Çağlayanlar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI : 738
MÜFTÜOĞLU AHMED HİKMET
ÇAĞLAYANLAR
Hazırlayan
Dr. Fethi TEVETOĞLU
1000 TEMEL ESER DİZÎSÎ : 63
Kapak Düzeni: Saim ONAN
Onay: 33.1987 tarih ve 928.1-763 sayı.
İkinci baskı, Mayıs 1987
Baskı sayısı: 5.000
Sevinç Matbaası-ANKARA
ÇAĞLAYANLAR
İÇİNDEKİLER
Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Çağlayanlar...... VII-XV
Pâdişâhım Alınız Menekşelerimi, Veriniz Gülümü .
Gözyaşı Çeşmesi .................................
Matemin Kuvveti............................ ...
İnci.............................. ...............
Yakanş............... ...........................
Müftüoğlu Ahmed Hikmet'in Kitaplarında Bulunmayan Hikâyeleri...........................
Âdem Bey’le Havvâ Hanım........................
Bekir île Tekir....................................
Dalâlet ..........................................
Nûr-u Siyah.......................................
Asil Ecnebi.......................................
Cesaret Et, Oğlum Tayyareci ol!..................
Sözlük.............................................
136
140
145
148
151
153
159
167
174
182
190
201
Müftüoğlu Ahmed Hikmet (3 Haziran 1870 - 19 Mayıs 1927) ve
Çağlayanlar
3 Haziran 1870 Cuma günü akşamı saat onbiri iki dakika geçe, şâir Yahyâ Sezai Efendi’nin Süleymâniye’-de, Dökmeciler'deki evinde dünyaya gelmiş olan Ahmed Hikmet, hem anne Ye hem baba tarafından şâir ve müftüler yetiştirmiş bir âlim, fâzıl ve san'atkârlar âile-sinin evlâdı idi. Yaradılıştan sanatkâr, doğuştan şâir vasıflı olan Ahmed Hikmet, dünyaya geldiği gece babası Cenâb-ı Hak’tan oğlunu “udebâ-yı makbûlinden" yapmasın niyâz etmişti. Allah’ın (bahşettiği fırsatlar, Ahi med Hikmet’in gördüğü terbiye ve tahsil, şâir Yahyâ Sezâî Efendi’nin duâsını yerine getirmiş ve oğlu genç yaşta sevilen, meşhur ve makbul bir Türk edibi, büyük bir Türkçü olmuştur.
Uzun süre Mora'da müftülüklerde bulunmuş olan Müftüoğlu ailesinin oradaki son mensublarından Ahmed Hikmet’in dedesi Abdülhalim Efendi isyancı Ramlar tarafından sakalına ve üzerine gazyağı ve reçine dökülerek ve sürülerek vahşîce yakılmış; Ahmed Hikmet’in ninesinin ve halasının da Barbar Rumlar tarafından birer gözleri oyulmuştur.
Subhî Paşanın babası Sâmi Paşa’ntn himayesinde İstanbul’a göç eden dul ninenin kucağındaki Sezdi Efendi büyüyünce birçok vilâyetlerin Kapı - Kethüdâlıkların-da bulunmuş; Halveti Şeyhi Ahmed Bedreddinin torunu ile evlenmiştir. Ahmed Hikmet henüz yedi yaşında iken babası vefât etmiş ve onun tahsilini ağabeyisi Ahmed Refik Bey üzerine almıştır. Refik Bey, hâriciye mesleğine heves eden kardeşi Ahmed Hikmet’i, kendi kayınbiraderi Tevfik Fikret’le -birlikte Galatasaray’da okutmuştur. Hâriciye Nezâretine me’rnur olarak devlet hizmetine başlayan Ahmed Hikmet, yurd dışında çeşitli ülkelerdeki konsolosluklarımızda çalışmıştır; Kafkasya ve Kırım’da vazife görmesi, Müftüoğlu’nun ilk millî duygularının gelişmesinde ve Türkçülük mefkuresinin doğuşunda te’sir yaratan başlıca sebep ve kaynaklardan olmuştur. Merkeze döndüğü 1908-1912 yıllarında hem Hâriciye ve Ticâret nezâretlerinde; hem de İstanbul Üniversitesi Fransız ve Alman edebiyâtı profesörlüğünde vazife görmüş ve ders okutmuştur. 1912’de Budapeşte Başkonsolosluğuna tâyin edilen Ahmed Hikmet, 1918’de yurda dönmüş; iki yıl Almanya, Avusturya ve Macaristan’da vazifelendirilmiş; 1924’de son Halîfe Abdülme-cid’in Başmâbeyinciliği’ne; ;1926'da Hâriciye Vekâleti Umûr-ı Şehbenderiyye ve Ticâriyye Umum Müdürlüğü’-ne, aynı yıl Hâriciye Müsteşarlığına tâyin edilmiş ve 19 Mayıs 1927 Perşembe günü gecesi saat 24’e üç dakika kala, Osmanbey Âfitab sokağındaki evinde, karaciğer kanserinden vefât ederek Maçka’daki mezarlığa, birinci eşi Suad Hanım’ın yanına gömülmüştür.
Halk hikâyelerimiz, Dîvan Edebiyâtımızdaki hikâye ve mesneviler bir yana bırakılarak; Avrupai hikâye tarzının Türk edebiyâtındaki gelişmesi incelenirse, bunun ilk örneklerine Tanzimat Edebiyatı çağından itibâren Ahmed Midhat, Sâmipaşazâde Sezâî ve Nâbîzâde Nâzım’da rastlanır. Bu edebî nev’i, Türk Edebiyâtı’na Batı’dan örneklerin en çok alındığı Servet-i Fünûn çağında birdenbire gelişmiştir. Hâlid Ziyâ Uşaklıgil başta olmak üzere Hüseyin Câhid Yalçın, Ahmed Râsim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmed Rauf v.b. gibi ünlü yazarların arasında, güzel ve orijinal üslûbu ile Müftüoğlu Ahmed Hik-met’in mümtaz bir yeri vardır.
Ahmed Hikmet, aruz ve hece ile yazılmış şiirleri, mensur şiir, hikâye, monoloğ, İlmî ve fikrî makale ve araştırmaları, tebliğ ve konferansları ve nihâyet Gönül Hanım adlı romanı ile edebî şeriatların hemen bütün çeşitlerinde üstün başarılı eserler vermiş bir Türk şan'at-kârıdtr. Fakat hiç şüphe yok ki, Müftüoğlu Ahmed Hikmet’e Türk edebiyâtı târihindeki seçkin yerini kazandıran bir - iki basit tercümesi, birkaç şiiri, bâzı araştırma, makale, musahabe ve monologları değildir. Ahmed Hikmet’in edebiyatımızdaki \iinü, ¡gerek mevzu’, gerek dil bakımından şahsına has bulunan içtimâi ve vatani küçük hikâyeleri sâyesinde olmuştur ki, bunu bilhassa Çağlayanlar sağlamıştır.
Kendisine haklı olarak Millî Şâir ünvânı verilen Mehmed Emin Yurdakul’un Türk Sazı ve Ey Türk Uyan! ile Türk şiirinde açtığı millî çığır, küçük hikâye alanında Çağlayanlar ile, Müftüoğlu Ahmed Hikmet tarafından meydana getirilmiştir1
Leylâ - yâhud - Bir Mecnun'un İntikamı gibi ilk hikâyelerinde (1888) Anadolu’nun mahallî hayâtını; köylülerin giyiniş, yaşayış, gelenek ve göreneklerini başarı ile canlandıran; Servet-i Fünûn’da yayınlanıp Hâristan ve Gülistan'da toplanan (1901) hikâyelerinde ise aşk ve âile hayâtı konularını işleyen Ahmed Hikmet'in 1908’den sonra yazdığı parçaları hep Türklük, Türkçülük yolundadır ve vatanîdir. 1920’de yazılmış Gönül Hanım da, büyük hikâye denilebilecek, bir millî mefkûre romanıdır; 1922’ den sonra yayımlanmış ve Çağlayanların dışında kalmış son hikâyeleri de2 hep millî ve vatanîdirler.
Yurd içinde bulunduğu zaman da, yurd dışında diplomat olarak vazife görürken de, Türk Derneği, Türk-ocağı, Türk Yurdu gibi Türkçülük faaliyetlerine yakından katılan Müftüoğlu Ahmed Hikmet, Millî Edebiyât’tn kuruluşu ve Türk dilinin sâdeleşmesinde büyük hizmetleri geçmiş öncülerdendir.
Ahmed Hikmet, çoğu Tasvîr-i Efkâr’da çıktıktan sonra Çağlayanlar’da toplanmış parçalarında Türk destanlarından, Türk târihinden faydalanmış; içinde bulunduğu ve şâhid olduğu Trablus, Balkan, I. Dünyâ ve İstiklâl harblerinin acı hâtıra ve husûsiyetlerini hikâyelerinde canlandırmıştır. İlk olarak 1922 yılında Sûdî Kütüphanesi tarafından basılan ve 175 sahife tutan 18 parçadan ibâret bulunan Çağlayanlar, Müftüoğlu Ahmed Hik-met’in Millî Türk edebiyâtındaki Ölmez eseridir. Çağlayanlar, o gün çağladığı gibi, bugün de çağlıyor; yarın da çağlayacaktır.
Çağlayanlar, 1922’deki eski Türkçe birinci baskısından sonra, 1940’da yine İstanbul'da (Kitab Sevenler Kurumu) tarafından Arkadaş Basımevi'nde ikinci defa çıkarılmıştır ki, bu Lâtin harfleriyle yapılmış ilk baskısıdır. 1965’de (Millî Kültür Serisifnde üçüncü; 1968’de (Ötügen Yayınları) arasında dördüncü baskısı yapılan Çağlayanlar 'm bu eski Türkçeden yeni Türkçeye aktan-lışlartnda bâzı atlamalar ve yanlış okumalar tekrarlanarak eserin aslında değişiklik ve tahrif yapılmıştır.
1971’de (1000 Temel Eser) arasında sunulan Çağla-yanlar'ın 5. baskısında ve bugünkü (1987) 6. baskısında, yazarın bizzat tashih ve kontrolünden geçmiş birinci baskısı ile; kitabdaki parçaların daha önce yayınlandığı gazete ve dergilerdeki ilk orijinalleri esas ve kaynak alınmıştır.
Tâ altmışbeş yıl önce bolşevizmin kötülüklerini sert bir üslûbla yazan ve Türk milletinin ruh ve karakterine uyacak tek devlet sistemi ve rejimin demokrasi olduğunu açıkça, adı ve sanı ile savunan büyük fikir adamı ve Türk milliyetçisi İkdamcı Ahmed Cevdet, gazetesine Vi-yana'dan gönderdiği iki başyazıda Çağlayanlar’ın değerini belirtiyor ve eser üzerindeki görüşlerini şöyle açıklıyordu:3
"... Bence bu eser, ¡kendi nev’i içinde hemen birincidir. Türkçeye lâytk olduğu kadar ehemmiyet verilmiş; arabîden, farisîden ancak lüzumlu kelimeler alınmıştır. Hele sonda duâ, yakarış büsbütün Türkçedir. Müellif, dilimizdeki sözleri, yerli yerinde muvaffakiyetle kullanmış ve p Türk sözlerine pek ince duyguları söyletmiştir. 175 sahifelik güzel bir doğru çizgiler gösteriyor ki, sırf Türkçe ile hissi v.e ruhî dediğimiz yolda pek parlak ve derin mânâlar söylenebilir. Dilimizin gücü buna yeter.
Müellifin bu eserdeki hizmeti birkaç türlüdür: Birincisi, Türkçe sözlerin edebî bir kitabda baştan aşağı kullanılması; İkincisi, bu sözlerin duyguyu ifâdeye ta-mâmen elverişli olduğunun isbâtı; üçiincüsü, Türk esâ-tirî târihini bildirmesi; dördüncüsü, yurd ve millet duygusunun yükseltilmesidir."
"Ben isterim ki bu eseri analar, babalar evlâdları-na; muallimler şâkirdlerine; zâbitler neferlerine okuyup şerhetsinler ve müellifin nağmeleriyle şakısınlar."
"Bu kitap yalnız bugün için değil, gelecek için de lâzımdır. Bunu yalnız yaşlılar değil, belki en ziyâde gençler ve büyük çocuklar hâtıralarında saklasınlar. Bu bir tılısımdır, bir bazubenddir. Gençler ve küçükler, hazırlıkları için bu kitabda coşkun ümidler bulacaklardır. Onlar daha şimdiden nasıl ve ne kadar duymak, nasıl yetişmek lâzımgeldiğini Çağlayanlar'ın iniltilerinden öğreneceklerdir. Müellif bâzı noktalan açık söylememiş, onları okuyanların kalbine söyletmek istemiştir.”
"... Vatan sevgisinin en ince damarlarını Çağlayanlar bize gösteriyor. Bunda açılmağa muhtaç bir nokta kalmamıştır. Bu sevginin tarifleri nüktelidir, rumuzludur. Müellif onu vatanın kalblerinde, çiçeklerinde, aşkında, kederinde, sularında, yerinde, göğünde arıyor, buluyor ve okuyanları derin derin düşünmeğe dâvet ediyor. Bu sevgiyi hiçbir eserde bu kadar mis kokulu duymadık. Bu satırlar okundukça müteessir, mütehassis olmamak kabil değil. Eser âdetâ mensur güzide bir şiirdir. Muhterem müellifi tâ can evimizden gelen bir takdirle tebrik ederiz. Diğer edibleri de yazışın bu tarzını genişletmeğe dâvet ederiz. Anadolu’da çıkan kitablann, gazetelerin müellif vg muharrirlerine bu kitabın dilce nümûne olmasını da Tanrıdan dileriz."
"... Her sahifesini, cümlesini ihtiyarlanmtztn, gençlerimizin, çocuklarımızın ezberlemekle millî terbiye sâ-hasında muvaffakiyet kazanacakları Çağlayanlar, bir kere değil, her gün, her gece bir âile muhitinde okunmağa lâyık olan tamamen millî bir edebiyât kitabı, bir millet târihidir. Bu kitabdan bahsedebilmek için her satırını aynen alıp neşretmek lâzım gelir. Millî edebiyâtunız böyle bir eseri henüz meydana koymamıştır."
Biz de okuyucuyu, büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmetle başbaşa bırakmak yolunu bu eseri tantt-
mak ve sunmak için seçilecek en doğru yol buluyoruz •
Otuzaltı yıl önce, (Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet, Hayâtı ve Eserleri) adlı kitabımızda Çağlayanlar için sözlerimiz şöyle bağlanmışdı:
“Bu eserin bir kere daha ve çok güzel tablolarla da süslenerek bugünkü nesillere armağanını ve bu eseri anne-babaların yavrularına; öğretmenlerin öğrencilerine ve kahraman subaylarımızın yiğit Mehmedciklerimi-ze dâimâ ve dâima okumalarını, okutmalarını tekrar dileyerek Çağlayanlar hakkındaki sözlerimi bitireceğim“
Çankaya: 15 Nisan 1987
Dr. Fethi TEVETOĞLU
TÜRKELİ ZEYBEKLERİNE
Bu kitabı sizi düşünerek, sizin için yazdım. Belâ gecelerinde, yaşım sızarak, yüreğim sızlayarak yazdım.
Ey Türk! Bu satırlarda mazinin destanlarını, hâlinin hicranlarını söylemek ve inlemek istedim. Bir keman gibi...
Bu kemanı ana vatanın sinesinden yonttum. Tellerini kalbinin damarlarından çıkardım. İstedim ki bu sazın âhengini yalnız sen duyasın. Bu acıklı iniltiler yalnız sana dokunsun.
Cihâmn târihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanma sâhib olmağa hak kazanmamıştır. Bu vatan ya şenindir, ya kimsenin!,..
Dünyânın her tarafındaki taşsız mezarların, azametinin mâlikâneleridir.
Göğsünde tutuşan gönül, gönül değil, cebhâne oldu. Bu uğurda parçalandıkça kinin ve feyzin çoğaldı.
Ey Zeybek! Bu kitabın yapraklarım hançerinle yırt! Ve hançeri onun kalbinin üzerinde bırak! Bundan sonra silâhının siperi bir kitap olsun.
Ey yurddaşım! Senin boynuna geçirilmek istenen esâret halkası ne bir gem, ne bir tasmadır. Boyunduruk altında olduğun hâlde, sen üşürken düşman ocakları için sana odunlar, sen açken düşman sofraları için sana buğdaylar taşıtacaklar. Gençleri kanda, tâzeleri göz yaşında boğmak istiyorlar.
Asırlardır, dinin, milletin aşkına başına yağan, sonu gelmez bir belâdır... Yurdun nihayetsiz bir Kerbe-lâ’dır... Memleketin, içinde cenâze namazı kılınan, ce-nâze duâsı okunan bir mâbed hâlini aldı. Ne yoncan, ne yongan kaldı. Bir Allah’ın, bir de Muhammed’in kaldı.
Çile çekmeyen varlığını duyamaz... Bundan sonra duy ve anla ki medeniyet denilen büyük gürültünün mânâsı makinedir. Ve makineyi Avrupa’nın elinden aldığın zaman, senin rûhunun onunkinden daha asil, senin /kalbinin onunkinden daha temiz olduğunu meydana koyacaksın. Senin de dükkânını, tezgâhını fabrika ile; sa-panını, tırpanını makine ile; pazunun emeğini, öküzünün gücünü buhar kuvvetiyle değiştirdiğin zaman alnının onunkinden daha yüksek olduğunu göstereceksin. Bunu göstermeğe çalışmalısın. Rahat bırakırlarsa...
Vaktiyle Çin ve Hind'in medeniyetleriyle İran'ın feyzini birleştirdiğin gibi, bugün de Avrupa'nın irfanını Asya'ya ileteceksin. Ey kervan başı yürü!...
Bir Cuma namazından sonra çoluğun, çocuğun ile beraber, cılız davarlarının otladığı yamacın ötesinde, derenin başındaki çağlayanların yanında çınarın gölgesinde otur. Mâvi yeldirmeli, sarı başörtülü Ayşeciğini, güneşten saçları sararmış, yüzü kararmış yavrularını etrafına al. Yaralı geniş göğsünü girdaba ve rüzgâra aç,
Senin için ben ağlarım.
Benim için kim ağlasın?
diye, gürüldeye, gürüldeye çağlayan, köpüren, sinesini taşlara çarpa çarpa kabaran, atılan derenin karşısında başından geçenleri düşün. Tükenmez düşmanları, tükenmez savaşları, tükenmez kanları düşün ve bu çilelerin sebepleri kalbinde, dimağında coşsun... ve durulsun. O zaman arslan gibi ölmenin ecri, insan gibi yaşamak olduğunu anla! İnsan gibi, yaşamağa, efendi gibi yaşamağa, ataların gibi yaşamağa azmet. Evlâdlarma temiz ve mâmur taştan bir ev, temiz ve mâmur, malûmatlı bir dimağ bırakmağa ahdeyle. Ve ahdini ayâlinin, evlâdının alınlarına kondurduğun sıcak öpücüklerle im-zâ et!... İşte o zaman Ayşeciğinin beş yapraklı al kır gülüne benzeyen kınalı parmakları bu sayfaları çevirsin. Kanatlı hercâi menekşeler gibi kelebekler ekinlerin sükûnunda uçuşurken bu kitapçıktan birkaç sayfa okunsun. O sırada çehrenizde parlayacak bir tatlı gülümseyiş, bir ılık yaş çocuklarınızın melûl rûhunda, belki bir ışık, bir rahmet olur.
Akşam üstü gün batarken, ak öküz kağnıyı köyün çeşme yalağı önündeki çamurlu yoldan sürüklediği, câmi’nin imamı minâreden kızıl meydana gömülen güneşe telkin verdiği zaman çağlayanlar seyrinden kulübene dönerken ufukları delip daha öteleri görmek istercesine bakışların dalsın ve derinleşsin. İşte o zaman Hazret-i Muhammed’in feyzinden gönlünde de bir sönmez çırağ, Yavuz’un damarından sende de bir damla kan, Alparslan'ın yelesinden sende de bir tutam saç olduğunu hatırla ve evlâdını ona göre hazırla!...
Bu satırları yazarken masallarımı süslemedim. Senin rûhun gibi sâde olmasını istedim. Ötesinde, berisinde, eğer varsa, göreceğin özentiler sana beğendirmek, gururunu okşamak içindir. Gurur! O, her Türk'ün yara-dılışındadır. Biz, birbimizi bundan tanırız, değil mi?...
Bu masallar ile arzu ettim ki senin firûze rûhuna tatlı bir renk, altın kalbine parlak bir cilâ vereyim. Görüyorum o renk siyah oldu, o cilâ donuk... Mâtem günlerinin taksîrâtı...
Müftüoğlu
Şişli, 20 Mart 1338 (1922) Ahmed Hikmet
ALPARSLAN MASALI
Eteklerinde Sarısu’yun4 aktığı Altın dağlar silsilesinden ulu Karadağ’ın çorak yamaçlarında bir gölge ilerliyordu. Sabahtı. Güneş ilk tatlı ışıklarını, tepeden dökerek henüz serin ve taze akan nehrin dalgacıkları üstüne yayıyordu. Ağır yürüyüşünden, etrafına bir keklik gibi ürke ürke bakışından bu karaltının bir kadın olduğu anlaşılıyordu.
Belinde ince bir ceylân postu, sırtında ağaç liflerinden örülmüş kaba bir atkı vardı. Yumuşak ve korkak adımlarla bir küçük çalılığın kenarına gelmiş, yerden kırılmış ince dallar, kurumuş yapraklar toplamağa başlamıştı. Çalı ve yaprakları eteğine doldurdu. Telâşla yamaçtan aşağı indi.
Tanyeri ağarmış, gündüz olmağa başlamıştı. Şimdi kadının argın, uçuk benzi, yorgun, düşük kımıldanışı daha ziyâde görünüyordu. Bir oyuğun önüne geldiği zaman kısık bir çığlık işitildi. Bu, yeni doğmuş bir çocuk sesi idi... Kadın koştu. Yaprakları yere attı. Yavrusunu kucağına aldı. Emzirmeğe başladı. Yarım saat sonra mini mini uyumuştu. Getirdiği yaprakları bebeğin altına üstüne yaydı. Örttü. Etrafına bakındı. Bir insan yuvası için yetişmeyen bu kuru ot ve yapraklara bir kucak daha ilâve arzusuyle oradan ayrıldı. Kırk, elli adım uzaklaşmamıştı ki, iki iri kanadın havada çarpmasından çıkan boğuk bir gürültü işitti. Korkarak arkasına baktığı zaman yavrusunun bir kartalın pençeleri arasında, bulutlara doğru süzülüp, yükseldiğini gördü. Kadın bu gökler arslanmm uçtuğu tarafa kollarını açarak birkaç adım koştu. Acı acı haykırdı. Yıldırıma uğramış ağaç kütüğü gibi yere serildi, bayıldı.
Kartal bu yumuşak ve pembe tenli avı pençesinde, sıkarak yükseldi, yükseldi, ulu Karadağ’ın arka tarafına geçti. Onu bir kayanın tepesine bırakmak istedi. Fakat çocuk bir çalılığın arasına düştü. Tam bu sırada fidanların altında bir dişi arslan da iki yavru doğurmuştu. Kartal arslanı görünce avını düştüğü yerde bıraktı. Çalılığın üstünde, tatlı avının etrafında, havada birkaç defa dolandı, süzüldü. Hışımla uzaklaştı, gitti.
Dişi arslan bu mini miniyi kendi yavruları yanında görünce onu da doğurduğunu sandı. Yargılayıcı Tanrı bu çocuğu esirgedi, arslan kendi yavrulariyle berâber bu bebeği emzirmeğe başladı. Günler, aylar geçti. Çocuk süt kardeşleriyle berâber büyüyor ve ninelerinin avlayıp getirdiği yabâni hayvan etleriyle besleniyordu. Yaşı ilerledikçe gücü de artıyor, pazularında, baldırlarında arslan kuvveti beliriyordu. Kardeşleri ile oynaşıyor, güreşiyor ve onları yeniyor, seriyordu. Bu galebeye zekâsı da yardım ediyordu. Çünkü bir Âdem oğlu idi...
Artık kardeşleri bunu uzaktan görünce korkularından kaçıyorlardı. Bu yaşayış, ona "Alparslan” adını tabiî olarak vermişti.
Yıllaç geçti...
Alparslan bu hayattan memnun değildi. Arkadaşları pek alık, kendisi pek yalnızdı. Ne kadar yese yine aç, ne kadar içse yine susuz, ne kadar dinlense yine yorgundu. Sarısu Irmağının kuytu bir kenarına gider, nehirde aksini görür, süt kardeşlerine benzemediğini anlar; dimağının düşündüğünü, yüreğinin çarptığını duyardı, îşte o zaman etrafında homurdanarak gezinen arslanla-ra birer sille çarpar, birer tekme atar; onların çıkamayacağı ağaçların tepelerine tırmanır. Daldan dala atlar, bağırır, bağırır. Sanki doğan güneşe seslenir; uçan bulutlan tokatlardı. Bu sırada diğer arslanlar bunun karşısında dinelirler, kuyruklarını yere çarparlar, yelelerini kabartırlar, dişlerini gösterirler, duygusuz gözleriyle ona hayretle bakarlardı.
Böylece yıllar geçiyor, arslanların zürriyeti artıyor, lâkin ona benzer bir yavru çıkmıyordu...
Arslanlar ulusuna o hükmediyordu. Gün olurdu ki, on, yirmi arslanı önüne katar, onları dağlara çıkarır, yarlardan atlatır, avlara saldırtır. Sonunda can sıkıntısından hüngür hüngür ağlardı.
Bir gün yine ağuluyla beraber avlanıyordu. Dik bir tepeye çıkarlarken yoldaşları gibi o da ayakla tırmanıyor, kükrüyor ve haykırıyordu. Bir geyik sürüsüne rast geldiler. Bir karışıklık, bir gürültü... Atılmalar, sıçramalar... Çalılar yarıldı, dallar kırıldı, taşlar yuvarlandı. Bu hengâmelerden bıkmış olan Alparslan bir but kavrayarak oradan ayrıldı. Yamacın arlka tarafına geçti. Dinlenmeğe, gerinmeğe, iç sıkıntısıyla belki düşünmeğe koyuldu. Saatlerce hareketsiz gözleri ufuklara dikilmiş kaldı... Bu sırada idi ki ansızın bir çığlık, kendi sesine benzer bir feryat işitmişti. Dağın eteğinden seğirterek sedânm geldiği tarafa koşmağa başladı. Uzaktan kendisine benzer bir takım gölgeler gördü: Bunlar üç kadın, üç erkek, bir de tâze kız idi.
Bir iki hamlede yanlarına yetişti. Dört tarafı saran arslanlardan korkarak ağaçlara tırmanan, bu hiç görmediği, fakat kendine benzediklerini hemen anladığı iki ayakllı hayvanların imdadına koştu. Arslanları bir haykırışla oradan saydı. Omuzlarını örten sarı saçlariyle, gerdanından sarkan kumral sakaliyle, insan ile arslan arasında bir heybetle bunların karşısında dikildi. Hayretle yüzlerine baktı. Kımıldanışlarını, duruşlarını, süzdü. Şimdi o da doğrulmağa, onlar gibi iki ayak üstünde yürümeğe, yanlarına yaklaşmağa başladı.. Titreyen gözleriyle yalvaran, korkularından nefesleri tıkanan bu yedi vazallıya karşı, belki ömründe ilk defa olarak sırıttı. İnsanlığa âid bu tatlı işâret korkanlara emniyet verdi. Şimdi bunlar yanık yanık yalvarıyorlar ve elleriyle aman diliyorlardı. Alparslan bu sözlerden, bu kımıldanışlardan bir şey anlamıyordu. Yalnız bunların kendisine benzediklerini sanıyordu. Yanlarına daha yaklaştı. En yaşlısı ağaçtan indi. Alp bunu kokladı. Elini omuzuna koydu. Artık alışmışlardı. Bu yedi kişi de arslanlar arslanınm önünde eğilerek ondan merhamet, imdad istediler. O, bütün bu vaziyetlere baktı, baktı, bu yabanların cana yâkm işaretleri, onu bir dakika için insancıl etmişti.
Korkanları, işaretlerle temin etmek istedi. Bunlar da karşılarında duran yiğitin âdem oğlu olduğunu anladılar. Lâkin bunca canavara nasıl silâhsız emrettiğine akıl erdiremediler. Alparslan ihtiyarın yanına biraz daha sokuldu. Onun libâsına, sakalına eliyle dokunmağa ve onu okşamağa başladı. İhtiyar yine titredi. Daha ziyâde merhametini kazanmak istedi. Usulca tuttu. Arsla-nın alnından öptü... Alp irkilmiş, geriye sıçramış ve gözlerini açmıştı. Bu ikinci insanlık hasleti yırtıcı delikanlıda garip bir te’sir bırakmıştı. Çünkü ihtiyar kendisini ısıracak sanmıştı. İki dakika sessiz geçti. Şimdi genç uzun, çitişmiş, lüle lüle yelesini sallayarak, bir çığlık kopardı ve sıçrayarak, koşarâk yanlarından ayrıldı. Geride kalanlar, neye uğradıklarını bilmiyorlar. Bunun hayvan mı? İnsan mı? Yoksa bir şeytan mı olduğunu anlayamıyorlardı. Birkaç dakilka geçmeden kucağında bir ceylân yavrusu olduğu hâlde tekrar yanlarına geldi. Ceylânı parçaladı ve her birine dağıttı. Misafirlerini ağırlamak istedi. Fakat onun bu ikramı kar-şiısındakilerini beklediği kadar memnun etmedi. Çiğ et yemiyorlardı. Uzun saçlı başını salladı. Hömbürdedi. Elindeki kaburgayı kemirmeğe başladı.
İhtiyar işaretle anlattı. Çah çırpıdan bir ateş yaktı. Dağarcığından bir tutam tuz çıkardı. Etin üstüne ekti, kor ateşte pişirdi. Bir parça da Alparslan’a verdi. Onlara bakarak hayâtında birinci def'a pişmiş yemek tattı. Evvelâ somurttu. Sonra yalandı. Kaşındı. Bir kere daha ısırdı. Düşündü... Bu yemek hoşuna gitmişti, pek hoşuna gitmişti. Tuz, ete başka bir tatlılık vermişti. İhtiyardan aldığını, zevkinden, yine ona satmak istedi, kalktı, ihtiyarı alnından öptü. Bu kadarla da kanaat etmedi... Birkaç hamlede cümlesinin alınlarına birer sert öpücük kondurmak arzu etti. Sıra en geride oturan kıza geldi. Onun tarafına da sırıtarak değil, gülümseyerek gitti. Fakat tâze kızararak, titreyerek, kolla-riyle yüzünü örterek birkaç adım geriye kaçtı. Bir adım ileri, bir adım geri gitti; durdu.
Kadınlar bağırdılar. Alparslan şaştı. Diğerlerinin yüzlerine baktı.
Bir sürü arslanı buyruğuna râm eden bu çöllerin hâ'kanı, şimdi bir kızcağızın karşısında ürkmüştü.
Döndü, ihtiyarın yanına geldi. Kaşlarını çattı. Gözlerini açtı. Yumruklarını sıktı. Dişlerini gıcırdattı. Bu hâli gören kız ağlıyordu. Zavallı baba bu muammayı halletmek için ona bir şeyler anlatmak istedi. Bir dakika sonra Arslan da bunu anlamış göründü. Başını önüne eğdi ve... düşündü.
Yırtıcı hayvanlardan korkusuzca Alparslan’ın himayesinde birkaç hafta, dinlenmek için, bu .dağın eteğinde kaldılar. Artık birbirlerini yadırgamıyorlardı. Alışmışlardı.
Tâze kız ki, adı "Hariku” idi, Alparslan’a ağaç liflerinden mintan örüyor, ceylân postundan çarık yapıyordu.
Bir sabahtı. Hariku derenin kıyısında yüzünü yıkıyor ve saçlarını tarıyordu. Avdan avdet eden Alparslan sırtında bir geyik ile beraber, kızın yanma geldi. Han-ku ona da yüzünü, ellerini yıkamasını anlattı. Suda aksini gösterdi, saçlarını, sakalını, babası ve kardeşi gibi, kesmesi için yalvardı... Arslan tâze kızın, dediğini yaptı... Şimdi gencin gürbüz omuzlan ve yiğit çehresi daha meydana çıkmıştı. Kol kola ağula döndüler.
Alparslan’ın, bu yedi kişi ile tanıştığından beri, zekâsı yükseliyor; bir mesele hakkında insan gibi, etraflı düşünüyordu. Yavaş yavaş arkadaşlarının dilini anlamağa ve onlara tek heceli kelimeler söylemeğe başlamıştı.
Bir gün sorduğu suale cevap vermeğe çalıştılar. Ve dediler ki:
— Dünya yüzünde onlara benzer pek çök insan vardır. Onlar daha toplu ve kalabalık uluslar teşkil ederek yaşarlar.
Bu cevapla gencin merakı daha arttı ve sordu :
— Nasıl olidu da sizden başka kimse görmedim? Nasıl oldu da siz buraya geldiniz?
İhtiyar fazla tafsilât vermek istedi:
— Buraları çorak yerlerdir. Otlak olmaz, ekin bitmez, insanlar daha ziyâde yaylalarda, yumuşak topraklı yerlerde ekip biçmekle, yırtıcı olmayan hayvanları avlayıp yemekle yaşarlar. Kendileri Çin'in şimalinden geliyorlardı. Ağullarmı Çinli düşman basmış, ulusları dağılmış, malları yağma edilmiş, kaçan kaçmıştı. Geride kalanlar ya öldürülmüşler veyâ düşman tutsağı1 olmuşlardı... Bunlar da kaçmışlar, yollarını kaybetmişler
* Tutsak = Esir.
Zâr gönlüm tende zindân-ı belâ tutsağıdır.
Fuzûtt.
"Ulu Kara” dağın eteklerine düşmüşlerdi. Aylardan beri böyle serseri dolaşıyorlardı. Tatar idiler?
Bu kadar tafsilâta mukabil Alparslan kendi çinisinden, babasından, ninesinden onlara bir haber veremiyordu. Aklı başına gelince kendisini arslanlar arasında bulmuş, arslanlar ile büyümüştü. Onun süt ninesi ars-ian ölmüş, kardeşleri üremişti. Artık göçmek, kendisine benzer insanlara kavuşmak elzemdi. Bunca yıllık alışkanlığın tesiriyle bu ıssız dağlardan ayrılmadan süt kardeşleri arslanlar ile vedâ etmek, koklaşmak istedi. Fakat şimdi sarı yelesini kesmiş, tırnaklarını yontmuş, adama benzemişti. Hanku elinden tuttu, çekti, boynunu büktü ve yalvardı:
— 'Gitme, belki gelemezsin!
Bir sâbah tanyeri ağarırken bu yedi kişi, güneşe karşı diz çöküp, boyun eğip dualar ettiler ve hepsi be-
2 Mehazın bunların kendilerini Tatar yâni "serseri" tâbiriyle Alparslana takdim ettiklerini zikreyliyor. Şarkta Tatar diye anılan bu kavine AvrupalIlar Tartar namını verirler. Türk büyük neslinin bir şûbesi olan bu kavmin adı Türk demek olan Tat lâfzıyla (Masgarî Tatcık=Tacik ve Çincesi Tata) Türk akvamı ve unvanları sonlarına ilâve edilen (er-ar) lahikasından müteşekkildir. Hazar, Avar, Macar, Boyar (Beğer), Hünkâr (Hunker, Hüner). AvrupalIların kullandıkları "Tartar” şekli ise eski Yunanîlerce Müşteri’nin (Zeus)ün toprak altındaki cehenneminin ismi olan Tartarus lâfzından değiştirilmiştir. Tartarus lügati cehennem mânâsına Lâtinceye geçince bir zamanlar Ural-Altay akvamının Avrupaya hücumlarına telmihan ve telâffuz yakınlığıyle bu isim Tatarlara alem olmuştur. Bu tevcih AvrupalIlara göredir... Ancak Şeyh Süleyman Efendi’nin Çağatay lûgatmda (Tart) 'ın dağınık, perişan mânâsına geldiği görülmekte olup bunun Tatar ve Tartar isminin aslı olmasının da ihtimâli vardır. Fakat bu ihtimâl zayıftır.
râber garba doğru yola düzüldüler. Alparslan tapmak nedir bilmiyor; güneş, Tanrı nedir anlamıyordu... Yolda ihtiyar, herkese bir îmânın elzem olduğunu ona anlatıyor ve kâinatı canlandıran, güneşe ve onun karısı aya, yavruları gökte yıldızlara, yerde ateşlere tapmadan yaşamak mümkün olmadığını ihtar ediyordu. Bu telkin günlerce, haftalarca devam etti.
* ♦ *
Bir güzel sabahtı. Alparslan uyanmış gözlerini oğu-yordu. Çalıların arasından Hanku kız göründü. Çevik ve şakraktı. Alparslan’ı aldı. Şafak sökmeğe başlamıştı. Arkalarında kalan alim dağların tepelerinden gecenin, sanki bir siyah kadifenin incelerek, süzülerek, eriyerek bir gümüşî tül hâline giren son karanlığı ilk gölgeye tebeddül ettiği sırada bunlar da bir tepenin üstüne çıkmışlar ve bir geniş çamın altında diz çökmüşlerdi... Çalıların arasında uyuyan kuşlar da uyanmışlar, gagacıklarını açmışlardı. Doğan güneşin üstlerine serptiği her yudum renk bunların mini mini ağızlarında bir damla âhenk oluyor ve etrafı çınlatıyordu. Yabani güller, dağ çiçekleri göğüslerini ışıkların okşayışlariyle yavaş yavaş açıyorlardı. Hanku ile Alp etraflarına baktıkları zaman her zümrüt otun ucunda bir tâne elmasın parıldadığını gördüler. Kendilerinden geçtiler ve hültyâ âlemine göçtüler. Doğan güneşe doğru boyunlarını büktüler, gözlerini diktiler, baktılar, baktılar...
Şimdi Hanku, yavaş yavaş Alp'a, ne yapansa taklit ve ne derse tekrar etmesini tenbih etti. Berâberce yakarmağa5 başladılar:
“Ey Güneş, ey ışıkların hâkanı! Tahtın göklerdir ki kanatlar erişmez; sarayın karalardır iki sonu gelmez, bahçen denizlerdir ki ucu bulunmaz.
“Ey Güneş, ey dünyânın rûhu! Gözlerimiz senin ışığınla görür, kanımız senin sıcaklığınla kaynar, yüreğimiz senin gücünle çarpar.
"Ey Güneş, ey güzellerin babası! Çiçekler, yanaklar senin öpüşlerinle kızarır... Gökler, denizler senin okşayışlarınla göğerir... Elmaslar, gönüller senin bakışlarınla parlar!...
"Ey Güneş! Siyah peçeli hatunun Ay, sarı saçlı çocukların yıldızlarla başımızın üstünde dolaş ve bize doğru yolu göster!...
«Ey Güneş, ey yüksek ve parlak Tanrı!... Damarlarımıza kan ve davarlarımıza sıhhat ver... Bayırımız kalın öküzler, çayırımız ince aygırlarla dolsun... Kısrakların arkalarından taylar koşsun... İneklerin ardlanndan buzağılar yürüsün. Koyunların yanlarında kuzular sıçrasın... Sürünün bir ucu pınarda, bir ucu ağılda bulunsun!...
"Ey Güneş! Rüzgârdan kanatlarını ger!... Işıklardan saçlarını dök!... Mâvi bulutlardan tüllerine bürün!. Bu güzellikle bize dâiımâ görün! Ruhumuzu bir çiğ damlasıvâri göğsüne çek ki senin gibi temiz doğup, temiz ölelim!...
"Ey Güneş, ey hayâtın sâhibi! Bize boğa gibi kuvvetli, at gibi ilerlemek isteyen, tuğrul gibi yükselmeği 'seven, koyun gibi sâkin oğullar ve kizlar ver!... Dünyâyı ışıkların gibi zürriyetimizle doldur!...
“Zürriyetimizle doldur!...
Duâ bitmişti. Alparslan kükremiş bağırıyordu:
“Zürriyetimizle doldur!...
Etraftaki dağlar kayalar cevap veriyordu :
"Doldur!... dur!...
Gözleri güneşten kamaşmış, boğazı kurumuştu, ikisi birden nemli yeşillikler üstüne kapandılar. Yavaş yavaş başlarını kaldırıp yekdiğerinin yüzüne baktılar. İkisinin de gözleri parıldadı. Biribirinin kolları arasında kayboldular...
Bu sekiz kişi şimdi Şarka doğru ilerliyorlardı. Yolda, yıkılmış bir kulübeye, sönmüş bir ocağa rastgeliyor-lar; kırılmış bir kazma, ezilmiş bir bakraç buluyorlar, yuvarlanmış bir tekerleğe tesadüf ediyorlar, ihtiyar, bu insan izlerinin sebeplerini Alp’a anlatıyordu.
Bir gün başı boş bir kısrağa, birkaç gün sonra da bir öküze rastgeldiler. Ağaç göğdelerini yonttular, günlerce uğraştılar, bir kağnı yaptılar. Üstünü dallarla örttüler. Öküzü koştular, kona göçe aylarla yol aldılar. Vurdukları kurtların, tilkilerin derilerini giydiler, avladıkları geyiklerin etlerini yediler.
Akşam üstü idi, bir tepe üstünden Hanku bağırdı:
— Bakınız!... Bakınız!
Uzakta bir ışılk görmüştü. Gecenin karanlık derinliklerinden köpek sesleri geliyordu.
Sabahleyin erken yola düzüldüler. İki saat sonra bir köye vardılar. Alparslan merakından titriyordu. Bir canavar ini ile insan evi arasındaki farkı anlamak istiyordu. Köyün kenarında üç cılız çocuk gördüler. Alp durdu, kendi de çocuk iken bunlara benziyordu. O ela böyle ufak taşlarla, küçük değneklerle oynamıştı.
Önlerinde bir sürü aygırlar kişniyor, sığırlar otlu-yordu. Oymak halkı şimdi bu yabancıların etrafına toplandılar ve onları bir pirin otağına götürdüler. Bu ihtiyar oymağın ağası idi. Hikâyelerini ağaya anlattıkları zaman kâhinlerin haber verdikleri, ozanların taganni eyledikleri yiğitin, alm karalı ak ayıyı öldürecek bahâ-dırın bu genç olması lâzım geleceğine kani oldular.
Ayının hikâyesini Alpa anlattılar :
İki gözünün arasında kara bir lekesi olan bu hayvan vaktiyle bir insandı. Babasının mezarında kara aygırını kurban etmesini ihtar eden ninesine kızmış, bir gece onu sarhoşlukla boğarak çadınyle beraber yakmıştı. Geceleyin güneş onun suçunu görmeyecek sanmıştı. Fakat Tanrı onu gördü ve ebedî ışığından mahrum etmek için dondurdu, bir çığ hâline getirdi. Bir mağaranın içine yuvarladı. Lâkin müşfik ananın rûhu güneşe yalvardı, yakardı. Tanrının feyzinden oğlunun mahrum olmamasını istedi. Güneş, nineye acıdı. Bu kar kümesine can verdi. Bir ak ayı oldu. Fakat cinayetinin azabını dâimâ çelkmesi için anasının kömür olan yür& ğini alnının ortasına yapıştırdı ve bu hayvanın ölümü ana, baba şefkati tatmayan bir kahraman eliyle olmasını diledi... Bu ayı ölüm korkusundan, yıllardan beri ağılının bütün yiğitlerini, bilhassa öksüz ve yetimlerini birer birer boğup eziyordu. Hafta geçmezdi ki oymak bir iki kurban vermesin. Bu devin belâsından köy gittikçe tenhalaşmağa başlamıştı. Artık oymakta ne bir yiğit ve ne gürbüz bir çocuk kalmıştı.
Bundan yirmi sene evvel bu ağula ıraklardan, tâ, Çin'in içerilerinden kimsesiz bir kadın gelmişti. Adı "Türkân” Hatundu. Bu kadının başından geçenler pek garipti. Kocasını, çocuklarını Çin haydutları paralamalardı. Bir başına muhacir olmuştu. Yolda ulu Kara da-■ ğm yamacında doğurduğu bir erkek evlâdını da kartal kaparak bulutlar arasında kaybolmuştu. Bunca tecrübeler, felâketler gören bu kadın hem geçmişten, hem gelecekten haber verirdi. Türkân Hatun, kartalın kaldırdığı oğulunuıı yaşadığına, zayıflayan Türk-Tatar neslinin bir gün onun sayesinde tekrar türeyeceğine ve dünyânın her tarafına kökler salacağına inanırdı. Bunun için erkenden uçan kuşlara yemler serper, yuvalara kırıntılar atar. Sabahları doğan Güneşten, geceleri Aydan, yıldızlardan oğlunu sorardı. Ağul halkı bu kadının tekin olmadığına kaildiler. Çok yaşadı. Bir gece mehtapta Aya doğru iki elleri açılmış olduğu hâlde onu ölmüş, donmuş buldular. Ağuldan uzak bir kavak ağacının gölgesine gömdüler. Şimdi nedense, ak ayı, bu kavağın dibinde in tutmuştu. Korkudan kimse kadım ziyâret edemiyordu.
Alparslan bu hikâyeyi dikkatle dinledikten sonra hiddetle gezinmeğe başladı. Çadırına çekildi. Bir müddet uyuyamadı. Sabaha karşı rûyâsında Türkân Kadm göründü ve dimdik ona doğru yürüdü. Alparslan’ın göğsünü açtı. Sinesinde bir küçük hilâl şeklindeki beni gösterdi. Alparslan'ın kendi oğlu olduğuna bu nişan bir delil idi. Onun yakasını tuttu, sarstı:
— Uyan!... Yeryüzü seni ve oğullarını bekliyor... Cihâna kan ver, can ver... Yürü ve âlemi arkandan 'sürü!...
Bu heyecan ile uyandı, Hanku daha uykuda idi. Usulca karısmın alnından öptü. Baltasını beline astı. Topuzunu omuzuna aldı. Bıçağını kemerine soktu, çadırdan çıktı. Ağulun çevresini gezmek üzere uzaklaştı. Birkaç saat yürüdü. Küme küme karların kımıldadığını gördü. Merak etti. Bir ak ayı kendisine kızıl gözleriyle bakıyordu. Bir adım geri çekildi. Dineldi. Etrafına baktı. Biraz düşündü. Ürperdi. Bir an içinde karar verdi ve hemen saldırdı. Karların içine dalmasiyle berâber orası karıştı.
Şimdi kardan beyaz köpükler, dumanlar havaya uçuyor, etrafa sıçrıyor... Şaha kalkan hayvan başına yediği bir balta darbesiyle yere yuvarlanırken arkasındaki kavak ağacını da devirmişti. Arslan yine atılmak isteyen ayının gırtlağına iri bıçağını soktu, soktu, soktu. Artık canavar oraya yıkılıvermişti. Alp bir iki dakika nefes aldı. Dinlendi. Sonra canavarın postunu yüzdü. Bu sırada kendisi de omuzlarından yaralanmıştı. Yarasını karla oğuşturdu, kanını dindirdi. Postu şutladı. Oymağa döndü.
Alp'in ilk bahadırlığını işiten yurddaşlar etrafına toplandılar. Vurulan ayının alnında kara bir leke vardı. Bu alâmetten anladılar ki yıllardan beri ağulun en cesur gençlerini parçalayan ve engin bozkırları onlara daraltan bu ayı kıyafetine girmiş devin postudur. Onlar biliyorlardı ki bu ayıyı kim gebertirse yurdun hâkimi odur...
Ağulun piri Alp'in elini tuttu. Onu ayının inine götürdü. Orası Türkân Hatun'un türbesi olduğu için mukaddes bir yerdi. Ayının şerrinden ve tehlikesinden çoktan beri bu ağacı ziyaret edemiyorlardı. Esasen Alparslan’ın ninesi Türkân Hatun olduğunu da ihtiyar tahmin ediyordu... Devrilen ağacın kütüğüne oturdular. Batan güneşe doğru yakardılar. İhtiyar bu kavağın dibinde yatan ve senelerden beri ziyâret edilmeyen Türkân’dan Alp'a bahsetti. Genç de bu gece gördüğü rûyâyı ona anlattı. Artık bütün esrar meydana çıkmıştı. Arslan’m Türkân Hatun’un oğlu olduğuna şüphe kalmamıştı. İhtiyar, Alparslan’ın alnından öptü ve :
— Benim senin yanında artık işim yoktur.
dedi.
Şimdi güneş batmış, bozkır tamamen kararmıştı. Alip’m oturduğu ağaç dinelmeğe başladı: Doğruldukça yavaş yavaş ışık kesiliyordu. Arslan, bir kalın dal ile kütüğün birleştiği köşede büzülmüş, şaşırmış, kalmıştı. Ağaç tamamen doğrulunca nurdan bir sütun hâline geldi, bir kerre sarsıldı, topraktan kökü ayrıldı. Fezâya doğru yükselmeğe başladı. Bu fevkalâde hâlden ürken Alp, yanma sarkmış olan elinin sıkıldığını duydu. Yanına baktı. Gece rüyasına giren ninesi idi. Ağaç karanlık ve yüksek bir boşluk içinde, uçar yıldız gibi nûrânî bir iz bırakarak cenuba doğru gökte süzülüyordu. Bir zaman yerlerin en kavisi olan Alparslan şimdi gökte Esed burcuna benzedi. Kara bulutların içinden, par lak yıldızların arasından ışıklar saçarak kayıyor, uçuyordu. Ve bir dakika geldi ki ağaç Himalâya silsilesinden Everesi dağının tepesine dikildi, sallandı, durdu. Bu sırada gece şarktan görünen Büyük Tanrının, Güneşin huzurunda, kara çadırının eteklerini toplayarak, ci-hânın başka bir tarafına çekilmeğe mecbur oldu. O zamana kadar dimdik ve sessiz duran Türkân Hatun sağ elinin ayasiyle Alp'in gözlerini üç defa sıvadı. Gencin nazarından mesafe engelleri silindi. Bir kısım arzı, Asya ve Avrupa’yı ve Afrika’nın şimâlini bir bakışta görmeğe başladı. Türkân Hatun, bir al örtüye sarılmış, çe-tişmiş ak saçlarının bir kısmı omuzlarından aşağı sarkmış, bir kısmı başında ürpermiş ve bu hâlde ucunda beyaz dumanlar tüten bir aleve benzemişti. Sol elini Anslanın omuzuna dayamış, sağını da fezaya kaldırmış ırakları gösteriyordu. Sabahın pembe ,beyaz tülleri sıyrıldıkça mütemâdiyen berraklaşan fezâda çıt yok. Rüzgâr durmuş, bulutlar durmuş, Arslan’ın kalbi durmuş ve gözleri açılmıştı. Türkân Hatun yavaş, vakur, mehip, tatlı bir kadın sesiyle hitâbetti:
"Oğul!... Ey Türk oğlu!... Alnını yükselt, göğsünü ger, etrafına gurur ile bak!... Ayağının altında görünen şu geniş cihân m hâkimi sensin, senin neslin olacaktır. Kâinâtın en büyük kahramanları, cihangirleri bütün senden doğacaktır. Maşrıktaki Çin’in pâyitahtmdan, magribıteki Septe Boğazı hizasına kadar olan yol senin atlanma ayaklarının altında çiğnenecektir. Cenubun yanan çöllerinden, şimâlin donduran bozkırlarına doğru bak!... Yenisu kıyılarında, Baykal, Aral gölleri etrafında doğuran kısraklarının tayları, Tuna'nın menbaın-dan hararetlerini teskin edeceklerdir... Azak ve Kara denizleri torunlarının birer küçük havuzları, Pamir ve Ceziretülarap yaylaları cirid meydanları olacaktır... Kafkas, Balkan, Karpat ve Ararat dağlarının eteklerini harp sahaları, Ural geçitlerini, Volga, Fırat nehirlerini akm yolları yapacaksın!...
"Şu Altay'ın altınları, İran'ın gümüşleri yakınımızdaki Bedahşan’ın lâ'l ve yâkutları, Hind'in eteklerini öpen Amman'ın incileri, ötede bir kara yılan gibi kıvrılan Ural'm demirleri şenindir!... Dünyanın rengi kızıl kanınla bezenecek, şekli kargınla düzelecektir... Azmine, kuvvetine ne Gobi ve Tibet çöllerinin susuz kumları, ne Himalâya’nın yalçın tepeleri, ne Akdeniz’in beyaz dalgaları, Türk sellerine karşı durabilecektir. Altay, Ural ortasından fışkıran Bahr-i muhit-i-Ke-bîr’i (Büyük Okyanus’u, Pasifik Okyanusu) dolaşacak ve bu sahillerden kabaran er yiğit dalgaları, Muhît-i-at-lâsî’ye (Atlas Okyanusuna) ulaşacaktır.
"Ne kaya kaleler, ne demir kapılar, ne çelik silâhlar yolunu kesemeyecek... Yarı cihan ümmetleriyle dö-ğüşeceksin... Ezdikçe mağrur, ezildikçe meyus olma!... Dâima didin ve öğren, dâimâ iste ve yüksel. Âdil ve rahim ol! Korkutmaktan ziyâde sevdirmeğe çalış.
Asya’da, Avrupa’da, Afrika’nın bir kısmında pençenin altında kıvranmayan hiç bir millet kalmayacak. Tepeleyeceksin, tepeleneceksin... Etrafında çarpışacak 'kuvvet bulamadın mı, kendilerini unutan kardeşlerini de sarsacaksın. Kuvvetinle gevşemiş damarları gerecek, ateşinle soğumuş kanları kaynatacaksın... Dünyânın üç büyük kıt'asında neslinden hükümdarlar ve yabancı hükümdarlardan âciz hizmetkârlar yapacaksın. Kahramanlık tâcm için Türk ninelerinin döktüğü her damla yaş birer elmas, Oğuz oğullarının akıttığı her katre kan birer yakut olacak... Şu uzakta Güneşin ışığıyle kaynar gibi, titrer gibi parlayan Boğaz, Boğaziçi, o mavi şerit bahadırlık kılıcın için bir firûze kemer olacaktır...”
Bu mev'izeden sonra Alparslan, hiç bir muhayyilenin tasavvur edemediği bu mehâbetli manzaraya bir güneş azametiyle baktı, baktı, baktı... ve diz üstü çökerek ninesinin iki ellerine sarıldığı zaman ağaç da kımıldadı ve sarsılarak göklere doğr uyükseldi ve Şimâl tarafına doğru uçmağa başladı.
Ak ayının makteli hizasında ağaç yere ineceği sırada kırmızı harmani içinde Türkân Hatunun hayâli de sönüveren bir alev gibi kayboldu.
Alparslan ağula döndüğü vakit meydanda yurd kızlarının şarkılar söyleyerek raksettiklerini gördü. Alp’in, bu Türkler ve Tatarların babasının bu sabah doğan ilk oğlunun bayramını yapıyorlardı. Arslanı küçükken göklere kaldıran kartala telmihen bu çocuğun adını "Tuğrul” koydular. Ve Türk - Tatar nesli de bu sûretle birinci gaflet uykusundan ayıldı ve ¡kâinata yayıldı.
Budapeşte-12 Mart 1334 (1918)
YARAYI KANATAN
Eve gelince, masamın üsltünde şıu tezkereyi buldum :
“Bu akşam bize buyur. Tatlı sesler işiteceksin. Güler yüzler göreceksin, güleceksin, ağlayacaksın. Her hâlde memnun olacaksın.”
Turgud
Bu merak verici tezkereyi yazan Turgud Bey’in evime pek yakın olan hânesinin kapısını çalarken içeriden çalgı sesleri geliyordu.
Salona girince, ortada, büyük kanapenin üstünde uzun hırkasiyle, oyalı başörtüsiyle, esmer, değirmi çeh-reli, şişman kısa boylu, elli yaşında kadar bir hanımın, henüz son darbenin tesiriyle zilleri titreyen, elindeki defe dayanarak doğrulup bana selâm verdiğini görür görmez irkildim. Odaya girmekte tereddüd ettim. Ev sahibi "buyurun, buyurun!” tekidiyle:
—Pembe Hanım bizim ninemizdir; ruhumuzun ninesidir, dedi.
Pembe Hanım "gün görmüş, yaş yaşamış" bir nezâketle Tuıgud’un bu hulûslarına mahviyet göstererek mukabele etti.
Defi okşarken boynunu büktü. Akçıl saçlarına rağmen işveli bir tavır aldı. Gözleri yarı kapalı olduğu hâlde beyaz dişlerine çarparken dalgalanıp, iri dudaklarının ihtizazlariyle titreyen gür ve gürbüz, tatlı ve yanık, düşündürücü ve uyuşturucu bir ses nazlı nazlı başlayarak, perde perde yükselerek, rûhların en karanlık köşelerine kadar süzülerek, zaman zaman kemanın inleyen âhengiyle dudak dudağa geliyor; bir kumru muâşakası letafetiyle, gözlerde bulut şeklinde ümid ve hayâl kümeleri hâsıl ediyordu.
“Ey ah söyle! Zahm-ı dilimden zebâıum ol”
“Ey çâk-i sine! Nüsha-i şerh-i ¡beyânım ol”
“Ey ¡eşk-i dîde! Ben diyemem yâre derdimi”
"Sen rûy-i zerdem üzre gelip tercümâmm ol”
Köşedeki kanapenin üstüne bağdaş kurmuş uçuk benizli, süzük gözlü, ince boyunlu, karışık saçlı, redingotlu zayıf bir efendi elinde tuttuğu bir küçük konca gülü koklarken gözlerini sıkınca onun sarı yapracıkları araşma iki damla yaş damladı. Yüreğinin gizlilikleri mûsikinin ateşi karşısında erimişti.
Şimdi aşkın en buhranlı hummâlannı, iştiyakın en acı dakikalarını, kemanın yanık titreyişleri, inleyişleri, yüreklere tattırdıktan sonra, arzuların, hayâllerin hiçlikleri, kıvrıla, kıvrıla birbirinden zayıf, birbirinden ince bir iki damla nağmede toplanıyor, uçuyor; sendeliyor, düşüyor... kayboluyordu.
Artık gözlerin önünde, görünmeyen, yalnız duyulan bir takım dağınık saçlar... yumuşak eller... yaşlar... gülüşler... uzun kirpikler... ateşli gözler... öpen dudaklar karmakarışık uçuşuyor ve ıraklara dalan nazarlar, kendilerine âid bir hayâlin karşısında titreyerek yalvarıyordu.
Üistad bir elde çarpan mızrabın darbeleriyle ağlayan udun göğsünden gelen, iniltilerden teşekkül eden bir sûzinâk taksimi, zâten açılan yüreklerin esrânnı çehrelere daha ziyâde aksettiriyordu. Eller çitişmiş, gözler dalmış, boyunlar bükülmüştü.
Bu sükûnet içinde, yalnız, kanapenin köşesinde dizlerini birbiri üstüne koymuş, bıyığı, sakalı tıraşlı, saçları ortadan ayrılmış bir genç “Doktor Pertev Bey” gömleğinin kolalı kollukları arasından çıkardığı ince, keten mendiliyle yüzünü silerken, sıkıldığını anlatırcasma sırıtıyor; mûsikinin bu meclise verdiği tesire karşı hayret ettiğini izhar eyliyordu.
Sûzinâk faslının eski yeni şarkıları birbirini tâkip ederken bu hâle gülen doktor, gezinmeğe başladı. Sanıyordum ki bana bir şeyler söylemek istiyordu.
Fasıl bitmişti. Lâkin Pembe Hanım'm neş’esi bitmek bilmiyordu. O demin ağlayan zayıf efendinin elindeki gülü görmüştü. Yan gözle onu diğerlerine işâret etti. Ve kemânî Sûzi Bey’e usulca : “Nihâvend yap” dedi ve eline çiçeklikten bir pembe gül aldı. Uzun bir "âh” çekti; yanık bir "meded’ dedi. Gözlerini süzdü ve derin bir aşk ile okudu!
«Gülüm şöyle, gülüm böyle! demektir yâre mu’tâdım” "Sever cânım seni ey gül! ki cânâna hitâbımsın”
Zayıf efendi yerinden fırladı. Sağ kolunu havaya kaldırıp indirerek bağırıyordu: Yaşa Pembe!... Var ol Pembe!... Nûr ol Pembe!... Derd görme Pembe!...
Pembe Hanım bu alkıştan memnun oldu. Başörtüsünün çenesinin altına gelen katmerlerini düzeltti, örtünün uçlarını cilvelerle arkasına attı. Neşesinin te'si-riyle sesi titredi. Dudaklariyle, gözleriyle gülerek bir küçük temenna ile '‘teşekkür ederim” dedi.
Hânende Pembe Hanım İstanbul'un zevk âlemlerinde meşhur bir simadır. Yenibahçe’deki evinin kapısı, gün geçmez ki kendisini bir eğlentiye dâvet için, çalınmasın. Dâvûdî sesi, şetâreti, terbiyesi kendisini hem kadınlara, hem erkeklere sevdirmişti. Pembe tâzeliğinde de güzel değildi. Bâzen itiraf ederdi, sedasındaki letâ-fet, çehresinde de olaydı, sesiyle ağlattığı kadar gözleriyle de ağlatabilirdi.
Doktor Pertev Bey bir iskemle çekti. Yanıma geldi. "Bizim mûsiki halikındaki fikriniz nedir?” dedi.
— Mûsikimiz, bizim durgun rûhumuzun, sâkin düşüncelerimizin, uçuk benzimizin tercümanıdır.
— Mûsikimizi sever misiniz?
—■ Severim.
— Garp mûsikisini?
— Onu da severim. Birini duyduğum, diğerini anladığım için beğenirim.
— Ben mûsikimizi sevmem. Çünkü ihsas ettiği mânâ dâimâ birdir: Yeis... Şarkın bütün makamlarında, fasıllarında bir ikinci mânâ aramak beyhûdedir. Perde, perde kara bir yeis. Nağme, nağme, akan bir yaş. Fakat ben dâimâ ne meyus olurum, ne de âşık... Aşkın bile ümidi var, visâli, hicrânı var. Çiçeklerin, fırtınaların, kelebeklerin, arslanların, zelzelelerin, şafakların, hiddetlerin, yalvarmaların da mûsikisi olabilir. Bütün bunların fırça ile tersimi, kalem ile tavsifi olduğu gibi mûsiki ile de tegannisi olmalıdır. Şark mûsikisi bunlardan bahsedemiyor. Bana ne bir saadet kokusu koklatıyor; ne de hiddet ateşi gösteriyor. Ben mûsikimizle ne göğsümü gererim, ne kollarımı sallayabilirim, ne de zihnim açılır; yalnız boynumu bükerim, dimağım örüm-ceklenir. Mûsikimizin verdiği yeis o derece kat’idir ki bâzan bizi ya intihara veyâ cinayete sevkeder. Köylerde karı yüzünden çıkan kavgaların sebeplerini görgüsüzlükte, içkide aradığımız kadar mûsikimizin te’sirinde de anamalıyız.
Doktorun bu iddiaları başta Pembe Hanım olduğu hâlde kemânî, ûdî, tanbûrî beylerin cümlesini birden coşturdu. Artık i'tirazlar, bilgisizliğini ortaya koymalar, alaylar, hiddetler birbirini takip ediyordu.
— Siz mûsikimizi bilmiyorsunuz.
— Birkaç gün Fransa’da kalmakla kendi vatanındaki güzellikleri görememek körlüktür, nankörlüktür.
— Garp mûsikisi sun’îdir, kalbden gelmez.
— Wagner bir koca davul, Beethoven bir boş tenekedir.
— Nihâvendden pek güzel opera olur.
— Şaûk nağmelerinin inceliklerini piyano ihtivâ edemez.
— Karcığardan, çıkan mânâ da yeis midir?
Şimdiye kadar ancak fikrine sâhip olanlarda görülen bir i'tidal ile sükût eden Pertev Bey: "Hayır, dedi, bizde raks da yoktur." Bu inkâr, odadakileri yine harekete getirdi. Demin gül koklayan zayıf efendi de işe karıştı :
— Ah, dedi, ah, Gülistan burada olmalıydı. O zaman sizde raksı, mûsikiyi inkâra mecal kalır mıydı?
Pembe Hanım da atıldı: “Ben sizin yerinizde olsam şimdi Gülistan’ı bulur, bu dinsiz doktoru îmana getirmeği ona bırakırdım” diyordu. Karar verilmişti. Gülistan çağırılacaktı. Ûdî ve tanbûrî beyler bu işe me'-mur oldular. Ve hemen paltolarını giyip çıktılar. Ev sâ-hibi dâvâvekili Turgud Bey de bu sırada kolları arasındaki bir kucak elbiseyi ortaya bıraktı. Bunlar camadanları, dizlikleri, dolakları, sırmalı çepkenleri, hilâli gömlekleri, pullu başlıkları, ipekli şalvarları, işleme pa-burçları ile kadın erkek zeybek libasları idi. Bunları Aydınlı Yavuz Beyle, Sirozlu Gülistan giyeceklerdi.
Doktor Pertev Bey'e sordum :
— Eski eserler araştırıp seyyahatlerle tetebbûlar icra olunarak elde edilecek neticeleri fenne tatbik ederek mûsikimizi ıslâh etmek mümkün değil midir?
— Hayır değildir. Bu tetebbûlarınızdan da bir şey çıkmayacaktır. Çünkü Türkler hiç bir vakit şahsî dehâlarını gösterir ne bir hüner, ne bir felsefe, ne bir edebiyat ihdas etmemişlerdir. Hep taklid ile vakit geçir-İnişlerdir. Bunun sebebi: Bunların hakikî dehâları durup düşünmekte değil, çarpınıp iş görmekte idi. Bunlar maddî ilerlemekten mânevî yükselmeğe vakit bulamamışlar. Tûrânîler her şeyden evvel askerdiler. İslâ-miyetten önce teşekkül eden Türk cemaatleri de mah-zâ harp uğrunda Asya'nın ücrâ bucaklarından toplanırlardı. Muhârdbe bitince göçebe uluslar, yörük oymaklar yine dağılırlardı. Cemiyetleri süreksizdi. Bu cihetle düşünceleri müttehid, fikirleri de sâkin olmadığından ne mûsikiye, ne edebiyâta, ne mi’mâriye dâir şahsî ve temelli eserler bırakmamışlardır.
Ev sâhibi Turgud Bey fesini başından atarak bir avukat şiddeti, fesahatiyle cevap verdi :
— Affedersiniz Doktor Bey; Fransa’nın birçok büyük şehirlerini gezdiniz değil mi? Acaba Anadolu'da, Türkistan’da seyyahat ettiniz mi?
— Hayır.
— Öyle ise Sivas’ta, Konya’da, Bursa’da, mimarlığa âid tetkikatta bulunanlara sorunuz. Oralardaki eski binâların mânevî bir rûhu, bir başkalığı, fennî, hüner-Vârî bir kıymeti var mıdır? Yok mudur? Emin olun ki Konya'daki Selçukî âsârı bakiyesi Atina’nın Akropol harabelerine muâdildir... Gülmeyiniz. Bunu Konya üzerine Almanca ve Fransızca yazılmış eserleri okur ve mahallinde tetkikatta bulunursanız anlarsınız.
— Bunlar altı yedi yüz senelik, binnisbe yeni şeylerdir. Ben daha eski zamanlara âid medeniyet izleri arıyorum.
— Bundan iki yıl evvel Sibirya'nın şank-ı cenûbî-sinde kâin Turfan harabelerinde yapılan hafriyatta çıkan heykelleri görürseniz bunları ya “Praksiter'lerin veya "Fidyas” ların ellerinden çıkma zannedersiniz.
Bu anda doktorun yüzünde hâsıl olan emniyetsizlik üzerine Tungud Bey kütübhânesine koşıtu; elinde birkaç resimli risâle ile avdet etti. Herkes bir meraka düşmüş ve ev sahibinin başına üşüşmüştü. Doktor müte-kebbir bir inatla: "Belki, olabilir; fakat bu kadarı kâfi mi?” diyordu ve ilâve ediyordu :
—' Biz muhafazakâr adamlarız ve teceddüde düşmanız. Meselâ din bahsi...
Bu korkunç başlangıç üzerine herkes sinirleri daha gerilmiş, gözleri daha açılmış ,yumrukları daha sıkılmış olduğu hâlde harekete gelmişti. Artık ûd tombul karniyle yerde bîtâp uzanmış, keman ince beliyle koltuğun bir kenarına yorgun dayanmış, tanbur uzun boynunu melûlâne uzatarak bir köşeye serilmiş yatarken sıkıntıdan çatındı ile kopan bir teli gerdanına sarılıver-mişti. Zavallı Pembe Hanım ise çoktan esneyerek ortadan kaybolmuştu.
—1... Meselâ din bahsi: Evet Türkler müdafaa için kucakladıkları İslâmiyet! kırılmak bilmeyen bir cesaret, tereddüde uğramayan bir sadakatle müdafaa ettiler. Fakat bu hususta tenkide ve münakaşaya girişmediler, girişemediler. îşte mesele burada... Halbuki Arap-lar Râfızîlik, Mu’tezilik, Vehhâbîlik gibi münakaşa neticesinde mezhebler buldular. Halbuki trânîler Bahâîlik, Şiîlik, Bâbîlik gibi fırkalar ihdas eylediler. Biz hiç, hiç düşünmedik, aramadık, yorulmadık, üşendik, ne bulduksa ona kani, ne dedilerse ona râzı olduk.
— Azizim Doktor, siz bunları bir kitapta okumuşa benziyorsunuz. Biraz kendiniz tetkikatta bulununuz. Aslen Türk olan Bedreddin Simâvî ve Şeytankulu gibi ulemânın içtihadlarını veyâ Torlak Kemâl gibi zevatın dinî felsefelerini, Bektaşîliği, Mevlevîliği tetkik etmeliydiniz.
Havâiyât ile, mûsiki ile başlayan bu meclis şimdi ciddî bir renge girmiş, dâvetlilerde büyük bir sıkıntıyı örtmeğe çalışan küçük bir bilgicilik tavrı uyanmıştı. Herkes gizli bir intizar içinde gözlerini arasıra kapıya çeviriyor, Gülistan’ı bekliyordu. Vehhâbîliği Gülistan tenkid eyleyecek, Bedreddin Simâvî'nin felsefesini Gülistan îzah edecek sanılırdı.
Zayıf efendi kendi kendisine söyleniyordu :
— Türkiye yıpranmış, tozlu, cildsiz lâkin mühim, Müfid bir kitaptır. Onu okumak, tashih edip tab'etmek için sabır ve merak ister.
Öteden Kemani Sûzi Bey atıldı. Dargın bir tavırla :
— Bu memleketin güzelliklerine göremeyerek bakıyorsunuz, şiirlerini anlamayarak dinliyorsunuz, dedi.
— Şiir mi? Hele şiir bu memleket için değildir. Şiirin mevcudiyeti aşka, kadına bunların mevcûdiyetine bağlıdır. Bizim kadınların dâimâ sedirlerde, minderlerde, kanapelerde oturmaları hareketlerinde hiç bir letâ-fet bırakmamıştır. Yoksa, siyah carları altında ördek-vâri yürüyen hanımları görmüyor musunuz?
Bütün dinleyenler birden bağırdılar:
— O! O! Örddk gibi mi? Sizde hiç zevk yok. Güğer-cin gibi, kumru gibi.
— Evet mahbûsiyet hayâtı hanımların hem bacaklarını, hem zihinlerini faaliyetten mahrum bırakmıştır. Binbir gece masallarına benzeyen romanlara aldanıp da Türkiye'yi muâşaka memleketi sananlar aldanırlar. Burası sevmek, sevilmek hislerine müsâid bir zemin değildir. Sevdâ için kadınlarda "meyil ve istidat" olmadığı gibi erkekler için de "imkân” yoktur. Bu memlekette umumî his "muhabbet ve temayül” değil, "nefret ve tahakküm’dür. Burada erkekler hotperest, kadınlar hotfüruştur.
Bu def’a da odayı her ağızdan itiraz gürültüleri kapladı. Artık kimse kimsenin ne dediğini işitmiyor, anlamıyor... Yumruklar havaya kalkıyor. Fesler başlardan fırlıyor. Sigara dumanları hiddet ve sür’atle üfleniyor. Bir hay ve huydur gidiyor. Pertev Bey ise fikrinde, isyânında inad ederek son i'tirafını fırlatmaktan çekinmiyordu.
—• Ben vatanımı beğenmiyorum, ne yapayım beğenmiyorum, çünkü bana memleketimi beğendirecek etrafımda ne bir vak’a, ne bir manzara görebiliyorum. Ben belki bir vatansızım!...
Artık doktor için bastonunu alıp davetli olduğu bu evden çıkmaktan ve refikleri için kendisini sükût ile
teşyi’ etmekten başka yapacak kalmamıştı ki dışardaki bir araba gürültüsiyle berâber kapının çıngırağının ta-nîni evi doldurdu. Bir dakika sonra gevrek kahkahala-riyle başına uzun bir başörtüsü almış, sırtına bol bir manto giymiş Gülistan içeriye girdi. Sanki bu kadın bir güneşti. Bütün bir fırtınalı gecenin zulmetini birden sıyırdı, attı. Herkes bir dakika evvelki hırsı, infiâli unutmuş, çehreler yerine gelmiş, sigara dumanları dağılmıştı. 1
Sûzi Bey Güllstan’a köşedeki kanapeyi gösterirken Pemibe Hanım da: "Bu kâfir doktor hâlâ îmana gelmedi mi?” diyerek Pertev Bey'e serzenişlerle odaya girdi.
Ev sahibi Turgud bir iskemle çekti. Gülistan’ın karşısına oturdu. Niçin onu rahatsız ettiklerini anlatı-' yordu :
— Burada çılgın bir adam var. Memleketimizin güzelliklerini inkâr ediyor... Mûsikimiz ağlarmış, raksımız germinmiş, kadınlarımız yatalakmış, erkeklerimiz alık... Anladın mı şimdi... Artık şu zavallıya memleketini sevdirmek için senin lûdfûna sığınmağa mecbur olduk.
— Doktor haksızdır. Evvelki gün Çamlıca’da Şatır Paşa’nın düğününde idim. O gece, bir müddet, bizbize kaldık. Hanımlarla o kadar güzel raksettik ki ben de bayıldım.
Pemibe Hanım gülerek ilâve etti:
— Göreydi o da bayılırdı.
Udu bu def'a Pembe Hanım aldı. Ve defi Gülistan’a verdi. Sûzi Bey bir Hüseynî taksimi yapıyor ve bütün ruhunu, bütün hünerini yayına tevdi’ eylerken nağmelerinin feyziyle doktoru teshir için ne derece nefsine cebrettiği dudaklarının takallüsünden, kaşlarının gerilişinden anlaşılıyordu. Şimdi herkes dinî bir istiğrak ile dinliyordu. Doktor Pertev Bey bu tekellüflerin hep kendi için olduğunu anlıyor ve duygusuz bir tavır alarak saatinin kösteğiyle oynuyordu.
Gülistan dirseğini koltuğun koluna dayamış, elini yanağına koymuş gönlünden kopan tatlı, pürüzsüz, te-kellüfsüz ruhânî bir sadâ ile okumağa başlamıştı. Sesinin havada dönen, kıvrılan her nağmesinden bir peri rûhu doğuyor, yüksele, büyüye kanatlanıyor; dinleyenlerin yanaklarını öpüyor; göğüslerini okşuyordu. Gözlerin önündeki perde perde karanlığı sıyırıyor, yerine zerre zerre ışıklar damlatıyordu.
Pertev Bey parmağına sarıp çözdüğü kösteğini usulca yeleğinin cebine koydu. Elini yanağına dayadı. Gözlerini kapadı.
Artık adadaki her şey mûsikinin te'siriyle şeklini değiştirmişti. Keçeler, kilimler çimenliğe, âvize mumla-riyle bir lâle tarhına benzemiş; duvardaki levhaların menazınna tabiî bir cesâmet, bir renk, bir can, bir hareket gelmişti. Güliıstan’m dudağından uçan rûhlar, nağmelerin rûhları, perilerin ruhları herkesin kulağına mazinin hayâllerine, istikbâlin ümidlerine dâir bir şeyler fısıldıyordu.
Şimdi Hüseynî peşrevi, semâîsi bitmiş, müntehab şarkılardan birkaçı da okunmuştu.
Doktor Pertev Bey tatlı bir rüyadan uyanırcasına yanında oturan Turgud Bey’e : "Evet, ne kadar olsa millî şeylerde insan bâzan güzellik buluyor. Bu irsi bir gaflet olsa gerek.” dedi.
— Ah sihirbaz Gülistan!...
* * *
Turgud ciddiyetle Gülistan’m yanma gitti. Bir şeyler söyledi. Odadan çıktılar.
Bu sükûttan istifâde eden zayıf efendi elindeki solgun ,sapı yumuşayan gülü masanın kenarına bırakarak vakur bir hâkim vaziyeti aldı ve dedi ki:
— Doktor Bey, her kavmin cibillî ve tabiî yerli ve ayrı bir medeniyeti vardır. Her memleket başkalarının yeniliklerini taklid ile başladığı intizama kendisinin eskiliklerini tahkik ile nihayet verir. Bu hâlde bir zamanki mukallidler, sonra muhakkik olurlar. Her milletin medeniyeti zekâsının, maişetinin, târihinin, an'anesinin, coğrâfî mevkiinin 'tesiri altındadır. Vâkıa medeniyet umûmîdir. Lâkin onu tatbikteki tarz başkadır. Fikirler muhalif olmasa bile muhteliftir. O hâlde fikirlerin terakkisi de muhtelif olmak lâzım gelmez mi? Âlemin maksadı refâhı, intizâmı ta’mîmdir; daha doğrusu iyiliği, güzelliği temindir; lâkin bu maksada her cemaat bir başka yoldan varmağa çalışır. Milletlerin kendi sa-mimiyâtma; şiirine, mûsikîsine, resmine, raksına, mi-mârîsine, yemesine, giymesine, kendi maişetinden, kendi husûsiyetinden bir çeşni verdiği inkâr olunur mu? Hollanda tersimiyle İtalya ressamları bir zevk mi tâ-kibeder? Alman yemekleriyle, Fransız mutıbağı bir örnek midir? İsveç edebiyâtı ile Japon şiirleri müsâvi midir? Rusya'daki evlerin biçimliyle İspanya binalarının arasında bir fark yok mudur?
Pertev Bey e cevap vermeğe imkân kalmadı. Gülistanla Yavuz kıyafetilerini değiştirmiş oldukları hâlde içeri girdiler. Bu def’a Pertev Bey bile ellerini çırpıyordu.
Gülistan, alim sikkelerle süslenmiş küçük bir al fesin üstüne geniş, koyu kırmızı, kenarları sırma oyalı bir tül almış, vücûduna geçirdiği pembe, ipekli hilâli gömleğin üstüne sırma dallarla işimmiş, koyu güvez kadife camadan ve altına aynı renk kumaşdan işlemeli bol şalvar giymiş, beline o örnek bir yağlığı şöpüne sarmıştı. Altın pullu kırmızı pabuçlarının içinde ince güvez çoraplara bürünmüş ayaklarının nârinlikleri gözüküyordu.
Yavuz, içi dolu, oyalı yemenilerle bezenmiş yüksek, uzun püsküllü fesi, geniş sinesini ve çevik belini örtemeyen ipekli çizgili Şam kumaşı mintanı ve açık mavi işlemeli çuhadan dar çepkeni, aynı renkte kısa ve katmer katmer dizliği, iri baldırlarına geçirdiği o nevi kumaştan tozluğu ve kızıl yemenileriyle daha erkek, daha yüksek, daha korkunç gözüküyordu.
Bu libaslar altında ikisinin de yürümeleri, tavırları değişmişti. Biri çalımı ve mehabetiyle tam bir kuvvet, tam bir erkek, diğeri yumuşaklığı ve şa'şaasiyle mükemmel bir kadın, bir şiirdi.
Sâzendeler bütün mehâretleriyle telleri titretirken kadın, erkek bu iki vücud tekmil zarafetleriyle, havada bürüle, bürüle dönen nağmelerle hemâhenk olarak kıvrılıyor, doğruluyor. Hafif ve parlak pabuçların, yemenilerin içindeki ayaklar bir mevzun şiir düzgünlüğünde keçenin üstüne konup kalktıkça göze çimende oynaşan bir çift kelebeğin âhenktar tavırlarını hatırlatıyordu.
Kadın, başının üstünde uçan al tülün iki ucunu elleriyle tutarak yüzüne örtüp naz ve istiğnâ gösterirken, erkeğin bu anda bir kartal süzülüşüyle mevzun adımlarla etrafında dolaşması ve bu sertlik içindeki niyazlar, hayâtın bütün gizliliklerini raks ve ahenk güzelliğinde gözlerde parlatıyordu. Denken iki vücud, biri kuvveti, diğeri işvesiyle bir mübârezeye girişince bir saniye içinde kâh kuvvetin mağlûp işvenin muzaffer, kâh sertliğin muvaffak yumuşaklığın bîtâb olarak savaşması yürekleri hoplatıyordu. Bu sırada mahmur bir vaziyetin çevik bir nağme ile canlanışı, sert bir perdeden ner-min bir dönüşe bürünürken yumuşayışı, bu değişiklik kalbe derin bir inşirah veriyordu.
Bu tabiî hareketlerin âhenkleri, şiirleri koca bir milletin târihini, Koisova, Çaldıran, Plevne kahramanlıklarını erkekte, bütün saray entrikalarını, Kösem’leri, Roksalan’ları, o iktidarların esrarını kadında tasvir ederken bu birkaç dakika içinde asırların samimiyetlerini rûh tadıyordu.
Pertev Bey yarım saatten beri kendi üzerine dönen istifhamkâr bakışların altında ezilircesine perişanlığından "ben göbek atmak rezâletini bekliyordum” diyordu. Bu küstahlık da Gülistan’m dargın bir bakışiyle cezasını çekti.
Ufak bir istirahatten sonra oyuncular birinci muvaffakiyetin tefsiriyle ikinci bir raksa başladılar.
Pertev mütezâyid bir dikkatle hareketlerdeki âhen-gi, tavırlardaki asâleti, adımlardaki mevzûniyeti, dönüşleri, kırıtışları, süzülüşleri tâkibederken rûhundan kopan samimî neş’e gözlerinden belli Oluyordu :
— Tuhaf, ben bu kadar mazbut ve âhenktar bir raksın bizde mevcudiyetine ihtimâl veremezdim.
Zayıf Efendi ciddî bir yeisle "Muhibbi” nin meşhur kıt’asını usul usul okudu:
Sayılmaz parmak ile
Tükenmez kırmak ile
Taşramızdan sormak İle
Kimse bilmez hâlimizi.
•Doktor, gittikçe artan bir hayretle “lâkin bu oyunların şekilleri neye zapt olunmuyor? Neye tâlim edilmiyor? Neye tâmim edilmiyor?” diye teessüf ede ede, yavaşça oturduğu iskemleden aşağı kaydı; yere bağdaş kurdu. Samimî ve nâçâr bir takdirle bir taraftan bu iki rakkasa daha ziyâde yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Pertev Bey buhran içinde idi. Bir dakika oldu ki kendisini kaybetti. Kalktı Gülistan’m, Yavuz’un ellerinden kavradı ve onları yürekten gelen bir zevkle öptü, öptü, öptü.
— Teşekkür ederim, diyordu. Tatmadığım bir lezzeti tattırdınız. Görgüsüzlüğümü bana anlattınız.
Doktor kibrini kırınca daha münsif, daha sevimli olmuştu, artık herkes etrafına toplanmış, ona Türklük âleminin sevimliliklerini, câzibelerini bin itinâlar, bin mübalâğalarla söyleye, söyleye bitiremiyorlardı.
Zayıf Efendi deminki vakar ve yeisle dedi ki: "Memleket düşünülmemekten, unutulmaktan, ihmâl olunmaktan bıktı. Ona i’timat ettiğinizi, onu saydığınızı, ona güvendiğinizi âlem duysun... San’atlariyle, mûsikisiyle, raksiyle, edebiyâtiyle, güzellikleriyle, onu âlem görsün. Cananınızı bırakıp ta ellerin peşinde dolaşmayınız, gönlünüzde sevgilinizin aşkı, kolunuzda sevgilimizin bilekleri olsun!...
Artık bu hây ve hûya ben de karışmıştım. Size bir Macar masalı söyleyeyim, dedim :
— Macaristan'da bir i’iikad varmış. Katili bulunamayan maktullerin cesedleri önünden maznun olanları geçirirlermiş. Eğer mücrim bunların arasında ise cârih tam maktulün hizasına gelince naaşm yarası kanarmış.
Vaktiyle bir Macar asilzâdesinin cesedini kalbinin üstünde küçük bir hançer olduğu hâlde bulurlar. Sarayına getirirler. Pederi bu gencin bütün düşmanlarını arar. Yatağının önünden geçirir. Fakat yara açılmaz. Dostlar geçer, yara kanamaz. Sonra saray halkı, bütün şehir erkekleri geçer, yara yine kanamaz. Nihayet gencin sevdiği kız ağlayarak gelir ve bakışiyle yaraya sanki bir hançer daha saplar; ceriha hemen açılır ve kan tekrar boşanır. Pederi der ki: Söyle çocuğumu sen mi öldürdün? Kız der ki: Hayır ben öldürmedim; lâkin hançeri ben verdim. O benim gönlüme mâlikti. Fakat buna kanmıyordu. İstiyordu ki beni sevdiğini herkes bilsin, benimle dâimâ berâber bulunsun. Ben râzı olmadım. Çünkü bâzı kusurları vardı. Onları tashih et, dedim. Buna râzı olmazsan kendimi öldürürüm, dedi. Ben inanmadım. Hançeri verdim, kalbine sapladı...
Zayıf Efendi yine söyleniyor : i
— Evet, bu zavallı vatanın yarasını kanatan sîzsiniz, sizin gibi onu beğenmeyenler, ona i’timıad etmeyenler, dâimâ onun kusurunu gören onun sevgilileridir.
21 Ağustos 1327 (1911)-Büyükada
■ S
PÂDİŞÂHIM ALINIZ MENEKŞELERİMİ, VERİNİZ GÜLÜMÜ
Samime Hanım kanapeye oturmuş, sarı siperli lâmbanın ışığında gazete okuyordu. Masanın üstünde ufak saatin gizli tıkırtısı, köşede yanan sobanın derin çıtır-dlsı bu odaya ölgün bir rûh veriyordu. Usulca kapı açıldı. İçeriye kuyruğunu kaldırarak, kapının pervazına, minderin ucuna sürünerek bir kedi girdi. Sobanın yanındaki şiltenin üstüne çıktı, kıvrıldı... Arkasından, mavili fanilâ entarisi, siyah kuşağı, lepiska, gür saçlarını yarı örten mâvi yemenisiyle, pembe, değirmi çehresiyle bir kadın çekinerek ve başını sağ omuzuna doğru bükerek duvarın kenarına dayandı. Durdu.
— Otur Ayşecik.
Ayşe küçük minderi çekti. Diz üstü oturdu. Bu kadın, Beyefendi Trablusıgarb’a gideli, her akşam işini bitirdikten sonra gelir, minderin ucuna oturur, Hanıma bir iki saat arkadaşlık ederdi.
Ayşe’nin garip bir tâli'i vardı. Pederi beş yıldır Trablusgarb’da idi. Bu senenin baharında kur'ası çıikı-veren nişanlısı Tosun da Trablus’a sevkedilmişti. Ailesi bir İstanbul'dan, bir de Bingazi’den mektup almışlardı. İkinci mektupta Yemen'e gideceğinden bahsediyordu. Fakat altı aydır ne pederinden kâğıt almıştı, ne Tosun’-dan haber vardı. Bir taraftan baba eksikliği ,diğer cihetten nişanlısının ayrılığı ve bu iki hicrana eklenen yoksulluk Ayşe’yi İstanbul’a gelmeğe mecbur etmişti. Hemşehrileri onu Cihangir’de Ebkânıharbiye binbaşılarından Tuğrul Bey’in yanma koydular. Beyefendi ona nişanlısiyle, babasından haber getireceğini vâdetmişti. Fakat işte buna muvaffak olamadan Tuğrul Bey de yine oraya, Ayşe'yi diyârından, babasından, yârinden ayıran Trablus’a gidiyordu. Buralardan düşmanı kovduktan sonra ona babasını, nişanlısını da berâber getirecekti.
Bey harbe gider gitmez, Hanımla hizmetçi iki dert ortağı oldular. Afrika sâhili, iki rûhun da dâima teveccüh ettikleri bir Kabe kesildi. Göz yaşlariyle yıkanan duâlar, hıçkırıklarla kanatlanan teessürler hep o çöllerin kenarında yükselen hurma ağaçlarının gölgelerinde kayboluyordu.
Tuğrul gittiği günden beri Ayşe’nin âdı "Ayşecik”, Samime’nin nâmı da "Hanımcığım” olmuştu.
Hanım hizmetçisine gâh gazete ve gâh eline geçen romanları okur, anlatırdı. Uzayıp giden yalnız gecelerde "Muhsin Beyler”, “Solgun Demet”ler, "Sergüzeşt’’-ler, "Zavallı Necdet” <ler okunur ve ağlanırdı. Ayşe'nin rûhu, duygusu bu mütalâalarla gittikçe parlıyor, inceliyordu. Kızılırmak kenarında yetişmiş bu pembe kır çiçeğine, payitahtın bütün uçuk renkleri, baygın râyihaları bir incelik veriyordu. Gazetelerden sonra elde hikâye olmazsa söz Trablus’tâki sevgili vücutların hâtıralarına geçerdi. Hanım kocasından bahsettikçe "gülüm” demeği âdet ettiğinden Ayşe'nin nişanlısına da "senin gülün" derdi. Bu iki kimsesiz kadın yaprakları dökülmüş iki kuru dal gibi rüzgârın sitemiyle karanlık gecelerde yekdiğerine temayül eyledikçe yalnızlıklarını daha anlıyorlar, acılarını duyuyorlardı. Bu hasb-ı hâller esnasında Samime’nin uzun siyah kirpiklerinde Tuğrul’un aşkı ağlar, Ayşeciğin gözlerinin mâvi ışıklarında Tösünün rûhu yanardı.
— Hanımcığım muharebeden yeni haber var mı?
Saımime elinde tuttuğu İkdam gazetesini okumağa başladı:
"On üç zırhlıya karşı bir asker”
"¡Salı sabahı düşman zırhlılarından onüçü Trab-"lus’un şark tarafında kâin Hamidiye İstihkâmı'nı "döğmeğe başlamışlardır. İstihkâmda onbir neferle "bir çavuş vardı. Neferlerin dokuzu bir müddet sonra “şehid, ikisi mecruh olmuş ve sağ kalan Mehmed Çavuş "isminde bir kahraman henüz parçalanmayan birkaç "topla, dünyânın hiçbir muhârebesinde işitilmemiş, hiç "bir memleketin târihinde görülmemiş bir inat ve me-“tânetle tek başına dört saat düşmana mukabele etmiş "ve nihâyet o tunç toplarla berâber o pulat vücut da "başına yağan yüzlerce gülleler altında parça parça ol-"muştur. Böyle emsalsiz erlere mâlik olan millet dün-"yanın en büyük milletidir.”
— Hanımcığım yetişir! Yetişir! O Mehmed Çavuş benim babacığımdır!...
— İnşallah değildir.
— Hamidiye Istihkâmı’nda olduğunu biliyorum.
Ayşecik bayılmıştı. Samime Hanım odasına koştu, elinde Lokman rûhu, kolonya suyu şişeleri olduğu hâlde Ayşe'nin şakaklarını, bileklerini oğuşturmağa başladı.
— Babacığım ölümü kendi istedi. Terk-i tezkere etti. Niçin bilmem? Fakat ölümü istedi. Ben bunu anlıyorum, ninem de korkuyordu. Her mektubunda yalvarıyordu. Zavallı babacığımı! Başı ucuna bir taş bile dikilmeyecek. Yattığı yeri ot örtecek, yağmur silecek, rüzgâr süpürecek.
— Ah bu vatanda her şehide bir taş dikilseydi, memleketimiz baştan başa bir kabristan kesilirdi ve bu türbelerin kandilleri için göğün yıldızları kâfi gelmezdi.
Şimdi kocası Tuğrul Bey'in de mâruz olduğu tehlikeleri düşünen, belki yarın, belki öbür gün bir felâket haberi alacağından ürken Samime, vücûdunu siyah tül gibi kaplayan bir kara hulyâ altında bunalıyor, sararıyordu.
— Ne mutlu ona! Şehid oldu. Sen de yetim oldun. Duâdan gayrı elimizden ne gelir. Duâ edelim Allah İslâm’ı muzaffer etsin!
Artık Samime söyleyecek söz, verecek teselli bulamıyordu.
İkisi de ağlaya ağlaya abdest aldılar. Başörtülerini örttüler, seccadelerini yaydılar. Sessizce namaza durdular. Birer melek gibi Allah’a o derece kalboldular ki, o derece benliklerinden, varlıklarından geçtiler ki, o derece bittiler ki secdeye kapanan başları yerden kalkmak istemiyor; dimağlarına hücûm eden tûfân-ı niyaz bîçâreleri o vaziyette eritiyordu. Namazdan sonra titreyerek kıbleye açılan eller, dakikalarca hareketsiz kaldı. Tutuşan yüreklerinden kopan ateş damlalariyle ağladılar. Bu kıvılcımların Allah dergâhında birer iz bırakacağına îman ederek, yine o sükûnetle seccadelerini topladılar.
— Ah, Ayşecik! Benim de babamın Moskof muharebesinde şehid olduğunu kıymetli nineciğim söylerdi. Ne yapalım? Erkekler vatanın kuzuları değil mi? Bir gün ahularında yazılmışsa, elbette kurban olacaklar.
Bu sırada masanın üstündeki çiçekliğin içinde duran bir beyaz gülü Samime gördü. Şimdi düşünüyordu: Bu vatanın her avuç toprağı bir şehid kaniyle yoğurul-muş iken nasıl oluyor da bahçelerinde yine beyaz güller, ak zambaklar, san papatyalar yetişiyor? Her köşesi inleyen bir ninenin, kahrolan bir sevgilinin acı yaş-lariyle sulandığı hâlde nasıl oluyor da çiçeklerinin göbeklerinde yine her arı bir içim tatlı, her kelebek bir parlak renk buluyor?...
Çocukluğumdan beri duyduğum, gördüğüm, okuduğum: Boğuşmak, savaşmak, vuruşmak!... Her taraf nefret ve kan!... Her taraf kin ve ateş!... Niçin? Niçin memlekete bir siyah bulut çöküp, tabiat bütün felâketlerinin birden mâtemini tutmuyor? Bu hüznün sükûtu içinde olsun rûlhunu dinlendirmiyor ve acılarını doya doya tatmıyor?
— Haydi Ayşeciğim yat! Allah babanı aldı. Belki gülünü sana bağışlar, bir gün onu gazi olmuş karşında görürsün.
Ayşe usulca kalktı, odasına çekildi. Yatağın kenarına oturdu. Babasının ruhuna tekrar bir fâtihacık hediye etti. Yorganını çekti. Acıyan, yanan göz kapaklarına, bîçârelerin biricik teselliyetkârı olan uyku bile yaklaşmıyordu. Sabaha karşı dalmıştı. Rûyâsında, mâvi göğün kenarından, beyaz bir melek indi. Bu meleik "ben aşk’-ım” dedi. Ayşe'yi kanatları altına aldı. Dağlan aştı, denizleri geçti. Tariblusgarb’a götürdü. Çölün ortasma bıraktı, uçtu, gitti. Ayşe, şimdi, şeffaf bir geceye bürünmüş, azametli bir sükût içinde yalnız kalmıştı. Gökte binlerce yıldız, parıldayan gözlerini kırpıyordu. Ayşe sahrânm ortasındaki hurma ağaçlarının arasına girdi. Kuyunun başında testisini dolduran bir Arap çocuğuna yalvardı. İki dakika geçmemişti ki, babası ile Tosun koşarak geldiler. Babası “işte nişanlın” dedi ve kızını alnından öptü.
— Ben buradan düşmanı kovmadan köye dönemem. Sen nişanlını götür. Onun hizmetini de ben görürüm.
Diyerek ağaçların arasından karanlığa karıştı. Gitti. Şimdi iki yavuklu karşı karşıya durmuşlar ve utanmalarından konuşamıyorlardı. Ayşe kendisini unutarak birdenbire başını Tosun’un sağ omuzunun üstüne bırakıverdi. Ağlamaya başladı. Artık delikanh da ona sarılmıştı. Böyle iki dakika kaldılar. Ayşe usulca: "Ya ben de senin yanında kalayım, ya memlekete gidelim. Beni yalnız bırakma” dedi.
Tosun güldü. Sevgilisini kolundan tuttu. Yakındaki kuyunun kenarında bir ağaç kütüğünün üstüne oturdular. Ayşe yalvarıyordu ve ağlıyordu. Gözlerinden dökü-ilen yaşlar yanaklarının üstünden önüne yuvarlanıyordu.
— Hay küçücük Ayşe! Hemşehrilerimin bağnnı düşman kurşunu delerken nasıl ben seni sineme çekerim?
Zavallı kız, yeniyle yaşlarını silmek istediği zaman eteğinin, bir sedef gibi, incilerle dolduğunu görür görmez sevincinden bir çığlık kopardı.
— Tosun, Tosun; incilere bak! Ben bunları yarın Pâdişâha götürür, senin bedelini veririm.
— Sen kıymetli taş mı arıyorsun! İşte istediğin kadar!
Bu sırada genç nefer, düğmelerini, sökercesine hızla çekti göğsünü açtı. Sinesinden damla damla lâ'ller, yâkutlar kumlar üstüne döküldü.
— Ayşecik! Benim bedelim bir avuç inci mi, yâkut mudur? Benim bedelim bu çöllerin bütün kumlarıdır. Trablus'tur. Ben bitmeyince Trablus, gitmez. Sen Pâdişâha hediye götürmek istersen, senin gibi günahsız şeyler götür. Halîfeler melek gibi mûsumdurlar, nâziktirler. inşallah birkaç gün sonra buralardan düşmanı kovalım. İşte o zaman Pâdişâh babamıza bir demetçik çiçek götür ve mukabilinde beni ondan iste. Pâdişâhlar çiçekleri severlermiş.
— Ben Pâdişâhımızı nereden göreyim? Nasıl vereyim Tosun?
— Gönlüm diyor ki ben şehid olmamışsam mutlaka vereceksin.
Bu esnâda şafak sökmeğe ve gök ağarmağa başlamıştı. Hurma ağaçlarının arkasından muharebe meydanı bütün korkunçhığuyle gözüküyordu. Bir ağacın dibinde parçalanan göğsünden dökülen kandan, bornusu al bayrağa dönmüş bir Arap mücâhidi, beride barsak-ları kumlar üstünde sürünen birçok şehidler: Onların yanında bir kafa, bir bacak; ortada boyunlarını, ayaklarını uzatmış iki üç hayvan İaşesi...
Ayşe bu levhanın dehşetiyle titrerken Tösünün ellerini sıkı sıkıya tutuyordu. Bu anda birbiri arkasından derinden duyulan boru çığlıkları geniş sahrayı çınlattı. Tosun gülümsedi. Uzaktaki kulübelerden, çadırlardan, kumların arkasından binlerce mücâhid birden fırlayıverdiler. Şimdi zavallı ıkızm başının üstünden, kulakları kemiren bir çatırdı, gürültü ile nereden geldiğini anlayamadığı bir gülle yağmurudur başladı. Tam bu sırada idi ki mücahidlerin ortasından başı yükselen iri cüsseli bir zâbitin kalın sesi kükredi. Bir yanardağ tepesinden feveran eden alev şiddetiyle etrafa akseden yakıcı, eritici sözlerinden Tosun ile Ayşe’nin bulunduğu yerden ancak şu cümleler işitilebüliyordu:
“Ey mücâhidler! Allah yolundan dönen kimdir? Ey gâziler! Hak yolunda geri kalan kimdir? Kabe sağımızda, Cennet önümüzde, Allah her tarafımızda! Şehâdete âşık olmayan kimdir? İnnel vatan ve innâ ileyhi râciûn! ileri!...”
Gökten iner gibi, parlayan bu sadânın te’siriyle her mücâhid bir şimşek kesildi. Vatan gayretiyle kabaran göğüslerden fırlayan “Allah! Allah!” gulgulesi bu zâbitin semâvî hitâbma, İlâhî cevap oldu.
Ayşe'nin gittikçe kenetleşen parmakları arasından Tosun ellerini sıyırdı, kurtardı. Arkasında asılı tüfeğini sırtına aldı. Tatlı tatlı gülümsedi ve sevgilisinin alnından öperek yalnız "duâ et” dedi; seğirterek ağaçların arkasında kayboldu. Ayşe "ben de beraber, ben de seninle!” feıyâdîyle koşarken düştü, kumların üstüne yı-ğılıveıdi.
Kız, bu helecanla gözlerini açtığı zaman gördüğü rûyânm te’siriyle bütün vücûdu kirilmiş, takatsiz bir hâlde idi. Şimdi, sokaktan geçen salepçiniin derinden gelen bağırtısını işitiyor. Bir saatten beri çektiği azâ-bı düşünürken nişanlısının "Pâdişâh babamıza bir de-metçik çiçek götür” sözünü hatırladı. Bu hediye Trablus'tan birkaç güne kadar düşmanı kovduktan sonra verilecek değil miydi? Lâkin babasının şehâdetiyle Ayşe’nin korkusu çoğalmış, sabrı tükenmişti. Birkaç gün daha tahammül edemeyecekti. Saf bir iıukıyâd ve dinî bir teslimiyetle bahçeye indi. Her zaman, sararmış yapraklarını ayıkladığı, 'topraklarını yumuşattığı menekşe tarhından o sabah açılan mor koku damlalarından yaptığı mini mini demeti ince ipek kâğıdına sardı. Hanımcığı ona akşam anlatmamış mıydı ki, "çiçeklerin râyihası, renklerin lisânıdır." Belki Pâdişâhın rûhâniyeti bu menekşelerin yalvaran sözlerine agâh olur.
Çarşafına titreyerek büründü. Kaim peçesini indirdi; "besmele” çekti. Kapıdan çıktı. Çiçekleri carının altında sıkı sıkıya tutarak yürüdü... Nereye gidiyordu? Pâdişâha bu çiçekleri nasıl verecekti? Düşünüyordu: Dolmabahçe Sarayı'nın karşısındaki duvara dayanacak. Dîvan duracak. Pencerelere gözünü dikecek. Pâdişâh elbette pencerelerden bakacak. Onu görecek. Uzaktan boynunu bükecek, menekşelerini gösterecek. Pâdişâh merak edip kendisini huzûra çağırtacak. O da hemen ayaklarına kapanacak : “Pâdişâhım alınız menekşelerimi, veriniz gülümü” diyecek....
Beynine hücûm eden bu düşüncelerin kendi hâline nisbeten büyüklüğü ile dizleri titriyor, yüreği çarpıyordu... Bu işi beceremeyecekti. Pâdişâhın karşısında düşecek, ölecek, eriyiverecekti. Ya Hünkâr Tosun'una ga-zab ederse ve Tosun : "Ayşe hile etti; Ayşe yalan söyledi. Ben burada, yurdum için, Pâdişâhım için ölmeğe ahdettim.” dense; zavallı kız bunları düşünürken bittikçe bitiyordu.
Samime Hanım'm her gece okuduğu romanların, saf dimağına te’siriyle icad eylediği hayâllere aldanmıştı. Şimdi hakikatin çetinliği karşısında yapacağını şaşırdı. Düşündü, düşündü. Nihayet damarlarındaki Türk kanı birden kaynadı, "kim bilir Allah büyüktür!" dedi. Ve bu defa kalb kuvvetiyle yürümeğe başladı. Lâkin Saray civârımn havasında duyduğu râyiha-ii mehabet, yüksek duvarlarından uçan sükûn-u azamet Ayşeciğin yine cesaretini kırmış, sinirlerini türetmişti, gözlerinden sıcak yaşlar dökülüyor, kalbi göğsünü parçalayacak mertebe çarpıyordu. Duvarlara sürüne sürüne gölge gibi ilerledi. Nemli gözlerinin teveccüh edeceği bir mihrap, çırpman ruhunun uçup konacağı bir pencere, bir kafes arıyordu.
Tam bu dakika uzaktan doğru kulağına bir muızi-fea sadâsıdır, geldi. Sabahleyin birkaç bölük asker tâlime gidiyorlardı, tabur kızcağızın önünden geçerken en
arkada kızıl fesi, geniş omuzlariyle, dik başı, sert yürü-yüşiyle, kalın kaşları, iri dudaklariyle Tosun' a pek benzeyen bir neferin gözü gözüne tesadüf etti; Ayşe ileri doğru bir adım attı; yaralı serçe çığlığı kadar zayıf bir sesle, “Tosun!” dedi. Gözleri karardı. Sendeledi, çamurların üstüne düşüverdi.
Ayşe aldanmıştı, bir örnek elbise giyen her nefer yekdiğerini andırırdı. Zavallı kız bu simada Tosun’un hayâlini görmüştü. Hemen bir polisle oradan geçenlerden birkaç kişi Ayşe'yi ayılttılar. Kendisine gelince etrafına bakındı. Elinden düşen menekşelerin çamurların içinde ezildiğini gördü. îpek kâğıdından beyaz kefenleri içinde cansız yatan bu mor çiçeklerin mini mini nâ'ş-ları üstünde bir mezar taşı hüzniyle dimdik dondu, kaldı. O dakika Tosun’un rûyâdaki, "ben şehid olmamışsam çiçekleri mutlaka vereceksin” sözleri yıldırım gibi beynini yaktı, “demek ki bitti o da bitti” dedi ve ağlayan gözlerini matem rengindeki peçesinin bulutu altında sakladı.
23 Kânûn-ı-evvel 1327 (1911)
ALTIN ORDU
Atlar kişner, kağnılar gıcırdar. Oklar, kargılar şakırdar. Yiğitler, delikanlılar bağırır. Öküzler böğürür. Köpekler havlar... Kar yağar, rüzgâr savurur; tipi etrâ-fı sarmış, göz gözü görmez... Koşan,, düşen, bağrışan, gülüşen; kıadm, erkek, genç, ihtiyar birbirine girmiş. Telâş, çığlık yeri göğü çınlatıyor.
Ordu, ordu; cihan cihan insan kümeleri yekdiğerini itip kakıyor; birbirine girip çıkıyordu. Gök kubbesi yaradılah böyle bir kargaşalık, böyle bir mahşer görülmemişti.
Gel! Git! Dur! As! Kes! Yak! Yık! Sür!... gibi bir heceli sent, korkunç, kat’î emirler havada gürlüyor...
Her kafilenin önünde iri inekler, öküzler; yüklü kısraklar, taylar; sevimli kuzular, köpekler... Onların, arkasında kızlar, çocuklar; daha sonra da yanlarında yayları, bellerinde okları, ellerinde kamçıları kısa boylu hırçın, çevik atlarına binmiş yiğitler terkilerine kadınlarını, gönüldaşlarmı almışlar seğirtip, haykırıyorlardı... Bu hengâmenin karşısında uçmasını şaşıran karları hercümerc ediyorlar, uzaklarda uçuşan, kaçışan seğirten iri kuşları, beyaz ayıları, aç kurtları ürkütüyorlardı. ..
Başında samur kalpağı, sırtında kurt postundan gocuğu, elinde parlayan alıtın kargısı olduğu hâlde iri, gürbüz bir ata binmiş, iri, gürbüz, pala bıyıklı bir süvarinin birdenbire görünüşü, bütün bu karışıklıkları, bu kargaşalıkları, bu çığlıkları, bu harıltıları birden süstürdü: İnsanlar susar, atlar susar, rüzgârlar susar, dünyâ susardı!... Ve onun bir tek “dur!...” diye gürlemesi bütün bu akan, köpüren canlı denizi dimdik durdururdu: İnsanlar durur, atlar durur, rüzgârlar durur, dünyâ dururdu! O zaman tekmil dudaklarda korkunç ve mukaddes iki kelime titrerdi :
Ay Han!...
*
**
Bu bir tûfan, bir kıyamet, bir mahşerdi. Tâ Tibet çöllerinden, Kara Hıtay vadilerinden, Karakorum bozkırlarından, Kıpçak deştlerinden akın akın toplanan bu adam tufanı dalgalama, dalgalana ilerliyordu. Rastgel-diği engelleri kırıp eziyordu.
Günler, geceler, haftalar, aylar geçti. Nuh tûfanı gibi dünyanın devrânını, târihini değiştirecek olan bu ikinci tûfan bir “Türk tûfanı” idi. Bu tûfanın her damlasında beşeriyetin nesl-i âtisi için bir baba hüviyyeti saklı idi... Bu tûfan Avrupa'nın o zaman için, yıpranmış, paslanmış çehresini yıkacak, bu tûfan ruhlara cilâ, gönüllere muhabbet, adalelere kuvvet verecek, çelimsiz kadınlardan gürbüz çocuklar peydâ edecekti. Bu Altın Ordu'da milyonlarca ikinci Hazret-i Âdem, mliyonlarca ikinci Ebü’l-beşer cevheri vardı.
Bu Türk tûfanı, bu feyiz tûfanı, beşeriyetin tekemmülü için bir hâlet-i tabiiye, bir rahmetti. Bir sevk-i tabiî, bir azm-ıi kavî ile gittikçe köpürüyor, gittikçe yayılıyor, gittikçe büyüyordu; önüne gelen ormanların koca koca ağaçları, çayırların mini mini çimenleri gibi atların ayakları altında eziliyor, arkada bir yeşil ot bile görünmez oluyordu... Denizlere benzeyen büyük nehirler, bunların önünde yılanvâri kıvrılarak yataklarından çıkıyor ve istikametlerini değiştiriyor, çağlayanlarında bir damla nem bile ışıldamaz hâle geliyordu... Dağlar bu tufana geçit vermek için ya, aşına aşma yarılıyor, ya, ezile ezile gömülüyordu... Bu suretle, bitmez tükenmez ordu halkı, kara, kızıl, ak, batak kumlardan geçtiler; dağ, yar, dere, tepe ormanlardan aştılar; çamurlara bulandılar, çığlarla yuvarlandılar... Yolda babalar, boğalar öldü, çocuklar, danalar doğdu; analar, kısraklar düştü; kızlar, taylar büyüdü... Düşen düştü, ölen öldü! Denizden bir damla eksilmiş gibi tufan yine kabardı, yine ilerledi...
*
Bir sonbahar sabahı idi. Tâ Çin hududundan Baykal gölüne kadar şimalî ve cenubî kıtalardaki halk, ağaçların koğuklarında, dağların oyuklarında, kulübelerde, çadırlarda barınan insanlar uyanmaya, izbelerin önündeki kısraklardan, kımız yapmak için, kadınlar, süt sağmaya başlamışlardı. Bu sırada idi ki tan yerinden doğru parlak bir bulut koparak tâ semt-i re’se geldi ve orada nurdan büyük bir insan şekli aldı. Artık atları tımar etmek, davarları gütmek için gözlerini oğuş-tura oğuştura dışarıya çıkanlar göğün gürlemesini işitince, bulutun sıyrılıp başlarının tepesine geldiğini görünce yerlere kapandılar. Dünyâyı sarsan bir heybetli ses duydular. Bu nidâ üç def'a tekerrür etti: Göç! Göç!
Göç!... Ve bütün bir kıt'a ahâlisinin kulaklarında bu ihtar çınladı.
Neden sonra birbirlerine soruyorlardı: Gökten inen bu emri kim verdi? Nereye göçeceğiz?
Bu nidâ aylarca devâm etti. Her hafta Cuma sabahı tan yerinden sıyrılan bir bulut göğün ortasına gelir, nurdan insan şekline girer, üç def’a Göç! Göç! Göç! diye gürlerdi...
Şimdi her ağulun uluları, başbuğları buluşmuşlar, bir kurultay kurmuşlardı. "Evet bu ihtar Tanrıdan geliyordu. Zâten bozkırlar senenin sekiz ayı karlar, buzlar altında kalmıyor mu? Onlara çiçek yüzü, yeşillik rengi gösteriyor mu? Onların bahçeleri gök, çiçekleri yıldızlar olmuyor mu? Lâkin bu yetişir mi? Buralarda yer pek, gök ıraktır. Tanrının bu emri belki onları kurtarmak içindi. Fakat ne tarafa geçeceklerdi. Türklerin bir küçük kısmı güneşin doğduğu tarafa doğru yürüyüp, Altın dağları'mn tepelerine atlarını sürüp, uzaktan gördükleri Çin ülkelerini benimseyip, “burası bizim olacaktır!’’ deyip ilerlemediler mi? Oraları zaptetmediler mi? Topraklara renk, vücûtlara can veren büyük mâbut güneşin izini gütmek, onun arkasından gitmek tabiî bir ihtiyaç değil miydi? Kendileri için Doğudan Batıya parlak bir yolu, mevcûdâtı kımıldatan güneş çizmemiş miydi?..."
Az zaman içinde, bu büyük kıt'ada, büyük bir hareket görüldü. “Güneşin arkasından; Batıya! Batıya!" havâdisi Asya’ya yayıldı.
Bu karar üzerine ağullar, uluslar dolusu; çöller, dağlar dolusu milyonlarca Türkler birden kımıldandılar; çadırlariyle, kızları, kızaklariyle; davarlariyle harekete geldiler... Darı, yulaf suyundan aşlıklar, kısrak sütünden mayalı, köpüklü kımızlar hazırlandı, kurt, koyun, sincap, tilki, ayı derilerinden kürkler dikildi. Ağul ağul yola çıkıldı. Ve :
Tanrmm söziyle,
Güneşin iziyle, Batıya yollanın!
Batıya yollanın!
Şarkısı söylenerek, kona, göçe ağır ağır akmaya, ilerlemeye başlandı.
$ * $
Türklerin ilk Hanı olan “Kara Han” ölmüş ve onun yerine ihtiyar "Oğuz Han” geçmişti. Fakat Oğuz Han ihtiyardı. Onun göçmeye takati yoktu. O buralarda koca başılarla, kart ninelerle kalacak ve “varan gelmez!” diyarına yalnız yiğit erler ve körpe kadınlar gideceklerdi. Bunların başına Oğuz’un altı oğlu: Gün Han, Ay Han, Yıldız Han, Gök Han, Dağ Han, Deniz Han geçecekler ve yollarda tesadüf ettikleri Gol, Moğol, Tatar, Macar, Bulgar, Kalaç, Kırgız, Tonguz, Başkır, Uygur, Yakut, Şart, Tacik, Tarançı, Buryat, Özbek, Türkmen, Peçenek, Hun kardeşlerini hanlariyle, beyleriyle, ağala-riyle, hünkârlariyle beraber alacaklardı. Bu sûretle Oğuz Hanla berâlber atalar, analar, bozkırlarda, yurtlarında kaldılar. Ağalar, gençler yola düzüldüler.
Türklere göre Âdem oğlu dam gölgesinde doğar, ıgök altında ölündü... Bir kimsenin değeri ilk, zoruyla, ikinci, silâhıyla belli olundu.
Türkler babalarından, ninelerinden ziyâde ulularını sayarlar, severlerdi.
Altın Ordu'da kanun, yasak iki kelimeden ibâretti:
Sıra, saygı.
Herkes sırasını, haddini, mevkiini bilecek, herkes büyüğünü tanıyacak, sayacak. İşte o kadar... Bu iki ke-limecik milyonlarca halkı idâreye kâfi idi:
Sıra, saygı!...
♦
Altın Ordu’nun göçmesi yıllar sürdü. Her başbuğ ağulunu arkasına almış yasağını dinletiyor. İstikbal hakkında umudlar besliyordu. Hanlardan kimi İran’ın hâzinelerine, baygın bakışlı, kumral saçlı dilberlerine; kimi Arab’ın saltanatına, iri gözlü, uzun kirpikli mah-bûbelerine; kimi Garbın eğlencelerine, ak tenli, ince belli güzellerine kavuşmak istiyor. Kullarına o yolda öğütler veriyordu.
Yolda hanlardan bir kısmı ecelleriyle ölüyor. Dağ Hanın yerine Altın Han, Deniz Hanın yerine Kaya6 Han geçiyordu.
*
Karanlık, yağmurlu, fırtınalı bir gece Ural Dağları eteklerinde Ay Han ve Yıldız Han maiyetindeki ağulla-nn yoldaşları yollarını kaybettiler. Şarka doğru giderken Cenuba ve Kuzgun Denizi sâhiline geldiler. Ve gölün kıyısını tutarak Türkistan’a doğru indiler.
Artık Altın Ordu’dan ayrılmışlardı.
Buralarda çata, çarpışa, saldıra, döğüşe etrâfı kapladılar... Hindistan’a döndüler. İran’a girdiler, Kafkasya’ya çıktılar, Irak tarafına, Arabistan'a yayıldılar. Âmir oldular. Emrettiler... Rasıtgeldikleri boyunları eğdiler. Kolları büktüler... Durmuş yürekleri çarptırdılar... Soğumuş kanları kızdırdılar... Bükülmüş belleri doğrulttular. İnsanlara büyüklük nedir? anlattılar... Şan nedir? tattırdılar... Hayat nedir? öğrettiler.
**
Diğer taraftan Altın Ordu durmayıp ilerliyordu. Rusya'nın cenubunu, şimâlini, Kırım’ı, Finlandiya'yı, Laponya’yı kaplıyordu. Gün Han kumandasında bir kısım Bulgarlar ayrıldılar. Dobruca ovasından aşağı Balkan dağlarının etçiklerine sarıldılar. Koyunlarını saldılar. Buralarda kaldılar.
Çelik Han kumandasındaki Macarlar, Hunlar Kar-pat tepelerinin etrafında durdular. İlk yurdlarında bozkırlarda pek az gördükleri bu yeşil yaylaları, berrak dereleri sevdiler. Çadırlarını kurdular. Atlarını ürettiler.
Ordunun soın kısmı Cermanya, Gol ülkelerine kadar sokuldular. Ruhlarından, ateşlerinden, kuvvetlerinden oralardaki kansız, cansız insanlara ruh, ateş, kuvvet aşıladılar ve böylece bugünkü canlı, ateşli, kuvvetli insaniyet meydana çıktı. Meydana çıktı, fakat bunlar da karındaş olduklarım unutuverdiler. O hâlde ki yekdiğerine saldırmaya, biribirinin vücûdunu dünyadan kaldırmaya başladılar...
*
**
Acaba bunlar bir gün olup da damarlarında hâlâ, kımız ile beslenen atalarının kanı mevcut olduğunu ve dedelerinin, torunlarının hâlâ Türkistan ovalarında, Sibirya çöllerinde, Ural eteklerinde sefil ve kimsesiz süründüklerini anlamayacaklar mı? Anlaşamayacaklar mı? Yoksa gafil, câhil birbirlerini yiyip gidecekler mi?...
ÜZÜMCÜ
“Veled Çelebi Efendi’ye”
Büyükada’da. Temmuz ibtidâsı. Öğle üstü. Güneşin eriyip topraklan, yaprakları kavrayıp kavurduğu, yalayıp parlattığı bir gün. Gökten dökülen sıcak, yanaktan yakıyor, göğüsleri eziyor, nefesleri tıkıyor. Elle tutulabilir bir alev hâline geliyor. Ortalık gözleri kamaştıracak derece aydınlık... Karşıdaki çamlar yanık, siyah birer leke gibi duruyor. Bu kadar nûra dayanamayan gözler sönüyor ve kapanan göz kapakları altında kımıldanmak istemiyordu. Yer, gök bir kor hâlinde için için yanıyordu.
Baygın, geniş sükûtun içinden tâ uzaklardan, iskele tarafından, akisler hâsıl ederek korkunç, vakur bir 'sedâ kükredi:
Kaaarpuz!... Karpuz!...
Köşklerin camlarına çarparak, çamların tepelerinden aşarak kızgın bir kartal mehâbetiyle dağların sırtlarından uçan bu sesten ürken bir küme güvercin kar-'şıki çamlıktan havalandı.
Kaaarpuuz!...
Bu sedaya Nizam tarafından daha dik, daha iri bir ses aks-i sedâ gibi cevab verdi:
Çaaavuuş!...
Sükût!... Sanki bu dik, kalın, büyük sesin azametinden mevcûdat bir saniye için, ürkmüş, titremişti. Sükûtun altında sinmiş duran dağlara, denizlere bu iki sesin yüksekliği hâkimdi.
Çaaavuuuş!... Çaaavuuuş!...
Sesi kadar yüksek vücudu, değirmi ve kır sakalı, açık yanık göğsü, kahn tozluklu baldırları, saf çehresi arkasında seksen okka çeken içiçe geçmiş iki küfesiyle bu recüliyyet heykeli şimdi karşımda duruyordu :
— Baba, sen kumanda eder gibi üzüm satıyorsun. Sesin gürlüyor!
— Bağırmıyorum ki...
Üzümünü verdi. Yukarıki tepeye tırmanmaya başladı. Etrâfı çınlatıyordu:
Çaaavuuuş!...
Ben bu sese, bu sesi hâsıl eden cevhere meftûnum.
Şimdi yanımızdaki sokaktan bir satıcı daha geçiyor: Biraz daha uzaktan "çalı fasulye, kemer patlıcan!" sesleri alçaklarda paytaklanarak yayılıyor. Bunların üstünde uçan "çaaavuuuş!" âvâzınm yanında bu yıpranmış, çatlamış sesler ne kadar âciz, ne kadar pesıt kalıyordu.
Evin arka penceresine koştum. Üzümcü tepeye varmıştı.
Yolun kenarındaki kayanın üstüne küfesini koydu. Ellerini belindeki kızıl kuşağın ön tarafına soktu. Açık ıgöğsü, çıplak, sert baldırlarıyle bir kuvvet âbidesi vaziyetinde durdu. Mütekebbir, kalın kaşları altında müte-hakkim ağır dönen iri gözlerinden fırlayan nazarlanyle, Marmara’nın dalgalarına, karşıki sâhile mâvi göğü, lâcivert deniziyle, altın köpüğü renginde güneşinin ışığıy-le mâvi gözlü, sarı saçlı bir kıza benzeyen sevimli, sevgili yurdunun taşına, toprağına derin derin baktı... Bu bakıştaki esrar, bu bakıştaki feryad, memleketi için :
“Allah! ¡dedim, yatağana dayandım;
“Ben seninçin al kanlara boyandım.”
beytinin mağrur bir meâli idi.
Pencerenin önünde bu canlı kaleyi hayretle, hürmetle seyrediyor; bunun kura neferi hâlinde üstünde mavili, kırmızılı yemeni sarılmış kalıbsız, püskülsüz fesi, ayağında yırtık çarığı, sırtında alaca mintanının üstünde koyun postundan dağarcığı olduğu hâlde sırayı bozmamak için bir kuzu gibi seğirte, sıçraya Harbiye Nezâreti'nin büyük kapısından içeri girdiğini görüyordum.
Bugün uçuk benzinle, yırtık cepkeninle bir vatan kurbanı teslimiyetiyle girdiğin devlet kapısından, asker ocağından, yarın yeni libâsınla, kızıl fesinle bir âmir kurumıyle çıkarsın! 0 zaman, bugünkü zayıf, yann kavi bir kahraman olur; bastığın yerleri titretirsin!... Atın dizginini kavrayıp, kılıcını çektiğin, tüfeğini omuzuna vurup, süngünü taktığın vakit bugünkü köylü, yarın korkunç bir asker olur; âsîleri sindirirsin!... Tarlanı çapalar, davarını güderken hakaret görürsen bugünkü
koyun, yarm yırtıcı bir kaplan kesilir; yuvanı bozanları ezersin!... Seni böyle bir an içinde değişmiş görenler sanırlar ki bu sağlam vücut yalnız asker libâsı giymek, bu sert pençeler yalnız silâh kullanmak, bu kalın ses yalnız siper almak için yaratılmıştır.
Senin o tabur hâlinde bir pulat kütlesi katılığında yürürken takındığın o salâbet, o vakarı görüp de, sana güvenmemek, seni sevmemek kabil değildir.
Sen gürbüz ninenin, gür ve temiz sütünü daha emerken azamet-i nefs, sebat ve tahammül, itaat ve tahakküm gibi âmir olmak için yaratılmış bir cinsin faziletlerine mâlik olmuşsun. Bu hâkimiyet esaslarını başka milletler mekteplerde, medreselerde anlarlar. Sana bu meziyetleri ninenin iri siyah bakışı, babanın kükreyen dik sesi, Kur’ân-ın esrârengiz âhengi öğretmiş.
Yırtık poturunla da vakursun; mahkûm olsan da hâkimsin; temellükten ziyâde ıtecebbüre meyyalsin; fikrinde azmin gibi sâbitısin; sertsin, sertliğinde kabahk-tan, bayağılıktan ziyâde âmiriyet kuvveti, necâbet lâü-baliliği vardır. Hiddetle yıldırım gibi gürlediğin hâlde rikkatle bir bulut gibi ağlarsın; sâfiyette bir melek, ısrarda bir devsin... Onun için dünyada eşi bulunmaz bir millet olmuşsun. Düşündüğün zaman bir arslan temkiniyle ağır ve sâkin duruşundan, kızdığın vakitki azim ve şiddetin anlaşılmaz. Uzun kirpiklerin altında utangan ve durgun düşünen iri gözlerin bir kere açılmasın; kalın kaşların bir kere çatılmasın; o zaman varlığın, benliğin köpürür, taşar; o zaman ceberûtun, haşmetin parlar, yükselir. O zaman cebbar olursun. Bu acayip sırr-ı hilkatini bilmeyenler, yanılırlar.
63 IB By B BB BB B •
B'i
Büyüklere karşı saygın bizzat sayılmayı sevdiğin-dendir; muti' olman, mutâ' olmak istemendendir.
ince işlere alışmaya vaktin olmasa bile, zor bazu-ya bağlı teşebbüslerden lezzet alırsın. Kara topraktan, ak ekmeğini çıkarırsın.
Fikrinde muannit, muhabbette muannit, muharebede muannitsin. Yeniliğe çabuk ahşmazsm, fakat bir def’a da alışırsan bırakmazsın. Safsın; seni çekemeyenler böbürlenmekle değil, ekseri sana yaltaklanmakla seni ızrar ederler. Ayakların, kolların bir boğa gibi ağır ağır kımıldarken tavrından tükenmeyen bir tahammül, yılmayan bir azim âşikâr olur. O engin denize benzersin ki yavaş yavaş coşar ve coşunca da pek hırçın olursun.
Maddî menfaate ehemmiyet vermezsin. Para denilen mâden parçasına i’tibar etmezsin. Suçun budur. Müsrifliği asâlet îcâbı sayarsın.
Vakarın benliğine galebe eder. Cânânını canına tercih edersin. Ekseri başkaları için yaşar; başkaları için çalışır; başkaları uğruna ölürsün. Başkaları seni beğendiği hâlde sen kendini sevmezsin. Ne zaman köyünde, önüne bir önlük koyup makine başına geçecek, ne vakit eline pergel alıp masaya yaslanacaksın? Ne zaman dükkânının tezgâhında sermayenin fâizini hesap edeceksin?... Senden bunu bekliyorlar, sana bu kusuru buluyorlar... Fakat vakit kalıyor mu? Keseni doldurmak için değil, kamım doyurmak için kullandığın sapanın demirini tarlanın ortasında bırakıp tüfeğin çeliğine sarılıyorsun... O serhadden bu hududa koşuyorsun... Bulgaristan’da ölüyor, Yunanistan'da ölüyor, Acemistan’da ölüyor, Sırbistan’da ölüyor; yalnız yurdunda, köyünde ölemiyorsun. Sevgilin Ayşeciği doya doya öpemiyor, yavrun Mehmedçiği seve seve büyütemiyorsun...
Bir ulu çınarsın ki kırılır, eğilmezsin; ölür, inlemez-sin... Kanınla çorak kumlukları sularken ekmeğini alnının terine batırır yer, yine düşman karşısına yaralarınla beraber her yerde bir istihkâm gibi çıkarsın... Sen zâlim heybetinle bir mazlumsun; ninenin, atanın bucağında bir garib; ananın, babanın kucağında bir yetimsin!...
Dul analarla dolu olan şu Anadolu bir üvey nine kadar sana cefâkârdır... Sen Şarkın kınına giremeyen bir kılıcısın; döğüle döğüle tavlanır, vurula, vurula kırılırsın. Yine her parçandan bir kıvılcım, her kıvılcımından bir şimşek çıkar. İlâhî bir kuvvetin, ebedî bir feyzin var, ey Türk!...
13 Teşrinievvel 1327 (1911)
SÜMBÜL KOKUSU
Bugün Pazardı. Budapeşte Darülfünunu Tabiiyat Şubesinde tahsil etmekte olan Hüseyin Arif, Macar pâ-yitahıtınm loş, rutubetli, güneşsiz sokaklarının birinde, bu milletin tâlii gibi, gamlı, metruk bir apartmanında, fakirâne odasının kenarında, tahta bir masanın üstünde duran bir gün evvelki gazeteyi aldı. Tekrar okumaya başladı. Çanakkale’ye dâir Dersaadet'ten (İstanbul'dan), Berlin’den, Londra'dan gelen telgrafları süzdü... (Karadan ve denizden hücûm devam ediyor, Boğaz'a döktüğümüz torpiller toplanıyor, Kumkale’ye, Seddül-bahir’e, Anafarta’ya çıkan İngiliz, Fransız askerleri ilerliyorlar. ..
Her satır bir hançer, her ndkta bir kurşun gibi beynine saplanıyordu. Muzmahil idi. Yüreğini kaplayan ateşli bir acı göğsünü yakıyordu. Romanya, ülkesinden mühimmat geçirtmiyordu. Bizim de silâh ve cephâne tezgâhlarımız kâfi değildi. İstanbul’un müdafaasından ümidini kesmişti. Halbuki İngilizler, Fransızlar, cihanın bu iki müterakki milleti yerden, gökten, denizden, yıldırımlariyle, volkanlarıyle, cehennemleriyle kapımızın önüne gelmişlerdi. Onların dritnotlarma, tayyarelerine, tahtelbahirlerine mukabele edecek nemiz vardı?... Bir göğüs, bir bazu. İşte bu kadar!
Hay Allahım!... Bu göğüs çökecek, bu bazu kıvrılacak.
Şimdi vatanı, İstanbul bütün camileriyle, sarayla-rıyle mâvi göğü, mavi deniziyle, saz benizli nârin kadın-lariyle, ince uzun boylu sinirli gençleriyle, ağır ve me’-yus yürüyüşlü ihtiyarlariyle gözünün önüne geliyorlar..
İslâm'ın gözü, Türk'ün kallbi olan bu, renk ve nur durağı memleket pek temiz, pek mâmur, pek güzeldi. Onun yıkık duvarları, Avrupa’nın dargın sisler, durgun isler altında kaba, kirli, kara, matemli kâşânelerinden daha güler yüzlüdür... Onun çarpık kavuklu, yanfesli harap mezarlıkları buraların darülfelâsefelerinden, kü-tüphâneierinden daha manâlı, daha düşündürücüdür. Oranın hamalları, fakirleri buranın lordlarından, milyonerlerinden, daha asil, daha civanmeıddir... Buranın düzgün, kara sokaklarından oranın beyaz, mâvi kaldırımlı iğri yolları, daha nûrânî, daha neşelidir... Avrupa’nın bir şehir büyüklüğündeki fabrikalarından, içlerinden bir hünerverle bir çırak çalışan küçük dükkânların ma'mulâtı daha san’atlı, daha kıymetlidir...
Kalbinin en derin, en ateşli köşesinden bir çığlık kopardı:
— Allah! Ey İslâm’ın Allahı!... Düşman vatanımı çiğnemesin, çiğnetme!...
Bulutlu düşünceler dimağını kapladığı sırada uzun siyah kirpikleri arasından iki şimşek çaktı. Damla damla ağladı. Bu bir rahmetti. Gözlerini sıktı. Dar ve muzlim odacığında gezinmeye başladı... Sonra masasının gözünü çekti. Ufak paslı bir rövelver çıkardı. Fişeklerini yokladı. Ninesinin, ablasının, sevdiklerinin hayâllerini gözleriyle öptü. Kâğıt ve kalem aldı... Tâkatsizdi. Avluya nâzır pencereyi açtı. Bir parça hava istiyordu.
Pencere önünde duran ve dört gün evvel ev sahibesinin hediye ettiği küçük saksıdaki sümbüle doğru eğildi. Onu kokladı... Irkil'di... Çekildi. Düşündü... Ağlayarak tekrar saksının üstüne kapandı... kaldı. Sağ avucuyla çiçeği yüzüne, gözüne çekti, sürdü. Yine kokladı, kokladı, kokladı. Dimağında bir baygınlık, gönlünde bir aşk, bir secde istiğrâkı vardı... Kendisini kaybetti.
Bu sırada kapı vurulmuştu. Dudakları çiçeğin kıvrımları arasında olduğu hâlde mecalsiz "gel!” dedi. Karşısında Mehmed Siyâvuş’u buldu. Hemen saksıyı kavradı. '
— Şunu kokla, kokla Mehmed!
Dedi. Mehmed Siyâvuş arkadaşının perişanlığından, heyecanından ürkmüştü. Yavaşça içini çekti.
— Hayır, iyi kokla! Derin kokla! Gözlerini kapayarak kokla! Koklarken gözlerinin önüne ne geliyor? Neresi geliyor? Söyle. Allah aşkına bütün rûhunla, bütün nefesinle kokla!...
Arkadaşının yüzüne doğru çiçeği tutuyor, itiyordu. Mehmed Siyâvuş :
— İstanbul kokusu!
— Değil mi? Değil mi? Fakat neden böyle?
— Hani Mart içinde, Nisan, Mayısta Köprübaşm-da, ufak köşelerinde geniş işportalar, kola takılan ince uzun sepetler içinde lâleler, zerrinler, şebboylar, menekşeler "bahâriye kokulan!” diye bağıran kara yağız, bıçkın kıyafetli satıcıların önünde demet demet saçılan bu râyihalar... Beşiktaş’ın, Eyüb’ün fulya tarlaları kokuları... Rûhânî bir medeniyet, kudsî bir nezâket kokuları.
Ah! Vatan!...
"Misk gibi kokusu canlarda tüter"
Güneşi böyle, göğü böyle kokar değil mi? Viranesi böyle, mâ’mûresi böyle kokar. Sarayı böyle, kulübesi böyle kokar değil mi? Fakat bu mübarek bahçe elimizden gidiyor. İstanbul’u kaybediyoruz.
Şimdi korkunç bir sükût... İki genç boyunları bükülmüş, kalbleri durmuş, gözleri fırlamış düşünüyorlar-.1.1...
— Evet nasıl karşı duracağız?
— Nasıl karşı duracağız?
— Bu sefer mutlaka... Yok söylemeye dilim varmıyor.
— Ooof!
— Allah aşkına şu sümbülü bir daha kokla!
İşte bir yaz akşamı, Kalender'in, yanakları, saçları, elleri okşayan yumuşak, tatlı, ılık, şehvânî rüzgârı ki rûhu mâvi nurlara sarar... İşte, küpeştesi mâvi ipek örtülü iki çifte nârın bir kayığın içinde ak bulutlara bürünmüş iki yıldız; iki yaşmaklı tâze hanım; Şâir .Nedim'in iki berceste mısrâı; iki demet sümbül... İşte, yıldızlı bir gece, Anadolu sâhilinin arka koruları arasm-dan gelen bülbüllerin elhânına, görünmez bir sandaldan yükselen bir "hey hey" âhengi bürünüyor, sanırsın ki yıldızlar nur teganni ediyorlar ve çiçekler râyiha ötüyorlar.
— Şu sümbülü ver, bir daha koklayayım. îlşte, Bâb-ı-âlî caddesinden ¡geçen iki üç efendi ki sarımtrak sîmâlarıyle, zarafeti dünyanın hiç bir tarafında inkâr olunamayan asil ve vakur inhinalıarıyle âşinalarıyle temennalar ediyorlar... İşte Bayazıt Câmii’nde bir terâvih namazı .ki bütün bir milletin saf rûhu secde hâlinde, Allahın huzuruna serilmiş... İşte, bir eski kafesin arkasında Şarkın bütün enîn-i şiirini tertîl eden bir ud sada-sı!... İşte, Bulayır'da Kemâl'in mezarı!... Azizim, câmi-leri, medreseleriyle, imaretleri, saraylarıyle bütün bir medeniyetin, üçyüz milyon İslâma âid bir medeniyetin, bir mevcudiyetin istinadgâhı, Türk'ün güzelliklerin, büyüklüklerin payitahtı gidiyor.
— Gidiyor ha!...
Hüseyin Arif şimdi fırlamış “yaşamak alçaklıktır” diyerek rövelverini tekrar kavramıştı. Siyâvuş üstüne atıldı. "Hayır sanırım ki böyle odada ölmek alçaklıktır” dedi.
— Ne yapabiliriz?
— Çanakkale'de ölebiliriz. .
— Bundan ne olur?
— Analarımızdan evvel kendimizi çiğnetmiş oluruz. Ben gidiyorum. Hüseyin Arif.
— Ben de geliyorum Mehmed.
Birbirlerinin ellerini sıktılar.
O akşam lokantada rastgeldikleri bir gazeteci bunlara demişti ki Çanakkale müdafaası yahnz Hilâfetin istikrarını değil, Almanya ve Avusturya - Macaristan'ın da bekasını temin edecek ve Rusya’nın izmihlalini hazırlayacaktır.* Ve târih Türkiye'nin ehemmiyetini o zaman anlayacaktır.
İki gün içinde eşyalarını sattılar. Üçüncü gün pasaportlarını vize ettirmek için şehbenderhâneye müracaat ettikleri sırada “talebenin askerlikleri te’cil edildi” diyen kâtibin duygusuz gözlerine baktılar ve raketlerinin iliklerine taktıkları bir sümbül çiçeğini derin derin koklayarak ve önlerine bakarak usulca: "Biz gönüllü gidiyoruz!” dediler.
3 Şubat 1334 (1918)
TURHAN NASIL ÇILDIRDI
Turhan’ı İskenderiye’den Dersaâdet'e getiren vapur Adalar Denizi’nin lâcivert suları üstünde kayıyordu... Nisanın mehtaplı bir gecesi... Akşam yemeğinden sonra yolcular yemek salonundan birer ikişer güverteye çıkıyorlar, kadınlarla berâber olanlar konuşuyorlar, gülüşüyorlar. Bekâr erkekler, kafeste arslanlar gibi aşağı, yukarı geziniyorlar. Yalnız seyyâhat eden kadınlar katlanan iskemlelere uzanmışlar uzaktan, uçan bulutlara, süzülen aya bakıyorlardı. Turhan da o gece bir hayli gezindikten sonra dümencinin kamarasına arkasını dayamış, üstüne koyu şeffaf tül çekilmiş, durgun göğe, ıraklardan, al tun gözlerinin etrafındaki sırma kirpiklerini kırparak, denizin beyaz gömlekli dalgalarıyle cilveleşen yıldızlara bakıyor. Gözleri Akdeniz'in alaca karanlığı arasında dalıyordu. Bir saat kadar böyle kaldı. Artık yavaş yavaş herkes kamarasına çekiliyordu. O da indi. Beş dakika sonra arkasına kalın paltosunu geçirmiş olduğu hâlde tekrar göründü. Elektrik fenerinin altındaki iskemleye uzandı. Cebinden çıkardığı ufak defteri, günlük hâtıralarını açtı. Birkaç gün evvel yazdığı satırları okudu... içini çekti. Sahifeyi çevirdi. Ortaya:
Cuma 18 Nisan 1327 târihini attı, yazmaya devam etti:
"Üç gündür Akdeniz’de dolaşıyorum. Türk bayrağını çekmiş bir gemiye rastgelmedim. Yunan bayrağı, İngiliz bayrağı, İtalyan bayrağı, Fransız bayrağı... Nerede Oruç Gaziler, Turgud Reisler?... Barbaroslar, Piyâleler nerede?...”
"Napolyon bir zaman Akkâ'da "Asya bir adam bekliyor..." diye ayağım yere vurmuş, "O adam! Hani?... O adam, o adam ben olacağım!... Bu poladı ben cilâlaya-cağım. Bu peygamberler yurdunda, bu kahramanlar di-yârında âlimler, mûcidler, zenginler yetiştireceğim!”
"İlim ve intizam... Bu iki çakmaktan bir ışık çıkaracağım.”
"Asya!... İnsaniyetin ninesi Asya, Türk!... İnsâni-yetin babası Türk evlâdının menfûru olamaz. Asya'ya nur, Türk'ün meş’alesinden uçacak. Afrika’ya medeniyet, Makam-ı Hilâfetin medreselerinden geçecek... Der-saadet’ten Tebriz’e, bir şubesi Bakû’ya, Tiflis’e uzanmak üzere, çifte hatlı bir demiryol te'sis olunacak... İran’ın, Türkeli’nin halıları Avrupa’ya yayılacak, Kafda-ğı’ndan akan teşler denizleri aşacak... El’ariş'ten Akabe’ye açılacak bir ikinci kanalla Bahr-i Ahmer’e bir geçit bulunacak. Bu kanal yalnız Türklerin malı kalacak, Havran’ın buğdayları, Irak'm petrolleri, dört hatlı bir demiıyolla Basra'dan İskenderun’a dökülecek..."
"Türkeli’nin her bucağında ahâlinin isti’dâdma, ihtiyâcına göre mektepler, medreseler, müesseseler açılacak : Trabzon’a Ticaret Kaptan Mektebi, Diyarıbekir’e Ayıntab’a ilâhiyat medreseleri, Erzurum’a Askerî mektebi, Bursa’ya, Sivas’a, Uşak’a sanayi-i nesciye, Kastamonu’ya Tıbbiye, İzmir’e, Kavseri’ye Ticaret, Adana'ya
Ziraat mektepleri, Bolu ya aşçılık, Erzincan'a demircilik müesıseseleri açtıracağım. İzmit'te, İskenderun’da gemi i’malâthâneleri te’sis edeceğim.”
"Her vilâyetin iklimine nazaran, köyler için birer ikişer odalı kârgir evlerin plânlarını yaptırıp sû-ret-i inşasının târifleriyle beraber liva, kaza merkezlerine göndereceğim. İnsanlara temiz yuva, sıhhat ve uluvvücenap verir. Mimar müfettişler gezdirerek bir iki sene kadar Türkeli’nde telkinatta bulunacağım. Haydutları, hayvan hırsızlarını astıracağım.”
"Makam-ı Hilâfet’i ikinci bir İslâm Kâbe’si yapacağım. Bâb-ı Meşihatta Mısırlı, Faslı, Hinıdli, Çinli, Cavalı, Cezâyirli, İranlı, Rusyalı, Kafkasyalı Müslümanların en âlim ve nâfiz imamlarından mürekkep bir dinî şûra tesis edeceğim. Onlara şeriat ahkâmını tanzim ettireceğim. Bu sâyede muttarit, muntazam dinî bir mecelle vücûda getireceğim.”
"Asya’daki Türkelleri'ne İlmî bir hey'et göndereceğim. Oraların târihini, âdetlerini, ziraatini, san’atlan-nı, dillerini tedkik ederek, bir Türlk müzesi te’sis, bir Türk muhîtü’bmaarifi neşredeceğim.”
" Dersaâdet’i, bir Îslâm medeniyeti nümûnegâhı yapacağım. Payitahta bir îslâm ve Türk kisvesi giydireceğim.: Burasını medreseleriyle, bahçeleriyle, şadır-vanlarıyle, sebilleriyle, camileriyle; tekkeleriyle, kütüphaneleriyle, hamamlarıyle; saçaklı, füruşlu, dehlizli kârgir binalarıyle; yarış, ok, cünıdî meydanlanyle;; güreş, idman, nişan yurdlarıyle; muttarit yazısıyle, encümen-i dânişiyle ,matbaalanyle ve ımu'temer (kongre) salön-larıyle İslâm dünyâsının her tarafından gelecek talebenin yurtlanyle, hastahâneleriyle, temâşâhâneleriyle, dârü’l-elhanlarıyle, bankalarıyle, fabrikalarıyle, İslâm ve Türk feyiz merkezi yapacağım.”
"Milletim, o dünkü boğa, bugün bir kaplumbağa olmuş. Onu mahbesinden, eğreti mahbesinden, yeis ve cehalet mahbesinden kurtaracağım. Ona benliğini, ümidini, gururunu, efendiliğini, hakanlığını, ma'budluğunu iade edeceğim.”
"Halbibullahm mübarek hırkasına sarınmış, kudsî sancağına bürünmüş, Ömerü’l-Fâruk’un adalet kılıcına dayanmış, liatin, mütefennin, cesur, mütevazi bir Halîfeye dört yüz milyon İıslâm özlerini, sulh yolunda, hayat yolunda ilerlesinler, zenginleşsiinler, mutlu ve kutlu olsunlar. Halîfenin mukaddes adını anarak câmilerde bir hutbenin meâli tekmil İslâm dünyâsını dolaşmalı ve bütün muvahhidlere ulaşmalıdır.”
Artık ¡güvertede kimse kalmamış, herkes birer ikişer kamaralarına çekilmişti. Gecenin issizliğiyle daha gür yükselen çarkların gürültüsü, daha tizleşen denizin hışırtısı arasında Turhan gizli benliği, gizli hayâliyle karşı karşıya kalmıştı. Başını sandalyenin arkasına dayamış, gözlerini, şimdli kendisine pek yaklaşan koyu kurşunî göğe, şimdi kendisine pek alışkan ve yılışan oynak yıldızlara dikmiş ve dalmış gitmişti. Rûyâsmda Yavuz Sultan Selim'i gördü. Cuma namazını berâber kıldı. Büyük Hakanın huzuruna çıktı. "Yazık ki cihan bir pâdişâha kifayet edecek kadar büyük değildir" sözünü tekrar işitti. Titredi.
Turhan’ın babası Kara Memişoğlu Süleyman, ManisalI idi. Kardeşi Osman Çavuşla 93 Moskof muharebesine iştirak etmişlerdi. Biri Kafkas cephesinde, diğeri Eski Zağra’da bulunmuşlardı. Süleyman, Kafkasya'da Ruslara esir düşmüş ve tüfekçi ustası Osman Çavuş harpten sonra köyüne dönmüştü. Süleyman ve Osman’ın Manisa’da kalan babalan Kana Memişoğlu Selim Ağa ile nineleri Zehra Kadın vefat ettiklerinden, Osman Çavuş mirasını hemşiresine ferağ ederek Mısır’a hicret etmişti. İskenderiye’de bir pirinç ve pamuk tâ-cirinin yanına girmişti. İşleri öğrenerek ticârethâne sâ-hibinin emniyetlini kazandığından efendisi, Osman’ı kahve, biber, baharat mübâyaası için Batavia’ya göndermişti. Osman Çavuş, okuyup yazma bilmesi ve ze-kîliği yüzünden efendisine faydalı hizmetlerde bulundu. Alış veriş maksadıyle Cava Adası’nın içerisine kadar gitti. "Salamat” şehri civarında sâkin küçük İslâm hükümdârlarından biriyle ticârî münasebette bulundu. Bu sırada Emîrin eski tüfeklerini tâmir etti. Askerlerine tâlim ve usûl-ü harbi öğretti. Hükümdarın takdirini kazandı. Osman Çavuş gürbüz, yakışıklı bir Zeybekti. Emir ona kızını verdi. Kendisine de veliaht etti. Osman'ın kaynatası iki sene daha yaşadıktan sonra öldü. Yerine Manisalı Kara Memişoğlu Osman Çavuş hükümdarlık tahtına geçti. Küçük, harap memleketi büyüttü. î’mâr etti. Nizamlar koydu. Mahkemeler açtı. İstanbul’a talebe yolladı. Buradan muhtasar fen kitapları getirtti. Tercüme ettirdi. Herkesin muhabbetini, hattâ oralara hâkim' olan Felemenk hükümetinin bile hürmetini kazandı.
Kafkasya'da esir düşen Süleyman, Rusya’da hastalandığından arkadaşlarıyle beraber memleketine avdet edemedi. Evvelâ Moskova'ya, sonra Kazan'a gitti. Orada Hemşinli bir ekmekçinin yanında çalıştı. Manisa’da baba ocağındaki hissesini sattı. Ekmekçi ile ortak oldu. İşleri yolunda gitti. Birkaç sene sonra ayrı bir fırın açtı. Bununla da iktifa etmedi. Bir debbağ ile şerik oldu. Deri işleriyle de uğraştı. Bir otel satın aldı. Büyük şirketlere hissedar oldu. Zengin bir Tatar’ın kızıyle evlendi. Biri kız, diğeri erkek iki çocuğu oldu. Çocukların tahsiline dikkat etti. Erkeğin adı Türbandı. Babası oğlunun isti’dad ve hevesini görerek onu ulûm-ı hukukiye ve içtimâiye tahsili için Paris’e gönderdi. Turhan Paris’te tahsilini ikmal ile babasının yanma avdet etti. Turhan büyük sözlü, büyük fikirli, hırslı bir gençti. Babası, oğlunu bir tâcir, bir iş adamı yapmak istiyordu. Genci kandırmak için sarfettiği emekler 'boşa çıktı. Turhan’ın arzusu siyasetle uğraşmaktı. Milleti için, İslâmiyet için yaşamak, çalışmak istiyordu. Büyük bir nam bırakmak emelinde idi. Bu ümid ateşi, bu îman nuru dâima yüreğini, dimağını yakar, geceleri uykusunu kaçırır. Gündüzleri elinde kitap, harita, saatlerce çalışır, saatlerce düşünürdü. İslâmlar, Türk'ler, Tatarlar hakkında Fransızcada, Rusçada, Türkçede ne kadar kitaplar yazılmış ise okudu. Tatarların, Tünklerin, hattâ Müslümanların geçmişteki kuvvetlerinin ve bugünkü düşkünlüklerinin sebeplerini öğrendi. Rusya’nın idaresindeki Tatarların milliyetlerini, dinlerini yavaş yavaş unuttuklarını gördü. Kaızan’da çalışmanın neticesiz bir gayret olduğunu anladı. Cava’da hükümdar olan amu-cası Kara Memişoğlu Osman Sultan nisbeten bir câhil olduğundan ikbâli tesadüf neticesiydi. İslâm’a, istediği gibi, hizmet edemeyecekti. Onunla muhabereye başladı. Amcası Turhan'ı dâvet etti. Bu davetten bi’l-istifade Avrupa'nın payitahtlarını ve mühim şehirlerini gezdi.
Buraların müzelerinde, saraylarında, mâbedlerinde İslâmlara ve Türklere âid tesadüf ettiği levhaları, heykelleri, binaları kalbinde gittikçe alevlenen bir ateşle tetebbu’ etti:
Rusların 1293 muharebesinde Kars ve Plevne’den aldıkları toplarımızdan, Petrograd'da “Varşavski Vag-zal” demiryolu istasyonu civârmda inşâ ettikleri kule, dâima bir heykel-i kin hâlinde Turhan'ın karşısına dikilirdi.
Viyana’da, “Stefan” Kilisesine kadar girmiş olan İslâm düşmanlığını gösteren ve intikam hissini uyandıran kabartma taş levhaya nefretle baktı. Şehremaneti Müzesi’nde Kara Mustafa Paşa’nın resmini ve bedbaht kumandana nisbet edilen kesik kelleyi ve gömleği gördü. Diğer müzede Bosna Hersek fâtihi Kasım Bey’in kılıcını, Siokullu Mehmed Paşanın üstünde esmâ-i hüsnü hakkedilmiş tullgasını, Türk bayraklarını, Siget, Pe-tervaradin, Zanta muharebeleri levhalarını tedkik etti.
Avusturya'da siyah şarapla şampanyayı karıştırarak "Türk kanı” nâmı verdikleri içkiyi içenlerin keyfine adâvetle baktı.
Macarların mukaddes addettikleri Sent Etiyen— Sent İştvan tacının iç tarafında Türk kıralı Geza yazılı olduğunu ve hicretin beşinci asrından beri Şark İmparatorları tarafından dahi Macarların Türk oldukları kabul edildiğine vâkıf oldu. Peşte'deki Macar müzesinde, Mo'haç muharebesi esnasında Macar kralı Layoş’un vefâtmı, Belgrad muhasarasını tasvir eden levhaları, Peş-tede'ki Korut meydanında ve Zigetvar kasabasındaki Zrinyi nâmına dikilen heykellerde Osmanlı bayraklarının muhakkar vaziyetini gördü.
Roma’da Sigistin kilisesinde Ehl-i Salip muharebelerini gösterir levhaları adem-i tenezzül ile temaşâ etti. Floransa’da Galeri Ofis ve Galeri Pitti’dAi pâdişâhlarımızın, serdarlarımızın yirmi kadar tasvirlerini tedkik eyledi. Venedik'te Do/'la sarayında ve tersâne müzesindeki deniz muharebelerimize âid tablolar karşısında saatlerce daldı.
Paris'te Lüksemburg müzesinde “Şeriffin adâjıeti” nâmıyle bir sarıklı herifin dört kadını kestiğini tasvir eden ressam Benjamin Constant'm levhasını temaşa edenken bu garezkâr hayâl mukabelesinde titredi. “En-valid” kapısının önündeki Hamid-i Evvel zamanında dökülüp Cezayir’den Fransızların iğtinam eyledikleri toplan görmek istemedi. Versailles Müzesindeki Kırım ve Cezayir muharebelerine dâir resimler ve eski elçilerimizin Paris'te kabullerine âid levhalar muvâcehesinde düşündü.
Almanya’da Heilbron şehrinde iki buçuk asırdan beri her akşam saat beşte, ahâliyi Türk hücumuna karşı ikaz için kiliselerde çalman ve "Türk Çanı” denilen çan sadasmı dinledi.
Sekiz yüz sene İslâm nûrunun parıldadığı Ispanya’ya geçti. Endülüs hükûmdârı Abdurrahman-ı Evvel tarafından »inşâ edilen ve bugün kiliseye tahvil edildiği cihetle menendsiz ziynetlerinin, oymalarının nefis hatlı Kur'aniyenin üstüne badanalar sürülen 1093 mermer sütunîu ve 19 kapılı Kurtuba Câmii'nin harabesini ziyaret ve nasılsa mahfuz kalan mihrabının ihtişamı ve ru-haniyeti önünde secde etti.
İşfoilye’de tahrip edilen Elmansur Câmii’nin vahdetten bir nişane gibi kalan minaresine; "Elkazar” yâni Elksar denilen Arap sarayından harem ve elçiler dâirelerinin gözler kamaştıran dârâıt ve zarafetine hayran oldu.
Gımata’da, Siyera Nevada dağları. eteğinde, müte-vâzi ve sâde bir cephe altında, İslâm medeniyetinin, feyzini, şaşaasını irâe eden lacivertli, kırmızılı ve altın yaldızlı ziynetlerinin, güneşin in'ikâsiyle, bir cennet güzelliği hâlinde parladığı Kaletü’l-hamrâ veyâ sadece El-hamrâ denilen saraya hayran oldu. Dört yüz sene evvel, divanhanelerinde, cihanın en derin âlimlerinin, en yüksek şâirlerinin, en büyük feylesoflarının —ki hep müslim, muvahhid idiler— Islâm hükûmdârları tarafından ne derece tebcil edildiklerini bir daha yâdetti. Sarayın arslanlar, iki hemşire, tbni Saraç, adâlet dâirelerini zi-yâret etti. Arslanlar avlusunda "Elbereke” denilen havuz başında daldı. Bu havuzun etrafında îbn-i Saraç Ailesinden İspanyolların boğazladıkları otuzaltı kişinin .¡kanlı başlarının bu havuz içine atıldıklarım gözünün önüne getirdi. İslâm müsaadeikârlığı müvacehesinde Hıristiyan taassubunun ne cehennemi bir çirkinliği olduğunu bir kere daha anladı. Sarayın evvel emirde mermerden zannettiği kabartma ziynetlerinin alçıdan i’rtıâl edîl-diğini öğrenince bunların beş buçulk asır baka bulması için, hîn-i inşâda İslâm mimarlarının ne gibi terkiplere müracaat ettiklerini anlayamadı. Eski müzeyyenâtm zarafeti, inceliğiyle, son zamanda İspanyollar tarafından yapılan tâmiratın kabalığı nazar-ı dikkatini celbetti. Cihanda güzellikte eşi bulunmayan bu zarafet mihrabının pirinçten kapısının okka ile satıldığını, İbn-i Saraç dâiresinin' oymalı ebvâbımn odun diye yakıldığını ve bu süslerin kireçle nasıl kıyılmadan badanalandığını katolik-lerin kadir nâ-şinaslığım düşündü ve kan ağladı.
Kastilya Kıralı zâlim lâkabiyle yâd olunan "Don Pedro” sarayına dâvet ettiği Gırnata hâkimi “Ebû Sa-iid”i üstündeki mücevherlere tamâen şehid eylediğini, bu Islâm emîrinden çalıp, bir müddet sonra bir İngiliz prensine verdiği yâkuttan İngiltere Kıraliçeleri tâcını tezyin etmekte olduğunu öğrendi. Eİyevm İngiliz ru-muz-i hükûmdârîlsinin bir cüz'ü olan yâkutıta bir damla İslâm kanının parlayan ve titreyen ebedî ye’sini duydu.
Avrupa’dan sonra Fas’a, Cezâyir’e, Tunus'a, Mısır’a gitti. Millet-i galibe tarafından "Boriko” yâni eşek sıpası yâd olunan bir kısım Arablarm zilletini gördü. İskenderiye'den Bombay’a geçti. Hindli ehl-i İslâmî ted-kik etti. Batavia ya amucasının yanma vâsıl oldu. Onunla günlerce müzâkereler etti. Cteman Çavuş Sultan vakıa câhil idi. Fakat geçirdiği tecrübeler, sergüzeştler onu kâmil bir insan yapmıştı. Parlak zekâsı, doğru muhakemesi vardı. Turhan’a:
— Oğlum, dedi, İslâm cemaatleri arasında Türkiye’den başka müstakil hükümet, Türklerden gayri faâl bir millet kalmadı. Dinin temeli, tslâmm hâmisi Türklerdir. İstanbul’a git, yine millettaşlarınla çalış! İstediğin feyzi orada bulursun!
Amucasıyle dört ay kaldı. Yine Mısır tarikiyle Der-saadet’e gitmeye karar verdi.
Vapur Beyrut'a uğradı. Orada kayıkçıların bile Fransızca konuştuğuna şaştı. İzmir’de Kordonboyu'n-daki şapkalılardan nefret etti. Geminin altı saat tevakkufundan istifade ile bu şehrin içeri taraflarını araba ile gezdi. Servetilye, camileriyle, çeşmeleriyle, tezgâhla-nyle hâlis bir Türk yurdu olduğunu anladı. O hâlde deniz kıyısına yığılan bu süprüntülerin ne lüzumu vardı? Beyrut’tan, İzmir'den payitaht cerideleri almıştı. Mec-lis-i Meb’usan müzakerelerini okudu. Hükümete karşı şiddetli bir muhalefet vardı. Muhaliflerin içinde din ulemâsının adlarını gördü. Henüz Türk eline, Dersaadet’e gelmemişti. Kimseyi tanımıyordu. Osmanh târihinin kendisini aldattığına zâhip oldu. Fakat bu şâhısların meclisteki sözlerini tekrar tekrar okudu. ''Bunlar ya akılsız, ya imansız veyahut vatansız adamlardır” dedi. Acabâ "hoca unvânı hâfız-i İslâmiyet mesleğini göstermiyor muydu? Bunlar 'imam ve molla iseler Türk ve ls-lâmın gayrı unsurlarıyle aynı fikre nasıl hizmet ediyorlardı? Her memlekette olduğu gibi, Türkiye'de de Türk' ün, İslâm'ın gayr-ı cezri muhaliflerin mevcudiyeti pek tabiî ve pek siyasî iken bunlar başlarında sarıkları, ellerinde teşbihleri, sırtlarında binişleriyle siyasî komedyalarda maskara olmaya nasıl tenezzül ediyorlardı? Bunlar adâlete susamış zevat ise büyük ve medenî hükümetlerin hangi birinde memleketin bakasına âid si? yasî işlerde adâletin vücudunu hissetmişlerdi? Malû-
matlı ve kuvvetli bir vükelâ heyeti zâlim olamaz. Mu-hâlifler fâzıl ve muktedir mebus iseler Sadnâzama, Hâzırlara elbette ve elbette söz geçirebilirlerdi. Memleketi parçalayacak fırkalara girmeye vicdanları, imanları, irfanları mâni olurdu.
Bu muhâkemelerden sonra birden bağırdı:
— Ben bunları ıslah edeceğim!...
* ( **
Turhan’ın bindiği Hidiviye vapuru, seher vakti Der-saadet limanına girdi. Gümüşî sisten tüller altındaki ı muallâ minareleriyle, muazzam kubbeleriyle İslâmiye-î tin payitahtı birden göründü. Tereddüdler içinde bir hakikat gibi...
Ahırkapı fenerinin önünden gemi yavaşça ilerlerken, Turhan güvertede seyirtiyor. İşte Pâdişâhımın sarayı, işte Sultanahmed, işte Süleymâniye diyordu. Aya-sofya tarafına bakmak, onun nâmım anmak istemedi. Moskova’da tanıdığı bir kahbe karının da ismi "Sofya” idi. Onun adını "Hidâyet Câmii” koyuyor. Bu ismi beğenmiyor. "Muhammediye Câmii” diyor. Bu nâmı daha mânâlı buluyordu.
Rusya'da, Paris'te tanıdığı Türklerden Dersaadet'i, Beyoğlu’nu, Boğaz’ı öğrenmişti. Türkler hakkında yazılan bildiği dillerde eski ve yeni kitapları okumuştu.
Rıhtıma çıktığı sırada, bu İslâm payitahtının yerden bir avuç toprağını aldı. Ahdetmişti. Öptü. Yüzüne, gözüne sürdü. Gümrükten çıktı. Bir arabaya bineceği sırada rıhtımda boylu boyuna kahvelerdeki, meyhanelerdeki şapkalı palikaryaları gördü. Şaşaladı. Utanma-saydı: "Yanlış olmasın, burası Dersaadet midir? Burası Türk payitahtı mıdır?...” diye arabacıya soracaktı. “Saadet Oteline çek" dedi. Oteli beğenmedi. İntizamsız, kirli idi. Azmetmişti. Beyoğlu’nda oturmayacaktı.
O gün Miraç Kandili'nin ertesi idi. Küçüklüğünden ¡beri dinî bir hürmetle icraatının hayrânı olduğu Yavuz'un türbesini, bugün öğleden sonra, ziyâret etmek istedi. Abdest aldı. Minimini En'am-ı Şerifini cebine koydu. Bir araba ile Sultan Selim Camiine gitti. Camiin güzel ve yüksek avlusunun ötesine berisine yığılan toprak ve taş kümelerine, bu ihmâle cam sıkıldı. Selim'in, Hüle-fây-ı Râşidîn’den sonra, İslâmın en büyük hâdimi olan, o büyük Selim’in câmii böyle bakımsız mı olmalıydı? Avlunun kenar setlerine dayandı. Turhan'ın Halic’e, Eyüb’e Sarayburnu'na doğru süzülen nazarları dolaştı, döndü, Yavuz'un türbesi eşiği önünde titredi ve yükseldi. Kahraman hünkâr ezelî tahtını bir tuğrul mehabetiyle bu tepeye kurmuş, fikri gibi göklere yakın yatıyordu.
Rûhânî bir câzibe Turhan'ı türbeye çekti. Yüreği çarparak kapıyı itti. Kapalı idi. Türbedân aradı. Bulamadı. Düşündü:
— Garip! Kandil günü, Miraç günü bu türbe ziyâret edilmez mi? İslâmları birleştirmek için perişan olmakla iftihar eden Halîfe-i İslama hürmet bu mudur? Hâdim-ül Haremeyn’e hizmet bu mudur?...
Nâçar pencereye başını dayadı. Tozlanmış camların arkasından secde eden ruhiyle merkadi tebcile başladı. Büyük, mehiîb, beyaz Örtülü sandukanın etrafına sedef kalkmalı bir parmaklık çevrilmişti. Sedef pereler dangın birer göz gibi pırıldıyordu. Bu sadelikte azamet Vardı. Baş taraftaki uzun kavuğun üstüne burmah bir sarık sarılmış ve ucu yan tarafa sarkıtılmış, destarın üstünden kavuğun al tepesi bir şu’Ie kızıllığında fırlamıştı.
Baş ve ayak uçlarına tesadüf eden büyük iki pirinç şamdanın mumlarının üstüne geçirilen yaldızlı külahların üzerlerinden kayarak kubbeye asılı âvizenin billûrl'a-rına aksedip ayrılan ikindi güneşi titreyen, dönen, uçan yine konan yeşil, sarı, mor damla damla ışıklarıyle bu sâde, tekellüfsüz türbeye uhrevî bir feyiz, cenneti bir ihtişam veriyordu. Burası sâde ve mağrur milletin, sâde ve mağjrur vicdanının timsâli idi.
Turhan türbeye baktı. Feyze baktı. Nûra baktı. Büyük Hakanın, büyük şâirin:
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
mısramın ihtişamını bir kere daha anladı. Bu kahra-man-ı İslâmın :
Ey nûr-i zâtı lem’a-i câ-ı muvahhidîn!
Ey mushaf-i muhabbet-i cânân-ı mü’minîn!
Maksad, senin rızâyı şerifindir. Ey Şefi!
Diğer tarika kılmadım it’abı müslimînü...
Eyle Selimi bendene şefkat, şefâat et!
Ey Şâfi-i gürûh-i giinahkâr-u müzribîn.
na’tı şerifini hatırladı. Resûlullah’a karşı bu mülûkâne ubudiyetin, bu azametli yalvarmanın huzurunda Turhan erimiş gitmişti. Türbenin, lâcivert zemin üstüne kırmızı beyaz çiçekli halısına gözleriyle, ruhiyle yüz sürdü. En’amını çıkardı. Yavuz'un mübarek ruhuna bir Sûre-i Feth tilâvet etti. Sandukanın etrafındaki rahleler üstünde açık duran birkaç Kur’an-ı Kerim’i, o mübarek ruhun açılmış kanatlan sandı. Ta’zim ile türbenin demir parmaklıklarım öperken, milletin sukutunu, ibtizalini düşündü. Kalben feryad etti: Selim, Selim!...
Çekip lalıncuu yüksel ımezâr-ı pâkinden
Nezâre Sal yine bu sâfiline bir nevbet!..?
dedi ve çıiktı.
Sultan Selim Câmii'nde ikindi namazım kıldı. Kalbi mağrur, dimağı münevver olduğu hâlde otele avdet ettiği zaman "bu hasta adam vârislerinin birer birer kakırdadıklarmı görecek ve ondan sonra... yine yaşayacak...» dedi.
* '
Turhan Dersaadet’te, ilk tâtil gününü Halîfe'nin Cuma alayım seyretmeye hasreyledi. Bu manzaradan, bu ihtişamdan gönlü gurur ve sürurla doldu.
Turhan, artık Türkocağinda dostlar peyda etmeye; Darülfünûn derslerine dinleyici sıfatıyle devam sırasında muallimlerle mübahaseye; ceride idârehânelerine girip çıkmaya; İslâmlık, Türklük hakkmdaki fikirlerine dâir payitahtın ileri gelen âlimleri, memurları ile görüşmeye, çekişmeye başlamıştı.
Fikren kendisine muvafık olanlarda gayret göremi-yordu. Gayretli olanlar da onun ateşini yakıcı ve muzir buluyorlar ve: "Daha va'kt-i merhûnu gelmedi!" diyorlardı.
O şimdi her şeye karşı köpürüyordu. Bankalarda, şirketlerde Fransızca muameleye, zabitlerde Almanca tekerlemelere, bahriyelilerde İngilizce tavırlara, tekke-
1 Selimiye. Abdülhak Hâmid.
lerde Fârisî münâcaatlara, mâbedlerde Arapça duâla-ra karşı isyan ediyordu.
Dikkat etti: Bu Türk payitahtında, ticaret âleminde, yalnız Türkçe bilen Türk bir iş bulamıyor, aç kalıyor. Yalnız Fransızca bilen bir ecnebî ise her zaman muvaffak oluyor ve müreffeh yaşıyor.
Turhan’ın dostlarından bir Türk, Düyûn-ı Umûmi-ye’de, girdiği bir müsabakayı emsalsiz bir muvaffakiyetle kazanmıştı. Herkes kendisini tebrik etmişti. Neticede yerine bir şapkalı alındı. Büyük memurlardan biri kendisine bu mahrumiyetin sırrını ifşâ etti...
Avrupa'da tahsilini ikmal eden bir diğer refiki hükümetin resmî bankasına girmek istemiş ve Rumca bilmediğinden reddedilmişti. Halbuki aynı bankada Türkçe konuşamayan pek çok memur ve memıure vardı.
Turhan sokakta, duvarlarda ve camekânlardaki, dükkânların üstlerindeki Frasnızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca hattâ Rusça ilânlara, yaftalara, reklâmlara bakar: "Yarabbi! Bu memlekette bir zâbıta, bir şehremaneti, bir matbuat nizâmnâmesi yok mu?...” diye fer-yad ederdi. Çünkü Avrupa'nın hiç bir tarafında yerlilerin lisanından başka bir dil, bir yazı ile sokaklarda ilân, yafta görmemişti. Burası Bâbil Kulesi miydi?
Paris'te, Londra’da, New York’ta Dersaadet'ten pek çok ecnebî mevcut Olduğu hâlde İngiltere'de, Amerika'da İngilizce’den gayrı sokaklarda bir yazı görülemezdi.
Ekseri kahvehânelerde “ena isketo”, lokantalarda '‘ona kutleta”, iskelelerde “ena pedi.” çığlıkları bîçâre Turhan’ın kulaklarını törpüler, delerdi. Bu nasıl millî, resmî lisan?... Bu nasıl memleket?... Bu ne kayıtsız, duygusuz millet? derdi.
Genç tasavvurunun, tahammülünün fevkindeki bu hâllere karşı dâima isyan ederdi. Kalın bastonunu kavrar, koca fesini basardı. Polis müdürüne, matbuat müdürüne gider, baştan savullurdu. Ceridelere makaleler yazar, sansür çıkarırdı. Büyük makamlara lâyihalar takdim eder, “hıfz” işaretiyle evrak odalarına gönderilirdi. Bu suretle muvaffak olamayınca, yeni ve ateşli bir nesil yetiştirmek için evvelâ hususî bir mektebe fahrî, sonra âlî mekteplerden birine muvazzaf muallim oldu. Bir müddet geçti. Talebeyi dersten başka şeylerle işgal töhmetiyle tevbihâ mâruz kaldı. îstifâya mecbur oldu.
Nihâyet son bir tecrübeye daha kalkıştı. Babasına, Rusya’daki emlâkini satarak, muamelâtını tasfiye eyleyerek elde edeceği külliyetli nakit ile Dersaadet’e gelmesini yazdı. Bu sermâye ile asrî ve ulvî bir mektep açıp talebeye dinî ve millî terbiye, sinaî ve amelî tahsil vererek teşebbüs ve kifayet sahibi imanlı ve becerikli, yılmaz ve yorulmaz gençler yetiştirecek, aynı zamanda bir şirket teşkiliyle memleketini, milletdaşlarım yuvarlanmak üzere oldukları uçurumun derinliğinden haberdar eylemek için büyük bir ceride neşredecekti. Bu gazetenin idârehânesinde bir konferans, bir konser, bir de mütalâa salonu te’sis eyleyecekti.
Dilimizin, imlâmızın sakatlığına, kusurlarına mektebiyle, ceridesiyle çâreler bulacaktı. Türkçede bir "imlâ meselesi” yoktur, yalnız harf meselesi vardır” derdi. Harflerimiz düzelip dilimizdeki bütün sadâları edâ edecek saitlerin şekilleri bulunduktan sonra, imlâ cihetini, lisanını iyi bilen bir idâdî sarf hocasının altı ayda ıslâh eyleyeceğine kani idi. Yirmi ciltten mürekkep bir Muhitü'bmaarif neşretmek de en ateşli emeli idi. Bundan sonra, Türk ilinde Muhammedînin, Musevînin, îse-vînin bir terbiyesi, bir tahsili, bir dili, bir şiiri, bir musikisi olacaktı.
*
**
Turhan iki seneden beri, Fazlıpaşa’da tuttuğu kâr-gir bir evi sedirler, dîvanlar, kavukluklarla süslemiş; Hereke, Bursa kumaşlarıyle döşemişti. Duvarlara İslâm ve Türk hakanlarının ve ulularının resimlerini, âyetleri, hadisleri ve Türk şâirlerinin şiirlerini muhtevi levhaları asmış; Kütahya’nın çini avanisiylc odalarını tezyin eylemişti.
Yazı odasının kapısının üstüne:
Ûl jilj. I_JİÜİJ J L» J 'y*' u’.Jl'r.l t»
*c
ve büyük kütüphânesinin bâlâsına :
j j —i t (Jİ»- j *
âyetlerini, yazı masasının üstüne Sâmî’nin:
-
* Ey iman edenler, sabır ediniz, düşmanlara metanet gösteriniz, birleşiniz ve Tann’dan korkunuz ki felâh bulasınız.
-
* * Yaradanının adını anarak oku. Tanrı insanı alaka (kan pıhtısı) ve muhabbet katrasmdan yarattı. Oku! Pek kerîm olan Rabbin insana bilmediğini kalemle bildirdi.
Bil! Geldiğini mülk-i vücûda ne içindir?
Sâ’y et olasın pâdişah-i kişver-i irfân!
beytini ve duvara :
« J »
Ve :
***<t J o ¿»o ^11 ü I >
hadislerini ve diğer tarafa Rûhî’nin:
Mâr ise iadûv, biz, yed-i beyza-yi Kelîm’iz
Tûfan ise, dünya ganu, biz keştî-i Nûh’uz
beytini hâvi levhalar ve sedirin arka .tarafındaki duvara, üstüne tâlik yazı ile :
Vatan ttıie Türkiye’dir; Türkler’e, ne Türkistan;
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Tûran!...
beyti işlenmiş bir Hereke seccadesi ve yatak odasında karyolasının başucunda asılı ve yeşil ipekli atlasa sarılmış olan Mushaf-ı Şerîf'in durduğu sedefli rafın karşısında :
Uyandır çeşm-i cânı hâb-ı gafletten sihir-hîz ol! Çemen bülbülleriyle subh-dem zikr eyle Mevlâyı!
hâvi bir levha tâlik etmişti.
Salonun köşesindeiki rafın üstünde kenarları müzehhep bir çerçeve içinde güzel bir rık’a ile merhum Nâmık Kemâl’in Vaveylası yazılmış duruyordu.
*** Benim ümmetim tek vücûd gibidir. Mü’minler gerçek kardeştirler ve aralarındaki kardeşliği islâh etmelidirler.
Bir mayıs gecesi... Turhan başını açmış, göğsünü açmış masasına dayanmış, önüne kitapları yığmış, defterine bir şeyler kaydediyordu. Kapı çalındı. Pek sevdiği refiki Selimpaşa-zâde Kâmil Bey girdi.
— Neye bir haftadan beri Ocakta görünmedin? Son konferansından sonra seni herkes arıyor. Neredesin?
— Rahatsızdım. Birçok da yazılarım vardı.
— Birçok da kederim...
— Dâima!
— Zehra nikâh olmuş...
— Evet!
— Rahatsızlığının bir sebebi de budur. Benden saklama, Turhan sen Zehra’yı pek seviyordun! Hattâ bu muhabbetine sen de şaşıyordun. Bana dâima ondan bahsediyordun. Onu bütün hayatına, bütün fikirlerine iştirak ettireceğini söylüyordun.
— İştirak ettiremedim. Felâket de bundan çıktı. Bu, hem benim felâketim, hem milletin talihsizliği.... Bu memlekette ne kızlar, ne erkekler, şimdi ne dinî ve ne millî terbiye görüyorlar; câhil, nümâyişkâr analar, görgüsüz, duygusuz babalar kendilerini göreneğe kaptırmışlar, an’aneyi unutmuşlar, ciğer pürelerini hissen, dînen, irken, menfaaten ayrı, yabancı ellere, muhitlere emânet ediyorlar. Kediye ciğer emânet edilir mi? İtalyan mektebinde okuyanlar İtalyan, İngiliz kolejinde tahsil edenler İngiliz, Fransız terbiyesi görenler Fransız oluyorlar... Her biri diğerine yabancı terbiye ve tahsile mâruz olanlar birikirlerine yabancı hattâ düşman vaziyeti alıyorlar... Zehra hm tahsili de bir ecnebi mektebinde idi.
— Bunu evvelce tahmin edemedin mi?
— Hayır, çünkü konferanslarıma en muntazam devam ve en çök dikkat eden o idi. Bu hâl beni aldattı. Zehra’nın aklına, irfanına i’timad ettim. Terbiyenin zekâya galebe edeceğine ihtimal vermedim. Bu kızı fikrime ortak, emelime ortak olacak sandım. Aldandım. Çünkü onu seviyordum. Kâmil kardeşim! Hem pek seviyordum.
Turhan buruları itiraf ederken ağlamaya banladı. Bu za’fından kendi de utandı. Kalktı. Odada gezinmeye başladı. Yaşlarını sildi. Bir sigara yaktı.
—■ Beis yok, Kâmil! Beis yok. Ben onu fikrime, milletime feda ettim.
— Galiba o seni feda etti.
— Hayır, işte ona yazdığım mektup. Onu ben reddettim. İzdivacımızdan sonra kazalarda, nahiyelerde beraberce konferanslar vermek için -bir iki sene kadar Anadolu'da gezmek istediğimi söyledim. Evvelâ kabul etti. Sonra bu seyyahatten evvel Avrupa’yı görmek istediğini i’tiraf eyledi. Kendisine kaybedecek vaktimiz olmadığım, vatanın fedakâr, azimlkâr gençlere muhtaç olduğunu anlattım. Yalvardım, yakardım. “Sen bozmuşsun!” dedi. Ertesi gün vaidlerimden, emellerimden, hülyalarımızdan ona tekrar bahsettim. Tekrar yakardım. O gün Türkocağı'ndan birlikte çıktık. Fikrini tahriren bildireceğini söyledi ve benden ayrılmak istedi. Nereye gideceğini sordum. Beyoğlu'na çıkıp beyaz patiska vesaire alacağını anlattı. Böyle şeyleri Tülbentçi Muhiıd-din Efendi’den almak mümkün iken Beyoğlu'na çıkmak günah olduğunu söyledim. Bu haklı serzenişime karşı:
— Sen böyle küçük şeylerle uğraşma, uğraşa, uğraşa çıldıracaksın, Turhan!
Dedi. Hışımla yanımdan çekildi. Küçük şeyler... Fakat asırlardan beri böyle küçük şeyler bir araya toplana toplana pek büyük bir şey oldu. Başımıza çöktü. Bizi ezdi. Değil mi, Kâmil?!... O gece kendisine son mektubumu yazdım. Türklüğün düşmanı olan bir kızdan nefret ettiğimi ve Zehra gibilerin yaşamalarından, gebermeleri evlâ olduğunu yazdım.
— Fena etmişsin. îkna ve ıslâh edebilirdin.
—' Hayır, hayır! Bundan sonra artık herkese karşı isyan edeceğim. Bu yolda yükselmek, çalışmak istemeyen herkese, arkadaşlarıma, âmirlerime isyan edeceğim.....Kürre-i arzı durduracağım! Güneşi söndüreceğim!
Denizleri kurutacağım! Kâinatı altüst edeceğim.
Gerçi ıdilşvâr niimâyed, betii, âsânî-i mâ
Bak!... Pencereden dışan başını çıkar. Şu evlerin yapılışlarındaki duygusuzluğa, milliyetsizliğe, biçimsizliğe bak! Benliksîzliğe 'bak! Artık yetişir! Herkese benliğini öğreteceğim. Benlik olmayınca varlık olmaz. Millet san’atkâr olacak, ısan’atında Türk damgasını, Türk usûlünü, benliğini gösterecek!... Millet tezgâhtar olacak, mâmulâtında Türk düşünüşünü, Türk benliğini satacak!... Millet zengin olacak, çalışmasında benliğini rehber edecek!... Dağlardan, yaylalardan, derelerden, denizlerden, sokaklardan, saraylardan, konaklardan, evlerden, 'kulübelerden, döşemelerden, halılardan, libaslardan, yüzlerden, bir Türk benliği, İslâm benliği parlayacak. Bir İslâm, Türk san’atı, medeniyeti taşacak, bir İslâm, Türk ruhu, zihni görünecek. Anladın mı? Bunları hep ben yapacağım! Yahut bu duygusuz, gönülsüz, haysiyetsiz, muhabbetsiz, vatansız sürü arasında yaşayamayacağım. Öleceğim.
Kara Memişoğlu Turhan köpürmüş, bağırırken elini göğsüne, alnına vuruyor, kalkıyor, oturuyordu. Gözleri fırlamış, dudakları morarmıştı, elleri titriyor, sada-sı titriyordu.
Kâmil Bey Turhan’ın bugünkü şiddetinin tabiî olmadığına, bîçârenin sinirlerinde, zihninde bir bozukluk bulunduğuna kail oldu. Çekinerek refikine dedi ki:
— Turhan, bu bir gaye-i kemâldir. Bu mertebeye kolay erilmez. Sanırım ki henüz hiç bir millet de ermemiştir.
— Hayır, Kâmil, hayır! Fransızlar, İngilizler, Almanlar ermişlerdir. îtalyanlar, Taponlar, İspanyollar ermişlerdir. Hattâ Sırplar, Ulahlar, Bulgarlar ermişlerdir. Yalnız İslâm memleketleri bu gayeye ermemişlerdir. Eflâk şâhid olsun!... Onlar da ereceklerdir.
Kâmil arkadaşını bir parça gezdirmek, parka veyâ Beyoğlu’na kadar götürmek istedi. Turhan :
—■ Çıkmam, çıkarsam bütün erkeklerin, kadınların yüzlerine tükürürüm. Dedi.
Kâmil odadan, yavaşça çıkarken:
— Zavallı genç, talihsiz memleket... diyordu.
*
Turhan mütemadiyen babasına, amucasma mektuplar yağdırıyor. Birinin ticâretini, diğerinin hükümetini ı bırakarak İstanbul’a gelmelerini istiyor. Kendisiyle beraber ya Dersaadet’te veyâ Türk ilinin bir köşesinde sınaî ve İlmî mektep açmak, hususî bir Encümen-i Dâniş te’sis eyleyerek, emel edindiği cerideyi, muhitleri, lûgat-nâmeyi neşretmek ve zengin Ailesine Türkiye’de fabrikalar açtırmak için çırpınıyordu. Mektuplar sıklaştıkça Turhan’ın velilerine karşı yazıları da şiddetleniyordu. Gencin ruhundaki galeyan mektuplarından anlaşıldığından babası ona hemen Rusya'ya avdetini yazıyor, amu-cası nasihatler veriyordu.
Turhan milletin uyuşukluğundan, hükümetin ihmâlinden, dinî ve millî terbiyeye itina edilmemesinden şikâyeti muhtevi pek şiddetli bir konferans verdi. Ertesi gün, beş sivil polis gencin evini bastılar. Turhan serkeşlik etti. Bu sırada Boşnak bir polisten bir de tokat yedi. Kitaplarını, sandıklarını karıştırdılar, kâğıtlarını aldılar. Kendisini de bir hafta tevkif ettiler.
Bu darbe, bu âteşîn ruhu bütün bütün alevlendirmişti.
Tevkifhâneden evine döndüğü vakit penceresini açtı.
Bahar her tarafı renklere, kokulara bürümüştü, Pencereden başını çıkardı. Karşıki bahçede, erik, kiraz, elma ağaçları beyaz, pembe çiçeklerini açmış, serçeler cıvıldayarak uçuşuyorlardı. Birden feryad etti:
— Leylekler gelmeyin, serçeler uçmayın, çiçekler açmayın! Burada bahar yoktur. Güneş san bir gölgedir. Yeşil otlar toprağın küfüdür. Sıcak rüzgâr Cehenneminin nefesidir. Şu mâvi Boğaz, bir çirkef ırmağıdır... Kelebekler çimen, çiçek arar. Burası çürüklüktür; kemik, kadid vardır... Fikir genişlik, yükseklik arar. Burası çamurdan bir izbeliktir. Çıyanlar, solucanlar barınır...
Kırlangıçlar! Hangi evin saçağına konsanız oradakilerin eninlerini işiteceksiniz! Hangi ocağın üstünde tü-neseniz onu sönmüş bulacaksınız... Her tarafta kara ha-yâletler taklak atıyor, her tarafta kara dişler sırıtıyor... Hep küfür, hep ihânet, hep yumruk...
Yâ Rab! Yâ Rab!... Yurdumu ahrette olsun bana düşmansız göster!...
*
Turhan, artık kimse ile görüşmüyor. Gündüzleri sokağa çıkmıyor.. Yemiyor. Uyumuyor. Eriyor.
Sakalı uzamış, saçları yağlanmış, geceleri karanlıklarda tenhâ sokaklarda geziyor. En ziyâde sevdiği, loş Yeraltı Câmii’ne gidiyor. Orada saatlerce mu’tekif düşünüyor. Kendi kendine söyleniyor. Duvarlarda gördüğü ecnebi lisanlarındaki ilânları sıyırıp yırtıyor, yere atıyor. Üstünde tepiniyor. Yolda bir yabancı diliyle konuşan erkek kadın yurddaşlarına çatıyor, omuz vuruyor. Bir gün Bonmarşede, satıcı Rum ile Fransızca görüşen hanımın yüzüne tükürdü. Arkasındaki zenci dadıdan başına iki şemsiye darbesi yedi. Bir rezalet çıkacaktı. Fakat Turhan'ın yerine hanımlar korktular. Kaçtılar.
Genç, bu gece sabaha kadar sokaklarda hayalet gibi gezindi. Ortalık ağarırken kendisini Sultan Selim Câ-mii’nin avlusunda buldu. Yüksekten, alaca karanlıklarda bir haydut gibi kuşkular, ürpermeler içinde uyuyan Fener’e, Beyoğlu’na baktı. Titredi... Türbenin dışında durdu, düşündü... Camiin etrafını dolaştı, inledi... Bir küçük kapıyı itti. Minarenin merdivenleri gözüktü. Ağır ağır çıktı. Son şerefeye gelmişti. Etrafı, karanlık derinlikleri dinledi. Yüksek ıraklarda birer ikişer yıldızlar söndükçe kuytuluklarda horoz sesleri ağlıyordu! Bo-ğaz'ı, Çamlıca yi, Sarayburnu'nu, Kâğıthane sırtlarını, Eyüp serviliklerini süzdü, süzdü. Onlara titremeden gözleriyle, ruhuyle vedâ etti. Şerefenin korkuluğunun üstüne çıktı. Bir kartal gibi göğsünü gerdi, kollarını açar açmaz boşluğa yuvarlandı. Civar halk sabah namazına geldikleri zaman şadırvanın önünde kafatası patlamış, kol ve bacakları kırılmış kan içinde bir cesed buldular. Hüviyeti anlaşılmak üzere ceplerini aradılar. Şöyle bir kâğıt çıktı:
"Ey Yavuz! Milletimin selâmetini yalvaracaktım. Ayaklarına kapanmak için sana yükselmek istedim. Yarı yolda gözlerini karardı. Sendeledim ve düştüm. Allah günâhımı affetsin!”
12 Nisan 1338 (1922)
AYŞE KIZLA VATO
‘‘Hamdullah Subhi Beyefendiye"
İştah ve lezzetle yenen bir öğle yemeğinden sonra köpüklü kahveler arasında içilen sigaraların dumanlarından kulübün yemek salonu hayli sislenmişti. Bir tarafta av mübahesesi, diğer cihette Meclis-i Mebusan müzâke-râtının mâbâ'di olan bir siyaset mücadelesi, şu köşede birkaç asil gencin, belki, bir güzel kadın tarafından aldatılmış bir refika karşı kahkahaları, ekseri müdavimleri yaşlı, vekarlı zatlardan mürekkep olan bu mahfilin havasını haz ve neşe rüzgâriyle dalgalandırıyordu.
Bizim sofrada bahis Türk, Macar ve Lehlilerin târihî külâh ve libaslarının müşabehetlerine dâirdi. Konyağın son damlasını emen Kont “Geza...” iri sigarasını silkerken ecdadının esiki hil'atlanyle kendisinin biriktirdiği âsâr-ı nefîse koleksiyonunu göstermelk için bizi konağına dâvet etti.
Benimle beraber Amerikalı, İtalyan ve Alman dört yemek arkadaşı kulübün avlusunda bekleyen Kontun otomobiline bindik. On dakika sonra kendimizi bir geniş mermer merdiven başında bulduk. Bıyıklan traşlı bir uşak sağ tarafta üstü koyu güvez çuha ile kaplanmış bir kapı açtı. Bir taş odaya girdik. Dört duvarına yaslanmış camlı dolapların içinde bu âilenin atalarına ve târihine âid birkaç yüz çarık, çizme, papuç, tetlilk, takunya vardı. Bu ayakkabıların sonradan görme kimseler gibi, böyle baş sedirde ceviz dolapların parlak camları arkasında, sahte birer kibar tavrıyle duruşlarında gizli tuhaflık vardı. Kontun kâtibinin arkasında diğer bir odaya dâhil olduk. Burada oymalı iki abanoz koltuk ve iki iskemleden maada iki büyük demir kasa ile ortada bir camlı mustatil masa vardı. Bu masanın cam sathı altında firûze, mercan işlemeli, gümüş oymalı telkârî bıçaklar, yatağanlar serilmişti.
Bu iki kasadan çıkarılan küçük ceviz çekmeceler içinde, gümüş tepsiler üstünde, bize gösterilen elmaslı, yâkutlu sorguçlar, safirli, lâ’lli ve firuzlu kılıç kemerleri, murassa kadın ve erkek düğmeleri, gümüşlü, mineli eski Türk ve Macar üzengileri, el aynaları, önümüze yığılıverdi. Bu hânedana ecdattan kalan ve dâimâ büyük oğla intikal eden bu kıymetli âile hâtıralarının bu suretle dikkatle saklanmasını takdirden kendimizi alamıyorduk. Burası bir küçük hazine-i Karun idi.
Geniş merdivenden yukarı kata çıktık, burada, yemek odasından salona kadar gümüş leğen, ibrikten, ufak İncili yastığa kadar bütün eşyanın bir kıymeti, bir inceliği vardı. Caımekâmn derununda Asya ve Avrupa’nın hemen her târihî milletine âid olmak üzere pırlantadan akike, altından pirince kadar belki üçyüz yüzük, kadife yivler arasında sıralanmıştı.
Duvarlardaki pastel ve yağlı boya nefis levhalara uzaktan bir göz atmadan geçemiyorduk. Şimdi kontun yazı odasında idik.
— İşte, dedi. Macaristan'da bir eşi bulunmayan bir levha, bir hakikî "Vato”.'
Bu, tahminen seksen santim boyunda ve elli santim eninde bir tablo idi. Ormanda bir pınar başında kurulmuş bir sofra... Kenarda bir genç saz çalıyor. İki tâze uzammışlar dinliyorlar, biraz beride iki kadın katmerli ve kabarık libaslar ile rakseder görünüyorlardı.
— Şimdi bundan kıymetli bir şey göstereceğim.
Parmağıyle o meşhur Fransız boyagamnın2 levhasının yanında asılı bir küçük halıyı gösterdi. Bu bir Gördes seccadesiydi. Şimdi bütün gözler bu nefîseye çevrilmişti. Bir antika meraklısı olan Amerikalı ile hü-nerver ve ressam İtalyan seccadenin yanına yaklaşarak altından küçük ilmiklerine bakıyorlardı:
Koyu mâvi zemin üstüne kırmızı bir kenar ve sarı zırhlar ile çevrilmiş ve ortası dört ve sekiz köşe madalyonlar ile bezenmişti. Kenarın, zırhların ve madalyonların içleri anlaşılmaz nakışlarla dolu idi. Bunlar çapraşık, karışık fakat imtizaçlı, perişan dağınık fakat muntazam, hiç bir şekle uymaz fakat hendesî, ne çiçek, ne yaprak, fakat düşünce, ne resim, ne hendese fakat ince idi... (Vato) nun yaz levhası yanında seccadenin bu hâli başka türlü, sanki sırf tasavvufî, ruhanî, rumûzî mânevi bir bahar şekli arzediyordu. O derece renkler uygun ve tatlı idi.
' Jean Antoine Watteau, 1684’te (Valensia)’da doğmuş, 1721’de veremden ölmüş bir Fransız ressamdır. Kadın resimleriyle, köy ve kır eğlenceleri, tiyatro tabloları, panoları, askerî tablolar ve bâzı tasvirler tersim etmiştir.
2 Coloriste : îyi renk vuran renklerin te’sirini takdir eden ressam... Olmak - olağan, ısırmak -ısırgan gibi.
Kont halının karşısına geçmiş :
— Bakınız! Balkınız! diyordu; şu çiçeklerde mâvi-den kırmızıya, kırmızıdan sarıya, ne lâtif bir âhenk ile geçiliyor. Boyalara bu garip imtizacı, bu hayâle gelmeyen güzel imtizacı veren hangi ilimdir, hangi terbiyedir. Sanmam ki Türkiye'de bir halıcılık mektebi bulunsun, diyordu.
-
—• Hayır.
—• Ben Hind’in, İran’ın o üstlerinde oklarla vurulmuş ceylân, kaplan resimleri, çelimsiz süvariler, bücür insanlar, kurbağalara benzer kuşlar işlenmiş halılarını sevmem. Onlarda ne hayvan hayvan, ne çiçek çiçektir. Bu tabiî maddeler yarım ve iptidaî surette taklit, tersim olunmuştur. Türk halılarında tabiatı taklitten eser yoktur. Bütün nakışlar tulûat ve icattır. Bütün bu hüner, munis ve düşündürücü bir garabettedir. Nakışlan biribirine benzer daha iki halı görmedim.
-
—• Hattâ bir halıdaki mukabil iki şekilden bile biri diğerine tamamıyle müşabih değildir.
Bu Gördes halisiyle, (Vato)'nun tablosu karşısına tesadüf eden ipekli eski Kıbrıs kumaşı kanape ve koltuklara oturduk... Şimdi zairler hâne sahibinin verdiği sigar vç sigaraları savuruyordular.
Kont dedi ki:
— Bir gün fakir düşsem belki (Vato)'yu satabilirim. Fakat âile yâdigârı eşyam ile bu halıyı elimden çıkara-mam sanıyorum.
Târihî, değerli eşya ve nefais ile dolu olan bu konakta, bu odada yabancı gibi boynu bükük durması memûl olan bu Türk sanatının, bu Türk fikrinin, bu Türk zevkinin, bu Türk kadınlığının saltanatı huzurunda gönlüm iftiharla, ihtiramla çarpıyordu. Gözlerim ıraklara doğru daldı. Kurutan, yakan güneşli ve gölgesiz ve nihayetsiz bir çölün ortasında bir bardak buzlu su bulan yolcu memnuniyetini hissettim. Düşündüm, düşündüm, düşündükçe ağlamak istedim.
Gözümün önüne geliyordu:
Harap Gördes kasabası. Balçıktan karanlık, ocak dumanlarından sisli evleri, melûl ve sâkin ahâlisi... Kapının eşiğine çömelmiş, yün eğiren soluk benizli ihtiyar kadınları. Halı tezgâhının önünde birkaç kırık tahta iskemlenin üstüne otunmuş başını önüne eğmiş bir “Ayşe kız” ile iki küçük arkadaşı halının erişleriyle argaçları arasında kınalı parmacıkları titreyerek didiniyorlar ve en büyüğü:
Gece bir ses geldi derinden, derinden
Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden?
mânisini, Arabistan'da silâh altındaki “Mehmed” ini düşünerek yavaş yavaş fısıldarken kara gözlerinden, üstüne bir damla yaş düşürdüğü şu sarı renkli dal, bu mahrumiyetin, bu kederin ateşiyle kıvrılarak ruhanî bir şekil alıyor.
Artık dumanlı gözler, önündeki örneğe bakmıyor, titreyen eller argaçların tellerini saymıyor. Mükedder fakat necip, hünerver fakat esrarengiz bir ruhun şevkiyle gelişi güzel argaçlar renk renk ilmikleniyor...
Ben bu levhayı böyle görüyorum.
Ey tatlı kokulu kır menekşesi! Ey karanlıklar içinde nur ağlayan mahzun yıldız! Ey Ayşe kız! Sen bu nefis şaheseri nasıl meydana getirdin? Mektep, üstad görmeden nasıl en büyük Fransız ressamı olan Vato ile imtihan meydanına girdin? Ve aynı şeref mevkiini kazandın. Bu feyz, bu isti'dâd, bu zevk sana nenden geldi?... Cevap ver Allahım! Ona nereden geldi?
Koyu çividî bir yeldirme veya çubuklu bir peşte-mala bürünmüş, sâde, saf, fakir hâlinde, ümmî dimağınla yıllarca ihtiyar muallimlerin resimhânelerinde çalışmış, tecrübeler geçirmiş, kitaplar okumuş, eski üstad-larm levhalarını tedkiık etmiş, renklerin kimyada, hikmette terkiplerini, tesirlerini öğrenmiş, binlerce takdirler, tenkitlere mâruz kalmış ressam (Vato)’nun yanında zekâ ve hüner âleminin huzuruna çıkarak aynı mevkie, aynı kıymete nâil oluşuna ne sebep bulayım?... Tahsil-siz, fıtrî zevkinle, cibillî irfanında renklere verdiğin insicama, zarafete sihir mi, mûcize mi diyeyim? Ey Ayşecik!...
Ey Ayşecikler!... Avrupa’nın zekâ merkezlerindeki müzelerde sizin saf fakat icazkâr eserleriniz için ayn ayrı salonlar, sergiler açıldı. Muhâfızlar tâyin edildi. Hünerlerinizin inceliklerini, güzelliklerini anlamak için mütehassıslar zuhur etti. Bu ne kudret, bu ne feyizdir?!...
Siz yalnız usûlün ve emsâlin hâricinde bir hüner-ver, bir ressam, bir mühendis, bir nâkış değilsiniz. Türklüğün ruhundaki salâbet ve vekarı gösterecek mânâları misalsiz nakışlarımızla, rumûzî ilhamlarınızla izhar eden birer de şâirsiniz. Onun için Anadölu halılarının bütün târihimizi gösteren celâdet ahengini, metanet mealini İran ve Hind halılarının şûh ve lenfâvî inceliklerinde göremem.
Ey Türk ili! Viranhanelerinin enkazıyle mâmûre-ler süslenir. Sen nasıl bir ocaksın ki soğumuş küllerinde ateşler gizlidir. Baykuşlarından bülbül sedası gelir... Ey Türk kadını! Irkında ne icazkâr bir feyz vardır ki hem mevte asker yetiştirir, hem ebediyete hüner eriştirirsin! Seni benden çak evvel takdir edenler, yine Vato gibi ressamların vatandaşları oldukları için beni affet!...
Ben bu istiğrakta iken arkadaşlarımın hâne sahibine vedâ ettiklerini görerek mahçup fakat müftehir, seccadenin huzurunda kalben secde ettim ve odadan çıkarken, belki, dedim, bu eserin icazkâr sânii, sefaletten, noksan tegaddiden, hayatının baharında solmuş bir tâze çiçektir.
Budapeşte-20 Nisan 1334 (1918)
YATAĞAN
Beyoğlu caddesinden saparak, Ağahamamı'ndan Fi-ruzağa’ya gidilecek dar sokaktan, güneşe, mehtaba, temiz havaya hâil olan çirkin, yüksek apartmanların arasından geçiyordum. Gece saat dokuz. Keskin bir soğuk rüzgâr derinden gelen "Kıtır simit! Sıcalk simit!” âvâ-zelerini pencerelere çarpa çarpa yokuştan aşağı yuvarlıyor. Karanlıklar içinde siyah tüllere bürünmüş gibi gamlı bir ışık saçan fenerlerin altında insan heyûlâları birer gölge sessizliğiyle süzülüyorlar, Cihangir’e doğru iniyorlar.
İki haftadan beri görmediğim dostum Tuğrul Bey’in ziyaretine gidiyordum. Gönlüm arzu ile korkudan, muhabbet ile nefretten mütevellit duygularla mütehassis olduğu hâlde gidiyordum. Firuzağa caddesinden ilerleyerek karakolun yanından saptım, apartmanın ziline basacağım zaman, iki dakika sonra, arkadaşımın elini sıkacağımdan dolayı duyduğum memnuniyeti, onun hayatını raptettiği kadının bir kere daha karşısında kalmak azâbı izâle etti. Tuğrul’un evde bulunmamasını istiyordum. Refikimin kapatmasının yüzünü görmeden dönmek diliyordum. Bilmem ne için bu gencin üç yıldan beri beraber yaşadığı âilesi, mâzisi, vatanı, dini, milleti belirsiz, her lisanı fena konuşan bu kadın ile kar-
şı karşıya gelmek istemiyordum. Kâh rakkase veyâ mü-messileye ve kâh muganniye veyâ mürebbiyeye ve bâ-zan hem falcıya ve hem dikişçiye ve dâima bir eslki hizmetçiye benzeyen bu kadın bir akşam benim kalbime dokunmuştu. Neferlerimiz için "kaba ve vahşî” demişti.
— Niçin madam size sarkıntılık mı ettiler?
— Hayır! Tavırları yontulmamış!
— Alman veyâ Fransız neferlerinin hepsi dârûlfü-nûn mezunu mudurlar?
Bu sırada Tuğrul: "Sen ona bakma, zavallı iyi kadındır, ama...” demişti. İşte o dakikadan i’tibâren onun boyalı dudaklarından, yapma sarı saçlarından nefret ediyordum.
Genç arkadaşım İstanbul'un en iyi âilelerinden birine mensup muktedir bir zâbit, zarif bir şâir, bir mûsi-kişinas, bir mütefennin, bir mütefekkirdi.
Kendisiyle her şeyden bahsolunabilirdi. Bir fikrin tartışması ile kütüphânesinin önünde sabahladığımız geceler olurdu.
Bu ikadın gül ağacına girmiş kurt gibi onun dehâsını, hayatını, servetini emiyor, kemiriyordu. Tuğrul babasını, ninesini, kız kardeşlerini birer birer kaybettikten sonra bu kadına tesadüf etmiş ve onunla yaşamaya başlamıştı. Gönlümdeki havf ve rica hissiyle merdivenleri çıktım. Apartmanın kapısı açıldığı zaman başı açık, boyuribağı çarpılmış, ayağında terlikler, i’tiyâdı hilâfında bir perişanlıkta Tuğrul’u karşımda buldum. “Ah gel Ah gel!” diye elimden çekti. Beni yatak odasına doğru sürükledi.
I
— Madam hasta mı?
i — Gitti... Kaçtı azizim.
— Oh! Kurtuldun...
— Evet, fakat oku!...
s Diye elime bir kâğıt uzattı.
"Tuğrul,
; “Bu ezilmiş memlekette, umudsuz7 ahali arasında
i oturamayacağım — gidiyorum. Yalnız iki senelik müşterek hayatımızın bir hâtırası olmak üzere yatağanını alıyorum. Bu silâh işine yaramaz — siz, Müslümanlar; Türkler AvrupalIların esiri, Hıristiyanların kölesi oldu
nuz. Efendilerinizi memnun etmek isterseniz bundan sonra yatağanla, kalkanla oynamayınız. Artık — belinize kılıç kayışı değil, boynunuza esâret zinciri yakışır. Elvedâ —”
Elena
Tercümesini şuraya geçirdiğim Fransızca kâğıt elimr den düştü. İkimiz de donmuştuk. Kardan yapılmış iki çirkin insan heykeli meâlsizliğiyle biribirimizin yüzüne bakıyorduk, tükenmiş bitmiştik. İki dakika süren bu duygusuzluktan sonra bu üç dört satırın cehennemi mânâları anlaşılmaya başladı. Şimdi cihanın bütün yanardağları beyinlerimizde patlıyor, tütüyor, köpürüyor, taşıyordu. Yanıyor, eriyorduk. Duvardaki levhalar dökülüyor, ayağımızın altındaki halılar kıvrılıyor, etrafımızda her şey yıkılıyor, çöküyor sanıyorduk.
"Gerekmez bu silâhla pençeleşmek.”
“Olur mu hiç ecel ile güreşmek?”
beytinin altındaki 1030 târihinden üç asırlık olduğu anlaşılan bu kıymetli silâh, refikimin târih-i ecdadına, “Tuğrul Subaşı” ya âid bir yadigârdı. Zararının mânevi ehemmiyetini gittikçe fazla duymaya başlayan arkadaşım :
— Soysuz kadın, nankör kadın! diye bağırdı. Sonra sükût... Boynumuzu büken bir sükût...
— Bir hafta evvel bâzı emlâk işlerimizin tasviyesi için İzmir’e gidecektim. Gaybubetimde altı, yedi gün Gedikpaşa'da dadımın evinde oturmasını teklif etmiştim. Cevâb-ı red verdi. Tahammül edilmez bir adem-i tenezzül... Atıştık... Bu sabah seyyahatten avdetimde evde şu kâğıdı buldum... Ben onunla üç senedir ne gaflet içinde yaşamışım.
Hayretim, hiddetim zâil olmuştu. Şimdi sükûn ile düşünüyordum.
— Tuğrul! Sen Türkiye’nin küçük bir nümûnesi-sin. Senin kısa ömrüne göre başına gelen bu felâket, onun altı asırlık târihinde def’alar ile gelip geçmiştir, îşte Macarlar, Sırplar, iflahlar, Bulgarlar, Hırvatlar, ı Rumlar!... Bu gayrı tabiî sevgililerimizden ne tahkirler görerek ayrıldık.
— Ah ben ona ne kadar kavî bir i’timad göstermiştim.
— Evet, hükümet de Gospodarlara, Boyarlara, Fenerlilere gösterdiği i’timadların seyyiesini çekmemiş miydi?
— Onun saadetine, istirahatine hakikî haremimden fazla çalışmıştım.
— Tekmil Tüfkiye saltanatının târihini temsil ediyorsun. Fâtih de, İstanbul’un zaptında Rum patriğine, Bizans İmparatorluğunun en parlalk çağında nâil olamadığı iktidarı vermemiş miydi? Ve onu dünya yüzündeki bütün Ortodoksların hattâ Hıristiyanların reis-i rûhânî-si olarak tanımamış mıydı?
O hâlde ki Viyana sûrlarından Hindistan sahilleri, Kafkasya dağları ve Dinyeper nehirleri arasında bulunan bütün Hıristiyanlar, nüfûzu İstanbul'dan Galata'ya bile geçemeyen o miskin Bizans’ın kilise reisinin asâsı etrafına, yalnız İslâm kılıcı sâyesinde toplanmışlardı. Dünya yüzünde Ortodoksluk icâd olunalı hiç bir Hıristiyan hükümdar, hiç bir Bizans İmparatoru Rumlara, Rumluğa Türk pâdişâhları kadar hizmet etmemişti.
Cihangirliğimizin büyük kısmı Fener Patrikliğinin faydasına, Ortodoksların ittihâdına yaramıştı. Rum kilisesinin en büyük, en kuvvetli istavrozunu Türk yatağanı yontmuş, Fener’in en parlak kandilini Türk meş’a-lesi yakmıştı.
İşte bu nimetin şükrâm bugünkü küfran oldu. O kırık asâyı büyüttük, büyüttük, büyüttük... Bizi saran, ezen, boğan bir ejder yaptık.
Neticede kendilerini koruyan, Türk kılıcını elimizden aldılar. Zincir yaptılar ve boynumuza taktılar.
Kapatman ne mühim mahlûkmuş. Bu kadın değil, bir vaka, bir millet, bir târih, bir insâniyettir. Sen vakarın, gafletin ve salâbetinle Şarkın nümûnesi, o ri-yâsı, adâveti ve fazâhatıyle Garbın timsâli!...
Ey sen, ey saf Türk, ey esir Müslüman, geçmiş ile geleceği bir düşün. Boynun lâlede, ellerin kelepçede, ayakların bukağıda olduğu hâlde bu nedâmet ve me’yû siyet zincirlerini sürükleyerek gözlerinden, yaralarından akan kanların kızıl çamurları içinde sürün!
Bu sözlerim artık Tuğrul'u çıldırtmıştı. Gözlerinden saçılan kıvılcımları derin nefesleri alevlendiriyor, saçları dikeliyor, kolları geriliyordu. Bağırıyordu:
— Artık, medeniyetten, bu yalan medeniyetten, bu sarraf, bu haydut medeniyetinden nefret ediyorum. Ortadan makineyi, makinenin terakkisini çıkar; medeniyetten ne kaldı? Ne ahlâk var, ne vefâ var! Ne şeref var, ne muhabbet var! Ne büyüklük var, ne güzellik var! Hiç, hiç bir şey yok! Yalnız meydanda bir makine kuvveti, bir de hayvâniyet ihtisası var... Kur’ân-ı Kerîm’de risâleti, rûhâniyeti musaddak olan Hazret-i İsa’nın, mü-tevazi, halûk, mazlum İsa’nın bunlar, hâris-i şeriatı değil, şeytanın vâhis-i mefsedetidirler. Bunlardan nefret ediyorum.
Medeniyet!... Hilâl ve sıalib âvâzeleriyle bir ikinci Ehl-i Salibi, Müslümanlar üzerine musallat ettiler. Dini, tezvir tuzağı yaptılar. Medeniyet sözünü kıymetsiz nü-mûne gibi etrafa dağıttılar. Bankaların mâbed olduğu, bankerlerin aziz sırasına geçirildiği, banknotların İncil sahifelerinden mukaddes sayıldığı böyle bir zamanda bile taassup zehriyle cihanı simsiyah ettiler.
Esasen öğe öğe göklere çıkardıkları Avrupa medeniyeti yok, Hıristiyan medeniyeti yok... Yalnız bir Yahudi medeniyeti, Yahudi sanatı var. Banlkalanyle keselere sâhip olan Yahudiler, gazeteleriyle düşüncelere hükmeden Yahudiler, ticaretleriyle cihanı yediren, giydiren onlar, harbeden, sulh yapan onlar, ağlatan, güldüren onlar, hattâ gürültüsüzce kürre-i arzı döndüren onlar!...
Garbın Şarka saldırışına, haydutların çiftliklere tasallutu dememek için salibin hilâle, medeniyetin bede-viyete hücumu nâmını veriyorlar.
Salibin hilâle hücumu! Fakat bunu birçok defalar dâha tecrübe etmişlerdi. Onlar böyle geriye doğru ilerledikçe, bir gün olur, bir noktada yine önlerine çıka--v* cağız.
Medeniyetin bedeviyete hücumu! Öyle mi? Biz taassup, gayz, fesat, riyâ İrinleri içinde, künlük kokulan altında çürüyen Bizans’ı ne yaptık? İstanbul’u nasıl bulduk? Bugün ne hâldedir? Bir güzellik meşheri yaptık, bir bahar levhası yaptık. (Ayateodori) kilisesini Gül Câmii’ne çevirdik. Bu mudur tahribimiz? Onlar camilerimizi ne yaptılar? Onlar... Medenî Hıristiyanlar! 0 camileri — ki göbeklerinde rûhânî ve ebedî çiçekler açmış, şirin, temiz halılarıyla üstlerinde Hazret-i İsa bile alnı tozlanmadan secde edebilirdi — utanmadan onlar ne yaptılar? Ahır yaptılar. Tozlu kiliseleri, Ayasofyalan, Allah için görsünler, saçımızı süpürge ederek nasıl temizledik?
Bizim 'başımıza musallat ettikleri İslâvların, o eski Helenlerin gayr-ı meşru’ torunları olan Yunanîlerin medeniyetine bakılsın! Parçalanan çocuklar, karnı yanlan gebe kadınlar, ateşlerde yakılan ihtiyarlar, yıkılan mektepler, hastahâneler, köprüler görülsün, Hayvaniyetin, insaniyete hücumu nasıl olunmuş anlaşılsın!!
Ah! Dökülen kanların pıhtıları onların yüzlerine yapışmadı mı? Bilenen demirlerin çıkardığı kıvılcımlar dimağları yakmadı mı? Daha dün yollar üstünde, çalılar arasında, köpeklerin ağızlarında sürünen ma'sûm kızların, çocukların barsaklan bir gün boğazlarına sarılıp birer ejder gibi onları boğmayacak mı?
Evet, mağlûp olduk. İki sene büyük küçük beş devletle harp neticesinde makhûr olduk. Fakat düşmanlarımız yalnız Bulgar, Yunan, Karadağ, Sırp, İtalya değildi. Tekmil Avrupa idi. Dünyanın yarısı yıkıldı, ve biz ezildik, küçüldük; lâkin mahvolmadık. Daha toplandık, daha katılaştık.
Evet, 'düşmanlarımız tekmil Avrupa idi. Son harbin iptidâsmda Düvel-i Muazzama, “galip taraf araziden istifade edemeyecektir” düsturunu ileri sürdüler. Halbuki Balkan hükümetlerinin aralarındaki ittifaknâmelerde alacakları arâzi musarrah idi. Ve bunu, Avrupa da biliyordu, bu tehdid yalnız Türkler içindi, kumandianlan-mızın kuvveu mâneviyelerini kırmaya yaradı.
Bulgarlar Çatalca’ya yaklaştıkları sırada Avrupa devletleri İstanbul’da emin ve müsterih yaşayan Hıristiyan'ları muhafaza için gemilerini Haliç’e ve gemicilerini sefaretlerine soktular. Halbuki Edirne'de, Selanik’te, Kosova’da, Manastır'da kesilen, yakılan Müslüman kadınlarını, çocuklarını kurtarmak için ufak bir harekette bulunmadılar.
Taassup, taassup! Bindokuzyüz senelik ateş, kan, zehir ...saçan taassup!
Tuğrul bu sırada kütüphânesinden bir kitap aldı. Sayfalarını hiddetle çevirerek söylüyordu :
— Kardinal Ksimenes, Gırnata'da seksen bin cilt Arap âsarını hayvancasına bir taassupla yaktırdı.8 Roma İmparatoru Büyük “Theodos", tanassuru akabinde İskenderiye’de “Serapeiim” mâbedindeki meşhur İskenderiye kütüphânesini bir küme kül hâline getirdi. Hele havâriyyûndan “Saint-Pauî” kara bir cehâletle, kendi yontulmamış fikrine muvafık gelmeyen felsefî, tarihî kitap ve risâle ne buldulabildiyse bir meydana toplayarak ateş verdi. Papa Greguvar, fikrin terakkisine mâni olmak için yine ateşe müracaat etti. Kütüphâneleri yangına verdi.
İlk İstanbul İmparatoru Romalı Konstantin, Hıristiyanlığı kabul eder etmez, Allah’ına yaranmak için, akıl ve fikre âid eserler ile cehennemler icad etti.
Ispanya’da Engizisyon zamanında taassubun irfana, İslâma, insaniyete karşı zulümlerini saymak, bilhassa “Don Henry Dragon” kütüphânesinin nasıl yakıldığını söylemek istemiyorum.
İlim ve irfan aleyhine cehennemler tesis edildiği memleketlere dikkat ediyor musun? İspanya, Roma, Bizans, İskenderiye... Yâni nerede Hıristiyanlığın ilk ışığı görünmüşse orada ilk iş efkârı yakmak olmuş, âsân yıkmak olmuş.
Anlaşılıyor ki İslâmiyet imdâda yetişmemiş olaydı, eski âsâr-ı ilmiye ebediyen kaybolmuş gitmişti. Irak ve Endülüs yalnız Müslümanlar yardımıyle irfân-ı âlemin iki dârü’l-âmânı oldu. İslâmiyetin zekâsı sâyesinde, insaniyetin bekası mümkün oldu.
Bu çılgın, bu kanlı taassup bilhassa Ispanya’da o kadar ileri gitmişti ki istihmamın abdest almaya benzemesinden, Arap ırkı sâkin olan şehirlerde Papazlar Katoliklere yıkanmayı yasak ettiler. Hattâ hastalara, yaralılara soğuk, sıcak su ile temizlenmeyi emreden hekimleri dinsizlikle mahkûm eylediler.
Böyle siyah bir taassup ve kanlı bir cehâletin Hıris-tiyanları boğduğu bir sırada Kurtuba Medrese-i İslâmi-yesinde tahsilini ikmal eden Gerbert, İkinci Silvester na-mıyle mahzâ İslâm müderrislerinden öğrendiği felsefeye, riyaziyata, felekiyata, kimyaya, musikiye âid malûmat sayesinde Roma'da Papalık makamına geçiriliyor-du. Ve Avrupahlara Arap rakamlarını, rakkaslı saati gösterirken Hıristiyanlar kendisini büyücülükle ittiham ediyorlardı.
848 târihinde Macarlarla Sultan Murad arasında on sene için akdolunan musâlaha, Macar Kıralı Ladislas'ın İncil üzerine yemin etmesiyle takarrür eylemişti... Papa dördüncü Eugene'in teşviki ve: “Müslümanlara karşı edilen yemin ne mertebe ciddî ve kudsî olsa yine hilâfında hareket Allahın rahmetini câlibdir” sözü üzerine bu on senelik musalâha iki hafta, evet tam iki hafta sonra nıakzolunarak düşmanlar Varna'ya kadar gelmişler, ansızın bize hücum etmişler, lâkin, belâlarını bulmuşlardı. Sultan Murad bu tanımadıkları ahitnameyi, el bastıkları Incil'i geçirdiği iki kargının yanına, galebe ile neticelenen harbin sonunda, iki mızrak daha ilâve
etti. Bunların birine Macar Kıralı Ladislas’m sarı saçlı 'kesik başım ve diğerine nakz-ı ahd için vaızlar veren Kardinal Çezarini’nin İncili şerif muvacehesinde kindar gözleri kapanan kafasını geçirdi.
Cihan cihan olalı hiç bir milletin târihi hakkın böyle ulvî bir tecellisini kaydetmemiş ve böyle feci bir intikam levhası tasvir eylememiştir. Asırlardan beri insaniyetin şâhid-i zulmü olan güneş, sabahleyin ışıklarım harp meydanına serperken, Türk ordusunun önündeki bu dört kargının tçşıkil eylediği korkunç manzaranın derin meâlini mâziye, istikbâle ve belki ruhaniyet-i Mesih'e doğru götürdü.
Dâimâ hiyânet, her zaman ihânet!... Fransa Kıralı Birinci Fransuva bir taraftan kendisini Şarlken’in esaretinden kurtaran Süleyman Kanûnî ile tedafüi - tecavüzî bir ittifak akdeylediği esnada, diğer taraftan Papa Onuncu Leon ve Navar Kıralı ile Türkiye’nin taksimi için senetler teati ediyordu.’
Ahlâkın, namusun bu mertebe ayaklar altına alındığı bu târihî vaka Hıristiyanların taahhütlerine, ihlâs-larına, vicdanlarına ne derece inanmak lâzım geleceğini gösterir.
"Eneas Silvius” namıyle yâdolunan Papa İkinci Pie, Türkler üzerine mâruf Ehl-i Salip ittifakını tertib etmeden evvel, Fâtih Sultan Mehmed'e bir mektup göndererek tekmil tebeasıyle birlikte tanassur eylediği takdirde kendisini âlem-i Hıristiyaninin hükümdarı ve cihanın sahibi tanıyacağını ve bîat edeceğini yazmış ve Fâtih’ten tehekküm ve tahakkümle kısa bir cevap almıştı.
1 Cent Projets de Partage de la Turquie - Djuvara.
İşte on dört asırdan beri bu hiyanetler, taassuplar, kinler, riyâlar arasında İslâmiyet vdbâlar, zelzeleler, bürkânlar üstünden bir güneş gibi yükselmişti. Geçeceği yollarda yakılan ateşleri kaniyle söndürmüştü. O hâlde ki Hazret-i Peygamber'in irtihâlinden yüz on bir sene sonra muvahhidînin saltanatı İskender-i Kebîrin sâha-i hükümetini geçmiş, Kanûnî Sultan Süleyman’ın vefatında ise İslâmiyetin serhaddi, Roma İmparatorluğunun hududunu pek çok aşmıştı.
Hicretin 490 târihinden 670 senesine kadar tam 180 yıl devam eden Ehl-i Salîb hücumlarının birinci sebebi Devlet-i Selçûkîyenin ikbali zamanında Türklerin Suriye’yi istilâsı olmuştur. Kudüs-i Şerifin Ehl-i İslâm tarafından fethi Hazret-i Ömer’in zaman-ı hilâfetine tesadüf etmekle o zamandan beri geçen dört buçuk asır Avrupa Hıristiyanları buna ses çıkarmamışlar ve ancak Türk-ler mukabilinde Merkad-i İsa’yı kurtarmak derdine uğramışlardır. O hâlde Ehl-i Salîb’in kini, en ziyâde Türk-lere karşı olduğundan ilk hücuma Kılıçarslan göğüs germişti.
Bu iki asır zarfında Papaların1 teşvikiyle hazırlanan ordular Fransız,9 10 Alman,11 İngiliz,12 ve Macarların,13 en meşhur hükümdar ve kumandanlarının idâresi altm-da akın akm Anadolu’ya ve Suriye’ye saldırmışlar ve lâkin granit kayalara çarpan dalgalar gibi Türk ve Arap kahramanları14 karşısında perişan olmuşlardır.
Evet, !bu sırada Mescid-i Aksâ'yı da kilise yapmak teşebbüsünde bulunmuşlardı. Kanlar, kinler arasında ilerleyen İslâmiyet, Hicretin doksan ikinci yılında Şi-mâlî Afrika’yı tekmil istilâ ile Endülüs’te bir saltanat kurmakla iktifa etmemiş, Fransa'ya geçerek Karkasson, Burgoyn, Nim, Avingon, Bordo ve Provam kıtasının bir büyük kısmını istilâ ve Sicilyateyn'i zapt ve Roma civarını tehdit eylemişti. Sekiz asn mütecâviz bir zaman Avrupa’nın garbında en medenî bir devlet teşkil etmişti. O hâlde ki İslâmiyet’in Ingiliz, Holandah, İtalyan, Fransız, İspanyol, AvusturyalI, Macar, Alman, İslâv, Yu-ryyıî’lerden boyun eğdirmediği hiç bir millet kalmamıştı.. .
Bir taraftan Roma'da Kardinaller nasbeden Baye-zid’in15 halefi Selim, Moskova hükümdarı Vasili îvano-viç’ten, nesebinin Turanî olduğunu telmihan "atalarımız karındaş oldukları hâlde biz neden birer birader gibi yaşamayalım" tarzında istirhamnâmeler alıyordu.16
O zamandan beri gönüllerde yerleşen kinler, hasetler asırdan aşıra intikal etmiş ve nihayet şu âdî kadının, şu açlıktan, ölümden kurtardığım Elena’nm ruhunda yatağanımı çalmak ve Türkleri, İslâmları tahkir etmek suretinde tecellî etmiştir.
Evet mağlûbuz, AvrupalIların esiriyiz. Belki şimdi Elena'nm dediği gibi silâhla oynamak bize yaramaz. Çünkü çoktanberi eski mâşûkalarımızı unuttuk: Barut, kılıç! Eski libâsımızı attık: Kefen! Eski rütbelerimizi bıraktık: Şehid, Gazi! Eski duygularımızla yüreklerimiz çarpmaz oldu: Din gayreti, Milliyet taassubu!
Şimdi bizi yokısul, çıplak, hissiz buldular. Göz açtırmadan kanlarımızla, yaşlarımızla bizi boğmak istiyorlar.
Boğsunlar, parçalasınlar, kapışsınlar! Devlet kalmasın, hükümet kalmasın! Elverir ki dünyada bir dağın yamacında, bir ağacın kovuğunda dört Türk, dört Müslüman kalsın. Bunların biri yine Ömer, Ebûbekir olur, Selâhaddin veyâ Cengiz olur, Selîm-i evvel olur, Atillâ olur, Yıldırım olur, onları yine yakar, yıkar.
Ah! İşte! Ey ulu Tanrım! Türklerin, Arapların, Ber-berîlerin, Hindlilerin, Çinlilerin, İranîlerin, Afganîlerin, Tatarların, Boşnakların, Çerkeslerin, Büluçlarm, Cava-lılarm, Kırgızların, Mongollarm şu üç yüz elli milyon İslâm’ın, şu üç yüz elli milyon esirin, yan insaniyetin birden, gözlerinin bağlarım sıyırarak zincirlerinin halkalarını, bukağılarının demirlerini şangırdatarak kür-re-i arzın her tarafından bir anda saldırdıklarını, Allah, Allah! tekbirleriyle yerleri sarsıp, gökleri titrettiklerini, dünyaları alt üsıt ettiklerini, ayları gülle, yıldızlan şarapnel yaptıklarını, tayyare diye şahaplara bindiklerini, Avrupa’nın beynine indiklerini şimdiden görüyorum.
Göklere yükselen çılgın çığlıkların zorundan kiliselerdeki haçların uçları yukarıya doğru kıvrılacak birer hilâl şekli alacak. Havâriyyûn nâmına bina ettikleri ve hakikatte istibdatla, taasısubla, zulümle, cehille, halkın kemiklerinin tozunu onların kanlanyle ıslatarak yaptıkları yalan, yılan yuvalarının kubbeleri, minârelerden mızraklarımızla dürtülerek, devrilecek...
Ben bunları belki elli, yüz elli sene evvel söylüyorum. Lisanın ömrü, insanın ömründen uzundur. Bu cümlelerin mânâları yarım, bir asır sonra anlaşılacaktır.
Yaşlar kurur. Eninler durur, çukurlar dolar, yangınlar söıjçr, mezarlar çöker, vîrâneler şenlenir, her şey bitti sanılır; yalnız kitapların sayfaları arasında hareketsiz duran barut tozlarına benzer yazılar, hâtıralar kalır. İşte bu görünmez kuvvetlerden bürkânlar, cehennemler çıkar.
Yatağanlar silinir, kılıçlar paslanır, cerideler susar, kinler unutulur, dudaklar güler. Bu sırada şâir başlar... Topların savsamadığı istihkâmları bunların feryâdı yıkar. Yurd sevgisinin ooşturamadığı yürekleri bunlar heyecana getirir. İşte o zaman göğün yumuşak bulutları arasında biriken eninler, birer yıldırım kuvvetinde Avrupa’nın dimağını kavurur. Yerin dibini dolduran ma’-sûm kanları birer bürkân olur, al alevleriyle ma’mûre-lerin külünü savurur.
26 Mayıs 1330 (1914)
RAHAT DÖŞEĞİ
1334 senesi Kânunuevvel nihâyetinde bir sabah Pan-galtı'dan geçiyordum. Hava bulanıktı. Mekteb-i Harbi-ye’nin yüksek kapısının önündeki otomobillere, eşya arabalarına şilteler, karyolalar yükleniyordu. Herkes gibi ben de gayr-ı ihtiyârî durdum. Arka tarafımda iki adam yavaşça mırıldandılar: "...Mektebini işgal ediyorlar." Giden gelen gayrı muntlazır bir hâdiseye mâruz olmuş gibi irkiliyordu. Karşı kaldırım hayli kalabalıktı. Gözlerde me’yus bir sükûtun bütün esrarı ağlıyordu. Kaşlar çatılmış, yumruklar sıkılmış, dudaklar titiryordu.
İki kadın :
— Bakın! Şu zavallı hasta askerlere! Sokak ortasında...
Büyük kapıdan kucak, kucak koltuk değnekleri çıkardılar. Hastaların, yaralıların önüne silâh gibi çattılar. Yağmur çiseliyordu.
Harap bir kale enkazı ihmâliyle, mektebin duvarının kenarına yuvarlanan, çöken Mehmedcikler, yüzlerini elleriyle kapamışlardı. Dalgın ve dermansızdılar. Düşünüyorlar mıydı? Uzak karanlıklardaki Ayşeciklerinin nemli parlak gözlerini mi, anneciklerinin uçuk ve buruşuk yüzlerini mi görüyorlardı? Mekteblerin, dâimlerin, kışlaların, birden devrildiğini görmemek, gulgule-i sukutunu işitmemek için mi gözlerini kapıyor, kulaklarını tıkıyorlardı?...
Yukarı katlardaki camlar açılmış siliniyordu. Bu pencerelerden birer rüzgâr sanki altı yüz senelik satvet ve azamet hâtırâtını, şehidlerini, gazilerini, ganaimini, zafer terânelerini, millî mefâıhiri sürüp çıkarıyor ve nis-yan vâdilerine doğru savuruyordu.
Yağmur çiseliyordu...
Duvar kıyılarına birer kırık eşya tevazuiyle sinen hastalar ıslanıyorlardı. Islandıkça büzülüyorlardı. Uzaktan benizlerinin uçukluğu, kuvvetsizlikleri tamamiyle seziliyor, bıkkınlıkları, füturları anlaşılıyordu. Açık kalplerindeki emel cevherleri artık dökülmüştü. Şimdi ruhlarında ne vatan muhabbeti, ne din gayreti, ne askerlik şerefi, ne hiç bir şey kalmamış gibiydi. Belki yükseklerden uçan, bulutlardan bir yumuşak yatak, bir sıcak çorba, bir temiz libas, bir şefkatli el arıyorlardı. Karşılarından ıslık çalarak rap rap geçen dünkü düşmanlardan nefret etmek hatırlarından geçmiyor; yağmur çiseliyor.
Ve bunlar sefaletlerinden bihaber görünüyorlardı. Kendilerini alıp götürecek, uzaklara, pek uzaklara götürecek bir araba, bir sedye, bir tabut, bir kasırga, bir yıldırım, bir şey bekliyorlardı. Fakat yüzlerine bakan bulunmuyordu. Bir zâbit, bir hastabakıcı yoktu. Yalnız birçok nefer yırtık, fersûde eşyayı muttasıl at, eşek, öküz arabalarına yükletiyorlardı. Bunlar da yıkık birer binay-ı İlâhî değiller miydi? Bu enkazı çamurdan kurtaracak dindar bir el yok muydu?
Yağmur çiseliyordu.
Şimdi binanın pencerelerinden bir iki kırmızı çehre göründü. Tam bu sırada yoldan iki ihtiyar zâbit geçiyordu. Biri dineldi. Kaskatı kaldı. Diğeri bir şeyler mırıldandı. Arkadaşını çekmek götürmek istedi. Beriki gitmedi. Mücadele birkaç saniye sürdü. İkisinin de gözleri dalmış, çeneleri kilitlenmişti. Otuz, kırk sene evvelki mekteplerini ve oradaki hayat ve hayalât-ı askeriye-lerini düşünüyorlar, şehid ve gazi yetiştiren bu tezgâhın, bunca senedir üç kıt’a-i arzda bulunan hududları-mıza durmayıp akan kızıl kanların kaynağı olan bu mâ-bedin bütün târihini, duvarlarında vatan, şecaat, şan, kahraman, fedakâr âvâzeleri aksendaz olan dershânele-rini; Varna, Mohaç, Bizans, Kosova, Mercidabık mena-kıbını tertîl eden muallimlerini; tâlimlerden sonra geçen gecelerde zaferden zafere uçan pür heyecan rûyâ-larına sâha olan yatakhânelerini düşünüyor, sonra çamurlar içinde kalan vatan ve vatandaşlarının, kendilerinin hâllerine yanıyorlardı. Gittiler... Tekrar döndüler, baktılar, baktılar; sarhoş gibi sendeleyerek gözden kayboldular.
Uzunca bir arabaya lekeli şilteler, kirli yastıklar yığılıyordu. İstif tekmil olmuştu. Arabayı çeken Lagar mandaları, bir nefer kalın bir değnekle hayladı. Tam o sırada kapıdan bir çavuş göründü. Etrafına ürkerek, utanarak bakındı. Kolları arasında uzunca bir şeyler saklıyordu.
— Of! dedim, Sancaklarımız.
Arkadan aynı bedbaht emâneti kucaklarında taşıyan iki asker daha göründü. Üçü de birkaç sâniye şaşalamış gibi çekinerek kapının önünde durdular. Yüklerini, bu rezâleti kimseye göstermemek istiyorlardı. Çavuş yürüdü. Nâçâr verilen karar-ı serii gösterir, kasrî bir tavırla elindekileri şiltelerin arasına sokuverdi... Bu nâmus-u saltanat ve milletin zilletini ağyara göstermemek gayretiyle üstlerine diğer bir döşeği çekti. Diğerleri de, altı buçuk asırlık şân-ı hükümetin nişânelerini bu rahat döşeklerine yatırmakta, târihin mezarına gömmekte ona imtisâl ettiler. Kurûn-u muzafferiyetin hatıratını taşıyan bu mübarek rümuz-u milliyet, rümuz-u istiklâl de bir anda kayboldu ve benden başka eminim ki kimsenin nazar-ı dikkatini celbetmedi. Artık bayraklar dürülmüş, kalbler durmuş, kanlar kurumuştu. Sonra... sükût ve çamur.
Sıra hastalara gelmişti. Bunlar yekdiğerlerine tutunarak birer gölge gibi duvara sığma, inleye, ıkına orada duran arabalara tırmanmaya başladılar. Pek kı-mıldanamayanların arkadaşları koltuklarına girdiler. Arabanın biri o küçük yokuştan indi. Tramvay yolunda tam karşımda durdu^ Bu dakikada yatan yaralılardan biri fırladı. Çömelenlerden birine hiddetle ve şiddetle bir tokat indirdi. Akabinde ikisi de arabanın içine yuvarlandılar. Dayanamadım. Yanlarına sokuldum :
— Hemşehrim! Ne oldunuz? Ne var? Herkes size bakıyor.
Dedim. Tokadı atan, pos bıyıklan altında, uçuk dudakları titreyerek ve gazapla soluyarak dedi ki:
— Bak Efendi! Bak şuna! Artık din bitti, millet bitti diyor. Bâr-i Teâlâ’dan ümidini kesiyor.
— Çek arabacı!
Yağmur çiseliyordu ve ben ağlıyordum.
20 Kânunsâni 1334 (1918)
Not: 9 Kânûn-u-evvel 1335 (1919) tarihli Tasvîr-i-Efkâr gazetesinin birinci sahifesinde bu parçanın üçüncü sahifede olduğu - Ahmed Hikmed'in resmi yanında ilân edilmişken, 3. sahifede bu parça İşgal Kuvvetleri Sansürü tarafından tamâmen çıkarılmış ve yeri boş bırakılmıştır. F.T.
MÂVİŞ
Bu nazlı kelime, ne zaman hatırıma gelse, bilmem neden, kendimi bulutlarda, yıldızlarla kucaklaşırım, sanırım... Aynı hissi, aynı hayâli Boğaziçi’nin ¡güneşli bir sabahı, mehtaplı bir gecesi de verir. Sâhilde, gemide, yâhut bir kayıkta Boğaz’ın bu şiirini, nurunu, rengini emdikçe, bu şiiriyle, miriyle, rengiyle okşandıkça kendimi göklerde kıyas ederim. Bunun için hiç beğenmediğim '‘Boğaziçi” ismine ve tenezzül etmediğim "Bos-for” nâmına mukabil, Osmna oğullarının âh; bu harab pâyitahtma cennet güzelliği, arş-ı âlâ yüksekliği veren ikinci havz-ı Kevserc pek samimi olan Mâviş adını vermekte nâçar kalırım.
Cihanın hiç bir noktasında emsâli olmayan, güneşi bile mâvimtrak olan bir göğün altındaki mâvi bir nehire Mavişten başka ne isim verilebilir?
Bâzı nâdir inciler, elmaslar vardır ki onların biri yalnız saltanat tâcı olabilir. “Mâviş” de o mücevherler gibi yalnız bu Avrupa ile Asya’nın, yerle göğün güzelliklerinin toplaştığı, barındığı bucağın adıdır.
Mâvişi, ben hûrilerle perilerin, ayla güneşin, gelin odası zannederim.
Şâir Nedim haıtır için şiir söylememiş olsaydı; mutlaka,
“Cedvel-i sim içre âdem binse bir zevrakçeye” > "İstese mümkün varılmak cennetin tâ yânına.’’
' Hayâlini Maviş için sarfedecekti. Ben Mâvişin harap, < yıkık, virâne sahillerini hiç görmem. Oralarda gül, süm-ı bül, yasemin renginde saraylar, yuvalar, cesdegâhlar;
ş zümrüdîn dağlar, nefti ormanlar tahayyül ederim. Ve
bu ormanların arasından taşan bülbül şarkılarının, gü-ı neşin ziyasıyle, suların dalgalarını biribirine sardırarak ı raksettirdiğini düşünürüm. Asya sahilinde mermer rıh-i tımlar kenarındaki köşklerin, yalıların önünde îstan-t bul’a pek yakışan o yüksek şemsiye fıstık çamlarının ı yeşil saçaklı dalları arasından pencerelerin içine süzü-ı len tatlı kokulu akşam güneşini içmek isterim.
j Mâvişin saata, havaya, güneşin parlaklığına göre
ı değişen lâcivert, mâvi, cam göbeği renklerini yırtan, berbat eden o çirkin vapurları, o kara lekeleri silecek, bir kuvvetim bulunsaydı bu periler bucağının Hâkanı olsaydım, Mâvişi yalnız beyazlı, kırmızılı, mâvili, nârin ş kayıklar, kiklerle okşardım. Bu mâvi atlası, bu ince ütü-
i lerle ütülerdim.
ı Mâvişte dikkati en ziyâde câlib, rüzgâr uğrağı olan
ı hârelerdir, mavişlerdir, girdablardır. Bunların üstüne
i güneş vurdukça, uzaktan, tavus sürüleri, kanatlanmış
kehkeşanlar yürüyor gibi gelir. Bâzı dakikalar gökle deniz biribirine o kadar karışır ki dalgın bir bakış denizde güneş, gökte köpük görmeye başlar. Deryâda beyaz ve mâvi dalgalar ne ise, gökte âk kurşunî bulutlar da odur: Yalnız biri oynak, biri durgun, biri acul, biri vakur... Gökte de, denizde de sanki belirsi , bir tül altında esrarlı bir mâvilik, bâzan uçuk ve açık ve bâ-zan koyu ve parlak mavilik rneşhuddur. Güneşin ışığı bu ince tülü indirip kaldırır. Güneş açıldıkça renkler berraklaşır. Güneş bulut altına girdikçe renkler kâh uçar ve kâh koyulaşır, aktan açık gümüşîye ve koyu kurşunîye kadar değişir. Gök ve deniz aynı cilveleri gösterir.
Mavişin ne karanlığı siyah ve ne aydınlığı beyazdır; koyu menekşe rengi bir zulmet, altın rengi bir gündüz... Akşamları Mavişin fezâsımn koyu menekşe rengine geçmesi peri hikâyelerindeki hayalî tavsîfâta pek benzer. Göğün ve denizin üzerine ihmalkârane ince bir siyah muslin örtülür. Önce her dakika, sonra her saniye, bu muslinler katmerlenir. Bulutlar esmerleşir, denizdeki gölgeler koyulaşır. Sehâbeler altında kalan peçeli yıldızlar, gelin olmak isteyen çapkın kızlar gibi fı-kırdaşır. İki sahilde pencerelerden damla damla taşan ışıklar güzel Aydede’ye göz kırpmakta yıldızlarla rekabet ediyor sanılır. Ufuklarda parça parça bir kızıllıktır belirir. Bağrı yanık Dersaadet'in göklerine bu yangın kızıllığı ne kadar alışıktır. Bu ateş rengi her an değişir. Al, portakal, kırmızı, sarı arasında tahavvül eder. Tekir bulut parçaları bir akikin içindeki lekeler gibi bâ-zan hareketsiz kalır.
Mâvişin, bir yürek titremesine pek benzeyen minimini çarpıntıları, hâreleri, şıpırtıları yalılardaki güzel, mahzun küçük hanımlara gılmânlarla, firiştelerin muhabbet masallarını fısıldar. Artık münşerih bir sükûn!.., Samimî bir halvet!... Berrak bir karanlık!... Nârin ve emin bir tenhaî yere, göğe ve denize hâkimdir. Yıldızlar ve ay sabaha kadar Mâvişin köşelerinde süslenir süslenir. Sulara dalar, silkinir, serpinir, köpüklerle yıkanır, nesime bürünür. Ve ancak sabah olurken kaybolur. Sabah... Şimdi Mâviş dinlenmiş, tazelenmiş, körpe-lenmişıtir. Yavaş yavaş sıyrılan pek ince, pek ak bir 'sisin altından Mavişin mâvi suları daha berrak ve cilâlı, mâvi bulutları daha açık ve edalıdır. Sabâ, eserken sabah yolcularının yanaklarını, saçlarını görünmeyen pembe güneş parmaklarıyle okşar, pembe güneş dudaklarıyle öper, okşar ve öperken “ben yalnız şeninim, beni sev!...’’ diye bir şeyler de söyler.
işte bu rûhânî mâvi dakikalarda şu tepedeki köşkünün penceresini açan, saçları karışık, gözleri mahmur şâir, Mâvişe yukarıdan bakar, onda cânân vatanın mâvi damarlarını görür. BoynuıAı büker.
Bu kenardaki mescidin minâresinde seherin sislerine bürüne bürüne “es-selât” veren müezzin, bu cennet ırmağına doğru kalbinin bütün îmânıyle teveccüh ederek onun üstüne titreyen sesiyle tekbir alırken ruhu, mâvi dalgaların âteş-i aşkıyle erir ve bir damla yaş şeklinde dökülür.
9 Teşrin-i-evvel 1335 (1919)
BAHAR
— Pencereleri açın, kapıları açın! Hava girsin! Akan rüzgâr, bu odanın kokusunu, hayâlâtını, hâtırâtı-nı, sürsün götürsün! Güneş girsin! Yağan ışık, köşelerin gölgelerini bozsun, silsin! .
Pencereler açıldı. Hava yürüdü. Güneş yürüdü. Ha-yâlât, hâtırât, siyah düşünceler sürüldü, silindi. Ve ben de beraber...
Fesim bükülmüş, boynum bükülmüş, boyun bağım bükülmüş, belim bükülmüş. Ölü, küçük dalgalar gibi gayrı muntazam mâvi, tümsek kaldırım taşları üstünde, batıp, çıkan bir çürük sandal acziyle sallana sal-lana ilerlemek istiyordum, yürüdüm, yürüdüm. Sahile kadar geldim. Haraptım. Issız viraneydim. Mâvi deniz önümde, mâvi gölk üstümde idi. Tâze baharın serip, ■serptiği ışıklara sarılmıştım.
Denizin kenarında idim. Arzın kenarında idim. Dalgalar taşlara çarparak sinelerini yırttıkça ipliği kopan inci gerdanlık gibi göz yaşlarım göğsüme dökülüyordu.
Bugün hava pak tatlı, güneş pek şakrak, oynak, gök pek açık, saçılktı. Fakat ben kahrolmuş, ben mahvolmuş, ben bitmiştim. Bir taşın üstüne yığıldım. Şakaklarımı avuçlarımın içine aldım. Nazarlarımın siyah nuru, denizin mâvi atlası üzerinde kara lekeler bıraka bıraka uzanıyor; karşı sâhilin minarelerini kucaklıyor, kubbelerini öpüyor. Onlara gizli gizli vedâ ediyor ve: "Sizi Allaha ısmarladım! Sizi Allaha ısmarladım!" iliyordu.
Biraz ötede, döne döne, ağır ağır kalkan tozların arasından zayıf, dermansız bir genç hayâl koltuk değneğine dayanarak tâ yanıma geldi, bir taşın üstüne oturdu. O da benim hüznümle daldı, o da meftur idi, o da ağlıyordu.
Uzaktan bir ses, kaynaşan güneşin arasından süzülerek bize doğru erişti :
— Bahar kokuları, bahar kokuları!...
Bir sepetin içinde sümbüller, fulyalar, zerrinler, me-nekçeler, şebboylar dalga dalga renkler, damla damla râyihalar sıralanmıştı.
Çiçekçi tâ yanımızdan geçiyordu. Dikkat ettim. Genç hasta da gözlerini kapamış, başını arkaya bırakmıştı. Vatanın bu tatlı kokularını titreyen dudaklarıyle emmek, öpmek istiyordu. Bu kokular bana ve ona ne müdebdeb ve muhteşem târih sahifeleri, ne mutantan ve muazzam zafer levhaları gösteriyor ve ne raki'k ve ulvî şiir ve hayat neşideleri okuyordu. Mevkiim Saray-bumunun en muallâ bir noktası idi. Sinan Paşa’nm Murâd-ı Sâlis için yaptırdığı "İncili Köşk” ün vîrâne-i zâili üstünde idik. Sanıyorum ki bugün baştan başa vatan, evlâtlarının kan ve yaşlarıyle yâkutlu ve İncili bir kâşânedir. İkimiz de içinde iki ufak bürkân gibi tutuşan kalplerimizi örten sinemizi Kâbetullah’a çevirdik.
Bu râyihalara bürünen ruhlarımız sanki güneşten kanatlar takınarak sâhib-i Kur’an-ın eşiğine çarpa çarpa erimek için bizden ayrıldı.
O dakika o da, ben de o mertebe mâsivâdan ayrılmış, o mertebe fenâfillâha ermiş... Ben bir tayf, o bir zil olmuştuk, ikimiz de birbirimize yaklaştık.
— Ey genç adın nedir?
— Mazlum!
— Bak! Bahar nefhaları, güneş renkleri, nesim râyihaları bütün önüne dökmüş. Daha ne istiyorsun? Neden mahzunsun?
Sepette ne kadar çiçek varsa aldım. Gencin kucağına, etrafına yığdım.
— Bak! Bu Ikokular, senin harem-i râyihalarındır. Saraylarının, pınarlarının, kulübelerinin, ninelerinin, mihraplarının kokularıdır. Münkesir kalbini bu çiçeklerin özleriyle perçinle!
Mazlum, önünde bir sahife gibi açılan Topkapı Sarayının etrafına solgun bakışlarını gezdirdi, içini çekti, kolları, birer kırık dal gibi, kıvrıldı ve yanına düştü.
— Hayır, dedi, bütün kokulan bir siyah tül ile örtülü sanıyorum. Lâle bir açık yara, gonca bir kan pıhtısı, sümbül çitişmiş bir hasta saçı, menekşe, mavi gözlerin damla damla yaşı...
— Bütün bir senenin fecri bahar! Bak sana ne neşeli dakikalar vâdediyor.
— Bende şimdi bir zevk kaldı: Ağlamak zevki... Bir ümid kaldı: Mahşer ümidi.
— Baharın ninesi yağmurdur. Babası güneş. Bütün bunlar âile efradını sana, senin saadetine hasrettiler.
— Nesîm esâreti, kuşlar enîni, kokular buhûr-ı matemi telkin ediyor. Bence şimdi gök bir türbe, güneş bir kandil.
— Görüyorum ki hem hastasın, hem me’yus, Benden gizleme, söyle niçin meyus? Neden hastasın?
— Pekiyi dinle : Benim bir sevgilim, sevgili zevcem vardı. Güzel, gürbüz çocuklarım vardı. Babam ve üvey anam sevgilimin kıymetini bilmediler. Onu sevmesini bilmelidir. Bîçâre kadın bu ihmâle dayanamadı. Öldü. Sonra çocuklarım da öldü. Sonra evim de yandjı. Sonra servetim de mahvoldu. Sonra işte ben de bittim. Bahar! Bahar! Bahar! Ben baharımı mezarımda açılacak dikenlerde görüyorum.
17 Mart 1336 (1920)
BAYRAM
Hâtırâtımın hududunu geçen uzun bir zamandan beri tatlı bir Şeker Bayramı, saîd bir îyd imrar ettiğimi bilmiyorum. Helecandan yorulan kalbler çarpıntısız, işmi’zazdan pörsüyen çehreler sarkık... Akraba ve ehib-bânın bayram ziyaretine neş’esiz, gönülsüz gidilirken, hîn-i muâyedede söylenecek ümidbahş bir söz bulunamazken böyle günlere nasıl bayram diyebildiğimize yıllardan beri şaşıyorum.
Çocuk iken arife gecesi vâlidemiz, dadılarımız bizi eılken yatmaya mecbur ederlerdi. Çünkü erken kalkmak lâzımdı. Fakat ertesi günün bize vâdettiği şetâretin hayâliyle uyumak kabil mi idi? Bin türlü emeller ile yatağın içinde bir sarhoş gibi döne döne sabahı bulurduk, henüz şafak atarken dışarıdan doğru gelen hafif, terlikti bir ayak patırtısı bize mev’ut sevinç dakikalarının umudunu bildirirdi. Yatağımızda doğrulur, bir iki dakika sonra yanan, ve ince beyaz bir çiçeklikteki açık pembe bir 'lâle goncasına benzeyen, mumun alevi karşısında uykusuz gözlerimiz dalardı. Oh! Bu sabahleyin, alaca karanlıktaki mumun soluk ışığını hiç bir zaman unutamam. Avrupa’da köylerde pek erken kalktığım igünüıerde bile yanan bir muma tesadüf etsem bayram sabahını, mânevi feyzini anar, şimdi toprak olian, öpülen ellerin hasretiyle yanardım.
Uyanır uyanmaz ilk bakışım beni bir kenarda bekleyen, bana kollarını açar gibi duran yeni elbiselerimin, gıcırtısı kulaklarıma gelen yeni potinlerimin hâl-i kibarına müsadif olurdu. Namazdan sonra vâlideynimin el-terini öperken aldığım dualarla insan ile melek arasında bir cism-i lâtif gibi yükselirdim. Bir müddet sonra hayat-ı resmiyeye duhûlümde bayramlık yeni elbiseler yerine âmirlerimden göreceğim teveccühler, iltifatlar beni mesteylerdi.
Bugün bu saadet tasvirlerinin üstlerine birer siyah tül çekildi. Kaç bayram var ki ben de gülmedim. Kaç bayram var ki gözlerimden yaş yerine, ateşler saçarak gizli gizli ağladım. Zavallı milletimle beraber... Milletimle berâber her bahar, dalları budanan asma gibi can acı-sıyle ağlarken yine devri gelince mebzûl bir meyva verebileceğimizi umuyordum. Fakat her mevsimde bir kasırga bütün tomurcuklarımızı koparır... Ezer ve bizi yerlere çarpardı.
Bu ulu ağaç yerlerde sürüne sürüne kurudu ve etrafını dikenler, ısırganlar bürüdü. Bu otlar büyüdü ve o, çürüdü. Zavallı koca asma! Bedbaht milletim!... Bedbaht Türkler! Sizin elmas ruhunuz bir kuyumcu eline düşmemiş. Nâsiye-ü ikbâlinizi dâim kaba taşçılar birer kitâb-ı mezar hakketmek için çekiçlemişler.
Umum Şark bir Meşhed, bir Kerbelâ’dır. Türk onun kurbân-ı ezeli, şehîd-i mütemâdisidir. O şehidin hâl-i hayatında belâ libası ve gam gıdasıydı. Azap eğlencesi, mahrumiyet i’tiyâdıydı. Onun fıtrî belâzedeliğini en millî ve en samimî şâirinin nâlelerinıden anlamalıdır. Bu harâbenin munis bülbülü bir baykuştur. Türk’ün millî şâiri Fuızûlîdir. İnsanlara bir saadet vâ’d eden aşk bile Türkler için bir belâdır. Ah Şarkta belâ olan aşk, safa olan muhabbetten bin kere çok değil midir?
İşte! Fuzûllî’nin veyâhut o lâyemut Türkün Mecnun ile berâber temenniyâtı:
Yârâb belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni!
Bir dem belây-ı aşktan etme cudâ beni!
Az eyleme ¡inayetini ehl-i derdden;
Yâni ki çok belâlara et mübtelâ beni!
Oldukça ben, götürme belâdan ¡irâdetim
Ben isterim belâyı, çün ister belâ beni
Temkînüınii belây-ı muhabbete kılma süst
Tâ dost ta’n idüp dimeye ,bî-vefâ “beni”!
Her mısrada, her nefeste tekerrür eden "belâ” lara dikkat eden bir ecnebi bu duygudan, bu arzudan bir şey anlayamaz, bir zevk hissedemez. Fakat bu duygu ne kadar bizimdir! Ne kadar Türkündür!
Bu iptilây-ı belâ, bu ünsiyet-i belâ hangi millette vardır? Hangi kavmin edebiyâtında belâ, felâket bu mertebe aşk ile şevk ile tertîl olunmuştur?
Bu satırları kara bayramın arefe-i siyâhında hir-man ve hüsran ile yazarken bir dakika durdum. Sanki makalemi, bir nokta-i hitam yerine, bir damla göz ya-■şıyle bitirmek istedim. Teraviden sonra bir köşeye büzülerek teşbihini çeken akrabadan ihtiyar bir kadına sordum:
— Teyze! Bayramda benden ne istersin?!
Durdu. Düşündü. Bir uhrevî hayâl huzurunda gözlerini kapadı. Bütün endişesini derin bir ah içinde toplamak ister gibi acı acı içini çekti:
— Evlâd, dedi, benim bu yaştan sonra arzum ne olabilir? Kâıbe-i Mükerreme’de can vermek isterdim. Fakat Kıble-i Müslimîn elimizden gitti. Şamda kabrimin 'kazılmasını temenni etsem ah! 0 da... Susayım oğlum!... Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! Ehl-d İslama sen merhamet eyle! Bundan daha kara bayramlar gösterme İlâhi!...
Ve iki ellerini yüzüne kapayarak acı bir çığlıkla hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu feryad on dört asırlık cihân-ı i'tikadın korkunç zelzelesi idi.
Ramazan 133
Mayıs 1336 (1930)
GÖZYAŞI ÇEŞMESİ
Fasih ve Beliğ Beyler, iki şâir arkadaş bu akşam kolkola vermişler, yalnız kalplerinin eninlerini dinleyerek, sükût ve huşû ile yavaş, pek yavaş, parkın geniş ve tozlu yolundan deniz kıyısına, Sarayburnu’na doğru yürüyorlardı. .
İkisinin de boyunları bükük, ikisinin de benizleri uçuktu. Gözlerinin öyle bulutlu bir nuru vardı ki kuytu bakışlarının derinliklerinde bin hayâl ve emel binalarının enkazı ve heyûlâsı seçilebilirdi.
Fasih ile Beliğ iki muakkad mısra gibi gizledikleri mânâyı izhar edemeden, parkın yeşil kitâbeli uzun sütunu arasında, durur gibi, yavaşça ilerliyorlardı.
Bu iki gencin dimağlarıyle kalbleri o derece yeis ile mahmul, o mertebe müheyyiç idi ki, bu hissi ve fikrî faâliyet, müsbet ve menfî elektrik kuvvetleri gibi, bu bedbahtların gözlerinden dumanlı bürkânlar taşıyordu. Sükût, servi ve mezar ve tabut sükûtu...
Beliğ birden durdu ve mâvi bakışlarını göklerin muğlâk maviliklerine karıştırdı.
"Düşüp üstünde ağlamak dilerim”
“Söyle! Ey Tanrı! Dizlerin (nerede?
Feryâdını ağladı. Bu feryâd o kadar müthiş, bu feryâd o kadar keskin idi ki etraftaki ulu ağaçların titrediğini bu içli insanalr görür gibi oldular.
Fasih içini çekıti. Mukaddes bir taş heykelden is-timdad eden bir bîçâre tavrı aldı. İki ellerinin parmaklarını biribirlerine kilitledi :
— Şark şiirinin en tannan erganunu olan Cenap! Cenap! Neden? Neden? Bu dil ile, bu lisanın vatanı için inlemezsin? Bizi günâhlarımızdan tasfiye için böyle bir âteş-i şiire, âteş-i aşlka, âteş-i mukaddese ihtiyacımız vardır. İmdad!...
Diye haykırdı.
Yine sükût! Servi ve mezar ve tabut sükûtu! Yürüyorlardı. Nihayet bir sırtın kenarında solmuş çemenlerin üstüne yığıldılar. Güneş, kuru bir kütük ateşi gibi kımıldamayan al alevler arasında grûb ediyordu. Kızıl aksi denize vurmuştu. Yel esmiyor, yaprak kımıldamıyor. Bulutlar uçmuyor... Fezâ durgun, kâinat yorgun idi.
Beliğ mağrip tarafına baktı.
— Gök kan, yer kan, deniz kan, dedi.
— Kâinatı kan boğuyor.
Arkalarına döndüler; bir tahta kanapenin üstüne hasta bir tıbbiyeli oturmuş ağlıyordu. Yanındaki siyah iri gözlü, gür saçlı, siyah peçeli, pembe yüzlü bir kıza : '"Gitme, gitme, beni bırakma!” diye yalvarıyor ve ağlıyordu. Kız bir sâniyede yerinden fırladı. Başını düzeltti Ve elindeki beyaz bir gül ile ağlayan gencin yaşlannı hissiz bir işve ile sildi. Hicran yaşlarıyle ıslanan bu gülü koklayarak ve yapraklarını beyaz dişleriyle ısırarak, oradan bir gölge hafifliğiyle uzaklaştı, gitti. Genci tenhâ ve garip bıraktı. Genç kuvvetsiz ve bîtaptı.
— Evet kan ve göz yaşı.
İki arkadaş düşünüyorlardı. On dakika onlar da hareketsiz kaldılar.
Beliğ dedi ki:
— Bu memleket bir göz yaşı pınarıdır, bir harabede...
Fasih kasdî bir gülüşle cevap vermek istedi :
— Bilir misin Beliğ, fakir bir şâir olacağıma, zengin bir mühendis olaydım. Bir müverrih gibi, şu târihî safhanın kenarına binlerce senelik Türk neslinin mâzî ve istikbaldeki tecellisini bir mermer kütlesinde zübde ederdim: Bir "göz yaşı çeşmesi” şeklinde...
Mengili Giray, Bahçesaray’da ölen zevcesine bu namda bir çeşme yaptırmış. Ben de, benim daha bedbaht sevgilim, vatanım için böyle bir çeşme inşasını düşünüyorum.
Marmara'nın şu noktası hizasına, yalnız kesif servilerden bir mihrap şeklinde bir meşcere yapardım. Öyle bir ormancık ki uzaktan göklere çıkan, mâtem renginde bir bulut güzelliği, mânâsı anlaşılsın. O mihrabın sec-degâhına, ormancığm göbeğine, büyük ve lekesiz beyaz mermer kütlesinden bir çeşme hâk ve inşa ederdim ki her saniye, her ince oluğundan bir inci damlasın ve her mısra-ı sengîninde bir mânâ ağlasın ve bu katreler ve bu mânâlar mahzun ve derin bir şeyler fısıldayarak dökülsün, saçılsın, bu damlalar İslâm âleminin, Türk âleminin yanık ninelerinin, dul yavuklularının, yetim yavrularının göz yaşları gibi temiz, bir şefaat zemzemi gibi saf olsun! Birbiri ardınca yuvarlanan katreler çeşmenin eteğinde toplanarak sâkit ceryanlı bir oluk ile der-yâya, deryây-ı rahmet-i ilâhiyeye karışsın.
Düşünen ve duyan insaniyete hediye edeceğim bu bergüzâra ben sernüvişt olarak yalnız "göz yaşı çeşmesi" cümlesinin kazılmasını isterim.
Bu âbidenin mebni olduğu târih sahası ve inşası zamanı bu mermer kayanın ne demek istediğini anlatır ve zulüm ateşinden kanı kuruyan bir milletin bu sel-Sebil gibi akıttığı yaşların mersiyesini gelecek asırların fezasında çınlatır, değil mi?
11 Temmuz 1336 (1920)
MATEMİN KUVVETİ
Şchzâdcbaşı ile Lâleli arasında, yangın harabeleri kenarında göze çarpan bir kârgir ev vardı. Bu hâne yüzü, bağrı kararmış olduğu hâlde sanki bir mûcize kuvvetiyle yangından kurtulmuştu. Bu akşam evin bütün pencerelerinden aydınlık taşıyor, uzakta viranenin, metrûk kabirlere benzeyen, yarım bacaları, yıkık duvarları, çökmüş çukurlan arasında mühendis Neş’e Bey’ in ikametgâhının şûleleri, bu ulu mezaristandaki kemiklerden fosforlar kaynaşıyor vehmini veriyordu.
Mühendis Neş’e Bey’in üç ay evvel cesîm bir resmî dâirenin inşası için girdiği müsabakaya mahsus çizdiği plânlar, elli kadar yerli ecnebi müsabıklar meyâ-nında takdir ve dâirenin inşası kendisine ihâle edilmişti. Genç mühendis bu sayede ibkay-ı nâma, te’min-i âtiye muvaffak olacaktı. Bugün arkadaşlarının bahtiyarı ve belki insanların mes'udu idi.
O gece tesadüfi olarak pek sevdiği refiklerinden Server Bey de kendisine uğramış ve Neş’e de onu yemeğe alıkoymuştu. O gece tanıdıklarından güzel sesli bir zat ile iki sâzende buldular, cihandan kâm almak istediler. Neş’e Bey’in muvaffakiyetini dinleyen Server birden bağırdı:
— O hâlde Neş’e sen de beni tebrik et. Benim de "Dilâram” ile dün nikâhımız aktedildi.
Bu büyük havâdis üzerine Neşe yerinden fırladı. Servçr'in iki yanaklarından uzun uzun öperek tebrik etti. Dilâram, Server’in tam üç seneden beri sevdiği güzel, zengin bir tâze idi. Genç, bu kız uğruna intihar etmek istemişti. Hakikaten böyle bir hâzineye mâlik olduğundan dolayı Server de cihanın bahtiyarı sayılabilirdi. Çünkü bu kızı İstanbul'da istemeyen kalmamıştı. Genç için bu muvaffakiyet hem bir saadet ve hem bir izzeıt-i nefis meselesi oldu.
İki arkadaşın bu gece sevinmek, gülmek, eğlenmek hakları idi. Yemek pür şetâret geçti. Taamdan sonra kahveler içilirken muvakkaten saz tatil edilmiş, fakat bu mesutların pembeleşen sîmâlarında mûsiki nağmelerinin tatlı tebessümleri, nüvazişleri, renkleri, henüz uçuşuyordu. Server elini Neş’e'nin dizine vurarak dedi ki:
— Mesüdum, lâkin bu saadetin kadrini bilecek miyim? Bahçedeki şu söğüde bak! Şu berrak havuzun üstüne nasıl ıhanat açmış, nasıl sevdiğinin üstüne gülerek 'titriyor? Ben de hayatımda böyle fasılasız bahtiyar ol-'mak isterim.
Mühendis Neş’e Bey üç dakika kadar bir sükûttan sonra:
— Evet, dedi, hissiyatın lezzetini bize tattıran yegâne âmil saadettir. Mesut olmak için muvaffak olmalıdır. Muvaffakiyet ise çalışmakla kaimdir. Çalıştığım zamanlar saadeti damla damla emdiğimi duyarım. Öyle sanırım ki insan zekâsı nisbetinde mesüt olur.
Bu sırada kapının pek yavaş ve pek cansız çalınmasının farkına varamadılar.
İki üç dakika sonra salona omuzları düşmüş, boynu bükülmüş, fesinin püskülü ön tarafa gelmiş, gözleri ağlamaktan şişmiş, benzi uçmuş uzun boylu, zayıf biri girdi. Neş’e ve Server bu mahzun misafiri istikbal için yerlerinden:
— Ooo! Yavuz Bey buyurun!
Nidasıyle fırladılar. Hâne sahibi samimî bir tavırla ilâve etti:
— Keşki yemekten evvel geleydin Yavuz! Sevdiğin yemekler yenildi. Beğendiğin şarkılar söylendi.
Yavuz etrafına baktı. Mütereddidâne geri çekildi. Hazin ve yavaş bir sesle:
— Bu akşam ziyafetin olduğumu bilemedim. Beni affediniz. Çekileyim, dedi.
İtiraz ettiler. Ve perişan hâlinin ve ye’sinin sebebini sordular. Yavuz dudaklarını büktü. Gözlerini sıktı ve dört gün evvel refikasını gömdüğünü ağlayarak söyledi.
Neş’e ve Server, Yavuz’un haremini ne mertebe hürmetle sevdiğini biliyorlardı. Genç me’yus gözlerini Neş'e’ye tevcih etti:
— Bense bu gece bir nur-ı siyah-ı tesliyet aramak için sana gelmiştim, dedi.
Bu felâketten haberleri olmadığını söyledikleri zaman :
— Evet! Kimseye haber vermedim. Sakin, mütevazı ve kalabalıktan kaçan ruhunu incitmemek için onu, birkaç kişi ile sırtımda ebedî makamına ben götürdüm.
Yavuz’u zorla oturturlarken piyanonun beyaz dişleri üzerine kara dudakları kapandı. Tef yuvarlanarak kanapenin altına gitti. Keman siyah örtüsüne sarındı. Odaya ruhanî bir sükût geldi. Felâket saadete galebe etmişti.
— İki senedir, dayanılmaz bir illetin kahrı altında zebun iken of demedi. Şikâyet etmedi. Ona kendi elimle bakmayı mânevi bir ihtiyaç, bir ibâdet farzederdim. Muvaffakiyetlerimin mükâfatı onun gözlerinde göreceğim bir memnuniyet nuru idi. Ona beğendirmek için söyler, ona beğendirmek için yazardım. Ona yaranmak için çalışırdım. Hiç bir kederim yoktu ki onun bir tatlı kelâmiyle bertaraf olmasın. Hiç bir müşkülüm bulunmazdı ki onun sâde ve derin bir fikriyle halledilmesin. Ben ceset, o ruhtu. Ruh uçtu. Ceset göçtü. O benim istinâdımdı, destek kırıldı ve ben yıkıldım.
Benim fikrimle mütefekkir, benim emellerimle emeldar idi. Ne kadar kusurlarım varsa onda tecellî edince, tasfiye dlur, birer fazilet rûhâniyeti iktisap eylerdi. Müddet-i hayatımda kendisinden bir acı söz işitmedim ve bütün dürüştlüklerim huzurunda inceldiğinden ben de bir sert kelâm sarfetmedim, ah! Mes’ut-tum,
Oh! Saadet; boş vâhî bir telâkki. Çünkü müddet-i hayatımızda ne o ve ne ben saadetimizi istediğimiz gibi takdir edemedik. O dâima mahzun ve ben dâima mağmum idik.
Mühendis Neş'e Bey deminki hükmünü unutarak: — Evet, insan zekâsı nisbetinde me’yus olur, dedi. Yavuz pencerenin önüne gitti. Bahçeye baktı mehtap vardı.
— Şu ağlayan söğüdün bu havuz göz yaşları mıdır? Neş’e ile Server acı acı gülümseyerek birbirlerine baktılar. Biçâre Yavuz aynı siyah düşünceyi takip eyleyerek sözüne devam etti :
— Oh! Saadet geçici bir kuruntu, elem temelli bir hakikat, geçen saadetimden ne kaldı? Gittikçe dağılan, uçan bir bulut! Gelen felâket ise ebediyen bâkî... Ebedî Olmayan elem, felâket değildir. Saadetin sebepleri sayılır, elemlerin sebepleri sayılamaz. Elini kaybedersin, gözünü kaybedersin, sevgini kaybedersin, Suad’ını, saadetini kaybedersin sonra aynı ele, aynı göze nâil olabilir misin? Hayır! Çocukluğunda kızamık çeken bir adam o âlâmı unutamaz. Fakat en şirin vakitleri bir hayal, hem de acı bir hayal gibi uçar. Cihan bir çiçek ve mey-va bağı değil, bir göz yaşı ırmağıdır. Elem asıl, saadet ârızadır.
Şimdi Neşe ve Server ikisi dıe hitâb-ı izzete mazhar Kelîmullah gibi bu sûre-i elemin muvâcehesinde sâcid ve meshûr oldular. Şetaretlerini unuttular. Deminki lem’a lem’a tebessümleri, gözlerinden damla damla döküldü. Saadet vâhimesinin paslarını, keder hakikatinin yaşları sildi. Temizledi...
Yavuz kalktı... Vedâ’ etti, tki refik sevgili arkadaşlarını yalnız bırakmak istemediler. Mehtap çekilmişti. Neş’e ve Server de gecenin keder libasına benzer karanlıkları arasında o matem heyûlâsıyle beraber kayboldular.
10 Ağustos 1336 (1920)
İNCİ
Yıldız Hanım, bu gece siyah tüllerine büründü. Yeşil gözlerini kara kirpiklerinin arasında gizledi. Alaca karanlık kumların üstünde, melekler sultanı gibi ağır ağır yürüyerek, çamın altındaki siyah mermer ¡koltuğun üstüne dimdik oturdu.
Güzel çehresi, güneş enidâmı kara tüller altında tutulmuştu. İri gözleri, ateş dudakları kara hulyâ içinde tutuşmuştu... Kan dalgalarında boğulan göz bebeklerine ağlıyordu. Zulmetlerin avuçlarında kararan göz nurlarına ağlıyordu... Ana vatan gibi...
Rüzgâr sinmiş, yıldızlar sönmüş, goncalar solmuş ağaçlar burkulmuş, fidanlar bükülmüş, ocaklar yıkılmış, çatılar çökmüş... Her yer karanlık, her yer ıssız. Çıt yok...
Derinlerden gelen öd ve künlük kokuları etrafı ve havayı sardı. Bahçeyi tüyleri ürpertecek bir âhiret kokusu bürüdü...
Bu kadın, bu güzel, bu pek güzel kadın bir yeis ve kin heykeli gibi hareketsiz duruyordu.
Bahçe, buluttan çimen sofaları ile, aya benzeyen yosunlu havuzu ile fırtına doğuran karanlık bir gök yüzüne dönmüştü.
ödağacı dumanları arasında Hilâl Bey pulad zırhı içinde göründü. Güzel 'kadının yanına gitti. Pulad kılıcına dayandı. Boynunu bükerken zırhı o sessizlikler içinde çatırdadı. Güzel kadın başını kımıldatmadı bile. Gözünü açmadı bile... Hilâl boynu bükük bekledi... Bekledi. Nihayet, seher rüzgârı gibi yavaş bir sesle in-ledü :
— Ey kadın acım, aşkınla doyur beni!... Senin için yıllardır ki göklerde, denizlerde, dağlarda, sahralarda döğüşüyonum... Yorgunum sev beni!... Neden mahzunsun?...
Kalık! Elini elime ver. Neş’e gözlerin çiçeğidir. Ben sana yürürken saçlarından aşağı o neş’e çiçeklerinden ■serpmek isterim. Dudaklarının arasında o goncalardan dâima bir tanesi gülsün isterim.
Kalk pembe topuklarını, bir ocak hararetiyle yanan alnımın üstünde, iki güvercine benzeyen ayaklarını bir saat rakkası gibi vuran şakaklarımın kenarında gezdirmek isterim.
Kalk! Ve karşı dağlarda yanan top ve süngü alevlerine bak! Alevler ateşlerin, çiçekleridirler. Gözlerinin ışığı karşısında onların nasıl solduğunu, söndüğünü görmek, bilmek isterim.
Kalk sabah oluyor bak! Al, san, mâvi, beyaz bulutlar göklerin gülleri, nergisleri, sümbülleri, yaseminleridir. Seni bu çiçeklerin arasında güneş gibi ileriler görmek isterim.
Sabah rüzgârı, doğan güneşin titreyen dudaklarıdır. Onun koklamadığı gonca ağız, öpmediği pembe yanak olamaz. Güneşin ağzı, saçlarının arasına konup si-
yah ve ipek tellerinden aldığı iksir ile bütün esîrelerin, sultanların, mâbudelerin yüzlerine, gözlerine nur veriyor. Ben seni kâinattan kıskanıyorum.
Kalk! Güneşin pınarından yüreğimizin siyah kadehini biraz nurla dolduralım.
Kalk elini elime ver... Benden bir şey mi istiyorsun? Ne vereyim sana? Uğrunda viran ve perişan oldum. Değerimi sarfettim, kanımı sarfettim. Bir şeyiıfı kalmadı. Benden, artık bir şey isteme. Kara toprağı yağ-murlarıyle dirilten mâvi bulutlar mükâfat istiyor mu?... Mehtap, karanlık virânelerden imtihan bekliyor mu?... Akar sular, çarpan dalgalar cilâladıkları çakıllardan teşekkür arıyor mu?... Güller sinelerini delen, göğüslerini emen anlardan âşıkane mukabele görüyor mu? Öyleyse, güzel kadın! Sen de benden bir şey bekleme, arama, isteme!... Başını kaldır, gözlerini gözlerime dik! Gözlerimin nuru saçlarının arasında bir taç olsun! Kollarım boynuna bir gerdanlık güzelliğinde sarılsın! Hasret yaşlarım göğsüne inciler döksün.”
Güzel kadın başını ağır ağır .kaldırdı. Gözlerinin yeşil nûrunu ağır ağır serpti.
— Aç kucağını ben yalnız seni istiyorum, dedi. Ve gözleri incilendi.
Tıpkı, yıllardır ağlayan ana vatan gibi...
20 Nisan 1338 (1922)
YAKARIŞ1
Ulu Tanrı!
Gün batıyor; sevgili korkun gönlümde doğuyor. Kumral akşam bana sessizlikler içinde büyüklüğünü fısıldıyor... Bu alaca karanlıklar arasında bir kulun, dilmaç kullanmadan, öz bilgisiyle sana diller dökmek istiyor... Ödünç giyim almadan, kendi çaputlarıyle karşına çıkmak diliyor.
Onun yalvarışlarını dinlemez misin?
Kanadı incinmiş, karnı acıkmış bir serçenin ötıüş-cüğünü anlarsın! Boynu bükük, benzi uçuk bir çiçeğin istekçiğini duyarsın... Bugün bir Türk’ün, yıpranmamış, sesini birinci olarak sana eriştirmek isteyen suçunu bağışlasan gerektir.
Ey, yüce gökleri ışıklı yıldızlarla, azgın denizleri köpüklü dalgalarla süsleyen Tanrı!... Kullarına kendilerini tanımak, kendilerinde özünü tanıtmak üzere onlara beyin, gönül verdin. Onlardan yüz binlerce Türkler sevgili son Yalavacının17 18 doğru izinden bu us, bu duygu kanatlarıyle yüksele yüksele uçmağına ermek istediler...
Yeryüzünün en büyük ulusu olan Türklerin yüreklerini donduran soğuk bozkırlarını, yurdlannı bırakarak sözlerini anlamak, senin öz birliğini tanımak, sana tapmak üzere yalınayak, baş açık, yad illere düştüler... Sıcak çöllere üştüler... O genişliklerde yeldirenler tutsağın oldular. Yorgun urlganma sarıldılar. İlk çağda aya, güne tapan bunlar, şimdi ayın günün ıssını buldular. Kutlu oldular. Yalavacının söylediği yarlığına boyun eğdiler. Yaradanlarmı bildiler. Doğru yola girdiler. İstediklerine erdiler. Ey bizi yoktan var eden Oğun19 sonra, seni ulatmak, birliğin sancağını yeryüzünün bir ucundan öbür ucuna iletmek, gönlü gözü kör olanlara, seni tanımayanlara seni göstermek, seni tanıtmak üzere savaşmağa başladılar. Şimşeklerine baktılar, kılıçlarını çektiler. Yıldırımlarını işittiler, toplarını kullandılar. Kanlarını uğrunda döktüler, başlarını yoluna koydular,. Koca denizleri geçtiler. Yüce dağları aştılar... Yeryü-zündeki sayısız kullarından, çok pek çok, onlar senin uğrunda çabaladılar. Sen de onlara öğdüller verdin, dirlikler bağışladın!...
Senin ve yalavaclannm adlarına ayırdığın ünlü yerleri bütün onların yurdlarının bucaklarında sakladın. O köyde yarattığın Türklerin sana düşkünlükle yükseldiler... Bu, yücelikten onları indirme, ey sevgili Tanrı! Onları indirme... Ak bulutlardan, kara çamurlara düşürme! Düşürme kim onların yüreklerinde senin korkun, senin sevgin vardır... Sen varsın!...
Bilmeden yaptıkları suçları varsa dünkü emeklerine bağışlamaz mısın? ... Bağrı karalarını bugünkü göz yaşlanyle yıkamaz mısın?... Yürekleri karardaysa, eşiğinde yerlere sürünen alınları aktır, yüreklerinin karaltısını aydınlatmak, düştükleri uçurumdan bileklerini tutmak, onları doğru yola getirmek sana güç değildir; ey ulular ulusu!... Güç değilidir!
Şimdi, önünde çıplak gönlüyle kekeleyerek söylenen bu kulun bütün yurttaşlarıyle bir yarlıgayıcı bakışının yoksulludur. Ey büyük Tanrı! Sen yine onları unutma! Sen yine onları esirge!
Bak!... Sızan göz yaşlar ne ağlıyor?!... Sızlayan yürekler ne inliyor?!...
SON
MÜFTÜOĞLU AHMED HİKMETİN
KİTAPLARINDA BULUNMAYAN HİKÂYELERİ
ÂDEM BEY LE HAVVA HANIM
Menkıbenin kahramanı herkesin tanıdığı simadır. Elim sergüzeştinin herkese açıklandığını görmekle o bîçâreyi vîran ve karanlık köşesinde dilhûn etmek istemiyorum. İsmini değiştirdim,. Vak'a târih-î mukaddesin bize îsâl ettiği ilk insaniyet zâıfını, ilk aşk faciasını andırdığından bu ezelî ve ebedî isimleri tercih ettim.
Âdem Bey pek mâruf bir muharrir ve muallimdi. O, İstanbul’un her gazetesinde, mecmuasında şiirler, romanlar ve makaleler yazmıştı. Makaleleri edebiyattan iktisada ve fünûn-u mücerrededen yemek pişirmeye kadar her şeyden bâhis idi. Her gün Bâbıâlî caddesinden karışık saçlarının üstünde duran kalıpsız fesi, cepleri gazete ile dolu bol paltosu ile, Sirkeciye doğru o birkaç yüz metrelik yokuşu belki yirmi otuz âşinâ ile selâmlaşarak, görüşerek inerdi. Kadıköy’ünde, Sakız-ağacımda, güneşle ve mor salkımlarla göğsü baharda örtülen bir bahçe içindeki kârgir evi, avlusundan tavan araşma kadar kâğıt ve mürekkep kokardı. Bir karısı ve bir hizmetçisiyle tertemiz duran meskenine, “Dünyadaki Cennetim" adını vermişti. Onun dünyadaki cennette, hurisinin vazifesi, gazetelerden kestiği parçaları nevilerine göre destelemek, notlarını bahislerine âid defterlere kaydetmekti. Karısı bu işten mahzuz, kocası bu eşten memnun...
Karı kocanın hayatı yazı odasındaki kitaplar, bahçedeki çiçeklerle geçerdi. Evlerine kimse gelmez ve bunlar kimseye gitmezlerdi. Âdem Bey'in karısının âilesi ve dostları bu iki vahşînin yekdiğerini sevmesini pek tabiî bulurlardı. Mütemadiyen saadetleriyle iftihar eden belki dünyada yalnız bu iki kişi vardı.
Adamın evinden “Dünyadaki Cennetim”, karısından "Cennetimin Hûrisi” ve kendisinden “Dünyanın En Mes'udu” diye bahsetmesi, refiklerini kâh güldürür ve kâh düşündürürdü. Bu sırada Avni Bey'in :
Âkil isen deme mecnûna deli
Yoklasan her kişi bir gûna deli.
beytini okuyarak uzaklaşırdı. Âdem Bey’in dinî telâkkisi de ayrı idi. Her sabah yataktan kalkınca abdest ahr, iki rekât namaz kılmadan evden çıkmazdı. Yirmi yaşından beri hiç bir cuma namazını kaçırmanuştı. Yemeğe otururken:
“Bir lokma ekmek lütfün İlâhî” mısraıyle başlayan tahmidi ve yatarken vâlidesiriden öğrendiği:
“Yattım yatağıma, döndüm ben sağıma, kazadan belâlardan sığındım Sübhânıma, melekler şâhidimdir dinime, îmanıma” ilâh, duâsını okumadan uyumazdı.
Âdem Bey'i bir tiyatroda gören olmamıştı. “Hayat bir temâşâhânedir, cihan bir sinemadır” der ve gülerdi.
Cemiyetlerden kaçardı. Ömründe eline bir iskambil kâğıdı almamış ve ağzına bir damla içki koymamıştı. Şark ve Garp musikisinde ufak besteler yapacak kadar keman çalardı. Refikasının piyanosuna akşam ye-
ineğinden sonra keman ile refakat ederken "dünyanın en mesüduyum" diye bağırırdı. Karısının baharda salkımlarla donanmış bir pencerede tasvirini tamam edince yine “dünyanın en mes’udu benim" demişti.
Şimdi hayatta iki büyük emeli kalmıştı. Evvelâ en fasih bir Türkçe ile Kur’an-ı Kerîm’i tercüme etmek, sâniyen lisanımızda bir muhit-ül-maarif yazmak. Hattâ bu ansiklopedi için üç seneden beri çalışıyordu. Elif harfinin nihâyetine doğru gelmek üzere idi.
Âdem Bey büyük başı, geniş alm, geniş omuzları, kavî vücudu, iri gözleri, kartal gagası burnu ve ablak çehresiyle hürmeti çeken bir manzara arzederdi.
Yegâne eğlencesi kitapları ve yazıları ve bahçesinden, kemanından mâadâ, hanımı ile her cuma ve çarşamba sabahları, senenin yaz mevsiminde, Moda sahilinden, Yoğurtçuçaıyın, Kurbağahdere ve hattâ Çamlıca sırtlarına 'kadar yaya gezmekti. Bâzı yaz günleri öğle yemeğini bir ağaç altında yedikleri de olurdu.
Âdem Bey’den bütün gazete sahipleri memnundular. Her bilgi şubesinde ısmarlanan makaleleri vakit ve saatında hazırlardı. Yalnız siyasetten hiç hoşlanmazdı. Siyaset seyisliktir. Ben at uşağı değilim. Siyasette gaye meyl-i taâli değil, hırs-ı tahakkümdür derdi.
* ♦ *
Âdem Bey bir yıldan beri kitaplarının arasında bir hizmetçisi ile kalmıştı. Refikasının bir kaza neticesi düşen yedi aylık çocuğu ile beraber bir sabah şûle-i ruhu sönüvenmişti.
Âdem Bey hayatin bu cilvesini hiç akima getirmemişti. Cennetinin hûrisi uçunca, Âdem’in Cenneti ne işe yarar. Bundan sonra evde oturduğu günler akşama kadar Cennetinin hûrisinin tasvirlerini teksir eder ve her tarafa asardı.
Bâzı geceler arka sokaktaki kızıl tuğladan yapılmış bir köşkten taşan senfonilerin, taksimlerin dalgalan Âdem Bey'in küçük, beyaz evinin pencerelerine çarpar ve köpürürdü.
Bir gün refiklerinden Nedim, Kadıköyü vapurunda
Âdem Bey'in yanma gelmiş ve :
— Dün akşam komşularından bir hanım bana sen-
— Hangi komşu?
— Kırmızı tuğla köşkün sahibi Havva Hanım. _
— Şiirlerini, makalelerini okumuş. Seni tanımak
istiyor. Bir akşam çaya gidelim. Vahşeti bırak. Âdem-
sin anladık. Biraz da insan ol.
Refikinin bu ısrarı birkaç defa tekerrür etti. İki
hafta sonra bir Nisan akşamı bu heyûlây-ı mâtem, haşyet ve vahşetle kırmızı tuğla köşkün, beyaz mermer merdivenlerinden yükseldi.
Âdem Bey, Havva Hanım’m asma yaprağı rengin-deki elbisesinin karşısında, yeşil bir hıyâbândan metrûk bir heykel gibi kaldı. Bu kadının gülümsemelerini uzaktan, pek uzaktan öpmek isterken yeşil gözlerinden fırlayan iki damla ateşin altında tutuştu ve yandı. İki saat geçmemişti ki alkolden nefret eden adamın, Havva eliyle sunulan tatlı şaraplardan başı dönmüş ve ufak bir ısrardan sonra kucağına bırakılan kemanı kavrayarak son bestelediği:
Göreli gözlerini kalmadı akl-ü sabrım Senin âğûş-u visâlinde kazılmış kabrim.
Ölürüm sevmez isem, sevsem eğer çıldırırım Seni sevmek deliliktir... Deliliktir bilirim.
şarkısını terennüm etmeye başladı.
Havva Hanım dedi ki:
— Şâirlere yalnız çiçek açar birer ağaç derler, sizin tatlı yemişleriniz de varmış.
♦ *♦
Bugünden sonra Âdem Bey, görünmez ve bulunmaz olmuştu.
Gazete idârehânelerini unutmuş ve unutulmuştu. Herkes biliyordu ki Âdem Bey, İzmirli Şerif Paşa’nm dul zengin zevcesiyle evlendikten sonra evini, kitaplarını, mektepleri bırakmış ve kadının mütemâdiyen "İstanbul’da oturulmaz, İstanbul'da nefes alınmaz, İstanbul'da yaşanmaz!” küfürlerine, iftiralarına kanmış, bu kavi fakat tecrübesiz adamı, zayıf lâkin güzel Havva pençesine geçirmiş; tâ Fransa’nın "Gök sahiline” Nice'e kadar sürüklemişti. Orada Majestik Oteli’ne yerleşerek, (Monaco), (Beausoleil), (Bealieu), (Ventimiglia), (Villefranche), (Antibes), (Menton), (Cannes) şehir ve karyelerinde bütün bir kışı geçirerek kumarhânelerde binlerce frank kaybetmişler, balolarda sabahlara kadar rakseylemişler, barlarda yerlere yuvarlanmcaya kadar şampanya içmişler, içmişler, karnavalda Papanın en Katolik efrâd-ı ümmetinden daha maskara olmuşlar; kedi, köpek sergilerinde tetebbuatta bulunmuşlar... Gündüz 1 uyumuşlar, gece yorulmuşlar... Nihayet kıskançlıklar, yorgunluklar, bıkkınlıklar içinde ellerinde kalan son el-
mas yüzüğü de satarak Marsilya'dan İstanbul’a döndükleri zaman Havva kocamış ve kocası bunamış bir hâle gelmişlerdi.
İki yıl sonra "Sancak” gazetesi sahibi Nedim Bey, Kadıköyü’nde, Sakızağacı'nda yeni kurulan "Dostlar” kulübüne bir akşam uğradığı sırada, bir küçük odada oyunculara humar fişi dağıtan bir âşinâ çehre görmüştü. Bu, eski dost zavallı Âdem’di.
Âdem tırnakları uzamış, bıyıkları kazınmış, ak düşmüş saçları kirden ve pomatadan çitişmiş, yüzü alkolden kızıl, sarı dalgalar içinde kalmış, hoppa kadının züppe kocası bir kumaıhâne müdürü olmuştu.
— Âdem Bey burası senin evin, "Dünyada Cennet” in değil mi?
— Evet, fakat bu Âdem’i Cennetten, o Havva çıkardı.
— Muhit-ül-maarif müsveddeleri?...
Elindeki iskambil kâğıtlarını gösterdi.
— İşte, dedi, Muhit-ül-maarif müsveddeleri, um-mân-ı ulûm dalgaları hepsi bunlarda mündemiç...
Zavallı Âdem sarhoştu. Oturduğu yerden fırladı:
— Burada durma. Git Nedim! Senden utanıyorum, dedi, bana mesâi lezzetini veren de bir kadın, müsavi zilletini veren de bir kadındır. Yazık o Âdem’e ki benim gibi çirkin bir güzelliğe düşe...
20 Marti340 (1924)
BEKİR İLE TEKİR
Bekir Bey kanapenin köşesine oturmuş, eline üstü meşin kaplı bir kitap almış ve dalmıştı. Odanın beyaz perdelerinin kenarlarından, altlarından taşan güneşin ışığı kanepenin önüne, duvarın kenarına, masanın yarısına nurdan şeffâf örtüler sermişti.
Dilşad Hanım, yerde yumuk ve yumuşak bir şiltenin üstünde, önüne serdiği yazma yemeni seccade zeminini beyaz patiska parça ve kırıntıları ile örtmüştü. Odada ses yok. Yalnız çirişli astarların hışırtısı ve makasın >kırt kırtı işitiliyordu. Dilşad Hanım şiltenin üstünde seccadeye doğru bükülmüş, parçaları kâh enine, kâh boyuna, kâh verevine getiriyor, ölçüyor, hazırlıyordu. Bahçeye açılan şahnişin penceresinden yüksekler gözüküyor. Gökte sıcak güneşe bürünmüş sâbit kara noktalar gibi görünen çaylaklar hareketsiz uçuyor. Uzaktan gözle görünmeyen sinek kümelerinin, arıların, vızıltısı, bahçenin köşesindeki armut ağacına konan serçelerin cıvıltısına karışıyor. Iraklardan bir dondurmacının "Vişnelim var, kaymaklım!...’’ nidası titreyerek dağılıyordu.
Bekir Bey başını kitaptan ayırdı. Bakışları patiska parçaları üzerine düştü. Kırmızı zemin seccadenin üs tünden, kenarlarından köpüren bu ince beyazlıklar, bir makas kesişiyle, inleyerek topundan ayrıldıkça kıvrılarak, dönercik yerde çabalıyor ve sonra halının üstüne bir mezar mermeri sükûniyle uzanıyordu. Dilşad kendisine birçok çamaşır dikiyordu. Bekir şimdi yirmi sene evvelki Dilşad’m gömleğinin bir parçası ile şimdiki Dil-şad’ın gecelik entarisinin meâlini düşünüyordu :
"Varsa hayâlden gelir insana tesliyet"
Bu sırada açık kapıdan kurşunî bir gölge süzüldü. Tekir seccadenin kenarından kayarken birden durdu. Bir Bekir’e, bir Dilşada baktı uzandı. Kamburlaştı. Kıvrıldı. Derinden "miyav!" dedi. Yürüdü. Dilşad’m eteklerine, kalçalarına sürünmeye başladı. Kadın kediyi kaptı. "Benim tatlı, nazlı Tekir'im!" diye bir kahkaha fırlattı, Tekir’i öptü, öptü, sıktı ve sonra o pamuktan gölgeyi birden masanın altına doğru kucağından silkti fırlattı. Şilte üzerinde doğruldu. Mahmurlaşan gözlerini uğuşturdü. El çabukluğuyle şakaklarındaki saçlarını düzeltti ve başını sıvadı. Alnını kabarttı. Boynunu büktü:
— Bekir, dedi, bana ilân-ı aşk et!
Bekir on dakikadan beri Dilşad’m civarında tüten kadınlık buhranı, kadın buhurunu, hele sevdâ heyecanının hummalı demlerinde ekşimtrak lâkin leziz ve ruhu kamçılayan ten buhurunu kokluyordu.
— Bekir, haydi, bana ilân-ı aşk et diyorum!
Bekir Bey bir iki dakika tereddüd etti, tki saatten beri okuduğu "Evliya Çelebi” nin "Mizan-ül hak fî ihtiyar ül-ahak” mı kapayıp aşk kitabını açmak Bekir’e biraz güç geldi. Bir dakika tereddüd etti. Dilşad birbirine bitişen dudaklarını uzataralk hoşnutsuzluk alâmeti gösterdi. Bekir düşünüyordu.
*
Bündan yirmi sene evvel yeni evlenmiştiler. Büyük-ada’da bir Mayıs günü, öğle üstü idi. Bekir yirmi üç, Dilşad on /sekiz yaşında idiler.
Dilşad'm altın renginde kadifeden kirpiklerinin altında titreyen elâ gözleri vardı. Dağınık sarı saçlarının gölgesinde barınan pembe yüzünü kocası güneşe ¡gömülmüş pembe aya benzetirdi.
Dilşad’m gül vücudunda, bir kelebek ruhu vardı. O ruhun, nağme nağme gülüşleri vardı. Dilşad her şeye gülerdi.
O zaman bundan yirmi yıl evvel Bekir de her şeye gülerdi. Birbirlerine gülerlerdi. Bastıkları toprağa gülerlerdi. Yekdiğerinin gözlerinde parlayan ışıklara gülerlerdi. Uçan bulutlara, uçan kuşlara, böceklere, uçan kekik ve çam kokularına gülerlerdi. Uyurken gülerler, uyanırken gülerler, yerken, içerken ¡gülerlerdi. Bu beyaz dişli /gülümsemelerde sadefî bir şeffaflık, mes’ud bir nağme-i âhenk vardı ki bu iki gencin civarına da sirayet ederdi. Evlerinde, yollarında sanki her şey de bunlarla beraber gülerdi. Kanepeler, halılar, lambalar, çiçekler, hizmetçiler, arabacılar, yolcular, her şey, herkes bunlara temas ettikçe güler gibiydi.
Dilşad’ı annesi bir tavuk tasasızlığıyle türkü söyleyerek ak ve yumuşak bir yumurta gibi kolayca dünyaya getirivermişti. Dilşad doğdu doğalı, Bekir evlendi evleneli gülerlerdi.
Dilşad bir çiçek olarak doğmuştu. Mis kokusu neş'esiydi.
Bundan yirmi sene evvel, bir Mayıs günü, öğle üstü Dilşad çam dalında bağlı salıncakta sallanırken Bekiı de karşısında bir iskemleye oturmuş kitap okuyordu. Dilşad sallandı, güldü, ötıtü. Bekir dâima okuyordu. Çılgın kadın salıncakta gerindi, kıvrıldı, uzandı, Bekir’in başının hizasından uçarken ayağıyle kitabın altına bir vurdu. Ve: “Hop!”... diye bağırdı. Sahifeler bir süt şelâlesi gibi fışkırdı, uçtu ve yavaş yavaş düşerken Bekir de başını kaldırarak alık alık Dilşad’ın yüzüne bakakaldı. Kahkahaların arasında zavallı Bekir söyleyecek kızgınlık kelimesi bulamadı.
— Çabuk, salla beni!
— Uçarı çapkın! .
— Çabuk salla beni!
Dilşad o kadar sallandı ki yorgunluktan pembe yanakları morardı, gözleri kızardı:
— Su isterim...
Kocası suyu getirdiği zaman "aç avucunu” dedi. Bekir anlamadı. Bekir’in ellerini aldı. Avuçlarını açtı. İkisini de yanyana getirdi. Suyu içine döktü. Kocasının avucunun içinden suyu içmeye başladı. Bir taraftan da kalan suyu Bekir’in avuçlarına döküyor ve gülüyordu.
Kocasının koluna girdi. Bahçenin arkasına çekti. Bir kiraz ağacının altına geldiler. Kirazları yolmaya başladı. Her yemişten yarısını ısırıyor, yarısını çekirdeğiyle beraber kocasının ağzına tıkıyordu. Doymadı. Kenarda açılmış bir gülü de kopardı. Onun yapraklarını ısırmaya ve her yaprağın yansını Bekir’in dudaklarının arasından itmeye başladı.
—' Dur! Beni boğacaksın kadın!
Dilşad şimdi kollarını kocasına açmış :
— Baharda bir gülün çiçeğini güneşe, bir kadının kucağını kocasına açması tabiat kanunu iktizasındandır. Çabuk! Çabuk!... diyordu.
O sırada kahkaha tüllerinden kanatlara bürünmüş öpücükler serçelerle beraber çam dalları arasında yükseliyordu. Dilşad bir çam dalı kopardı. Arasına birkaç yasemen ve anber çiçeği geçirdi.
— Şimdi sokulma! Hücumlarına karşı işte kalın bir zırh.
Dedi. Bir saat sonra Dil’e doğru çıkmışlardı. Akşam güneşinden rahatsız olan Dilşad, şemsiyesini açarken başından aşağı beyaz çiçekler döküldü. Bu da Bekir'in bir lâtifesi idi.
Bu küçük kadın görüşken ve gülüşkendi. Dâimâ şakır ve şakalaşırdı. Kimseye bir şey sormaz ve bâzen sorsa da cevabını yine kendi bulur verirdi. Bulduğu cevapların mantıkla münasebeti yoktu. Bu mâsum dimağ, gûyâ her şeyden haberdardı:
O biliyordu ki ay sarhoş ve kıskanç bir kocadır. Güneşi başörtüsüz gezdirmez. Bulutlar yedek tüllerdir.
O biliyordu ki dalgalar sıkıldıkları zamanlar, ak saçlarını dökerek hoplarlar, zıplarlar. Ağaçlar, kışın beyaz yorganı altında, kelebeklerle gizli gizli sevişirler. Güneş bir ebe hanımdır ki onların, gonca yavrularını doğurtur ve onlar hâmile oldukları zamanlar, geceleri dâimâ yıldızlara bakarlar, onun için çiçekler yıldızlara benzerler. Mutlaka Nizam yolundan geçen her genç, rasgeldiği her tazeyi sever. Hele kendisinin milyarlarla bilmediği âşıkı vardır. Bütün İstanbul, onu seviyor, onu düşünüyor.
Dilşad’a göre cazibe ve mânâ, yalnız çehrelerde değildi. Omun için kavgacı omuzlar, kalb kıran dirsekler, küfürbaz baldırlar, safderûn sırtlar, edebisiz kalçalar, alık tırnaklar .şefkatli bilekler ve akıllı ayaklar da vardır.
Dilşâd bir gün: "Ben deliyim!” demişti.
— Bence her duygunun, her hâlin bir rengi vardır. Tokluk sütlü kahve, açlık kükürt ve bıkmak çikolata rengindedir. Erkeklerin gençliği yeşil, kadınların tâzeli-ği pembedir. Uyku duman, keder is rengindedir. Merhamet mavidir. Sabır inci rengindedir. Alınganlık limo-nî, hiddet patlıcanî mordur. Dargınlık şeker renktir. Para kazanmak âteşin aldır. Saadet şafak rengindedir : Bir parça karışık renk... Aşkın rengine gelince, onu bilmem der ve kocasını kızdırırdı.
Dilşad, bir koyun, bir inek, bir serçe, bir güvercin mutlaka Müslümandır derdi. Hele kafes içindeki kanaryalar İslâm hanımları idiler. Hiç yorulmadan çalışıp sessizce kâşâneler yaptığı için örümcek Yahudi idi. Kedilerin yaltaklandıkları zaman Ermeni olduklarında hiç şüphe etmezdi. Kargalar göksaraymın harem ağaları idiler. Bir baykuş, bir türbedar efendi idi. Balıklar, papağanlar Fransızdılar. Laterna sesine "Rum' kokuyor" derdi.
Karı, köca yirmi sene böyle zarif belki çılgın bir hayat geçirmişlerdi. Bu iki ruhun yalnız bir eksiği vardı:
Çocuk... Belki bu iki Bekir’in - kocası da Dilşad’a çok defa "Bekir Hanım” diye hitap ederdi - çocuklukları çocuksuzluktan gelirdi.
Dilşad, gittikçe zayıflıyor, kartlaşıyor. Soluyor ve kıskançlaşıyordu. Haftalar geçiyor, ufak bir ihtilâftan dolayı karı koca yekdiğerine bir taltif kelimesi atfetmiyorlardı. Bekir son zamanlarda müdüriyetinin ilgası hasebiyle meftûr ve asabi idi.
— Şu çiçekler bir aydan beri burada.
— Dört gün oldu. Bir ayı nereden çıkardın?
— Solan atılır.
— Erkekler için öyle!
—■ Süprüntücü kadınlar için nasıl olduğunu bilmem.
— Artık hakaretlerini çekecek hâlim kalmadı.
— Ne çekiyorsun? Uğurlar olsun!
Bir çığlık fırtınasını göz yaşı sağnağı takib etti. Bekir muttasıl: "Uğurlar olsun!” diyordu. Dilşad sinir ve göz yaşı içinde bağırıyor ve hizmetçiyi bir araba bulması için gönderiyordu. Araba geldi. Koltuğunda bir mini mini bohça olduğu hâlde Dilşad odadan odaya koşuyor ve Tekir! Tekir!... diye bağırıyordu.
Kocası evvelâ bu sadâ, telâffuz karinesi ile, kendisini çağırıyor zannetti. Sofaya çıktı. Ortalığı dinledi. Tekir kedi yavaş yavaş merdivenden iniyordu. Tam bu sırada Dilşad yetişti. Kediyi kucakladı.
— Kediyi nereye götürüyorsun?
Hiddet, afakan... Başka ses yok.
— Kediyi buraya bırak! Kedi benimdir.
— Kimin olursa olsun!
— Zorba mısın?
Bekir şimdi bîçâre Dilşad’m üstüne atılmış, Tekiri ön ayaklarından yakalamış çekiyordu. Hayvan can acısından miyavlarken karı koca hiç ses çıkarmadan didişiyorlardı.
Tekir Bekir’in eline geçmesiyle beraber kurtularak merdivenden aşağı koşmaya başladı. Bekir'in elleri tırmık içinde kalmıştı. Bekir hiddetinden kıpkırmızı olmuştu. Dilşad kedinin arkasından gitti. Bekir onu ta-kibetti. Muttasıl :
— Vermeyeceğim işte!... diyor.
Dilşad cevap veriyor:
— Bırakmayacağım işte!
İki ihtiyar karı koca birer deli gibi şimdi odadan odaya koşuyorlardı.
—■ Ayol delirdin mi? Şu hâline bak! Utan, utan!
— Sen utan!
—■ Kediyi vermeyeceğim!
— Ben de bırakmayacağım! Ellerin kan içinde hiç olmazsa kolonya ile yıka!
— Sen de git biraz çiçek suyu iç! Kediyi vermeyeceğim!
—1 Ben de almadan gitmeyeceğim!
— Sana git diye kim dedi?
Hizmetçi korkarak yukarı çıktı:
— Arabacı beklemiyor Hanım efendi!
Dedi. Bekir cüzdanından bir mecidiye çıkararak hizmetçiye verdi ve:
— Arabacıyı sav!
Dedi.
27 Mart 1340 (1924)
DALÂLET
Ruhi Beyden Fikri Bey’e,
Azizim Fikri,
Son mektubunda refikama da selâm gönderiyorsun. Matild’den ayrıldım. Onun için selâmını tebliğ edemedim. Menhus kadının elinden çocuklarımı ¡kurtardığımdan dolayı beni tebrik et. Şimdi, iki evlâdımın da benim sulbümden geldiğine kail oluyorum. Oh! Bundan evvel, o kadınla beraber yaşadığımız zamanlar, evim benim değil, çocuklarım benim değil, benliğim benim değildi. Bir habis ruh, bu kadının ruhu bana ve her şeyime hâkimdi.
Şimdi şu satırları yazarken Avrupa’da geçen beş senelik tahsil zamanımızda aramızdaki mübaheseleri yâ-dediyorum. O zaman Türk maişet tarzını beğenmez, Türk zihniyetini beğenmezdik. Bizim o zaman İçtimaî hayatımız aleyhindeki iftiralarımızda ne derece haksız olduğumuzu bugün anlıyorum. Ben Aksaray’daki evimde vâlidemi ve hemşiremi bırakıp Avrupa’ya çıktığım zaman münasebette bulunduğum zevat teyzem, halam, yengem gibi beş altı kadınla amcam, dayım, eniştem, komşularım ve muallimlerim dâhil olduğu hâlde yirmi kadar erkeğe münhasırdı. Bir zabit olan pederim genç vefat etmiş, vâlidem hemşiremi ve beni münevver iki
insan yapmak için her mahrumiyete katlanmış, pederimden kalan maaş ve bir iki küçüik îrad ile tahsilimize hayatını vakfederken neşeyi, eğlenceyi, hayatın lezzetlerini hep unutmuştu.
Eniştem defterhânede ufak bir memurdu. Halim, kanaatkar bir zat olduğundan evinden, bir de vazifesinden başka bir neşeye tâlip değildi. Âilem arasında, patiska perdeli pencereler arkasında, dokuma yaygı’liı minderler üstünde, kalaylı bakır mangallar kenarında ömürleri geçen sakin, hazin, emelsiz, heyecansız ömürleri gördükçe bütün Türk cemiyetini öyle, bütün Türk kadınlarını böyle sandım. Halbuki Aksaray’da oturan bir âile Boğaziçi'ndeki, hattâ Fâtih’teki, Üsküdar’daki, Beşiktaş’taki, belki Gedikpaşa’daki hayata tamamen yabancı idi.
Bu hâl İstanbul'da böyle olduğu gibi, ekseri akşamı dağlarla, denizlerle ayrılmış vilâyetlerimizde de aynı hâl vâki idi. Edirne’deki Türk cemiyeti ile Sivas veyâ Adana ve Erzurum'daki hayat-ı içtimâiye arasında hiç bir münasebet yoktu.
Bugün bile bir hakikat olan bu yabancılık, yolsuz ve nakil vâsıtasız memleketimizde yirmi sene evvel daha bâriz idi.
O hâlde saçları perişan, eteği düşük hemşireme baktım, evden dışarı çıkmamasından benzi sarı, sıhhati bozuk vâlidemi gördüm. Haftada bir tıraş olan dayımın heyecansız hayatından ürktüm. Bütün Türk cemaatini bu hâlde zannettim.
Avrupa’nın sathî nur ve neş’esi arasında inkişaf eden tecrübesiz bir ruh ile âilemin gölgeli, sâkin, mah-j 168
dut tesbihböceği hayatına avdet etmek, onlarla sessiz, şetaretsiz bir âile teşkil eylemek beni korkuttu. Kendimin dayıma, amucama, enişteme; karımın hemşireme, yengeme benzeyeceğinden irkildim.
Pazar günleri Avrupa’da, şehir civarındaki ormanda gezerken bizim yaşımızdaki tâzelerle gençlerin tahta kanepeler üstünde gözgöze, dizdize, elele seviştiklerini görünce, Türk cemiyetinde, bir gencin hayatından bu türlü zevk almasının ihtimâli olmadığını düşündüm. Günlerce, aylarca düşündüm. Nihayet oturduğum pansiyonun civarındaki çiçekçi dükkânında hem satıcılık, hem hizmetçilik ve hem kâtibelik eden Matild ile göz âşinâhğımız, pazar günleri orman gezmesini intâc etti. Üç yıl sonra bu kızla evlenmem mecburî bir hâle geldi. Çünkü kızım Âdile iki yaşında idi.
Sefaret imamı nikâhımızı kıydı. "Matild”in babasının mahallemizdeki sebze halinin hamalbaşısı ve vâli-desinin eski bir otel hizmetçisi bulunması, bu kız hak-kındaki necîb hissiyatımı incitmemi şti. Zekâ ve güzelliğin evlilikte mes’ud olmak için kifayetine kani” idim.
Yabancı milliyetin, yabancı dinin, yabancı muhittin, pespayeliğin terbiyeye, zihniyete tesirini düşünemedim. Arap atlarında, Ingiliz köpeklerinde bile asâlet-i cinsi-yenin ne sebepten aranıldığına akıl erdiremedim. Annemin her mektubunda mürüvvetimi bir an evvel görmek için öğe öğe göklere çıkardığı komşumuz Defterdarın kızı Refia'yı kırdım. Annemi, hemşiremi kırdım. Beş yıl İstanbul'a gitmedim. Bütün ailemi unuttum. Ahşap evimizi, kaldırımları sökülmüş çamurlu sokağımızı unuttum, patiska perdeleri, dokuma örtüleri, beyaz duvarsa asılı "Hilye-i Şerife” yi, "Meded yâ Ali”, "Dahilek yâ Resûl Allah" levhalarını, mutfaktaki çıkrıklı kuyuyu unuttum.
Bir Fransız haimalı kızıyle oralarda yaşıyacağımı zanettim. Tecrübesiz ve içi saf idim. Gençliğin tahripkâr teceddüdperverliğine kapıldım. Atalarımdan kalan an’ane kâşânesini bir anda yıktım. Usul-ü mimarîden bihaber iken temelsiz, tavansız ve memleketimde bulunmayan kereste ile rende ve destere kullanmasını öğrenmeden bir hâne, bir hayalhâne kurmak istedim. Beceremedim, işte açıkta kaldım.
Karım İstanbul’a geldikten sonra ancak iki ay annemin yanında oturabildi. Mecburen Tophane civarında bir “levantin” in evinin üst katını tuttuk. Burada kızım “Âdile” nin, "Veli” isminde bir kardeşi dünyaya geldi. Çocuklarımın ismi benim için Âdile ve Veli idi. Fakat karım için Adel ve Villi idi. Bu iki ma'sûmu hiç bir zaman anaları, büyük annelerine götürmeye ve onlarla Türkçe görüştürmeye râzı olmamıştı. Çocukları küçük yaşta iken civarımızdaki râhibelerin ana mektebine verdirmeye sebep oldu. İki sene sonra, ziraat müfettişliği ile İzmir’e gittiğimiz zaman meydanı daha müsaidi buldu. İki evlâdımı da bin türlü şaklabanlıklarla beni kandırarak "Senbenuva” papas mektebine verdi. Resmî işlerimden çocuklarla pek meşgul olamıyordum. Bir gün Veli annesi yokken ağlayarak yanıma geldi. Mektepte, annesinin tenbihi üzerine Türkçe derslerine devama papazların müsaade etmediğini ve bilâkis "ka-teşizm" denilen Hıristiyan akideleri dersinde bulunmaya ve kilise saatlerinde İsevî talebe ile birlikte ibâdete mecbur tutulduğunu söyleyerek bundan dolayı mektepteki Türk arkadaşlarının kendisine nefretle baktıklarını, hattâ komşu çocuklarının bile eğlendiklerini teessürle anlattı.
Müttâkî ve beş vakit namazında babamdan ve annemden aldığım saf ve dinî terbiyeye mukabil, benim gafletim yüzünden çocuklarımın gördüğü terbiyeyi ve bundan hâsıl olan hallerin sonunu gözümün önüne getirdiğim zaman gökkubbeyi başıma yıkılıyor sandım.
Derhâl Senbenuva mektebine gittim. Müdüre vaziyeti anlattığım zaman, râhip yüzüme, bir bîçâreye, bir bedbahta acır gibi öyle bir ma’nidâr nazar fırlattı ki utancımdan ve daha doğrusu izzetinefsimin incinmesinden sarsıldım ve ter içinde kaldım. Başrahibin :
— Madam Ruhi, pederinin de arzusu çocuklarının Türkçe dersine devam etmemesinde ve Hıristiyan terbiyesi almaları merkezinde olduğunu söylemişti.
Dediği zaman karımın, o hamal kızının bu cüretinden dolayı da delirmiş gibiydim. Eve geldiğim zaman aramızda geçen şiddetli bir mücadele esnasında Âdile ile Veli'yi kiliseye beraberce götürdüğünü i’tiraf etti. Milliyetimi, dinimi tahkir etmekten çekinmedi. Biz dinsiz, şeytana tapan bir kavim imişiz. Dokuz ay kamında taşıdığı, eziyetlerini çektiği evlâtlarım rahîm, şefik, ulvî, ¡hakikî teslis dininde terbiye ile onların saadet-i ru-hiyesine çalışmak vazifesi olduğunu söylediği zaman kendimi kaybetmiş, onu tekme ile evimden kovmuşr tum.
Irkî verasetin tesirine bak ki, onlar için o kadar eziyetler çeken analarını evden zorla çıkarırken, kızımla oğlum, sağdan soldan dizlerime sıkı sıkı sarılmışlar, ninelerinin sefalet-i âkibetine muhabbet ve rikkatle değil, haşyet ve dehşetle bakıyorlardı. Onların Türk ve Müslüman mayası, sıcak bir iklimden, karlı bir ülkeye nakledilen nebat gibi güneşe hasret çekiyordu.
Fikri kardeşim! Fikrî terakkiler ferdî değil, İçtimaî bir meseledir. Onun ferdiyet sahasında kalması bizimki gibi memleket ve efrad-ı memleket için muzır oluyor. Müfid olmuyor. Tasavvur et nûr-u aynım! Sen ve ben fikren sivrildik ve muhitimizin, âilemizin muhafazakâr zihniyetlerini, maişetlerini, irfanlarını beğenmedik. Yalnız başımıza an’anemizin dâiresini aştık, fezamızın fevkine çıktık. Yabancı bir eş ile yuvamızı yaptık. Neticede çıkan yavrular hemcinslerinden ayri ve gayrı mâne-viyat ile hemcinslerinin arasına girdiler. Hamburg hayvanat bahçesinde doğmuş, büyümüş bir arslam Afrika sahralarındaki hemcinsleri arasına bırak. Ne olur? Garip, miskin, menfur ve makhur olur değil mi? İşte bizim evlâtlarımız da öyle olacaktı. Fakat ben zararın yarı yerinden dönmeye muvaffak olduğumdan dolayı Allaha hamdederim. Yavrularımın geçirdikleri cehennemi hayattan dimağlarında bir iz kalmaması için adlarını bile değiştirdim. Kızın ismini "Hâdiye" ve oğlumun-kini "Mü'min” koydum.... .
Seni te'min ederim Fikri! Oğlum büyüyüp bir ecnebi kadın ile evlenmek istese onu red ve mirasımdan mahrum ederim. Bugün o kadar mutaassıbım. Eğer annelerimiz dahi bizim irfan seviyemizde olup da akıllarımızın kâbul edeceği nasihatlarla gençliğimizi irşad ve bizi idâre edeydiler, bu felâketler birçok gençlerin başlarına gelmezdi. Senin ve benim tanıdığımız şu anda isimleri hatırıma gelen yirmi, otuz Türk var ki refika-lan ecnebidir. Bunların içinde hangisini mes’ud ve mutmain gördük? Hangisi gençliğinde irtikâb ettiği hatânın cezasını çektiğini itiraf etmedi? Zevcesi bir Fransız kadını olan reji memuru merhum Kerim Bey'in oğlu Paris'te apaş oldu. Kızı bir Rum ile Patrastâ yaşıyor.
Fakat bir muhitin ekseri efradı münevver bir kitleden teşekkül ederse, o zaman böyle gayr-ı tabiî evlenme olmaz, muhtelif zihniyetler olmaz, muhtelif terbiyeler olmaz. Her genç mefkûresini muhitinde bulur ve muhitinde saadetinin sebeplerine nâil Olur.
Onun için fikrî terakkilerin ferdî değil, İçtimaî bir mesele olduğuna îmân ettim. Bedbahttır, o nesil evlâdı ki, bizim gibi intikal devresinde yaşar ve mahv-ü perişan olur.
Kardeşin : Ruhi
18 Nisan 1340 (1924)
NÛR-U SİYAH
Tekkenin şadırvanında iki kumru, hem dem çekiyor, hem yıkanıp silkiniyor. Bir küme serçe muslukların önüne biriken sulardan bir dakika içinde içip, havalanarak sed üstündeki serviye konuyor. Semâ'hânenin tahta parmaklık kapısından beyazlı siyahlı bir kedi çıkıyor, karşıki mezar taşlarının arasında kayboluyor, şimdi yandaki harap mutbaktan aşçı dede çıktı. Sağa saptı, sedli bahçenin köşesine doğru yürüdü. Ekili bir iki tarlanın hizasına gitti, yerden bir iki tutam maydanoz topladı. Sağ taraftaki hücrelerin birinin penceresine doğru baktı. Camın arkasında sivri bir sikkenin altında genç, zarif bir baş, aşçı, dedeye gülümseyen bir çift siyah göz göründü. Aşçı dede havuzun kenarından bir dal şebboy kopardı, kokladı, kulağının arkasına soktu... Yürüdü ve kayboldu... Tekkenin avlusu yine râ-kid bir sükûna daldı. Hücre-nişîn genç dede hâlâ pencerenin kenarında sedire bağdaş kurmuş elindeki Galip divanını süzüyordu. Bakışları:
"İsterim hüsnün gibi çevrine pâyân olmasın" "Tek seni sevmek cihan halkına âsân olmasın"
beytinin üstünde saplandı kaldı. Boynunu büktü. Bahçedeki güller, süsenler arasında siyah bakışları uzandı. O sessizlikler içinde hareketsiz kaldı. Hücrenin kar-
şısmdaki servinin üstünde bir karatavuk muttasıl şakıyordu. Tayfur Dedenin söylenilmez hicrânı vardı. İçini çekti.
Yüreğimi öten kuşa açayım
dedi. Bir an içinde göğsü kabardı. Gözleri parladı. Yanındaki yastığın üstünden bir parça kâğıt aldı, yazmaya başladı:
Yüreğimi öten (kuşa açayım.
Ahlanma esen yele saçayım.
Başım alıp yâd ellere kaçayım.
Tek benim hâlimi yârim bilmesin.
Gönülcüğüm onun içim üzülsün.
Boyuncuğum onun içün bükülsün.
Gözyaşlarını onun içün dökülsün.
Pamuk eli yaşlarımı silmesin.
O duymasın, onun içün yaşayım.
Onun içün denizleri aşayım.
Derelerle köpüreyim taşayım.
Tek benim hâlimi görüp bilmesin.
Tayfur Dede her Mevlevi gibi âşıktı. Hem âşık-ı bil-lâh, hem âşık-ı habîbe idi. Habîbe, Şeyhin kızı idi. O siyah gözlü, siyah saçlı, beyaz dilberi tâ çocukluğundan beri görür ve severdi. On sene evvel küçük Habî-be'nin kahkahalarını bir ney sedası gibi mânevi bir cezbe ile dinler, onunla koşar, onun için ağaçlara tırmanır, ona yasemenlerden çelenkler örerdi. On yıl geçti. Şimdi Habîbe Hanım görünmüyor. Fakat her cuma genç Tayfur onun aşkını, aşk-ı İlâhî ile mezcederek semâ’hâ-nede döner, döner ve kalben döne döne bir gird-i bâd
nağme gibi ona doğru yükselirdi. Tayfur aşk şevkiyle çalıştı. Müridlerin en münevveri, en muhteremi oldu. Musikîde istidadı, şiirde behresi muhitin fevkinde idi. Bir sene sonra Tayfur meramına nâil olmuş, Şeyhin dâ-mâdı ve Habîbe'nin kocası olmuştu.
Bir Mayıs akşamı saçaklarından mor salkımlar sarkan, tekkenin bir dâiresinde bu karı-koca, feyz-i Mes-nevî’nin bu iki mısraı, yekdiğerine iftirak demlerinin sergüzeştlerini anlatıyorlardı.
Tayfur Dede dergâhta neyzenbaşı ve bir iki rüştiye mektebinde farisî muallimi olmuştu. Habîbe de, Tayfur gibi, küçükten beri şiir ve musikî ile beslenmişti. Mevlânanın, Şems’in birçok beyitleri, Nâzımînin naat-ları, Esrar Dede’nin, Şeyh Galib'in ekseri eş'arı ezberinde idi. Bu karı-koca melekâne ve lâhûtî bir hayat geçirirlerdi. Zayıf ve nahif olan ıHabîbe, sabahları erken uyanmayı sevmezdi. Çok defalar Tayfur sabah namazına kalkar, karısını uyandırmadan ibâdetini edâ eder. Bahçeye çıkar, çiçeikleriyle uğraşır. Kahvesini içer ve sonra nayını eline alır, Habîbe’nin en sevdiği peşrev veyâ semaîlerden birkaçını ve bilhassa İrticâl Dede’nin müste-ar sazsemâisini çalardı. Müsrtear, Tayfur için bir şi'r-i hazîne-i aşk, bir nağme-i âteşin sevdâ idi. Tayfur kamışı boynu bükük üflerken yüreğinden kopan evvelâ hıçkırırklar, sonra yaşlar elhan şeklinde damla damla, dalga dalga nayın gözlerinden süzülür ve kâh hazin, kâh cilvekâr titreyişlerle odanın içine yayılır. Semaî, beyaz mermerden bir havuzun içinde bir küme beyaz kuşların kanat çınpınmalarıyle başlar. Bir kaval hüznüyle sâde şikâyetler, enînler duyulur. Sanki genç bir çoban, tâze bir melikeye âşık olmuştur. İçin için inler, ağlar. Yaş-
lar sızar, enînler uçar. Bu gizli sesler ve sisler arkasından âteşin bir tül perde kalkar. Yâkutlu, firûzeli yaldızlı, ipekli, kılabdanlı esiri bir saray görünür. Bu saray belki İrandadır, belki Turandadır. Herhâlde aşk-ı âbâd bir iklimdedir. Çoban gencinin üstüne mihrûlar, bânûlar, cadılar, tüller, güller, ağular serperler, kahkahalar, çığlıklar serperler. Mâyi gözlü çoban, erkek bir kumru gibi dinler. Mâvi gözlü meleğini, mâvi gözlü melikesini firû-ze tahtlarda arar, firûze sedirlerde arar... Korkarak, sendeleyerek yürür, yeisine bürünerek yürür. Lâyete-nâhî inler ve sarayın büyük kapısından karanlıklara doğru heyûlâsıyle, sevdasıyle, sedasıyle, beraber erir, süzülür ve kaybolur.
Bu nağmeler yalnız kulakla işitilmez, gözle de görülür gibi olur. Bu sırada Habîbe'nin kapalı gözlerinin önünde tennûreli, sikkeli melek-^sîma Tayfurlar semâ’ ederler. Dönerler, dönerler...
Tayfur nayıyle hal olur, gaşyolur. Coşar, coşar ve çalar, çalardı. Habîbe bu nağmeleri bir müddet neş’e ile gözleri kapalı dinler ve sonra yavaşça kara gözlerini açarken, pembe dudakları arasından beyaz dişleri gülerdi.
Zaman olurdu ki bu şevk-ı ruhanî ile Habîbe gözlerini uğuşturarak mâvi damarlı, beyaz kollarını, mâvi damarlı küçük pemibe ayaklarını yorganından dışarı çıkarır ve çok defa Tayfur Dede bahçeden toplayıp bir köşeye yığdığı al, beyaz, sarı gülleri, yaseminleri, leylâkları, menekşeleri karıcığının çıplak kolları, gerdanı, göğsü, ayakları üstüne serper ve o zaman Habîıbe kollarını, belini daha ziyade uzatarak kocasının boynuna sa-rıhr ve onun yumuşak, siyah ipek sakalını okşar ve ok-şardı. Tayfur bu zarafet ve şetaret levhasını bir dakika ihlâl ederek, onun kollarından kurtulur ve karısının sütlü kahvesini, tereyağlı ekmeğini götürür ve Habîbe sabah gıdasını ikmal ederken, o da sâde zarif libasını giyinir ve sevgilisinin bir kere daha alnından öptükten sonra kitaplarını alarak odadan kemâl-i tevazu'la çıkardı.
Bâzen olurdu ki kocasının hangi nakş veyâ semâi ve peşrevlerle Hâbîbe'yi ertesi sabah uyandıracağı bir gece evvelden peylenirdi. İrticai Dede'nin müstear saz-semâi-sinden başka, Habîbe’nin en sevdiği Dede Efendinin rast-kâr-ı nevini ile rahat-ül-ervâhı ve kemânî Rıza Efendi’nin tâhirbûselik peşrevleri idi.
Tayfur Dede karısına dâima "Hanım Sultan” diye hitap ederdi. Bu karı-koca mefkûrevî bir hayat yaşıyorlardı. Tayfur tarîk-ı Mevlevi sâliklerinin ekserisi gibi ruhunu, vicdanını tasfiyeye muvaffak olmuş güler yüzlü, nazik, halûk, zarif ve ince bir zat idi.
Tayfur ile Habîbe maişetleri müreffeh, herkesin hürmetine mazfhar bir çift mes’ud mahlûk idiler. Fakat bu saadetten, bu refahtan ne İçin hakkiyle istifade edemiyordu? Niye Habîbe her gün bir parça daha zayıflıyor? Ve neden mütemadiyen sessizce öksürüyordu? Tedavilerin, hava tebdillerinin hiç bir faydası görülmüyordu. Tayfur karısının mütemadiyen eridiğine gizli gizli ağladıkça gözleri yanıyordu. İki yıl, bîçâre kadın ecelle uğraştıktan sonra mağlûp oldu. Bir sonbaharın yağmurlu bir günü Tayfur Dede’nin Habîbe'si veremden irtihâl etmişti. Can çekişirken o lâtif ruh, bir ney nefhası ile uçmak istemişti. Kocasına müstear saz-semâisini çaldırmış ve ism-i Celâli tertîl ede ede ulûhiyete yükselmişti.
Cenâzesinde bütün Mevlevi şeyhleri, dervişleri, bu şiir ve musikî meleğini kabristana doğru götürürlerken aralarında Tayfur Dede sâkin ve cansız bir mezar taşı gibi sürükleniyordu.
Bir Haziran sabahı da, Karacaahmed mezarlığı mâ-vi göğü yaracak mertebe uzun yeşil servileriyle derin bir yeşil deniz, ührevî bir yeşil iklimdi. Bu denizin ortasında köpüren mermer mezarlar, bağırlarında gömülü muztarip beşeriyetin acıklı tercüme-i ahvâlini ebediyetin sonsuz boşluğuna karşı haykırmak ister gibi gazaplı, me’yus duruyorlardı.
Karacaahmed türbesinin arka tarafına rastlayan bir mezarın kenarına bir Mevlevi dervişi oturmuş, elleriyle taşın üstündeki yazıları okşuyordu ve sonra zayıf titrek bir sesle sûre-i meleği tilâvet etti. Bitirdi. Elleriyle yüzünü sıvadı. Mezar taşını öptü. Cübbesinin yeninden bir nay çıkardı. Üflemeye başladı: İrticai Dedenin müstear saz-semâisi, mezarlığın içine bir öd ağacı râyihası gibi sine sine yayıldı. Nay sesi titriyor, neyzenin elleri titriyor, servilerin yaprakları titriyor, servilerin arasında uğuldayan rüzgâr titriyor, bu dakikada kabristanda canlı ve cansız her şey titriyordu. Dede semâiyi çalıyor, tekmil ediyor. Sonra yine tekrar ediyor, nağme nağme enînler uçuyor, süzülüyor. Damla damla yaşlar sızıyor, süzülüyor...
Tayfur, Habîbe’nin ölümünden sonra iflâh olmamış, zâten ağrıyan gözlerinin ikisine birden perde inmişti. Artık derslerine devam edemiyordu. Tekkenin dâiresin-
den ayrılmış, eski hücresine çekilmiş, yalınz nayzenba-şı’hğıyle iktifa ediyordu. Kırk senelik hülyâlan mahvolmuş, yuvası dağılmış, sevgilisi, yâr-ı cânı kaybolmuş, dersleri, kitapları elden gitmiş, gözlerinin nûru uçmuş, yalnız yalnız öteden beri meşgul olduğu tasavvuf felsefesinden bakiye olarak gözlerinde, nûr-u siyah dediği yârin hayâli ile bir de saadet günlerinin yâdigârı, nûr-u siyahın meş’ali bir nay, bir nay-ı elem kalmıştı.
Hayatının velveleli gündüzü sönmüş, sessiz ve durgun gecesinde gözünde ağlayan bir nûr-u siyah, elinde inleyen mahvolmuş bir nay ile kimsesiz ölümünü bekleyen Tayfur Dede, huy ve tabiat hâline gelmiş dinî ve hissî terbiyelerle bu karanlıklardan, bu hiçliklerden, bu boşluklardan da mânevî bir yeis zevki alıyordu.
İki seneden beri karısı vefat eden Tayfur, her cuma sabahı, bembeyaz sakalı, dâimâ kaybettiği eşini, nûr-u siyahını gökyüzünden arayan sönük gözleriyle değneğini kakarak sendeleye, düşe, kalka Habîbe’nin mezarını bulur ve elleriyle kitâbesini yoklayarak okur, ezber bir sûre-i melek veyâ "Yâsin-i Şerif” i tilâvet ettikten sonra nayma sarılır. Habîbe’nin, her sabah uykudan uyanırken çaldığı besteleri ve bilhassa müstear saz-semâisi-ni derin bir âh ile çalar ve onun uykudan uyanmasını, beyaz ince, ufak elleriyle gözlerini uğduktan sonra kollarını boynuna sarmasını beklerdi.
Bugün de Tayfur, yarım saattan beri çalıyordu, karısının hayâli şimdi beyaz kefeniyle, beyaz mermerin altından bir beyaz bulut şeffaflığıyla süzülerek yükselecek, onUn beyaz sakalını okşayacak sanıyordu. Mezarın göbeğinde açılan bir sarı gülün üstünde iki sarı ke-
lebek Dayın sadasıyle semâ' ediyorlardı. Dede, rûhânî nağmenin tesiriyle mevkiini bir âlem-i lâftıûtî farzeyle-miş ve kendisinden geçmişti. Artık nayı bırakmış, me-zartaşma dayanmış “fenâfilaşk” m nûr-u siyahına müs-tağrak olarak bir başka âlemin, tâbire sığmayan bir saray nûr-u sükûnunda yâr-ı cânıyle hem-âğuş-u safa olmuştu.
9 Nisan 1340 (1924)
ASÎL ECNEBİ
Mukbil, Nef’î Bey'in apartımanı kapısı önünde durdu. Fesini çıkardı. Karışan püskülünü sıvadı. Serpuşunun etrafına konan tozları bir iıki fiske ile uçurttu. Dudaklarını, gözlerinin ucunu mendiliyle sildi. Tereddütle zili çalarken içeride bir şetaret âvâzesi köpürdü. Mukbil, dar dehlizde Nef’î Bey'in zevcesi Nûşuhand Hanımın hâlâ devam eden tatlı gülüşlerine karıştı.
— Safa geldin, Mukbil Bey!
— Kahkahalarınız uzaktan koklanıyor.
— Duyuluyor, diyecektiniz.
— Sizin gülüşünüzün de çiçekler gibi barh bir kokusu var. Misafirleriniz çok mu?
— Girin, girin! Bugün bizim ev taşıyor.
— Ecnebiler de mi var
— Bugün, dost, düşman, Türk, Arap, Fransız, İngiliz, İtalyan yetmiş iki buçuk millet burada. Buyurun! Seyri ıbedâva.
Nûşuhand, Mukbil'i salon kapısından itti. Şimdi onu takdim ediyordu: Mukbil Bey!
— Çiçek Hanım, Âhû Hanım, yüzbaşı Pol, Maşuk Bey, mülâzım Pierini, mülâzım Pik Beyker, diğerleri âşinâlarınız... Mukbil Bey, hâne sahibinin kulağına eğildi. Usulca :
— Pik Poker mi dedin? Bir kahkaha daha fırladı.
— Geliniz çayınızı içiniz de zihniniz toplansın..
Mihman ile mihmandar salonun yanındaki küçük odaya girdiler. Çay masasının kenarına yanaştılar. Orada Rukiye Hanım, birinin gözü kömür gibi sürmeli, diğerinin boynundaki sıraca eserleri görünmesin diye boynuna atkı saran kızı ile şekerleme yiyorlar. Köşede, Anadolu Demiryolları memurlarından şişman Habib Bey, zayıf bir İtalyan kadınına tavufcgöğsünün nasıl yapıldığını kemâl-i talâkatle anlatıyordu.
Nûşuihand Hanım kalbindeki ukdeyi hâl için Muk-bil’e iki yudum arasında izahat veriyordu :
— Bu İngiliz zabitini Madam Pandala’nm müsame-resinde tanıdım. Çoık asil, çok fâzıl bir zat. Türklerin gayet hayır-hâhı, İngiltere'nin en eski âilelerinden birine mensup...
Tam bu sırada İngiliz mülâzım Pik Beyker, yanında Nûşuhand Hanımın zevci, mütekait miralay Nef’î Bey ile davetlilerinden muallim Zarif Bey girdiler. Zarif Bey anlatıyordu :
— Lord Byron, Missolonghi’de barbar, canavar Yunanlılar uğruna hayatını feda ederken cehâletinin kurbanı oldu. Türkleri iptidaî bir sürü halk sanıyordu. Halbuki Çingiz, Timur, Yavuz gibi dünyanın en büyük cihangirleri aslen Türk'tüler. Şarkın en mühim filozofu Avicenne dediğimiz, İ'bn-i Sina aslen Türktü.
Kurun-u vustânm en büyük heyetşinaslarmdan Uluğ Bey, Türk şehzâdesiydi. Elbette Uluğ Bey'in zayiçesini British Museum’da görmüşünüzdür.
İhtiyar Rükiye Hanım kızlarının yanından ayrıldı.
—’ Mösyö, dedi. Lord Byron Fuzûlî’mizi okumuş olsaydı Homer’in ismini ömürlerinde bir kere işitmiş Yunan palikaryalarının keyfi için canını feda etmekten utanırdı.
Mösyö Pik Beyker esnedi ve esnerken bir koşuatı ile orkinoz balığı başı arasında bir sîmâya mâlik olan yüzü biraz daha uzadı. Bu mülâzım bir İngiliz'e yakışmayacak derecede yanlışsız Fransızca-görüşüyordu. Düşündü ve mırıldandı:
—1 Evet! Fuzûlî, Homer, Homer, Fuzûlî ve Misso-lonğhü... Ben Rumları hiç sevmem, Ermenileri de hiç sevmem, çünkü Boğaziçi çok güzeldir.
Semaverin yanma gitti. Bir eski Saksonya fincanını elbezi ile sildi, çay ile doldurdu, bir tabak pastayı da diğer eline aldı. Rukiye Hanım’m kızlarından birine verdi ve masanın üstüne dökülen bir iki damla suyu i’tinâ ile sildi. Tabaklarda dağılan pastaları bir çatal ile sıraladı. Lâübâli bir tavır ile herkese hizmet etmek istiyordu. Bu sırada Nûşühand Hanım, Mukbil Beye :
— Ne zarif, ne terbiyeli İngiliz değil mi? İşgal ordusu kumandanı İngiliz zâbitlerinin Türklerle temaslarını menettiği hâlde, milletimize muhabbetinden yine cemiyetlerimize dâhil olmaya canatıyor. Dedi.
Diğer odada kadın, erkek herkes Mösyö Pik Bey-tker’den, bu asil centilmenden bahsediyordu. Hâne sahibi bu gece misafirlerinden pek müftehirdi.
Vakta ki Pik Beyker, cesur ve levend bir tavırla salona döndü, kahkahalar dindi. Fısıltılar sindi. Dudaklar kapandı, gözler açıldı. Hazır bulunanlar Pik Bey-ker'in ağzına bakıyordu. Pik Beyker duvarda asılı bir levhanın önünde hayran durdu. Siyah kadife üstüne san kabartma sırma ile :
“Âkil ne şâd olur bu ¡cihanda ne gam çeker”
"Gafil odur ki şâd olayım der elem çeker”
beyti ve kenarlarına yine kabartma renkli sırma ile Türk üslûbu çiçeklerle bir kitabe işlenmişti ki uzaktan bakılınca üstad bir nakkaşın fırçasından mı veyahut zarif bir elin iğnesinden mi çıkmış olduğu belli değildi. Bilâ-pervâ levhayı yerinden çıkardı. Beytin mânâsını sordu. Çerçevesine hayret etti. Levhanın fiyatını sordu.
Nûşuhand Hanım derhâl :
— O kadar beğendinizse size yâdigârımız olsun. Dedi. Mösyö Pik Beyker vakur ve azametliydi. Fakat yine teşekkür etti.
— Londra’da tanzim edeceğim Türk salonunun en kıymettar eşyası olacak, yarın tercümanımı gönderir aldırırım. Dedi.
Köşede oturan Fransız zâbiti yüzbaşı Pol de Gordin, yanındaki Mâşuk Beye zarif bir nükte fırlattı. İtalyan mülâzımı, Mascagni'den bir nakarat mırıldandı.
Nûşuhand Hanım kocasına nisbeten daha genç ve çok zengindi. Nöf’î Bey, gençliğinde İstanbul’un yakışıklı ve Beyoğlu yayakalıdırımları tezyinatından ve To-katlıyan gazinosu camekânı matâ’larındandı. Kırkından sonra Nûşuhand’ı dul bularak onunla teşrîk-i hayat edince askerlikten istifâ etmişti.
Otuz yaşında daha tâze görünen Nûşuhand, gösterişi ve eğlenceyi seven, kahkahası, kuvve-i fikriyesinden taşkın bir maihlûka-i ihtişam idi. Eski valilerden biri olan babasından ve ilk kocasından kalan serveti, hevesleri uğruna itlâlf ederken Nef'î, karısının çılgınlıklarını hoş görürdü. Esâsen Nef’î Bey’le karısı fıtraten, yeni tâbiriyle birer bozguncu, birer bedbindiler. İkisi de şapka âşıkı, ecnebî meftûnu idiler. Bizde bir tabib, bir mimar, bir ressam, bir şâir, bir musikîşinaş yetişeceğine kail değildiler. Evde aşçıları Ermeni ve hizmetçileri Rum-du. Ermeni tupiğini, kadmbuduna; trigonayı, baklavaya tercih ederlerdi. Bunların nazarlarında, şapka giydikten sonra bir Tatavlalı Rum ile bir HollandalInın; bir Kumkapılı Ermeni ile bir İngilizin, bir Balath Musevî ile Haydelberg Darülfünun müderrisinin arasında fark yoktu. Paul Verlain’in birçok şiilrerini ezber bilen Willy’nin, Colette’in bütün romanlarını okuyan Nûşuhand Hanım, Abdülhak Hâımid namında bir şâir-i âzamimizin mevcudiyetinden haberdar değildi. Her gün okudukları Fransızca İstanbul gazetesi idi. Çocukları olmadığı hâlde İslâm, Hıristiyan komşuların çocuklarını ef-renci yıl başında dâvetle "Nehl-i Meryem” kurarak oyuncaklar dağıtırlardı. Musikîmizden ürkerler, yemeklerimizden tiksinirler, lisanımızı beğenmezler; İstanbul'dan, tesadüfen temasta bulundukları esnaf ve tüccarımızdan mutlaka şikâyet ederlerdi. Onlar için —kendileri de dâhil olmak üzere— her Türk terbiyesiz, her Türk beceriksiz, her Türk liyakatsizdi. Avrupa ve Amerika âdetlerinin perestişkârı olan bu âile yalnız demokrasi aleyhinde idi. Evlerine necip zevâtı davet ve bununla iftihar ederlerdi.
Muharebe de, mütareke de nihayet bulmuş ve Lozan Konferansı imza edilmek üzere bulunmşutu. Nûşu-hand, Beyoğlu’ndaki evini satarak, İtalya, Fransa ve İngiltere’deki dostlarına iâde-i ziyaret hevesine düştü. Ko-casıyle Napoli tarikiyle Roma'ya ve Floransa’dan Nice'e geçti. Paris’te yirmi gün ikametten sonra, Manş'ın fırtınalı bir gününde İngiltere’ye vâsıl oldular. Nûşuhand Hanım ile Nef’î Bey Londra’da "Karlton” oteline indiler. Hanım bir müddet Üsküdar’da “Amerikan Kolej” de okuduğundan, hizmetçilerle görüşecek kadar İngilizce bilirdi.
Nef’î Bey’in birahâne arkadaşlarından Mısırlı Kâmil Beye bu otelde tesadüf etmeleri, karı kocayı bahtiyar etti.
Bir cumartesi akşamı “Karlton” otelinin "Palmhol” denilen alt kat salonu yerli, ecnebi, birçok sarı, esmer halk ile dolmuştu. Mısırlı Kâmil Bey:
— Veyter, üç çay! dedi.
Gelen garson masanın üstündeki keten örtüyü ve çiçekleri düzeltiyor, fincanlara şeker koyuyordu. Nûşuhand Hanım, uzun saplı gözlüğüyle etraftaki Mis, Misis ve Misterleri süzüyordu. Gözü garsona ilişti. Bilâ ihtiyar boyalı dudaklarından:
— A a â!...
Feryadı fırladı. Garson çaydanı bıraktı. Kemâl-i hürmetle :
— Hizmetgüzarımz.
Dedi ve oradan savuştu.
Çay getiren garson, sâbık mülûzım, sabık ecnebi Pik Beyker’di. Nef’î Bey maroken koltuğa bîtap yaslandı. Gözlerinden düşen gözlüğünü yeleğinin düğmeleri üstünde telâşla ararken masanın kenarındaki ince bardak bir tîz şangırtı ile yere düşerek bütün nazarları celbetti.
Artık Nûşuhand Hanım, geçen kışın asîl ve kibar İngiliz zâbitinin davetli bulunduğu çay saatlerini gözü önüne getirirken karşısındaki semaver hiddetinden ateş püskürüyor. Fincanlar, çatallar perende, kekler, pudingler taklak atıyorlar, sandüviçler dillerini çıkarıyorlar. Bu garplılaşmak isteyen gafil ve safderun kadıncağızla eğleniyorlardı. Nef’î Bey'e Nûşuhand Hanım donmuş kalmışlar, hicap ve nedametten birbirlerinin yüzlerine bakamı-yorlardı. İkisi de bitmişler... Sükûtu ihlâl eden Mısırlı Kâmil Bey oldu.
— Bu garson benim oda hizmetkârımdır. Bende antika merakı olduğunu anlamasıyle bana öyle güzel bir kelepir kazandırdı ki... Tasavvur edin yirmi İngiliz lirasına bir nefis levha sattı. Yesarî hattıyle. Bugün sokağa atılsa yüz İngiliz kıymeti var..
Bu kelepirin târifinden Nûşuhand’ın asîl ecnebiye hediye ettiği levha olduğu anlaşılınca, karı koca bir anda yalnız bir :
— Yâ’.!...
Diyebildiler. Ve ertesi gün, hattâ Mısırlı Kâmil Beye de vedâ’ etmeden Karlton otelini ve Londra'yı terk ettiler. Nûşuhand Hanım, artık İtalya ve Fransa’daki dostlarına da tesadüf etmediğine memnun oldu. Onları da bakkal çırağı veya meyhâne miçosu görmekten korkmuştu.
24 Şubat 1924
CESARET ET, OĞLUM TAYYARECİ OL!
Akşam yemeğinden sonra Selim Bey, yorgun ve düşünceli bir tavır ile yavaş yavaş odasına girdi, masanın üstündeki kutudan bir sigara aldı. Yâsemen ağızlığa taktı. Koltuğa oturdu. İki dakika sonra hizmetçi kahvesini getirdi. Sıhhatte bir adam iştihâsiyle bir parça hö-pürdeterek içmeye başladı. Hizmetçi diğer fincanı köşedeki masanın üstüne korken sordu :
— Hanım nerede?
— Küçük Beyin yanında efendim.
Selim Bey tekrar kahvesini çekti. Sigarasını duman-.indirdi.
Her akşam, oğlu İhsan’ın yemekten sonra babasının yanına gelerek annesiyle birlikte yarım saat kadar oturmak mu’tâdı iken bu gece doğru odasına çıkması Selim Bey'in, bu mütekait diplomatın canını sıkmıştı. Ne oldu? İhsanın annesi ile arasında ne geçti? Sigara tekrar çekildi. Kahveden derin bir yudum daha içildi.
İskemlenin üstünde dürülmüş gazetelerden birini aldı. Koltuğun üstünde biraz daha gerildi. Gazeteyi süzmeye başladı, okudu. Yarım saatten fazla bir zaman okudu. Saatine baktı. Kalktı. Kanepenin altından seccadesini aldı, yaydı. Yatsı namazını kıldı. Ka’de-i ahîre-de selâm verirken yanında karısını gördü. Zehra Hanım meftur ve mağmum, soğumuş kahvesini içiyordu...
— Nerede idin? Ne oldun Hanım?
— Biraz işim vardı.
— İhsan nerede?
— Odasında.
— Neden odasında, yanımıza gelmedi?
— Bilmem.
— Ana, oğul sizde bu akşam bir tuhaflık var. İhsanın yemekte de suratı asıktı.
Zehra Hanım derin bir göğüs geçirdi. Beyazlanan saçlarını sağ kulağının arkasına soktu. Düzeltti. Gözleri doldu. Mendilini avucunun içinde mıncıklamaya başladı.
— Hanım ne oluyorsun?
— Bey! Bey! Artık dayanamayacağım. Sen bunca yıl gurbet diyarlarda gezdin. Ben bu çocuğu, sinemde büyüttüm. Onun uğrunda gençliğimi bilmedim. Hayatımı ona vakfettim. Şimdi mektepten çıktı. Tam mürve-tini göreceğimiz zaman...
Zehra Hanım yüreğinden kopan bir isyan ateşiyle hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve yanan göğsünün düğmelerini çözenken :
— Bir aydan beri İhsan bana yapmadığını bırakmıyor, dedi.
—- Ne demek?
—Tayyare zabiti olmayı tutturmuş. Tayyare mektebine müracaat etmiş. Muâyene olmuş. Kararını sana söy-lemekliğim için beni her gün tazyik ediyor. O kendisini tehlikeler, kazalar içine atarsa ben... biz mahvoluruz. Değil mi Bey? Allah rızası için evlâdımızı kurtar. Nasihat et! Ne yapansan yap kurtar!
Zehra Hanım şimdi kocasının iki ellerine sarılmış... Onları titreyen dudaklarıyle öpüyor ve gözlerinin yaş-larıyle ıslatıyordu.
— Peki! Düşünelim. Yarın akşam mesele hâl olunur.
Selim Bey düşünüyordu. Zehra Hanım muttasıl söylüyor, ağlıyordu. İhtiyar diplomat bir sigara daha yaktı :
— Hanım, dedi, yinmibir yaşındaki bir genç, irâdesini bu kadarcık olsun keyfinin istediği gibi kullanmakta hürdür.
— Kendsini idâre edebilen bir genç için dediğin belki doğrudur.
Selim Bey erkeklik vakarının, babalık gururunun en bâriz noktası incinmiş gibi yerinde doğruldu :
— Ne demek, İhsan akılsız mıdır? Alık bir genç yüksek mektepten yırtıcı çıkabilir mi? Benim evlâdım budala olamaz.
Zehra Hanım kocasının, bilmeyerek kalbini kırdığım anlayarak:
— Hayır, dedi, tecrübesiz, beceriksiz, demek istedim.
— Bakalım o bizim tecrübemizi, aklımızı beğeniyor mu? Gençlik amansızdır Hanım, ve hem amansız olmalıdır.
Selim Bey yatmaya çıkarken karısı da gözlerini silerek onu tâkilbediyordu.
Ertesi akşam, İhsan eve biraz geç geldi. Sofrada Zehra Hanım yine mahzun, fakat Selim Bey pürneş’e idi. Söyledi, güldü. Etrafını da güldürdü.
Âile efradı birlikte salona çıktılar. Selim Bey mu-kaddemeye lüzum görmeden dedi ki:
— Tayyare mektebi müdürünü Berlin’de tahsilde iken tanımıştım. Yarın beraber mektebe gidelim. Müdür ile görüşeyim, mâdem ki arzun tayyareci olmaktır, mâ-dem ki kendinde yükselmek meyli duyuyorsun, seni vatana hizmetten menedecek baban değildir, oğlum!...
İhsanın gözleri parlamıştı. Gayr-i şuûrî babasının ellerini öpmeye başladı.
Zehra Hanım heyecanla atıldı:
— Aman!... Bey ne söylüyorsun?... Bir erkek evlâdımız vardır.
— Bir erkek evlâdımız olduğu için ben de onun her mâkul arzusunu yerine getirmek isterim. Şimdi sen söyle bakayım İhsan! Ne için tayyareciliğe intisap edeceksin?
— Babacığım! Sayenizde bu sene Mühendis Mektebinden diplomamı aldım. Ninem de şâhiddir ki küçükten beri, boş vakitlerimde, mukavvadan, ince tahtalardan birçok tayyare modelleri yapardım, Harb-i Umûmî esnasındaki en meşhur Alman, Fransız, İngiliz tayyarecilerinin terceme-i hallerini, sergüzeştlerini ezberlemiş gibiyim. Mektepte bütün i’tinâmı tayyare makinelerine has-
rettim. Gördüm ki bende, tayyareciliğe bir istidad var. Babacığım bu türlü buluşlar hep Avrupa’da ve Amerika’da Hıristiyan âleminde husule geliyor. Belki diyorum, bir gün de, ben tayyarecilik âleminde...
— Bir gün de sen tayyarecilik âleminde bir keşfin sahibi olursun. Bu sâyede milletine şeref ve nefsine servet kazandırmış ve âile ismini ihyâ etmiş olursun değil mi?
— Bu kadar büyük söylemeye cesaret edemedim, babacığım.
— Cesaret et oğlum! Bu bir mefkûredir. Cihanda muvaffakiyet, mefkure sahibi bahtiyarlarındır. Yalnız bir fikrine i'tiraz edeceğim. O da bütün buluşların Hıristiyan âlemine münhasır olduğunu söylerken, eğer yanılmıyorsam, bu muvaffakiyeti, bir ırk meselesine atfetmek istedin. Bu kanaatini tashih etmek isterim. Bunda ııkın, cinsin, milliyetin hiç te’siri yoktur. Mesele fenne âiddir. Fen hangi memlekette terakki etmişse o memlekete mensup insanlar arasında kâşifler türemiştir. Her buluş bir dehâ eseri olmaktan ziyâde, fen ve tecrübe mahsulüdür. Her mûcid bir dâhi değildir. Belki tecrübeli bir mütefennindir. Bundan on beş sene evvel Almanya'da sanayi muhitinde bulunmuş, mühim bir fabrika sahibinin ziyafetine iştirak etmiştim. Ziyafet sırasında bana on beş kadar muhteri’ takdim ettiler. İhtira’la-nnı sordum, öğrendim. Cümlesi mühim muvaffakiyetlerdi. Hayretimi gören direktör bana dedi ki:
— Bugün tanıdığınız mûcidlerin hemen hepsi makine mühendisidirler. Buluşlarının cümlesini kendilerine isnad etmek doğru olamaz. Bu icadlann pek çoğu fabrikada çalışan zeki amelenin keşif eseridir. Bunlar buluşlarını maiyetinde çalıştıkları mühendise söylerler. Bu mühendis de bu taslağı kabil-i istifade bir hâle getirir. Senelerce bir makinenin başında çalışan bir mühendis, hattâ, bir işçi bu makineye bir iki demir dirsek veyâ bir üstüvâne ilâve etmekle başka bir makine daha çıkarabilir. Meslekten olmayan ilk muhterilerin mesaisi heder ölür.
"Uçmak" keyfiyeti, asırlarca evvel efkârın, medeniyetin beşiği olan Şarkta çıkmıştır. Onun için “Cennet” in ismi Türkçede "Uçmağ" dır. "Mi’rac-ı Hazret-i Muhammed" de ve "Uruc-u îsâ” 'da tamamıyle uçmak fiili vardır.
"Taht-ı Süleyman havada idi”
"Seyretti ıhava üzne denir taht-ı Süleyman”
"Ol saltanatın yeller eser, şimdi yerinde”
Kısas-ı Eribiyâ'daki "Nemrud" un ulûhiyet dâvâsı-na kalkışmasında da uçurmak keyfiyeti vardır. Nemrud tasavvur ettiği bir nevî uçurtmanın üstüne diktiği direğin ucuna et parçaları ve aşağı tarafına da birkaç iri ve aç kartallar bağlamış. Kartallar açlıkla eti yakalamak için havalandıkça et parçaları dahi yükseklere kalkıyordu. Bu sâyede yükselen uçurtmanın üstündeki adam da hâşâ "Allah" zu'miyle güneşe ok atmak safderunlu-ğunda bulunmuştu.
Şimdi ben sana bundan bin sene evvel bir Türkün, hem maruf ve meşhur bir Türkün icad eylediği tayyare, yâni kanadlar uğrunda terk-i hayat ettiğini söylersem...
Bu Türk meşhur ârabî Kamus sâhibi Cevherî’dir. Cevheri Türkistanlıdır. İsmi, Ebû Nasr İsmail Hammad Fârâbî’dir. Türkistan'da bugün Utrar (Itrar) denilen Fârâlb kasabasında doğmuştur. Bu Türke Araplar "îmâm-ül-laga" derler.
Cevheri tahsilini ikmal ettikten sonra seyyahate çıkarak Arabistan’ın her cihetini, Suriyeyi ve Mâvera-ün-nehir civarını ve İranı gezmiş ve o zamanki en mühim Arap kabileleri halkı ile temasta bulunarak topladığı notlar ve lûgatlar ile Kitab-üs-sihah namındaki büyük lûgatnâmeyi te’lif eylemiştir.
Bugün Türkiye'de ve Arap beldelerinde itibarını kaybetmeyen bu lûgaıtnâme evvelâ Pir Mehmed sâniyen Va-nî Efendi tarafından Vankulu lügati nâmıyle Türkçeye tercüme edilmiştir. Cevheri, arabî sarf ve nahvine ve edebiyatına dâir bir hayli eserler daha te’lif eylemekle beraber hüsn-ü-hatta mâlik olduğundan bilâhare tavattun eylediği Nişâpur şehrinde pek çok Kur'an-ı Kerîm ve şâir kıymetli kitaplar istinsah etmiştir.
Cevheri, bütün hayatını zihnî meşgalelerle geçiren bu mümkünat âleminde her hâdiseye vukuf peyda etmeyi hayatın yegâne zevki addeden müstesna zekâlardan olduğundan evvelâ kuşların uçuşlarını tahkike ve sonra taklide başlayarak "393 Hicrî ve 1002 Milâdî” târihinde iki büyük kanad i'mâl edip Nişâpur’daki câminin damı üstüne çıkar ve kanadlan beline bağlayarak orada toplanan ahaliye hitâben:
"Ey cemaat-ı Müslimîn! Şimdiye kadar yeryüzünde nâmımı ibka edecek hayli eser bıraktım. Bugün de insan zekâsının nelere muktedir olduğunu göstermek için, gökyüzünde benden evvel, hiç kimsenin cesaret edemediği bir teşebbüste bulunacağım.” diyerek kendisini damdan fırlatır. Bir müddet kanadlarını hüsn-ü suretle isti'mâl ile uçtuktan sonra, ansızın çıkan rüzgârın hücumlarına karşı kanadlarını idâre edemeyerek düşer ve parçalanır. Gariptir ki, Cevherî’nin meşâihirden olması i'tibâriyle herkesin hâfızasına nakşedilmiş terceme-i hâlinde vefatına sebep olan tayyareciliği hakkında fazla tafsilât yoktur. Millettaşımız Cevherî’ye Türk tayyarecilerinin piri demek doğrudur.
Fakat İslâmlarda uçmak teşebbüsünde, Cevherî’den evvel bulunan da vardır. Üçüncü Hicrî asrın ilk yarısında Endülüste şâir Ebül-kasım ül Aibbas i'bni Fimas dahi i’mâl eylediği kanadlarla uçmaya muvaffak olmuşsa da, thavadan yere inmek için tertibat da tasavvur ettiğinden, bir müddet uçtuktan sonra inmek için vaki olan hareketlerinde muvaffak olamayarak düşmekle bu düşüş ölümüne değilse bile, sakat kalmasına sebep olmuştur.
Kocasının nutkunu derin bir sükûnla dinleyen Zehra Hanım'm kadınlık rikkati tekrar coştu.
— Bey! Bey! Târihte bulduğun misaller hep ölüm tehlikesiyle neticelendiği hâlde nasıl oluyor da bu tehlikeli meslek için ciğerpâreni teşvik ediyorsun?
İhsan, münfeil babasını müdafaa etmek istediği hâlde yalnız "nineciğim!” diyebildi. Selim Bey doğruldu:
— Hanım, vâlidelik şefkati sana hakikati olduğu gibi düşündüremiyor. Sözlerimin hidâyetinde de söylemiştim. Bir işin başlangıcında dâimâ muvaffakiyetsizlik olur. Fakat bugün hava gemilerinde tehlike, deniz gemi-ierinden hattâ karalarda dolaşan otomobillerden daha azdır diyebilirim. Sonra memleketin müdafaa ihtiyacı tayyaredir. Diyebilirim ki bizim tayyarelerin envamdan bir iki bin hava sefinelerinden müteşekkil filolarımız olsa Şarkta bize yan bakacak düşman bulunamaz. Sonra fezalarda dolaşmak ne zevktir, ne ululuktur. Bütün kâinatı ayaklarının altında küçük görmek insanın ruhuna ne büyüklük verir. Ayla, güneşle komşu, bulutlarla yoldaş olmak, rüzgârın fevkine çıkmak... İnsan düşerse de yükseklerden düşer. Bizim gibi dururken yıkılmaz. Hem neden düşsün. Bugün tayyareler, Türkçe tâbiriyle "uçkun" 1ar nakil vâsıtası hizmetini görüyor. Vapurlar batmaz mı? Demiryollar katarları yoldan çıkmaz mı? Bugünkü tayyarelerde tehlike bunlardan çok değildir. Nihayet yükselmek, mütemadiyen yükselmek zevki... Evlâdım tırâzm "dâimâ daha yüksek” olsun :
Yüksel ¡ki zemin diar Ve alçak
Yüksekte .Hudâ'ya yol var ancak Yüksel bu zemine kani’ olma!
İhsân-ı Hudâya mâni’ olma!
İhsan evlâdım!
İhsan babasını hiç bir zaman bu kadar ateşli, bu kadar coşkun görmemişti. Zehra Hanım usulca bir göğüs geçirdi. Kendi kendisine "kader” dedi ve sustu.
Bu unutulmaz gecenin üstünden beş yıl geçmişti. Bir sabah öğleye doğru Beşiktaş iskelesinde duran güzel bir otomobilden bir ihtiyar kadınla, bir genç zâbit inmiş, bilet mahalline doğru gidiyorlardı. O dakikada iskeledeki kalabalığın arasında bir iykaz havası esmişti. Herkes geriye çekildi. Bir anda dudaklardan :
“İhsan Bey! Tayyare zâbiti İhsan Bey! Yirmi beş günde Çin’e, Japonya'ya gidip gelen İhsan Bey!...” Hayret sadâsı iskeleyi doldurdu. Millet kendisini gazetelerdeki resimlerinden tanımıştı. Kalabalık içinden beyaz bıyıklı bir erkân-ı harp zâbiti ilerledi. İhsan Bey'in yanındaki kadına yaklaştı:
— Hanımefendi, dedi, siz İhsan Bey'in annesi misiniz?
— Evet efendim.
— Allah aşkına müsaade edin. Böyle bir kahramanı yetiştiren büyük kadının elini öpeyim.
Tevazu' ile kaçınmasına rağmen, zabit Zehra Hanımın titreyen elini kemâl-i hürmetle öptü. Bu bir mu-kaddemeydi. Bir anda orada bulunan asker- sivil ve kadınlardan pek çoğu bu bahtiyar vâlidenin etrafına toplanmış, birer birer ellerini öpmeye tehalük gösteriyordu.
Bu sırada Ihsan Bey kişenin önünde bilet parasını uzatmış, "Büyükdere için iki birinci” diyordu. Biletçi başını delikten çıkararak : "Siz tayyare zâbiti Ihsan Bey değil misiniz?...”
—- Evet.
— Rica ederim oğlum, bugün sâyende Türklüğüyle müftehir bir fakir biletçinin gönlünden kopan nâçiz hediyesini kabul edin!
— Aman nasıl olur?
— Çok rica ederim.
— Peki teşekkür ederim.
Zehra Hanım iftiharından ayakları yere basmıyor, gibiydi. Vapurda herkes İhsanı parmakla gösteriyordu. Çünkü İhsan Bey, harp esnasında tayyarelerin en mühim bir kusuruna çâre bulmuş ve havada ses çıkarmayan bir tayyare motoru icadetmişti ve böyle bir motoru hâmil olan bir tayyare ile Reisicumhur tarafından yazılmış bulunan iki nâmeyi Çin Reisicumhuru ile Japon Mikadosuna götürmeye memur olmuş ve hiç bir AvrupalInın henüz yapamadığı bu seyyahate pek kısa bir müddet zarfında muvaffak olan İhsan Bey, Türkiye’de bir anda pek mühim şahsiyet oluvermişti.
Vapurda bütün bunları düşünen Zehra Hanım'm kalbinde bir uikde vardı. Oğluyla son derece iftihar eden Selim Bey’in, Ihsan’m bu şan ve şerefine şâhid olmadan bir sene evvel vefatı bu bahtiyar kadını her da-ı kika dilhûn ediyordu.
27 Ağustos 1926
SÖZLÜK
A |
|
Adâvet Adem-i tenezzül Agâh Âğuş Ahir Ahkâm |
: Düşmanlık. : Gönül alçaklığı olmama : Bilgili, haberli, uyanık. : Kucak. : En son, en sondaki, son olarak. : Emirler, hükümler. |
Aksendâz |
: Çarpıp duran. |
Aksâm Âlâm |
: Kısımlar, parçalar. : Kederler, acılar. |
Argaç |
: Dokumalarda çözgü üzerine enliliğine atılan ip. |
Asâr-ı nefise Âşinâ Âvân |
: Çok güzel eserler. : Tanıdık, bildik. : Vakit, zaman. |
Avdet |
: Geri gelme, dönme, dönüş. |
Azamet |
: 1) Büyüklük, ululuk. 2) Çalım, kurum |
Azm-i kavi |
: Kuvvetli karar, niyet. B |
Bâb-ı Meşihat Bahr-i Ahmer |
: Şeyh-ül-îslâm kapısı. : Kızıl deniz, Şap denizi. |
Bahr-i Muhit-î Kebîr |
Büyük Okyanus. |
Bâka |
Demet, deste, tutam. |
Belâzedelik |
Belâya uğramışlık. |
Ber-ceste Bergüzâr |
1) Sağlam ve lâtif. 2) Seçme. Hediye, hâtıra. |
Bîçâre |
Çâresiz, zavallı. |
Bi-n-nisbe |
Nisbetle, bir dereceye kadar. |
Buk’a |
1) Yer, toprak, ülke, 2) Büyük kapı 3) Benek, leke. |
Bure |
1) Güneşin ayrıldığı oniki kısımdan her biri. 2) Kale, kule, hisar çıkıntısı. |
C |
|
Câmedân |
Esvap ve çamaşır koymaya yanyan sandık, dolap, gardırop. |
Cârih |
1) Cerheden, yaralıyan. 2) Çürüten. |
Cebbâr |
1) Cebredici, zorlayıcı, zorba. 2) Kudret ve kuvvet sâhibi. |
Ceberrût |
: Aşırı büyüklük, pek ziyâde kibir. |
Cerîde |
1) Gazete. 2) Zabıtnâme, tutanak. 3) Suvâri kolu. |
Cesâmet |
Büyüklük, irilik. |
Cezrî |
1) Köke âid, kökle ilgili. 2) Radikal. |
Cibillî |
Yaradılışta olan, tabiî. |
Cündî |
Askerî, suvârî, sipahî, ata binen, binici |
ç |
|
Çâk |
: 1) Yarık, yırtık. 2) Yırtmaç. |
D
Dârât |
: Debdebe, şan, gösteriş. |
Darâat |
: Alçalma, kendini küçültme. 2) Miskinlik gösterme. |
Dâr-ül-âmân |
: Korunulacak, sığınılacak yer. |
Dârülelhân |
: Dârülbedâyin’in musiki ile meşgul bulunan bir şubesi olup Istanbulda kurulmuştur. |
Darülfelâsefe |
: Felsefe fakültesi. |
Dâvûdî |
: Dâvûd Peygamberin sesini andıran kalın ses. |
Debbağ |
: Tabak, sepici, deri terbiye eden kimse. |
Dergâh |
: Tekke. |
Dersaâdet |
: İstanbul. |
Destâr |
: Sarık, tülbent. |
Dîde |
: Göz. |
Dilhun |
: İçi kan ağlayan. |
Düyûn-u Umûmiye |
: Umûmî borçlar, Osmanlı imparatorluğunun XX. asnn ikinci yarısından sonra yabancı devletlerden aldığı borçlara karşı, gösterdiği gelirleri toplamaya mahsus yabancı me’murlarm idâresi altında ve İstanbul’da kurulmuş müessese. E |
Ebvâb |
: 1) Kapılar. 2) Kısımlar, bölümler. |
Ecîr |
: 1) Ücretle çalışan, ücretle tutulan, gündelikçi. 2) Ahrete âid mükâfat, sevab. |
Elhân |
: Nağmeler, ezgiler, şarkılar. |
Elyevm |
: Bugün, bugünkü günde, hâlâ, henüz, şimdi şu anda, şimdiki zamanda. |
Emsâl |
: Kıssalar, hikâyeler, destanlar. |
Emsal |
: 1) Nümûneler, örnekler. 2) Eş, benzer. 3) Eşler, benzerler. |
Encümen-i Dâniş Erganûn Eriş |
: Akademi. : Org. : 1) Bilek, 2) Endaze, arşın. 3) Dokuma ipliği. |
Esed |
: Arslan. |
Esma’ |
: Adlar. |
Esma' |
: Kulaklar, kulak işitmeleri. |
Eşk |
: Göz-yaşı. |
Fatîn |
F : Zeki, akıllı, uyanık, anlayışlı, kavrayışlı. |
Felekiyyât |
: Gök ve hey’et ilmine âid şeyler, astronomi. |
Fenâfillâh |
: Allahın varlığı içinde yok olma. |
Ferağ Ferağ Ferişte Firişte-hû Fersûde |
; Serin rüzgâr. : Vazgeçme, bırakıp terketme. : 1) Melek. 2) îyi ve yumuşak huylu. : Huy ve tabiatça melek gibi olan. : Eski, yıpranmış. |
Fesahat veya Fasâhat |
: Güzel ve açık konuşma. 2) İyi söz söy. leme kabiliyyeti. |
Feverân |
: Kaynama, galeyan etme. |
Feyiz |
: 1) Suyun taşıp akması. 2) Bolluk, çokluk, verimlilik, ilerleme, çoğalma. 3) îlim, irfân. |
Fezâhat veya Fazâhat Fürûş |
: Edebsizlik, alçaklık. : 1) Satan, satıcı. 2) Döşemeler. G |
Galebe |
: 1) Galip gelme, yenme, üstünlük. 2) Çokluk, kalabalık. 3) Zaptolunmıyacak derecede azgın |
Gazab veya gazeb |
: Dergınlık, kızgınlık, darılma, kızma, hiddet, öfke. |
Girdâb veya girdap : 1) Suların döndüğü ve çukurlaştığı yer, anafor, çevrinti. 2) Tehlikeli yer.
Gulgule Gulmân veya gılman Gülşen Güvez |
: Gürültü, şamata, bağrışıp çağrışma. : 1) Tüyü, bıyığı çıkmamış delikanlılar, gençler. 2) Köleler, esirler. : Gül bahçesi. 2) Kadın adı. : Mora çalar kırmızı. H |
i Hâhim t |
: Hizmet eden, yanyan. |
1 Hâdim-ül-hare- ! meyn-üş-şerîfeyn |
: Mekke ve Medine gibi iki mukaddes yere hizmet eden. Osmanh Padişahlarına verilen bir isim. |
Hafriyyât i Hâlet |
: Kazışlar, kazılar, kazı. : Hâl, sûret, keyfiyet. |
ı Harmaniye i Hasbihâl |
: Pelerin. : Gofujup dertleşme. |
! Hasene |
: 1) İyilik, iyi hâl, iyi iş. |
: Haşyet |
: Korku. |
Havaiyat Havf |
: Boş ve değersiz iş ve lâkırdılar. : Korku, korkma. |
Hemâhenk |
: Uygun, denk. |
Hengâme Hercümerc |
: Kavga, gürültü. : Altüst, karmakarışık, allakbullak, darmadağınık. |
Heyûlâ |
: 1) Madde. 2) Zihinde tasarlanan şey, hayal. 3) Eşyanın gerçek olan kısmı. |
Hıfz |
: 1) Saklama. 2) Ezberleme. |
Hırsı tahakküm |
: Hükmetme hırsı. |
Hicrân |
: 1) Ayrılık. 2) Unutulmaz acı, keder, iç acısı. |
Hikmet |
: 1) Hâkimlik. 2) Sebep. |
Hil'at |
: Eskiden, Pâdişâh veyâ vezir tarafından takdir edilen, beğenilen kimseye giydirilen süslü elbise, kaftan. |
Hîn |
: An, zaman, vakit, sıra. |
Hirman |
: 1) Nasipsizlik, mahrûmluk. 2) Mahrum olma. |
Hitâb |
: Bir veya birçok kimselere ağızdan veyâ yazı ile söyleme. |
Hotferûş, Hodferûş |
: Kendini satan, kendini medheden, övünen. |
Hotperest |
: Kendine tapan, kendini beğenmiş. |
Hulûs |
: Hâlislik sâfîlik, gönül temizliği. |
Hutût |
: 1) Çizgiler. 2) Yazılar. 3) Yollar. |
Huzû |
: Alçak gönüllülük, gönül alçaklığı. |
Hücre-nişîn |
: Hücrede oturan. |
Hünerver |
: Hünerli, marifetli; artist. |
Hüseyni |
: Türk müziğinin altı numaralı basit makamıdır, en eski makamlardandır. |
îd veya iyd idadi İcazkâr |
1 : Bayram. : Hazırlamaya mahsus yer, hazırlama yeri. : 1) Herkesin yapamıyacağı suretle iş gören. 2) Söz söyliyen. |
îftirak |
: Ayrılık. |
îğtinâm |
: 1) Ganimet suretiyle alma, yağma ve talan etme. 2) Zahmetsiz bir kazanç gö. züyle bakma. |
ihdas îhsâs |
: Meydana getirme, ortaya çıkarma. : Üstü kapalı anlatma, duyurma, sezdirme. |
Ihtizâz |
: Hazzetme, gönlü ferahlama. : 1) Titreme, deprenme. 2) Sıçrayıp oynama, sallanma. |
îk’âdetmek îkâd tk’âd |
: 1) Oturma. 2) Tahta çıkarmak. : Sağlam kalma. : 1) Oturtma. 2) Bir hükümdarı tahta çıkarma, tahta oturtma. |
îmrâr îmtisâl |
: Geçirme, geçirilme. : 1) Icâbedeni, gerekeni yapma; bir örneğe göre hareket etme. 2) Alınan emre boyun eğme. |
imtizaç |
: 1) Karışabilme. 2) Birbirini tutma, uygunluk. 3) iyi geçinme, uyuşma. |
înfiâl In'ikâs |
: Gücenme, darılma. : 1) Mağlûb olma. 2) Aksetme. 3) Yansıma. |
İnkıyâd înşirâh întac İntizâr
İnzimâm İbtizâl
İrâe eden İrad İrtihâl îsâl İrtifhâm
İstiğrak
İstihkâm İstihmâm îstihzâ İşmi’zâz
İştiyak İzhâr
İzrâ
Kabristân
: Boyun eğme, kendini teslim etme.
: 1) Açılma. 2) Açıklık, ferahlık.
: Sonuçlandırma.
: 1) Bekleme, beklenilme. 2) Gözleme, gözlenilme.
: Zam olunma, katılma.
: 1) Birşeyin hor kullanılması. 2) Ayağa düşme, bayağılaşma. 3) Umûmîleşmiş, mübtezel olmuş sözlerin gevelenmesi.
: Gösteren, tâyin eden.
: Gelir, kazanç.
: Ölme, göçme.
: Vardırma, ulaştırma, ulaştırılma.
: Sorma, anlama, sorup anlama, anlamak, öğrenmek için sorma.
: 1) Dalma, içine gömülme. 2) Kendinden geçip, dünyayı unutma. 3) Boğulma.
: 1) Sağlamlık, kuvvet. 2) Kuvvetli siper.
: Hamama girme, yıkanma.
: Biriyle eylenme, alay etme.
: 1) Yüzünü buruşturma, yüzünü ekşitme.
2) Can sıkma. 3) Titreyip ürperme.
: Şevklenme, göreceği gelme, özleme.
: 1) Gösterme, meydana çıkarma. 2) Yalandan gösteriş.
: Aşın derecede medhetme. 2) Altın arama araştırma. 3) Korkutma.
K
: Mezarlık.
Kail |
: Razı olmuş, boyun eğmiş. |
Kâin |
: Mevcut olan, bulunan, var olan. |
Katre |
: Damla, damlıyan şey. |
Kavis |
: Okçu. |
Kehkeşân Kelîmullah |
: Saman yolu, hacılar yolu. : Sina'da Allahın hitabını duyan Hz. Mûsâ. |
Kudsî |
: 1) Kutsal. 2) Allah’a mensup, Allah ile ilgili. |
Küfrân |
: İyilik bilmeme, gördüğü lutuf ve insaniyeti unutma. |
Küûl |
: Alkol, ispirto. L |
1 Lâfz |
: Söz. |
1 Lahika |
: Ek. |
Lâyemut Lenfâvî veya Lenfâî |
: Ölmez. : Lenfe âid, lenfle ilgili; ağır kimse. |
Letâfet |
: 1) Lâtiflik, hoşluk. 2) Güzellik. 3) Nezâket. 4) Yumuşaklık. |
Libâs |
: Esvab, giyilen şey. |
Livâ' |
: Bayrak. |
Lîvâ-i saâdet |
: Hz. Muhammed’in bayrağı. M |
Mâada |
: —den başka. |
Magrib Mağmûm |
: Batı. : Gamlı, kederli, tasalı. 2) Bulutlu, kapalı, sıkıntılı (Hava). |
Mahbes |
: Hapsolunma yeri, hapishane, cezâevi, zindan. |
Mahbûbe |
: Muhabbet olunmuş, sevilmiş, sevilen (kadın). |
Mahfil |
: Oturulacak, görünülecek yer, toplantı yeri. |
Mahviyyet Mahzâ |
: Alçakgönüllülük. : 1) Ancak, yalnız, tek, sâde. 2) Hâlis, katkısız, tam. |
Mahzuz |
: Hazzetmiş, hoşlanmış. |
Maişet |
: 1) Yaşama, yaşayış. 2) Geçinme, geçiniş, dirlik, geçinmek için lüzumlu olan şey. |
Makhûr |
: 1) Kahrolmuş, mağlubolmuş, bozguna uğratılmış, yenilmiş. 2) Allahın gazabına uğramış. |
Maktel |
: 1) Katledilen, öldürülen yer. 2) Ünlü ölülerin senâsında yazılan şiirler. |
Ma’mûlât |
: l'mâl edilmiş, yapılmış şeyler, makinede, elde yapılmış, işlenmiş eşyâ. |
Mârûz |
: 1) Arz olunmuş, arz olunan. 2) Bir şe. yin karşısında, te’sir altında bulunan. 3) Serilmiş, yayımlış. 4) Verilmiş, sunulmuş. 5) Söylenilmiş, anlatılmış. |
Masivâ |
: 1) Birşeyden başka olan şeylerin hepsi, . Allahtan mâada bütün varlıklar. 2) Dünya ile ilgili olan şeyler. |
Maşrık Meâl |
: Güneşin doğduğu taraf, doğu. : 1) Meydana gelen şey, netice. 2) Mânâ, kavram, mefhum. |
Mebnî |
: 1) Bina olunmuş, yapılmış, kurulmuş. 2) Bir şeye dayanan. 3) ...den dolayı. |
Mecelle |
: 1) Kitap, mecmua, dergi. 2) Fıkıh ilminin tatbikatına âid olan bölümüne |
dâir Tanzimat’tan sonra telif edilmiş ünlü hukuk kitabı. |
|
Mecrûh |
: 1) Cerh olunmuş, yaralanmış. |
Meded |
: 1) Yardım, imdad. |
Mefsedet Meftûn |
: Fesatlık münafıklık, bozgunculuk. : 1) Fitneye düşmüş, sihirlenmiş. 2) Gönül vermiş, tutukun, vurgun. 3) Hayran olmuş, şaşmış. |
Meftûr |
: Ümidsiz, kederli. |
Mehabet i |
: Azamet, ululuk, korkunçluk, büyük görünme. |
Mehaz |
: Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer; kay. nak. |
Mehîb |
: Heybetli, azametli. |
Melûl |
: 1) Melâlli, usanmış, bıkmış, bezmiş. 2) Mahzun. |
Me’mûl |
: 1) Emel edinilen, ümid olunan, umulan, beklenilen. 2) Ümid. |
Mâ’nidâr |
: Mânâlı, bir şey demek isteyen. |
Menfûr |
: Nefret edilen, iğrenç. |
Menkıbe veyâ menkabe |
: Çoğu tanınmış veyâ târihe geçmiş kimselerin durum ve hâllerine âid hikâyeler. |
Merhun |
: Rehin edilmiş, ödünç alman bir şeye karşı garanti olarak verilen şey. |
Merkad |
: Mezar, kabir. |
Mesâi |
: Çalışmalar. |
Meshûr |
: Sihirlenmiş, sihire uğramış, büyülenmiş, büyülü gibi tutkun. |
Meşcere Meşhud |
: Ağaçlık, koru. : Gözle görülmüş, görülen. |
Metanet |
: Metinlik, sağlamlık, muhkemlik, sağlam, kuvvetli olma, dayanıklılık. |
Mevcûdât |
: Var olan şeyler, mahlûklar. |
Mev’ize |
: öğüd. |
Mevkif |
: 1) Durak, duracak yer, istasyon. |
Mev’ûd |
: 1) Va'dolunmuş, söz verilmiş. |
Meyl-i taâli Me’yûs Mihrâb |
: Yükselme isteği. : Ümidi kesilmiş, ümidsiz. : 1) Câmilerde, mescidlerde yönelinen taraftaki duvarda bulunan ve imamlık edene ayrılmış olan oyuk, girintili yer. |
Muâdil |
: 1) Müsavi ,denk. |
Muallâ |
: 1) Yüce, yüksek. 2) Makamı, rütbesi yüksek. |
Muannîd |
: İnatçı. |
Muâşaka Mûcid |
: Sevişme, birbirini sevme. : Vücud veren, îcâdeden, yeni bir şey meydana getiren. 2) Fikir ve mânâ yaratan. |
Muhakkar |
: Tahkir olunmuş, hakarete uğramış, hor ve hakir tutulmuş. |
Muharref |
: Tahrif edilmiş, değiştirilmiş, kalem oynatılmış. |
Muhayyile Muhh |
: Hayal etme gücü. : (Anatomi) ilik. |
Muhît-î Atlâsî |
: Atlas Okyanusu çevresi. |
Muhît-ül-maârif |
: Ansiklopedi. |
Muhtasar |
: İhtisar edilmiş, kısaltılmış, kısa. |
Mukallid |
: 1) Bir şeyi takan, kuşatan, boynuna asan. 2) Taklidçi. |
Mukarenet |
: 1) Bitişiklik; yaklaşma, kavuşma, bitiş, me. 2) Uygunluk. |
Mûkıd |
: îkadeden, ateş yakan. |
Munsif |
: 1) İnsaf eden, insaflı. 2) Kötülükte ileri gitmeyen. |
Muntazır |
: İntizar eden, gözliyen, bekliyen. |
Musaddak |
: Tasdik olunmuş, gerçekliği, geçerliği resmî olarak yazı ile bildirilmiş. |
Musâdif veya i müsadif |
: Tesadüf eden, rasthyan, rasgelen. |
Musâlaha |
: Barışlar. |
Musarrah |
: Tasrih olunmuş; açık söylenmiş, belirtilmiş, apaçık. |
Musavver |
: 1) Tasvirli, resimli. 2) Tasarlanmış, düşünülmüş. |
Mutâ’ Mu’tâd |
: İtaat olunan, boyun eğilen. : İtiyad edilmiş, âdet olunmuş, alışılmış. |
Mu’tekif |
: Bir ibâdethâneye çekilip namaz, niyaz ve ibâdetle meşgul olan. |
Mu’tî |
: İta eden, veren. |
Muttaki Muttarid Muvâcehe |
: Sakınan, Allah’tan korkan. : Bir düziye giden, sıralı, düzgün. : 1) Yüzleşme, yüz yüze gelme. 2) Karşı, ön. |
Muvahhid Muvahhidîn |
: Tevhid eden, Allahın birliğine inanan. : 1) Tevhid edenler, Allahın birliğine inananlar. 2) Fas ve İspanyada hüküm sürmüş olan bir hânedan. |
Muzlim |
: 1) Karanlık. 2) Bilinmiyen, şübheli. 3) Dehşetli, kara, uğursuz. |
Mübâhase
Mübâreze Mübâyaa Mücâhid
Mücrim Müdebdeb Müftehir Müheyyic Mümessil
Münâcât
Mündemiç Müntehib
Müreffeh Müstağrak Mütalâa Mütefennin Mütehakkim
Mütekebbir
Mü'temen
Mütezâyid
: Bir iş hakkında iki veyâ daha çok kimse arasında edilen söz, konuşma. 2) İddialı, karşılıklı konuşma, bahse girişme.
Cenk, kavga, uğraşma.
Satın alma.
1) Cihâd eden, din düşmanlanyle sava şan. 2) Savaşan, uğraşan, savaşçı.
: Cürüm işlemiş, suçlu.
: Debdebeli.
: iftihar eden, övünen.
: Heyecan veren.
: 1) Temsil eden, benzeten. 2) Birinin veyâ bir dâirenin adına hareket eden.
: 1) Allaha duâ etme, yalvarma. 2) Allaha duâ mevzulu manzume, yakarış.
: içinde bulunan.
: întihab eden, yağma eden, çapul eden, talanlıyan, yağmacı, talancı.
: Refâra, rahata, bolluğa kavuşturulmuş.
: Gömülmüş, gark olmuş.
: 1) Okuma. 2) Tedkik. 3) Düşünce.
: Teknik bilgi sâhibi, fen âlimi.
: 1) Tahakküm eden, hakimlik takınan, zorba.
: Tekebbür eden, kibirlenen, kibirli, kendini beğenmiş.
: Emniyetli, güvenilir, inanılır.
: Tezâyüdeden, ziyadeleşen, çoğalan, artan.
Müttehid Müzehheb Müzeyyenât |
: îttıhâd etmiş, birleşmiş, birlik olmuş, birleşik. : 1) Altın suyuna batırılmış. 2) Yaldtzian-mış. : Zînetlendirilmiş, süslenmiş şeyler, süslü şeyler. |
N |
|
Nâçâr |
: 1) Çaresiz, ister istemez. 2) ... zorunda kalmış. |
Nâfiz |
: 1) Delen, delip geçen. 2) içeriye giren, işleyen. 3) Te’sir yapan, sözü geçen, nufûz eden. |
Nâle |
: inleme, inilti. |
Nâsiye |
: Ahn. |
Na't |
: 1) Bir şeyi methederek anlatma, vasıflandırma. 2) Hz. Peygamberi öven şiirler. |
Necâbet |
: Soyluluk, soy temizliği. |
Nefha |
: 1) Güzel koku. 2) Bir esim yel, rüzgarın bir kere esmesi. |
Nefs |
: 1) Ruh, can, hayat. 2) insanın yeme içme gibi biyolojik ihtiyaçları. 3) Kendi, şahıs. |
Nidâ |
: 1) Çağırma, bağırma, seslenme. 2) Ses verme. |
Nümâyişkâr |
: Gösterişli. |
Nümûne |
: örnek. |
Nümûne-hâne |
: Örneklik şeylerin konulduğu yer, müze. |
Nüshai şerhi beyân |
: Söylenenleri açıklamak için yazılan yazı, |
dergi.
Ö |
|
ömer-ül-fâruk |
: İkinci Halîfe Hz. Ömer (Haklıyı haksızdan ayırdederek, adâleti tam yerine getirmekte ün kazandığı için Faruk kelimesi ile adlandırılmıştır.) P |
Payitaht Peşrev |
: Başşehir, başkent. : Türk müziğinin en mâruf saz eseri formudur. |
Pulat |
: Polat, Çelik. R |
Rahîm |
: Merhametli, esirgiyen, koruyan, acıyan. |
Râm |
: itaat eden, boyun eğen, kendini başkasının emirlerine bırakan. |
Râyiha |
: Koku. |
Recüliyyet |
: Erkek olma, erkeklik. |
Refakat |
: Arkadaşlık, yoldaşlık. |
Refik |
: Arkadaş, yoldaş. |
Resâlet veyâ risâlet |
: Elçilik, sefâret. 2) Peygamberlik. 3) Saçları salıverme. |
Rikkat |
: 1) Rakiklik, yufkalık, incelik. 2) Merhamet, acıma. |
Rik’a |
: Bir yazı çeşidi. |
Risâle |
: 1) Mektub. 2) Kısa yazılmış küçük kitap. 3) Mecmua, dergi. |
Rûhânîyât veyâ
rûhâniyet |
: 1) Ruhtan meydana gelmiş olan melekler. 2) Ruhla ilgili. |
Rumûz |
: Remizler, işaretler, mânâsı gizli olan sözler. |
Rûznâme |
: 1) Yevmiye defter. 2) Takvim. 3) Günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt, gazete. |
Sabâ |
S : Gün doğusundan esen hafif ve lâtif rüzgâr. 2) Türk müziğinin en eski ve ma’rûf makamlanndandır. |
Saîd |
: 1) Mutlu, uğurlu, mesüd. |
Saîd |
: 1) Yüksek. 2) Yukarı çıkan. |
Sait |
: 1) Sesli ses çıkaran. 2) Sesli (harf) voyelle. |
Sâmî |
: 1) Katılık, sertlik, kuruluk, diklik. 2) Beyaz ırkın Asurca, Habeşce, İbranca konuşan kavimlerinin toplu ismi. |
Sanâyi-i nesciye |
: Dokuma san’atları. |
Sâni’ |
: 1) Yapan, işleyen, yapıcı. 2) Yaradan, san'at eseri olarak meydana getiren. |
Sâniyen |
: İkinci derecede, ikinci olarak. |
Sarf |
: 1) Harcama, masraf etme, gider. 2) Para bozma. 3) Çevirme, döndürme. |
Sazende |
: 1) Çalgıcı. 2) Yapıcı, düzenleyici. |
Sehâbe |
: Tek bulut. |
Semaî |
: Türk (Anadolu) halk şiirinde (yâni klâsik şiirin te’siri altında olmayan veyâ pek az olan asıl halk şiirinden) bir "forme” un adıdır. Sazşâiri tarafından bestelenir ve Semâî adı altında okunur. Şekil itibariyle aynı koşma |
gibidir; ondan farkı hecesinin 4+4=8 vezni ile yazılmasındadır. |
|
Semt-ür-re’s veyâ Semtüre’s |
: Başucu. |
Sernüvişt Serzeniş |
: Alın yazısı. : Başa kakma, takaza. |
Seyyie |
: 1) Fenalık, kötülük. 2) Suç, günah. 3) Kotuluk karşılığı çekilen sıkıntı. |
Sitem |
: 1) Zulüm, haksızlık. 2) Eziyet. 3) Çıkışma. |
Sivâg |
: Kuruyu yumuşatarak veya eriterek, suluyu da koyulaştırarak istenilen kıvama getiren kimyevî bir madde. |
Suad |
: Çok yükseklere çıkmak, çok yükselen. |
Sûzinâk |
: 1) Yakan, yakıcı. 2) Dokunaklı. 3) Türk müziğinin 13 numaralı basit makamdır. Basit makamlardan yegâne yeni olanı olup, bütün diğerleri pek es, kidir. |
Sürür |
: Sevinç. |
Şefaat |
ş : Birinin suçundan geçilmesi veyâ dileğinin yerine getirilmesi için edilen aracılık. |
Şehremâneti |
: Belediye. |
Şehvânî |
: 1) Şehvete mensup. 2) Şehvete çok düşkün olan. |
Şerik |
: .) Ortak. 2) Ders, mektep, medrese ar kadaşı. |
Şetâret Şu’le Şûrâ |
: 1) Neş'e, şenlik, sevinç. : Işık. : 1) Konuşmak için toplanma. 2) Konuşma yeri. |
Tabâhat |
T : Aşçılık, yemek pişirme san'atı. |
Tagannî tahakküm |
: Makamla okuma. : 1) Hakimlik takınma. 2) Zorbalık etme. |
Takallüs Taksirat |
: 1) Kasılma, bir şeyin toplanıp büzülmesi. : 1) Kusurlar, suçlar. 2) Alın yazısı. |
Tâlik |
: 1) Güler yüzlü. 2) Düzgün söz söyleyen. |
Tâ'lik |
: 1) Asma, asılma. 2) Bir şeye bağlı gösterme. 3) Geciktirme, askıda bırakma. 4) Belli bir zamana bırakma. 5) Bir yazı çeşidi. |
Tanassur |
: Hıristiyanlığa geçme. |
Tarh |
: 1) Atma, bırakma. 2) Dağıtma, bölme, tâ’yin. 3) Kurma, tertipleme, düzenleme. 4) Süslemeli desen. |
Tayf |
: 1) Uykuda görünen hayâl. 2) Korkudan karanlıkta görünen hayâlet. |
Tebcil |
: Ululama, ağırlama. |
Tebeddül |
: Değişme, başka hâle girme. |
Tecebbür |
: Kibirlenme, büyüklenme. |
Teceddüd |
: Tâzeleme, yenileme, yeni olma. |
Techîl |
: Birinin câhilliğini, bilgisizliğini meydana koyma. |
Tedâfûî |
: Kendini kx ruma. |
Teessür |
: 1) Kederli ve üzüntülü olarak hislenme, içtenme. 2) Acı, keder duyma. |
Tehekküm |
: 1) Alay, eğlenme. 2) Görünüşte ciddi, hakikatte alaydan ibaret olan eğlenme. |
Tekellüf |
: 1) Külfetli zahmetli iş görme. 2) özenme, bir i'şi gösterişli bir hâle koymak için uğraşma. |
Tekellüfsüz |
: 1) Külfetsiz, zahmetsiz. 2) Gösterişsiz. |
Tekemmül |
: Kemâle gelme, kemâl bulma, olgunlaşma. . |
Te’kîd |
: 1) Kuvvetleştirme, 2) Üsteleme, bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama. |
Teksir |
: Çoğaltma. |
Telkârî |
: Tel hâlinde olan gümüşü örerek veyâ bir şey üzerine katarak yapılan iş, gümüş işleme, gümüş kakma. |
Telkinât |
Aşılar, telkin edilen şeyler. |
Telmih |
: 1) Söz arasında kastedilen bir şeyi mâ-nâh olarak söyleme, imâli konuşma. 2) (Ed.) ibârede bahsi geçmiyen bir kıssaya, fıkraya, atasözüne veyâ meşhur bir şiire, bir söze işâret etme. |
Telmîhen |
: Telmih yoluyla, telmih için, îmâh olarak. |
Temâşâhâne |
: 1) Etrafı temâşâ edecek yer. 2) Tiyatro oynanan yer. 3) Dünya (mecâzî). |
Temâyül |
: 1) Meyletme, eğilme, bir yana çarpılma. 2) Bir yana veyâ bir kimseye fazla tarafdarhk ve sevgi gösterme. |
Temellük |
: Mülk edinme, kendine mal etme, sahip-olma. |
Temkin |
: 1) Ağırbaşlılık. 2) İhtiyat, tedbir. |
Tersini |
: Resmetme, resmini yapma, resmini çiz. me, çizme. |
Tertîl |
: Yoluyla, usûliyle okuma. |
Teselliyyât |
: Avutmalar, avundurmalar. |
Tesliyet |
: Teselli verme, verilme, avutma, avutulma. |
Teşyi' |
: Selametleme, uğurlama. |
Tetebbu' |
: Bir şeyi etraflıca tedkik etme, bir şey hakkında geniş bilgi edinme. * |
Tevakkuf |
: 1) Durma, eğlenme, bekleme. 2) Bağlı olma. |
Tevbih |
: Tekdir, azalma. |
Tevcih |
: Mânâ verme, yorumlama, çevirme, yöneltme. |
Teveccüh |
: 1) Çevirme, yönelme. 2) Bir yere doğru hareket etme. 3) Güler yüz gösterme, yakınlık duyma, hoşlanma, sevgi. |
Tırâz |
: Tutulan yol, üslûb; ipek ve sırma ile işlenerek yapılan süs. |
Töhmet |
: Birine isnâd olunan suç, işlenildiği sanılan fakat, gerçekliği henüz meydana çıkmamış olan suç, kabahat. |
Tûfân |
: Hz. Nûh zamanında yolda çıkmışları te’dîbetmek için Allah tarafından hem gökten yağdırılan, hem de yerden |
kaynıyarak bütün dünyayı kaphyan su. U |
|
Ubûdiyyet |
: 1) Kulluk, kölelik. 2) Aşın bağlılık. |
Uhrevî |
: Ahirete âid, âhiret ile ilgili. |
Ulüvv-icenâb |
: Âlicenablık, kerem, cömertlik. V |
Vakar |
: Ağırbaşlılık, temkinlilik. . |
Visâl |
: 1) Ulaşma, bitişme. 2) Sevgiliye kavuş, ma. |
Vükelâ |
: Vekiller. |
Vürûd |
: Geliş, gelme, varma, yetişme. Y |
Yemeni |
: Yemen işi baş örtüsü. Z |
Zâhib |
: 1) Gidici, giden. 2) Bir fikir veyâ zan-na uyan, kapılan. |
Zahm Zahm-ı Zebân |
: Yara. : Dil yarası. |
Zâir |
: Ziyâret eden, görmeye, hatır sormaya gi* den. |
Zebân |
: 1) Dil, lisan. 2) Lügat; lehçe. |
Zekâvet |
: Zeyreklik, çabuk anlama, kavrama. |
Zerde |
: Safran, pirinç ve şekerle pişirilen bir tatlı. |
Zevât |
: Kişiler, şahıslar, kimseler. |
Zil |
: Gölge, (mec.) koruma, sahip çıkma. |
Zih |
: 1) Kiriş. 2) Yay kirişi. 3) Kaytan, şerit. 4) Kenar çizgisi. |
Zillet |
: Hakirlik, horluk, alçaklık, aşağılık. |
Zübde |
: 1) Bir şeyin en seçkin parçası. 2) öz, sonuç. |
Zürriyet |
: Nesil, soy. |
223
Bu konuda Ahmed Hikmet’den Mehmed Emin Yurdakul’a yazılmış ve ilk def’a tarafımızdan yayınlanmış târihî mektup için bakınız: Kopuz dergimizin Samsun’da yayımlanan ikinci serisi, Temmuz 1943 (sayı 3) ve Şubat 1944 (sayı 10); Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet kitabımız (ss. 38-40) ve 1000 Temel Eser arasında ilk olarak kitap hâlinde çıkan Gönül Hanım romanına yazılmış Önsöz.
Müftüoğlu Ahmed Hikmet'in kitaplarında bulunmayan bu son hikâyelerinden altı tanesi: Âdem Beyle Havva Hanım (1924); Bekir ile Tekir (1924); Dalâlet (1924); Nûr-u Siyah (1924); Asil Ecnebi (1924); Cesaret et, oğlum tayyareci ol! (27 Ağustos 1926) tarafımızdan bulunup istinsah edilerek, yazar hakkında yayımlanmış biyografi kitabımızın sonuna eklenmiştir. (Bk. Dr. Fethi Tevetoğlu: Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet, Millî Eğitim Bakanlığı yayını, Ankara 1951, ss. 215—247.)
İkdam, 18 Temmuz 1922 ve 31 Temmuz 1922 (Nu. 9101 ve 9114).
Yakarmak, yana yana yalvarmak, duâ etmek. Yakarış: münâcât. Yalvarmak, yakarmak.
Osmanlı Türklerinin mensub olduklar^ kabile "Kaya” Han'dır. Kayı Han sehven kullanılmıştır.
Ümid. Ümid Türkçedir - bir çok emsali gibi Fârisîye geçmiştir. Aslı ummakdan umuddur. Geçmekden geçid olduğu gibi.
Medeniyet-i Arabîye. Dr. Güstav Lebon.
îkinci Urbin, üçüncü Ojen, üçüncü ve dördüncü Kleman, üçüncü ve dördüncü İnosan, üçüncü Honorius. Dokuzuncu Greguvar.
Godfroi De Bourbon, Yedinci Lui, Filip Ogüst, Sen-Lui, Vil Harduen.
Konrad, Frederik Barberusse.
İkinci Andre.
Musul beyleri Gerboğa ve Seyfeddin Gazi ve biraderi Nureddin ve Şam Beyleri Dekkak bin Tunus ve Tuğtekin Atabek ve Muiniddin Enez ve Humuz hâkimi Cenahüddevle ve Mısır Meliki Âdil Eyyubî ve bilhassa Seiâhaddîni Eyyubî.
Kardinal Rocciardo - Şart Mismerin Kostantiniye Müsa-mereleri.
Şarl Mismer'in Kontantiniye Müsamereleri.
Yalavaç = Peygamber.
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder