkadaşı, benim "göbek anne" diye çağırdığım Hamdiye Hanım'ın Beylerbeyi iskelesinin tam karşısından çıkılan uzakça bir tepedeki köşkün alt katında güzel misafirlik günlerimiz olmuştu). O zamanlar nahiye (bucak) teşkilatı vardı. Beylerbeyi de Üsküdar'ın nahiyesi • idi. Anneannemin burada oturduğu ev, tam Beylerbeyi ile Çengelköyü’nü ayıran, adı yanlış hatırlamıyorsam galiba Çakalderesi olan bir yokuş üzerindeydi. Sokağın sağ tarafı Beylerbeyi'ne, sol tarafı Çengelköyü'ne aitti. Bu, o sokağın ortalarında, yine küçük bir bahçe içinde bir evdi. Havuzbaşı denilen, zaman zaman Kuleli öğrencilerinin askerî talim yaptıkları geniş bir meydana bakıyordu. Havuzbaşı, vaktiyle bir köşkün arazisi içinde olduğu anlaşılan büyük havuzuyla semtin güzel gezinti yerlerindendi. Bu evin bahçesinde benim ilk defa gördüğüm çıkrıklı bir kuyu vardı. Hani bilmecede "inerken kıkır kıkır gülen, çıkarken şırıl şırıl ağlayan" kovasıyla beni bir hayli meşgul etmişti. İlk denemelerimden birinde dolu kovayı yukarı kadar çekmekte güçlük çektiğim için birdenbire boşalan çıkrığın çıkıntı-
lanndan biri kafama vurmuş ve daha ilk günden alnımda bir küçük patates yumrusu peyda olmuştu.
Anneannemin Boğaz'da en uzun kaldıkları, böylece benim de en çok tanıdığım yer Çengelköy oldu. Önce iskelenin karşısındaki sokaktan girilince karşıya gelen Kerime Hatun camiinin meşrutasmda kısa bir süre kaldılar. Anneannemin ağabeyi, yani annemin dayısı bu camiin imamıydı (Bu büyük dayım daha sonra Fener sırtlannda Abdi Subaşı mescidinde imamlık yaparken zuhur eden meşhur Patrikhane yangınında cami ile beraber yanarak vefat etmiştir). Daha sonra Boğaz'ın en güzel yalılarından birinin büyük bir bölmesine taşındılar. Bu yalıdan daha önce bahsetmiş olduğum için burada çocukluğumun Çengelköy'ünden hatırımda kalan-lan anlatacağım.
Denizden bakıldığında Abdullah Paşa Yalı-sı’nın sol tarafında Hamal İskelesi denilen küçük bir meydan vardı. İskelesine takalar yanaşır sebze, meyve, bakliyat gibi esnafa ait ticarî mallan uzun kalaslar üzerinde yürüyen hamallarla indirirlerdi. Boğazın birçok köşesinde pitoresk bir manzara oluşturan tablonun detayları burada da vardı: Tahta ve hasır sandalyeli bir kahve, onun üzerine desteklerle duran dallan ta denize kadar uzanan haşmetli bir çınar ağacı, biraz arkasında sevimli bir mescit, onun üst tarafında da iştah açıcı taze ekmek kokulannın yayıldığı fınn. Kahvenin müşterileri de günün değişik saatlerine göre farklı olurdu: Sabahın erken saatlerinde balıkçılar, hamallar ve işçiler, öğleye
doğru yaşlı veya orta yaşlı çiftler, öğleden sonra ikindi ezanını bekleyen ihtiyar erkekler, akşamlan da geç vakitlere kadar genç kızlar ve erkekler.
Yine denizden bakılınca bu meydanın hemen solunda tek katlı kâgir bir bina olan ve bahçesinde, tepesinde taştan yapılmış lahana bulunan küçük bir sütundan ibaret çeşmesiyle (lahana çeşmesi) polis karakolu gelirdi. Daha sonra yine büyükçe bir yalı ve onun yanında İskele meydanı. Burası Çengelköy'ün en cıvıltılı mahallidir. Gazinolar, kahveler, aile lokantalan, içkili lokantalar deniz kenarı da dahil olmak üzere bütün meydanı doldurur.
O yıllarda Çengelköy'de oturan Necip Fazıl! da ilk defa iskeleye bitişik gazinoda, kadınlı-er-kekli küçük bir topluluğun içinde gördüm. Kısa kollu bir gömlek, galiba açık renk bir pantalon, boynunda bir fular, tiril tiril, şık bir kıyafetle, her zamanki gibi konuşmanın merkezi, mübalağalı jest ve mimiklerle anlattıklarını dinletiyor, bazan âdeta patlayan kahkahalarla güldürüyordu. Şimdi düşünüyorum ki o zaman epey gençti, otuz beş yaşlarında filan olmalıydı. Ama Çengelköy'de hemen herkes onu tanıyordu. Daha sonra Yalıboyu denilen çarşı caddesinde, akşam üzerleri yapılan piyasa gezintilerinde onu birkaç defa yalnız veya bir arkadaşıyla gördüm. Karşılaştıkları kişilerin onunla selâmlaşmaya gayret göstermelerinden anlıyordum ki Çengelköylüler onunla öğünüyorlardı. Halk belki şiirleriyle değil,o sıralarda Son Telgraf gazetesindeki köşe yazılarıyla (ilk Çerçeve yazılan) ilgileniyor olmalıydı.
İskeleye inen küçük ve dar sokak ise tek başına Çengelköy'ün pitoreskini tamamlardı. İki sıralı, şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla, Kuleli arkasındaki Kelebekli Köşk'ün sahibine ait bir eczahane, balıkçılık malzemesi satan bir dükkân, tekel bayii, bir manifaturacı, bir tütüncü, gazete bayii, sokağın caddeye açıldığı yerde de sol tarafta küçücük bir postahane.
Çengelköy o zamanlar da, Üsküdar'dan sonra o sahilin, çarşısı en zengin mahallesiydi. Va-niköy'den, Kandilli'den, Beylerbeyi'nden alış verişe gelenler olurdu. Birkaç Rum kilisesi ve ayazmaları vardı. Senenin belli günlerinde, belki yortularda filan, yapılan ayinler için İstanbul'un her semtinden Rumlar Çengelköyünü doldurur, yerli müslümanlar da bazan tecessüsle, bazan sıkıntılarına deva ümidiyle ayazma sulanna koşarlardı. Bu günlerde dinî ayinlerin dışında eğlenceler de olurdu. Vaniköy istikametinde iskeleyi biraz geçtikten sonra çıkılan tepenin bir düzlüğünde kurulmuş bir kır gazinosunda yemekler yenir, hatta küçük beton pistinde akordeon eşliğinde dans edilirdi. Bu gazinodan biraz daha yukarı çıkılınca Vahdeddin'in köşküne ulaşılırdı. Boğaz'ın büyük bir kısmına hakim, karşı sırtlara tepeden bakan bu yerde, köşkün yüksek duvarlarının dibinde birkaç defa piknik de yapmıştık.
Çengelköy ile Vaniköy arasında yolun sağ tarafı hemen tamamen boş arazi idi. Yalnız yolun nisbeten genişlediği yerde, o zaman bile çirkin görünüşlü camlan kırık pencereleriyle, metruk bir fabrika duvan yükselirdi. Burası o yılla-
nn iş adamlanndan Tevfik Cenani’ye ait bir tabanca mantarı imalâthanesi imiş. Sol tarafta da belki dört beş yalı vardı. Ondan sonra Dalyan denilen geniş düzlük ve kayalık bir yer gelirdi. Burası en amatör balıkçıların, yani çocuklann (tabii benim de) cennetiydi. Denizin kayalar arasındaki küçücük körfezlere hışırtıyla girişi ve çıkışı, o sularla beraber mantar, şişe gibi bir takım nesnelerin gelip gidişi, dipte o harekete uyarak yengeç ayaklarının, karideslerin, deniz ana-lannın, yosunların ritmik salıntıları, suyun içinde parıldayan renk renk taşlar, midyeler, istiridyelerle orada bir çocuğu, belki büyüğü de, saatlerce oyalayacak bir sinematograf dünyası vardı.
Dalyan'ın bir kısmında belli bir mevsimde, yumurtalarını bıraktığı için iyice zayıflamış us-kumrulann binlercesi iplere dizilir ve kuruyarak çiroz olması beklenirdi. Başka bir mevsimde de yemeniciler, kök boyalarıyla renklendirdikleri yemenileri, tuzlu deniz suyu ile yıkayıp Boğaz güneşinde ve rüzgârında kuruturlardı. Şimdi uskumru kalmadığmdan çirozun, naylon çıktığından beri de pamuklu yemeninin artık adlan bile sözlüklerimizden çıkmak üzere.
Yazlan Dalyan'ın düzlük bir bölümünde yine tahta ve hasır sandalyeleriyle bir yazlık sinema açılırdı. Perdesi deniz tarafında, o sıcak yaz gecelerinde püfür püfür esen rüzgâra karşı hazan yün hırkalan da giyerek en heyecanlı kovboy filmlerini seyrederken birdenbire perdenin arkasında "vuut vuuut" düdükleriyle koca bir Şirket-i Hayriye vapuru peyda olur, gözler ve kulaklar bir süre ona takıldıktan sonra yine
perdeye dönerdi. Tabii bu filmlerin kabak çekirdeği, kabuklu fıstık çıtırdılan arasında seyredildiğini de unutmayalım. Hatta bir akşam, dayımla geldiğimiz sinemada film seyrederken, dayımın bir kese kâğıdından çıkardığı cevizleri önce avuç içinde parçaladığını, kınlamayacak kadar sert olanlannı da oturduğu hasır sandalyenin ayak başına yerleştirerek hemen bir çekiç cesametindeki sokak kapısı anahtanyla çat çat kırdığını, tabii bütün seyircilerin hiddetli bakışlarını ve homurtulannı üzerine çektiğini de hatırlıyorum.
Vaniköy'e devam eden yolun solunda, dünyanın belki eh güzel mabedlerinden biri yer alır. Kuleli Camii, mimari değerini bilemem, fakat Boğaz'ın bu kadar güzel bir yerinde dışarıdan bir yalı, içine girdiğiniz zaman ise denizin akıntı-lanyla, âdeta hareket eden bir gemi içinde olduğunuzu hissettirir. Kuleli Askerî Lisesi ise Çen-gelköylülerin gözbebeği gibiydi. Bazan pazar günleri yaşlan on ikiden başlayan çok defa kolu, paçası bol askerî kıyafetli küçücük insanlar, oyuncak kurşun askerler gibi çarşıyı doldururdu. Smıflar büyüdükçe üniformalar da daha bir düzelir, yürüyüş dikleşirdi. Okul binasının o yıllarda kulelerinin sivri külahlan yoktu. Merdivenli orta kapısının tam karşısında da deniz ke-nannda çelikten yapılmış, belki on-onbeş metre yükseklikte bir atlama kulesi vardı. Galiba diploma zamanında, bütün Çengelköylülerin davet edildiği bir gösteride son sınıf öğrencileri çıplak veya kıyafetle, hatta tam teçhizatla o kuleden çeşitli gösterilerle suya dalarlar, daha önce atıl-
mış tabak vs gibi nesneleri deniz dibinden toplarlardı.
Boğaz'da tanıdıklarını ziyaret edenler, gidip gelme zorluğundan ve mesafenin uzaklığından dolayı hemen muhakkak gece yatısı misafiri olurlardı, akraba olmasalar bile. Boğaz'a gidiş de hemen daima vapurla olurdu. Sırf karşıdan karşıya geçmelerde değil, aynı kıyıda bile. Otobüs zaten yoktu. Rumeli sahilinde Bebek’e kadar tramvay çalışırdı. O yılların yazlıkçılan, eşyalarını ya at arabalarıyla araba vapurunu kullanarak veya büyük pazar kayıklarıyla karşıya geçirirlerdi. Pazar kayıkları da Beykoz taraflann-dan İstanbul'a sebze, meyva naklederlerdi. Bun-lann dışında daha küçük kayıkların, şimdiki sokak satıcıları gibi kıyı kıyı, yalı yalı dolaşarak pencerelerden uzanan ellere sebze ve meyva sattıklarını biliyorum. Hatta mısır kazanlan bile altındaki ocaklarıyla bu kayıklara yerleştirilir, kıyıdaki müşterilere haşlanmış mısır satılırdı.
- Boğaz uzun, geniş ve hiç tıkanmıyacak bir büyük bulvardı.
Vapura binmek, vapur yolcusu olmak da zamanla büyük şehrin bir kültürü halini almıştı. Boğaz'da işleyen vapurlann çoğu, belki de hepsi OsmanlI'dan kalmaydı. Adlarından da belli değil mi: Inbisat, İnşirah, Halâs... Bu arada Üsküdar, Harem, Salacak arasında, galiba o kıyıyı takip ederek Bostancı'ya kadar da yandan çarklı vapurlar halâ çalışıyordu. Geniş gövdeleri ve iki yanındaki çarklarının telaşsız dönüşleriyle zamanın çoktan değişmekte olduğunu umursama-
yan bu vapurlardan isimlerini hatırladıklarım: Neveser, Sahilbend, Dilnişîn ve Basra’dır. Hele Basra, demek ki şimdiki meselâ bir Samsun vapurunun adı gibi bizim çok yakın bir şehrimizin adı olarak konulmuş olmalıydı. Yandan çarklı vapurlar seferden kalktıktan sonra da Fenerbahçe, Haydarpaşa gibi koylarda bir süre daha hurdacılardan uzak, ömürlerinin son yıllarmı dinlenerek geçirdiler.
Çengelköy-Köprü arası yirmi beş dakika kadar çekerdi. Kaptan ve diğer vapur personeli ile yolcular birbirlerini tanır, kaptan kulesinden yalı pencerelerine temennalar edilir, el sallamr-dı. Vapurların burnunda adları yazık olduğu gibi bacalarındaki iri rakamlarla yazılmış numarala-nndar. da tanınırdı. Çok defa da kaptanlar uzun zaman aynı vapurda çahştığından, daha uzaktan geçerken hangi kaptanın geldiği bilinirdi. Bunlar arasında bir Tahsin Kaptan vardı ki bütün Boğaz'da tanımayan yoktu. Simasından mı, hayır! Vapurun numarasmdan. Yanlış söylemeyeyim, galiba altmış üç numaranın kaptanıydı. Nasıl başlamış bilmiyorum, kendiliğinden bir gelenek oluşmuş, altmış üç numaralı vapur geçtiği zaman, Boğazın neresinde olursa olsun, başta çoluk çocuk olmak üzere, büyük yaşta kadın ve erkekler de kıyılarda toplanır, eller, mendiller sallanarak avaz çıktığı kadar bağınlır-dı: "Ya ya ya, şa şa şa Tahsin Kaptan çok yaşaaa!.." Kaptan köprüsünden bu sesleri işiten Tahsin Kaptan da düdüğün ipini çeker ve "Vuuut, vuuut" diye öttürürdü. Her iki tarafın da bütün zevki ve oyunu bundan ibaretti. Gala-
tasaray, Kabataş, Boğaziçi gibi sahil liselerinin öğrencilerinin de, derste bile olsalar, öğretmenleriyle beraber pencerelere doluşarak bu seremoniye katıldıklarını işitmiştik.
Bir gün yine altmış üç numara Boğaz’da görünmüş, kalabalık yine ona seslenmiş, fakat Tahsin Kaptan beklenilen düdüğünü öttürmemiş. Meğer bir gün önce Necip Fazıl, “Çerçe-ve”lerinden birinde, bir devlet memurunun (yani kaptanın) böyle bir lâubaliliğini hoş görmeyen, mesaj olarak ucu belki sosyal bir tenkide açılabilecek bir yazı yazmış. Tahsin Kaptan da bundan gücenmiş olacak ki bir daha düdüğün ipine dokunmamış. Ertesi gün Necip Fazıl, epey üzülmüş olarak asıl maksadını açıklayan bir yazısının sonunu şu cümleyle bağlıyordu: "Devleri öldürmeğe memur kırkikilik bir topla bir serçe yavrusuna kıymışım gibi geldi bana.”
Bu özüre rağmen altmış üç numara artık düdüğünü öttürmedi. Çucuklar, gençler bir süre daha o geçerken mendillerini, eşarplarını, şapkalarını sallayarak boşu boşuna bağırdılar. Zaman geçti, Tahsin Kaptan'ın ortaya çıkışı gibi susuşu da unutuldu gitti.
"Üsküdar bir ulu rüyayı görenler”in şehridir. Benim de oralarda böyle küçük rüyalarım oldu.
PARA KÜLTÜRÜ
Avucuma düşen parlak madenî para üzerindeki art arda yığılmış sıfırlan birden okuyama-dım. Sonra bir yanlışlık yapmamak için âdeta her sıfın gözümle teker teker yoklayarak, heceleyerek yavaş yavaş okudum: 100.000 lira. Zihnime, zamanın gerisine ve ilerisine doğru bir yığın karmaşık hatıra ve endişeye benzer düşünceler gelip gitti.
Yüz bin lira... Kendi kendime gayri ihtiyarî birtakım hesaplar yapmaya başladım. Bundan kırkdört yıl önce, her zamanki gibi yine pahalılıktan şikâyet edildiği bir çağda, öğretmenliğe başladığımda ilk maaşım 167 lira idi. Demek avucumdaki şu parlak maden parçası, benim elli yıllık maaşımın karşılığı olacaktı. Enflâsyon denilen heyülâ olmasa ve o devirdeki pek çok küçük memurda olduğu gibi maaşımda da bir
artma olmasaydı, demek benim şu yıllara gelinceye kadar aldığım bütün maaşlarımın toplamı şu maden parçası kadar bile olamayacaktı. Sonra bir zaman makinasıyla kırk yıl evvelki o insanın, aradaki yılları yaşamayarak birden günümüze geldiğini ve elinde o zaman almış olduğu o zavallı maaş ile nasıl şaşkınlığa uğrayacağını tasavvur ettim. Bir de bunun aksine, elindeki bugünkü parayla geçmiş yıllara gidip zenginliğin mutluluğunu yaşamayı düşündüm. Avucunda bir bozuk parayla kırk yıl öncesine gidip bütün hayatında alabildiği maaşların tamamını bir anda elinde bulunduran bir küçük memurun sanal mutluluğu.
Paranın kültürü olur mu? Tabii! Para müzeleri, para sergileri, para koleksiyoncuları olduğuna göre paranın da kültürü var demektir. Eğer hâlâ homoekonomikus çağını yaşamakta olduğumuz iddiası doğruluğunu koruyorsa para da bir mübadele aracı olmaktan çıkıp çoğaltma ve biriktirme zevki, bir süre sonra hobisi, ihtirası hatta manisi neden olmasın? Böylece etrafımızdaki insanlan paraya tapan, çok paralı olmaktan hoşlanan, kazanmayı seven, kazanarak veya kazanmayarak harcamayı seven diye tasnif de edebiliriz. Fakültedeki hocalanmdan Ahmet Hamdi TanpınarTn, muhasebecinin masasında önüne konan maaşını alırken bozuk paralan elinin tersi ile mutemede doğru itelediğini, rahmeti Arat’ın paranın tamamını, bozuklanyla beraber aldığını, Zeki Velidi ToganTn ise büyük bir dikkatle sayarak aldığı gibi “Geçen ay üç yüz elli sekiz lira seksen beş kuruştu, bu ay neden
altmış beş kuruş? diye bir de hesap sorduğunu hatırlıyorum. Gençliğinde arkadaşları arasında adı prense çıkan Necip Fazıl’ın parayı ve şık yaşamayı çok sevdiği; ama hemen her zaman parasız olduğu, eline geçtiği zaman da bol keseden etrafına bahşiş dağıttığına dair bir yığın anekdot vardır.
Eski eserleri okuyacak olan roman okuyucusunun işi para ölçüsü bakımından zor. Hele Balzac, Stendhal, Flaubert gibi döneninin sosyal ilişkilerini anlatan yazarların romanlarında geçen borç, alacak, sermaye, senet meselelerindeki zenginlik derecesini okuyucunun takdir etmesi kolay değil. Bizim Osmanlı dönemi roman ve hikâyeleri içinde geçen eski-yeni takvim farkları veya ezani vakte bağlı olarak günün saatleri me-seleyi bilmeyen okuyucu için şaşırtıcıdır. Buna ilâve olarak Batı romanında olduğu gibi para ölçüleri de zihinleri karıştırır. Tabii mesele yalnız romanında değil, özellikle biyografi çalışmalarında da üzerinde durduğumuz kişinin sicil kayıt-lannda zikredilen falanca memuriyeti sırasında yedibuçuk lira maaşı olması fakirliğine mi, zenginliğine mi alâmettir, bilemezsiniz. Ama dediğim gibi iki dünya savaşını yaşamış Batı toplumlar! için de bu fark bahis konusudur. Ne var ki bizdeki güçlük yalnız tarihî dönemlere ait olmakla kalmıyor, her yıl yüzde yüz civarında değer kaybı karşısında üç, beş, on, yirmi senelik kayıtlar ve buna bağlı olarak edebî eserlerdeki para değerleri bile zihinleri bulandırıyor.
Ben altının para olarak kullanıldığı altın çağa yetişemedim. Zaten Reşat altını dediğimiz ve
çıktığı zaman bir lira olarak düşünülmüş değerinin hemen o hafta içinde 104 kuruşa fırladığını babam anlatırdı. Bugün yirmibeş milyon lirayı geçen Reşat altını, 1940’11 yıllarda sadece yirmi-iki liraydı.
Evet, altın paraya yetişemedim; ama gençlik yıllanma kadar 1 lira, elli kuruş ve yirmibeş kuruşluk gümüş paraların kullanıldığını iyi biliyorum. Daha sonra gerçek değeri nominal değerlerini aştığı için ikinci Dünya Savaşı yıllan içinde onlar da yavaş yavaş ortadan kalktı. Yalnız 27 Mayısçılann şan olsun diye, yaptıkları işin hatırası olarak 10 liralık bir gümüş para çıkardıklan da malûmdur.
OsmanlI’nın son nikel ve bronz paralan Cumhuriyet’in onbeş-yirmi yılı içinde de kullanılmaya devam etti. Üzeri tuğralı beyaz on para, yirmi para, kırk para; san yüz para, beş kuruş, on kuruş tedavüldeydi. Hemen tamamen bunla-nn aynı olan, yalnız tuğra yerine yine tuğra süsü verilmiş eski harflerle Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ibaresi yazılı aynı seri paralar da beraber tedavülde bulunuyordu. Derken kanşık nikel, bronz ve daha kalitesiz bakır ve onun ha-litalan olan paralar ortaya çıktı. Şimdi adına alaşım denilen ve ne olduğu meçhul, hatta bir ara bardaktaki suyun üzerinde durabilen âdeta kâğıt kalitesinde madenî paralar da gördük. Demek ki yüz yıl içinde altından gümüşe, oradan bakıra ve nikele ve daha aşağılara doğru inmişiz (Aklıma Halid Ziya'nın, altınla bakınn sembolleştiği "Altın Nine" hikâyesi geliyor).
Yukanda kuruşlardan, on para, yirmi para diye bir şeylerden bahsettim. Vaktiyle mevcut akçe, mangır gibi kelimelerle beraber bu kelimeler de vokabülerimizden çıktı. Bir lira yüz kuruş karşılığı idi, para da kuruşun kırkda biri değerinde bir birimdi. Şimdi bazıları paralardaki sı-fırlann atılmasını konuşurlarken ben bu kavramların yeniden ortaya çıkabilmesi için değeri kalmamış daha pek çok sıfırın bir safra gibi boşaltılmasını özlüyorum.
Paranın bu şekilde süratli değer kaybının büyük sosyal yaralar açtığını fark etmek için sosyolog olmaya gerek yok. Para devleti temsil eden mühim alâmetlerden biridir. Tarih boyunca da, bugün de bağımsızlığm en önemli ilkesi, belki bayrağın arkasından, devletin kendi adına basılmış sikkesinin varlığıdır. O gözden düşerse başka değerler de kaybolur. İkinci Dünya Savaşı yıllannda birçok Batı ülkesi çuvalla taşınan ve sabahtan öğleye değeri düşen paranın krizini yaşadığı halde bugün paralannın itibarı yerinde-dir. Türkiye ise böyle bir savaşı yaşamadı.
Madenî parası üzerinde 100.000, kâğıt parası üzerinde 10.000.000 rakamı görünen başka bir devlet yeryüzünde kaldı mı acaba?
Not:
Bu yazı 1994 Nisan'ın yazılmıştı. Bu kitabın yayınlandığı tarihte bozuk paramız 250.000 lira, kâğıt paramız yirmi milyon lira oldu oldu. Bir Reşat Altını ise 120 miyon lira.
TAKVİME VE ZAMANA DAİR
Biraz geç kalmış da olsam ikibin yılına girişimizden hiç bahsetmemek olur muydu? Doğrusu bu hadisenin, şu yaşımda beni hiç mi hiç ilgilendirmediğini söylesem yanlış olmaz. Ama çocuk yaşlarımda, muhtemelen ilkokul sıralarında iken, ikibin yılına ulaşmayı, belki de o yaşa kadar yaşamayı çok uzak gördüğümü hatırlıyorum. Her yılbaşında birbirine benzer veya yeni bir şeyler uyduran, gelecek yıldan birşeyler bekleyen kalabalıkların heyecanına sürüklenerek, ikibin gibi bu kadar yuvarlak ve esaslı bir yıla girilirken birtakım olağanüstülükler, bazı gökyüzü olayları, sarsılmalar... filan olamaz mı, diye düşündüğüm olmuştu. Kimbilir daha kaç çocuğun, hatta kaç hayalperestin zihninde Fikret gibi “Zulmet sönecek, parlayacak hakk-ı dırahşan/ Birdenbire bir tâbiş-i bürkânla, inandım” mısrala-
rina benzer hülyalar uçuştu. Sonra ne zaman bu hayal bende tesirini kaybetti bilemiyorum. Ama bu arada işte hiçbir şey beklememekteyken ve hiçbir şey değişmeden ikibin yılına, üçüncü milenyum’a henüz bir yıl varsa da, yirmibirinci yüzyıla girdik.
Miladî yüzyıl kadar müenyum da kültürümüze kolayca girdi. Halbuki yirminci yüzyılın başlarına kadar OsmanlI’nın resmî, özel yazış-malannda meselâ ondokuzuncu yüzyıl (yani on-dokuzuncu asır) gibi bir kavram kullanılmamıştı. Asır kelimesinin manası genel olarak zaman, özel olarak da ikindi demekti. Yüzyıl karşılığı olarak “karn” kelimesi kullanılıyordu. Zaten takvim de hicri esasa dayandığından “onüçüncü karn-ı hicri : onüçüncü hicret asrı” demekti ki bu da aşağı yukarı şimdi ondokuzuncu yüzyıl dediğimiz dönemi içine alıyordu. Titiz bir lügatçi olan Şemseddin Sami bundan tam yüz yıl önce yayınladığı Kamus-ı Türkî’sinde yüzyıl yerine asır kelimesinin kullanılmamasını tavsiye ediyordu. Fakat Tanzimat’tan beri Avrupa’dan bahseden yazarların ifadelerinde nadiren de olsa milâdî takvimden ve on dokuzuncu asırdan dem vurulduğu oluyordu. Nitekim Sadullah Paşa’nın “On Dokuzuncu Asır” diye bir mahzumesinin bulunduğu da bilinmektedir. Fakat yirminci yüzyıla gelince artık milâdî takvim gittikçe yaygınlaşarak benimsendi. İkinci Meşrutiyet’ten sonra “Yirminci Asır” ve “Yirminci Asırda Zekâ” diye iki de dergi yayınlanmıştır.
Soyut bir kavram olarak zaman, fılozoflan, ilâhiyatçıları, psikologları ve nihayet şairleri
epeyce uğraştırmıştır. Varlığın dördüncü boyutu vasfıyla, zaman diye mutlak gerçek olan bir vâkıa şüphesiz mevcuttur. Ama bunun biraz daha somut alâmetleri olan zaman parçalan, yani saniyeden başlayarak bütün saatler, günler, haftalar, yıllar, asırlar nedir? Bunlann hepsi hiç şüphesiz, itibari değerlerdir. Nitekim coğrafya bakımından birbirinden mesafeli ne kadar kavim varsa, nerdeyse o kadar da zaman ve takvim sistemleri var. Bütün bunlann temelinde de insanın biri maddî diğeri manevî olmak üzere iki önemli ihtiyacının rol oynadığı muhakkaktır. îlke! insanın maddî ihtiyaçlannı karşılayan ziraatın, manevî ihtiyacı için din ve ibadetlerin tanzimi, zamanın da bunlara bağlı olarak birtakım parçalara bölünmesini zaruri kılıyordu. Gelişmiş kültürlerde de aynı ihtiyaçlar daha düzenli olarak sistemleşiyordu. Zamanın somut olarak kav-ranmasında, insanın hemen her zaman kolaylıkla ve hareket halinde ufukta gördüğü en yakın gök cisimlerinin birer nirengi noktası teşkil ettikleri açıktır. Böylece ayın ve güneşin hareketleri hilkat-i Âdem’den günümüze kadar insanın ilk takvimleri ve ilk saatleri olmuştur.
OsmanlI’nın hayatında saat kavramı, şimdiki gibi itibari değil, güneşin gerçek doğuş ve batışına göredir. Böylece şimdi boylamlara göre birtakım itibari dilimlere ayrılmış mahallî saat yerine o zaman hemen her yerleşme noktasında birbirinden farklı, fakat güneşe bağımlı bir saat kullanılmaktaydı. Saat ve takvimde resmen Ba-tı’da kullanılan sisteme bağlanmamız tarihine yakın olan benim çocukluğumda zamanını eski
saate bağlı olarak devam ettiren yaşlıların sayısı az değildi. Ona alaturka saat veya ezani saat deniyordu. Bazı ihtiyarlar yelek ceplerinden çıkar-dıklan cep saatlerinin üst düğmesine basıp kapağını “şak” diye açarak bizim kullandığımızdan çok farklı bir saati okuyorlardı. O saate göre güneşin batışı daima 12’de olur ve çok dakik okunan akşam ezanı vaktinde bu eski insanlar her gün saatlerini 12’ye getirirlerdi. O yılların Saatli Maarif ve Ebüzziya duvar takvimlerinde de resmî saatin adı olan vasati saatle beraber ezani saatler de gösterilirdi.
Saatte güneşe bağlı olan Osmanlı, takvimde bütün İslâm milletleri gibi ayın devrelerini esas alan 355 günlük hicri sistemi kullanmıştır. Ancak bütçenin daha düzenli bir hale geldiği onye-dinci yüzyıl sonlanna doğru sadece malî hususlarda geçerli olmak üzere yine hicreti esas alan, fakat 365 günlük güneş sistemini de kullanmaya başlamıştır. Rumî denilen takvim budur.
Ancak bu arada ziraatle uğraşan köylünün kadim bir geleneğe bağlı olarak güneş takvimini kullandığını, 365 günlük senenin hızır ve kasım (yaz-kış) olarak ikiye bölündüğünü, hatta farklı adlarla da olsa bir çeşit rumî takvimi gelenekle ve alışkanlıkla bilmekte olduğunu ekleyelim.
Hicrî takvim resmiyette İkinci Meşrutiyet'e kadar kullanıldı. Hatta Devlet Salnameleri’nin hemen hepsinin başında dünya tarihi ile ilgili bilgiler verilirken Hazreti Âdem’in Hicret'ten 6212 yıl evvel yaratılmış olduğu şeklinde bir kayıt da yer alıyordu. Eğer bu aynı zamanda ilk
insanın yaradılışı manâsına geliyorsa şimdiki bilgilerimiz bu tarihten daha yüzbinlerce yıl geriye gitmektedir. Meşrutiyet’ten sonra ise rumî takvim resmen benimsenmişti. Ama bu arada Tanzimat’tan beri eskinin yanında alafranga saat ve alafranga takvimin de telâffuz edildiği bilinmektedir.
Evet, yirmi birinci yüzyıla, üçüncü milenyu-ma girdik. Ama neye göre? Müslümanların, Ya-hudilerin, Sümerlerin, Hintlilerin, Kızılderililerin takvimlerinde kaçıncı yüzyıl, kaçıncı milenyum? Fakat ne yapalım ki çağımız, istesek de istemesek de, Greko-Latin kültürüyle Hıristiyan medeniyetinin doğurduğu yeni Anglo-Sakson zamanına göre konuşmamızı zorluyor.
En iyisi, kendi kafasındaki tasavvuru bambaşka da olsa şu dünyadaki yerimizi hem millet olarak, hem de insan olarak çok iyi belirleyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mısraındaki nükteyi bir daha hatırlamak:
Ne içindeyiz zamanın, ne de büsbütün dı-şmda.
GEÇMİŞ ZAMAN KİTAPÇILARI
KİTAP SEVDASI
Kitabın medeniyet tarihinde uzun bir macerası var. Yazıyla beraber ortaya çıkmış olması gereken ve yazının kalıcılığı için kullanılan her nesne, ilk kitap sayfaları olarak da düşünülebilir. Böylece üzerine yazı yazılan taş, maden, ağaç, kil tabletleri; hayvan derisi yani parşömen, sonra papirüs yaprakları (onun için mi acaba hâlâ kitap ve defter sayfalarının bir adı da hemen her dilde yapraktır?)... Nihayet kâğıdın bulunmasıyla kitabın birinci milâdına erişilir. Bunlar bir süre tomarlar halinde korunmuş, zaman zaman da uzun dikdörtgenler halindeki sayfala-nn tepeleri delinerek sıranın muhafazası için bir ipe geçirilmiş. Kâğıdın katlanmış sayfalar, daha sonra forma haline gelişi ve kapaklanması ise kitabın ikinci milâdıdır. Böylece uzun bir "yazma
kitaplar ortaçağı" yaşanmıştır. El yazması geleneği devam ederken on beşinci yüzyıl ortalarında kitabın üçüncü ve son milâdı da başlar: Bu, en ilkel usullerden başlayarak günümüzün en modern tekniklerine ulaşan ve adına baskı denilen harikadır. Kitap böylece insanlık tarihinde son beş yüz yıllık saltanatını, bana göre bilgisayara, enternede rağmen sürdürmektedir.
Kitabın bir de şahsî tarihimizdeki macerası var. Kitap seven her insanın çocukluk yaşlarında karşılaştığı, hafızasında yer etmiş olan ilk kitaptan, bir süre sonra gününü olduğu kadar hayatının da büyük bir kısmını işgal eden raflar dolusu kitaplara doğru bir macera.
Benim kitap sevdam, kitap hastalığı denilen bir seviyeyi bulmamıştır, önceleri, severek ve merakla okuduğum, sonra ilerde okuyacağım, mesleğimde faydalanacağım, daha sonra ilgi alanımda ve ilgi alanıma yakın alanlarda (bu alanlar bazan dışa doğru daireler halinde alabildiğine genişliyordu) kullanabileceğim, derken sadece zevk için sayfalannı çevireceğim kitapları ala ala geldiğim şu yaşımda artık pek çoğunu hiçbir zaman okuyamayacağıma emin olduğum on beş bin kitaplık bir kütüphane ile ne bibliyoman, ne de bibliyofil olamadığımı biliyorum. Buna olsa olsa kitap sevdalısı denebilir.
Bir memur ailesi içinde 1930'lu, 40’11 yıllarda çocukluğunu İstanbul'da geçiren herkesin bana benzer veya yakın bir kitap serüveni yaşamış olduğunu tahmin ederim. Annemin ve babamın rüştiye tahsiline, üniversiteye kadar gidecek
2S>4
olan ablamın da o yıllarda ortaokul yahut lisede olmasına rağmen evimizde kütüphane yoktu. Babamın kendi okuduğu eski harfli ders kitap-lanndan ve bir takım meslekî kitaplarından meydana "gelen kitap dolabının ise epey sonra farkına varacaktım. Evde, o yıllarda çıkmakta olan Son Posta gazetesi okunuyordu. Yalnız ben ilkokula başlamadan en az bir yıl evvel okumayı öğrenmiştim. Son Posta'nın bazı yazılarını anlamadığım halde okuyordum, ama ablamın renkli resimli kıraat kitaplarını severek okuyor, onlar -daki şiirleri ezberliyordum. Ablam Çocuk Duygusu adlı büyük boyda bir dergiyi de takip ediyor, bazan da Çocuk Sesi ve Afacan adlı dergileri alıyordu. Onların da bazı hikâyelerini, resimli romanlannı okumakla beraber yaşıma biraz daha yakın bir dergi aramış olmalıyım. Evimize yalan Balat çarşısında, dört yol ağzında Acem dediğimiz (İstanbulluların o zamanlar Acem dedikleri bu insanların İran Türkleri olduklarım epey sonra öğrenecektim) Tahsin Efendi'nin, gazete ve dergi de bulundurduğu bir büfesi vardı. Orada görüp aldığım Yavrutürk, benim kendi isteğim, kendi paramla (!) alıp tâ ilkokul sonlarına kadar takip ettiğim ilk dergi oldu. Tahsin Demi-ray’ın çıkardığı, Rakım ve Nimet Çalapala'lann yazdığı Yavrutürk, döneminin en uzun ömürlü ve kaliteli çocuk dergisiydi. Cumartesi günleri çıkan dergiyi, çok erken saatlerde Tahsin Efendi'nin dükkânına gider, parmaklarımın uçlarına basarak tezgâha uzattığım üç kuruşa alıp heyecanla eve dönerdim. Her yazıyı acaba kaç defa okumuşumdur? Okula başlayıp yazı yazmayı
biraz ilerletince de dört defter yaprağını katlayıp ortasından toplu iğneyle raptederek Yavrutük’û taklitle bir "Küçük Dergi" çıkardığımı (belki birçok evde çocukların bu gibi hevesleri olduğunu düşünerek) söylememe gerek var mı?
Yavrutük, dergide fotoğrafı çıkan okuyucularına kitap hediye ettiğini ilân edince benim de bir resmim gönderildi; onlarca okuyucu fotoğrafı arasında kendimi bulmam acaba ilk defa bir yayın organında görünmüş olmam gururunu mu vermişti? Sonra annemle beraber, Cağaloğlu'n-da, Vilayet binasının hemen alt tarafında bulunan Türkiye Yayınevi’ne giderek promosyonumuzu aldık. Tahsin Demiray epey heyecanlı bir Türkçüydü. Aldığımız kitap da yine kendi yayını olan ve çocuklar için resimlendirilmiş bir-ikl formalık bir Tepegöz hikâyesiydi. Bu da kütüphanemin ilk kitabı oldu. Balat'ta başka kitapçı yoktu ve ben o sıralarda henüz kitapçı tanımıyordum. Yalnız Sahhaflar çarşısı küçük yaştan-beri gelip geçtiğimiz bir yoldu.
TAB'-I YÂRÂN GİBİ
DÜKKÂNÇE-İ 5AHHÂFLAR
Arasta, bugün daha çok Anadolu kasabala-nnda kalmış bir kelime. O da yavaş yavaş ismi ve müsemmâsıyla beraber, medeniyetin yani marketlerin, süpermarketlerin baskılarına dayanamayarak kaybolup gidecek. Acaba İstanbul'un bir arastası var mıydı, varsa neredeydi, bilmiyorum.
Son yıllarda Sultanahmet Camii kenarında keşfedilen ve turizmin yüzüsuyu hürmetine restore edilerek ihya edilen küçük dükkânlar grubuna da arasta diyorlar, öyle miydi, değil miydi, her neyse, benim gözümde Bayezid ve civan, hep Anadolu'da gördüğüm sevimli arastalann, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle beslenmiş, İstanbul’a yakışır bir agrandismanı gibi görün-
mûştür. Merkezi Bayezid Camii olmak üzere, dışa doğru birkaç daire içinde (bu yüzyıla kadar geçirdiği değişmeler de dikkate alınarak) medrese ve kütüphaneler.sonra Harbiye Nezareti'nden çevrilen Dârülfunun; başta Küllük olmak üzere herbirinin edebiyat ve basın tarihinde yeri olan kahvehaneler; hakkak, hattat, kâğıtçı, ciltçi, kitapçı, tabelacı, kırtasiyeci gibi entelektüel müşterilerin uğrak yerleri olan küçük esnaf ve ze-naatkârlar; daha da geniş bir dairede İstanbul'un bütün zengin ticaret dünyasının mallarını sergileyen Kapalı Çarşı, çadırcılar, diğer bir istikamette Çarşıkapı, Lâleli, Şehzadebaşı vs. hep bu tasavvur ettiğim İstanbul'un arastasını tamamlamakta idi.
Fakat asıl güzel, orijinal ve harikulâde olanı, hiç şüphesiz Sahhaflar Çarşısı'dır. Bilmiyorum, dünyanın hiç bir mabedi Bayezid Camii kadar, bir tarafını bu kadar zengin bir kültür hâzinesine yaslamış olmak gibi bir talihe erişmiş midir?
Doğduğum yer olan Edirnekapı ile Balat arasındaki mahalle Bayezid’e epey uzaktı. Fakat ben çocuk denecek yaşta, ortaokul sıralarında Sahhaflar'ın tiryakisi olmuştum. Bu yaşa gelinceye kadar ise Sahhaflar, Kapalı Çarşı ziyaretleri ve alış-verişleri için bir geçitti. Hemen her ayın ilk günlerinde annem ve ablamla beraber yaptığımız, özellikle bir erkek çocuk için o çok sıkıcı olan Kapalı Çarşı alış-verişlerinde benim bu refakatimin bedeli, çarşının kapısında, tablalar içinde altmış paraya (bir buçuk kuruş) satılan bir simitle, daha da özel günlerde çarşı içindeki Çukur Muhallebici'de yenilen döner kebap olur-
du. Çünkü bu çarşı ziyareti birkaç saat değil hemen bütün bir gün sürerdi. Fakat bu çarşı günlerinde asıl kazancım, hafızama ve şuuraltıma iyice yer etmiş olduğunu çok sonraları anladığım Sahhaflar sokağını tanımam olmuştur. Kapalı Çarşı'ya girip çıkarken şimdi olduğu gibi o zaman da çok defa Sahhaflar'ın içinden geçilirdi. 1950 veya biraz daha önce geçirdiği büyük yangın felâketinden sonra bugünkü halini alan Sahhaflar o zaman üç-dört metre genişliğinde bir sokaktan ibaretti. Herbiri en fazla iki metre eninde, derinliği de o kadar olan belki otuz-kırk kadar dükkân bu sokağın iki tarafında sıralanırdı. Kalın kütüğünden epey yaşlı olduğu belli bir asma, yazın sıcak günlerinde taze yapraklarıyla sokağın üzerini örter ve sokağa tatlı bir loşluk verirken iki yandaki sahhaf dükkânlarını da aralannda rekabeti olmayan, çok defa babadan oğula devredilen dostluk bağlarıyla birbirine kenetliyordu.
Bu sokaktan, bütün ilkokul yıllarım boyunca, bu çarşı alış-verişleri dolayısıyla kimbilir kaç defa geçtim. Bu dükkânların ne olduğunun ne zaman farkına vardım, ne zaman yakınlanma sordum, hatırlamıyorum. Fakat bir süre sonra nadiren genç, çoğu orta yaşın üzerinde bir takım insanlann bunların önlerindeki peykelere serpilmiş kitaplan karıştırdıklarının, bazan çömelerek yerden aldıkları bir kitabın sayfalarını ağır ağır çevirdiklerinin, bazan da dükkânın kapısında sahhafla uzun süreceği anlaşılan bir sohbete daldıklarının dikkatimi çektiğini biliyorum. Bununla beraber Sahhaflar çarşısı benim için daha
uzun yıllar kitap alış-verişi yapamayacağım, sadece teşhir ettikleri şeylerin değerli olduklannı sezdiğim fakat henüz anlamadığım seyirlik bir müze olarak kaldı. Berikilerin herhangi bir müşteri, ötekilerin ise hiç de esnaf olmadıklan-na ne zaman karar verdim, hatırlamıyorum. Bu konudaki hatıralanmın bu kadar müphem ve vuzuhsuz olması, kitaplann büyülü dünyasına ait duygularımın yavaş yavaş gelişmiş olmasından, bir de o zaman kendi şuurumu kontrol edecek bir yaşta bulunmayışımdandır.
Ortaokul sıralannda iken bayağ kendi kendime Sahhaflar'a gider olmuştum. Kendi sınıfımda. nadirattan bir mahlûk gibi, eski harfleri bilen, iyi de bir kütüphanesi olan bir arkadaşımdan tedarik ettiğim bir elifba sayesinde eski yazıyı okuyarak, biraz da yazarak sökmeğe muvaffak olmuştum. Bu, Cumhuriyet devrinde, eski harflerimizin son yıllarında hattat Hamid Bey'in (Aytaç) tertip ettiği son elifbalardan biriydi, işte Sahhaflar çarşısının benim için ikinci safhası o zaman başladı. Resimli kıraat kitapları, kolay okunur cinsinden tarih kitapları, polis, macera, seyahat romanları... Derken kitaplar kitaplan kovalayıp durdu.
Yaşı altmış civarında veya daha genç olup da eski kitap meraklısı olan herkesin, benim bu maceramı az-çok farklı bir şekilde de olsa yaşamış olduğunu tahmin ederim. Ama benim gibi yaşı yetmişi bulanların hatırlayacakları Sahhaflar çarşısı daha başkaydı. 1950'de geçirmiş olduğu yangın, eski harflerle basılmış kitap dünyamızın ve yazma eserlerimizin başına gelen
galiba en büyük felâketlerden biridir. Bugünkü Sahhaflar ise, bu yangından sonra restore değil, bambaşka bir şekilde, biraz Osmanlı mimarîsini andıran yeni binalardan kurulmuştur. O kaybolan kitaplar dünyasının yeniden kurulması da, bir hayli boşluktan sonra ancak bugünkü imkânlarına erişebilmiştir. Bugünkü imkânlarına diyorum, çünkü yine eskilerin çok iyi hatırlayacakları gibi bugün Sahhaflar Çarşısı, büyük çapta yeni kitapların, ders kitaplarının hatta kırtasiye malzemesinin satıldığı bir pazar olmuştur
Osman Nuri Ergin'in İstanbul Şehri Rehberinde Sahhaflar, Kapalı Çarşı içinde bir sokağın adı olarak görülür. Bugünkü Sahhaflar Çarşısı ise "Hakkâklar Sokağı" olarak görünmektedir. Kimbilir ne zamandanberi Sahhaflar Çarşısı olmuştur?
Yangından önceki Sahhaflar Çarşısı da bugünkünün yerindeydi. Birbirine paralel iki sokaktan teşekkül ediyordu. Bayezid'den girildiğine göre sol tarafa ve biraz geriye doğru olan sokakta, hatırladığım kadar, kitapla ilgili bir dükkân yoktu. Burada umumi tuvaletler ve birkaç bakırcı dükkânının varlığını biliyorum. Asıl sahhaflar ise dar ve uzun bir koridor halinde sokağın alt ucuna kadar uzanıyordu.
O yıllarda benim tanıdığım ve şimdi de hatırladığım birkaç kitapçı arasında galiba en profesyoneli Nizamettin Bey'di Daha o zamanlarda bile, gelen yabancı müşterilere meramını anlatacak kadar birkaç dille, şüphesiz bir kitapçı-
ya yetecek seviyede konuşurdu. Bu zat, îbnül'Emin Mahmud Kemal tnal'ın Hoş Şada kitabını ikmal eden Avni Aktuç'un da kardeşiydi. Her ikisi de Yenişehirli Avni Bey'in torunla-nydı. Nizamettin Bey'in dükkânında pek yazma eser yoktu. Buna mukabil Türkiye ile ilgili yabancı tarih ve seyahatnamelerin zengin olduğu muhakkaktı. Müşteri olmadığı saatlerde kapı komşulanyla bağıra çağıra tavla oynamak en büyük zevkiydi. Onun yanıbaşında İsmail Hakkı Bey'in dükkânı vardı. Muzaffer Hoca (Ozak) cüsseli yapısı ve gür sesiyle Sahhaflar'ın hoşsohbet tiplerinden biriydi. O sırada henüz asistan olan Profesör Faruk Sümer'i, kendisine yahut kardeşine ait bir küçük bir dükkânda sık sık görürdüm. Eski alay müftüsü Şakir Hoca (Çörüş) daha çok dinî kitaplar bulundururdu. Daha yakın zamanlarda vefat eden Necati Bey'in kayın pederi Raşid Efendi de eski sahhaflardandı. Necati Bey, ona vâris oldu ve ölünceye kadar onun adı yazılı tabelayı dükkânının üzerinde indirmedi. Tokgözlü, herkesin ihtiyacını karşılayan Necati Bey, orta halli kitap müşterisini en kolay memnun eden bir kitapçıydı. Tanıdığı müşterisini içeri alır, o merdivenlere tırmanıp raflardan kitap seçerken, kendisi de çok defa bir hasır sandalye çekip kapısının önünde otururdu. Hulusi Efendi tabela yazar, mürekkep, kamış kalem, lika gibi hat malzemesi satardı. Onun oğlu Ekrem Karadeniz de sahhaf oldu. Gözleri iyi görmeyen Ekrem Bey'in başka bir meziyeti Türk musikisi üzerine nazarî bilgilere de sahip olmasıydı. İş Bankası yayınlan arasndan çıkan Türk Musikisi
Nazariye ve Esasları adlı hacimli eser bu müte-vazi sahhafın eseridir.
Burada asıl bahsedilmesi gereken bir sah-hafı unutmamalıyım:Raif Yelkenci. Ben onu tanıdığım yıllar "Şeyh'üs-Sahhâîîn17 idi. Yani sah-hafların en yaşlısı, daha doğrusu kıdemlisi. Şimdi alafranga tabirle "duayen" deniyor. Raif Bey'in dükkânı Sahhaflar Çarşısı içinde değildi. Sah hafların alt ucundan çıktıktan sonra hemen Kapalı Çarşı duvarına bitişik, Çarşı'nın Bitpazan kapısının birkaç dükkân solunda bulunuyordu. Raif Bey sahhaf mıydı? Buna bugün de karar veremiyorum. Esnaf değildi, bu muhakkak. Bir Osmanlı aydını idi. Pek çok araştırmada onun bilgisinden istifade edildiğini ilgililer bilir. Pek-çok ’önsöz'de de, bilgisini ve elindeki yazmaları esirgemeden veren bu âlicenap insanın adı geçer. Günde bir veya iki kitap satar mıydı, bilmem. Ama pek çok kitap meraklısının, tarihçinin, edebiyatçının onun rahle-i tedrisinden geçtiğini söylemekte mübalağa yoktur. Belki bizim yetişemediğimiz asıl sahhaflık buydu. Kendisinin de birkaç yazısının bulunduğunu biliyorum. Beni Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki hattat Halim Hoca'ya, elime "Hamil-i kart..." diye başlayan bir kart tutuşturarak meşk için tavsiye eden de oydu.
Levh-i mahfüz-ı sühandir dil-i pâk-i Nefi
Tab’-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhaf değil diyen Nefi, kendi temiz gönlünü Levh-i Mahfuz'a benzetip, dostlannınki gibi sahhaf dükkânı olmadığını söylerken dostların gönlünü olduğu
kadar sahhaflan da yermektedir. Ama Nefi burada şimdi sahhaf dediğimiz kitapçıları değil, eski kâğıt satan dükkânları kasdetmiştir.
Gönül dostlarının dergâhı olan bu geçmiş zaman sahhaflan da, onların o kâğıt ve mürekkep kokulu, loş hatta izbe dükkânlan da burnumda tütüyor.
GEÇMİŞ ZAMANLARDA BİR BABIÂLİ
Batı ülkelerinde pek çok ticarethane gibi kitapçıların çoğu da bir geleneği devam ettirir ve bir müessese olmanın tarihini taşırlar. Yüz, yüz elli hatta ikiyüz senelik gazeteler, dergiler ve yayınevleri yanında dededen torunlara devredilmiş ne kadar kitapçı dükkânı da vardır. Hiç unutmuyorum, Paris'te bulunduğum 1965 yılında, hocam rahmetli Nurettin Topçu, Fransa'da basılmış olan doktora tezini satılmak üzere 1934'te teslim ettiği bir kitapçıya uğramamı ve mevcudu varsa kitabından yirmi nüshayı kendisine göndermemi istemişti. Vrin yayınevi, Sor-bonne meydanına bakan, mütevazi fakat kendi çapında şöhretli bir kitapçıydı. Kitabın basıldığı tarihten otuz küsur yıl geçmiş olarak uğradığım-
da bu anlaşmanın müteveffa babası zamanında yapılmış olduğunu, o zaman ait evraka bakması gerektiğini söyliyerek gazete boyutlarında, siyah ciltli koca bir defteri açarak 1934'teki kayıtları gösterdi. Teslim alman, satılan, kalan mikdarla-n gösteren rakamları beraber okuduk. Ve benim sözlü ifademe güvenerek yirmi nüshayı teslim etti, not olarak da defterde, kime verildiği hanesine "ami de l'auteur" (müellifin dostu) ibaresini düşürdü. O tarihten bir on beş yıl sonra 1978'de Paris'e gittiğimde aym yayınevi, başka varislerin elinde, yine kayıtlarına itina ederek mesleğine devam ediyordu.
Bunu hem müesseselerin devamlılığını, hem de aradan neredeyse yarım yüzyıl geçen bir hesabı verebilmenin faziletini düşündürmek için yazdım. Bu ticarî kayıtların yokluğu bir tarafa, bizde elli yıldır ayakta durabilen acaba kaç kitapçı kalmıştır?
Adı Ankara Caddesi olmakla beraber eski-denberi Babıali diye bilinen yokuş, 1940'h yıllarda da bugünkünden daha canlı basın-yayın merkeziydi. Büyük Postahane'nin köşesinden başlayan yokuş ve buraya açılan hemen bütün ara sokaklar sağh sollu, dükkânları ve hanlany-la hep gazete ve dergi idarehaneleri, matbaalar, klişeciler, kırtasiyeciler ve kitapçılardan ibaretti. Zaten Babıali denildiği zaman yalnız Ankara caddesi değil, civarındaki sokaklar da kasdedil-miş olurdu.
Balat'ta olan evimiz BabIali'ye epeyce uzaktı. Hiç olmazsa benim yaşımda bir ilkokul çocuğu
için. Bu gibi uzak sayılan semtlerden, aylık ihtiyaçlar için Eminönü ve civanna çok defa aybaşlarında gidilir ve adına "İstanbul'a inmek" denilirdi.
Çocuk yayınlarının az olduğu o yıllarda evde Yavrutürk, biraz daha sonra Binbir Roman dergileri ve bunların kitap çapındaki özel sayıları artık yetmemeye başlamıştı. On İki Çocuk Hikâyesi, Bir Eşeğin Hatıratı, Büyük Dünya Romanı, Balabancık, Kara Korsanın Peşinde gibi macera romanları defalarca okunmaktan yıpranmıştı. İlkokul son sınıfındayken bir arkadaşımdan bulduğum Mişel Strogof bana Jules Verne'in dünyasını araladı. Kitabın kapağında okuduğum diğer eserlerini de almaya karar verdim. Semtimizde gazete, dergi bayii var idiyse de kitapçı yoktu. Böylece on bir yaşımda tek başıma İstanbul içinde hayatımın ilk uzun yolculuğunu yapmaya cesaret ettim. Salmatomruk yokuşunu tırmanarak Acıçeşme'ye çıktım. Kırmızı-Beyaz tabelalı Edirnekapı-Sirkeci tramvayının nazlı seyriyle ve üç kuruşluk öğrenci biletiyle herhalde 45-50 dakikalık bir yolculuktan sonra Sirkeci'ye indim. Büyük Postahane'yi geçince, daha Babıali yokuşu başlamadan, hemen köşeye yakın, bir buçuk metre kadar eninde uzunca bir kitapçı dükkânına, çekingenliğime uygun bularak daldım. Şansıma, aradığım Jules Verne serisinin ilk kitabı Doktor Oks vardı, elli kuruşa aldım ve daha fazla dolaşmaya cesaret edemiyerek geldiğim gibi tramvayla döndüm.
Artık BabIali'ye alışmıştım. Hem yeni hem de kullanılmış kitap bulunduran o küçük kitap-
çı dükkânı da ilk gözağrısı gibi yıllarca devam ettiğim, raflarını rahatça karıştırdığım bir mekân oldu. Adı Yıldız Kitabevi'ydi. Sahibi de Hüseyin Yıldız adında yaşlıca bir adamcağızdı. Birkaç gidişimden sonra BabIali'nin diğer kitapçılarına da rahatça girip çıkma cesaretini kazanmıştım. Zaten ortaokul öğrencisi olmuştum.
O günkü BabIali'den bugüne neler kaldı? Hatırladıklarımı ve onlardan satın alarak ilk kütüphanemi oluşturan kitapları anlatacağım.
Yıldız Kitabevi'ni geçerek asıl Babıali yokuşunu çıkarken sağda ilk hatırladığım kitapçı, vitrininde "İkbal Kütüphanesi. Sahibi: Hüseyin" yazılı bir tabela bulunan bir dükkândı. Osmanlı devrinin meşhur yayıncılarından biri olduğunu yıllar sonra öğrendiğim zaman Hüseyin Bey çoktan vefat etmişti. O yıllarda kâğıtçıların çoğu Yahudi, kitapçıların da önemli bir bölümü Ermeni idi. İkbal Kütüphanesi'nin üst tarafında, kapısının iki yanındaki vitriniyle oldukça büyük bir dükkânda Garbis Fikri'nin meşhur İnkılâp Kita-bevi bulunuyordu. Rudyard Kippling'in Çengel Hikâyeleri ile İskender Fahrettin'in Cengiz ve Oğullan, Kubilay Han gibi tarihî romanlannı oradan almıştım. Zamanla adı ve yeri değişmişse de varisleri tarafından halen devam ettirilen nadir yayınevlerinden biridir. Birkaç dükkân yuka-nda yine Kayserili bir Ermeni olan Semih Lütfî'-nin bu adla veya Erciyes yahut Sühulet Kitabevi diye de bilinen dükkânı bulunuyordu. Necip Fa-zıl'ınkilerle beraber bir dönemin kalburüstü edebî eserlerini de yayınlayan Semih Lütfi zarif bir kitap esnafıydı aman öldükten sonra tezgâhının
başına geçen kansı müşteriyi âdeta azarlayan ve kaçıran suratsız bir kadındı. Meşrutiyet'ten önce kurulmuş ve yakın yıllara kadar devam eden Kanaat Kitabevi ise İlyas Bayar adında bir Yahudi'ye aitti.
Arada hangi kitapçılar vardı, hatırlayamıyorum. Ama Garbis Efendi'nin Gayret Kitabevi'ni, birkaç dükkân arayla da ağabeyi Misak'm Zaman Kütüphanesi'ni iyi hatırlıyorum. Özellikle Garbis Efendi'nin tasavvuftan anlar, musikiye meraklı, kanun çalan zarif bir zat olduğunu ve kendisinin yayınladığı Samiha Ayverdi'nin ilk eserlerini bu tok gözlü Osmanlı Ermenisinden aldığımı belirtmek isterim.
Yine Yokuş'un sağ tarafında, özellikle eğitici mahiyette pek çok yayını olan, biraz içerlek ve geniş vitriniyle Muallim Ahmet Halit Kitabevi yer alıyordu. Onun hemen yanında, belki kimsenin hatırlayamıyacağı, fakat benim orta okul yılla-nmda severek ve merakla okuduğum Avanza-de'nin Monte Kristo tercümesini fasikül fasikül yayınladığı için unutamıyacağım daracık, küçük bir dükkân ise Net Kitabevi adını taşıyordu. Yine aynı sırada, o yıllar için epey müstehçen sayılmış Pitigrilli tercümelerini yayınlamakla meşhur İnsel Kitabevi'ni ise bir gün karşılaştığım vitrini dolayısiyle unutamıyorum. 1948 yılının Büyük Doğuîarında, "Adesenin gözüyle" başlıklı sütunlardan birinde însel Kitabevi'nin baştanbaşa Pitigrilli'nin fotoğraflarıyla doldurulmuş vitrininin fotoğrafı konmuş, altına da "Bakınız, dünyanın en sefil kalemi olan Pitigrilli nasıl azizleşti-rilmiştir" diye bir cümle yazılmıştı. Dergiyi oku-
duktan birkaç gün sonra tecessüsle însel Kita-bevi’ni görmeğe gittim. Gördüğüm şey şu oldu: Vitrine Büyük Doğu dergisinin o sayfası açılarak cama yapıştınlmıştı. Üzerinde de herbiri parmak büyüklüğünde kapital harflerle yazılmış şu ilân vardı: "Şükranla karşıladığımız bedava bir ilan dolayısiyle: Yüzünün bütün hatları göbek atan çeyrek porsiyon bir dahinin, zekâsına haset çektiği Pitigrilli'ye Büyük Doğu'sunda tahsis ettiği köşenin resmidir".
Avni İnsel'i teşhir eden Necip Fazıl mı haklıydı, yoksa bu teşhiri gerçekten reklama çevirerek Pitigrilli kitaplarının satışını arttırdığı muhakkak olan Avni însel mi? Birşey diyemiyorum. Yalnız Gayret Kitabevi sahibi Garbis Efendi'nin belki az kazanan fakat daha haysiyetli bir kitapçı olduğuna şimdi daha çok inanıyorum.
însel kitabevinin hemen üst tarafında o zamanlar, belki şimdi de BabIali'nin en büyük ve gösterişli binası gelir. Burası Hakkı Tarık Us ve kardeşleri Haşan Rasim ve Asım Us'un çıkardıkları epey popüler, satışı da bol olan Vakit, Zaman, Kurun (üçü de aynı mânâda), Haber gibi gazetelerin idarehanesi idi. Dört katlı, galiba oymalı şahnişinleri, caddenin her iki tarafını görebilen pencereleri bulunan binanın adı da Vakit Yurdu idi. Bu bina hafızamda, lise ilk sınıfında öğrenci iken, bir davetiye götürmek için îlhanıi Safa'nın adresini bulmak maksadıyla, Vakit gazetesinde yazı yazan kardeşi Peyami Safa'yı bu binanın karmaşık odalarında aradığım için yer etmiş. Bunun dışında bir ilişkim olmadı.
Millî Eğitim Bakanlığı'nın yayınevi galiba hemen o binanın yanında bulunuyordu. Burası kaliteli, ucuz, ayrıca öğrencilere yaptığı tenzilatlı satışlarıyla ve o yıllarda ders kitaplarının dışındaki önemli ve bol yayınlarıyla müşterisi bol bir dükkândı. İlk çıkışlarından birkaç yıl sonra takip etmeğe başladığım Türk (ilk birkaç cildi İnönü Ansiklopedisi adıyla) ve İslam ansiklopedileriyle klasikler serisi başta olmak üzere en çok kitap aldığım yayınevi olmuştur. Birkaç dükkân yukarıda galiba artık İstanbul'un en eski kitap ve yayınevi olan Remzi Kitabevi vardı, halen de şubeler açarak faaliyetini sürdürmektedir. Yayınladığı telif ve tercüme pek çok kitap arasında "Dünya Muharrirlerinden Tercümeler" diye başlattığı dizi, Millî Eğitim Klâsiklerinden evvel bu alanda kaliteli ve zengin bir kütüphane teşkil etmişti. Küçük boydaki "Kültür Serisi” de değişik konularda, yetiştirici eserleri ihtiva etmekteydi. Remzi'den aldığım ilk kitaplar arasında Haşan Ali'nin Goethe'nin hayatını anlatan Bir Dehanın Romanı'yla İsmail Habip'in Avrupa Edebiyatı ve Biz'i hatırlıyorum. Lise yıllarımda da İbrahim Hoyi'nin tercümesi olan Tagor külliyatı başucu kitaplanmdı. Anatole France’ın Thaîs’i de (Nasuhi Baydar'ın tercümesi) delikanlı yaşlarımda beni büyüleyen, hatta ilk sayfalarını ezberlediğim bir roman olmuştu. Yine o yıllarda merakla takip ettiğim, Ömer Rıza Doğrul'un çıkardığı Selamet adlı dinî muhtevalı bir dergide tefrika edilen Ferideddin Attar'ın Şeyh San'an hikâyesiyle Thaîs arasındaki benzerlikler de dikkatimi çekiyordu.
Remzi Kitabevi'nin yanında Arif Bolat Kita-bevi bulunuyordu ki oradan da, okuduğum yıllarda bana epey tesir etmiş olan, yazarının adına bir daha Taslamadığım Marie Correlli'nin Uçurum adlı romanını almıştım. Çok sonraki yıllarda geniş hacmi, çekme ve bodrum katlarıyla dört katlı Dergâh Kitabevi de bu kitabevinin yerinde açılmıştı. Burası eğer yanılmıyorsam BabIali'nin gelmiş geçmiş en büyük kitabevi olmuştu.
Yokuş buradan sonra sağa kıvrılarak daha dik ve dar Cağaloğlu Yokuşu'nu teşkil eder. Asıl Ankara Caddesi ise bu sokağa sapmadan karşıya geçerek devam eder. Ankara Caddesi'nin o yakasında 1940'11 yıllarda nelerin bulunduğunu hatırlamıyorum. Demek ki benim yolum bu noktadan sonra daha çok Cağaloğlu Yokuşu idi. Bu dar yokuşun sağ başında çok defa kartvizit basan küçük bir basımevi vardı: Rıza Köşkün Matbaası. O tarihte burada, henüz adını bile duymadığım Beşir Fuad'ın evinin bulunduğunu ve hazin intihar olayının da bu evde geçtiğini nereden bilecektim? Bu evin karşısında da meşhur Saatli Maarif Takvimi'nin yayıncısı Maarif Kitabevi bulunmaktaydı. Buranın da vaktiyle OsmanlI döneminin maruf kitapçı ve yayıncılarından Ermeni asıllı Arakel Efendiye ait olduğunu, Beşir Fuad'ın bir dostuna, kendi evinin adresini verirken yaptığı tariften anlıyoruz. Cağaloğlu yokuşunda kitapçıdan çok kırtasiye ve matbaa malzemesi satan dükkânlarla matbaalar vardı. Şimdi de öyledir. Yalnız Maarif Kitabevi'nin yanında Faruk Gürtunca'ya ait Hergün gazetesinin
idarehanesi ve matbaası bulunuyordu. Yine Faruk Gürtunca'nın çıkardığı, ilk okul yıllarımın güzel dergilerinden olan olan Çocuk Sesi ve Afa-can'ın ise bu binada basılıp basılmadığını hatırlamıyorum. Bu yokuşun çıkarken sağ tarafında Acı Musluk ve Narlı Bahçe adlarını taşıyan, birbirine paralel ve devamında birleşen iki sokak vardı. Daha sonraki yıllarda karikatürist Cemal Nadir Güler'in ölümüyle Acı Musluk sokağına Cemal Nadir'in adı verildi. Sokağın köşesine de üzerine Cemal Nadir'in imzası ve o yıllarda çok meşhur olan kahramanı Amcabey'in bir karikatürü hakkedilmiş kırmızı bir sokak tabelası çakıldı. Bu galiba resimli ilk ve tek sokak tabelası idi. Bilmem ne zaman, tabelalar mavileşirken bu güzel hatıra da ortadan kalktı. Cemal Nadir'in çalıştığı Akşam gazetesi ile bir devrin en çok okunan magazin dergisi Yedigün de (ki daha sonra Hürriyet gazetesinin de ilk yıllardaki idarehanesi olmuştu) Acı Musluk sokağında idi.
Cağaloğlu yokuşu, sağ tarafta heyulâ gibi yükselen İran Konsolosluğu'nun duvarlarıyla son bulur. İstanbul'da bulunan pek çok konsolosluk gibi burası da Osmanlı döneminde elçilik binasıymış. Babıali'yi takip etmek için buradan yolun, yani Ankara Caddesi'nin karşı tarafına geçmek gerekir. Eğer Konsolosluğun önündeki Türk Ocağı sokağına sapılırsa sağ tarafta İstanbul Lisesi'nin abidevî yapısı görünür. Buradan geçerken hep, Molyer adapteleriyle şöhret yapan Âli Bey'in bir ara burada, ama lisede değil, Dü-yun-ı Umumiye'de "Direktör Âli" olarak müdürlük yapmış olduğunu hatırlarım. Saray Burnu
tarafından, denizden de dev gibi görünen bu yapı, Devlet-i Aliyye'nin ekonomik iflas yıllarını yaşadığı dönemde Avrupa'ya borçlarını ödemek üzere kurulmuş meşhur "Düyûn-ı Umumiye" binasıdır. Yaşı da yüzden fazladır. Yolu devam ederek ikiye ayrıldığı yerden sola doğru gidilince sağ tarafta, bugün bir işhanı olan yerde Yeni Sabah gazetesinin matbaa ve idarehanesinin bulunduğu, zamanına göre diğer gazetelerden daha gelişmiş binası vardı. Safa Kıhçhoğlu'nun çıkardığı Yeni Sabah, muhafazakâr kesime hitap eden, tirajı epey yüksek (bir ara hemen hergün noterlik vasıtasıyla zabıt tutturarak Hürriyet gazetesi ile tiraj yarışına da girecek kadar) bir gazeteydi. Özellikle Milliyetçiler Derneği ve Millet Partisi kapatıldığında iktidardaki Demokrat Parti hükümetine çok sert bir şekilde muhalefet yazıları yazan Şükrü Babanın başyazıları, 27 Mayıs hareketinden sonra da Ali Fuad Başgil'in makaleleriyle bu kesimin ilgisini çekiyordu. Safa Kılıçlıoğlu daha sonra Meydan adlı siyasi dergiyi ve Meydan-Larousse ansiklopedisini yayınladı.
İstanbul Lisesi'nin köşesinden sağa dönülürse Yeşildirek'e inen yolun hemen köşesinde, biraz yüksekçe olan bir düzlükte önce bahçe sineması iken daha sonra çalgılı bir gazino olan ve Sarayburnu köşesi istikametinde Boğaz'ı çok güzel gören Çifte Saraylar vardı. Vaktiyle Düyun-ı Umumiye binasını da içine alan Çifte Saraylar'ın kalıntısı olan bir yıkıntı hâlâ bu köşede durmaktadır. Çifte Saraylar’ın tam karşısında ise Cumhuriyet gazetesinin eski ahşap idarehanesi bulunuyordu. Vergi borcundan
dolayı yurt dışına kaçmış Matosyan adında bir Ermeni'ye ait bulunan bu konağın, Cumhuri-yet'in kurucusu Yunus Nadi'nin eline nasıl geçmiş olduğunun hikâyesini 1950'den önceki yıllardan birinde Fahri Kurtuluş adında bir doktor, eğer yanılmıyorsam Tasvir gazetesinde uzun uzun yazmıştı da, daha sonra Cumhuriyet işi laf kalabalığına ve şahsiyata dökerek Fahri Kurtu-luşün geçmişine, asıl adının Tatavla Fahri olduğuna dair epey hakaret dolu bir seri yazı yazmıştı. Bunun üzerine Fahri Kurtuluş'un açtığı dava sonunda Cumhuriyet, bir sayfa dolusu tekzip yazısı yayınlamak zorunda kalmıştı. Sonunun nasıl olduğunu hatırlayamadığım polemiği merak edenler gazete koleksiyonlarından takip edebilirler.
Yeşildirek'e inen yol üzerindeki Rüstempaşa Medresesi ise benim neslim için özel hatıraları "olan bir mekândır. Diğer odalarında yoksulların barındığı harap medresenin en büyük hücresi olan dershane kısmı Milliyetçiler Derneği’nin İstanbul şubesine tahsis edilmişti. 1950-1953 arasında faaliyet gösteren ve Türkiye çapında seksen küsur şubesi bulunan Milliyetçiler Der-neği'nin İstanbul Şubesi burada konferans, seminer gibi önemli ve verimli toplantılar yapmıştı. Benim de idare heyetinde görev aldığım dernek hakkında 1953'te, aylarca süren bir mahkemenin sonunda iddia edilen suçlardan hiçbirinin bulunamamasına rağmen, siyasilerin muhakkak kapatılması isteği doğrultusunda, nizamnamesindeki bir maddeye dayanılarak on lira ağır para cezasıyla kapatılma karan alınmıştı.
Yukanda bahsettiğim Yeni Sabah gazetesinde, Şükrü Baban'ın başyazılarından biri bu konuda şu başlığı taşıyordu: "Dağ fare doğurdu".
Türk Ocağı sokağından geri dönerek Konso-loshane'den yukarıya doğru devam edilince sağda bir devrin siyasi ve kültürel pekçok faaliyetlerine sahne olan Eminönü Halkevi gelir. Onun sağından da kısaca Şeref sokağı diye bilinen Şeref Efendi sokağına girilir. Bu sokağın sonuna doğru sol tarafta tarihî Tasvir-i Efkâr gazetesinin, gözümün önüne hep tek katlı büyük ahşap barakalar şeklinde gelen binası vardı. Karşısındaki bir binaya da epey sonraki yıllarda Güneş matbaası, Havadis ve Son Havadis gazeteleri yerleşti. Bu sokağa paralel olan Nuruosmaniye caddesinde ise Son Telgraf ve Gece Postası gazeteleri bulunuyordu.
Bu anlattıklarıma göre o yıllarda gazeteler ana cadde üzerinde değil, ara sokaklara dağılmış durumdadırlar. Şüphesiz benim bilmediklerim veya unuttuklarım da olmalıdır. Gazetelerin basıldığı saatlerde ise bu matbaaların kapılan bir başka âlem olurdu. Sabah gazetelerinin çıkış saatini görmek için gece yanlan oralarda bulunmak gerektiğinden onlan bilmiyorum. Ama o zamanlar diğerlerinden daha ucuz, sansasyon haberlere daha çok yer veren bir takım akşam gazeteleri ikindiye doğru baskılannı tamamladıkları için matbaa önlerindeki bu farklı dünyaya birkaç defa şahit olmuştum. Kapıların önünde çoğu on iki-on beş yaş arasında onlarca çocuk, soğuk, yağmurlu kış günlerinde bile sırtlannda yırtık, yamalı elbise, çoğunun ayakları çıplak,
gazetelerin çıkışını bekler, onları omuzlarına asılmış karton ciltlerin içine doldurur, artık ilk alanlar hangileriyse, onlar kendini ötekilerden daha şanslı görmenin sevinciyle ayaklan şap şap taşlar üzerine vurarak, caddelere, sokaklara dağılır, gazetenin ilk sayfasındaki haberlerden birkaçını, biraz da alıştıkları mübalağalarla bağ-nşa çağnşa satmaya çalışırlardı. Bunlara gazete mûvezzi denirdi. Anlaşılan o yıllar, gazete satan büfelerin sayısı fazla değildi.
Şimdi yine Babıali'ye gelmek için İran Konsolosluğu önüne dönelim. Konsolosluğun tam karşısında simetrik mimarisiyle Millî Eğitim müdürlüğü yükselir. Burası Osmanlı döneminin Maarif Nazırlığı'dır. O yıllarda iki taraflı mermer merdivenlerinden binanın ikinci katındaki giriş kapısı kullanılırdı. Sonraki yıllarda yolun genişletilmesi için bu giriş ve merdivenler yıkılmıştır. Bu binanın alt tarafında 1940'h yılların sonlarına doğru yeni açılan, o zaman göre BabIali'nin en pahalı ve şık kitaplarını, özellikle tıp ve hukuk fakültelerinin ders kitaplarını basan İsmail Akgün yayınevi vardı. Yokuş'un bu sırasında, İstanbul Valiliği'nden önce hatırladığım tek bina, Vilâyet'in hemen karşısındaki İzettin Han'dır. İç içe geçmiş iki küçük odasıyla Türk Kültür Oca-ğ'nın lokali olmasaydı her halde bu hanın hafızamda yeri kalmıyacaktı. 1946'da kurulmuş olan Türk Kültür Ocağı, daha sonraki yıllarda muhafazakâr milliyetçi akımın odak merkezlerinden olan Milliyetçiler Derneği'nin çekirdeği idi. Ben 1948 ve 1949 yıllannda devam ettiğim sıralarda önce yüksek mimar Sedat Çetintaş,
sonra da o yıllarda üniversitede asistan olan Faruk Kadri Demirtaş (daha sonra Timurtaş) Ocağın başkanı olarak bulunuyordu. Fazla dışarı açılmayan, yetiştirici seminer ve toplantılarında Fethi Gemuhluoğlu’nu, Rahmi Eray'ı, Gökhan Evliyaoğlu'nu tanımış olmamın benim için ayrı bir kazanç olduğunu burada hatırlatmak isterim.
İstanbul Valiliği binasının, Osmanlı döneminde sadrazamlık olduğunu, yani Devlet-i Aliyye'nin idare merkezi olan asıl Babıali olduğunu söylemeye gerek var mı? Semte adını verdiren, zamanla ve hâlâ basın-yayın merkezi manasını kazanmasını sağlayan da bu binadır. Hemen önünde, cadde üzerinde bulunan ve Babıali mescidi de denilen Naili Mescit'te benim bildiğim zamanlarda imam bulunmamakta, basın-yayın esnafından bir hayır sahibi teberrüken namaz kıldırmaktaydı. 1947-1948 yıllarında kendi adını taşıyan matbaa sahibi Burhanettin Erenler, Naili Mescit'te yazın öğle ve ikindi, kışın akşam (yani sadece iş saatlerinde) namazlarını kıldırdığını biliyorum. Mekânın özelliği dolayısıyla muhtemelen sabah ve akşam vakitlerinde kapalı olmalıydı.
Sadaret Dairesi'nin yani Vilayet'in bittiği noktada üç katlı, ahşap, muhtemelen eski bir konaktan çevrilme Türkiye Yayınevi vardı. Daha okula gitmeden aldığım ilk gözağnm, ilk çocuk dergim olan Yavrutürk’ü, biraz daha büyüyünce okumağa başladığım Binbir Roman'ı, benim alamadığım fakat buldukça okumaktan zevk aldığım, daha büyük çocuklar için çıkan Ateş'i, Yav-
r
rutürk kapandıktan sonra onun yerine çıkan, fakat artık orta okul öğrencisi olduğum için benim takip etmediğim Çocuk Haftası'nı, epey sürekli çıkmış kaliteli bir sinema dergisi olan Yıldız’ı hep bu yayınevi çıkarırdı. Sahibi Tahsin Demiray heyecanlı bir Türkçü idi. Bu dergilerin dışında Nihal Atsız'ın, Abdullah Ziya Kozanoğlu'-nun tarihî romanlarını, yakın tarihimiz için çok değerli ve önemli bir hatıra koleksiyonu olan Canlı Tarihler'i, Kâzım Karabekir’in İstiklal Har-bimiz'ini, İsmail Hami Danişmend'in Osmanlı Tarihi Kronolojisi'ni de hep Türkiye Yayınevi çıkarmıştı. 1950'den sonraki siyasi hareketler arasında Remzi Oğuz'la beraber Tahsin Demi-ray'ın da kurucuları arasında bulunduğu Köylü Partisi, daha sonra Millet Partisi ile birleşerek bugünkü MHP'nin çekirdeği sayılabilecek Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi haline gelmişti. 196l'de de Adalet Partisi'nin de kurucuları arasında yer alan Tahsin Demiray milletvekili de olmuştu. 197l'de öldükten bir süre sonra yayınevi eski canlılığını kaybetmiş, depoda mevcut eski kitapların satışı da Yeşildirek'te bir hanın altındaki küçük bir dükkânda birkaç yıl sürmüştü. Ben de, yaşımın kırkı çoktan geçtiği yıllarda eski gözağnsı Yavrutürk'ün on iki ciltlik, Binbir Roman Özel Sayıları'nın da altı ciltlik koleksiyonunu orada bulup nostaljik bir hatıra olarak almıştım.
Türkiye Yayınevi'nin birkaç dükkân alt tarafında, dar bir binanın ikinci katında Turgut Ata-soy'un çıkardığı İstanbul dergisinin bürosu vardı. Döneminin oldukça kaliteli bir edebiyat ve
sanat dergisi olan İstanbul'da aylık kritik yazılar yazan Faruk Timurtaş'ın uzun bir süre için Avrupa'ya gitmesi üzerine, onun bıraktığı sayfalarda benim de ilk kalem denemelerim çıkmaya başlamıştı.
Ankara Caddesi'nin bu kaldırımı, kitapçı sayısı bakımından karşısı kadar zengin değildi. Türkiye Yayınevi'nden en az sekiz-on dükkân sonra, hatırlayabildiğim ilk mekân da kitapçı değil, Reşat Ekrem Koçu'nun 1944'te yayınlamaya başladığı ilk seri İstanbul Ansiklopedisi’-nin bürosu idi. Reşad Ekrem'in ve bu ansiklopedinin benim kitap maceram içindeki yerini Silik Fotoğraflar kitabımda anlattığım için burada uzun uzun üzerinde durmayacağım. Caddeye vitrini bulunmayan ve ev olarak yapıldığı belli olan üç katlı binanın giriş katında galiba iki yahut üç odalık bir daire İstanbul Ansiklopedi-si’ne atti. Burası ansiklopedinin hem madde arşivi, hem de basılı nüshalarının deposu olduğundan yerden tavana kadar hatta zemini bile ayak basacak yer kalmayacak kadar kitap, kâğıt, evrak doluydu. Kısacık boyu ve kalın çerçeveli gözlüklerinin arkasından fıldır fıldır bakan gözleriyle kâğıt ve kitap yığılı bir yazıhanenin ucundan kafası görünen Reşad Ekrem Koçu galiba bazı geceleri de burada geçirirmiş.
Bunun hemen yanında Burhanettin Erenler matbaası vardı. Daracık bir yazıhane ile bodrum katında bulunan epeyce ilkel bir matbaa makinesinden ibaretti. O yıllarda matbaaların çoğunda entertip ve linotipe geçilmiş olduğu halde, burada dizgi halâ el ile yapılıyordu. Burasını
tanıyışım, Nurettin Topçu'nun Hareket dergisinin 1947 başlayan ikinci döneminin bu matbaada basılması, benim de tashihlerine yardımcı olmam dolayısiyledir. Matbaanın sahibi Burhanet-tin Bey Bektaşi-meşrep, bir kolu çolak bir zat idi. O yıllarda da, yukarıda bahsettiğim, imam kadrosu olmayan Naili Mescitte teberrüken imamlık yapmaktaydı.
Biraz daha aşağıya doğru bu kaldırımın en büyük ve BabIali'nin en eski Türk kitapçılarından biri bulunuyordu: Hilmi Kitabevi. Burası da benim orta okul yıllarından itibaren dadandığım kitabevlerinden biri olmuştur. Pol ve Virjini’yi, Hintli Kulübesi'ni, daha sonra eski harfleri öğrendiğim yıllarda Ahmed Refik'in kitaplarını hep ondan almıştım. O yıllara göre bile inanılmaz derecede ucuz kitapları vardı. Bence BabIali'nin en tokgözlü, galiba en entelektüel kitapçısı idi. İbrahim Hilmi Çığıraçan OsmanlI'nın İkinci Meşrutiyet yıllarından sonra yaşadığı en sıkıntılı döneminde halkı ve gençleri uyandıncı millî ve ahlâkî eserler yazmıştır. Hüseyin Rahmi'nin ki-taplannın hemen tamamını da o yayınlamıştır. Yine bütün eserlerini yayınlamak suretiyle tanınmasında hizmeti geçtiği Abdülhak Şinasi Hi-sar'ı, dükkânın bir köşesinde Hilmi Bey'le yavaş sesli bir sohbete dalmış olduklarını da birkaç defa görmüştüm. Hilmi Kitabevi'nde, kendi bastırdığı eski harfli kitaplar da, özellikle 1945'ten sonraki nisbî serbestlik yıllarında epey ucuza bulunuyordu. Ahmed Refik'in iyi kâğıda basılmış, çok güzel deri ciltli Büyük Tarih-i Umumi'si de 1950'den sonra bile altı ciltlik takım halinde,
yanılmıyorsam altı liraya satılıyordu. Unutamadığım bir hadise de yaşı sekseni geçtiği yıllarda Konya Lezzet Lokantası'nın, elli yıllık müşterisi olarak Hilmi Bey için devrin kalburüstü bütün yazarlarını davet ettiği bir ziyafet vermiş olmasıdır. Artık ne İbrahim Hilmi gibi yayıncı ve kitapçı, ne de Konyalı gibi kadirbilir lokantacı kaldı.
BabIali'nin zaten fazla kitapçı bulunmayan ve çoğu kahvehane, otel, lokanta gibi esnafın yer aldığı bu kıyısında son hatırladığım yer, Lütfı Erişçi'nin kitabevidir. Kitabevinin adını hatırlamıyorum. Yalnız Ankara iş hanının giriş kısmında ve cadde üzerinde bulunduğu biliyorum. Be-şir Fuad çalışmalarım sırasında Mehmet Kaplan, Lütfı Erişçi'nin konuyla ilgili önemli bir makalesi bulunduğunu, gençlik yıllarından beri belli bir seviyede arkadaşlıkları olduğunu ve kendisini arayarak yardımını isteyebileceğimi söylemişti. Bu vesileyle Lütfi Erişçi'ye gittim. Kaplan'ın da selamını söyleyerek konuyu açtım. 1940 yılında Küllük diye tek sayı çıkabilen bir dergide "Beşir Fuad Kimdir?" başlıklı bir makale yazdığını, dergi toplatılmış olduğu için kolay bulamayacağımı, eğer istersem, orada gerekli notlan almak üzere gösterebileceğini söyledi. Dergiyi getirdi ve dükkânın üzerindeki çekme katta bir masa ve sandalye göstererek çalışmamı söyledi. Fotokopinin henüz olmadığı o yıllarda (1960 olacak), o uzun yazının tamamını kopya ettim. Makale gerçekten Beşir Fuad üzerine ilk ciddi yazılardan biriydi. Ne var ki marksizmle malûl idi ve Beşir Fuad'ın sadece materyalist oluşunu vurguluyor, gereksiz bir zaruret-sefalet
teması işliyordu. Lütfı Erişçi'nin hayatı hazin bir şekilde sona erdi. 1971'de, kitabevinde çalıştırdığı, daha sonra işten attığı söylenen çırağı tarafından vurularak öldürüldü.
İşte elli-altmış yıl önceki BabIâli'den ve geçmiş zaman kitapçılarından hatırladıklarım.
Oi saltanatın ye iler eser şimdi yerinde
İstanbul değişiyor. Dünyâda hiçbir büyük ve târihi şehrin başına gelmeyen bir felâketle değişiyor. Artık o güzel semtler, mahalleler, sokaklar hattâ o güzel insanlar kalmadı. Yarım asır önceki bu başka İstanbul'u M. Orhan Okay’ın akıcı üslûbu ve usta kaleminden okuyacaksınız.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder